4 sonuçtan 1 ile 4 arası

Konu: Kitap Sadeleştirme

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Kitap Sadeleştirme

    Sadeleştirme Tahribatı

    Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu adlı romanının 1928 baskısından iki cümle: “Yahu küçük hanım, şu kızı kandırıp Müslüman edelim... Sevaplı iştir...” (sayfa 62); “Allah sana da, ona da Hak dininde can vermek nasip etsin.” (sayfa 66). Aynı baskıdan iki cümle daha: “Yaz kızım, yaz... Hem dinini seversen, benden de selam yaz...” ( sayfa 152), “Gelir gelmez dua edersen daha makbule geçer” (sayfa 176). İlk iki cümleyi bugünkü baskılarda göremiyoruz. Diğer iki cümle ise günümüzde bu eseri basan tek yayınevi olan İnkılap Yayınevi’nin baskılarında şu şekilde değiştirilmiş: “Yaz kızım yaz ve beni seversen benden de selam yaz.” (sayfa 139) ve “Gelir gelmez Zeyni Baba’yı ziyaret edersen daha makbule geçer.” (sayfa 165)
    Sadeleştirme adı altındaki edebî katliamlar bir yana, yukarıdaki değişiklikleri, dildeki sadeleştirme ve yenilenmeyle açıklamak mümkün mü? “Dini sevmenin” yerine “bir şahsı sevmek” veya “kendisine dua edilen Allah’ın” yerine “Zeyni Baba’nın” konulması metni daha mı anlaşılır kılıyor acaba? Aksiyon, Türk edebiyatının büyük ustalarının eserlerinde yıllar içinde görülen “metin darbeleri” ile “sadeleştirmeleri” araştırdı. Bu değişikliklerin sorumlusu kimi zaman vârisler, kimi zaman yayınevleri, kimi zaman da ‘işbilir’ editörlerdi. Telif hakkı sona eren eserlerde bu sorun daha da aşikâr. Karşılaştırmalı incelemelerimize göre eserler üzerindeki oynamaların boyutu dilde sadeleştirmelerin de ötesine geçerek asıl metinden cümleler atmak, yeni kelimeler eklemek, düz cümleyi soru cümlesine çevirmek gibi müdahaleleri içeriyor. Ve aslını okuduğumuzu sandığımız Türk edebiyatının temel eserleri, gerçek kimliklerinden uzaklaşmış metinler olarak çıkıyor karşımıza. Sayıları çok da fazla olmayan klasiklerin başına gelenlerin istisnai olmaması, ideolojik ve ideolojik olmayan müdahalelerin bir kıyıma dönüşmesi söz konusu.

    Çalıkuşu üzerindeki oynamaları ilk defa 1999 yılında Kaşgar Dergisi’nin Temmuz ve Ağustos sayılarında yayımlanan makaleleriyle araştırmacı yazar Ahmet Özalp gündeme getirdi. Çalıkuşu’nun 1928’deki eski harflerle 4’üncü, yeni harflerle 1935’teki 5’inci ve günümüz baskıları üzerinde incelemelerde bulunan Özalp, romanın yazıldığı tarihî dönemin ve sosyal öğelerin ayıklandığını, o döneme ait olumlu fikirler cereyan ettirecek kısımların elekten geçirildiğini ve dinî anlam içeren bölümlerin değiştirildiğini belirtiyor. Çalıkuşu’nun 4’üncü baskısında (1928) “Nizamettin Efendi, artık bir daha İstanbul’a dönmemiş, altı sene diyar diyar bütün Kürdistan’ı, Irak’ı, Arabistan’ı dolaşmıştı.” (sayfa 13) şeklinde geçen cümle 39. baskısında “Artık bir daha İstanbul’a dönememiş, Diyarbakır’dan Musul’a, Musul’dan Hanıkın’a, oradan Bağdat’a, Kerbela’ya geçmiş…” (sayfa 11) şeklinde değiştirilmiş. Çalıkuşu’yla ilgili bu gibi örnekleri ve ayrıntıları Ahmet Özalp’in Kaşgar dergisinde yayımladığı yazılarda görmek mümkün.

    SADELEŞTİRMEYLE ÇİFTE TAHRİBAT
    Çoğu ülkede geçerli telif kanunlarına göre, ölümlerinden 70 sene sonra yazarların telif hakkı sona eriyor. Yayınevleri de anonimleşen eserleri yayımlamayı diğerlerine göre çok daha cazip buluyor. Özellikle Millî Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser listesindeki kitapları onlarca yayınevi neşrediyor. Yayınevlerinin bastıkları kitaplardan, eserlere istedikleri şekilde müdahale edebilme hakkını kendilerinde gördükleri anlaşılıyor maalesef. Kitabın orijinalinden koskoca bir yazıyı çıkarmaya örnek olarak Ahmet Haşim’in “Bize Göre” adlı eserinin 3F Yayınevi baskısı verilebilir mesela. Eserin aslında geçen ‘Sinema’ yazısı, 3F Yayınevi’nin baskısında yok. Dergâh, Yapı Kredi ve Oğlak Yayınları’nın dışındaki birçok yayınevi, Bize Göre’nin sadeleştirilmesi tasarrufunu da kendilerinde görüyor.

    Dergâh Yayınları’nın neşrettiği Bize Göre’deki “Mehmet Emin Beyefendi’nin mütalaaları, İbrahim Alaaddin’in Resimli Gazete’de intişar eden vâkıfane bir makalesine mevzu teşkil etti.” (Sayfa 42) cümlesi 3F Yayınevi’nin baskısında şöyle geçiyor: “Mehmet Emin Beyefendi’nin yorumları, İbrahim Alaeddin’in Resimli Gazete’de yayımlanan kuşatıcı bir makalesine konu oluşturdu.” Bu değişiklik, bir eserin yeni ifadelerle nasıl yavanlaştırıldığını ve yazarın esere yüklediği edebî özelliğin nasıl kaybolduğunu ortaya koyması bakımından önemli. Yapı Kredi Kültür Yayıncılık’ın çıkardığı Ahmet Haşim kitaplarını yayına hazırlayan yazar Yard. Doç. Dr. Nuri Sağlam, sözde sadeleştirmelere tepkili. Ahmet Haşim’in eserlerinde geçen, günümüz okuyucusu tarafından bile kolayca anlaşılabilecek “nazaran, sihirli, gına, müstakil, kayınvalide…” gibi kelimelerin, yeni baskılarda “göre, büyü, usanç, ayrı, kaynana…” şeklinde sadeleştirildiğini belirtiyor. Nuri Sağlam, bu mevzuda gelecek kuşaklar için kaygılanıyor: “Basılan bu eserlerin hiçbirinin adlarından başka Ahmet Haşim’e ait bir yanı kalmamıştır artık. Sadeleştirme işlemi hem edebî eseri hem de sanatkârı katleder. Nitekim Haşim’in de sadece adı kalıyor yeni kuşaklara. Eserleri bir bir yok oluyor.”

