SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Onuncu Söz
Hasir Bahsi
IHTAR: (Su risalelerde tesbih ve temsilleri, hikâyeler Sûretinde yazdigimin sebebi; hem teshil, hem hakaik-i Islâmiye ne kadar makul, mütenasib, muhkem, mütesanid oldugunu göstermektir. Hikâyelerin mânâlari, sonlarindaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabilinden yalniz onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler degil, dogru hakikatlerdir.)
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذَلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Birader, hasir ve âhireti basit ve avâm lisaniyla ve vâzih bir tarzda Beyânini ister isen, öyle ise su temsilî hikâyecige nefsimle beraber bak, dinle:
Bir zaman iki adam, Cennet gibi güzel bir memlekete (su dünyaya isarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki: Herkes ev, hâne, dükkân kapilarini açik birakip muhafazasina dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydanda sahibsiz kalir. O adamlardan birisi, her istedigi seye elini uzatip, ya çaliyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâb ediyor. Ahali de ona çok ilismiyorlar. Diger arkadasi ona dedi ki:
"Ne yapiyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksin. Bu mallar mîrî malidir. Bu ahali çoluk çocuguyla asker olmuslar veya memur olmuslar. Su islerde sivil olarak istihdam ediliyorlar.
sh: » (S: 51)
Onun için sana çok ilismiyorlar. Fakat intizâm sediddir. Padisahin her yerde telefonu var ve memurlari bulunur. Çabuk git, dehâlet et" dedi. Fakat o sersem inad edip dedi:
"Yok, mîrî mali degil, belki vakif malidir, sahibsizdir. Herkes istedigi gibi tasarruf edebilir. Bu güzel seylerden istifadeyi men'edecek hiçbir sebeb görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacagim" dedi. Hem feylesofane çok safsatiyati söyledi. Ikisi arasinda ciddî bir münazara basladi. Evvelâ o sersem dedi:
"Padisah kimdir? Tanimam."
Sonra arkadasi ona cevaben: "Bir köy muhtarsiz olmaz. Bir igne ustasiz olmaz, sahibsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasil oluyor ki, nihayet derecede muntâzam su memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir simendifer (Hasiye) gaibden gelir gibi kiymettar, Mûsanna' mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor gidiyor. Nasil sahibsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler ve Beyânnameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her kösesinde sallanan bayraklar nasil mâliksiz olabilir? Sen anlasiliyor ki, bir parça firengî okumussun. Bu Islâm yazilarini okuyamiyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. Iste gel, en büyük fermani sana okuyacagim."
O sersem döndü dedi:
"Haydi padisah var; fakat benim cüz'î istifadem ona ne zarar verebilir. Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor."
Arkadasi ona cevaben dedi:
"Yahu su görünen memleket bir manevra meydanidir. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin mesheridir. Hem muvakkat temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar bosanir. Bir zaman sonra su memleket tebdil edilecek. Bu ahali baska ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek." dedi.
Yine o hain sersem, temerrüd edip: "Inanmam. Hiç mümkün müdür ki, bu memleket harab edilsin; baska bir memlekete göç etsin." dedi. Bunun üzerine emin arkadasi dedi:
"Mâdem bu derece inad ve temerrüd edersin. Gel, hadd ve hesa-
____________________
(Hasiye): Seneye isarettir. Evet bahar, mahzen-i erzak bir vagondur. Gaibden gelir...
sh: » (S: 52)
bi olmayan delâil içinde Oniki Sûret ile sana gösterecegim ki: Bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-i mükâfat ve ihsan ve bir dâr-i mücâzat ve zindan var ve bu memleket her gün bir derece bosandigi gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün bosanip harab edilecek.
BIRINCI SûRET: Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, bâhusus böyle muhtesem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfati ve isyan edenlere mücâzati bulunmasin. Burada yok hükmündedir. Demek baska yerde bir mahkeme-i kübrâ vardir.
IKINCI SûRET: Bu gidisata, icraata bak! Nasil en fakir, en zaîften tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor; kimsesiz hastalara çok güzel bakiliyor. Hem gâyet kiymetdar ve sahane taamlar, kaplar, murassa nisanlar, müzeyyen elbiseler, muhtesem ziyafetler vardir. Bak senin gibi sersemlerden baska, herkes vazifesine gâyet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük sahis, en büyük bir itaatle mütevâziyane bir havf ve heybet altinda hizmet eder. Demek su saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek genis bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, nâmusu vardir. Halbuki kerem ise, in'am etmek ister. Merhamet ise, ihsansiz olamaz. Izzet ise gayret ister. Haysiyet ve nâmus ise, edebsizlerin tedibini ister. Halbuki su memlekette o merhamet, o nâMûsa lâyik binden biri yapilmiyor. Zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalip buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya birakiliyor.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
ÜÇÜNCÜ SûRET: Bak ne kadar âlî bir hikmet, bir intizâmla isler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir âdalet, bir mizanla muameleler görülüyor. Halbuki hikmet-i hükûmet ise, saltanatin cenah-i himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adâlet ise, raiyetin hukukunun muhafazasini ister; tâ hükûmetin haysiyeti, saltanatin hasmeti muhafaza edilsin.
Halbuki su yerlerde o hikmete, o adâlet e lâyik binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çogu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya birakiliyor...
DöRDÜNCÜ SûRET: Bak hadd ü hesaba gelmeyen su sergilerde olan misilsiz mücevherat, su sofralarda olan emsalsiz mat'umat gösteriyorlar ki: Bu yerlerin pâdisahinin hadsiz bir sehaveti, hesabsiz dolu hazineleri vardir. Halbuki böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen her sey içinde bulunur bir dâr-i ziyafet ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler ora-
sh: » (S: 53)
da devam etsinler. Tâ zeval ve firak ile elem çekmesinler. Çünki zeval-i elem, lezzet oldugu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Bu sergilere bak! Ve su ilânlara dikkat et! Ve bu dellâllara kulak ver ki, mu'ciznümâ bir padisahin antika san'atlarini teskil ve teshir ediyorlar. Kemâlâtini gösteriyorlar. Misilsiz cemâl-i mânevîsini Beyân ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden bahsediyorlar. Demek onun pek mühim, hayret verici Kemâlât ve cemâl-i mânevîsi vardir. Gizli, kusursuz Kemâl ise; takdir edici, istihsan edici, mâsâallah deyip müsahede edicilerin baslarinda teshir ister. Mahfî, nazîrsiz cemâl ise; görünmek ve görmek ister. Yâni, kendi cemâlini iki vecihle görmek: Biri, muhtelif âyinelerde bizzât müsahede etmek. Digeri, müstak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müsahedesi ile müsahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müsahede, hem ebedî ishad ister. Hem o daimî cemâl, müstak seyirci ve istihsan edicilerin devam-i vücudlarini ister. Çünki daimî bir cemâl, zâil müstaka razi olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünki insan, bilmedigi ve yetismedigi seye düsmandir. Halbuki su misafirhanelerden herkes çabuk gidip, kayboluyor. O Kemâl ve o cemâlin bir isigini belki zayif bir gölgesini, bir anda bakip doymadan gidiyor.
Demek bir seyrangâh-i daimîye gidiliyor...
BESNCI SûRET: Bak bu isler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtin pek büyük bir sefkati vardir. Çünki her musibetzedenin imdadina kosturuyor. Her suale ve matluba cevab veriyor. Hattâ bak, en edna bir hacet, en edna bir raiyetten görse, sefkatle kaza ediyor. Bir çobanin bir koyunu, bir ayagi incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Gel gidelim, su adada büyük bir içtima var. Bütün memleket esrafi orada toplanmislar. Bak, pek büyük bir nisani tasiyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O sefkatli padisahindan bir seyler istiyor. Bütün ahali: "Evet, evet biz de istiyoruz" diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar. Simdi dinle, bu padisahin sevgilisi diyor ki:
"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanimiz! Bize gösterdigin nümunelerin ve gölgelerin asillarini, menba'larini göster. Ve bizi makarr-i saltanatina celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattirdigin leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müstak ve mütesekkir su mutî raiyetini basi bos birakip îdam etme."
sh: » (S: 54)
diyor ve pek çok yalvariyor. Sen de isitiyorsun. Acaba bu kadar sefkatli ve kudretli bir pâdisah, hiç mümkün müdür ki; en edna bir adamin en edna bir merâmini ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksûdunu yerine getirmesin? Halbuki o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padisahin marzîsi, hem merhamet ve adâletinin muktezasidir. Hem ona rahattir, agir degil. Bu misafirhânelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar agir gelmez. Mâdem nümûnelerini göstermek için bes-alti gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette hakikî hazinelerini, kemâlâtini, hünerlerini makarr-i saltanatinda öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akillari hayrette birakacak.
Demek bu meydan-i imtihanda olanlar, basi bos degiller; saadet saraylari ve zindanlar onlari bekliyorlar...
ALTINCI SûRET: Iste gel bak, bu muhtesem simendiferler, tayyareler, techizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasinda pek muhtesem bir saltanat vardir, (Hasiye) hük
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
(Hasiye): Meselâ: Nasil su zamanda manevra meydaninda harb usûlünde, "Silâh al, süngü tak" emriyle koca bir ordu bastan basa dikenli bir mesegâha benzedigi gibi; her bir bayram gününde resm-i geçit için: "Formalarinizi takip, nisanlarinizi asiniz" emrine karsi ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmis müzeyyen bir bahçeyi temsil ettigi misillü; öyle de rûy-i zemin meydaninda, Sultân-i Ezelî'nin nihayetsiz envâ'-i cünudundan melek ve cinn ve ins ve hayvanlar gibi suursuz nebâtat taifesi dahi, hifz-i hayat cihadinda Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile: "Müdafaa için silâhlarinizi ve cihazatinizi takiniz" emr-i Ilahîyi aldiklari vakit, zemin bastan asagiya bütün ondaki dikenli agaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktiklari zaman, aynen süngülerini takmis muhtesem bir ordugâha benziyor.
Hem baharin herbir günü, herbir haftasi, birer taife-i nebatâtin birer bayrami hükmünde oldugu için, herbir taifesi dahi kendi Sultaninin o taifeye ihsan ettigi güzel hediyeleri teshir için ona taktigi murassa nisanlari birer resm-i geçit tarzinda o Sultan-i Ezelî'nin nazar-i suhud ve ishâdina arzettiginden ve öyle bir vaziyet gösterdiginden, bütün nebatât ve escar gûya "San'at-i Rabbâniye murassaatini ve çiçek ve meyve denilen fitrat-i Ilahiyenin nisanlarini takiniz, çiçekler açiniz" emr-i Rabbâniyeyi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gâyet muhtesem bir bayram gününde, sahane resm-i geçitte, sürmeli formalari ve murassa nisanlari parlayan bir ordugâhi temsil ediyor.
Iste su derece hikmetli ve intizâmli teçhizat ve tezyinât; elbette nihayetsiz kadîr bir sultanin, nihayet derecede hakîm bir hâkimin emriyle oldugunu kör olmayanlara gösterir.
sh: » (S: 55)
mediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyik bir raiyet ister. Halbuki görüyorsun, bütün raiyet bu misâfirhanede toplanmislar. Misâfirhane ise her gün dolar, bosanir. Hem bütün râiyet manevra için bu meydan-i imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebdil ediliyor. Hem bütün raiyet, padisahin kiymettar ihsânâtinin nümunelerini ve hârika san'atlarinin antikalarini sergilerde temâsa etmek için su teshirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Mesher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. Iste bu hâl, su vaziyet kat'î gösteriyor ki: Su misâfirhane ve su meydan ve su mesherlerin arkasinda daimî saraylar, müstemir meskenler, su nümûnelerin ve sûretlerin hâlis ve yüksek asillariyla dolu bag ve hazineler vardir.
Demek burada çabalamak onlar içindir. Surada çalistirir, orada ücret verir. Herkesin istidâdina göre orada bir saadeti var...
YEDINCI SÛRET: Gel, bir parça gezelim. Su medenî ahali içinde ne var, ne yok görelim. Iste bak! Her yerde, her kösede, müteaddid fotograflar kurulmus, sûret aliyorlar. Bak, her yerde müteaddid kâtibler oturmuslar, bir seyler yaziyorlar. Her seyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukûâti zabtediyorlar. Hâ, su yüksek dagda padisaha mahsus bir büyük fotograf kurulmus ki (Hasiye); bütün bu yerlerde ne cereyan eder, Sûretini aliyorlar. Demek o zât emretmis ki; mülkünde cereyan eden bütün muamele ve isler zabtedilsin. Demek oluyor ki; o zât-i muazzam bütün hâdisati kaydettirir, Sûretini alir. Iste su dikkatli hifz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir. Simdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir Hâkim-i Hafîz, hiç
(Hasiye): Su Sûretin isaret ettigi mânâlarin bir kismi Yedinci Hakikat'te Beyân edilmis. Yalniz burada padisaha mahsus bir büyük fotograf isareti ve hakikati "Levh-i Mahfûz" demektir. Levh-i Mahfûz'un tahakkuk-u vücudu Yirmialtinci Söz'de söyle isbat edilmis ki: Nasil küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütügün vücudunu ihsas eder ve küçük küçük senedler, bir defter-i kebirin bulundugunu is'ar eder ve küçük kesretli teressuhatlar, büyük bir su menbaini ismâm eder. Aynen öyle de: Küçük küçük cüzdanlar hükmünde; hem birer küçük Levh-i Mahfûz mânâsinda; hem büyük Levh-i Mahfûz'u yazan kalemden teressuh eden küçük küçük noktalar sûretinde olan benî-beserin kuvve-i hâfizalari, agaçlarin meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumlari; elbette bir hâfiza-i kübrâyi, bir defter-i ekberi, bir levh-i mahfûz-u âzami ihsas eder, is'ar eder ve isbat eder. Belki keskin akillara gösterir.
sh: » (S: 56)
mümkün müdür ki raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücâzat vermesin. Halbuki o zâtin izzetine ve gayretine dokunacak ve se'n-i merhameti hiç kabûl etmeyecek muâmeleler, o büyüklerden sudûr ediyor. Burada cezâya çarpmiyor.
Demek, bir Mahkeme-i Kübrâya birakiliyor...
SEKIZINCI SÛRET: Gel, ondan gelen bu fermanlari sana okuyacagim. Bak, mükerrer va'dediyor ve siddetli tehdid ediyor ki: "Sizleri oradan alip, makarr-i saltanatima getirecegim ve mutîleri mes'ûd, âsîleri mahbus edecegim. O muvakkat yeri harab edip, müebbed saraylari, zindanlari hâvi diger bir memleket kuracagim." Hem o vaad ettigi seyler, ona gâyet rahattir. Raiyetine, gâyet mühimdir. Va'dinde hulf ise, izzet-i iktidarina gâyet zittir. Iste bak ey sersem! Sen yalanci vehmini, hezeyanci aklini, aldatici nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir veçhile hulf ve hilâfâ mecburiyeti olmiyan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakismayan ve bütün görünen isler sidkina sehadet eden bir zâti tekzib ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misâlin suna benzer ki: Bir yolcu, günesin ziyasindan gözünü kapiyor, hayâline bakiyor; vehmi, bir yildiz böcegi gibi kafa fenerinin isigiyla dehsetli yolunu tenvîr etmek istiyor. Mâdem vaad etmis, yapacaktir. Halbuki îfââsi Ona çok rahat ve bize ve herseye ve Ona ve saltanatina pek çok lâzimdir.
Demek bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ vardir.
DOKUZUNCU SûRET: Simdi gel! Bu dâirelerin ve Cemâatlerin Bâzi rüesâlarina ki, (Hasiye) her biri bizzât Pâdisahla görüsecek husûsî birer telefonu var. Hem Bâzi onun hûzuruna çikmislar. Ne diyorlar bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki: O zât, mükâfat ve mücâzat için pek muhtesem ve dehsetli bir yer ihzâr etmis. Gâyet kavî vaad ve siddetli tehdid ediyor. Hem Onun izzet ve celâleti hiç bir vecihle hulf-ül va'de tenezzül edip, tezellülü kabûl etmez. Halbuki o muhbirler hem tevâtür derecesinde çok, hem
(Hasiye): Su Sûretin isbat ettigi mânâlar Sekizinci Hakikat'te görünecek. Meselâ, dairelerin reisleri su temsilde Enbiya ve Evliyaya isarettir. Ve telefon ise, ma'kes-i vahy ve mazhar-i ilham olan kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbâniyedir ki, kalb o telefonun basidir ve kulagi hükmündedir.
sh: » (S: 57)
icmâ kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki: Su bâzi âsâri görünen saltanat-i azîmenin medâri ve makarri, buradan uzak bir baska memlekettedir ve su meydan-i imtihanda binalar muvakkattirlar. Sonra daimî saraylara tebdil edilecek. Bu yerler degisecekler. Çünki eserleriyle âzameti anlasilan su muhtesem, zevalsiz saltanat; böyle geçici, devamsiz, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasiz, nâkis, tekemmülsüz umûrlar üzerinde kurulmaz, durulmaz... Demek ona lâyik, daimî, müstekar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhtesem umûrlar üzerinde duruyor.
Demek bir diyâr-i âher var; elbette o makarra gidilecektir...
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
ONUNCU SûRET: Gel, bugün nevrûz-u sultânîdir. (Hasiye) Bir tebeddülât olacak, acîb isler çikacak. Su baharin su güzel gününde, su güzel çiçekli olan su yesil sahraya gidip bir seyran ederiz. Iste bak! Ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak bir sihir var. O binalar birden harab oldular, baska bir sekil aldi. Bak, bir mu'cize var. O harab olan binalar, birden burada yapildi. Âdeta bu hâlî bir çöl, bir medenî sehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her saat baska bir âlem gösterir, baska bir sekil alir. Buna dikkat et ki; o kadar karisik, sür'atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizâm vardir ki, hersey yerli yerine konuluyor. Hayâlî sinema perdeleri dahi, bunun kadar muntâzam olamaz. Milyonlar mâhir sihirbazlar dahi, bu san'atlari yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o pâdisahin çok büyük mu'cizeleri vardir.
Ey sersem! Sen diyorsun: "Nasil bu koca memleket tahrib edilip, baska yere kurulacak?"
Iste görüyorsun ki: Her saat, senin aklin kabûl etmedigi o tebdîl-i diyar gibi çok inkilablar, tebdiller oluyor. Su toplanmak, dagilmak ve su hallerden anlasiliyor ki: Bu görünen sür'atli içtimalar, dagilmalar, teskiller, tahribler içinde baska bir maksad var.
(Hasiye): Bu Sûretin remzini Dokuzuncu Hakikat'te göreceksin. Meselâ: Nevruz günü, bahar mevsimine isarettir. Çiçekli yesil sahra ise, bahar mevsimindeki rûy-i zemindir. Degisen perdeler, manzaralar ise, fasl-i baharin ibtidasindan, yazin intihasina kadar Sâni'-i Kadîr-i Zülcelâl'in, Fâtir-i Hakîm-i Zülcemâl'in kemâl-i intizâm ile degistirdigi ve Kemâl-i rahmet ile tazelendirdigi ve birbiri arkasinda gönderdigi mevcûdât-i bahariye tabakatina ve masnuat-i sayfiye taifelerine ve erzak-i hayvaniye ve insâniyeye medâr olan mat'ûmata isarettir.
sh: » (S: 58)
Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapiliyor. Demek bu vaziyetler maksûd-u bizzât degiller. Bir temsildir, bir takliddirler. O Zât mu'cize ile yapiyor. Tâ sûretleri alinip terkib edilsin ve neticeleri hifzedilip yazilsin. -Nasilki, manevra meydan-i imtihaninin herseyi kaydediliyordu ve yaziliyordu.- Demek, bir mecma-i ekberde muamele, bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir mesher-i âzamda daimî gösterilecek. Demek su geçici, kararsiz vaziyetler; sâbit sûretler, bâki meyveler veriyorlar.
Demek bu ihtifâlât; bir saadet-i uzmâ, bir mahkeme-i kübrâ, bilmedigimiz ulvî gayeler içindir...
ONBIRINCI SûRET: Gel, ey muannid arkadas! Bir tayyareye... ya sarka veya garbe yâni mâzi ve müstakbele giden bir simendifere binelim. Su mu'cizekâr zâtin, sâir yerlerde ne çesit mu'cizeler gösterdigini görelim. Iste bak, gördügümüz menzil ve meydan ve mesher gibi acâibler, her tarafta bulunuyor. Lâkin san'atça, sûretçe birbirinden ayridirlar. Fakat buna iyi dikkat et ki: O sebatsiz menzillerde, o devamsiz meydanlarda, o bekasiz mesherlerde; ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâti, ne derece zâhir bir inâyetin isârâti, ne mertebe âlî bir adâlet in emârâti, ne derece vâsi' bir merhametin semerati görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki: Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha esmel bir merhamet ve adâlet inden daha ecell bir adâlet olamaz ve tasavvur edilemez.
Eger faraza tevehhüm ettigin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mûkîm ahali, mes'ud raiyeti bulunmazsa; su hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakikatlarina su bekasiz memleket mazhar olamadigi mâlûm ve onlara mazhar olacak, baska yerde de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasinda günesin isigini gördügümüz halde günesi inkâr etmek deecesinde bir ahmaklikla, su gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve su müsahede ettigimiz inâyeti inkâr etmek ve su gördügümüz merhameti inkâr etmek ve su pek kuvvetli emârâti, isârâti görünen adâleti inkâr etmek lâzimgelir. Hem bu gördügümüz icrâat-i hakîmane ve ef'âl-i kerîmâne ve ihsânât-i rahîmânenin sahibini; -hâsâ sümme hâsâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim oldugunu kabûl etmek lâzimgelir. Bu ise, hakikatlerin zidlarina inkilabidir.Halbuki inkîlâb-i hakaik, bütün ehl-i aklin
sh: » (S: 59)
ittiffakiyla muhaldir, mümkün degildir. Yalniz, herseyin vücudunu inkâr eden Sofestâî eblehler hariçtir.
Demek, bu diyardan baska bir diyar vardir. Onda bir mahkeme-i kübrâ, bir ma'dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardir ki; tâ su merhamet ve hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezahür etsinler...
