ENANİYETİNİZİ CEMAAT POTASINDA ERİTİNİZ
Önce kendinize bakın

“Böyledir,” dedi. Âlemimizi süslü ve cazibeli kılan eşya, beraberinde dehşetli bir dalmayı, bir meşguliyeti ve gafleti de getirir. Hiç uzağa bak-mayın. Kendinizi merkeze alarak yakınınıza, etrafınıza bakmanız, size açık-ça fikir verecektir. “Lütfen,” dedi; önce kendinize bakın.

İnsanın meftun olduğu şey

Ahiret işlerini tâli yana atanların kurtulamayacakları bir hastalıktır bu. Esasen, öncelikle insan, eşyaya takılıveriyor. Ya da eşya insanı sıkı bir markaja alıyor. Her iki halde de eşyaya vurulan, ona âşık olan ne yazık ki insan oluyor. Bu saatten sonra insan, eşyayı kutsayan bir meta’dır. Bü-tün mesaisini, meftunu olduğu eşyayı nasıl ele geçireceğine göre planlayıp programlar. Eşya sevgisi, daha çok mal elde edeyim hırsı, daha fazla zengin olayım arzusu, etraftaki zenginlerden de zengin olayım çabası, doğal olarak bir enaniyete, yalnız kendini düşünmeye, yalnızca kendi nefsini öne çıkar-maya götürür. Burada evvela gaflet, ve daha sonra da dünyaperestlik’i tanı-yor insan.

Mafsalların gevşemesi niyedir!

Ne yazık ki, dedi: bu zamana hâkim olan budur. “…Dehşetli bir enaniyet bu zamanda hükmediyor.” Dünyayı görüyorsunuz. Savaşlar, çatışmalar, kutuplaşma ve ayrışmalar zamanın kaderiymiş gibi insanlığın yakasına yapışıvermiş. Şı-marık ve serseri bir avuç bencil idarecinin elinde yerin yüzeyi mezbehaneye dönmüş durumda. Bu dünyaperestlerin aynasında cüssesi iri bir enaniyet res-mini görüyorsunuz. Ve bu hasta ruhun sebep olduğu katliamlar, açlıklar, mazlumiyetler, mağduriyetler...
Fakat, dedi; bir de bize bakın. Bu hastalığın toplumumuza sirayet etme şekline bakın. Konu-komşunuza, dost-tanıdığınıza ve hatta yakın akrabaları-nıza bakın önce. Nasıl da korkunç bir yarış ve rekabet kokusu burnunuza ge-lecek. Nasıl da bir soğukluk, nasıl da birbirinden kaçınmacılık, nasıl da bir kin ve nefret havası saracak mahallenizi…

Sonra, dedi: Çemberi biraz daha daraltınız. Meseleyi daha öz bir sahaya çekiniz. Kendiniz de dâhil olduğunuz halde Müslümanlara bakınız. Yani ken-dimize, kendinize müşteri gözüyle bakınız. Bu semtteki ihvandan, mafsalları gevşemiş olanları ilkin gözlerinizin önüne getirin. Bakın bakalım niyeymiş bu ahval? Ahiret işlerini aksatanları, buna bedel dünya işlerini titizlikle takip edenleri merceğe alınız. Meskene bağlananları, işe, aşa, maaşa meftun olanları; daireye, badireye düşenleri görünüz. İbadetlerini cidden ihmal eden bu gibi kimselerin, neden böyle yaptıklarını kendi tefekkürhanenizde incelemeye tabi tutunuz. Emin olun: gaflet ve dünyaperestlikten çok şeyler bulacaksınız…