    YAZARIN ADI VAR, ESERİ YOK!
    Kitabı 100 Temel Eser kapsamında kıyıma uğrayan bir başka yazar da Ahmet Rasim. Şehir Mektupları adlı eseri günümüzde yayınevlerince hacimce daraltılığı gibi sadeleştiriliyor da. Yayınevlerinin bu tasarrufuyla yeni neşredilen Şehir Mektupları’nın dış kapakları dışında yazara dair bir işaret kalmıyor. Günümüzde Oğlak Yayınları, Rasim’in diline müdahale etmeden eserlerini neşreden yayınevlerinden biri. Mesela Türk ve dünya klasikleri yayımlayan Timaş’a bağlı Antik Yayınları, yazarın mektuplara verdiği numaralandırmadan tutun da düz cümleyi soru cümlesine çevirmeye varıncaya kadar değişiklikler yapmış, ortaya âdeta Ahmet Rasim’in yazmadığı yeni bir Şehir Mektupları çıkmış. Say Yayınları da Şehir Mektupları’nın hacmini küçültüp sadeleştirmiş. Bunlarla ilgili ayrıntıları, dosyamızın hacmini daha fazla artırmamak için burada yayımlamıyoruz.

    Telif hakları kanununun şüphesiz en büyük mağduru Ömer Seyfettin. Yazarın eserleri yirmiden fazla yayınevince basılıyor. Bu yayınevlerinin büyük bir kısmı hiçbir ölçü ve kural tanımaksızın kendilerine göre Ömer Seyfettin’in eserleriyle oynuyorlar. Eserlerin aslında geçen “mütereddit, muallim, delalet, tahsil…” gibi kelimelerin yerine bugünkü baskılarda, “ikirciklik, öğretmen, aracılık, eğitim…” şeklinde anlamlarını bile tam olarak karşılamayan kelimeler geçiyor. Ömer Seyfettin’in meşhur Bomba hikâyesindeki “Zaten sa’ye karşı derin muhabbeti vardı.” cümlesi, İnkılâp Yayınevi’nin baskısında (sayfa 8) “Zaten çalışmayı çok severdi”; Engin Yayıncılık’ın baskısında ise “Zaten çalışmaya karşı derin bir sevgisi vardı.” hâlini alıyor.

    ORİJİNAL METNİN ALTINA ANLAMI YAZILMALI
    Ömer Seyfettin’in eserlerinde cümle atmalara da şahit olmak mümkün. Bomba hikâyesinin asıl metninde geçen “… vardı. İşleri eline aldı.” cümlesi, İnkılap Yayınevi’nin Bomba adlı kitabında bulunan Bomba hikâyesinde (sayfa 8) yer almıyor. Yayınevlerinin birçoğu bu kitapları öğrenciler için bastığını düşünerek, yani hitap ettiği kitleye anlaşılır kılabilme ‘mazeretinden’ ötürü yazarın diline karşı her türlü müdahaleyi mubah sayıyor.

    Dergâh Yayınları’nın orijinal şekilde neşrettiği Ömer Seyfettin külliyatını yayına hazırlayan Prof. Dr. Hülya Argunşah, öğrenciler için hiç olmazsa asıl metinle beraber bazı kelimelerin anlamlarının sayfa içinde belirtilmesi gerektiğini vurguluyor. Yayınevlerinin fütursuz müdahaleleri konusunda uyarılarda bulunan Argunşah, “Yanlış yayın politikaları dilin ve edebiyatın yozlaşmasına, nesillerin okumaktan uzaklaşmasına, kendi kültürlerine yabancılaşmasına sebep olmaktadır.” diyor.

    VÂRİSLERİN ELİYLE MÜDAHALE
    Türk edebiyatının temel eserlerini budanmış, parçalanmış metinler haline sokan müdahaleler bunlarla bitmiyor. Yazar vârislerinin bizzat kendi elleriyle yaptıkları veya yayınevlerine izin vererek yaptırdıkları sadeleştirme ve kıyımlar, metin darbelerinin boyutunu daha da büyütüyor. Aksiyon, geçtiğimiz yıl Cemil Meriç’in külliyatına oğlu Mahmut Ali Meriç’in müdahalelerini konu etmişti. Oğul Meriç’in babasının eserlerini yayına hazırlarken yaptığı değişiklikler, kolay kolay sindirilebilecek cinsten değildi.

    Benzer akıbet, Refik Halid Karay’ın da başına geldi. Karay, Türkçenin tüm cilvelerinin iplerini elinde tutup bunu eserlerine bir musiki ahengiyle aksettiren nevi şahsına münhasır bir yazar. Refik Halid üzerine akademik çalışmalar yapmış olan Prof. Dr. Şerif Aktaş, Türkiye Türkçesinin kimliğini Karay’la açık ve net bir şekilde ortaya koyduğunu ve Refik Halid’in dilimizin bir merhalesi olduğunu vurguluyor. Refik Halid Karay’ın kitapları günümüzde İnkılâp Yayınları’nca oğlu Ender Karay’ın sadeleştirmeleriyle yayımlanıyor.

    Ender Karay, kitapların başında geçen notta sadeleştirmelerin sebebini ve ‘derecesini’ şöyle belirtiyor: “Yılların getirdiği dil değişimi gereği; günümüz yaygın Türkçesine, ılımlı olarak uyarlanmıştır.” Fakat oğul Karay’ın yaptığı sadeleştirmeler bir yana bu değişikliklerin kendisinin iddia ettiği gibi pek de ‘ılımlı’ olmadığı anlaşılıyor. Mesela 1940 yılında Semih Lütfi Kitabevi’nin neşrettiği Gurbet Hikâyeleri’nde geçen “taklit, nefer, mühim, tasdik etmek, vaat etmek, vaka…” gibi günümüz Türkçesinde bile sıkça kullanılan kelimeler, yeni kitaplarda “sevecenlik, benzetme, er, önemli, doğrulamak, söz vermek, olay…” şeklinde değiştirilmiş. Bu müdahalelerle Refik Halid Karay’ın okuyucuya verdiği edebi zevki hissetmek gayet güçleşiyor.

    REFİK HALİD’İN OĞLU: PİŞMANIM
    Refik Halid Karay külliyatındaki metin darbelerini değerlendiren Prof. Dr. Şerif Aktaş; eserin dilinin eserle ortaya çıktığını, kelimelere anlamlarını müelliflerinin yüklediğini ve bununla oynamanın eserin ruhuyla oynamak olduğunu düşünüyor. Özellikle Refik Halid gibi bir yazarın diline müdahalenin kim tarafından yapılırsa yapılsın bir cinayete bürüneceğini ve bunun dile karşı bir ihanet olduğunu belirten Aktaş’a göre “Refik Halid’in diliyle oynamak, medeniyetle oynamaktır.”

    Geçtiğimiz Temmuz ayında Bursa’da Aksiyon’a konuşan yazarın 88 yaşındaki oğlu Ender Karay, sadeleştirdiği kitaplar için şu an pişman. Kendisinin sadeleştirdiği kitapların, özellikle Bir İçim Su’yun içine hiç sinmediğini itiraf eden Ender Bey, 1980’lerde cereyan eden Türkçeleştirme hareketleri yüzünden böyle bir işe kalkıştığını anlatıyor: “Adeta ‘değiştirmesen basmayız’ gibi bir şey oldu. Bu benim takdirim değildi ama…” Karay, bizzat Turgut Özal’ın başbakanken telkin ettiği “mümkün olduğunca yenilikçi harekete uyması” isteğinden sonra böyle bir işe başladığını söylüyor. Sadeleştirmeleri kendisinin bile beğenmediğini, bundan sonra asıl metinlerin basılacağını ve bazı kelimelerin anlamlarının dipnotla verileceğini müjdeliyor.