Onikinci Sûret: Gel simdi dönecegiz. Su Cemâatlerin reisleriyle ve zâbitleriyle görüsecegiz ve teçhizatlarina bakacagiz ki; o teçhizat, yalniz o meydandaki kisa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmistir? Yahut baska yerde uzun bir saadet hayati tahsîl etmek için mi verilmistir? Görelim. Herkese ve her teçhizata bakamayiz. Fakat nümune için su zâbitin cüzdan ve defterine bakacagiz: Bu cüzdanda zâbitin rütbesi, maasi, vazifesi, matlubati, düstur-u harekâti vardir. Bak, bu rütbe birkaç günlük için degil; pek uzun bir zaman için verilebilir. "Su maasi hazine-i hassâdan filan tarihte alacaksin" yazilidir. Halbuki o tarih, çok zaman sonra ve bu meydan kapandiktan sonra gelir. Su vazife ise; su muvakkat meydana göre degil, belki pâdisahin kurbünde daimî bir saadeti kazanmak için verilmistir. Su matlûbat ise, birkaç günlük bu misâfirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes'udâne bir hayat için olabilir. Su düstur ise, bütün bütün açiga verir ki; cüzdan sahibi baska yere namzeddir, baska âleme çalisir. Bak su defterlerde, âletler teçhizatinin Sûret-i istimâli ve mes'uliyetler vardir. Halbuki eger yalniz bu meydandan baska âlî, daimî bir yer bulunmazsa; su muhkem defter, o kat'î cüzdan, bütün bütün mânâsiz olur. Hem su muhterem zâbit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis; bütün ahaliden asagi, herkesten daha bedbaht, daha bîçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayif bir derekeye düser. Iste buna kiyas et. Hangi sey'e dikkat etsen sehadet eder ki: Bu fâniden sonra bir bâki var...
Ey arkadas! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir tâlimgâhtir, bir pazardir. Elbette arkasinda bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ gelecektir. Eger bunu inkâr etsen; bütün zâbitlerdeki cüzdanlari, defterleri techizatlari, düsturlari belki su memleketteki bütün intizâmâti, hattâ hükûmeti inkâr etmege mecbur olursun ve bütün vâki olan icraatin vücudunu tekzib etmek lâzimgelir. O vakit sana, insan ve zîsuur denilmez. Sofestâîlerden daha akilsiz olursun.
Sakin zannetme; tebdil-i memleket delilleri bu "Oniki Sûret"e
sh: » (S: 60)
münhasirdir. Belki had ve hesaba gelmez emâreler, deliller var ki: Su kararsiz mütegayyir memleket; zevalsiz, müstekar bir memlekete tahvîl edilecektir. Hem had ve hesaba gelmez isâretler, alâmetler var ki: Bu ahali, su muvakkat misafirhanelerden alinacak, saltanatin makarr-i daimîsine gönderilecek.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
Bâhusus, gel sana "Oniki Sûret" kuvvetinden daha kuvvetli bir bürhân daha gösterecegim.
Iste gel bak, su uzaktaki görünen Cemâat-i azîme içinde, evvel adada gördügümüz büyük nisan sahibi Yâver-i Ekrem bir tebligatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak o parlak yâver-i ekrem, bak o yüksekte ta'lik edilmis ferman-i âzami ahaliye bildiriyor ve diyor ki: "Hâzirlaniniz; baska, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Pâdisahimizin makarr-i saltanatina gidip merhametine, ihsanlarina mazhar olacaksiniz. Eger güzelce bu fermani dinleyip itaat etseniz... Yoksa isyan edip dinlemezseniz, müdhis zindanlara atilacaksiniz." gibi tebligatta bulunuyor. Sen de görüyorsun ki: O Ferman-i âzamda öyle i'câzkâr bir turra var ki, hiçbir veçhile kabil-i taklid degil. Senin gibi sersemlerden baska herkes; o ferman, pâdisahin fermani oldugunu kat'î bilir ve o parlak yâver-i ekremde öyle nisanlar var ki, senin gibi körlerden baska herkes O Zâti, pâdisahin pek dogru tercümân-i evâmiri oldugunu yakînen anlar.
Acaba o Yâver-i Ekrem o ferman-i a'zamla beraber bütün kuvvetiyle dâva edip teblig ettikleri su tebdil-i memleket mes'elesi, hiç kabil midir ki îtiraz kabûl etsin. Evet kabil degil! Illâ ki, bütün bu gördügümüz her sey'i inkâr edesin...
Simdi ey arkadas!. Söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!
- Ben ne diyecegim, daha buna karsi bir sey denebilir mi? Gündüz ortasinda günese karsi söz söylenir mi? Yalniz derim ki: Elhamdülillah. Yüzbin defa sükür olsun ki; vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup, daimî hapis ve zindandan halâs oldum ve inandim ki: Bu karmakarisik, kararsiz misafirhanelerden baska ve kurb-u sahanede bir diyar-i saadet vardir; biz de ona namzediz...
Iste, Hasir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan su hikâye-i temsiliye burada tamam oldu. Simdi tevfik-i Ilahî ile hakikat-i ulyâyâ geçecegiz. Geçmis "Oniki Sûret"e mukabil "Oniki mütesanid Hakikat" ile bir "Mukaddime" Beyân edecegiz.
sh: » (S: 61)
Mukaddime
Birkaç isâretle baska yerlerde yâni Yirmiikinci, Ondokuzuncu, Yirmialtinci Sözlerde îzah edilen birkaç mes'eleye isâret ederiz.
BIRINCI ISARET: Hikâyedeki sersem adamin o emin arkadasiyla,'' Üç Hakikatlari'' var.
Birincisi: Nefs-i emmârem ile kalbimdir.
Ikincisi: Felsefe sâkirdleriyle, Kur'an-i Hakîm tilmizleridir.
Üçüncüsü: Ümmet-i Islâmiye ile millet-i küfriyedir.
Felsefe sâkirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i Emmârenin en müdhis dâlâleti, Cenâb-i Hakk'i tanimamaktadir. Hikâyede nasil emin adam demisti: "Bir harf kâtibsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz." Biz de deriz:
Nasilki bir kitab, bâhusus öyle bir kitab ki; her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitab yazilmis, her harfi içinde ince kalem ile muntâzam bir kaside yazilmis. Kâtibsiz olmak, son derece muhaldir. Öyle de su kâinat nakkassiz olmak, son derece muhal-ender muhaldir. Zîra bu kâinat öyle bir kitabdir ki, her sahifesi çok kitablari tâzammun eder. Hattâ her kelimesi içinde bir kitab vardir. Her bir harfi içinde bir kaside vardir. Yeryüzü bir sahifedir. Ne kadar kitab içinde var. Bir agaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi vardir. Bir meyve bir harf; bir çekirdek, bir noktadir. O noktada koca bir agacin programi, fihristesi var. Iste böyle bir kitab, evsaf-i Celâl ve Cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-i Zülcelâl'in naks-i kalem-i kudreti olabilir. Demek âlemin suhûdiyle, bu imân lâzim gelir. Illâ ki, dalâletten sarhos olmus ola...
Hem nasilki bir hâne ustasiz olmaz. Bâhusus öyle bir hâne ki; hârika san'atlarla, acîb nakislarla, garib zînetlerle tezyin edilmis. Hattâ herbir tasinda, bir saray kadar san'at dercedilmis. Ustasiz olmak, hiçbir akil kabûl edemez, gâyet mâhir bir san'atkâr ister. Bâhusus o saray içinde sinema perdeleri gibi her saatte hakikî
sh: » (S: 62)
menziller teskil edilip, kemâl-i intizâmla elbise degistirdigi gibi degistiriyor. Hattâ herbir hakikî perde içinde, müteaddid küçük küçük menziller icadediliyor. Öyle de su kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir sâni' ister. Çünki su muhtesem kâinat öyle bir saraydir ki: Ay, Günes lâmbalari; yildizlar, mumlari; zaman, bir ip, bir serittir ki, o Sâni'-i Zülcelâl her sene bir baska âlemi ona takip, gösteriyor. O taktigi âlemin içinde üçyüzaltmis tarzda muntâzam Sûretlerini tecdîd ediyor. Kemâl-i intizâmla ve hikmetle degistiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmis ki, her bahar mevsiminde, üçyüzbin enva'-i masnûatiyla tezyin ediyor. Had ve hesaba gelmez enva'-i ihsanatiyla dolduruyor. Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilât içinde ve karismis olduklari halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayriliyor. Baska cihetleri buna kiyas et... Nasil, böyle bir sarayin Sâni'inden gaflet edilebilir?
Hem nasilki bulutsuz, gündüz ortasinda, Günesin deniz yüzünde bütün kabarciklar üstünde ve karada bütün parlak seylerde ve kar'in bütün parçalarinda cilvesi göründügü ve aksi müsahede edildigi halde Günesi inkâr etmek, ne derece acib bir divânelik hezeyanidir. Çünki O vakit birtek Günesi inkâr ve kabûl etmemekle; katarat sayisinca, kabarciklar mikdarinca, parçalar adedince, hakikî ve bil'asâle günescikleri kabûl etmek lâzimgeliyor. Her zerrecikte (ki ancak bir zerre sikisabildigi halde) koca bir Günesin hakikatini içinde kabûl etmek lâzim geldigi gibi, aynen öyle de: Su siravâri içinde her zaman hikmetle degisen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen su muntâzam kâinati görüp, Hâlîk-i Zülcelâl'i evsaf-i Kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneligidir, bir mecnunluk hezeyanidir. Zira herseyde, hattâ herbir zerrede bir Ulûhiyet-i Mutlaka kabûl etmek lâzimdir. Çünki Meselâ havanin herbir zerresi; herbir çiçek ile herbir meyveye, herbir yapraga girer ve isleyebilir. Iste su zerre, eger memur olmazsa, bütün girebildigi ve isledigi masnularin tarz-i teskilâtini ve Sûretlerini ve heyetlerini bilmek lâzimdir, Tâ içinde isleyebilsin. Demek muhit bir ilim ve kudrete mâlik olmali ki, böyle yapsin.
Meselâ, toprakta herbir zerresi kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medâr ve mense olsun. Eger memur olmazsa, lâzim geliyor ki: Otlar ve agaçlar adedince mânevî cihazat ve makineleri tâzammun etsin. Veyahut onlarin bütün tarz-i teskilatini bilir, yapar, bütün onlara giydirilen Sûretleri tanir, dikebilir bir
sh: » (S: 63)
san'at ve kudret vermek lâzimgelir. Daha sâir mevcûdâti da kiyas et. Tâ anlayacaksin ki:Her sey'de âsîkâre, vahdâniyyetin çok delilleri var. Evet bir seyden her sey'i yapmak ve hersey'i birtek sey yapmak, hersey'in hâlikina has bir istir. وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ fermân-i zîsânina dikkat et. Demek Vâhid-i Ehadi kabûl etmemek ile, mevcûdat adedince ilâhlari kabûl etmek lâzimgelir.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
IKINCI ISARET: Hikâyede bir Yaver-i Ekremden bahsedilmis ve denilmis ki: Kör olmayan herkes O'nun nisanlarini görmekle anlar ki: O Zât, pâdisahin emriyle hareket eder ve O'nun has bendesidir. Iste o Yaver-i Ekrem, Resul-i Ekrem'dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Evet söyle müzeyyen bir kâinatin, öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, isik semse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünki Nasil Günes, ziya vermeksizin mümkün degildir. Öyle de Ulûhiyyet de, Peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün degildir.
Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemâlde olan bir cemâl; gösterici ve târif edici bir vasita ile kendini göstermek istemesin?
Hem mümkün olur mu ki; gâyet cemâlde bir Kemâl-i san'at, onun üzerine enzar-i dikkati celbeden bir dellâl vasitasiyla teshir istemesin?
Hem hiç mümkün olur mu ki; bir Rubûbiyyet-i âmmenin saltanat-i külliyyesi, kesret ve cüz'iyyat tabakatinda vahdâniyyet ve samedâniyyetini, zülcenaheyn bir meb'us vasitasiyla ilânini istemesin! Yâni O Zât, ubûdiyyet-i külliyye cihetiyle kesret tabakatinin dergâh-i Ilâhiyye elçisi oldugu gibi, kurbiyyet ve Risâlet cihetiyle dergâh-i Ilâhînin kesret tabakatina memurudur.
Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yâni bir habib resûl vasitasiyla ki; hem habibdir, ubûdiyyetiyle kendini O'na sevdirir, âyinedârlik eder. Hem resuldür; Onu mahlukatina sevdirir, Cemâl-iEsmâsini gösterir.
Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu'cizelerle, garib ve kiymettar seylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir târif edici ve
sh: » (S: 64)
vassaf bir teshir edici vasitasiyla enzâr-i halka arz ve baslarinda izhar etmekle, gizli kemâlâtini Beyân etmek irade etmesin ve istemesin?
Hem mümkün olur mu ki; bu kâinati bütün esmâsinin kemâlâtini ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san'atlarla süslenilmis bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tâyin etmesin?
Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatin sahibi, su kâinatin tahavvülâtindaki maksad ve gaye ne olacagini, müs'ir-i tilsim-i muglâkini, hem mevcûdâtin "Nereden? Nereye? Necisin?" Üç suâl-i müskilin muammasini bir elçi vasitasiyla açtirmasin!
Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuât ile kendini zîsuura tanittiran ve kiymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni'-i Zülcelâl; onun mukabilinde zîsuurdan marziyyati ve arzulari ne oldugunu bir elçi vasitasiyla bildirmesin!
Hem hiç mümkün olur mu ki; nev-i insani, suurca kesrete mübtelâ, istidadca ubûdiyyet-i külliyyeye müheyya Sûretinde yaratip, muallim bir rehber vasitasiyla onlari kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin!
Daha bunlar gibi çok vezaif-i Nübüvvet var ki, herbiri bir bürhân-i kat'îdir ki: Ulûhiyyet, Risâletsiz olamaz...
Simdi acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan -Beyân olunan evsaf ve vezaife- daha ehil ve daha câmi' kim zuhur etmis? Ve rütbe-i Risâlete ve vazife-i teblige O'ndan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermis midir? Hâyir, aslâ ve kat'â!. Belki O, bütün resullerin seyyididir, bütün Enbiyanin imamidir, bütün Asfiyanin serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlukatin ekmelidir, bütün mürsidlerin sultanidir. Evet ehl-i tahkikatin ittifakiyla, Sakk-i Kamer ve parmaklarindan su akmasi gibi bine bâlig mu'cizâtindan had ve hesaba gelmez delâil-i nübüvvetinden baska, Kur'an-i Azîmüssan gibi bir bahr-i hakaik ve kirk vecihle mu'cize olan mu'cize-i kübrâ, Günes gibi Risâletini göstermege kâfidir. Baska risalelerde ve bilhassa Yirmibesinci Söz'de Kur'anin kirka karîb vücûh-u i'câzindan bahsettigimizden burada kisa kesiyoruz.
ÜÇÜNCÜ ISARET: Hatira gelmesin ki: Bu küçücük insanin ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhasebe-i a'mâli için kapansin, baska bir daire açilsin? Çünki Bu küçücük insan, câmiiyet-i fitrat itibariyle su mevcûdat içinde bir ustabasi ve bir
sh: » (S: 65)
dellâl-i saltanat-i Ilahiyye ve bir ubudiyyet-i külliyyeye mazhar oldugundan büyük ehemmiyeti vardir. Hem hatira gelmesin ki: Kisacik bir ömürde nasil ebedî bir azaba müstehak olur? Zira küfür; su mektûbât-i Sâmedâniyye derecesinde ve kiymetinde olan kâinati mânâsiz, gayesiz bir derekeye düsürdügü için, bütün kâinata karsi bir tahkir oldugu gibi; bu mevcûdâtta cilveleri, nakislari görünen bütün Esmâ-i Kudsiyye-i Ilâhiyyeyi inkâr ile red ve Cenâb-i Hakk'in hakkaniyyet ve sidkini gösteren gayr-i mütenahî bütün delillerini tekzib oldugundan nihayetsiz bir cinâyettir. Nihayetsiz cinâyet ise, nihayetsiz azabi îcab eder...
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
DÖRDÜNCÜ ISARET: Nasilki hikâyede Oniki Sûretle gördük ki: Hiçbir cihetle mümkün degil; öyle bir pâdisahin, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve hasmetine mazhar ve saltanat-i uzmâsina medâr diger daimî bir memleketi bulunmasin... Öyle de hiçbir vecihle mümkün degil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlik'i, bunu îcad etsin de, bâki bir âlemi îcad etmesin? Hem mümkün degil: Su bedi' ve zâil kâinatin sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diger bir kâinati icad etmesin? Hem mümkün degil: Bu mesher ve meydan-i imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanin Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtir'i onu yaratsin, onun bütün gayelerine mazhar olan Dâr-i Âhireti halk etmesin? Bu hakikata "Oniki kapi" ile girilir. "ONIKI HAKIKAT" ile o kapilar açilir. En kisa ve basitten baslariz:
BIRINCI HAKIKAT: Bâb-i Rububiyyet ve Saltanattir ki, Ism-i Rabb'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Se'n-i Rububiyyet ve Saltanat-i Uluhiyyet, bâhusus böyle bir kâinati, Kemâlâtini göstermek için gâyet âlî gayeler ve yüksek maksadlar ile îcâd etsin, onun gayât ve makasidina karsi îmân ve ubudiyyetle mukabele eden mü'minlere mükâfati bulunmasin. Ve o makasidi red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücâzat etmesin?
IKINCI HAKIKAT: Bâb-i Kerem ve Rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Gösterdigi âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan su âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyik mükâfat, izzet ve gayretine sayeste mücâzatta bulunmasin. Evet su dünya gidisatina bakilsa görülüyor ki; en âciz, En zaîften tut
sh: » (S: 66)
(Hasiye-1) tâ en kavîye kadar her canliya lâyik bir rizik veriliyor. En zaîf, en âcize en iyi rizik veriliyor. Her dertliye ummadigi yerden derman yetistiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli içinde isledigini bedâheten gösteriyor.
Meselâ, bahar mevsiminde cennet hûrileri tarzinda bütün agaçlari sündüs-misâl libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatiyla süslendirip hizmetkâr ederek onlarin lâtif elleri olan dallariyla, çesit çesit en tatli, en Mûsannâ meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sinegin eliyle sifali en tatli bali bize yedirmek; hem en güzel ve yumusak bir libasi elsiz bir böcegin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak; ne kadar cemil bir kerem, ne kadar lâtif bir rahmet eseri oldugu bedâheten anlasilir. Hem insan ve Bâzi canavarlardan baska, Günes ve Ay ve Arz'dan tut, tâ en küçük mahluka kadar hersey Kemâl-i dikkatle vazifesine çalismasi, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtinda umumî bir itaat bulunmasi; büyük bir celâl ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor. Hem gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm sefkatleriyle (Hasiye-2) ve süt gibi o lâtif gida ile o âciz ve zaîf yavrularin terbiyesi, ne kadar genis bir rahmetin cilvesi isledigi bedâheten anlasilir.
Bu âlemin mutasarrifinin mâdem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardir. Nihayetsiz celâl ve izzet, edebsizlerin tedibini ister. Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister, nihayetsiz rahmet; kendine lâyik
_________________________
(Hasiye-1): Rizk-i helâl, iktidar ile alinmadigina, belki iftikara binaen verildigine delil-i kat'î: Iktidarsiz yavrularin hüsn-ü maiseti ve muktedir canavarlarin dîk-i maiseti; hem zekâvetsiz baliklarin semizligi ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maisetle vücudça zaîfligidir. Demek rizik, iktidar ve ihtiyar ile mâ'kûsen mütenâsibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarina güvense, o derece derd-i maisete mübtelâ olur.
(Hasiye-2): Evet aç bir arslan, zaîf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettigi bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldirmasi; hem incir agaci kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedâhe nihayetsiz Rahîm, Kerim, Sefîk bir Zâtin hesabiyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar. Evet nebâtat ve behimiyat gibi suursuzlarin gâyet derecede suurkârane ve hakîmane isler görmesi bizzarure gösterir ki: Gâyet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardir ki, onlari islettiriyor. Onlar, onun namiyla isliyorlar.
sh: » (S: 67)
ihsan ister. Halbuki bu fâni dünyada ve kisa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüz'den ancak bir cüz'ü yerlesir ve tecelli eder. Demek o kereme lâyik-ve o rahmete sayeste bir dâr-i saadet olacaktir. Yoksa gündüzü isigiyla dolduran Günesin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzimgelir. Çünki bir daha dönmemek üzere zevâl ise; sefkati musibete, muhabbeti hirkate ve nimeti nikmete ve akli, mes'um bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-i rahmetin intifasi lâzimgelir. Hem o Celal ve Izzete uygun bir dâr-i mücazat olacaktir. Çünki: Ekseriyâ zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalip, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya birakiliyor, te'hir ediliyor. Yoksa, bakilmiyor degil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki: Insan basi bos degil, bir celal ve gayret sillesine her vakit mâruzdur. Evet hiç mümkün müdür ki insan; umum mevcûdât içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadi olsun da, insanin Rabbi de insana bu kadar muntâzam masnûâtiyla kendini tanittirsa, mukabilinde insan îmân ile onu tanimazsa.. hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse; mukabilinde insan ibâdetle kendini O'na sevdirmese.. hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan sükür ve hamdle Ona hürmet etmese; cezasiz kalsin, basi bos birakilsin, o izzet, gayret sahibi Zât-i Zülcelâl bir dâr-i mücâzat hâzirlamasin? Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahmân-i Rahîm'in kendini tanittirmasina mukabil; îman ile tanimakla ve sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukâbil, sükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü'minlere bir dâr-i mükâfati, bir saadet-i ebediyeyi vermesin!
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
ÜÇÜNCÜ HAKIKAT: Bâb-i Hikmet ve Adâlet olup, Ism-i Hakîm ve Âdil'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: (Hasiye) Zerrelerden güneslere kadar
___________________________
(Hasiye): Evet, «Hiç mümkün müdür ki» su cümle çok tekrar ediliyor. Çünki mühim bir sirri ifade eder. Söyle ki: Ekser küfür ve dalalet; istib'addan ileri gelir. Yâni akildan uzak ve muhal görür, inkâr eder. Iste Hasir Söz'ünde kat'iyen gösterilmistir ki: Hakikî istib'ad, hakikî muhaliyet ve akildan uzaklik ve hakikî suûbet, hattâ imtina' derecesinde müskilât, küfür yolundadir ve dalâletin meslegindedir.. ve hakikî imkân ve hakikî makuliyet, hattâ vücub derecesinde sühulet; îmân yolundadir ve Islâmiyet caddesindedir.
Elhasil, ehl-i felsefe istib'ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib'ad hangi tarafta oldugunu o tâbir ile gösterir. Onlarin agizlarina bir samar vurur.
sh: » (S: 68)
cereyan eden hikmet ve intizâm, adâlet ve mizanla Rubûbiyyetin saltanatini gösteren Zât-i Zülcelâl, Rubûbiyyetin cenah-i himayesine iltica eden ve hikmet ve adâlete îmân ve ubûdiyyetle tevfîk-i hareket eden mü'minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adâlete küfür ve tugyan ile isyan eden edebsizleri tedib etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adâlete lâyik binden biri, insanda icra edilmiyor, te'hir ediliyor. Ehl-i dalâletin çogu ceza almadan; ehl-i hidâyetin de çogu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saâdet-i uzmaya birakiliyor.