Gayretli insanlar tanırdım…

“Onun için” dedi; “ehl-i hakikat-hatta meşru bir tarzda dahi olsa-enaniyetten, hodfuruşluktan vazgeçmeleri lazım..” demek ki mesele, tasavvur edilenin ötesinde bir ciddiyet arz ediyor. Demek ki, bu zamanda hükmeden enaniyet, esas itibariyle insi ve cinni şeytanların planladıkları dehşetli bir tuzak, bir kemindir. Din-iman-ahiret, Allah yoluna yönelen insanlarımı-zın önüne konulan bir hile, bir oyun, bir aldatma, bir yanıltma, bir şa-şırtma, bir yoldan çıkarma plan ve programıdır. Mukadder bir sorunun cevabı olarak. Çünkü dedi; öyle gayretli ve hamiyetli insanlar tanırdım. Bunlar ahiretleri için çalışan ciddi adamlardı. Vakt-i zamanda bu saadetli yol uğ-runda nice eziyet ve sıkıntılara göğüs germişlerdi. Allah yolunda her biri geçmişin bahadır mücahitlerini akla getirirdi. Belki de bu yolda yürürler-ken yanlarında can-ciğer dava kardeşleri şehit olmuşlar ve bunlar, bu hadi-selere şahit olup tanıklık etmişlerdi; ama üzülerek duyuyorum ki, bazıları sade birer esnaf olup birkaç kuruş daha toplamak için ticarete atılıp haris birer tüccara dönüşmüşler. Bazıları memuriyete düşüp maaşından ve aylığın-dan ya da rütbe ve notunda eksiler olmasın diye daha önce bu yüce davanın memuru iken şimdi başkalarına memurluğu tercih etmişler. Bazıları, katlarla binalar inşa etmek, bazıları son model arabaları evin önüne çekmek, bazıla-rı hanımlarıyla keyf u sefalar sürmek, bazıları eski bozuk akraba ve çevre-lerinin dümen suyuna kapılmak, bazıları, bazıları, bazıları… Uzatmayayım, sizin de böyle tanıdıklarınız olmalı muhakkak. İşte bu, dedi: Öyle masum göreceğimiz bir hadise değildir. Arkasında çalışan, plan ve programlar üre-ten, din-imana düşman nice kafalar vardır.

Enaniyet ve hodfuruşluğa çağıran örgütlü bir güç var

‘Onun için ehl-i hakikat! Rabbini bilen... ahiretini bilen öleceğini ve sonra hesaba çekileceğine iman eden... Bu hakikatin prensipleri gereği se-vip sayan... Yekvücut bir cemaat olan İslam ümmetinin istikbaline dair dertlenip endişe taşıyanlar... Evet, bunlar; hatta meşru bir tarzda dahi olsa.. Yani İslami ahlaka aykırı olmayacak bir şekilde.. Meşru ve mübah da-iresi içinde.. Yani, evet, böyle de olsa, yine de ehli hakikat enaniyetten ve hodfuruşluktan vazgeçmeleri lazım.

Çünkü, diyerek devam etti: Eğer ki, ehl-i hakikat İslam düşmanlarının kendilerine yönelik kuradurdukları tuzaklardan kurtulmak istiyor ise onla-rın, Allah (cc)’ı, ahireti, imanı… İhmale çağıran ve bunu pek çok vasıta-larla yapan davetlerinden beri olmak istiyor ise, o zaman yalnız kendini düşünmek ve yalnız kendini beğenmek olan enaniyet ve hodfuruşluğu derhal terketmeli, vazgeçmelidirler. Çünkü karşısında kendisini şerre çağıran, bundan öte zorlayan, zor kullanan örgütlü bir güç vardır. Evet, Müslümanla-rın karşı karşıya bulundukları hadise kesinlikle budur. Kendilerini dünya-ya, gaflet ve dünyaperestliğe zorlayan bir örgütlü güç bulunmaktadır. Madem hakikat budur. O zaman ehl-i imanın dağınık ve kendi başına hareket etmele-ri caiz değildir. Örgütlenip kurumsallaşmış küfri bir hareket karşısında enaniyet ve hodfuruşlukla direnmeleri, dayanmaları mümkün değildir. O halde ne yapmalı, ne etmeliyiz ki bu bizi darmadağın eden bu musibetten kurtula-bilelim?

Akıl, irade ve tercih

Kolay, dedi. Zor olsa da, musibetin genelliği karşısında kolay, musibetin yakıcılığı ve mahvediciliği yanında kolay. Musibetin yıkıcılığı ve çözücü-lüğü karşısında kolay. Musibetin netice itibariyle ortaya çıkaracağı azap ve gazabı karşısında kolay. Ya da öyle olması lazımdır. Başka da çare yok. Ya tam bir gaflet ve dünyaperestliğin nefse zevk verecek (gibi olan) birkaç günlük dünya nimetlerini gayri meşru bir tarzda kabullenecek ya da etmeye-cek. Maazallah bihaber bir şekilde teslimiyet gösterip razı olunsa, ahiretin ebediyen sürecek azabını peşinen kabullenmiş olur. Veya da eziyet ve sıkıntılarla da geçse, sonuçta kısacık şu dünya ömrünü, yaratılış amacı-na uygun, yaradanın rızasıyla uyumlu bir tarzda geçirip ahiretin, ebediyen devam edecek tükenmez nimetlerine aday olacak. Yani ya dünya ve ondakileri mabud bilecek-maazallah- ya da dünya da dâhil, âlemlerin Rabbi olan Allah (cc)’ı mabud bilip yalnızca O’na ibadet edecek. Gecesi ve gündüzüyle haya-tının bütün teferruatını ibadet ve sevaba dönüştürecek. Mesele; kişinin akıl, irade ve tercihi ile olacaktır. Akıllı insanın, tercihini hayır ve sevaptan yana kullanacağı, kullanması gerektiği izahtan varestedir.