    PEYAMİ SAFA’NIN BAŞINA GELENLER
    Peyami Safa’nın eserleri de uzun yıllar aslına uygun bir şekilde basıldıktan sonra sadeleştirmeye maruz kaldı son yıllarda. Safa’nın eserlerini kırk yılı aşkın süredir Ötüken Neşriyat basıyordu. Ötüken Neşriyat yetkilileri, yayınevi politikası gereği yazarın diline herhangi bir müdahale etmediklerini söylüyorlar. Başka vârislerinin ortaya çıkmasından sonra 2004 senesinde Alkım Yayıncılık, Peyami Safa’nın eserlerini yayımlamaya başladı. Her kitleye kitap okutma gayesiyle 2004 yılında 250 bin, 2005 yılında 200 bin adet Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı piyasaya çıktı. Peyami Safa’nın, dili günümüz Türkçesine en yakın yazarlardan biri olduğu halde Alkım’ın bastığı bu kitap da sadeleştirildi. Mesela Ötüken baskısında “Hastalığıma dair sualler soruyor, verdiğim kısa cevaplarla kanaat etmiyordu.” (sayfa 19) cümlesindeki kanaat kelimesi ‘yetinmek’ olarak değiştirildi (sayfa 24). Bu tür müdahaleler hemen eserin her sayfasında görülüyor.

    Peyami Safa’nın bir başka romanı Fatih-Harbiye de Alkım Yayıncılık tarafından basılıyor. Fakat bu kitapta metin üzerinden sadeleştirme yerine dipnot vasıtasıyla bazı kelimelerin anlamları veriliyor. İki eser arasında niçin “muamele ayrımı” gözettiklerini sorduğumuzda, yayınevinden herhangi bir cevap alamadık.

    GÜRPINAR SAĞ OLSAYDI NASIL YAZARDI?
    Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserleri de günümüzde sadeleştiriliyor. Gürpınar’ın sadeleştirme macerası 60’lı yıllara dayanıyor. Atlas Kitabevi’nin bastığı kitapları, Mustafa Nihat Özon, Tahir Nejat Gencan ve Zahir Güvemli sadeleştirmiş. Kitapların başında sunuş bölümünde geçen açıklamada, sadeleştirmede ölçü olarak “Kendisi sağ olsaydı nasıl yazardı?” fikri kullanılmış. Bugün Özgür Yayınları’nın yayımladığı kitapları Kemal Bek sadeleştiriyor. Özgür Yayınevi’nin editörü Halit Karaoğlu, bu eserlerin orijinallerini de neşretmek istediklerini; fakat bunun günümüz şartlarında hem yazarın külliyatının çok geniş olması hem de kitap okuma oranının ülkemizdeki durumundan dolayı maddi anlamda külfet vereceğini düşünüyor.

    NAMIK KEMAL’E SİNEMA SEYRETTİRMEK!
    Hüseyin Rahmi Gürpınar hayranı edebiyatçı Selim İleri, bu değerli eserlerin genç kuşaklara ulaştırılabilmesi için dildeki değişimden ötürü sadeleştirmeleri zorunlu görüyor. Fakat eserin yazıldığı dönemin özelliklerini kaldıran, dildeki geçmiş zamanın hususiyetini vermeyen aşırı sadeleştirmeleri çok tehlikeli buluyor. İleri, ehil olmayan kişilerin çok büyük hatalar yaptığını belirterek şöyle bir anısını anlatıyor: “Sadeleştirme yapanlar işin içinden çıkamadıkları vakit, yerine yazarın yazmadıkları cümleleri ekliyorlar. Mesela metni sadeleştirilmiş Namık Kemal’in İntibah romanında ‘her şey roman kahramanının gözünün önünden bir film şeridi gibi geçti’ gibi bir cümle var. Tabii o devirde sinema yok. Buna benzeyen çok büyük hatalar da olabiliyor.”

    Eserleri edebi katliamdan nasibini alan yazarlardan biri de Halid Ziya Uşaklıgil. Türk romancılığının temel taşlarından Uşaklıgil’in sadeleştirme hikâyesi kendisinin değişiklikleri ile başlar. Halid Ziya, Servet-i Fünun’un ağır ve ağdalı diliyle kaleme aldığı eserleri, genç nesillerin anlaması için kendi sadeleştirir. Fakat bu sadeleştirme, kendisinin de eski kitapların önsözünde belirttiği gibi hem eserin hususiyetini bozmayacak şekilde hem de bizzat yazar tarafından yapılır. Günümüzde Halid Ziya’nın kitaplarını Özgür Yayıncılık aslına uygun bir şekilde neşrediyor. Bazı kelime ve terkiplerin anlamlarını asıl metinle beraber parantez içinde veriyor yayınevi.

    BU, BİLDİĞİNİZ HALİD ZİYA DEĞİL
    Özgür Yayıncılık’tan önce ise Uşaklıgil’in eserleri, İnkılâp Yayınevi tarafından Şemsettin Kutlu’nun sadeleştirmeleriyle büyük bir kıyıma maruz kalmış. Doç. Dr. Alev Sınar, Halid Ziya’nın son romanı Nesl-i Ahir üzerindeki incelemelerinde; Şemsettin Kutlu’nun, Halid Ziya’nın kullandığı, günümüzde günlük dilde yer etmiş kelimelerin yerine, günlük dilden çok uzak, sözlüklerde geçen kelimeleri kullandığını tetkik etmiş. Bunun yanında Şemsettin Kutlu’nun cümleler atladığını, bazı paragrafları geçtiğini ve yeni cümleler eklediğini de belirtiyor Doç. Dr. Sınar. Bu kıyımlar sadece Nesl-i Ahir’le sınırlı değil üstelik. İnkılâp Yayınevi’nin neşrettiği Halid Ziya’nın bütün eserlerinde benzer durum söz konusu.

    Halid Ziya Uşaklıgil üzerine akademik çalışmaları bulunan Prof. Dr. İsmail Çetişli, Halid Ziya’nın daha önce İnkılâp Yayınevi tarafından basılan kitaplarını ‘çok kötü’ buluyor. Genç nesiller anlamıyor diye Süleymaniye’nin, Selimiye’nin sadeleştirilmesinin söz konusu edilemeyeceği gibi, edebi eserde de aynı durumun geçerli olduğunu vurguluyor.

    AKŞAM GÜNEŞİ’Nİ ‘BATIRAN’ TAHRİFAT!
    Bu dosyanın girişindeki örneklerden de anlaşılacağı üzere, Reşat Nuri Güntekin’in eserleri de tıpkı Halid Ziya Uşaklıgil’inkiler gibi, vefatından sonra metin darbelerine maruz kalmış; sadeleştirmeler bir yana, cümleler, kelimeler çıkartılıp eklenmiş… Akşam Güneşi’nin 1942 Semih Lütfi Kitabevi ve 1959 İnkılâp Kitabevi baskısıyla, İnkılâp’ın bugünkü baskıları arasında muazzam farklar görülüyor. Eserin yazar hayattayken basılan 1942 ve ölümünden sonra Şair Şukufe Nihal’in eski eşi Mithat Sadullah Sander’in deruhte etmesiyle neşredilen 1959 baskısı arasında fark bulunmuyor. Yazarın dostu Mithat Sadullah, Reşat Nuri’nin ölümünden sonra, sadece eserlerin eski baskılarında bulunan tashih ve imla hatalarını düzeltmiş. Akşam Güneşi’nin 1942 ve 1959 baskılarında ilk sayfalarda geçen “Bir an başını kaldırmıştı. Bu kılıkta bir adamdan umulmayacak kadar güzel, zeki bir çehre gördüm.” cümlesi İnkılâp Yayınevi’nin şimdiki baskısında şöyle geçiyor: “Bir an başını kaldırmıştı. Bu kıyafette bir kır adamından umulmayacak kadar güzel, ince çizgili bir çehre, iki munis siyah göz gördüm.”