Evet görünüyor ki; su âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle is görüyor. Ona bürhân mi istersin? Her seyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir. Görmüyor musun ki: Insanda bütün âza, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratinda, her yerinde, her cüz'ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bâzi âzâsi, bir agacin ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takmasi gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle is görülüyor. Hem herseyin san'atinda nihayet derecede intizâm bulunmasi gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile is görülüyor.
Evet güzel bir çiçegin dakik programini, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir agacin sahife-i a'mâlini, tarihçe-i hayatini, fihriste-i cihâzâtini küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi isledigini gösterir.
Hem herseyin hilkatinde gâyet derecede hüsn-ü san'at bulunmasi; nihayet derecede hakîm bir Sâniin naksi oldugunu gösterir. Evet su küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatin fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarlarini, bütün Esmâlarinin âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü san'at içinde bir hikmeti gösterir. Simdi hiç mümkün müdür ki, söyle icraat-i rubûbiyyette hâkim bir hikmet; o rubûbiyyetin kanadina iltica eden ve îmân ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?
Hem adâlet ve mizan ile is görüldügüne bürhân mi istersin? Herseye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, Sûret giydirmek, yerli yerine koymak; nihayetsiz bir adâlet ve mizan ile is görüldügünü gösterir.
Hem her hak sahibine istidâdi nisbetinde hakkini vermek, yâni
sh: » (S: 69)
vücudunun bütün levâzimâtini, bekâsinin bütün cihâzâtini en münasib bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adâlet elini gösterir.
Hem istidâd lisaniyla, ihtiyac-i fitrî lisaniyla, izdirar lisaniyla sual edilen ve istenilen herseye daimî cevab vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.
Simdi hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcâtinin imdadina kosan bir adâlet ve hikmet; insan gibi en büyük bir mahlukun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel biraksin? En büyük istimdâdini ve en büyük sualini cevabsiz biraksin? Rubûbiyyetin hasmetini, ibâdinin hukukunu muhafaza etmekle muhafaza etmesin? Halbuki su fâni dünyada kisa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatina mazhar olamaz ve olamiyor. Belki bir Mahkeme-i Kübrâya birakiliyor. Zira hakikî adâlet ister ki: Su küçücük insan, su küçüklügü nisbetinde degil, belki cinâyetinin büyüklügü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin âzameti nisbetinde mükâfat ve mücâzat görsün. Mâdem su fâni, geçici Dünya; ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyyetten çok uzaktir. Elbette âdil olan o Zât-i Celil-i Zülcemâl'in ve Hakîm olan o Zât-i Cemil-i Zülcelâl'in daimî bir Cehennem'i ve ebedî bir Cennet'i bulunacaktir.
DöRDÜNCÜ HAKIKAT: Bâb-i Cûd ve Cemâldir. Ism-i Cevvad ve Cemîl'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Nihayetsiz cûd u sehâvet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemâl, kusursuz ebedî kemâl; bir dâr-i saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç sâkirleri, müstak âyinedârlari, mütehayyir seyircileri istemesinler? Evet Dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnûâtiyla süslendirmek, Ay ile Günesi lâmba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat'ûmatin en güzel çesitleriyle doldurmak, meyveli agaçlari birer kab yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdid etmek; hadsiz bir cûd u sehâveti gösterir. Böyle nihayetsiz bir cûd u sehâvet; öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî, hem arzu edilen hersey içinde bulunur bir dâr-i ziyafet ve mahall-i saadet ister. Hem kat'î ister ki; o ziyafetten telezzüz edenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsinlar. Tâ zeval ve firakla elem çekmesinler. Çünki: Zeval-i elem lezzet oldugu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Öyle sehâvet, elem çektirmek istemez.
sh: » (S: 70)
Demek ebedî bir Cennet'i, hem içinde ebedî muhtaçlari ister. Çünki nihayetsiz cûd ve seha, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise, nihayetsiz minnettarlik, nimetlenmek ister. Bu ise, ihsana mazhar olan sahsin devam-i vücudunu
ister. Tâ, daimî tena'umla o daimî in'ama karsi sükür ve minnettarligini göstersin. Yoksa zeval ile acilasan cüz'î bir telezzüz, kisacik bir zamanda öyle bir cûd u sehanin muktezasiyla kabil-i tevfik degildir.
Hem dahi mesher-i san'at-i Ilahiyye olan aktâr-i âlem sergilerine bak. Yeryüzündeki nebâtat ve hayvanatin ellerinde olan ilânat-i Rabbâniyeye dikkat et (Hasiye-1), mehâsin-i rubûbiyyetin dellâllari olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasil müttefikan Sâni'-i Zülcelâl'in kusursuz Kemâlâtini, hârika san'atlarinin teshiriyle gösteriyorlar, Beyân ediyorlar, enzar-i dikkati celbediyorlar.
Demek bu âlemin Sâniinin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemâlâti vardir. Bu hârika san'atlarla onlari göstermek ister. Çünki: Gizli, kusursuz kemâlât ise, takdir edici, istihsan edici, mâsâallah diyerek müsahede edicilerin baslarinda teshir ister. Daimî kemâlât ise, daimî tezâhür ister. O ise, takdir ve istihsan edicilerin devâm-i vücûdunu ister. Bekasi olmayan istihsan edicinin nazarinda, kemâlâtin kiymeti sukut eder (Hasiye-2). Hem dahi, kâinatin yüzünde serilmis olan gayetle güzel ve san'atli ve parlak ve süslü su mevcûdât; isik Günesi bildirdigi gibi, misilsiz mânevî bir cemâlin mehâsinini bildirir ve nazîrsiz, hafî bir hüsnün letâifini is'ar ediyor.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
(Hasiye-1): Evet kemik gibi bir kuru agacin ucundaki tel gibi incecik bir sapta gâyet münakkas, müzeyyen bir çiçek ve gâyet Mûsanna ve murassa bir meyve, elbette gâyet san'atperver mu'cizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehâsin-i san'atini zîsuura okutturan bir ilânnâmedir. Iste nebâtata hayvânâti dahi kiyas et.
(Hasiye-2): Evet durûb-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmus âdi bir adami huzurundan tardeder. O adam kendine teselli vermek için: "Tuh, ne kadar çirkindir" der. O güzelin güzelligini nefyeder.
Hem bir vakit bir ayi, gâyet tatli bir üzüm asmasi altina girer. Üzümleri yemek ister. Koparmaga eli yetismez. Asmaya da çikamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisaniyla "Eksidir" der. Gümler gider...
sh: » (S: 71)
(Hasiye-). O münezzeh hüsün, o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli defineler bulundugunu isaret eder. Iste su derece âli, nazîrsiz, gizli bir cemâl ise; kendi mehâsinini bir mir'âtta görmek ve hüsnünün derecâtini ve cemâlinin mikyaslarini zîsuur ve müstak bir âyinede müsâhede etmek istedigi gibi, baskalarinin nazariyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister. Demek iki vecihle kendi cemâline bakmak; biri: Herbiri baska baska renkte olan âyinelerde bizzat müsâhede etmek. Digeri: Müstak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancilarin müsâhedesi ile müsahede etmek ister. Demek hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise; müstak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücûdunu ister. Hüsün ve cemâl, ebedî sermedî oldugundan müstaklarin devam-i vücûdlarini ister. Çünki daimî bir cemâl ise; zâil bir müstâka râzi olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünki hodgâm insan bilmedigi sey'e düsman oldugu gibi, yetismedigi sey'e de ziddir. Halbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir sevk ve istihsan ile mukabeleye lâyik olan bir cemâle karsi zimnen bir adâvet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. Iste kâfir, Allah'in düsmani oldugunun sirri bundan anlasiliyor.
Mâdem o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemâl-i hüsün, o kusursuz kemâlât; ebedî mütesekkirleri, müstaklari, müstahsinleri iktiza ederler. Halbuki su misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehavetin ihsanini ancak az bir parça tadar. Istihasi açilir, fakat yemez gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz isigina, belki bir zaîf gölgesine bir anda bakip, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-i daimîye gidiliyor.
Elhasil: Nasilki su âlem bütün mevcûdâtiyla Sâni'-i Zülcelâl'ine kat'î delâlet eder; Sâni'-i Zülcelâl'in de sifât ve Esmâ-i Kudsiyyesi, dâr-i âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.
_____________________________
(Hasiye-3): Âyine-misâl mevcûdâtin birbiri arkasinda zeval ve fenalariyla beraber, arkalarindan gelenlerin üstünde ve yüzlerinde ayni hüsün ve cemâlin cilvesinin bulunmasi gösterir ki: Cemâl onlarin degil; belki o cemâller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir Cemâl-i Mukaddesin âyâti ve emârâtidir.
sh: » (S: 72)
BESINCI HAKIKAT: Bâb-i sefkat ve Ubûdiyyet-i Muhammediyyedir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Ism-i Mucîb ve Rahîmin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: En edna bir hâceti, en edna bir mahlûkundan görüp kemâl-i sefkatle ummadigi yerden is'âf eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlûkundan isitip imdad eden, lisan-i hâl ve kal ile istenilen hersey'e icabet eden nihayetsiz bir sefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Hasiye), en sevgili bir mahlûkundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is'âf etmesin; en yüksek duayi isitip kabûl etmesin!.. Evet meselâ hayvanatin zaîflerinin ve yavrularinin rizik ve terbiyeleri hususunda görünen lütûf ve sühûleti gösteriyor ki: Su kâinatin Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rubûbiyyet eder. Rubûbiyyetinde bu derece rahîmâne bir sefkat, hiç kabil midir ki mahlûkatin en efdalinin en güzel duasini kabûl etmesin!.. Bu hakikati Ondokuzuncu Söz'de izah ettigim vechile, surada dahi mükerreren söyle Beyân edelim:
Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadas! Hikâye-i temsiliyyede demistik: Bir adada bir içtima var... Bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. Onun isaret ettigi hakikat söyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-i Saâdet'e ve hayâlen Ceziret-ül Arab'a gidiyoruz. Tâ ki, Resûl-i Ekrem'i (Aleyhissalâtü Vesselâm) vazife basinda ve ubûdiyyet içinde görüp, ziyaret ederiz. Bak! O Zât nasilki Risâletiyle, hidâyetiyle saadet-i ebediyyenin sebeb-i husûlü ve vesile-i vusûlüdür. Onun gibi, ubûdiyyetiyle ve duâsiyla, o saadetin sebeb-i vücûdu ve Cennet'in vesile-i îcadidir.
Iste bak! O Zât öyle bir salât-i kübrâda, bir ibâdet-i ulyâda
_____________________________
(Hasiye):Evet, binüçyüz elli sene saltanat süren ve saltanati devam eden ve ekser zamanda üçyüzelli milyondan ziyade raiyeti bulunan ve her gün bütün raiyeti Onunla tecdid-i biat eden ve Onun Kemâlâtina sehâdet eden ve kemâl-i itâatle evâmirine inkiyad eden ve Arzin nisfi ve nev-i beserin humsu o zâtin sibgi ile sibgalansa, yâni mânevî rengiyle renklense ve o zât onlarin mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahi olsa; elbette O Zât, su kâinatta tasarruf eden Rabb'in en büyük abdidir. Hem, ekser enva'-i kâinat O Zâtin birer meyve-i mu'cizesini tasimak Sûretiyle Onun vazifesini ve memuriyetini alkislasa, elbette O Zât; su kâinat Hâlikinin en sevgili mahlûkudur. Hem bütün insâniyyet, bütün istidadiyla istedigi beka gibi bir haceti ki: o hâcet ise, insani esfel-i sâfilînden â'lâ-yi illiyyîne çikariyor. Elbette o hâcet, en büyük bir hâcettir ve en büyük bir abd, umumun namina onu Kadiyy-ül Hâcât'tan isteyecek.
sh: » (S: 73)
saadet-i ebediyye için dua ediyor ki, güya bu cezîre, belki bütün Arz Onun âzametli namaziyla namaz kilar, niyaz eder. Çünki ubûdiyyeti ise; Ona ittiba eden ümmetin ubûdiyyetini tâzammun ettigi gibi, muvafakat sirriyla bütün enbiyanin sirr-i ubûdiyyetini tâzammun eder. Hem O salât-i kübrâyi öyle bir Cemâat-i uzmada kilar, niyaz ediyor ki; güya benî-Âdemin Hazret-i Âdem'den asrimiza kadar, belki kiyamete kadar bütün nuranî ve kâmil insanlar Ona tebaiyyetle iktida edip duasina âmîn derler.(Hasiye-1) Bak, hem öyle beka gibi bir hacet-i âmme için dua ediyor ki; degil ehl-i Arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcûdât niyazina istirak edip lisan-i hâl ile: «Oh.. evet yâ Rabbenâ!. ver, duasini kabûl et. Biz de istiyoruz.» diyorlar. Hem bak!.. Öyle hazînane, öyle mahbûbane, öyle müsâkane, öyle tazarrûkârane saadet-i bâkiye istiyor ki; bütün kâinati aglattirip, duasina istirâk ettiriyor.
Bak hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip, dua ediyor ki; insani ve bütün mahlukati esfel-i sâfilîn olan fena-yi mutlaka sukuttan, kiymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyyetten a'lâ-yi illiyyîn olan kiymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektûbât-i Samedâniyye olmasi derecesine çikariyor.
Bak hem öyle yüksek bir fîzâr-i istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatli bir niyaz-i istirhamkârane ile yalvariyor ki: Güya bütün mevcûdâta, semâvata, arsa isittirip vecde getirip duasina: "Âmîn, Allahümme âmîn" dedirtiyor.(Hasiye -2)
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
(Hasiye-1): Evet münâcât-i Ahmediyye (A.S.M.) zamanindan simdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtlari ve salâvatlari Onun duasina bir âmîn-i daimî ve bir istirâk-i umumîdir. Hattâ Ona getirilen herbir sâlavat dahi, Onun duasina birer âmîndir ve ümmetinin herbir ferdi, her bir namazin içinde ona salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Safiîlerin Ona dua etmesi; Onun saadet-i ebediyye hususundaki duasina gâyet kuvvetli ve umumî bir âmîndir. Iste bütün beserin fitrat-i insâniyyet lisan-i haliyle, bütün kuvvetiyle istedigi beka ve saadet-i ebediyyeyi; o nev-i beser namina Zât-i Ahmediyye (A.S.M.) istiyor ve beserin nuranî kismi, Onun arkasinda âmîn diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki, su dua kabûle karîn olmasin!
(Hasiye-2): Evet su âlemin mutasarrifi, bütün tasarrufati bilmüsahede suurane, alîmane, hakîmane oldugu halde; hiçbir cihetle mümkün degildir ki; o mutasarrif, kendi masnûati içinde en mümtaz bir ferdin harekâtina suuru ve ittilâi bulunmasin. Hem hiçbir cihetle mümkün degildir ki; o Mutasarrif-i Alîm, o ferd-i mümtazin harekâtina ve daavâtina (dualarina) ittilâi bulundugu halde ona karsi lâkayd kalsin, ehemmiyet vermesin. Hem hiçbir cihetle mümkün degildir ki; o Mutasarrif-i Kadîr-i Rahîm; onun dualarina lâkayd kalmadigi halde, o dualari kabûl etmesin. Evet Zât-i Ahmediyye'nin (A.S.M.) nuruyla âlemin sekli degisti. Insan ve bütün kâinatin mahiyet-i hakikiyyeleri o nur, o ziya ile inkisaf etti ve göründü ki: Su kâinatin mevcûdâti; Esmâ-i Ilahiyyeyi okutan birer mektûbât-i Samedâniyye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kiymettar ve mânidar birer mevcûddurlar. Eger o Nur olmasa idi, mevcûdât fena-yi mutlaka mahkûm ve kiymetsiz, mânâsiz, faidesiz, abes, karmakarisik, tesadüf oyuncagi bir zulmet-i evham içinde kalirdi. Iste su sirdandir ki: Insanlar Zât-i Ahmediyye'nin (A.S.M.) duasina âmîn dedikleri gibi, ars ve fers ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcûdât onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlik gösteriyorlar. Zâten ubûdiyyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) ruhu, duadir. Belki kâinatin harekâti ve hidemâti, bir nevi duadir. Meselâ: Bir çekirdegin hareketi; Hâlikindan, bir agaç olmasina bir nevi duadir.
sh: » (S: 74)
Bak hem öyle Semî' ve Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm'den saadet ve bekayi istiyor ki; bilmüsahede en gizli bir zîhayatin en gizli bir arzusunu, en hâfî bir niyazini görür, isitir, kabûl eder, merhamet eder. Lisan-i hal ile de olsa icabet eder. Öyle Sûret-i hakîmane, basîrane, rahîmânede verir ve icabet eder ki; sübhe birakmaz o terbiye ve tedbir öyle Semî' ve Basîr'e mahsus, öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastir.
Acaba bütün benî-Âdemi arkasina alip su Arz üstünde durup, ars-i âzama müteveccihen el kaldirip, nev-i beserin hülâsa-i ubûdiyyetini câmi' hakikat-i ubûdiyyet-i Ahmediyye (A.S.M.) içinde dua eden su seref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (A.S.M.) ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediyye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcûdât âyinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiyye-i Ilâhiyye ile beraber istiyor. O esmâdan sefaat taleb ediyor, görüyorsun. Eger âhiretin hesabsiz esbab-i mûcibesi, delâil-i vücudu olmasa idi; yalniz su zâtin tek duasi, baharimizin icadi kadar Hâlik-i Rahîm'in kudretine hafif gelen su Cennet'in binasina sebebiyet verecekti...(Hasiye-1)
____________________________
(Hasiye-1): Evet âhirete nisbeten gâyet dar bir sahife hükmünde olan rûy-i zeminde had ve hesaba gelmeyen hârika san'at nümunelerini ve hasir ve kiyametin misâllerini göstermek ve üçyüz bin kitab hükmünde olan muntâzam envâ'-i masnûati, o tek sahifede Kemâl-i intizâm ile yazip dercetmek; elbette genis olan âlem-i âhirette lâtif ve muntâzam Cennet'in binasindan ve îcadindan daha müskildir. Evet Cennet bahardan ne kadar yüksek ise, o derece bahar bahçelerinin hilkâti, o Cennet'ten daha müskildir ve hayretfezâdir denilebilir.
sh: » (S: 75)
Evet baharimizda yer yüzünü bir mahser eden, yüzbin hasir nümunelerini îcad eden Kadîr-i Mutlak'a, Cennet'in îcadi nasil agir olabilir? Demek nasilki onun risâleti, su dâr-i imtihanin açilmasina sebebiyet verdi, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ sirrina mazhar oldu. Onun gibi, ubûdiyyeti dahi öteki dâr-i saadetin açilmasina sebebiyet verdi... Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün akillari hayrette birakan su intizâm-i âlem ve genis rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at, misilsiz Cemâl-i Rububiyyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinligi, böyle bir merhametsizligi, böyle bir intizâmsizligi kabûl etsin? Yâni en cüz'î, en ehemmiyetsiz arzulari, sesleri ehemmiyetle isitip îfââ etsin, yerine getirsin. En ehemmiyetli, lüzumlu arzulari ehemmiyetsiz görüp isitmesin, anlamasin, yapmasin? Hâsâ ve kellâ, yüzbin defa hâsâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinligi kabûl edip çirkin olamaz (Hasiye-2). Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Risâletiyle dünyanin kapisini açtigi gibi, Ubûdiyyetiyle de Âhiretin kapisini açar...
عَلَيْهِ صَلَوَاتُ الرَّحْمنِ مِلْءَ الدُّنْيَا وَ دَارِ الْجِنَانِ
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ ذلِكَ الْحَبِيبُ الَّذِى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَ فَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَ حَيَاتُ الدَّارَيْنِ وَ وَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَ ذُو الْجَنَاحَيْنِ وَ رَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ عَلَى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّنَ وَ الْمُرْسَلِينَ آمِينَ
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
(Hasiye-2): Evet inkilab-i hakaik ittifaken muhaldir ve inkilab-i hakaik içinde muhal-ender-muhal, bir zid kendi ziddina inkilabidir ve bu inkilab-i ezdâd içinde bilbedâhe bin derece muhal sudur ki: Zid, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi ziddinin ayni olsun. Meselâ: Nihayetsiz bir cemâl; hakikî cemâl iken, hakikî çirkinlik olsun. Iste su misâlimizde meshûd ve kat'iyy-ül vücûd olan bir Cemâl-i Rububiyyet; Cemâl-i Rububiyyet mahiyetinde daim iken, ayn-i çirkinlik olsun. Iste dünyada muhal ve bâtil misâllerin en acibidir.
sh: » (S: 76)
ALTINCI HAKIKAT: Bâb-i Hasmet ve Sermediyyet olup, Ism-i Celil ve Bâki cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Bütün mevcûdâti Güneslerden, agaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir hasmet-i Rububiyyet; su misâfirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perisan fâniler üstünde dursun.. sermedî, bâki bir daire-i hasmet ve ebedî, âlî bir medâr-i Rububiyyeti icad etmesin!
Evet su kâinatta görünen mevsimlerin degismesi gibi hasmetli icraat ve seyyâratin tayyare-misâl hareketleri gibi âzametli harekât ve Arzi insana besik, Günesi halka lâmba yapmak gibi dehsetli teshirat ve ölmüs, kurumus Küre-i Arzi diriltmek, süslendirmek gibi genis tahvilât gösteriyor ki: Perde arkasinda böyle muazzam bir Rububiyyet var, muhtesem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir Saltanat-i Rububiyyet, kendine lâyik bir raiyet ister ve sâyeste bir mazhar ister. Halbuki görüyorsun: Mahiyetçe en câmi' ve mühim raiyeti ve bendeleri, su misâfirhane-i dünyada perisan bir Sûrette muvakkaten toplanmislar. Misâfirhane ise; her gün dolar, bosanir. Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için su meydan-i imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebeddül eder. Hem bütün o raiyet, Sâni'-i Zülcelâl'in kiymettar ihsânâtinin nümûnelerini ve hârika san'at antikalarini çarsi-yi âlem sergilerinde, ticaret nazarinda temâsa etmek için, su teshirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar; sonra kayboluyorlar. Su mesher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. Iste bu hal ve su vaziyet kat'î gösteriyor ki: Su misafirhane ve su meydan ve su mesherlerin arkasinda; o sermedî saltanata medâr ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, su dünyada gördügümüz nümûnelerin ve sûretlerin en hâlis ve en yüksek asillariyla dolu bag ve hazineleri vardir. Demek burada çabalamak, onlar içindir. Surada çalistirir, orada ücret verir. Herkesin istidadina göre -eger kaybetmezse- orada bir saadeti vardir. Evet öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki; su fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun...