Cemaatsiz İslam olmaz

O nedenle dedi; “Risale-i Nur’un hakiki şakidleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevide ve havz-ı müşterekte erittiklerinden..”

Yani, kendilerini hakkıyla cemaate teslim etmiş olanlar. Cemaat programı-na uymanın imani bir gereklilik olduğuna inananlar, cemaatsiz İslam’ın ya-şanılamayacağını, -zira İslam, cemaat dinidir- İslami mesuliyetlerini yeri-ne getirebilmelerinin ancak cemaatleşme ile mümkün olabileceğini idrak edenler, örgütlü İslam düşmanlarından gelen darbelerden korunabilmenin yolu yine örgütlü ve teşkilatlı olmaktan geçtiğini kabul edip takdir edenler ve sonra bu işin, yani cemaatli olmanın ilahi ve nebevi bir emir olduğuna aki-de bağlayanlar… Evet, bu manada İslam davasını hakikaten sahiplenmiş olan-lar buz parçası gibi, o hüküm ve değerde olan enaniyetlerini, ne yapmalı-lar? Hiç kuşkusuz, şahs-ı manevide, yani cemaat bünyesinde, cemaat safla-rında, cemaatin manevi şahsında, cemaatin özel ve genel program ve rehber-lik okyanusunda ve sonra havz-ı müşterekte, yani ortak havuzda, yani İslam davetçilerinin taksim-ül a’mal kaidesi mucibince sa’y ve gayretlerinin gi-dip biriktiği, toplandığı, cem’ olduğu hayır ve sevap havuzunda, evet, bu havuzda kâmilen eritmelidirler.

A! dedi; kolaydır, dediğim eylem budur. Kuşkusuz Müminler bu eylemi ba-şarmalıdırlar. Ya cemaatin saflarını sıkı bir şekilde salih amelleriyle na-kış nakış öreceklerdir. Veya da maazallah gaflet ve dünyaperestlikten çı-kan dehşetli bir enaniyetin kurbanı olup dünya ve ahiretlerini heba edecek-lerdir. Hâlbuki ahiretlerini unutup dünyaya dalanların hikâyelerini feraset sahibi Müminler çok iyi bilirler. Çok yakından bildikleri nice ismin, İslam davasına hizmet yerine, enaniyetlerini şişirmek suretiyle gümbürtüye git-tiklerini de iyi bilirler. Fakat hakikat şu ki, dedi; İslam davası ve bu davayı esas ittihaz edinen İslam cemaati çok şerefli bir yol ve bu şerefli yolun şerefli temsilcisi konumundadır. Bu zamanda kendi mıntıkasında şer’i mesuliyetini eda edebilmek için büyük bedeller ödeme pahasına da olsa dik ve asıl duruşunu sürdürecektir. Bu mübarek harekete layık olmak için Allah (cc)’ın salih kulları yarıştan bir an olsun geri durmamaya ahitlidirler.
Olur ya, dedi. Bir şekilde gaflete düşen ihvan olur. Kendilerine geldik-leri gibi, uyandıkları gibi yapacakları halis bir tevbe ile bu tevbenin pratik yansımaları ile her zaman bu davanın ocağının erleridirler. Bu müba-rek ocağın çocuklarıdırlar.

O halde, dedi; bu gaflet ve dünyaperestlik hastalığı içinde zayıf duruma düşmüş, yardım bekleyen kardeşlerinizi arayıp bulmaya gayret etme zamanı-dır. Zalimlerin oyununu boşa çıkarma zamanı ve Müslümanları uyanık tutma zamanıdır…
Rabbim bizleri hakka sımsıkı sarılanlardan eylesin. Âmin…

* Şualar: On üçüncü Şua, Risale-i Nur Külliyatı Nesil Yay.
Muhammed Şakir (inzar Dergisi 40. Sayı)