    Yine eski baskılarda I. kısmın 23. bölümünde (1942 baskısında sayfa 77, 1959’da sayfa 83) “…dadısıyla beraber İstanbul’a inecekti” cümlesinden sonra başka bir paragrafa geçiliyor. Fakat İnkılâp Yayınevi’nin bugünkü baskısında aynı cümlenin sonunda fazladan bir cümle bulunuyor: “Zavallı çocuk dağ başında kendi kendine yaşayamazdı ki…” Bu cümle, eski baskıların hiçbir yerinde geçmiyor. Akşam Güneşi’nin hemen her sayfasında bu türden değişiklikler mevcut.

    REŞAT NURİ’NİN KIZI DA FAİLLERDEN HABERSİZ
    İnkılâp Yayınevi Genel Müdürü Arman Fikri, değişiklikler konusunda hiçbir bilgisinin bulunmadığını, kendisinden önce böyle bir müdahalenin olabileceğini söylüyor. Yayınevi’nin eski müdürü babası Nazar Fikri’ye de bu değişiklikleri sorduğunu; fakat onun da bu konuda bilgisinin olmadığını söylediğini itiraf ediyor. Aksiyon’a konuşan Reşat Nuri’nin kızı Ela Güntekin ise değişiklikler konusunda hiçbir bilgisinin bulunmadığını, eserlerin annesi (Hadiye Güntekin) hayattayken değiştirildiğini; fakat annesinin de kesinlikle böyle bir müdahaleye izin vermeyeceğini söylüyor. Bu meseleye kimsenin sahip çıkamaması en az metin kıyımları kadar abes bir durumu ortaya çıkarıyor aslında.

    Reşat Nuri Güntekin’in şu anki baskılarında tespit edilen bir başka hata, yazarın Leyla ile Mecnun, Olağan İşler ve Tanrı Misafiri adlı hikâye kitaplarında bulunan aynı hikâyeler. “Bir Gümrük Kaçakçılığı” hikâyesi hem Tanrı Misafiri’nde hem de Leyla ile Mecnun adlı kitaplarda bulunuyor; ama hikâyeler aynı isimle tekrar basılmasına rağmen metinler kitaptan kitaba değişiyor. Tanrı Misafiri’ndeki Bir Gümrük Kaçakçılığı (sayfa 173) hikâyesinde geçen şu cümle, Leyla ile Mecnun’daki aynı hikâyede geçmiyor: “Sual gayet yerindeydi. Ben önüme baktım. Fakat Artin Efendi, derhal büyük bir saffetle cevap verdi.”

    Yine aynı hikâyede, Muallim Naci’nin Kuzu şiirinden bir beyit geçiyor. Fakat her iki kitapta da bu beyit farklı ve üstelik yanlış!... Leyla ile Mecnun’da (sayfa. 92) “Bilsem şu kuzu neden gam almış/ Her nalesi kalbe dağzındır!” şeklinde, Tanrı Misafiri’nde “Bilmem şu kuzu neden gaz almış/ Her nâlesi kalbe dağzendir!” olarak geçiyor. Muallim Naci ise şiiri şu şekilde yazmıştır: “Bilsem şu kuzu neden gam almış/ Her nâlesi kalbe dağzendir.”

    ‘GENÇLER İÇİN’ GEÇMİŞİ YIKMAK
    Tüm bu müdahalelerin yanı sıra bugün Reşat Nuri’nin eserleri üzerindeki oynamaların farklı bir türü daha bulunmakta: İnkılâp Yayınevi tarafından basılan “gençler için” versiyonları… Bu kitaplar öğrencilere yönelik hazırlandığından hacimce sadeleştiriliyor. Yayınevi, Batı’da böyle bir uygulama bulunduğunu, dolayısıyla yapılan işin ‘normal’ olduğunu iddia ediyor. Ama Reşat Nuri üzerine araştırmalar yapmış yazar Ahmet Özalp’e göre bu tür eserler edebiyat zevkinden mahrum, yaban kitaplar.

    Bu konuda, Reşat Nuri Güntekin üzerine akademik çalışmaları bulunan Prof. Dr. Abdullah Uçman da tepkili. Prof. Uçman, sadeleştirmelere kesinlikle karşı olduğunu belirterek, Türk edebiyatının en çok okunan romanlarından Çalıkuşu’nun genç nesiler okusun, anlasın diye sadeleştirildiğini; fakat bu şekilde eserin aslını ve özelliğini kaybettiğini düşünüyor. Reşat Nuri’nin kızı Ela Güntekin ise Avrupa’da da bu şekilde hazırlanmış kitapları gördüğünü, bunun eser için herhangi bir sakıncasının olmadığını iddia ediyor.

    BUNLAR MAALESEF DEVEDE KULAK
    Bu dosyada incelenen eser ve örnekler, Türk edebiyatından sadece bir kesit ortaya koyuyor. Bahsi geçen yazarlar dışında yine MEB’in 100 Temel Eser listesi kapsamında bulunan Sami Paşazade’nin Sergüzeşt’ine, Ahmet Mithat Efendi’nin, Namık Kemal’in kitaplarına, kısacası anonimleşen birçok esere yayınevlerinin gelişigüzel müdahale ettiği görülüyor. Burada verilen misaller ise cımbızla çekilmekten ziyade, eserlerin tamamında rahatça görülebilen cinsten. Edebiyatımızın genel olarak sadeleştirme ve değişim macerasına bakıldığında burada yansıtılanlar ‘devede kulak’ nispetinde kalıyor. Maalesef bugünün genç ve orta yaş kuşağında bu kıyımların tesirleri çoktan görünmeye başladı ve bu daha da belirginleşecek.

    Metin darbelerinin ahvalini yansıtmaya çalışırken bu şekildeki sadeleştirmelerin ne manaya geldiğini anlamak için “mutlaka edebiyatçı olmak gerektiğini” de bazı yayınevi editörlerinden “öğrenmiş” olduk! Bizim yapmak istediğimiz, sadece durumu teşhis edip sorunun nerelere vardığını göstermekti. Yazar ve akademisyenlerin kaygıları da bizimkiyle aynı çerçevedeydi. Yayınevlerinin, “dili ve edebiyatı” değil de “ticari kaygıyı” ilk sıraya alan politikaları, dildeki tahribatı daha da büyüterek hem edebiyatımızı vuracak hem de nesiller arasında yeni uçurumlar meydana getirecek. Bir de, böyle giderse belki de klasiklerin ruhuna fatiha okumak gerekecek!...