Su hakikata, su temsil dürbünüyle bak ki: Meselâ sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki; yol içinde bir han var. Bir büyük zât o hani, kendine gelen misafirlerine yapmis. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanin tezyinatina milyonlar altunlar
sh: » (S: 77)
sarfediyor. Hem o misafirler o tezyinattan pek azi ve az bir zamanda bakip, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir sey tadip, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir kendine mahsus fotografiyla, o handaki seylerin Sûretlerini aliyorlar. Hem o büyük Zâtin hizmetkârlâri da, misafirlerin sûret-i muamelelerini gâyet dikkat ile aliyorlar ve kaydediyorlar. Hem görüyorsun ki; O Zât her günde, o kiymettar tezyinatin çogunu tahrib eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinati icad eder. Bunu gördükten sonra hiç sübhen kalir mi ki: Bu yolda bu hani yapan zâtin daimî pek âlî menzilleri, hem tükenmez, pek kiymetli hazineleri, hem müstemir, pek büyük bir sehâveti vardir. Su handa gösterdigi ikram ile, misafirlerini kendi yaninda bulunan seylere istihalarini açiyor ve onlara hâzirladigi hediyelere ragbetlerini uyandiriyor. Aynen onun gibi, su misafirhâne-i dünyadaki vaziyeti, sarhos olmadan dikkat etsen; su dokuz esâsi anlarsin:
Birinci Esâs: Anlarsin ki: O han gibi bu dünya dahi kendi için degil... Kendi kendine de bu Sûreti almasi muhaldir. Belki kafile-i mahlukatin gelip konmak ve göçmek için dolup bosanan, hikmetle yapilmis bir misafirhanesidir.
Ikinci Esâs: Hem anlarsin ki: Su hanin içinde oturanlar misafirlerdir. Onlarin Rabb-i Kerîm'i, onlari Dâr-üs Selâm'a davet eder.
Üçüncü Esâs: Hem anlarsin ki: Su dünyadaki tezyinat, yalniz telezzüz veya tenezzüh için degil. Çünki bir zaman lezzet verse, firakiyla bir çok zaman elem verir. Sana tattirir, istihani açar fakat doyurmaz. Çünki ya onun ömrü kisa, ya senin ömrün kisadir. Doymaga kâfi degil. Demek kiymeti yüksek, müddeti kisa olan su tezyinat; ibret içindir (Hasiye), sükür içindir.Usûl-i daimîsine tesvik içindir. Baska gâyet ulvî gayeler içindir.
Dördüncü Esâs: Hem anlarsin ki: Su dünyadaki müzeyyenat
___________________________
(Hasiye-1): Evet mâdem herseyin kiymeti ve dekaik-i san'ati gâyet yüksek ve güzel oldugu halde; müddeti kisa, ömrü azdir. Demek o seyler nümunelerdir, baska seylerin Sûretleri hükmündedirler. Ve mâdem müsterilerin nazarlarini, asillarina çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardir. Öyle ise, elbette su dünyadaki o çesit tezyinat; bir Rahmân-i Rahîm'in rahmetiyle, sevdigi ibâdina hâzirladigi niam-i Cennet'in nümuneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir.
sh: » (S: 78)i
ise (Hasiye) Cennet'te ehl-i îmân için rahmet-i Rahman'la iddihar olunan nimetlerin nümuneleri, Sûretleri hükmündedir.
Besinci Esâs: Hem anlarsin ki: Su fâni masnûat fena için degil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratilmamislar. Belki
______________________________ ___
(Hasiye): Evet her seyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatinin müteaddid neticeleri vardir. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasir degildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her seyin gayât-i vücudu ve netâic-i hayati üç kisimdir:
Birincisi ve en ulvîsi, Sâni'ine bakar ki; o seye taktigi hârika-i san'at murassaatini, Sahid-i Ezelî'nin nazarina resm-i geçit tarzinda arzetmektir ki, o nazara bir ân-i seyyâle yasamak kâfi gelir. Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadi yine kâfidir. Iste seri-üz zeval lâtif masnûat ve vücuda gelmeyen, yâni sünbül vermeyen birer hârika-i san'at olan çekirdekler, tohumlar su gayeyi bitamâmiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez. Demek her sey hayatiyla, vücuduyla Sâni'inin mu'cizât-i kudretini ve âsâr-i san'atini teshir edip, Sultan-i Zülcelâl'in nazarina arzetmek birinci gayesidir.
Ikinci kisim gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîsuura bakar. Yâni hersey, Sâni'-i Zülcelâl'in birer mektub-u hakaik-nümâ, birer kaside-i letâfetnümâ, birer kelime-i hikmet-edâ hükmündedir ki; melâike ve cin ve hayvanin ve insanin enzârina arzeder, mütalâaya davet eder. Demek ona bakan her zîsuura, ibret-nümâ bir mütalâagâhtir.
Üçüncü kisim gaye-i vücud ve netice-i hayat, o seyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yasamak gibi cüz'î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir Sefine-i Sultaniyede bir hizmetkârin dümencilik ettiginin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz'iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait oldugu gibi; herseyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni'ine ait doksandokuzdur. Iste bu taaddüd-ü gayâttandir ki; birbirine zid ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd ve sehâ ve bilhassa nihayetsiz sehâ ile sirr-i tevfîki sudur ki: Birer gaye nokta-i nazarinda cûd u sehâ hükmeder, ism-i Cevvâd tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarinda bigayr-i hisabdir. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarinda; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir agacin ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardir ki; Beyân ettigimiz üç kisma tefrik edilir. Su umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadi gösteriyor. Zid gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile sehâ ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayistir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladir. Fakat hifz-i hudud ve mücahede-i a'dâ gibi sâir vazifeler için, bu mevcûd ancak kâfi gelir. Kemâl-i hikmetle müvazenededir. Iste hükûmetin hikmeti, hasmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalik yoktur denilebilir.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
sh: » (S: 79)
vücudda kisa bir zaman toplanip, matlûb bir vaziyet alip; tâ Sûretleri alinsin, timsalleri tutulsun, mânâlari bilinsin, neticeleri zabtedilsin... Meselâ, ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada baska gayelere medâr olsun.
Esya beka için yaratildigini, fena için olmadigini; belki sûreten fena ise de tamam-i vazife ve terhis oldugu bununla anlasiliyor ki: Fâni bir sey bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalir. Meselâ kudret kelimelerinden olan su çiçege bak ki; kisa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar, der-akab fena perdesinde saklanir. Fakat senin agzindan çikan kelime gibi o gider, fakat binler misâllerini kulaklara tevdi' eder. Dinleyen akillar adedince, mânâlarini akillarda ibka eder. Çünki vazifesi olan ifade-i mânâ bittikten sonra kendisi gider, fakat onu gören her seyin hâfizasinda zâhirî Sûretini ve herbir tohumunda mânevî mahiyetini birakip öyle gidiyor. Gûya her hâfiza ile her tohum; hifz-i zîneti için birer fotograf ve devam-i bekasi için birer menzildirler. En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-i bâkiye sahibi olan insan; ne kadar beka ile alâkadar oldugu anlasilir. Çiçekli ve meyveli koca nebâtatin bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u tesekkülati, timsal-i Sûreti; zerrecikler gibi tohumlarda kemâl-i intizâmla, dagdagali inkilâblar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gâyet cem'iyetli ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücud giydirilmis, zîsuur nuranî bir kanûn-u emrî olan ruh-u beser; ne derece beka ile merbut ve alâkadar oldugu anlasilir.
Altinci Esâs: Hem anlarsin ki: Insan, ipi bogazina sarilip, istedigi yerde otlamak için basibos birakilmamistir; belki bütün amellerinin Sûretleri alinip yazilir ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zabtedilir.
Yedinci Esâs: Hem anlarsin ki: Güz mevsiminde yaz-bahar âleminin güzel mahlukatinin tahribati, îdam degil. Belki vazifelerinin tamamiyla terhisatidir (Hasiye). Hem yeni baharda gelecek
___________________________
(Hâsiye): Evet rahmetin erzak hazinelerinden olan bir secerenin uçlarinda ve dallarinin baslarindaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup, vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Tâ, arkalarindan akip gelenlere kapi kapanmasin. Yoksa rahmetin vüs'atina ve sâir ihvanlarinin hizmetine sed çekilir. Hem kendileri, gençlik zevâliyle hem zelil, hem perisan olurlar. Iste bahar dahi, mahser-nümâ bir meyvedâr agaçtir. Her asirdaki insan âlemi; ibret-nümâ bir seceredir. Arz dahi, mahser-i acaib bir secere-i kudrettir. Hattâ dünya dahi, meyveleri âhiret pazarina gönderilen bir secere-i hayret-nümâdir.
sh: » (S: 80)
mahlûkata yer bosaltmak için tefrîgattir ve yeni vazifedârlar gelip konacak ve vazifedâr mevcûdâtin gelmesine yer hâzirlamaktir ve ihzârattir.
Hem zîsuura vazifesini unutturan gafletten ve sükrünü unutturan sarhosluktan ikazât-i Sübhaniyyedir.
Sekizinci Esâs: Hem anlarsin ki: Su fâni âlemin sermedî Sânii için baska ve bâki bir âlemi var ki, ibâdini oraya sevk ve ona tesvik eder.
Dokuzuncu Esâs: Hem anlarsin ki: Öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibâdina öyle ikramlar edecek; ne göz görmüs, ne kulak isitmis, ne kalb-i besere hutûr etmistir. Âmenna...
YEDINCI HAKIKAT: Bâb-i Hifz ve Hafîziyyet olup, Ism-i Hafîz ve Rakib'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Gökte, yerde, karada, denizde; yas kuru, küçük büyük, âdi âlî herseyi kemâl-i intizâm ve mîzan içinde muhafaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet; insan gibi büyük bir fitratta, hilafet-i kübrâ gibi bir rütbede, emanet-i kübrâ gibi büyük vazifesi olan beserin, Rubûbiyyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleginden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartilmasin, sayeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hâyir, aslâ!..
Evet su kâinati idare eden zât, herseyi nizâm ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizâm ve mîzan ise; ilim ile hikmet ve irâde ile kudretin tezahürüdür. Çünki görüyoruz her masnu' vücudunda, gâyet muntâzam ve mevzun yaratiliyor. Hem hayati müddetince degistirdigi sûretler dahi, birer intizâmli oldugu halde, heyet-i mecmuasi da bir intizâm tahtindadir. Zîra görüyoruz ki; vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve su âlem-i sehâdetten göçüp giden herseyin Hafîz-i Zülcelâl, birçok Sûretlerini elvâh-i mahfûza hükmünde olan (Hasiye: Yedinci Sûret'in hasiyesine bak.) hâfizalarda ve bir türlü misâlî âyînelerde hifzedip, ekser tarihçe-i hayatini çekirdeginde, neticesinde naksedip yaziyor. Zâhir ve bâtin âyinelerde ibka ediyor. Meselâ: Beserin hâfizasi, agacin meyvesi, meyvenin çekirdegi, çiçegin tohumu, kanun-u hafîziyetin âzamet-i ihâtasini gösteriyor.
Görmüyor musun ki: Koca baharin hep çiçekli, meyveli bütün
sh: » (S: 81)
mevcûdâti ve bunlarin kendilerine göre bütün sahâif-i a'mali ve teskilâtinin kanunlari ve Sûretlerinin timsalleri; mahdud bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak, muhafaza ediliyor. Ikinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde sahife-i amellerini nesredip, kemâl-i intizâm ve hikmet ile koca diger bir bahar âlemini meydana getirmekle; hafîziyetin ne derece kuvvetli ihâta ile cereyan ettigini gösteriyor. Acaba geçici, âdi, bekasiz, ehemmiyetsiz seylerde böyle muhafaza edilirse, âlem-i gâybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervâhta rubûbiyyet-i âmmede mühim semere veren beserin amelleri hifz içinde gözetilmek Sûretiyle, ehemmiyetle zabtedilmemesi kabil midir? Hâyir ve aslâ!
Evet su hafîziyetin bu Sûrette tecellisinden anlasiliyor ki: Su mevcûdâtin Mâliki, mülkünde cereyan eden herseyin inzibatina büyük bir ihtimami var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem Rububiyyet-i Saltanatinda gâyet ihtimami gözetir. O derece ki, en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdirir. Mülkünde cereyan eden herseyin Sûretini müteaddid seylerde hifzeder. Su Hafîziyet isaret eder ki: Ehemmiyetli bir muhasebe-i a'mâl defteri açilacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müserref bir mahlûk olan insanin büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri; mühim bir hesab ve mizana girecek, sahife-i amelleri nesredilecek.
Acaba hiç kabil midir ki: Insan, hilâfet ve emanetle mükerrem olsun, Rububiyyetin külliyat-i suûnuna sahid olarak kesret dairelerinde, Vahdâniyyet-i Ilâhiyyenin dellâlligini ilân etmekle, ekser mevcûdatin tesbihat ve ibâdetlerine müdahale edip zâbitlik ve müsâhidlik derecesine çiksin da sonra kabre gidip, rahatla yatsin ve uyandirilmasin! Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin! Mahsere gidip Mahkeme-i Kübrâyi görmesin! Hâyir ve aslâ!..
Hem bütün gelecek zamanda olan (Hâsiye) mümkinata kadir
___________________________
(Hâsiye): Evet zaman-i hâzirdan, tâ ibtida-i hilkat-i âleme kadar olan zaman-i mâzi; umumen vukûattir. Vücuda gelmis herbir günü, herbir senesi, herbir asri; birer satirdir, birer sahifedir, birer kitabdir ki Kalem-i Kader ile tersim edilmistir. Dest-i Kudret, mu'cizât-i âyâtini onlarda Kemâl-i hikmet ve intizâm ile yazmistir.
Su zamandan tâ Kiyamete, tâ Cennet'e, tâ Ebede kadar olan zaman-i istikbâl; umumen imkânattir. Yâni mâzi vukuâttir, istikbal imkânattir. Iste o iki zamanin iki silsilesi birbirine karsi mukabele edilse; nasilki dün-
sh: » (S: 82)
olduguna,bütün geçmis zamandaki mu'cizât-i kudreti olan vukuâti sehadet eden ve kiyâmet ve Hasre pek benzeyen kis ile bahari her vakit bilmüsâhede îcad eden bir Kâdîr-i Zülcelâl'den, insan nasil ademe gidip kaçabilir, topraga girip saklanabilir! Mâdem bu dünyada ona lâyik muhasebe görülüp, hüküm verilmiyor. Elbette bir Mahkeme-i Kübrâ, bir saadet-i uzmâya gidecektir.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
SEKIZINCI HAKIKAT: Bâb-i vaad ve Vaîd'tir. Ism-i Cemîl ve Celîl'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan su masnûâtin Sânii; bütün Enbiyanin tevâtürle haber verdikleri ve bütün Siddikîn ve Evliyanin icmâ' ile sehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i Ilahîsini yerine getirmeyip, -hâsâ- acz ve cehlini göstersin. Halbuki: Vaad ve vaîdinde bulundugu emirler; kudretine hiç agir gelmez. Pek hafif ve pek kolay.. Geçmis baharin hesabsiz mevcûdâtini, gelecek baharda kismen aynen (Hasiye-1) kismen mislen (Hasiye-2) iâdesi kadar kolaydir. Îfa-yi vaad ise; hem bize, hem
__________________
kü günü halkeden ve o güne mahsus mevcûdati icad eden Zât; yarinki günü mevcûdâtiyla halketmeye muktedir oldugu hiçbir vecihle sübhe getirmez. Öyle de sübhe yoktur ki: Su meydan-i garâib olan zaman-i mâzinin mevcûdâti ve hârikalari; bir Kadîr-i Zülcelâl'in mu'cizâtidir. Kat'î sehadet ederler ki: O Kadîr, bütün istikbalin, bütün mümkinâtin îcadina, bütün acâibinin izharina muktedirdir.
Evet, nasilki, bir elmayi halkedecek; elbette dünyada bütün elmalari halketmeye ve koca bahari icad etmeye muktedir olmak gerektir. Bahari icad etmeyen, bir elmayi îcad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor.. Bir elmayi îcad eden, bir bahari îcad edebilir. Bir elma; bir agacin, belki bir bahçenin, belki bir kâinatin misâl-i Mûsaggaridir. Hem san'at itibariyle koca agacin bütün tarih-i hayatini tasiyan elmanin çekirdegi itibariyle öyle bir hârika-i san'attir ki: Onu öylece îcad eden, hiçbir seyden âciz kalmaz. Öyle de, bugünü halkeden, kiyâmet gününü halkedebilir ve bahari icad edecek, Hasrin icadina muktedir bir Zât olabilir. Zaman-i mâzinin bütün âlemlerini zamanin seridine Kemâl-i hikmet ve intizâm ile takip gösteren; elbette istikbal seridine dahi baska kâinati takip gösterebilir ve gösterecektir. Kaç Sözlerde, bilhassa Yirmiikinci Sözde gâyet kat'î isbat etmisiz ki: «Her sey'i yapamayan hiçbir sey'i yapamaz ve birtek sey'i halkeden, her sey'i yapabilir. Hem esyanin îcadi birtek Zâta verilse, bütün esya birtek sey gibi kolay olur. Ve suhulet peyda eder. Eger müteaddit esbaba verilse, ve kesrete isnad edilse, birtek seyin îcâdi; bütün esyanin îcâdi kadar müskilâtli olur. Ve imtina derecesinde suûbet peyda eder...»
(Hasiye-1): Agaç ve otlarin kökleri gibi...
(Hasiye-2): Yapraklar, meyveler gibi...
sh: » (S: 83)
her sey'e, hem kendisine, hem saltanat-i Rububiyyetine pek çok lâzimdir. Hulf-ul- vaad ise; hem izzet-i iktidarina zittir, hem ihâta-yi ilmiyyesine münâfîdir. Zira hulf-ul- vaad; ya cehilden, ya acizden gelir.
Ey münkir! Bilir misin ki: Küfür ve inkârin ile ne kadar ahmakça bir cinâyet isliyorsun ki; kendi yalanci vehmini, hezeyanci aklini, aldatici nefsini tasdik edip, hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir vecihle hilâf; onun izzetine, haysiyetine yakismayan ve bütün görünen seyler ve isler; sidkina ve hakkaniyyetine sehadet eden bir Zâti tekzib ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinâyet isliyorsun! Elbette, ebedî büyük cezaya müstehak olursun. Bâzi ehl-i Cehennem'in bir disi, dag kadar olmasi; cinâyetinin büyüklügüne bir mikyas olarak haber verilmis. Misâlin su yolcuya benzer ki: Günesin ziyâsindan gözünü kapar. Kafasi içindeki hayâline bakâr. Vehmi, bir yildiz böcegi gibi kafa fenerinin isigiyla dehsetli yolunu tenvir etmek istiyor. Mâdem su mevcûdât; hak söyleyen sâdik kelimeleri, su hâdisat-i kâinat; dogru söyleyen nâtik âyetleri olan Cenâb-i Hak vaad etmis, elbette yapacaktir. Bir Mahkeme-i Kübrâ açacaktir, bir saadet-i uzmâ verecektir.
DOKUZUNCU HAKIKAT: Bâb-i Ihyâ ve Imâte'dir. Ism-i Hayy-i Kayyum'un, Muhyî ve Mümît'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Ölmüs, kurumus koca Arzi ihya eden ve o ihya içinde herbiri, beser hasri gibi acib, üçyüz binden ziyade envâ'-i mahlûkati hasr ve nesredip kudretini gösteren ve o hasr ve nesr içinde nihayet derecede karisik ve ihtilât içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihâta-i ilmiyesini gösteren ve bütün semâvî fermanlariyla beserin hasrini vâ'detmekle bütün ibâdinin enzârini saadet-i ebediyyeye çeviren ve bütün mevcûdâti basbasa, omuz omuza, elele verdirip, emir ve irâdesi dairesinde döndürüp birbirine yardimci ve müsahhar kilmakla âzamet-i Rubûbiyyetini gösteren; ve beseri, secere-i kâinatin en câmi' ve en nâzik ve en nâzenîn, en nâzdar, en niyâzdar bir meyvesi yaratip, kendine muhatâb ittihaz ederek hersey'i ona müsahhar kilmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdigini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm; Kiyâmeti getirmesin! Hasri yapmasin ve yapamasin! Beseri ihyâ et-
sh: » (S: 84)
mesin veya edemesin! Mahkeme-i Kübrâyi açamasin! Cennet ve Cehennem'i yaratamasin? Hâsâ ve kellâ!..
Evet su âlemin Mutasarrif-i Zîsân'i her asirda, her senede, her günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde Hasr-i Ekberin ve meydân-i kiyâmetin pek çok emsâlini ve nümunelerini ve isârâtini icad ediyor. Ezcümle:
Hasr-i baharîde görüyoruz ki; bes-alti gün zarfinda küçük ve büyük hayvânat ve nebâtattan üçyüz binden ziyade envâ'i hasredip nesrediyor. Bütün agaçlarin, otlarin köklerini ve bir kisim hayvanlari aynen ihya edip iâde ediyor. Baskalarini ayniyyet derecesinde bir misliyyet sûretinde îcad ediyor. Halbuki maddeten farklari pek az olan tohumcuklar o kadar karismisken, kemâl-i imtiyaz ve teshîs ile o kadar sür'at ve vüs'at ve sühulet içinde kemâl-i intizâm ve mîzan ile alti gün veya alti hafta zarfinda ihya ediliyor. Hiç kabil midir ki: Bu isleri yapan Zâta bir sey agir gelebilsin; Semâvat ve Arzi alti günde halkedemesin, insani bir sayhâ ile hasredemesin! Hâsâ...