    'Ali Çolak: REFİK HALİD’İN TÜRKÇESİNE YAZIK OLUR
    ‘Sadeleştirme’ kelimesi beni oldum olası rahatsız eder. Bu iş yapılırken hep bir şeylerin yok olup gideceğinden korkarım. Siz şimdi Refik Halid Karay’ın eserlerinin sadeleştirilmesinden söz ediyorsunuz. Refik Halid, benim en çok sevdiğim yazarlardan biridir. Hatta onu ‘edebiyat öğretmenim’ diyecek kadar severim. Refik Halid, 20. yüzyılın başındaki Türkçenin en güzel, en olgun, en akıcı döneminin en güçlü temsilcilerindendir. Onun eserleri; kronikleri, hatıraları, romanları… hem içerik hem de dil itibariyle bir dönemin aynasıdır. Yazarlar, içinde yetiştikleri dönemin diliyle vardır, onları güçlü kılan, o dildir. Bizim, sadeleştirme adı altında, yazarı çağından, atmosferinden koparmaya hakkımız yoktur. Refik Halid’in bütün büyüsü, hareketli, esprili, kıvrak dilinden gelir. Sadeleştirme bu özelliklerini yok ediyor. Ana dili Türkçe olan ya da Türk edebiyatını okumak isteyen birinin Refik Halid’in o güzelim şırıl şırıl, kıvrım kıvrım akan dilinden habersiz yaşaması çok büyük bir talihsizliktir. Yapılacak şey, belki sadeleştirme yerine kitabın arkasına bir sözlük eklemek olmalıdır (Mesela Cahit Sıtkı’nın öyküleri, Can Yayınları tarafından, bu şekilde yayımlandı). Yahut, her sayfanın altında, o sayfada geçen bazı kelimelerin günümüz Türkçesindeki karşılığı verilebilir. Bunun dışında yapılacak keyfî sadeleştirmelerin edebiyat ve Türkçemiz adına bir kayıp olacağına inanıyorum. Biz, bir yazarın sadeleştirilmiş eserini okurken, aslında onu okumuş, onun hissiyatını bulmuş olmayız. Adeta ‘çeviri’ bir eser okuruz.

    Ahmet Turan Alkan: LİSE ÖĞRENCİSİ, HALİD ZİYA’YI ORİJİNAL LİSANIYLA OKUMALI
    Edebî eserler, sahibi tarafından kaleme alındığı dil ve üslup özellikleriyle anlam taşırlar; bu cümleden hareketle ben, her türlü sadeleştirmeye karşıyım; fakat gerektiği zaman ve yerde metni anlamaya yarayan küçük haşiyeler konulmasına taraftarım. Batı’da önemli klasiklerin hafifleştirilmiş versiyonları hazırlanarak muhtelif okuyucu kitlesine hitab eder tarzda yayımlandığını biliyoruz. Bizdeki sadeleştirme faaliyeti böyle olmuyor; eserin orijinal lisan ve üslup özelliklerini ortadan kaldırır mahiyette yapılıyor ki buna taraftar olmak mümkün değildir. Bir lise öğrencisi Halid Ziya’yı, orijinal lisanıyla okumalı ve anlamadığı kelimeleri, terkipleri çözmeyi öğrenmelidir. Edebiyat eğitiminin amacı doğrudan dile ve üsluba temas etmektir. Bunun dışında kalan her türlü sadeleştirme faaliyeti, bu işi yapan ne kadar usta olursa olsun “tercüme” anlamını taşır.

    Aksiyon / Kadir Filiz





    ...

  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kitap Sadeleştirme

    Tercüme ve sadeleştirme üzerine

    Birbirine yakın kelimeler olmadığını hepimiz biliyoruz. “Tercüme” âlemşümûl bir kelime olmasına karşılık, “sadeleştirme” kelimesinin—bugünkü Türkiye’de anlaşıldığı üzere—tarih boyunca cumhuriyet Türkiye’si dışında hemen hemen hiç kullanılmadığına şahit oluyoruz. “Tercüme”nin fıtrî bir ihtiyaçtan doğduğu bir hakîkat. Belki de ilk tercüman Hz. Adem (a.s.) eşyanın isimlerini Cennette meleklere Allah’ın emri üzerine tercüme etmişti. Bu ihtiyaçtan mütevellid tercüme olayı yazılı ve sözlü olarak tarih boyu akıp geliyor.

    Resûlullah (asm) zamanındaki komşu milletlerin dillerini öğrenen sahabeleri biliyoruz. Ticaret münâsebetiyle kışın Şam üzerinden Anadolu kapılarına, yazın Yemen’e seyahat eden Kureyşlilerin de bazı dilleri öğrendiklerini görüyoruz. Hatta Asr-ı Saadet’te yazılı edebiyat metinlerinin Süryanice de te’lif edildiğini Hz. Ali’nin (r.a.) Celcelutiyye ile Kasîde-i Ercûzesinden anlıyoruz. Kur’ân’ı ve İslâmı sair milletlere takdim ihtiyacı sadedinde yapılan tercümelerin dışında, “tercüme”nin İslâm tarihi boyunca üç dönemde yanlış kullanıldığına şahit oluyoruz. Yunanlılarla muhtelit yaşayan Ortodoks Süryanilerin halife Me’muna yanaşarak eski Yunan felsefesini gündeme getirmeleri ve bu ölmüş felsefenin hortlatılmak üzere Grekçe’den Süryânice’ye ve oradan da Arapça’ya tercüme edilmesi, hem insanlık ve hem de İslâmiyet açısından zararlı olmuştur. Asr-ı Saadet’te direkt “Kur’ân”dan nurunu alan Müslümanlar, en geniş “ilmî hürriyet” içinde son derece süratli inkişaflarla insanlığı medeniyet yolunda terakkî ettirirken, Yunan felsefesiyle Müslümanların berrak düşünceleri bulanmış, zekâvet ve çalışkanlığın yerini, müşevveşiyet ve atâlet almaya başlamış. Bazı araştırmacılara göre, Huneyn ibni İshak’ların başlattığı tercüme hareketi olmasaydı; Avrupa’nın on sekiz-on dokuzuncu yüzyılda yakaladığı “teknolojik gelişmeyi” Müslümanlar bin yıllarında gerçekleştireceklerdi. Bu tercümeyi müteakiben felsefenin Endülüs-Gırnata ve Kurtuba’sında Arapça’dan Avrupa dillerine tercümesinin insanlığa ikinci zararı yaşattığını iddia edemez miyiz? Hatta Avrupalıların İslâm güneşinden gereği gibi istifade edemeyişlerinin sebebi de, Endülüs’ün kısmen (İbni Meymun v.b.) kadîm Yunan felsefesiyle müşevveş kafaları değil miydi? Avrupa “akılcılık belâsı”nı maalesef Arapça eserlerden almış oluyordu. Dinsiz Avrupa’nın medar-ı iftihârı tüm feylesoflarının fikirlerinin mayası da Endülüs’ten Paris, Londra ve Roma’ya dağılmıştı.

    Üçüncü tercüme belâsını ise; Paris–Selanik–İstanbul hattında yaşamışız. Nazarlarını Kur’ân’dan ayıran Müslümanların, kompleks ve zillet sürecinde başta Fransızca olmak üzere Almanca ve İngilizce’den Türkçe’ye yapılan tercümelerle yavaş–yavaş Asya zemininden koparılmaya çalışıldığını müşahede ediyoruz. Kiliseyi dışlayan dinsiz feylesofların eserleri, fennî eserlerden önce Osmanlı Türkçe’sine kazandırılmıştı. Aydın geçinen ve yüzleri garba dönük entelektüelimizin sergüzeştidir bu. İlk iş olarak dinsizlik, sefahat ve sünneti dışlayan adab ile ilgili eserleri okuyacaktı. O günün Selanik ve Manastır'da yalnızca dönmelerin ve diğer gayr-ı müslimlerin neşrettiği gazete ve dergi sayısı iki yüz civarındadır. Muhtevalarının ise yüzde sekseni tercüme… Selanik’e karşın İzmir ve İstanbul bu hususta çok da geride değillerdir.

    Doğu’dan Batı’ya tercümenin başında yıllar boyu Kur’ân gelmiş. Zaman zaman temel ilmî eserler, müceddidlerin kitapları (İmam-ı Gazalî, İbni Arabî, Taftazanî, Celâleddin-i Rumî v.b.) ve güzel sanatla ilgili kitaplar da çoklukla tercüme edilen eserler arasındadır. On dördüncü yüz yıldan sonra Avrupa İslâm âleminden tercümelere bir nevî ara verir. Kur’ân ile birlikte bazı hadis kitapları dışında eski tercüme hareketi görülmez. Zamanımızda en çok tercüme edilen eserlerin başında yine dinî kitaplar geliyor. Bunların arasında Risâle-i Nur Külliyâtını Anadolu Kur’ân kültürünün dünyaya açılmış bir elçisi konumunda görüyoruz. Yaklaşık elli dile tercüme edilen bu Kur’ân tefsirlerini, yavaş yavaş şerh ve izahları takip edeceğe benziyor.

    Tercüme, eserin aslına ulaşmada yalnızca bir rehberdir. Bazan yalnızca eserden haber verir. Mesnevî-i Kebîr’in tadından tercüme ile haberdar olanlar çoğunlukla Farsça öğrenmişlerdir. Gazalî, İbni Arabî ve İbni Sina’nın tercümesini okuyanlar Arapça’ya yönelmişler. Bugün Batıda Risâle-i Nur’u tercümelerle tanıdıktan sonra Türkçe öğrenmiş yüzlerce Avrupalı’dan bahsedilmesi, tercümeden orijinale giden yolu gösteriyor. Tercüme ile amel, ilmî çalışmalarda çok gerilerde kalır. Aynı dile yüzlerce defa tercüme edilen başta Kur’ân-ı Kerîm ve bazı temel eserler gösteriyor ki, tercüme hiçbir zaman müdakkik alimlerce esas alınmamıştır. Kur’ân’ın Türkçe’ye tercüme edilip, camilerde okunması projesine şiddetle karşı çıkan ve bu zındıkların niyetlerinin mahiyetini açıklayan Bediüzzaman Hz.’leri Kur’ân’ın tercümesinin niçin mümkün olmadığını da isbat etmiş. Yüzlerce mânâ, pozisyon ve fonksiyon icra eden tek bir harfin tercüme edilemeyeceğini eserleriyle dünyaya ilân eden Üstadın bu Kur’ânî müdafaasından sonra, mülhidlerin teşebbüsleri akîm kalmış. İhtilâl dönemlerinde söz konusu dinsizlik projesine sahibiyet gayretiyle yapılan teşebbüslerin de; ne kadar sunî, cılız, itici ve ahlâkdışı görüldüğünü zaman göstermiş.

    Kur’ân’ın tercüme edilip—hâşâ—ne mal olduğunu Müslümanlara gösterme gayretiyle başlayan “Türkçeleştirme”ye paralel olarak “Türk dilinde” başlayan tereddî ve tahribat da çok ilginçtir. Burada şu hakîkati esefle ifade etmek gerekiyor: Anadolu Türkçe’sinin maruz kaldığı musîbete ve felâkete hiçbir dünya dilinin maruz kalmadığını düşünüyoruz. Bin senelik Türk İslâm kültürünü çağrıştıran kelimelerin, deyimlerin edebî metin ve şiirlerin 1925’den sonra Anadolu’yu idare edenlerce Türkçe’den metazorî usûllerle sökülüp atılması, milleti kültürde ve konuşmada “dilenci” durumuna düşürmüş. Meydana gelen boşluklara Batı dillerinden ulu orta yerleştirilen kelimelerin, Türkçe’ye hem mânâ, hem dilbilgisi ve hem de dil musikîsi noktalarından ne kadar zararlı olduğunu yine günümüz Türkçe alimleri belirtiyorlar.
    Tercüme ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. İslâm tarihinde “sadeleştirme”nin yerini şerh, izah, haşiye ve zeyiller almıştır. Zamanla bu nevî çalışmaların temel eserleri perdeleyerek ilimde bir tereddî doğurduğunu ve bunun da ilmî inkişâfları gerilettiğini tarih kaydediyor. Tercüme denilince hatırımıza Bediüzzaman Hz.’lerinin Arapça’dan Türkçe’ye çevrilmiş İşârâtü’l-İ’câz ve Mesnevî-i Nûriye gibi eserleri geliyor. Müellifin kontrolünde ve rahle-i tedrîsinde yetişmiş kardeşince yapılan bu çeviriler Üstadın üslûbunu taşıdığından kanaatimizce telif ile tercüme arasında bir yerde durur. Tercümenin en mükemmelini ancak yine eserin sahibi yapabilir. Sadeleştirme yalnızca bir anlama biçimi olarak karşımıza çıkabilir. Edebî bir eseri okuyan her kişi, ayrı bir dünyada ele alacağından mütalaa edenler sayısınca anlama biçimleri ortaya çıkacaktır. Zahiren doğru ve cazib görünen sadeleştirme kelimesini fonksiyonuna göre ele aldığımızda neticenin hiç de doğru ve çekici olmadığı herkesçe bilinecektir. Zîra müellif veya şair ikinci kişinin sadeleştirme sadedinde kullanacağı kelimeleri bildiği halde kullanmadığına göre, ortaya çıkacak ikinci metin kimin fikrini temsil edecektir… Müellifi dilde acz içinde görme ve ona yardım mânâsına gelecek sadeleştirmeye, ancak maksatlı veya maksatsız bir tahrif nazarıyla bakmak en güzeli olsa gerek.


    Şükrü Bulut 20.04.2004

  3. #3
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kitap Sadeleştirme


    NUR RİSALELERİNİ SADELEŞTİRME HEVESİNE KAPILANLARA MÜHİM BİR İHTAR!


    İşittim ki, iman hakikatlerinin tefsiri olan Risaleleri sade bir dille yazma, sizin tabirinizle "sadeleştirme" sevdasına düşmüşsünüz. Maalesef bunun örneklerini de gördüm. Bu husustaki fikirlerimi madde madde söylemek niyetindeyim. Beni dinlemeseniz bile samimiyetime kulak vermenizi rica ediyorum:


    Birincisi:
    Bu hakkı nereden ve kimden alıyorsunuz? Bir müellifin eserlerinden istifade etmek, okuyucuya kitaplarında tasarruf etme yetkisini verir mi?


    İkincisi:
    Bu Risaleler zengin bir kelime kadrosuna sahiptir. Ben lügatini hazırladım ve bu günkü nesillerce bilinmeyen on bir bin kelime buldum. Bilinenleri de sayarsak kelime sayısı en az ikiye katlanır. Oysa, sade dille yazınca okumalarını ve anlamalarını umduğunuz insanlar azami bin kelime kullanıyorlar. Bu durumda, lisan ve lügat ilmine vakıf herkes bilir ki, Risaleleri zayi etmeksizin sadeleştirmek muhaldir. İnsaf edin, yirmi bin kelimeyi bin kelimeyle ifade etmek nasıl mümkün olabilir?