Acaba: Mûciznümâ bir kâtib bulunsa, huruflari, ya bozulmus veya mahvolmus üçyüz bin kitabi tek bir sahifede karistirmaksizin, galatsiz, sehivsiz, noksansiz, hepsini beraber, gâyet güzel bir Sûrette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: Su kâtip kendi te'lif ettigi senin suya düsmüs olan kitabini, yeniden, bir dakika zarfinda hâfizasindan yazacak. Sen diyebilir misin ki: Yapamaz ve inanmam... Veyahut, bir Sultân-i Mu'cizekâr, kendi iktidarini göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir isaretle daglari kaldirir, memleketleri tebdil eder. Denizi karaya çevirdigini gördügün halde; sonra görsen ki: Büyük bir tas dereye yuvarlanmis. O Zâtin kendi ziyâfetine dâvet ettigi misafirlerin yolunu kesmis, geçemiyorlar. Biri sana dese: O Zât, bir isaretle o tasi, ne kadar büyük olursa olsun kaldiracak veya dagitacak. Misafirlerini yolda birakmayacak. Sen desen ki: Kaldirmaz veya kaldiramaz... Veyahut, bir zât bir günde, yeniden büyük bir orduyu teskil ettigi halde biri dese: O Zât bir boru sesiyle, efrâdi istirahat için dagilmis olan taburlari toplar. Taburlar, nizâmi altina girerler. Sen desen ki: Inanmam! Ne kadar divânece hareket ettigini anlarsin...
Iste su üç temsîli fehmettin ise, bak: Nakkas-i Ezelî, gözümüzün önünde kisin beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yesil yapra
sh: » (S: 85)
gini açip, rûy-i Arzin sahifesinde üçyüz binden ziyâde envâi, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i Sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karismaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teskilce, Sûretçe birbirinden ayri, hiç sasirtmaz. Yanlis yazmaz. Evet en büyük bir agacin ruh programini bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-i Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarini nasil muhafaza eder, denilir mi? Ve Küre-i Arzi bir sapan tasi gibi çeviren Zât-i Kadîr; âhirete giden misafirlerinin yolunda, nasil bu Arzi kaldiracak veya dagitacak, denilir mi? Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatin ordularini bütün cesedlerinin taburlarinda kemâl-i intizâmla zerrati Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerlestiren, ordular îcad eden Zât-i Zülcelâl; tabur-misâl cesedin nizâmi altina girmekle, birbiriyle tanisan zerrat-i esâsiye ve eczâ-yi asliyyesini bir sayha ile nasil toplayabilir denilir mi?
Hem, bu bahar hasrine benziyen, dünyanin her devrinde, her asrinda, hattâ gece gündüzün tebdilinde hattâ cevv-i havada bulutlarin îcad ve ifnasinda hasre nümûne ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakislar yaptigini gözünle görüyorsun. Hattâ eger hayâlen bin sene evvel kendini farzetsen, sonra zamanin iki cenahi olan mâzi ile müstakbeli birbirine karsilastirsan; asirlar, günler adedince misâl-i hâsir ve Kiyâmetin nümûnelerini göreceksin. Sonra, bu kadar nümûne ve misâlleri müsâhede ettigin halde, hasr-i cismânîyi akildan uzak görüp istib'âd etmekle inkâr etsen; ne kadar divânelik oldugunu sen de anlarsin... Bak! Fermân-i A'zam, bahsettigimiz hakikata dair ne diyor:
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
ELHÂSIL: Hasre mâni hiçbir sey yoktur. Muktazî ise; her seydir. Evet, mahser-i acâip olan su koca Arzi, âdi bir hayvan gibi imâte ve ihya eden ve beser ve hayvana hos bir besik, güzel bir gemi yapan ve Günesi onlara su misafirhanede isik verici ve isindirici bir lâmba eden, Seyyarati Meleklerine tayyare yapan bir Zâtin, bu derece muhtesem ve sermedî Rubûbiyyeti ve bu derece muazzam ve muhît hâkimiyyeti; elbette, yalniz böyle geçici, devamsiz, bîka-
sh: » (S: 86)
rar, ehemmiyetsiz mütegayyir bekasiz nâkis, tekemmülsüz umûr-u Dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, Ona sâyeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhtesem bir diyar-i âher var. Baska bâki bir memleketi vardir. Bizi onun için çalistirir. Oraya dâvet eder ve oraya nakledecegine; zâhirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müserref olan bütün ervah-i neyyire ashâbi, bütün kulûb-u münevvere aktâbi, bütün ukûl-ü nuraniyye erbabi sehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücâzat ihzâr ettigini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek siddetli tehdid eder, naklederler.
Hulfül-vaad ise hem zillet, hem tezellüldür. Hiç bir cihetle celâl-i kudsiyyetine yanasamaz. Hulf-ül vaîd ise ya afvdan, ya acizden gelir. Halbuki, küfür; cinâyet-i mutlakadir (Hâsiye), Afve kabil degil... Kadîr-i Mutlak ise, acizden münezzeh ve mukaddestir. Sahidler, muhbirler ise; mesleklerinde, mesreblerinde, mezheblerinde muhtelif olduklari halde kemâl-i ittifak ile su mes'elenin esâsinda müttehiddirler. Kesretçe tevâtür derecesindedirler. Keyfiyetçe icmâ kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev-i beserin bir yildizi, bir tâifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe su mes'elede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i isbattirlar. Halbuki bir fende veya bir san'atta iki ehl-i ihtisas, binler baskalardan müreccahtirlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Meselâ: Ramazan hilâlinin sübûtunu ihbar eden iki adam, binler münkirleri inkârlarini hiçe atarlar. Elhâsil, dünyada bundan daha dogru bir haber, daha saglam bir dâva, daha zâhir bir hakikat olamaz... Demek, sübhesiz dünya bir mezraadir. Mahser ise bir beyderdir, harmandir. Cennet, Cehennem ise birer mahzendir.
___________________________
(Hasiye): Evet küfür, mevcûdâtin kiymetini iskat ve mânâsizlikla ittiham ettiginden; bütün kâinata karsi bir tahkir ve mevcûdat âyinelerinde cilve-i Esmâyi inkâr oldugundan; bütün Esmâ-yi Ilâhiyyeye karsi bir tezyif ve mevcûdâtin vahdâniyyete olan sehadetlerini reddettiginden; bütün mahlûkata karsi bir tekzib oldugundan; istidad-i insânîyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayri kabûle liyâkati kalmaz. Hem, bir zulm-ü azîmdir ki: Umum mahlûkatin ve bütün Esmâ-i Ilahiyyenin hukukuna bir tecâvüzdür. Iste su hukukun muhafazasi; ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizligi; küfrün adem-i afvini iktiza eder. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ su mânâyi ifade eder.
sh: » (S: 87)
ONUNCU HAKIKAT: Bâb-i Hikmet, Inayet, Rahmet, Adâlet tir. Ism-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Su bekasiz misafirhane-i Dünyada ve su devamsiz meydan-i imtihanda ve su sebatsiz teshirgâh-i arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zâhir bir inâyet ve bu derece kahir bir adâlet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârini gösteren Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl'in daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sâkinler, bâki makamlar, mukîm mahlûklar bulunmayip su görünen hikmet, inâyet, adâlet, merhametin hakikatlari hiçe insin?.. Hem hiç kabil midir ki O Zât-i Hakîm, su insani bütün mahlûkat içinde kendine küllî muhatâb ve câmi' bir âyine yapip bütün hazâin-i rahmetinin müstemilâtini ona tattirsin, hem tarttirsin, hem tanittirsin, kendini bütün esmâsiyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin.. sonra o bîçare insani o ebedî memleketine göndermesin? O daimî saadetgâha dâvet edip mes'ud etmesin? Hem hiç mâkul mudur ki: hattâ çekirdek kadar herbir mevcûda bir agaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatlari taksin da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yaniz bir çekirdek kadar gaye versin! Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasini gaye yapsin! Ve bunlari, âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasin! Tâ hakikî ve lâyik gayelerini versinler. Ve bu kadar mühim ihtifâlât-i mühimmeyi gayesiz, bos, abes biraksin. Onlarin yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete çevirmesin? Tâ asil gayeleri ve lâyik meyvelerini göstersin. Evet hiç mümkün müdür ki: Bu seyleri böyle hilâf-i hakikat yapmakla kendi evsaf-i hakikiyesi olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm'in zidlariyla -hâsâ sümme hâsâ- muttasif gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatin hakaikini tekzib etsin, bütün mevcûdatin sehadetlerini reddetsin, bütün masnûatin delâletlerini ibtal etsin!
Hem hiç akil kabûl eder mi kî, insanin basina ve içindeki havassina saçlari adedince vazifeler yükletsin de, yalniz bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviyye versin; adâlet-i hakikiyesine zid olarak ve hikmet-i hakikiyyesine münâfî, mânâsiz is yapsin!
Hem hiç mümkün müdür ki, bir agaca taktigi neticeler, mey
sh: » (S: 88)
veler miktarinca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnûa o derece hikmetleri, maslahatlari takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak oldugunu isbat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyügü ve bütün maslahatlarin en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatlarin menbai ve gayesi olan beka ve likayi ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün islerini abesiyet-i mutlaka derekesine düsürsün ve kendini o zâta benzetsin ki; öyle bir saray yapar, herbir tasinda binlerce nâkislar, herbir tarafinda binler zînetler ve herbir menzilinde binler kiymetdar âlât ve levâzimat-i beytiye bulundursun da sonra ona dam yapmasin, her sey çürüsün, beyhude bozulsun. Hâsâ ve kellâ!. Hayr-i Mutlak'tan hayir gelir, Cemîl-i Mutlak'tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak'tan abes bir sey gelmez. Evet her kim fikren tarihe binip mâzi cihetine gitse, su zaman-i hâzirda gördügümüz menzil-i dünya, meydan-i ibtilâ, mesher-i esya gibi, seneler adedince vefat etmis menziller, meydanlar, mesherler, âlemler görecek. Sûretçe, keyfiyetçe birbirinden ayri olduklari halde; intizâmca, acaibce, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer. Hem görecek ki; o sebatsiz menzillerde, o devamsiz meydanlarda, o bekasiz mesherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizâmatini, o derece zâhir bir inâyetin isarâtini, o mertebe kahir bir adâletin emâratini, o derece vâsi bir merhametin semerâtini görecek. Basiretsiz olmamak sartiyla yakînen bilecek ki: O hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsâri görünen inâyetten daha ecmel bir inâyet kabil degil ve o emarati görünen adâletten daha ecell bir adâlet yoktur ve o semerâti görünen merhametten daha esmel bir merhamet tasavvur edilmez.
Eger farz-i muhal olarak su isleri çeviren, su misafirleri ve misafirhaneleri degistiren Sultân-i Sermedî'nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mukîm ahali, mes'ud ibâdi bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve sümûllü dört anâsir-i mâneviye olan hikmet, adâlet, inâyet, merhametin hakikatlarini nefyetmek ve o anâsir-i zâhiriye gibi, görünen vücudlarini inkâr etmek lâzimgelir. Çünki su bekasiz Dünya ve mâfîha, onlarin tam hakikatlarina mazhar olamadigi mâlûmdur. Eger baska yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit gündüzü dolduran ziyayi gördügü halde, Günesin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, su her
sh: » (S: 89)
seyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, su nefsimizde ve ekser esyada her vakit müsahede ettigimiz inâyeti inkâr etmek ve su pek kuvvetli emârati görünen adâleti inkâr etmek (Hâsiye) ve su her yerde gördügümüz merhameti inkâr etmek lâzimgeldigi gibi; su kâinatta gördügümüz icraat-i hakîmane ve ef'âl-i kerîmane ve ihsanât-i rahîmânenin sahibini «Hâsâ sümme hâsâ!» sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim oldugunu kabûl etmek lâzimgelir ki, nihayetsiz muhal bir inkilab-i hakaiktir. Hattâ herseyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanasamazlar...
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
(Hâsiye): Evet adâlet iki siktir. Biri müsbet, digeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkini vermektir. Su kisim adâlet, bu dünyada bedâhet derecesinde ihâtasi vardir. Çünki "Üçüncü Hakikat"ta isbat edildigi gibi; herseyin istidad lisaniyla ve ihtiyac-i fitrî lisaniyla ve izdirar lisaniyla Fâtir-i Zülcelâl'den istedigi bütün matlûbatini ve vücud ve hayatina lâzim olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüsahede veriyor. Demek adâletin su kismi, vücud ve hayat derecesinde kat'î vardir.
Ikinci kisim menfîdir ki, haksizlari terbiye etmektir. Yâni haksizlarin hakkini, tâzib ve tecziye ile veriyor. Su sik ise çendan tamamiyla su dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatin vücudunu ihsas edecek bir Sûrette hadsiz îsârat ve emârat vardir. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semûd'dan tut, tâ su zamanin mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyane-i tazib, gâyet âlî bir adâletin hükümran oldugunu hads-i kat'î ile gösteriyor.
Elhâsil: Su görünen suunat, dünyadaki vüs'atli içtimâat-i hayatiye ve sür'atli iftirakat-i mevtiye ve hasmetli toplanmalar ve çabuk dagilmalar ve âzametli ihtifâlât ve büyük tecelliyat ile ve onlarin bu âleme ait bu Dünya-yi fânide kisa bir zamanda mâlûmumuz olan semerat-i cüz'iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadigindan, âdeta küçük bir tasa bir büyük dag kadar hikmetler, gayeler takmak; bir büyük daga, bir küçük tas gibi muvakkat bir gaye-i cüz'iye vermeye benzer ki; Hiçbir akil ve hikmete uygun gelemez.
Demek su mevcûdat ve suûnat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasinda bu derece nisbetsizlik, kat'iyyen sehadet eder ki; bu mevcûdatin yüzleri âlem-i mânâya müteveccihtir, münasib meyveleri orada veriyor ve gözleri Esmâ-i Kudsiyyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakiyor. Ve özleri dünya topragi altinda, sünbülleri âlem-i Misâlde inkisaf ediyor. Insan istidadi nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul aliyor. Evet su esyanin Esmâ-i Ilahiyyeye
sh: » (S: 90)
ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; Mu'cize-i Kudret olan herbir çekirdegin bir agaç kadar gayesi var. Kelime-i Hikmet olan herbir çiçegin (Hâsiye) bir agaç çiçekleri kadar mânâlari var ve o hârika-i san'at ve manzûme-i Rahmet olan herbir meyvenin, bir agacin meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rizik olmasi ise; o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki, vazifesi biter, mânâsini ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir. Mâdem bu fâni esya, baska yerde bâki meyveler verirler ve daimî Sûretler birakir ve baska cihette ebedî mânâlar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise, onlarin su cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, Fânide bâkiye yol bulur.
Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanip dagilan mevcûdat içinde baska maksad var. Temsilde kusur yoktur: Su ahvâl, taklid ve temsil için teskil ve tertib edilen ahvâle benzer. Nasil büyük masrafla kisa içtimâlar, dagilmalar yapiliyor. Tâ Sûretler alinsin, terkib edilsin, sinemada dâim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kisa bir müddet zarfinda hayat-i sahsiye ve hayat-i içtimâiye geçirmenin bir gayesi sudur ki: Sûretler alinip terkib edilsin, Netice-i âmelleri alinip hifzedilsin. Tâ bir mecmâ-i ekberde muhasebesi görülsün. Ve bir mesher-i âzamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmâya istidadi gösterilsin. Demek Hadîs-i Serifte «Dünya âhiret mezraasidir» diye bu hakikati ifade ediyor.
Mâdem dünya var. Ve dünya içinde bu âsâriyla hikmet ve inâyet ve rahmet ve adâlet var. Elbette dünyanin vücûdu gibi kat'î olarak âhiret de var. Mâdem dünyada hersey bir cihette o âleme bakiyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayi inkâr etmek demektir. Demek ecel ve kabir insani bekledigi gibi, Cennet ve Cehennem de insani bekliyor ve gözlüyor.
ONBIRINCI HAKIKAT: Bâb-i Insâniyettir. Ism-i Hakk'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Cenâb-i Hak ve Mâbud-u Bilhak; insa-
_____________________________
(Hâsiye): Sual: Eger dense: Neden en çok misâlleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?
Elcevab: Çünki onlar hem Mu'cizât-i Kudretin en antikalari, en hârikalari, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, onlardaki Kalem-i Kader ve kudretin yazdigi ince hatti okuyamadiklari için onlarda bogulmuslar, tabiat batakligina düsmüsler.
sh: » (S: 91)
ni su kâinat içinde Rububiyyet-i Mutlakasina ve umum âlemlere Rububiyyet-i âmmesine karsi en ehemmiyetli bir abd ve hitâbat-i Sübhaniyyesine en mütefekkir bir muhatâb ve mazhariyyet-i esmâsina en câmi' bir âyine ve onu Ism-i âzamin tecellisine ve her isimde bulunan Ism-i âzamlik mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mu'cize-i Kudret ve hazain-i Rahmetinin müstemilâtini tartmak, tanimak için en ziyade mîzan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve fenadan en ziyade müteellim ve bekaya en ziyade müstak ve hayvanat içinde en nâzik ve en nâzdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-i dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadça en ulvî ve en yüksek Sûrette, mahiyette yaratsin da, onu müstaid oldugu ve müstak oldugu ve lâyik oldugu bir Dâr-i Ebedîye göndermeyip, hakikat-i insâniyeyi ibtal ederek kendi hakkaniyetine taban tabana zid ve hakikat nazarinda çirkin bir haksizlik etsin!
Hem hiç kabil midir ki: Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve daglar tahammülünden çekindigi Emânet-i Kübrâyi tahammül edip, yâni küçücük cüz'î ölçüleriyle, sanatçiklariyla Hâlikinin muhit sifatlarini, küllî suunâtini, nihayetsiz tecelliyatini ölçerek bilip; hem yerde en nâzik, nâzenin, nâzdar, âciz, zaîf yaratip; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatina bir nevi tanzimat memuru yapip, onlarin tarz-i tesbihat ve ibâdetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-i Ilahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip, Rububiyyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilân ettirmek, meleklerine tercih edip hilâfet rütbesini verdigi halde; ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin! Onu bütün mahlûkatinin en bedbaht, en bîçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atip; en mübarek, nuranî ve âlet-i tes'id bir hediye-i hikmeti olan akli o bîçareye en mes'ûm ve zulmanî bir âlet-i tâzib yapip, hikmet-i mutlakasina büsbütün zid ve merhamet-i mutlakasina külliyen münâfî bir merhametsizlik etsin. Hâsâ ve kellâ!
Elhâsil: Nasil hikâye-i temsiliyede bir zâbitin cüzdanina ve defterine bakip görmüs idik ki; hem rütbesi, hem vazifesi, hem maasi, hem düstur-u hareketi, hem cihâzati bize gösterdi ki; o zabit, o muvakkat meydan için degil, belki müstekar bir memlekete
sh: » (S: 92)
gidecek de ona göre çalisiyor. Aynen onun gibi; insanin kalb cüzdanindaki letâif ve akil defterindeki havas ve istidadindaki cihazat, tamamen ve müttefikan Saadet-i Ebediyyeye müteveccih ve ona göre verilmis ve ona göre teçhiz edilmis olduguna ehl-i tahkik ve kesf müttefiktirler. Ezcümle:
Meselâ aklin bir hizmetkâri ve tasvircisi olan kuvve-i hayâliyyeye denilse ki: "Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-i dünya verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksin." Tevehhüm aldatmamak, nefis karismamak sartiyla «Oh» yerine «Ah» diyecek ve teessüf edecek. Demek en büyük fâni, en küçük bir âlet ve cihâzat-i insâniyeyi doyuramiyor. Iste bu istidaddandir ki, insanin Ebede uzanmis emelleri ve kâinati ihâta etmis efkârlari ve ebedî saadetlerinin enva'ina yayilmis arzulari gösterir ki; bu insan ebed için halkedilmis ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.
ONIKINCI HAKIKAT: Bâb-i Risâlet ve Tenzil'dir. «Bismillahirrahmânirrahîm» in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mu'cizelerine istinad ederek sözünü te'yid ettikleri ve bütün Evliya kesf ve kerâmetlerine istinad edip dâvasini tasdik ettikleri ve bütün Asfiya tahkikatina istinad ederek hakkaniyetine sehâdet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in tahakkuk etmis bin mu'cizâtinin kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kirk vecihle mu'cize olan Kur'an-i Hakîm binler âyât-i kat'iyesine istinad ederek, bütün kat'iyetle açtiklari âhiret yolunu ve küsâd ettikleri Cennet kapisini, sinek kanadi kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin!..
Geçen hakikatlardan anlasildi ki; hasir mes'elesi öyle râsih bir hakikattir ki, Küre-i Arzi yerinden kaldiracak, kirip atacak bir kuvvet o hakikati sarsamaz. Zîra o hakikati Cenâb-i Hak bütün esmâ ve sifâtinin iktizasi ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem'i bütün mu'cizât ve berâhiniyle tasdik ediyor ve Kur'an-i Hakîm bütün hakaik ve âyâtiyla onu isbat ediyor ve su kâinat bütün âyât-i tekviniyye ve suunat-i hakîmanesi ile sehadet ediyor. Acaba hiç mümkün müdür ki; hasir mes'elesinde Vâcib-ül Vücud ile bütün mevcûdat -kâfirler müstesna olarak- ittifak etmis olsun, kil kadar kuvveti ol-
sh: » (S: 93)
mayan sübheler, seytanî vesveseler o dag gibi hakikat-i râsiha-i âliyeyi sarssin, yerinden kaldirsin. Hâsâ ve kellâ!..
Sakin zannetme, delâil-i Hasriye, bahsettigimiz Oniki Hakikata münhasirdir. Hâyir, belki yalniz Churn-i Hakîm, geçen su Oniki Hakikatlari bize ders verdigi gibi, daha binler vücûha isaret edip, herbir vecih kavî bir emâredir ki: Hâlikimiz bizi bu dâr-i fâniden bir dâr-i Bâkîye nakledecektir.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
Hem sakin zannetme ki: Hasri iktiza eden Esmâ-i Ilahiye, bahsettigimiz gibi yâlniz Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine münhasirdir. Hayir, belki kâinatin tedbirinde tecelli eden bütün Esmâ-i Ilahiye, âhireti iktiza eder, belki istilzam eder.
Hem zannetme ki, hasre delâlet eden kâinatin âyât-i tekviniyesi, su geçen bahsettigimize münhasirdir. Hâyir, belki ekser mevcûdâtta saga sola açilir perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardir ki: Bir vechi Sânia sehadet ettigi gibi, diger vechi de hasre isaret eder. Meselâ: Insanin âhsen-i takvimdeki hüsn-ü masnûiyeti, Sâni'i gösterdigi gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasiyla kisa bir zamanda zevâl bulmasi, hasri gösterir. Bâzi kerre bir vecihle iki nazarla bakilsa; hem Sâni'i, hem hasri gösterir. Meselâ: Ekser esyada görünen hikmetin tanzimi, inâyetin tezyini, adâletin tevzîni ve rahmetin taltifi; nasilki mahiyetlerine bakilsa, bir Sâni'-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm'in dest-i kudretinden çiktigini gösterirler. Onun gibi, bunlarin kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, sunlarin mazharlari olan su fâni mevcûdâtin ehemmiyetsiz ve az yasamasina bakilsa, âhiret görünür. Demek ki, hersey lisan-i hal ile
اَمَنْتُ بِاللَّهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلاَخِرِ okuyor ve okutturuyor...
***
sh: » (S: 94)
Hâtime
Geçen Oniki Hakikat, birbirini te'yid eder, birbirini tekmil eder, birbirine kuvvet verir. Bütün onlar birden ittihad ederek neticeyi gösterir. Hangi vehmin haddi var; su demir gibi, belki elmas gibi Oniki Muhkem Surlari delip geçebilsin. Tâ hisn-i hasînde olan hasr-i îmanîyi sarssin!
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyet-i kerîmesi ifade ediyor ki: Bütün insanlarin halkolunmasi ve hasredilmesi, Kudret-i Ilahiyeye nisbeten birtek insanin halki ve hasri gibi âsandir. Evet öyledir. "Nokta" nâminda bir risalede Hasir bahsinde su âyetin ifade ettigi hakikati tafsîlen yazmisim. Burada yalniz bir kisim temsîlâtiyla hülâsasina bir isaret edecegiz. Eger istersen o «Nokta»ya müracaat et.
Meselâ: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى -Temsilde kusur yok- Nasilki, «Nûrâniyyet sirriyle» Günesin cilvesi, kendi ihtiyariyla olsa da, bir zerreye sühûletle verdigi cilveyi, ayni sühssûletle hadsiz seffâfâta da verir.
Hem «seffâfîyyet sirrîyle» bir zerre-i seffâfenin küçük göz bebegi Günesin aksini almasinda, denizin genis yüzüne müsavidir.
Hem «intizâm sirriyle» bir çocuk parmagiyla gemi Sûretindeki oyuncagini çevirdigi gibi, kocaman bir diritnotu da çevirir.
Hem «imtisâl sirriyle» bir kumandan birtek neferi bir ars em
sh: » (S: 95)
riyle tahrik ettigi gibi, bir koca orduyu da ayni kelime ile tahrik eder.
Hem «müvazene sirrîyle» cevv-i fezâda bir terazi ki, öyle hakikî hassas ve o derece büyük farzedelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder ve iki günesi de istiab edip tartar. O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semâvata, birini yere indiren âyni kuvvetle, iki sems bulunsa; birini arsa, digerini ferse kaldirir, indirir.
Mâdem su âdi, nâkis, fâni mümkinatta nuraniyet ve seffâfîyet ve intizâm ve imtisâl ve müvazene sirlariyla, en büyük sey en küçük sey'e müsâvi olur. Hadsiz hesabsiz seyler birtek seye müsâvi görünür. Elbette Kadîr-i Mutlak'in zâtî ve nihayetsiz ve gâyet kemâlde olan kudretinin nuranî tecelliyati ve melekûtiyet-i esyanin seffafiyeti ve hikmet ve kaderin intizâmati ve esyanin evâmir-i tekvîniyesine kemâl-i imtisâli ve mümkinâtin vücudu ve ademin müsavâtindan ibaret olan imkânindaki müvazenesi sirrîyle; az çok, büyük küçük ona müsavi oldugu gibi, bütün insanlari birtek insan gibi bir sayha ile Hasre getirebilir. Hem bir seyin kuvvet ve za'fça merâtibi, o seyin içine ziddinin müdahalesidir. Meselâ: Hararetin derecati, sogugun müdhalesidir. Güzelligin merâtibi, çirkinligin müdahalesidir. Ziyanin tabakati, karanligin müdahalesidir. Fakat birsey zâtî olsa, ârizî olmazsa, onun ziddi ona müdahale edemez. Çünki: Cem'-i ziddeyn lâzimgelir. Bu ise, muhaldir. Demek asil, zâtî olan bir seyde merâtib yoktur. Mâdem Kadîr-i Mutlak'in kudreti zâtîdir, mümkinât gibi ârizî degildir ve kemâl-i mutlaktadir. Onun ziddi olan acz ise, muhaldir ki tedâhül etsin. Demek bir bahari halketmek, Zât-i Zülcelâl'ine bir çiçek kadar ehvendir. Eger esbaba isnad edilse; bir çiçek bir bahar kadar agir olur. Hem bütün insanlari ihya edip hasretmek, bir nefsin ihyasi gibi kolaydir.
Mes'ele-i hasrin basindan buraya kadar olan temsil sûretlerine ve hakikatlarina dair olan Beyânâtimiz, Kur'an-i Hakîm'in feyzindendir. Nefsi teslime kalbi kabûle ihzârdan ibarettir. Asil söz ise Kur'anindir. Zîra söz odur ve söz onundur. Dinleyelim:
sh: » (S: 96)
فَلِلَّهِ اْلحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ قَالَ مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارَى وَمَا هُمْ بِسُكَارَى وَلكِنَّ عَذَابَ اللّهِ شَدِيدٌ (اَللّهُ لآَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللَّهِ حَدِيثًا
اِنَّ اْلاَبْرَارِ لَفِى نَعِيمٍ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍاِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ) اَلْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ وَمَآ اَدْرَيكَ مَا الْقَارِعَةُ يَوْمَ يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ وَ تَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفُوشِ فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَهُوَ فِى عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ وَ اَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَامُّهُ هَاوِيَةٌ وَمَا اَدْرَيكَ مَاهِيَهْ نَارٌ حَامِيَةٌ وَلِلّهِ غَيْبُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
daha bunlar gibi Âyât-i Beyyinat-i Kur'aniyeyi dinleyip, âmennâ ve saddaknâ diyelim...
sh: » (S: 97)
اَمَنْتُ بِاللَّهِ وَ مَلئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ الْيَوْمِ اْلاَخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللَّهِ تَعَالَى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَ اَنَّ الْجَنَّةَ حَقٌّ وَ النَّارَ حَقٌّ وَ اَنَّ الشَّفَاعَةَ حَقٌّ وَ اَنَّ مُنْكَرًا وَ نَكِيرًا حَقٌّ وَ اَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ اَشْهَدُ اَنْ لآَ اِلهَ اِلاَّ اللَّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ
اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى اَلْطَفِ وَ اَشْرَفِ وَ اَكْمَلِ وَ اَجْمَلِ ثَمَرَاتِ طُوبَآءِ رَحْمَتِكَ الَّذِى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ وَسِيلَةً لِوُصُولِنَا اِلَى اَزْيَنِ وَ اَحْسَنِ وَ اَجْلَى وَ اَعْلَى ثَمَرَاتِ تِلْكَ طُوبَآءِ
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
Ey su risaleyi insaf ile mütâlâa eden kardes! Deme, niçin bu "Onuncu Söz"ü birden tamamiyla anlayamiyorum ve tamam anlamadigin için sikilma!.. Çünki: Ibn-i Sîna gibi bir dâhî-yi hikmet,
اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلَى مَقَايِيسَ عَقْلِيَّةٍ demis. "Iman ederiz, fakat akil bu yolda gidemez" diye hükmetmistir. Hem bütün Ülemâ-i Islâm: "Hasir, bir mes'ele-i nakliyedir, delili nakildir. Akil ile ona gidilmez." diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve mânen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur'an-i Hakîm'in feyziyle ve Hâlik-i Rahîm'in rahmetiyle, su taklidi kirilmis ve teslimi bozulmus asirda, o derin ve yüksek yolu su derece ihsan ettiginden bin sükür etmeliyiz.
sh: » (S: 98)
Çünki: Imanimizin kurtulmasina kâfi gelir. Fehmettigimiz miktarina memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyâdina çalismaliyiz.Hasre akil ile gidilmemesinin bir sirri sudur ki: Hasr-i Âzam, Ism-i A'zamin tecellisiyle oldugundan, Cenâb-i Hakk'in Ism-i A'zaminin ve her ismin âzamî mertebesindeki tecellisiyle zâhir olan ef'âl-i âzîmeyi görmek ve göstermekle, Hasr-i âzam bahar gibi kolay isbat ve kat'î Iz'ân ve tahkikî îman edilir. Su Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akil, dar ve küçük düsturlariyla kendi basina kalsa âciz kalir, taklide mecbur olur...
***
sh: » (S: 99)
ONUNCU SöZ'ÜN MÜHIM BIR ZEYLI VE LÂHIKASININ BIRINCI PARÇASI
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ يُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيِّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ * وَمِنْ اَيَاتِهِ اَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَا اَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ وَ مِنْ اَيَاتِهِ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا اِلَيْهَا وَ جَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَ رَحْمَةً اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ وَمِنْ اَيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذَلِكَ َلاَيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ وَ مِنْ اَيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَ النَّهَارِ وَابْتِغَآؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ اِنَّ فِى ذَلِكَ َلاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ وَ مِنْ اَيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَ طَمَعًا وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَآءِ مَآءً فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فِى ذلِكَ َلاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ وَمِنْ اَيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَآءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ وَ لَهُ مَنْ فِى السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ وَ هُوَ الَّذِى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَ هُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Imanin bir kutbunu gösteren bu semâvî Âyât-i Kübrânin ve
sh: » (S: 100)
Hasri isbat eden su kudsî berâhin-i uzmânin bir nükte-i ekberi ve bir hüccet-i a'zami; bu «Dokuzuncu Sua»da Beyân edilecek. Lâtif bir Inayet-i Rabbâniyyedir ki: Bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdigi tefsir mukaddemesi «Muhâkemât» nâmindaki eserin âhirinde; "Ikinci Maksad: Kur'anda hasre isaret eden iki âyet tefsir ve Beyân edilecek. نَحُو بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ deyip durmus. Daha yâzamamis. Hâlik-i Rahîm'ime delâil ve emârât-i hasriyye adedince sükür ve hamd olsun ki: Otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi. Evet bundan dokuz-on sene evvel o iki âyetten birinci âyet olan
فَانْظُرْ اِلَى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذَلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ferman-i Ilahînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söz'ü in'âm etti, münkirleri susturdu. Hem, îman-i hasrînin hücum edilmez o iki metin kal'asindan, dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan basta mezkûr âyât-i ekberin tefsirini bu risâle ile ikram etti. Iste bu Dokuzuncu Sua; mezkûr âyâtiyla isaret edilen «Dokuz Âlî Makam» ve bir ehemmiyetli «Mukaddime» den ibarettir.
* * *
sh: » (S: 101)
Mukaddime
[ Hasir akidesinin, pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmiayi ihtisar ile Beyân ve hayat-i insâniyyeye husûsan hayat-i içtimaiyyesine ne derece lüzumlu ve zarurî oldugunu izhar ve bu îmân-i hasrî akidesinin pek çok hüccetlerinden, bir tek hüccet-i külliyyeyi icmâl ile göstermek ve o akide-i hasriyye ne derece bedihî ve sübhesiz bulundugunu ifade etmekten ibaret olarak «Iki Nokta» dir.]
BIRINCI NOKTA: Âhiret akidesi; hayat-i içtimaiyye ve sahsiyye-i insâniyyenin üssül -esâsi ve saadetinin ve Kemâlâtinin esâsati olduguna, yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalniz «Dört» tanesine isaret edecegiz.
Birincisi: Nev-i beserin hemen yarisini teskil eden çocuklar, yalniz Cennet fikriyle, onlara dehsetli ve aglatici görünen ölümlere ve vefatlara karsi dayanabilirler ve gâyet zaîf ve nazik vücudlarinda bir kuvve-i mâneviyye bulabilirler ve her seyden çabuk aglayan gâyet mukavemetsiz mizâc-i ruhlarinda, o Cennet ile bir ümid bulup mesrûrâne yasayabilirler. Meselâ Cennet fikriyle der: «Benim küçük kardesim veya arkadasim öldü, Cennetin bir kusu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yasar.» Yoksa, her vakit etrafinda kendi gibi çocuklarin ve büyüklerin ölümleri, o zaîf bîçarelerin endiseli nazarlarina çarpmasi; mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalb, akil gibi bütün letâifini dahi öyle aglattiracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacakti...
Ikinci delil: Nev-i insanin bir cihette nisfi olan ihtiyarlar, yalniz hayat-i uhreviyye ile yakinlarinda bulunan kabre karsi tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar olduklari hayatlarinin yakinda sönmesine ve güzel dünyalarinin kapanmasina mukabil bir teselli bulabilirler ve çocuk hükmüne geçen seriüt-teessür ruhlarinda ve mizaçlarinda, mevt ve zevalden çikan elîm ve dehsetli me'yusiyyete karsi, ancak hayat-i bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler. Yoksa, o sefkate lâyik muhteremler ve sükûnete ve istirahat-i kalbiyyeye çok muhtaç o endiseli babalar ve analar, öyle bir vaveylâ-i ruhî ve bir dag-
sh: » (S: 102)
daga-i kalbî hissedeceklerdi ki: bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli bir azab olurdu.
Üçüncü delil: Insanlarin hayat-i içtimaiyyesinin en kuvvetli medâri olan gençler, delikanlilar, siddet-i galeyanda olan hissiyatlarini ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarini tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-i içtimaiyyenin hüsn-ü cereyanini te'min eden; yalniz Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endisesi olmazsa «El-hükmü lil-galib» kaidesiyle o sarhos delikanlilar, hevesâtlari pesinde bîçâre zaîflere, âcizlere, dünyayi Cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insâniyeti gâyet süflî bir hayvaniyyete döndüreceklerdi.
Dördüncü delil: Nev-i beserin hayat-i dünyeviyyesinde en cem'iyyetli merkez ve en esâsli zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassüngâh ise; aile hayatidir ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasidir. Ve o hâne ve aile hayatinin hayati ve saadeti ise: samimî ve ciddî ve vefâdârâne hürmet ve hakikî ve sefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaslik ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardesâne, arkadasâne münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. Mesela, der: «Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatimdir. Simdilik ihtiyar ve çirkin olmus ise de zarari yok. Çünki: Ebedî bir güzelligi var, gelecek ve böyle daimî arkadasligin hatiri için herbir fedâkârligi ve merhameti yaparim.» diyerek o ihtiyar karisina,güzelbir hûri gibi muhabbetle, sefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa, kisacik bir-iki saat sûrî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfârakate ugrayan arkadaslik; elbette gâyet sûrî ve muvakkat ve esâssiz, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiyye mânâsinda ve bir mecâzî merhamet ve sun'î bir hürmet verebilir ve hayvânatta oldugu gibi; baska menfaatler ve sâir galib hisler, o hürmet ve merhameti maglub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir...
Iste, îman-i hasrînin yüzer neticesinden birisi; hayat-i içtimaiyye-i insâniyyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarindan mezkûr dört delile sâirleri kiyas edilse anlasilir ki: Hakikat-i Hasriyyenin tahakkuku ve vukuu; insâniyyetin ulvî hakikati ve küllî haceti derecesinde kat'îdir. Belki, insanin mîdesindeki ihtiyacin vücudu; taamlarin vücuduna delâlet ve sehade-
sh: » (S: 103)
tinden daha zâhirdir. Ve daha ziyade tahakkukunu bildirir ve eger bu hakikat-i hasriyyenin neticeleri insâniyetten çiksa; o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayatdar olan insâniyyet mahiyeti; murdar ve mikrop yuvasi bir lâse hükmüne sukut edecegini isbat eder. Beserin idare ve ahlâk ve içtimâiyati ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulaklari çinlasin!
Gelsinler, bu boslugu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaralari ne ile tedâvi edebilirler?
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
IKINCI NOKTA:Hakikat-i hasriyenin hadsiz bürhânlarindan sâir erkân-i îmâniyyeden gelen sehadetlerin hülâsasindan çikan bir bürhâni, gâyet muhtasar bir Sûrette Beyân eder. Söyle ki:
Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmin Risâletine delâlet eden bütün mu'cizeleri ve bütün delâil-i Nübüvveti ve hakkaniyyetinin bütün bürhânlari, birden hakikat-i hasriyyenin tahakkukuna sehadet ederek isbat ederler. Çünki: Bu zâtin bütün hayatinda bütün dâvalari, vahdâniyetten sonra hasirde temerküz ediyor. Hem umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu'cizeleri ve hüccetleri, ayni hakikate sehadet eder. Hem وَ بِرُسُلِهِ kelimesinden gelen sehadeti, bedâhet derecesine çikaran وَ كُتُبِهِ sehadeti de ayni hakikate sehadet eder. Söyle ki: Basta Kur'an-i Mu'cizil-Beyânin hakkaniyetini isbat eden bütün mu'cizeleri, hüccetleri ve hakikatlari, birden Hakikat-i Hasriyyenin tahakkukuna ve vukuuna sehadet edip isbat ederler. Çünki: Kur'anin hemen üçten birisi Hasirdir ve ekser kisa Sûrelerinin baslarinda gâyet kuvvetli âyât-i hasriyyedir. Sarîhan ve isareten binler âyâtiyla ayni hakikati haber verir. isbat eder, gösterir. Meselâ:
( اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ) ( يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ )
( اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا ) ( اِذَا السَّمَآءُ انْفَطَرَتْ ) ( اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ )
( عَمَّ يَتَسَآءَ لُونَ ) ( هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ )
gibi, otuz-kirk Sûrelerin baslarinda bütün kat'iyyetle hakikat-i has-
sh: » (S: 104)
riyyeyi kâinatin en ehemmiyetli ve vâcib bir hakikati oldugunu göstermekle beraber, sâir âyetler dahi o hakikatin çesit çesit delillerini Beyân edip ikna' eder. Acaba birtek âyetin birtek isareti, gözümüz önünde ulûm-u Islâmiyede müteaddit ilmî, kevnî hakikatlari meyve veren bir kitabin binler böyle sehadetleri ve dâvalari ile, Günes gibi zuhur eden îmân-i hasrî; hakikatsiz olmasi Günesin inkâri belki kâinatin ademi gibi hiçbir cihet-i imkâni var mi ve yüz derece muhal ve bâtil olmaz mi? Acaba, bir Sultanin birtek isareti yalan olmamak için bâzan bir ordu hareket edip çarpistigi halde, o pek ciddî ve izzetli sultanin binler sözleri ve va'dleri ve tehdidlerini yalan çikarmak hiçbir cihette kabil midir ve hakikatsiz olmak mümkün müdür? Acaba onüç asirda fâsilasiz olarak hadsiz ruhlara, akillara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu mânevî Sultan-i Zîsan'in birtek isareti böyle bir hakikati isbat etmeye kâfi iken, binler tasrihat ile bu hakikat-i hasriyeyi gösterip isbat ettikten sonra, o hakikati tanimayan bir echel ahmak için Cehennem azabi lâzim gelmez mi ve ayn-i adâlet olmaz mi? Hem, birer zamânâ ve birer devre hükmeden bütün semâvî suhuflar ve mukaddes kitablar dahi, bütün istikbale ve umum zamanlara hükümran olan Kur'anin tafsilâtla, izahatla tekrar ile Beyân ve isbat ettigi hakikat-i hasriyyeyi, asirlarina ve zamanlarina göre o hakikati kat'î kabûl ile beraber, tafsilâtsiz ve perdeli ve muhtasar bir Sûrette Beyân, fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve isbatlari; Kur'anin dâvasini binler imza ile tasdik ederler.
Bu bahsin münasebetiyle Risâle-i Münâcâtin âhirinde: ايِمَانٌ بِالْيَوْمِ الاَخِرِ rüknüne, sâir rükünlerin hususan «Rusül» ve «kütüb»ün sehadetini, münâcât Sûretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsali ve bütün evhamlari izale eden bir hüccet-i hasriyye aynen buraya giriyor. Söyle ki: Münâcâtta demis:
Ey Rabb-i Rahîmim! Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'an-i Hakîmin dersiyle anladim ki: Basta Kur'an ve Resul-i Ekremin olarak, bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler, bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen celâlli ve cemâlli isimlerinin tecellileri daha parlak bir Sûrette ebedül-âbadda devam edecegine ve bu fâni âlemde Rahîmâne cilveleri, nümuneleri müsahede edilen ihsânatinin daha sa'saali bir tarzda Dar-i saadette istimrarina ve bekasina ve
sh: » (S: 105)
bu kisa hayat-i dünyeviyyede onlari zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müstaklarin, ebedde dahi refakatlarina ve beraber bulunmalarina icmâ ve ittifak ile sehadet ve delâlet ve isaret ederler.
Hem, yüzer mu'cizât-i bâhirelerine ve âyât-i katialarina istinaden, basta Resul-i Ekrem ve Kur'an-i Hakîmin olarak bütün nurânî ruhlarin sahibleri olan peygamberler ve bütün münevver alblerin kutublari olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akillarin madenleri olan siddîkînler, bütün suhuf-u semâviyyede ve kütüb-ü mukaddesede senin çok tekrar ile ettigin binler vaadlerine ve tehdidlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inâyet ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza eden kudsî sifatlarina, se'inlerine ve senin Izzet-i Celâline ve saltanat-i Rububiyyetine itimâden, hem âhiretin izlerini ve teressuhatini bildiren hadsiz kesfiyatlarina ve müsahedelerine ve ilmel-yakîn ve aynel-yakîn derecesinde bulunan îtikadlarina ve îmanlarina binaen saadet-i ebediyyeyi insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet için Cehennem ve ehl-i hidâyet için Cennet bulundugunu haber verip ilân ediyorlar. Kuvvetli îman edip sehadet ediyorlar...
Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-i Rahîm! Ey Sâdikul- Va'dil Kerîm! Ey Izzet ve âzamet ve Celâl sahibi Kahhâr-i Zülcelâl!.. Bu kadar sâdik dostlarini, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sifât ve suûnâtini yalanci çikarmak, tekzib etmek ve saltanat-i rububiyyetinin kat'î mukteziyatini tekzib edip yapmamak ve senin sevdigin ve onlar dahi seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbûl ibâdinin âhirete bakan hadsiz dualarini ve dâvalarini reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve seni vâdinde tekzib etmekle, senin azâmet-i kibriyâna dokunan ve Izzet-i Celâline dokunduran ve Ulûhiyyetinin haysiyyetine ilisen ve sefkat-i Rububiyyetini müteessir eden ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü hasrin inkârinda, onlari tasdik etmekten yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlisin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, senin o nihayetsiz adâletini ve nihayetsiz Cemâlini ve hadsiz Rahmetini, hadsiz derece takdis ediyoruz.Ve bütün kuvvetimizle îman ederiz ki: O yüzbinler sâdik elçilerin ve o hadsiz dogru dellâl-i Saltanatin olan Enbiya, Asfiya, Evliyalar, hakkal-yakîn, aynel-yakîn, ilmel-yakîn Sûretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatinin definelerine ve dar-i saâdette tamamiyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel
sh: » (S: 106)
cilvelerine sehadetleri hak ve hakikattir. Ve isaretleri dogru ve mutabiktir.Ve besaretleri sâdik ve vâkidir. Ve onlar bütün hakikatlarin mercii ve günesi ve hâmisi olan «HAK» isminin en büyük bir suai; bu hakikat-i ekber-i hasriyye oldugunu îman ederek, senin emrin ile senin ibâdina hak dairesinde ders veriyorlar. Ve ayn-i hakikat olarak tâlim ediyorlar. Yâ Rab! Bunlarin ders ve tâlimlerinin hakki ve hürmeti için bize ve Risâle-i Nur talebelerine îman-i ekmel ve hüsn-ü hâtime ver Ve bizleri Onlarin sefaatlerine mazhar eyle, âmin...
Hem nasilki Kur'anin, belki bütün Semâvî Kitaplarin hakkaniyyetini isbat eden umum deliller ve hüccetler ve Habibullahin, belki bütün Enbiyanin nübüvvetlerini isbat eden umum mu'cizeler ve bürhânlar, dolayisiyla en büyük müddealari olan âhiretin tahakkukuna delâlet ederler. Aynen öyle de, Vâcib-ül Vücudun vücuduna ve vahdetine sehadet eden ekser deliller ve hüccetler, dolayisiyla Rububiyyetin ve Ulûhiyyetin en büyük medâri ve mazhari olan dâr-i saadetin ve âlem-i bekanin vücuduna, açilmasina sehadet ederler. Çünki, gelecek makamatta Beyân ve isbat edilecegi gibi, Zât-i Vâcib-ül Vücudun hem mevcûdiyyeti, hem umum sifatlari, hem ekser isimleri, hem Rububiyyet, Ulûhiyyet, Rahmet, Inâyet, Hikmet, Adâlet gibi vasiflari, se'nleri lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücub derecesinde bâki bir âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücâzat için hasri ve nesri isterler Evet, mâdem Ezelî, Ebedî bir Allah var; elbette Saltanat-i Ulûhiyyetinin sermedî bir medâri olan âhiret vardir. Ve madem, bu kâinatta ve zîhayatta gâyet hasmetli ve hikmetli ve sefkatli bir Rubûbiyet-i Mutlaka var. Ve görünüyor. Elbette o Rubûbiyetin hasmetini sukuttan ve hikmetini abesiyyetten ve sefkatini gadirden kurtaran, ebedî bir dâr-i saadet bulunacak ve girilecek.
Hem madem, göz ile görünen bu hadsiz in'amlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inâyetler, rahmetler; perde-i gayb arkasinda bir Zât-i Rahman-i Rahîmin bulundugunu sönmemis akillara, ölmemis kalblere gösterir. Elbette in'âmi istihzadan, ve ihsani aldatmaktan ve inâyeti adâvetten ve rahmeti azabdan ve lütuf ve keremi ihânetten halâs eden ve ihsani ihsan eden ve ni'meti ni'met eden, bir âlem-i bâkîde bir hayat-i bâkiye var. Ve olacaktir.
Hem madem, bahar faslinda zeminin dar sahifesinde hatâsiz yüzbin kitabi birbiri içinde yazan bir Kalem-i Kudret gözümüz önün
sh: » (S: 107)
de yorulmadan isliyor. Ve o kalem sahibi yüzbin defa, ahd ü va'detmis ki: «Bu dar yerde ve karisik ve birbiri içinde yazilan bahar kitabindan daha kolay olarak genis bir yerde güzel ve lâyemut bir kitabi yazacagim ve size okutturacagim» diye, bütün fermanlarda o kitapdan bahsediyor. Elbette ve herhalde o kitabin asli yazilmis ve hasir ve nesir ile hâsiyeleri de yazilacak. Ve umumun defter-i a'malleri onda kaydedilecek.
Hem madem, bu Arz, kesret-i mahlûkat cihetiyle ve mütemadiyen degisen yüzbinler çesit çesit enva-i zevil-hayat ve zevil-ervahin meskeni, mensei, fabrikasi, mesheri, mahseri olmasi haysiyetiyle bu kâinatin kalbi, merkezi, hülâsasi, neticesi, sebeb-i hilkati olarak gâyet büyük öyle
bir ehemmiyeti var ki: Küçüklügüyle beraber koca Semâvata karsi denk tutulmus. Semâvî fermanlarda dâima: رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ deniliyor. Ve madem, bu mahiyetteki Arzin her tarafina hükmeden ve ekser mahlûkatina tasarruf eden ve ekser zîhayat mevcûdâtini teshir edip kendi etrafina toplattiran ve ekser masnûâtini kendi hevesâtinin hendesesiyle ve ihtiyacatinin düsturlariyla öyle güzelce tanzim ve teshir ve tezyin ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayip süslettirir ki, degil yalniz ins ve cinn nazarlarini, belki Semâvat ehlinin ve kâinatin nazar-i dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinatin sahibinin nazar-i istihsanini celbetmekle gâyet büyük bir ehemmiyet ve kiymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatin hikmet-i hilkati ve büyük neticesi ve kiymetli meyvesi ve Arz'in halifesi oldugunu; fenleriyle, san'atlariyla gösteren.. ve Dünya cihetinde Sâni-i âlem'in mu'cizeli san'atlarini gâyet güzelce teshir ve tanzim ettigi için, isyan ve küfrüyle beraber dünyada birakilan ve azâbi te'hir edilen.. ve bu hizmeti için imhal edilip muvaffakiyet gören nev-i benî-âdem var.
Ve madem, bu mahiyetteki nev-i benî-âdem, mizaç ve hilkat itibariyle gâyet zaif ve âciz ve gâyet acz ve fakriyla beraber hadsiz ihtiyacati ve teellümâti oldugu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarinin fevkinde olarak koca Küre-i Arz'i, o nev-i insana lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen ve her nevi taamlara anbar ve nev-i insanin hosuna gidecek her çesit mallara bir dükkân Sûretine getiren, gâyet kuvvetli ve hikmetli ve sefkatli bir Mutasarrif var ki, böyle nev-i insana bakiyor, besliyor, istedigini veriyor.
sh: » (S: 108)
Ve madem, bu hakikatteki bir Rab; hem, insani sever; hem, kendini insana sevdirir; hem bâkidir; hem, bâki âlemleri var; hem, adâletle her isi görür ve hikmetle hersey'i yapiyor. Hem bu kisa hayat-i dünyeviyyede ve bu kisacik ömr-ü beserde ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelînin hasmet-i saltanati ve sermediyet-i hâkimiyyeti yerlesemiyor. Ve nev-i insanda vuku bulan ve kâinatin intizâmina ve adâlet ve müvazenelerine ve hüsn-ü cemâline münâfî ve muhâlif çok büyük zulümleri ve isyanlari ve veli-ni'metine ve onu sefkatle besleyene karsi ihânetleri, inkârlari, küfürleri bu dünyada cezasiz kalip, gaddar zâlim, rahat ile hayatini ve bîçâre mazlum mesakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen su Adâlet-i Mutlakanin mahiyeti ise; dirilmemek Sûretiyle o gaddar zâlimlerin ve me'yus mazlumlarin vefat içindeki müsavatlarina bütün bütün zittir, kaldirmaz, müsaade etmez!
Ve madem, nasilki kâinatin sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev-i insani intihab edip gâyet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermis. Öyle de, nev-i insandan dahi makasid-i Rububiyyetine tevafuk eden ve kendilerini îman ve teslim ile Ona sevdiren hakikî insanlar olan Enbiya ve Evliya ve Asfiyayi intihab edip kendine dost ve muhatâb ederek, onlari mu'cizeler ve tevfikler ile ikram ve düsmanlarini Semâvî tokatlar ile tâzib ediyor. Ve bu kiymetli, sevimli dostlarindan dahi, onlarin imami ve mefhari olan, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmi intihab ederek, ehemmiyetli Küre-i Arzin yarisini ve ehemmiyetli nev-i insanin besden birisini uzun asirlarda Onun nuruyla tenvir ediyor.. âdeta bu kâinat Onun için yaratilmis gibi; bütün gayeleri Onun ile ve Onun dini ile ve Kur'ani ile tezahür ediyor. Ve o pek çok kiymetdar ve milyonlar sene yasayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstahak ve lâyik iken, gâyet mesakkatler ve mücahedeler içinde altmisüç sene gibi kisacik bir ömür verilmis. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkâni, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyyeti var mi ki: O Zat, bütün emsâli ve dostlariyle beraber dirilmesin? Ve simdi de ruhen diri ve hayy olmasin? Idam-i ebedî ile mahvolsunlar? Hâsâ, yüzbin def'a hâsâ ve kellâ!..
Evet bütün kâinat ve hakikat-i âlem, dirilmesini dâva eder ve hayatini Sahib-i Kâinattan taleb ediyor ve mâdem Yedinci Sua olan
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
sh: » (S: 109)
«Âyet-ül Kübrâ» da herbiri bir dag kuvvetinde otuzüç aded icmâ-i azîm isbat etmisler ki: Bu kâinat bir elden çikmis. Ve birtek Zâtin mülküdür ve kemâlât-i Ilâhiyyenin medâri olan Vahdetini ve Ehadiyyetini bedâhetle göstermisler ve Vahdet ve Ehadiyyet ile bütün kâinat, O Zât-i Vâhidin emirber neferleri ve müsahhar memurlari hükmüne geçiyor ve âhiretin gelmesiyle, kemâlâti sukuttan; ve Adâlet-i mutlakasi, müstehziyâne gadr-i mutlaktan; ve hikmet-i âmmesi; sefahetkârane abesiyyetten; ve Rahmet-i Vâsiasi, lâhiyane tâzibden; ve Izzet-i Kudreti, zelilâne acizden kurtulurlar, takaddüs ederler. Elbette ve elbette ve herhalde îman-i Billahin yüzer nüktesinden bu sekiz mâdemlerdeki hakikatlarin muktezasiyla; kiyamet kopacak. Hasir ve nesir olacak. Dâr-i Mücâzat ve Mükâfat açilacak... Tâ ki arz'in mezkûr ehemmiyeti ve merkeziyyeti ve insanin ehemmiyeti ve kiymeti tahakkuk edebilsin ve Arz ve insanin Hâliki ve Rabbi olan Mutasarrif-i Hakîm'in mezkûr adâleti, hikmeti, rahmeti, saltanati takarrur edebilsin ve o Bâkî Rabb'in mezkûr hakikî dostlari ve müstaklari îdam-i ebedîden kurtulsun ve o dostlarin en büyügü ve en kiymettari, bütün kâinati memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatini görsün ve Sultan-i Sermedînin Kemâlâti naks ve kusurdan ve kudreti acizden ve hikmeti sefahetten ve adâleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve teberri etsin.
Elhâsil: Mâdem Allah var. Elbette âhiret vardir...
Hem nasilki: Mezkûr üç erkân-i îmâniyye onlari isbat eden bütün delilleriyle hasre sehadet ve delâlet ederler. Öyle de وَ بِمَلئِكَتِهِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللَّهِ تَعَالَى olan iki rükn-ü imânî dahi, hasri istilzam edip kuvvetli bir Sûrette âlem-i bekaya sehadet ve delâlet ederler. Söyle ki:
Melâikenin vücudunu ve vazife-i ubûdiyyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müsahedeler, mükâlemeler, dolayisiyla âlem-i ervâhin ve âlem-i gaybin ve âlem-i bekanin ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile senlendirilecek olan dâr-i saâdetin, cennet ve cehennemin vücudlarina delâlet ederler. Çünki: Melekler bu âlemleri izn-i ilâhî ile görebilirler; ve girerler ve Hazret-i Cebrâil gibi, insanlar ile görüsen umum Melâike-i Mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücudlarini ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyor-
sh: » (S: 110)
lar. Görmedigimiz Amerika kit'asinin vücudunu, ondan gelenlerin ihbariyla bedihî bildigimiz gibi; yüz tevatür kuvvetinde bulunan melâike ihbaratiyla âlem-i bekanin ve dâr-i âhiretin ve Cennet ve Cehennemin vücudlarina o kat'iyette îmân etmek gerektir ve öyle de îman ederiz.
Hem, Yirmialtinci Söz olan «Risale-i Kader» de «Iman-i Bilkader» rüknünü isbat eden bütün deliller; dolayisiyla hasre ve nesr-i suhufa ve mizân-i ekberdeki müvazene-i a'mâle delâlet ederler. Çünki: Hersey'in mukadderatini gözümüz önünde nizâm ve mîzan levhalarinda kaydetmek ve her zîhayatin sergüzest-i hayatiyyelerini kuvve-i hâfizalarinda ve çekirdeklerinde ve sâir elvah-i misâliyyede yazmak ve her zîruhun, hususan insanlarin defter-i a'mallerini elvah-i mahfûzada tesbit etmek, ve geçirmek; elbette öyle muhit bir kader ve hakîmâne bir takdir ve müdakkikane bir kayid ve hafîzane bir kitabet; ancak Mahkeme-i Kübrâda umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücâzat için olabilir. Yoksa o ihâtali ve inceden ince olan kayid ve muhâfaza; bütün bütün mânâsiz, faidesiz kalir. Hikmete ve hakikate münâfî olur. Hem hasir gelmezse; kader kalemiyle yazilan bu kitab-i kâinatin bütün muhakkak mânâlari bozulur ki, hiçbir cihet-i imkâni olamaz ve o ihtimal, bu kâinatin vücudunu inkâr gibi bir muhal, belki bir hezeyan olur...
ELHASIL: Imânin bes rüknü bütün delilleriyle «Hasr ve Nesrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-i âhiretin vücuduna ve açilmasina delâlet edip isterler ve sehadet edip taleb ederler. Iste hakikat-i hasriyenin âzametine tam muvafik böyle âzametli ve sarsilmaz direkleri ve bürhânlari bulundugu içindir ki: Kur'an-i Mu'cizül Beyânin hemen hemen üçten birisi Hasir ve Âhireti teskil ediyor ve Onu bütün hakaikine temel tasi ve üssül-esâs yapiyor ve hersey'i Onun üstüne bina ediyor...
(Mukaddeme nihayet buldu.)
* * *
sh: » (S: 111)
Zeylin Ikinci Parçasi
[Bastaki Âyetin mu'cizâne isaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i Hasriyeye dair «'Dokuz Makam» dan «Birinci Makam»:]
فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ
تُظْهِرُون َُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيِّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ
olan fikradaki ferman-i hasre dair buradaki gösterdigi bürhân-i bâhirî ve hüccet-i katiasi Beyân ve izah edilecek insâallah. (Hâsiye)
Hayatin, Yirmisekizinci hassasinda Beyân edilmistir ki: Hayat, îmanin alti erkânina bakip isbat ediyor. Onlarin tahakkukuna isaretler ediyor. Evet, mâdem bu kâinatin en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkati hayattir. Elbette o hakikat-i âliye; bu fâni, kisacik, noksan, elemli hayat-i dünyeviyyeye münhasir degildir. Belki, hayatin, yirmidokuz hassasiyle mahiyetinin âzameti anlasilan secere-i hayatin gayesi, neticesi ve o secerenin âzametine lâyik meyvesi; hayat-i ebediyyedir ve hayat-i uhreviyyedir ve tasiyle ve agaciyle, topragiyle hayatdar olan dâr-i saâdetteki hayattir. Yoksa, bu hadsiz cihâzat-i mühimme ile techiz edilen hayat seceresi, zîsuur hakkinda, hususan insan hakkinda meyvesiz, faidesiz, hakikatsiz olmak lâzim gelecek ve sermâyece ve cihâzatça serçe kusundan, meselâ, yirmi derece ziyade ve bu kâinatin ve zîhayatin en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan; serçe kusundan saâ-
______________________________
(Hâsiye): O makam daha yazilmamis ve hayat mes'elesi hasre münasebeti için buraya girmis. Fakat hayatin âhirinde kader rüknüne isareti pek ince ve derindir.
sh:» (S: 112)
det-i hayat cihetinde, yirmi derece asagi düsüp, en bedbaht, en zelil bir bîçâre olacak...
Hem, en kiymettar bir ni'met olan akil dahi, geçmis zamanin hüzünlerini ve gelecek zamanin korkularini düsünmek ile kalb-i insani mütemadiyen incitip, bir lezzete dokuz elemleri karistirdigindan en musibetli bir belâ olur. Bu ise yüz derece bâtildir. Demek bu hayat-i dünyeviyye, âhirete îman rüknünü kat'î isbat ediyor ve her baharda hasrin üçyüzbinden ziyade nümûnelerini gözümüze gösteriyor. Acaba, senin cisminde ve senin bahçende ve senin vataninda, senin hayatina lâzim ve münasip bütün levâzimati ve cihâzâti, hikmet ve inâyet ve rahmetle ihzâr eden ve vaktinde yetistiren, hattâ senin midenin beka ve yasamak arzusuyla ettigi hususî ve cüz'î olan rizk duâsini bilen ve isiten ve hadsiz leziz taamlarla o duânin kabûlünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrif-i Kadîr, hiç mümkün müdür ki seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanin en büyük gayesi olan hayat-i ebediyyeye lâzim esbabi izhar etmesin? Ve nev-i insanin en büyük ve en ehemmiyetli, en lâyik ve umumî olan beka duâsini; hayat-i uhreviyyenin insasiyle ve cennetin îcadiyle kabûl etmesin! Ve kâinatin en mühim mahlûku, belki zeminin sultani ve neticesi olan nev-i insanin ars ve fersi çinlatan umumî ve gâyet kuvvetli duâsini isitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin! Kemâl-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin! Hâsâ, yüzbin defa hâsâ!..
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
Hem, hiç kabil midir ki: Hayatin en cüz'îsinin pek gizli sesini isitsin, derdini dinlesin, derman versin ve nazini çeksin ve kemâl-i îtina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatini ona hizmetkâr yapsin ve sonra, en büyük ve kiymetdar ve bâkî ve nâzdar bir hayatin gök sadasi gibi yüksek sesini isitmesin! Ve onun çok ehemmiyetli beka duâsini ve nâzini ve niyâzini nazara almasin! Âdeta bir neferin kemâl-i îtina ile techiz ve idaresini yapsin ve mutî ve muhtesem orduya hiç bakmasin! Ve zerreyi görsün, günesi görmesin! Sivrisinegin sesini isitsin, gök gürültüsünü isitmesin! Hâsâ, yüzbin defa hâsâ!.
Hem, hiçbir cihetle akil kabûl eder mi ki: Hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede sefkatli ve kendi san'atini çok sever ve kendini sevdirip ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-i Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fitratan perestis eden, hayati ve hayatin zâti ve cevheri olan
sh:» (S: 113)
ruhu; mevt-i ebedî ile îdam edip kendinden o sevgili muhibbini ve habbini ebedî bir sûrette küstürsün, dariltsin, dehsetli rencîde ederek, sirr-i rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin! Hâsâ, yüzbin defa hâsâ ve kellâ!.. Bu kâinati cilvesiyle süslendiren bir Cemâl-i Mutlak ve umum mahlûkati sevindiren bir Rahmet-i Mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.
Netice: Mâdem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatin sirrini anlayanlar ve hayatini su-i istimal etmeyenler dâr-i bekada ve Cennet-i Bâkiyede hayat-i bâkiyeye mazhar olacaklardir. Âmenna.. ve hem nasilki: Yeryüzünde bulunan parlak seylerin, Günesin akisleriyle parlamalari ve denizlerin yüzlerinde kabarciklar, ziyanin lem'alariyle parlayip sönmeleri, arkalarindan gelen kabarciklar, gidenler gibi yine hayâlî Günesciklere âyinelik etmeleri; bilbedâhe gösteriyor ki: O lem'alar, yüksek birtek Günesin cilve-i in'ikâsidirlar ve Günesin vücûdunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve isik parmaklariyle ona isâret ediyorlar. Aynen öyle de; Zât-i Hayy-u Kayyûmun Muhyî isminin cilve-i âzami ile berrin yüzünde ve bahrin içindeki zîhayatlarin Kudret-i Ilâhiyye ile parlayip, arkalarindan gelenlere yer vermek için «Yâ Hay» deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-i sermediyye sahibi olan Zât-i Hayy-u Kayyûmun hayatina ve vücûb-u vücûduna sehadetler, isaretler ettikleri gibi, umum mevcûdâtin tanziminde eseri görünen Ilm-i Ilâhîye sehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün burhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan, irade ve mesîeti isbat eden bütün hüccetler ve Kelâm-i Rabbânî ve Vahy-i Ilâhînin medâri olan Risâletleri isbat eden bütün alâmetler, mu'cizeler ve hâkezâ... Yedi sifât-i Ilâhiyyeye sehadet eden bütün delâil, bil'ittifak Zât-i Hayy-u Kayyûmun hayatina delâlet, sehadet, isaret ediyorlar. Çünki: Nasil bir seyde görmek varsa, hayati da vardir. Isitmek varsa, hayatin alâmetidir. Söylemek varsa, hayatin vücûduna isaret eder. Ihtiyar, irade varsa, hayati gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta âsâriyle vücutlari muhakkak ve bedihî olan Kudret-i Mutlaka ve Irâde-i Sâmile ve Ilm-i Muhît gibi sifatlar, bütün delâilleri ile Zât-i Hayy-u Kayyûmun hayatina ve Vücûb-ü Vücûduna sehadet ederler ve bütün kâinati bir gölgesiyle isiklandiran ve bir cilvesiyle bütün Dâr-i Âhireti zerratiyle beraber hayatlandiran hayat-i sermediyyesine sehadet ederler.
sh:» (S: 114)
Hem hayat, Melâikeye îman rüknüne dahi bakar. Remzen isbat eder. Çünki: Mâdem kâinatta en mühim netice hayattir ve en ziyade intisar eden ve kiymetdarligi için nüshalari teksir edilen ve zemin misafirhânesini, gelip geçen kafilelerle senlendiren zîhayatlardir ve mâdem Küre-i Arz, bu kadar zîhayatin envaiyle dolmus ve mütemadiyen zîhayat envâlarini tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar bosanir ve en hasis ve çürümüs maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahser-i huveynat oluyor ve mâdem hayatin süzülmüs en sâfi hulâsasi olan, suur ve akil; ve lâtif ve sâbit cevheri olan ruh; Küre-i Arzda gâyet kesretli bir sûrette halkolunuyorlar. Âdeta Küre-i Arz, hayat ve akil ve suur ve ervah ile ihyâ olup öyle senlendirilmis. Elbette Küre-i Arzdan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan Ecrâm-i Semâviyye; ölü, câmid, hayatsiz, suursuz kalmasi imkân haricindedir. Demek, gökleri, günesleri, yildizlari senlendirecek ve hayatdar vaziyetine verecek ve netice-i hilkat-i semâvâti gösterecek ve hitâbat-i Sübhâniyyeye mazhar olacak olan zîsuur, zîhayat ve semâvata münasip sekeneler, herhalde sirr-i hayatla bulunuyorlar ki, onlar da Melâikelerdir...