    Üçüncüsü:
    Erbabına malumdur ki, dil ile düşünce arasında paralellik vardır. İnsan, sahibi olduğu kelimeler kadar düşünebilir ve bu sınırı aşamaz. Risale diline sahip olmak demek aynı zamanda tefekkür alanını genişletmek demektir. Bu kıymetli eserlerin önemli faydalarından biri de budur. Bu hikmeti kesip atmak zulüm olamaz mı?


    Dördüncüsü:
    Risalelerde Bediüzzaman Hazretlerinin kendine has bir üslubu vardır. Fevkalade tesirli bir üslup. Hem akla, hem de kalbe tesir eden bir surettir bu. Bu bedi üslubu kendi keyfine göre parçalamak ve tesirini kırmak cinayet olmaz mı?


    Beşincisi:
    Lisanımız bir asırdır sadmeler geçiriyor. Kırpıla kırpıla fakir bırakıldı, tefekkür dili olmaktan uzaklaştırıldı. Nur Risalelerinin bir hizmeti de lisanı muhafaza etmek ve ortak bir dil kurmaktır. Siz aksi istikamette hareket etmekle tahripçileri sevindirmiş olmuyor musunuz?


    Altıncısı:
    Siz de bilirsiniz ki, her ilmin kendine has ıstılahları, terimleri, kavramları vardır. O ilmi elde etmek isteyen adam bu kelimeleri öğrenmek zorundadır. O ilmi bilmek, terimleri sindirmekle mümkündür. Risalelerde de iman ilmi anlatılıyor. Onun da ıstılahları var. Bu ıstılahların günlük dilde karşılıkları yoktur ki yerine konabilsin. Risalelerin dili, imanın dilidir. İman dili tercüme edilebilir mi, edilirse ruhu incinmez mi?


    Yedincisi:
    Bazı kimseler risaleleri okumak istiyorlar da anlamakta zorlandıkları için mi okumuyorlar sanıyorsunuz. Zehi gaflet! Nurları, enfüsi aleminde sorgulaması olan ve hakikati arayanlar okur. Bu vasıflara sahip her yaştan ve her baştan insan okuyor zaten. Anlamak için lügatlere bakıyor, bilmediklerini soruyor ve istifade ediyorlar. Bu o kadar bedihi ki delil bile istemiyor. İnsanlar daha çok namaz kılsın diye caminin dışına seccade sermekle namaz kılanların sayısı artar mı?


    Sekizincisi:
    Bazı sadeleştirmeleri inceledim, hakiki metinden hiç de daha anlaşılır olmadıkları gördüm. Risalelerin anlaşılıp anlaşılamaması sadece kelimelerle ilgili değil ki. Ortada derin ve ince bir ilim var, dikkat ve itina istiyor. Zengin kelime kadrosu onun sadece bir yönü. Bazı kelimelerin yerine başkalarını koymakla, belki bir derece bilinen kelimelerin sayısını artırıyorsunuz, ama esas dokuyu bozmakla da onu daha karışık bir hale getiriyorsunuz. Bunun neresinde sadelik?


    Dokuzuncusu:
    Risalelerin şiirli bir dili vardır. Ahengi ruhlara tesir eder, kalbin en derin ve ince hislerini lerzeye getirir. İnsan da sadece akıldan ibaret değildir. Akla iyilik edeceğim diye kalbe darbe vurmak akıllılık mıdır? Sadeleştirme ünvanı altında bu harika, sanatlı, revnaklı, fasih ve selis üslubu tahrip etmek nurlara en büyük zararı vermektir. Malum ya, bazen gafil dostumuz düşmanımızdan ziyade zarar verebilir!


    Onuncusu:
    Kaldı ki, nurlardan istifade ettikten sonra, kalem erbabı zatlar, bu hakikatleri yazabilir, her edebi türde eserler verebilirler. Buna hiçbir engel yoktur. Nurlar, yazılarınıza ruh olmak kaydıyla roman, hikaye, deneme, şiir ve saire yazmanıza ne mani var? Risalelere hemen muhatap olamayanlar sizin eserlerinizi okur, istifade eder, hakikati bulabilirler. Daha fazlasını isteyince de nurları okumaya başlarlar. Nitekim böyle de oluyor. Nice Nur Talebesi yazar var dünyada. Kitapları basılıyor, satılıyor, okunuyor. Sizin de madem ilminiz ve edebi kabiliyetiniz var, gösteriniz, işte meydan! Bu yazarlar kendileri adına yazıyor ve konuşuyorlar. Nurlara halel getirmeleri söz konusu olmuyor. Çünkü Risaleler adına konuşmuyor ve yazmıyorlar.


    On birincisi:
    Muarızlar, Nurların önüne perde çekmek ve insanları onu tanımaktan alıkoymak için her yolu denediler, ama muvaffak olamadılar. Siz ise, Nurların sadesi, lügatlisi, meallisi ve saire derken araya perdeler koyuyorsunuz ve koyacaksınız. "Kötü para iyi parayı kovar" misali, sizin uyduruk dilinizle yazılanlar nurlara perde oluyor ve olacak. Zamanla bu perdeler hem daha da artacak, hem de daha fazla kalınlaşacak. Nurlar, zaman zaman hatırlanan birer mübarek yadigar haline gelecek!


    On ikincisi:
    İnsanları zıvanadan çıkaran mühim amillerden biri de para hırsıdır. Bu mübarek eserler iyi de alıcı buluyor, çünkü herkesin ihtiyacı var. Sade basım, yalın yayım derken korkarım ki, bazı paracıların iştahını kabartırsınız. Cevşen ticareti meydanda! O zaman her bezirgan, canı nasıl isterse ve ne kadar isterse o kadar basar ve satar. Bu yolu açmaktan korkmuyor musunuz?


    On üçüncüsü:
    Sizden bir kısmınızın Risale neşir hakkı yok diye biliyorum. Var da ben mi bilmiyorum. Sahi, siz risale basma ve yayma hakkını kimden aldınız? Muhterem müellifin varis tayin ettikleri malum. Siz de onlardan mısınız? İzniniz yoksa bu fiilinizin hesabını nasıl vereceksiniz? Biliyorum ki, varislerden hiç biri yaptıklarınızı uygun bulmuyor. Öyleyse siz yaptıklarınızı ne hakla yapıyor ve hangi hukuka dayanarak basıp yayıyorsunuz!


    On dördüncüsü:
    Mesele sadece sadeleştirme de değil. Kiminiz sayfanın altına meal koyuyorsunuz, kiminiz metnin yanına sözlük yerleştiriyorsunuz, kiminiz kitabın önüne önsöz, takdim, biyografi ekliyorsunuz. Öyle ya, bu mübarek Kuran tefsirine herkes ne isterse yapabilir! Yeter ki aslını kaybetsin! Her yol mübah! Bunları yapmak için fetvayı kimden aldınız?


    On beşincisi:
    Tercümeleri kendinize delil yapıyormuşsunuz. Böyle kıyas mı olur, insaf ediniz! Hiç lisan bilmeyenlere tercüme etmek bir zarurettir. Zaruret ise haramı bile helal kılar. Açlıktan ölme tehlikesi geçiren adam haram etten doymayacak kadar yiyebilir. Ama ölüm tehlikesi olmayan adam bu ruhsattan istifade edemez. Bu misali meselemize tatbik ediniz! Türki lisan bilmeyenler, muztar adamlardır. Sizin muhataplarınız böyle mi! Nasıl unutursunuz ki, risaleler onların diliyle yazıldı. Risale dili muhataplarınıza yabancı değil, muhataplarınız bu dile yabani. Onları buraya getirmek gerek. Yoksa bunu oraya taşımak için derisini yüzmek akıl karı değildir. Müfsitler de dil uygulamalarıyla bunu yapmak niyetindeydiler zaten. Ezanı ve namaz surelerini tahrif için az mı didindiler! Nurlarda dil ve üslup canlı deri gibidir. Elbise gibi olsa, belki onu soyar, kendi modanıza göre bir libas giydirebilirdiniz!