Hem, hayatin sirr-i mahiyeti, Peygamberlere îman rüknüne bakip remzen isbat eder. Evet, mâdem kâinat, hayat için yaratilmis ve hayat dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelînin bir cilve-i âzamidir. Bir naks-i ekmelidir. Bir san'at-i ecmelidir. Mâdem hayat-i sermediyye, Resullerin gönderilmesiyle ve kitaplarin indirilmesiyle kendini gösterir. Evet, eger kitaplar ve pegamberler olmaz ise, o hayat-i ezeliyye bilinmez. Nasilki: Bir adamin söylemesiyle diri ve hayatdar oldugu anlasilir. Öyle de, bu kâinatin perdesi altinda olan Âlem-i Gaybin arkasinda söyleyen, konusan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtin kelimâti, hitâbâtini gösterecek peygamberler ve nâzil olan Kitaplardir. Elbette kâinattaki hayat, kat'î bir Sûrette Hayy-i Ezelînin vücûb-u vücûduna kat'î sehadet ettigi gibi, o hayat-i ezeliyyenin suââti, celevâti, münesebâti olan «Irsâl-i Rüsul ve Inzâl-i Kütüb» rükünlerine bakar remzen isbat eder ve bilhassa Risâlet-i Muhammediyye ve Vahy-i Kur'anî, hayatin ruhu ve akli hükmünde oldugundan, bu hayatin vücudu gibi hakkaniyetleri kat'îdir denilebilir.
Evet, nasilki hayat; bu kâinattan süzülmüs bir hulâsadir vesuur ve his dahi, hayattan süzülmüs, hayatin bir hulâsasidir ve akil
sh:» (S: 115)
dahi, suurdan ve hisden süzülmüs, suurun bir hulâsasidir ve ruh dahi, hayatin hâlis ve sâfi bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtidir. Öyle de, maddî ve mânevî, Hayat-i Muhammediyye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüs hulâsat-ül-hulâsadir ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) dahi; kâinatin his ve suur ve aklindan süzülmüs en sâfi hulâsasidir. Belki maddî ve mânevî hayat-i Muhammediyye (A.S.M.), - âsârinin sehadetiyle- hayat-i kâinatin hayatidir ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) suur-u kâinatin suurudur ve nûrudur ve Vahy-i Kur'an dahi, -hayatdar hakaikinin sehadetiyle- hayat-i kâinatin ruhudur ve suur-u kâinatin aklidir. Evet, evet, evet!..
Eger, kâinattan Risâlet-i Muhammediyyenin (A.S.M.) nûru çiksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eger Kur'an gitse, kâinat divâne olacak ve Küre-i Arz, kafasini, aklini kaybedecek. Belki, suursuz kalmis olan basini, bir seyyâreye çarpacak, bir Kiyâmeti koparacak...
Hem hayat, «îman-i Bilkader» rüknüne bakiyor. Remzen isbat eder. Çünki, mâdem hayat, âlem-i sehadetin ziyâsidir; ve istilâ ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlik-i kâinatin en câmi âyinesidir ve Faaliyet-i Rabbâniyyenini en mükemmel enmûzeci ve fihristesidir. (Temsilde hatâ olmasin) bin nevi programi hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yâni mâzi, müstakbel, yâni geçmis ve gelecek mahlûkatin hayat-i mâneviyyeleri hükmünde olan intizâm ve nizâm ve mâlûmiyyet ve meshûdiyyet ve taayyün ve evâmir-i tekvîniyyeyi imtisâle müheyya bir vaziyette bulunmalarini, sirr-i hayat iktiza ediyor. Nasilki, bir agacin çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasinda ve meyvelerindeki çeikrdekleri dahi; aynen agaç gibi bir nevi hayata mazhardirlar. Belki, agacin kavânin-i hayatiyyesinden daha ince kavânin-i hayati tasiyorlar. Hem nasilki, bu hâzir bahardan evvel geçmis güzün biraktigi tohumlar ve kökler; bu bahar gittikten sonra gelecek baharlarda birakacagi çekirdekler, kökler; bu bahar gibi, cilve-i hayati tasiyorlar ve kavânin-i hayatiyyeye tâbidirler. Aynen öyle de: Secere-i kâinatin bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mâzisi ve müstakbeli var. Geçmis ve gelecek tavirlardan ve vaziyetlerden mütesekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i ilâhiyyede muhtelif tavirlar ile müteaddit vücutlari, bir silsile-i vücûd-u ilmî teskil eder ve vücûd-u hâricî gibi, vücûd-u ilmî dahi, hayat-i umumiyyenin, mânevî bir cilvesine maz-
sh:» (S: 116)
hardir ki; Mukadderat-i hayatiyye o mânidar ve canli Elvâh-i Kaderiyyeden alinir.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
Evet, âlem-i gaybin bir nev'i olan âlem-i ervah; ayn-i hayat ve madde-i hayat ve hayatin cevherleri ve zatlari olan ervah ile dolu olmasi, elbette mâzi ve müstakbel denilen âlem-i gaybin bir diger nev'i de ve ikinci kismi dahi cilve-i hayata mazhariyyeti ister ve istilzam eder. Hem, bir sey'in vücûd-u ilmîsindeki intizâm-i ekmel ve mânidar vaziyetleri ve canli meyveleri, tavirlari, bir nevi hayat-i mâneviyyeye mazhariyyetini gösterir. Evet, hayat-i ezeliyye günesinin ziyâsi olan, bu gibi cilve-i hayat, elbette yalniz bu âlem-i sehadete ve bu zaman-i hâzira ve bu vücûd-u hâricîye münhasir olamaz. Belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanin cilvesine mazhardir ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyâdardir. Yoksa, nazar-i dalâletin gördügü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altinda herbir âlem büyük ve müthis birer cenâze ve karanlikli birer virâne âlem olacakti.
Iste, Kadere ve Kazâya îman rüknünün dahi genis bir vechi de sirr-i hayatla anlasiliyor; ve sâbit oluyor. Yâni, nasilki âlem-i sehadet ve mevcut hâzir esya, intizâmlariyle ve neticeleriyle hayatdarliklari görünüyor. Öyle de, âlem-i gaybdan sayilan geçmis ve gelecek mahlûkatin dahi, mânen hayatdar bir vücûd-u mânevîleri ve ruhlu birer sübût-u ilmîleri vardir ki: Levh-i Kaza ve Kader vasitasiyle o mânevî hayatin eseri, mukadderat namiyle görünür, tezâhür eder...
* * *
sh:» (S: 117)
Zeylin Üçüncü parçasi
Hasir münasebetiyle bir sual: Kur'anda mükerreren:
اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً hem وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ fermanlari gösteriyor ki: Hasr-i Â'zam bir anda, zamansiz vücuda geliyor. Dar akil ise, bu hadsiz derece hârika ve emsalsiz olan mes'eleyi iz'ân ile kabûl etmesine medâr olacak meshud bir misâl ister.
ELCEVAP: Hasirde, ruhlarin cesedlere gelmesi var. Hem cesedlerin ihyasi var. Hem cesedlerin insasi var.«Üç mes'ele» dir.
BIRINCI MES'ELE: Ruhlarin cesedlerine gelmesine misâl ise: Gâyet muntâzam bir ordunun efradi, istirahat için her tarafa dagilmis iken, yüksek sadâli bir boru sesiyle toplanmalaridir. Evet, Isrâfil'in borusu olan SUR'u, ordunun borazanindan geri olmadigi gibi, ebedler tarafinda ve zerreler âleminde iken Ezel cânibinden gelen اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ hitâbini isiten ve قَالُوا بَلَى ile cevab veren ervahlar, elbette ordunun neferatindan binler derece daha müsahhar ve muntâzam ve mutîdirler. Hem degil yalniz ruhlar, belki bütün zerreler dahi, bir ordu-yu Sübhânî ve emirber neferleri oldugunu kat'î bürhânlarla Otuzuncu Söz isbat etmis.
IKINCI MES'ELE: Cesedlerin ihyasi misâli ise: Çok büyük bir sehirde, senlik bir gecede, birtek merkezden, yüzbin elektrik lâmbalari, âdeta zamansiz bir anda canlanmalari ve isiklanmalari gibi, bütün Küre-i Arz yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür. Mâdem Cenâb-i Hakkin elektrik gibi bir mahlûku ve bir misâfirhanesinde bir hizmetkâri ve bir mumdari, Hâlikindan aldigi terbiye ve intizâm dersiyle bu keyfiyyete mazhar oluyor. Elbette elektrik gibi binler nuranî hizmetkârlarinin temsil ettikleri, hikmet-i Ilâhiyyenin muntâzam kanunlari dairesinde Hasr-i A'zam tarfetül-ayn'da vücûda gelebilir.
ÜÇÜNCÜ MES'ELE, KI : Ecsâdin def'aten insasinin misâli ise;
sh:» (S: 118)
bahar mevsiminde birkaç gün zarfinda nev-i beserin umumundan bin derece ziyade olan umum agaçlarin bütün yapraklari, evvelki baharin ayni gibi birden mükemmel bir sûrette insalari ve yine umum agaçlarin umum çiçekleri ve meyveleri ve yapraklari, geçmis baharin mahsulâti gibi, berk gibi bir sür'atle îcadlari; hem o baharin mebde'leri olan hadsiz tohumcuklarin, çekirdeklerin, köklerin, birden beraber intibahlari ve inkisaflari ve ihyâlari; hem kemiklerden ibaret olarak ayakta duran emvat gibi bütün agaçlarin cenazeleri bir emir ile def'aten «Ba'sü Ba'del Mevt» e mazhariyetleri ve nesirleri; hem küçücük hayvan tâifelerinin hadsiz efradlarinin gâyet derecede san'atli bir Sûrette ihyâlari; hem, bilhassa sinekler kabîlelerinin hasirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadini temizlemekle bize abdesti ve nezâfeti ihtar eden ve yüzümüzü oksayan gözümüz önündeki kabîlenin bir senede nesrolan efrâdi, benî-âdemin Âdem zamanindan beri gelen umum efradindan fazla oldugu halde, her baharda sâir kabîleler ile beraber birkaç gün zarfinda insalari ve ihyâlari, hasirleri; elbette Kiyâmette ecsad-i insâniyenin insasina bir misâl degil, belki binler misâldirler.
Evet dünya dârül-hikmet ve âhiret dârül-kudret oldugundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasiyla, dünyada îcad-i esya bir derece tedricî ve zaman ile olmasi; Hikmet-i Rabbâniyyenin muktezasi olmus. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezâhürleri için maddeye ve müddete ve zamânâ ve beklemeye ihtiyaç birakmadan birden esya insa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapilan isler, âhirette bir anda, ve bir lemhada insasina isareten Kur'an-i Mu'cizül-Beyân وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ferman eder. Eger hasrin gelmesini, gelecek baharin gelmesi gibi, kat'î bir sûrette anlamak istersen; hasre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söze dikkat ile bak, gör. Eger baharin gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmagini gözüme sok...
DöRDÜNCÜ MES'ELE olan mevt-i dünya ve kiyâmet kopmasi ise: Bir anda bir seyyâre veya bir kuyruklu yildizin emr-i Rabbânî ile Küremize, misafirhânemize çarpmasi; bu hânemizi harab edebilir. On senede yapilan bir sarayin, bir dakikada harab olmasi gibi...
***
sh:» (S: 119)
Zeylin Dördüncü parçasi
قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِ اَنْشَاَهَآ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
Yâni, insan der: «Çürümüs kemikleri kim diriltecek?» Sen, de: «Kim, onlari bidayeten insa edip hayat vermis ise o diriltecek.»
Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin Üçüncü temsilinde tasvir edildigi gibi; bir zat göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teskil ettigi halde, biri dese: «Su zat, efradi istirahat için dagilmis olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizâmi altina getirebilir.» Sen ey insan, desen «Inanmam.» Ne kadar divânece bir inkâr oldugunu bilirsin. Aynen onun gibi; hiçlikten, yeniden ordu-misâl bütün hayvânat ve sâir zîhayatin, tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizâmla ve mîzan-i hikmetle o bedenlerin zerratini ve letâifini emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerlestiren ve her karnda, hattâ her baharda ruy-i zeminde yüz binler ordu-misâl zevil-hayatin envâlarini ve tâifelerini îcad eden bir Zât-i Kadîr-i Alîm, tabur-misâl bir cesedin nizâmi altina girmekle birbiriyle tanisan zerrat-i esâsiyye ve eczâ-i asliyyeyi bir sayha ile Sûr-u Isrâfilin borusuyla nasil toplayabilir? Istib'âd sûretinde denilir mi? Denilse, eblehcesine bir divâneliktir.
Hem, Kur'an kâh oluyor ki; Cenâb-i Hakkin âhirette hârika ef'allerini kalbe kabûl ettirmek için, ihzâriye hükmünde ve zihni tasdike müheyya etmek için, bir i'dâdiye sûretinde, dünyadaki acâip ef'âlini zikreder. Veyahut, istikbalî ve uhrevî olan ef'âl-i acîbe-i
sh:» (S: 120)
Ilâhiyyeyi öyle bir sûrette zikreder ki, meshudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatimiz gelir. Meselâ:
اَوَلَمْ يَرَالاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ
tâ, Sûrerin âhirine kadar... Iste su bahiste Hasir mes'elesinde Kur'an-i Hakîm hasri isbat için yedi-sekiz Sûrette, muhtelif bir tarzda isbat ediyor.
Evvelâ: Nes'e-i Ulâyi nazara verir. Der ki: Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan, tâ hilkat-i insâniyyeye kadar olan nes'etinizi görüyorsunuz... Nasil oluyor ki: «Nes'e-i Uhra» yi inkâr ediyorsunuz?.. O, onun misli, belki dâva ehvenidir. Hem, Cenâb-i Hak, insana karsi ettigi ihsânat-i ezîmeyi:
اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle isaret edip der: Size böyle ni'met eden bir zât, sizi basibos birakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasiniz. Hem remzen der: Ölmüs agaçlarin dirilip yesillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasini kiyas edemeyip istib'âd ediyorsunuz. Hem, Semâvat ve Arzi halkeden, Semâvat ve Arzin meyvesi olan insanin hayat ve mematindan âciz kalir mi? Koca agaci idare eden, o agacin meyvesne ehemmiyet vermeyip baskasina mal eder mi? Bütün agacin neticesini terketmekle, bütün eczasiyla hikmetle yogrulmus hilkat neticesini terketmekle, bütün eczasiyla hikmetle yogrulmus hilkat seceresini abes ve beyhûde yapar mi zannedersiniz? Der: Hasirde sizi ihya edecek Zât, öyle bir Zâttir ki, bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i كُنْ فَيَكُونَ e karsi kemâl-i inkiyad ile serfürû eder. Bir bahari halketmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvanati îcad etmek, bir sinek îcadi kadar kudretine kolay gelir bir Zâttir. Öyle bir Zâta karsi: مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ deyip kudretine karsi ta'ciz ile meydan okunmaz!
Sonra, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ tâbiriyle; hersey'in
sh:» (S: 121)
dizgini elinde, hersey'in anahtari yaninda, gece ve gündüzü, kis ve yazi bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir. Dünya ve âhireti iki menzil gibi; bunu yapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir. Mâdem böyledir, bütün delâilin neticesi olarak: وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ yâni; kabirden sizi ihyâ edip, hasre getirip huzur-u kibriyâsinda hesabinizi görecektir.
Iste su âyetler, hasrin kabûlüne zihni müheyya etti. Kalbi de hâzir etti. Çünki: Nezâirini dünyevî ef'âl ile de gösterdi. Hem, kâh oluyor ki: Ef'âl-i uhreviyyesini öyle bir tarzda zikreder ki: Dünyevî nezâirlerini ihsas etsin. Tâ istib'âd ve inkâra meydan kalmasin, meselâ: اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ilâahir.. ve اِذَا السَّمَآءُ انْفَطَرَتْ ilâahir.. ve اِذَا السَّمآءُ انْشَقَّتْ
Iste su sûrelerde, kiyâmet ve hasirdeki inkilâbât-i azîmeyi ve tasarrufat-i Rubûbiyyeti öyle bir tarzda zikreder ki; insan onlarin nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördügü için, kalbe dehset verip akla sigmayan on inkilâbati kolayca kabûl eder. Su üç sûrenin meâl-i icmâlîsine isaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak gösterecegiz. Meselâ:
اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ kelimesiyle ifade eder ki: Hasirde herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazili olarak nesrediliyor. Su mes'ele kendi kendine çok acîb oldugundan akil ona yol bulamaz. Fakat, sûrenin isaret ettigi gibi hasr-i baharîde baska noktalarin naziresi oldugu gibi, su nesr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki: Her meyvedâr agaç, ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i Ilâhiyyeyi ne sekilde göstererek tesbihat etmis ise ubûdiyyetleri var. Iste onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlariyle beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarinda yazilip baska bir baharda, baska bir zeminde çikar. Gösterdigi sekil ve Sûret lisaniyle gâyet fasih bir Sûrette analarinin ve asillarinin a'mâlini zikrettigi gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a'mâline nesr-
sh:» (S: 122)
eder. Iste gözümüzün önünde bu Hakîmâne, Hafîzâne, Müdebbirâne, Mürebbiyâne, Lâtifâne su isi yapan Odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْBaska noktalari buna kiyas eyle. Kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardim için bunu da söyliyecegiz. Iste: اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ Su kelâm, tekvir lâfziyle, yâni, sarmak ve toplamak mânâsiyle parlak bir temsile isaret ettigi gibi, nazirini dahi îma eder.
Birinci: Evet, Cenâb-i Hak tarafindan adem ve esîr ve Semâ perdelerini açip, Günes gibi dünyayi isiklandiran pirlanta-misâl bir lâmbayi, hazine-i rahmetinden çikarip dünyaya gösterdi. Dünya kapandiktan sonra o pirlantayi perdelerine sarip kaldiracak.
Ikinci: Veya ziya metâini nesretmek ve zeminin kafasina ziyayi zulmetle münâvebeten sarmakla muvazzaf bir memur oldugunu ve her aksam o memura metâini dahi toplattirip gizlendigi gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alisverisini az yapar. Kâh olur; Ay onun yüzüne karsi perde olur; muamelesini bir derece çeker. Metâini ve muamelât defterlerin topladigi gibi elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiç bir sebeb-i azl bulunmazsa, simdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmus yüzündeki iki leke büyümekle, günes, yerin basina izn-i ilâhî ile sardigi ziyayi, emr-i Rabbânî ile geriye alip, günesin basina sarip «Haydi yerde isin kalmadi der, cehenneme git, sana ibâdet edip senin gibi bir memur-u Mûsahhari sadakatsizlikle tahkir edenleri yak» der اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ fermaninin lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.
* * *
sh:» (S: 123)
Zeylin Besinci parçasi
Evet, Nass-i Hadîs ile nev-i beserin en mümtaz sahsiyetleri olan yüz yirmidört bin Enbiyanin icmâ ve tevâtür ile, kismen suhuda ve kismen hakkel-yakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanlarin oraya sevk edileceginden ve bu kâinat Hâlikinin kat'î vaad ettigi âhireti getireceginden haber verdikleri gibi; ve onlarin verdikleri haberi kesif ve suhud ile ilmel-yakîn Sûretinde tasdik eden yüz yirmidört milyon Evliyânin o âhiretin vücuduna sehadetleriyle ve bu kâinatin Sâni-i Hakîminin bütün esmâsi bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekayi bilbedâhe iktiza ettiklerinden yine âhiretin vücudan delâletiyle; ve her sene Baharda Ruy-i Zeminde ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüs agaçlarin cenazelerini emr-i كُنْ فَيَكُونَ ile ihya edip بَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ e mazhar eden ve hasir ve nesrin yüz binler nümunesi olarak nebâtat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üçyüz bin nev'leri hasir ve nesir eden hadsiz bir Kudret-i Ezeliyye ve hesapsiz ve israfsiz bir Hikmet-i Ebediyye ve rizka muhtaç bütün zîruhlari kemâl-i sefkatle gâyet hârika bir tarzda iâse ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez enva-i zînet ve mehâsini gösteren bir Rahmet-i Bâkiye ve bir Inayet-i Dâime; bilbedâhe âhiretin vücudun istilzam ile, ve su kâinatin en mükemmel meyvesi ve Hâlik-i kâinatin en sevdigi masnûu ve kâinatin mevcûdâtiyle en ziyâde alâkadar olan insandaki sedit, sarsilmaz, daimî olan «ask-i beka» ve «sevk-i ebediyyet» ve «âmâl-i sermediyyet» bilbedâhe isareti ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-i âhiret ve bir dâr-i saâ-
sh:» (S: 124)
det bulundugunu o derece kat'î bir Sûrette isbat ederler ki: Dünyanin vücudu kadar, bilbedâhe âhiretin vücudunu kabûl etmeyi istilzam ederler. (Hâsiye) Mâdem Kur'an-i Hakîmin bize verdigi en mühim bir ders; îman-i bil-âhirettir ve o îman da bu derece kuvvetlidir ve o îmanda öyle bir rica ve bir teselli var ki: Yüzbin ihtiyarlik bir tek sahsa gelse, bu îmandan gelen teselli, mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كَمَالِ اْلاِيمَانِ deyip ihtiyarligimiza sevinmeliyiz...
***
_______________
(Hasiye) : Evet, sübûti bir emri, ihbar etmenin kolayligi ve inkâr ve nefyetmenin gâyet müskil oldugu, bu temsilden görünür. Söyle ki; biri dese: Süt konserveleri olan gâyet hakîka bir bahçe, küre-i Arz üzerine vardir. Digeri dese: Yoktur. Isbat eden, yalniz onun yerini veyahut Bâzi meyvelerini göstermekle kolayca dâvasini isbad eder, Inkâr eden adam, nefyini isbat etmek için küri Arz bütün görmek ve göstermekle dâvasini isbat etmek için Küre-i Arzi bütün görmek ve göstermekle davâsini isbat edebilir. Aynen öyle de, Cenneti ihblar edenler yüzbinler terassuhatini, meyvelerini, âsarini gösterdiklerinden kat-i nazar, iki sâhid-i sâdikin sübûtuna sehadetleri kâfi gelirken onu inkâr eden hadsiz bir kâinati ve hadsiz ebedi zaman temasa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârini isbat edebilir; ademini gösterebilir. Iste ey ihtyar kardesler, îman-i âhiretin ne kadar kuvvetli oldugunu anlayiniz...
Said Nursi