    On altıncısı:
    Evet, risalelerde manası hemen kavranamayan yerler vardır. Ama hepsi böyle mi? Kolayca anlaşılan, sezilen, sevilen bölümler de var. Nurlara yeni muhatap olan bunlardan başlamalı. Sonra öbürlerini de okur, onlardan da faydalanır.


    On yedincisi:
    Risalelerin bir gazete yazısı gibi basit olmayışından dolayı bir cazibesi var. O bezme ancak layık olanlar girebilir. İhtiyacını hisseden ve iştiyak duyanlar talebe olabilir. Onu arayanlar bulabilir, bulmalıdır. O, popüler bir meta değildir. Biraz istek, biraz talep, biraz da gayret lazım. Ucuz bir mal olmamalı nurlar. Hemencecik tüketilememeli. Tüketim kültürü yaygınlaştı. Bu kültürün etkisinde kalanlar kolay elde ettiklerinin kıymetini bilmezler. Pahalı olan ve zor elde edilen daha değerlidir. Bu sakat kültürün bir aktörü mü olmak istiyorsunuz? Olabilir, sözüm yok, ama yeter ki bunu Nurlarla yapmayın!


    On sekizincisi:
    Nurlardaki derin meseleleri anlamak ve tam feyiz almak için toplu okumalar ve müzakereler yapılır. Talebeler birbirinin anlayışından ve uygulamasından istifade eder. Mesleğimizin mühim bir esası da budur. Zaman cemaat zamanıdır. Bu hususa ne kadar ehemmiyet verilse azdır. İlminiz ve iktidarınız varsa buraya sarfediniz!


    On dokuzuncusu:
    Bu biçare kardeşiniz risaleleri üniversitede tanıdı. Ne arabi bilirdi, ne de tam anlamıyla türki. Nurun talebelerinden etkilendi ve anladı ki onları böyle yapan Kuran Nurlarıdır. Okumaya başladı. Anlamakta biraz zorlandı. Ama önemini inanmıştı okumanın. Yüzünde ve hayatında nur parlayan talebeleri görüyordu. Şevke geldi, gayret etti, sonunda Nurlar kapılarını ona da açtı. İşte fıtri yol budur. Risaleler, kalbime iman, aklıma nur, ağzıma dil ve elime kalem verdi. Herkese de verebilir. Siz de aynı yollardan geçmediniz mi? Öyleyse bu bidat niye? Öyle ya, bidat her sahada olabilir. Her bidat mebdede cazip görünür. Oysa, devamı ve neticesi vahimdir. Sonra nedamet cahiminde yanarsınız, ama kar etmez!

    Hazer ediniz! Nefsiniz sizi aldatmasın. Bu kitaplar orta malı değildir. Size ve bize düşen onun aslını titizlikle korumaktır. Her ilave ve her noksan ona vurulmuş bir darbedir. Ehil olmayanlara kapı açmaktır. Yağmacılara zemin hazırlamaktır. Ne niyetle olursa olsun her tahrif bir tahriptir, zarar verir. Aslını bozar. Suretini yırtar. Özünü zedeler. Tesirini kırar... Meslek bozulur. Dehşetli bir zamandayız. Her tarafta bidat selleri akıyor. Dalalet fırtınaları esiyor. Nurun duvarlarında delikler açmak akıl karı değildir. Nur risalelerinin cazibesi kendini okutmaya kafidir. Üslubu harikadır. Dili zengindir. Anlatımı fıtridir. Her harfine ihlas kokusu sinmiştir. Her noktasının altında feragat nuru vardır. Kırık dökük kelimelerinizle Nurların dilini ve üslubunu bozup insanlara göstermek, "İşte risaleler bunlardır" demek hak mıdır, adalet midir, hizmet midir, yoksa tahrif ve tahrip midir? İnsafınıza havale ediyorum!
    Ömer SEVİNÇGÜL

    ...

  4. #4
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Kitap Sadeleştirme

    Merak ediyorum acaba risale sadeleştirilsin diyenler risale okuyorlarmı malum bir zamanlar ezan türkçe okunsun diyenlerde sebeb olarak anlamayı gösteriyor ve bu söylevlerin altındaki planları gerçekleştirmeye çalışıyorlardı

    Meselâ, biri dese, "Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu hâlde bir tüfek atmak kâfidir." Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahâlisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?

    Evvelen : Risalelerin başka dilere çevrilmesi hususundada
    Hem frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir. Istılahât-ı şer'iyenin maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı hâl ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından, bilmecburiye, kudsî maânî, mukaddes elfâza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş

    Saniyen : Risaleinur müelifinin ve yakın talebelerin izin vermediği bir mesele hakında alakasız insanların konuşması ve hüküm vermesi bir hakka tecavüzdür

    Salisen : Risaleinurun sık sık okunması o tekrarda yalnız bir kısım letâif kalır ki, pek geç usanıyor; devam eder, daha mânâya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lâfız ve lâfz-ı müşebbi' olduğu bir meâl-i icmâlî ile ve isim ve alem bulundukları mânâ-yı örfî onlara kâfi geliyor. Eğer mânâyı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir. Ve o devam eden lâtifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cilt hükmündeki lâfızları onlara kâfi geliyor ve mânâ vazifesini görüyorlar.

    Hamisen : Risaleinurdaki fesahat anlamamaktan şikayetçi olan bir gurubunda tezini çürütüyor
    (Fesâhat, sözün; lafız, mânâ ve âhenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Diğer tâbirle, lafızların söylenişinin tatlı, mânâsının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi, kelime ve cümle âhengi ile, ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile ilgilidir. Fesâhatin daha yüksek derecesine belâgat denir ki; fasih bir sözün, yerine ve adamına göre söylenmesidir. Bir söz, yerine göre denmemişse,—fasih olsa bile—beliğ olamaz. )

    Öyleki hemde beliğ olan bir kitabın sadece bu asra seslendiğini düşünmek basiretsizlik olur zira üsdadımız sadece kendi asrına yazmadıgı gibi biz ve daha sonraki asrada sesleniyor o mütefekkrin hayatını feda etiği bu davaya ahkam kesmek edepsizliktir
    istersen lügatın teceddüd ve tağyiratın ve iştirak ve teradüfün sırlarına müracaat et. İyi kulak versen, işiteceksin ki:

    Selefin zevklerine giden çok kelimatı ve hayâlâtı veya maânî, ihtiyar ve ziynetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine tevafuk etmediklerinden, meyl-i teceddüde ve fikr-i icada ve cür'et-i tağyire sebep olmuşlardır. Bu kaide, lügatta gibi, hayalât ve maânî ve hikâyatta dahi cereyan eder. Öyleyse, herşeye zahire göre hükmetmemek gerektir. Muhakkikin şe'ni, gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a'mâkına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır.

    DAHA BİR ÇOK HİKMETİ VAR ŞİMDİLİK BU KADAR


    ...

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •