-
Edep illa edep!!!!!
Ey insanoğlu! Allah'ı sevmek, Allah'a gitmek istiyorsan,
maddi ve mânevi her işinde edeb ile gir, irfan ile çıkmaya çalış.
- Beni Rabbim edeblendirdi. Ve ne güzel edebledi.
- Âdemoğlunun edebden nasibi yoksa, insan değildir.
- Edeble süslenmeyen akıl, silâhsız kahramandır.
- Edeb: Aklın dıştan görünüşüdür.
- Edeb: Eline, diline ve beline sahip olmaktır.
- Edeblerin anası, az konuşmaktır.
- Edeb olmadıkça asalet düzelmez.
- Edeb, şeytanı öldüren bir silahtır.
- Edeb, en hayırlı sanattır. Hakk'a giden yolun azığıdır.
- Edeb, olgunlaşmanın ilk şartıdır.
- Edebi terk eden, ârif değildir.
- Edebden mahrum olanlar, Hak dergâhından kovulurlar.
- Edebi olmayanın güvenilir ilmi yoktur.
- Hakikatten maksat, ancak edebdir.
- Hakiki edeb, nefsi terketmektir.
- Ayıplarınızı edeble örtünüz.
- Hakiki güzellik, ilim ve edeb güzelliğidir.
- insanın ziyneti, edebin tamamıdır.
- Evlâdına edeb öğretmeyen, düşmanlarını sevindirir.
- Ruhen yükselmek, ancak edeble mümkündür.
- Akıllı, edebi edebsizden öğrenir.
- ilim şerefi ve edeble Âdem, melekten üstün oldu.
- şeytan Allah'ın huzurundan, edebi terkettiği için kovulmuştur.
- Edeb dışı hareketler, feyzi keser. Ve sahibini sultanın gönlünden uzaklaştırır.
- Sohbet bir cesettir. Edeb ise, o cesedin ruhudur.
- imanın hakikatine ermek için, yakîn bilgi; yakîn için, ihlâslı amel; ihlâslı amel için,
farzları edâ; farzları eda için, sünneti tatbik; sünneti tatbik etmek için de, edebi korumak lâzımdır.
- Edeb; insanı her türlü hatadan koruyan bilgi ve prensiplere sahip olmaktır.
- Her şey çoğaldıkça ucuzlar. Fakat edeb çoğaldıkça, değeri artar.
- Edeb, kendisinden yükseğini çok görmemek, kendisinden aşağısını da hor görmemektir.
- üstadının edebi ile edeblenmeyen, sünnet ve hadisle edeblenemez. Sünnet ve hadisle edeblenemeyen de âyet ve Kuran'la edeblenemez.
- Edeb güzelliği, kişiyi nesebe muhtaç etmez.
- Edeb, insanı utanılacak şeylerden koruyan melektir.
- Edeb, Rasûlullahın sünnetine uygun hareket etmektir.
- Edebden daha üstün şeref yoktur.
- Edeb kaidelerinin en alt derecesi, bir kimsenin, cehaletini sezdiği yerde durup, onu gidermesidir.
- ilim elde etmek isteyen, edebli olsun.
- iyi amel sahibi olmak isteyen, edebli bir şekilde ilim sahibi olmaya baksın.
- Muhabbet ehli, sevgi işinde iyi niyete sahip oldukça, edebleri artmaya başlar.
- Edeb, nefsi gerektiği şekilde terbiye etmek ve güzel ahlâk ile süslemektir.
- Edeb, insanın mutlak bir fazilet kaynağıdır.
- Cennetteki makamlara, amel ve edeble ulaşılır.
- Edebin dostları: Hayâ, Samimiyet, Teslimiyet, Muhabbet, Niyet, itaat, Gayret, Sohbet ve Hizmettir
Selam ve Dua ile..
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
EDEB TACI
Edep bir tac imiş Nur-u Hüda’dan
Giy ol tacı, emin ol her beladan...
Mevlâna Celaleddin Rumî k.s. Hazretleri, Mesnevî’sinde şöyle diyor:
“Allah’tan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’ın lütfundan mahrumdur.
Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
Nasıl mı? Şu misali dinle: Alışverişsiz, dedikodusuz ilâhi sofra gökten iniyordu.
Musa a.s. kavmi içinde birkaç kişi terbiyesizce, “hani sarmısak, mercimek?” dediler.
Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi. Ekme, bel belleme, orak sallama kaldı.
Sonra İsa a.s. şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi.
Yine küstahlar edebi terkederek sofradan yemek artığını aşırdılar.
İsa bunlara yalvardı: “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.
Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür.” dedi.
O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görgüsüz dilencilerin yüzlerine kapandı.
İşte, zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinadan dolayı da etrafa nice musibet yayılır.
İçine kasavetten, sıkıntıdan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.
Kim dost yolunda pervasızlık ederse, erlerin yolunu vurucudur; namert odur.
Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur. Yine edepten dolayı melekler masum ve tertemiz olmuşlardır.
Bir melek olan Azazil de, yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.”
Edep, nefsini tanıyıp haddini bilmektir.
Edep, kul olduğunu anlayıp Yüce Mevlâ’ya yönelmektir.
Edep, kibri kırıp tavazuya sarılmaktır.
Edep, fani dünyayı tanıyıp boş davaları bırakmaktır.
Edep, Cenab-ı Hakk’ın ve varlıkların haklarını güzel korumaktır.
Edep, hayalı ve vefalı olmaktır.
Edep, pişman olunacak şeyleri yapmamaktır.
Kısaca edep, güzel ahlâktır.
Güzel ahlâk ise, içiyle dışıyla doğru olmak ve bu doğruluk üzere yaşamaktır. Buna denge ve istikamet denir.
Dengeli olmak, devamlı aynı güzel hâli korumaktır. Acı tatlı bütün hallerde istikametini bozmayan, dost ve düşmana karşı dürüstlükten ayrılmayan kimse dengeli insandır. Denge, insandaki akıl seviyesini gösterir.
Velilerden Seriy es-Sakatî k.s. der ki: “Edep, aklın tercümanıdır.” Bunun manası şudur: Herkes aklı kadar edepli olur. Edebi kıt, ahlâkı bozuk olana hakiki manada akıllı denmez.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Gerçek mümin, kalbini bir olan Allah’a bağlamıştır. Biricik hedefi O’nun rızasıdır. Müminin hedefi gibi hayatında da birlik vardır; iki yüzlülük yoktur. Mümin iki farklı halde bulunmaz, bir doğru bir eğri konuşmaz; sabah iyi akşam kötü olmaz.
Edep ve güzel ahlâk bir bütündür. Edepli insanın bütün işleri, ibadetleri, hal ve hareketleri güzeldir. Onun her şeyi temizdir. Sevgisi her şeyi sarar ve o şeyi sevimli yapar. Edepli müminin Yüce Allah’tan aldığı terbiye, hayatının her safhasında kendisini gösterir. Bu terbiye içinde onun sevgisi ve dostluğu kadar, kızması ve kavgası da güzeldir. Çünkü kızması Allah içindir. Kavgası da edep içinde olur.
Bir insanın gerçek yönü ve olgunluğu dar ve zor anlarda belli olur. İnsanın kavgasını ve haksızlığa karşı davranış biçimini görmeden hakkında iyi veya kötü dememelidir.
Edepli insan, hakkını ararken hak yemez. Kendisini savunurken, düşmanına haksızlık etmez. Haksız ise, nefsine yan çıkmaz, hakka boyun eğer, karşı tarafı tasdik eder. Haklı ve güçlü iken yapacağı iki şey vardır. Ya af, ya adalet. Ötesi, edebe sığmaz.
Edepsiz insan ise haksız iken kendisini haklı göstermeye çalışır. Zalim iken kendisini mazlum gösterir. Alacağı bir ise bin ister. Susacağı yerde cazgırlık eder. Edepsiz insana dost olmak da düşman olmak da zordur. Onunla hiçbir şeyin tadı tuzu yoktur.
Bazı insanların dışı hoştur, ama içi boştur. Bu kimseler, insanların gördüğü işlere çok önem verirler, fakat işin asıl kısmını ihmal ederler.
Dengeli mümin ahiret işleri gibi dünya işlerini de güzel yapar. İbadeti güzel, işi bozuk olan kimse örnek insan değildir. Onda noksanlık ve hastalık vardır. Kılık kıyafetine ve dünya işlerine son derece dikkat edip de, kalbini ihmal eden, ahiretini unutan ve ibadeti önemsemeyen kimse de dengesizdir, noksandır.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
EDEBİN ARTMASI ALLAH’A YAKINLIĞI GÖSTERİR
Allah’ın sana yakınlığını, O’nun sana yakın olduğunu bilmekle anlarsın. Senin O’na yakınlığın, O’nun sana yakın olduğunu bilmekle olur. Bunların hepsi, Allah’a karşı ubudiyette ve edep yolunda gitmekten başka birşey değildir. Allah’a her nefeste yol vardır. Fakat unutmamak lazımdır ki, her yolun başı edeptir. Şımarmamak lazımdır. Buna göre, senin edebinin artması, Allah’a olan vuslatını gösterir.
El Hikemu’l-Ataiyye
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Ten-i âdemdeki can bil ki edepdir
Dil ü çeşm-i beşerin nûru edepdir
Edebi olmayan âdem değil âdem
Ayıran âdemi hayvandan edepdir
Ser-i İblîs’i dilersen eğer ezmek
Gözün aç öldüren İblîs’i edepdir
Oku âyâtını Kur’ân-ı Kerîm’in
Göresin cümle maânîsi edepdir
Ulu Şems’in sözüdür bu, buna şek yok
Bizi makbûl edecek Hakk’a edepdir
Edebi eylesin Allah bize tevfîk
İki âlemde, felâh, Ken’an edepdir
C: “Edep her şeyde Allah’ı görme derecesine ulaşmak demek”diyor hocalarımız. Her şeyde ve herkeste Allah’ın tecellisini görme derecesine ulaşmak. Hocam şiirlerinde bu konuyu Allah sevgilisinin mânâsı olarak anlatmışlar. Edep öyle bir makamdır ki insanı, insân-ı kâmil haline ulaştırır. İnsân-ı kâmil kim? İnsân-ı kâmil, kendinde Allah’ın mânâsını âşikâr eden sultan demek; hakikat-i Muhammediye’yi taşıyan, onu canlı kılan, onu can haline getiren sultan demek. “ Ten-i âdemdeki can bil ki edepdir” dediğine göre “Bu tenin içindeki can edeptir ama sen onu canlı kıldın mı? “ diyor hocam. Canlı kıldınsa, edep haline geçirdinse her şeyi birledinse abes görmüyorsan yanlış bulmuyorsan, sen kâmilsin demektir. Bunu daha derin açıklamak istersek Nûr suresinin 35. âyetine bakabiliriz. Tıpkı hocamın yorumladıkları gibi, Allah, bu âyet-i kerîmede “Allah göklerin ve yerin nûrudur, onun nûrunun örneği içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil bir sırça içindedir, sırça inciden bir yıldız gibidir ki doğuya da batıya da nisbeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar, nûr üzerine nûrdur o, Allah dilediğini kendi nûrunda kılavuzlar, Allah insanlara örnekler verir, Allah her şeyi bilmektedir” buyurmaktadır. “Ayette, mişkattan yani lâmba konan yerden maksat insanın göğsüdür. Zücâcdan maksat insanın kalbidir. Misbahtan, içinde yanan ışıktan maksat insanın sırrıdır. Tendeki kâlp de, ten-i âdemin içinde bulunan sır, edeptir.” diyor hocam. Yine aynı âyette geçen mübârek ağaçtan maksat, gayba îman etmektir.
Gayba îman nedir ? Cîlî Hz.lerine göre gayba îman, halkta Hakk’ı görebilmek demektir. Yoksa olmayan şeylere öyle bakıp îman etmek değildir. Gördüğümüzü zannettiğimiz halkın varlığının hakikat olmayıp, ondan gözüken hakikatın Allah olduğunu idrak etmek gayba îmandır.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Bu halkta zâtı müşâhede edebilme kabiliyetidir. Her yaratılmışta edilemez, İnsân-ı kâmil’de edilir. Halkın ,diğer bizim gibi olanlarında da sıfat ve isimler müşâhede edilebilir ya da fiil müşâhede edilebilir. Zeytinden maksat mutlak hakikattir. Onun ne şarka, yani doğuya ne batıya ait olmadığının söylenmesinin sebebi ise tenzih ile teşbih arasında olmasındandır. Şimdi burayı biraz açmak istiyorum. Doğuya ve batıya nispet edilmeyen o muazzam zeytin ağacını anlatırken “Ne tenzih ne teşbih ehli ol. İkisi arasında bir yerde ol!” deniyor. Ne demektir? Tenzih Allah’ı herşeyden üstün görmek demektir. Allah’ın sadece bilinmek istediği kadarını idrak ediyoruz. Yoksa onun sonsuzluğu erişilmeyen, ulaşılmayan ve herşeyin sahibi olan bir sonsuzluktur. Bu tenzihtir. Ama aynı zamanda Allah isim ve sıfatlarıyla halktan zuhûr eder. İşte buna da teşbih diyoruz. O halde hem tenzih edip hem teşbih edebiliyorsak yani hem Allah en yücedir ama halkta da tecelli eder diyebiliyorsak biz kâmil insan makamındayız. Burada anlatılan zeytin ağacı, birliği ve tekliği anlatır. Onun zuhûru olan edep zeytinyağı gibi kendiliğinden ateş alıp etrafı aydınlatır. Ken'an Rifâî Hazretleri , “Edep âşikâr olunca, sen nûr üstüne nûr olursun,” buyuruyor. Yani sende bir nûr var, ama bir de edebinle âşikâr ettiğin nûr var. Yalnız bil ki bunların zuhûru ancak Allah’ın iradesi ve izniyledir. Anlatmaya çalıştıkları ‘ten-i Âdemdeki can bil ki edepdir’ sözü, senin içinde nûr üstüne nûr olması, senden edebin zuhûr etmesi demektir. Gözü aydınlatan ve herşeyi görmesini sağlayan, nûr haline geçen, edeptir. İşte o nûr zuhûr edince bizim mânâ gözümüz açılır ve her şeyin hakikatini görmeye başlarız diyor. Edebi olmayan insan, insan sayılmaz diyor hocam. Belki beşer sayılır. Demek ki edepte yaratılmışı insan kılma vasfı var.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
İnsan çok yüce bir makam. Aslında insan gerçek anlamda Yasin’de insan oluyor. Yani sidre-i müntehayı geçen, aklını bile bırakan, aşkıyla heryeri aşan, ondan sonra gene aklına dönüp halka hizmet edene insan denir. Ama biz o seviyeye çıkarmıyız bilmem... yalnız şunu biliyorum ki hiç olmazsa kelime mânâsı ile insan olmaya gayret edelim. Ünsiyet edelim, yani herkesle güzel ilişki kuran bir insan haline geçelim, aksi taktirde beşer sayılıyoruz. İnsan kelimesi, ünsiyet ve nisyân kökünden gelmiştir. Nisyân, geldiği yeri unutan ve ben diyen kişi beşerse, ünsiyet kılan, herkesle iyi geçinen beşerin insan olmuş halidir. Hocam beşerliği hayvan makamına kadar indirgemişler. İşte burada Âdemi hayvandan ayıran edeptir, deniyor. “Eğer senin içindeki iblîs makamını (iblîs ‘ben’ dedirtir ‘ben en üstünüm’ dedirtir), içindeki ben dedirten makamı ezmek istersen, iblîsi öldüren, senin benlikten geçişin, herkesin önünde eğilişin, yani edebindir “diyor hocam.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
İblîs İblîs oldu zira, Hz. Âdem’e itaat etmedi. Yani gayba inanmadı. İblîs Âdem’de Allah’ın tecellisini görmedi. “Ben ateştenim, o ise topraktan,” dedi. Ateşle toprak arasında ne fark var biliyor musun? Toprakta tevâzu var, yokluk var hiçlik var. Pislersin, üstüne tükürürsün, ölünü gömersin, o sana gene verir, verir, otlar çıkarır, yiyecekler çıkarır. Ateşte ise heybet ve yakıcılık var. İblîs, “Ben ateşim, heybetliyim,” dedi. Âdem, “Ben yokum, affedilmeye muhtâcım, günahkârım,” dedi. O zaman, yok olanda Allah tecelli etti ama İblîs “Niye Âdem’e secde edeyim?” dedi. Yani, Rab’bı kabul etmedi. Rab’bı kabul etmeyince Yasin’de yerden yere vurulan, Allah’ı tanıyıp îman edip de Peygamberi kabul etmeyene döndü. İşte bu zuhûr edince İblîs Allah’ın huzurundan kovuldu. Eğer biz de Allah’ın mânâsının insandan tecelli edebileceğini kabul etmezsek devrin İblîs’i olur, o makamdan kovuluruz. Allah korusun.
S: Efendim İsm-i celâl’de acaba cemâlin ve celâlin zuhûrunu bize anlatabilir misiniz? Âdemdeki tecellinin nasıl zuhûr ettiğini...
C: Tabii. Allah ismi harflerden müteşekkildir. Bu harflerden ilki olan elif, hiçbir harfe bağlanmaz. Bu, Allah’ın “Yalnız ben vardım benimle hiçbir şey yoktu” dediği ahadiyet mertebesidir. (İlk yaratılış makamı) Hani, hiç mi bir şey yok derseniz, Allah’ın hakikatı tabii kendi içinde var. Yani nûr-i Muhammedî var o hakikatin içinde. O, yalnız ve tek... İşte bu tenzih makamıdır. Sonra Allah irade etti, kendindeki o güzelliği aksettirmek istedi. İstedi, arzu etti. Hadîs-i kudsî de dendi ki “ Arzu ettim ki bilineyim, istedim ki, aşk ettim ki, (rahmanıyla ortaya âşikâr çıktı), kendi hakikat-i Muhammedî’ne aşk etti ve zuhûru kuvvet ve kudretle, celâlle oldu. İlk lâm (le harfi)dır bu celâl makamı. Zuhûrun makamıdır. Biz o celâli algılayamadığımız için hiddet, şiddet, zorluk diye hissederiz. O celâl, aslında sadece zuhûrdur, Allah’ın, âşikâr oluşudur. Tabii zerresi âşikâr olsa toprak dayanabilir mi? Zelzelelerle, nelerle nelerle, sel felâketleriyle yer yerinden oynar. İşte böyle bir zuhûrdur, celâlî zuhûr. Sonra o zuhûru anlayacak bir yokluk, hiçlik, bir Hz. Muhammed makamına ihtiyaç duydu. Âdeta celâli erlikti, erkeklikti. Ama sonra onu anlayan o mânânın, onun da kendi aksini görebildiği bir yokluk, dişilik, Hz. Muhammed makamı zuhûr etti. Ona ikinci lâm yani cemâl diyoruz. Eğer cemâl ve celâl bir araya gelip teklik oluşturursa yani cemâlde celâli, celâlde de cemâli, sıkıntıda mutluluğu, mutlulukta da çok mutlu olmamayı öğrenirsek o zaman kemal zuhûr ediyor yani ikinci elif zuhûr ediyor. Ona kemal diyoruz biz. İşte o , İnsân-ı kâmil makamıdır. İnsân-ı kâmil, belâyı belâ olarak görmez. O, belâyı, mutluluk ve huzur olarak görür. (Hz. İbrahim’in ateşe atılıp gül bahçesine döndürüşü) Bu makama eren kişi de şahsiyet sahibi olur. He, hüviyet kazandın demektir. Hüviyet ve şahsiyet sahibi olan kâmil insanın (ikinci elif ile gösterilen) Allah kelimesinde yazılmaması, sadece okunması, kâmil insanın bu âlemde var gibi gözüktüğü ama mânâsı ile misal aleminde olduğunun delilidir.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Bu hakikati göremedi, onun kemâlinin yoklukta olduğunu sezemedi, ‘ben’ dediği için İblîs oldu. Ama hakikatini istersen Feridettin-i Attar Hz.leri, Hz. Mevlâna’nın hocası olan o yüce sultan diyor ki: “E, sen kabul eder miydin İblîs’in yaptığı vazifeyi? Gene de o zavallı kabul etti işte,“ diyor. O bir vazifedir ve o da kabullenmiştir. “İblîs’e uymamak insanlıktır, İblîs’e uymak insanlıktan çıkmaktır,”diyor hocam burada.
Devam edersek, “Oku, eğer Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsını okursan görürsün ki cümle mânâsı edeptir,” diyor. Kur’ân-ı Kerîm’in cümle mânâsı İnsân-ı kâmil ise İnsân-ı kâmil ‘in mânâsı edeptir, diyor. Sonra Hz. Mevlâna’nın o yüce hocası Hz. Şems’in sözünü tekrarlıyor: “Allah’ın bizden memnun olmasını sağlayan edeptir,” diyor. “Herkeste ve her şeyde Allah’ın tecellisini görüp kızmamaktır,” diyor. Sonra, “İnşallah Allah bize edebi nasip etsin,” diyor hocam. O yüce sultan, “İki alemde kurtuluş bil ki edeptir” diyor. Allah nasip etsin. Şimdi buradan zor bir konuya geçeceğiz.
S : Hocam, edebin başka tanımları var mı? Kaç çeşit edep var? Biraz bunlardan bahseder misiniz acaba?
C :Edep, her şeye bakıp Hakk’ın birliğini görmektir. Meselâ sana birisi yalan söylüyor, bunu da biliyorsun. Madem ki o, ‘yalancı’ ismine mazhar olmuş, suçunu yüzüne vurup hakaret etmemek edeptir. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu bilmek her şeyi Haktan bilerek ona el veya dil uzatmamak edeptir. Şimdi siz bana şunu da sorabilirsiniz. Hiç mi müdahalede bulunmayacağız edep ehli olarak? Hayır. Devletin bekâsını bozan yahut ahlâkî konularda Allah’ın istemediği bir şeyin zuhûrunu gördüğümüz zaman mutlaka üçe kadar itiraz hakkımız var. Ama bu üç itirazı da edep dahilinde yapmak lâzım, kırmadan üzmeden. Hocalarımız bize hep böyle yaptılar. Edep çok büyük bir mazhariyettir. Peygamber Efendimiz de buyuruyorlar ki “Rabbim beni edeplendirdi ve edebimi güzel eyledi” O halde edeb, güzel ahlâktır. Yani edebin sonucu güzel ahlâktır. Biliyorsunuz Hz. Muhammed ahlâkın güzel olanını tamamlamak üzere gelmiştir. O yüce sultan der ki: “Bu bir evdir, ahlâk evidir. Ben Peygamberlerin sonuncusu olarak son tuğlayı koydum, Ali de mânâsını anlattı” der. İşte böyle bir bakış açısı içerisinde Hocam, edep nûr-u ilâhiden bir taçtır, onu başına koy onunla nereye gidersen git, zarar görmezsin diyor. Hz. Ali’nin Allah için savaşması da edepti. Ama onun, edebi gösteriş tarzının en güzel örneği ,savaştığı adam yüzüne tükürdüğü zaman “Allah için sana vuruyordum ama nefsimle hakarete uğradım. Şimdi sana zarar veremem.” deyip kılıcı elinden bırakmasıdır.
İnsan kızmaz, üzülmez, sinirlenmez, düşman olarak görmezse neden zarar görecek. Bununla ilgili bir çok hikâye var: Ârifi billâh, çok hoş bir adamcağız vardı. Kendisi mübârek bir adamdı, aynı zamanda da boyacılık yapıyordu. Bir gün çok kibirli bir ailenin yanına gitmiş, aile onu boyacı olarak tutmuş ama devamlı azarlamışlar. İşte, “Beğenmezsek paranı vermeyiz, bu rengi istemeyiz.” Yapmış, “Beğenmedik bunu yap, yoksa paranı ödemeyeceğiz” gibi. Onu, yanında götüren şahıs da son derece üzülmüş. Bu kadar mübârek hoş ârif bir adamın böyle yerden yere vurulmasını ve adamın itiraz etmeyişine de şaşırmış. Sonra sormuş: “Efendim siz bize iyiyi kötüden ayırmayı öğretiyorsunuz neden itiraz etmediniz? Size yapılan muamele hatalıydı” deyince; “Oğlum haklısın dilimle itiraz etmem gerekirdi ama gönlüm her şeyi Allah’tan bilmeyi o kadar öğrendi ki dilim de ona tâbi oldu, affet beni,” demişti.
İşte görüyoruz ki gerçek edep, dili bile, devre devre susturan edeptir. İnsanın gönlüne yerleşir ve insanı huzurda kılar. Huzurlu kılar, böyle bir edeptir. “Tasavvuf edep demektir,” diyor hocam. Yani edebin sonucu lâ mevcuda illallah, Allah’tan başka mevcut yoktur, demektir. O halde edepte o kadar ileri gider ki insan, eşyaya hürmet etmeye başlar. Eşyaya hürmet nasıldır? Vurmaz, kırmaz, çıkardığı elbiseyi ayağı ile itmez, insana hürmet ettiği kadar kedisine, köpeğine, etrafındaki hayvanlara, bitkiye, her şeye hürmet gösterir. Kulakları çınlasın İsviçre’de yaşayan, mutasavvıf, çok yakın bir dostum, bitkilerin yanına ikinci bir bitki ekeceği zaman onlardan izin aldığını anlatmıştı. “Besinlerinizi paylaşacaksınız, izin veriyor musunuz sizin yanınıza bir kardeş ekeyim” diye izin alırım onlardan derdi. İşte işin hakikati böyle aslında. Dünya Kur’ân olduğuna göre, Kur’ân’ı elimize aldığımızda üç kere öpüp başımıza koyuyoruz, abdestsiz el süremiyoruz. Ama içinde Firavun kelimesi var, o halde Şeytan olan sayfayı yırtıyor muyuz, Firavun olan sayfayı yahut Peygambere eziyet etmiş kişiler var içerisinde. Onların adının geçtiği sayfaları yırtıyor muyuz? O halde gerçek edep, Allah’ın bize Firavun olarak gönderdiği insana karşı da içimizde kin ve kötülük duymamak, her şeyin bir sebebi olduğunu mutlaka bilmektir. Onun için, bu bakış açısından edebe bakarsak, her şey o kadar güzel, o kadar hoş görünür ki...
Edep iki türlüdür; zâhirî edep, bâtınî edep. Zâhirî edep Allah’ın yap dediklerini yapmak, yapma dediklerini yapmamaktır. Allah’ın bize koyduğu kurallarda akılımızı ortaya koymamaktır. Allah karşısında edep ehli olmaktır. Bâtınî edep, edebi gerçekleştiren insanın son durağıdır. Herkeste ve her şeyde Allah’ın tecellisini görme makamıdır. Gerçek Müslümanlıktır. Çünkü Eşhedüenlâilaheillallah diyoruz. “Şahâdet ederim ki Allah birdir,” diyoruz. Biliyorum, inanıyorum demiyoruz. Şahâdet için görmek lâzımdır. Demek ki bâtınî edep sahibi insan, görme derecesine, müşahede derecesine ulaşmıştır. Bu makamın üstün derecelerinden ilki Hz. İbrahimdir. Şeyh-ül şeyh, Muhyiddin-i Arabî, buna el-aman makamı, hey-aman makamı diyor. makam-ı mutmainne, el-emin makamı diyor. Nasıl böyle lâ mevcuda illallah haline gelmiş Hz. İbrahim? Neden? Çünkü önce taptığı şeylerin batmakta olduğunu görmüş. “Hayır, bu giden, yok olan şeylere ben tapamam,” demiş. Tıpkı bizim gibi...Evlâtlarımıza tapmıyor muyuz? Eşlerimize, dostlarımıza hatta paramıza, elbiselerimize, eğitimimize, bilgimize tapmıyor muyuz? İşte onların hepsini aşmış o yüce sultan. Yalnız Sen varsın, her şeyden görünen Sen’sin demiş. O kadar vefa göstermiş ki Allah’ına karşı, evlâdını bile onun uğruna feda etmeyi kabul etmiş. İşte onun mutmainne, el-emin yani ‘ben Sen’den eminim Allah’ım, geri dönmemek üzere eminim’ makamı...Allah tarafından da şu dört makamda ona vefa ile cevap verilmiş:
Hz. Muhammed’in kendi soyundan gelmesini niyaz etmiş. “Allah’ım bu gördüğüm hakikatin benim soyumdan gelmesini bana nasip et,” demiş. Ve o gerçekleşmiş.
Her şeyini Allah uğruna feda edebilecek bir dereceye erdirmiş Allah onu, evlâdını dahi.
Her şeyi bildiği, her şeyin Allah’tan olduğunu bildiği halde Nemrut’la mücadeleyi kesmemiş. Bu da bize şunu gösteriyor ki, “Yanlışla ve çirkinle mücadele edin. Fakat gönlünüzle ona hakaret etmeyin” diyor.
Böyle bir gönlü dışarıya inşâ etmesine Allah izin veriyor ve ona kendi evini inşâ ettiriyor. Kâbe’yi ilk inşâ eden sultandır Hz. İbrahim.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Aslında Kâbe’yi inşâ etmenin Hz. İbrahim’e nasip olması enteresan değildir, tesadüf de değildir. Peygamberler arasında gönlünü ilk Kâbe kılan sultan Hz. İbrahim’dir. Yani gönül Kâbe’sindeki bütün putlar temizlenmiş, gönlünü Kâbe haline getirmiş, Allah da bu gönlü kıymetli kılıp ona, “Gönlü dışarıya ev haline getir ki herkes de onu tavaf etsin,” diye emir vermiş. Onun için gerçi Hz. Âdem’dir oraya ilk taşı koyan ama, orayı ev haline getirip tavafı başlatan, ziyareti başlatan Hz. İbrahim’dir. Peki o gönüller sonra putla dolmamış mı? Hz. Muhammed’e kadar nice putla dolmuş ama gerçek anlamda putsuz hale gelişi İslâm’dadır. Onun için İslâm çok yüce bir makam. Putu kıran da Hz. Ali’dir. Biliyorsunuz putları kırmak üzere Kâbe’nin içine Hz. Peygamber’le giriyor ve, “Yâ Ali omzuma çık!” diyorlar. İnsanların gönlündeki putları sen kıracaksın, demek istiyorlar. Hz. Ali, “Edep ederim efendim” diyor. “El emr-i fevkal edep yâ Ali!” diyorlar. Mürşidin emri edepten üstündür ya Ali. Onun üzerine Hz. Ali o yüce makama çıkıyor, “Bir baktım ki,” diyor, “Yerler kadem-i Resullullah kesilmiş. (Hz. Resullullah’ın kademi yani ayağının bastığı yer) Göz hizam sadr-ı Resullullah.” Sonra göğe baktı, Cemâl-i Resullullah, yani mânâsı olduğu gibi Allah olarak zuhûr etmişti. Herkes demiş ki, “Ya Ali bu mânâyı görebilen tek kişi sensin.” Onun için Peygamber Efendimiz hadîs-i şerifte, “Allah’la benden başka Ali’yi bilen yok, Allah’la Ali’den başka beni bilen yok, benle Ali’den başka Allah’ı bilen yok,” diyorlar.
S: Peki efendim insanın gönül kâbesine kâmil insanı oturtabilmesi için epey bir oradaki bahçeleri de temizlemesi gerekiyor. Biraz bu bahçelerin temizliğinden bahsedebilir misiniz?
C: “Her akıl sahibi adamın kalbinde tarhlar ile ayrılmış sekiz bahçe vardır. Bir bahçıvan bakımını üstüne almış olduğu bahçelerinde nasıl her gün gezerek lüzumsuz ot ve dikenleri ayıklayıp atarsa, biz insanların da bu bahçelerin içindeki ot ve dikenleri atması lazım,” diyor hocam.
“Bu bahçelerden birincisi tevhid bahçesidir. Yani tevhid olarak Allah’ı birlemek demek, herkeste Allah’ın mânâsını birlemek demektir. Allah’ı görmek demek burada şirke yani ikiliğe ait başkasına Allah’tan daha çok değer vermeye ait başkasına tapmaya ve şüphe etmeye ait, yarınım ne olacak, öbür günüm ne olacak? Oğlum sınıfını geçecek mi? gibi abuk sabuk şüphelerden otlar bitmişse bunları koparıp atmak icap eder,” diyor. Bu arada hiç unutmamalı ki asıl gizli şirk kendimize olan aşkımızdır. “Malûm ki, bütün ilimlerin gayesi tevhiddir,” diyor hocam. “Bu hâsıl edilince, dünyanın bütün zâhir bilgilerine sahip olmuş bir kimsenin lüzumsuz yere yorulduğu anlaşılır.” diyor.
İkinci bahçe tevekkül bahçesidir. Tevekkül demek, Allah’tan gayrı hiç kimsenin bir iş yapamayacağını bilmek demektir. Bu bilinmedikçe ben Allah’a mütevekkilim demek doğru olmaz. Bu bahçede korku ve endişe dikenlerini koparıp atmak lâzım. Yani her şey Allah’tan diyen kimse kimden korkacak? Kime kendini beğendirmeye çalışacak yahut işi için torpili kimden isteyecek?
Üçüncüsü tevfiz. Yani iradeyi Hakk’ın iradesine terk eylemektir ki; bu bahçede tedbir ve ihtiyardan, şahsi isteklerini kullanmaktan ileri gelen dikenleri söküp atmak gerekir. Kendimizi Allah’ın iradesine terk edip, küçücük bir kayık olan varlığımızı Allah’ın takasına bağlamazsak, onun bizi götürdüğü yerin bütün çabalarımız ve gayretlerimiz içinde doğru yer olduğunu göremeyiz. Kesinlikle anlamalıyız ki; tevfiz bizi belli konularda önlem almaktan uzaklaştıran bir yöntem değildir. Biz tedbirimizi alırız. Tedbir için mücadelemizi yaparız. Gayret eder ve çalışırız. Biliriz ki sonuç bizim için hayırlıdır. Bizim istediğimiz gibi olsa da olmasa da.
Dördüncüsü sabır bahçesidir ki; dört kısma ayrılır.
Biri Hakk’a lâzım gelen kulluk hususunda karşımıza çıkacak güçlüklere sabırdır. Yani kulluk yapmaya çalışıyoruz, yokluğumuzu hissetmeye çalışıyoruz. Biri geliyor, bizi yerden yere vuruyor, hakaretler ediyor. “Allah’ım ben kulum, kulluğumu sana ispat için bu adama ihtiyacım var, çok şükür,” diyebilmektir.
İkincisi, dünyanın zevklerine ferahlıklarına kendini kaptırmamak hususunda sabırdır. Zenginliklere, mallara, mülklere, güzelliklere, akıllara, ilimlere, fikirlere kendimizi kaptırmayıp, bunların geçici olduğunu bilmek, demektir.
Üçüncü, dünya fazlalıklarını elde etmeye çalışmamak hususunda aşırılıkları istememek hususunda karşınıza çıkacak güçlüklere karşı sabırdır.
Dördüncüsü de musibetlere, felaketlere sıkıntılara sabırdır. Asıl tesbih de sabırdır. Allah sabırlı olanlarla beraberdir.
Beşinci bahçe rıza bahçesidir. Rıza, ne yüce bir makamdır. Yani Allah’tan ne nimet için bir şey istemek ne de ceza ve verdiklerinden kurtulmak için yalvarmaktır. Bilâkis hadiseleri olduğu gibi kabul etmeye çalışıp bu hadiselere karşı dargınlık, küskünlük ve itirazda bulunmamaktır.
Bir gün hocama gelmiş demişler ki; “Allah sizden razı olsun”. Hocam da demiş ki; “Önce ben Allah’tan razı olayım” “Efendim ne demek istediniz?” diye sorunca, “Ben Allah’ın bana verdiklerini şikâyetsiz kabul edeyim ki o da benden razı olsun,” demiş. Hocam bu konuda çok büyük bir örnekti. Her zaman anlatırım; Çok rahatsız oldukları öksürükten konuşamadıkları devirde annem öğrencisi olarak, “Efendim dua etseniz de biraz öksürüğünüz azalsa bize daha çok ders verebilseniz. Sizin duanız kabul olur” deyince demişler ki; “Ben Allah’ımdan gelen misafirden hoşnutsuz mu olayım ki o da benden şikâyette bulunsun. O bana misafirdir. Ben de misafirleri güzel ağırlamaya çalışırım. İşte böyle bir makamdır rıza makamı.
Altıncı, rızaya varan kişinin hâl haline getirdiği marifet bahçesidir. Marifet ehli Allah’tan gayri ne varsa ondan soyunmuştur. Allah’tan gayrı hiçbir şeye meyl etmez. Allah’ın verdiği ahlâk ile ahlâklanmış. Sabırlı, razı, mütevekkil ve teslimiyet sahibi kişidir. Yani marifet sahibi etrafını uyandırmaya başlamıştır. Hizmet ehlidir. Haliyle ve hizmetiyle her şeyde tecelli edenin Allah’ın mânâsı olduğunu insanlara öğretir ve gösterir.
Yedinci bahçe muhabbettir ki, Allah’ın aşk ve muhabbetine hiçbir şeyi tercih etmemektir. Nefis, evlât, mevkî, servet putlarını kırıp atmaktır.
“Sekizinci bahçeye gelince” diyor hocam,” Bu da hikmettir ki, kavilde, fiilde, talepte dürüst olmaktır.
Hikmet, marifet ehlinin dilinden zuhûr edendir. Yani artık o, hep hakikati söyler. Bizim yanlış sandığımız şeyin içindeki hakikati bize gösterir. Kimse onun sözlerine itiraz edemez. Çünkü herkesi avlayacak kadar bilgisi, görüşü ve basireti vardır. Her şeyde Allah’ı anlattığı için çirkin ve kötü şey zuhûr etmez ondan.
İşte bu bahçelere giren bahçıvan canlıya hayat veren su ile o güzel çiçekleri ve ağaçları sular sular. Bu suretle de can içinde can olur. “Ten-i âdemdeki can edeptir” olur. İşte bu seviyeye geldikten sonra hadi bunu bir hikâyeyle anlatalım.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Hz. Şiblî; “Allah’ım bana üç hadiseyle ne kadar güzel ders verdin” diyor.
Öğrencileri “Nedir bu üç şey?” “Siz mübârek bir zâtsınız nasıl üç başka şeyden ders alırsınız?” diyorlar.
“Birinci hadise, bir hanım geldi yanıma. Kocası bir başka hanım yüzünden evini terk etmiş. Son derece üzgün, perişan, saçı başı darma dağın. ‘Bana kocamı bulun yalvarıyorum size. Sizin için Allah sevgilisi diyorlar. Yalvarırım kocamı bulun!’ diye gelmiş. Ben de kadını edebe davet edeyim diye hanıma dedim ki,”Saçını başını topla ve üstüne dikkat ederek öyle gel karşıma”.
Kadın suratıma bakakaldı. Dedi ki,” Aman Yarabbi ben bir koca aşkıyla saçımı başımı göremiyorum da senin için Allah aşıklısı diyorlar. Nasıl benim saçımı başımı kıyafetimi gördün?”, deyince bundan çok büyük ders aldım diyor Şiblî Hz.’leri.
İkincisi bir çocuktu. Mum yakar ŞİblÎ ve “Oğlum” der çocuğa biraz da eğitici bir tavırla,
“Bu mumun ışığı nereden geldi gel söyle bana?”
Oğlan gülerek gelir. “Püf” der. Mumu üfler ve “Nereye gittiyse oradan geldi” der.
Üçüncüsü bir sarhoştur.
Şıblî Hz’leri “Oğlum” demiş. “Niye bu kadar içiyorsun? Bak çamurlara yuvarlanacaksın. Kirleneceksin” deyince
sarhoş ağzıyla, “Ey koca Şiblî, ben çamura yuvarlanırsam beni bir kova su temizler. Sen bende kusur gördün ya, sen yuvarlanırsan seni hiçbir şey temizleyemez” demiş. İşte gerçek edebi üç kişiden öğrendim diyen edep ehli bir sultan. Böylesine bir güzellikle edebin mânâsını bize anlatıyorlar.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Edep, her şeyin Hakk’ın tecellisi olduğunu bilerek her şeyi yerli yerine koymaktır. Buna da galiba sırât-ı müstakim diyoruz. Değil mi?
Şimdi ben çok büyük bir edep ehli edep sahibi bir sultandan bahsetmek istiyorum. Peygamber Efendimiz’den. Peygamber Efendimiz ezel âleminde yaşadığı mîracın tekrarlanma zamanı geldiği zaman kendi içindeki yolculuğa gitmeden önce edebini sabrıyla şöyle göstermişti. Taşladılar. Her tarafından kanlar akıyordu. Pislikli işkembeler başına geçirdiler. Alay ettiler. O ellerini kaldırdı. “Bilmiyorlar, tanımıyorlar. Allah’ım bunları affet. Göremiyorlar, bunları affet. Bunlarda gördüğüm de Sensin” dedi. O gece o yüce sultana Mîraç nasiboldu. Mîraç onun içindeki makamların âşikâr olmasıydı. Muhyiddin-i Arabî böyle anlatıyor. Entresan bir olaydır. Necm Suresi çok hoş anlatır mîracı. Orada burağın, yani gösterdiği sabrın Peygamber Efendimizi önce Kudüs’e taşıması vardır. Beni hep çok şaşırtır. O yüce sultan her yeri bir yapmış olan sultan Kudüs’e giderek bize neyi öğretmeye çalıştı diye düşündüm hep. Sonra Kudüs’te Hz. İbrahim’in kesmek üzere oğlunu yatırdığı taşı gördüm. O zaman anladım ki, “Kendi hakikatinize mi ermek istiyorsunuz? Önce Allah’ın önünde teslim yerine ayak basın. Teslim olun.” diyor. Yani İslâm olun, diyor. Teslim, İslâm’dır. İslâm kelimesi teslim kelimesinden gelir. Ama selâm ve huzur da İslâm’dır. Yani teslim olana selâm ve huzur da gelir mânâsındadır. İşte buradan sonra o yüce sultan gene yükseliyorlar sabrıyla. Peygamberlerle karşılaştıkları o cennet seviyelerini geçiyorlar. En üst seviyede Hz. İbrahim’le karşılaşıyorlar. (Ayne’l yakin) Bir altta o yüceler yücesi sultan Hz. Musâ ile karşılaşıyorlar. (ilme’l yakîn) Ve ondan sonra Cebrail makamı olan akıl zaten sidre-i müntehâda Peygamber Efendimiz’e; “Ben dayanamıyorum,” der. Peygamber Efendimiz aklını, Cebrail’i, kendini oraya kadar götüreni, belki de kendine mürşidlik edeni dahi orada bırakarak oradan, Hz. Musâ’ya, “İki ayakkabını çıkar da gel. Benim arazime dal,” diyen Allah’ı duyar gibi dünyaya ait her şeyini bırakmış. Aşkı ve ezelden verilen velâyet sıfatı ile yükseliyorlar. Fakat büyük bir imtihanla yükseliyorlar. Allah onun önünde ezel-ebed her şeyi âşikâr ediyor. Yaşayan, yaşayacak olan, yaşamış olan her şey mânâsıyla açıktır önünde. Diyor ki Allah “Habibim, bütün bunları senin için yarattım. Sen benim hakikatimsin. Senin için yarattım bunları. Şimdi iste bunları sana vereyim”. Peygamber efendimiz o yüce kul ki, edep makamında “Ben seni isterim Efendim” diyor. “Bunları istemem. Seni isterim” diyor ve bu istek onu daha da yükseltiyor. Ahadiyete doğru taşıyor ve orada Necm suresinde anlatıldığı gibi yayın iki ucunun birleşmesi gibi daha doğrusu “Nerdeyim?” ben deyip şaşkın olduğu zaman, Muhyiddin-i Arabî’nin yorumuyla, “Sağ ayağını sol ayağının üzerine koy. Gör ki bendesin” diyen Allah’la, Allah’ın mânâsının zuhûrunun hissedilmesi gibi... O birliğin içinde o yüce sultan gene kul olduğunu hissedip bizler için dilekte bulunuyor. Bizim de o mânâyı kendi içimizde anlayabilmemiz için… (Belki o yüce sultan o an bizi hatırlamasaydı bizler o zevki hiç bilemeyecektik.) Onun için, kendileri Mahmud makamıdır. Yani şükredilmesi ve hamd edilmesi gereken en yüce makamdır. İşte Hz. Muhammed’in edebi, Necm Suresinin ilk iki ayetinde şöyle anlatılır: “Dönmekte olan yıldıza andolsun ki arkadaşınız Muhammed şaşırmadı, azıtmadı da.” Artık o, adına yemin edilecek bir sultandır. Ondan Allah’ın mânâsı tecelli etmektedir. Gördünüz mü programın başı ve sonu aynı yerde bitti. Nûr Suresinin mânâsı Peygamberin içinde edeple tecellidir. Allah nasip etsin inşallah.
İyi akşamlar efendim. Bir Tasavvuf Deryasından programında yine Cemalnur Sargut hanımefendiyle birlikteyiz. Hocam geçen hafta edepten bahsetmiştik. Fakat edep konusu bu işin sanki hakikati ve özü gibi. Biz biraz daha bilgi istiyoruz. Geçen hafta demiştik ki; “Edep her şeyi Hakk’tan bilmektir. Hiçbir şeyi Hakk’tan gayrı görmemek ve olana itiraz etmemektir. Yani edebin mânâsı ‘lâ ilahe illallah’tır, demiştiniz. Acaba bunun üzerine biraz daha konuşabilir miyiz?
C : Görüyoruz ki edep dinin temeli insanın mânâsının özü, gönlünün aydınlattığı mânâdır.İnsanın edepten ibaret olması lazımdır. Eğer insandaki nefis ruha aşık olur da ruhu görmeye başlarsa, ruhu Rab olarak kabul edip onun terbiyesi altına girmeyi kabul ederse ve bu aşk zirveye varıp nefis ruhta yok olursa insan baştan aşağı edep kesiliyor. Edep kesilmesi, her nereye baksa Hakk’ın birliğini görmek demektir. Biz bu makama vahdâniyet makamı diyoruz. Yani biz değil hâşâ, mutasavvıflar böyle yorum yapmışlar. Vahdâniyet kesrette; çoklukta Hakk’ı görmek ve birlemek demektir. “Lâ ilâhe illallah”, “lâ mevcûda illâllah” halini alır. Allah’tan gayrı hiçbir varlık yoktur. Bu mânâ idrak edilince, dünyanın baştan aşağı Kur’ân olduğu anlaşılır. Ve o zaman Kur’ân’a nasıl abdestsiz olarak el süremezsek, hatta içindeki şeytan ve Firavun kelimelerine de abdestsiz olarak parmak basamazsak, dünya da bir Kur’ân olduğuna göre, onun içinde bulunan Hakk’ın bütün isimlerine hakaret gözüyle bakamayız. O halde buradan öze girersek insanın yaradılışına gitmek lazım. Niye bunları birlemek gerekiyor? Niye Hakk’ın celâlî ve cemâlî sıfatlarını birlemek gerekiyor? Buradan bakarsak karşımıza iki âyet çıkar. Bir tanesi Yasin Suresi 71. âyet. Bu âyet te buyuruluyor ki; “Görmediler mi ki biz onlar için, ellerimizin yapıp ettiklerinden (kudretimizin) eseri olan nice enamlar yarattık da onlar bu enamlara sahip oluyorlar. ” Bu âyetin mânâsı çok derin. Âyette “enam” diye bahsedilen yumuşak hayvandır. Koyun olarak düşünüldüğünde; “Biz nice koyunlar yarattık ve onlardan insanlar nasıl yararlanıyorlar? Etleri mânâ haline dönüşüyor” diye açmak da mümkün. Ama biz daha iç mânâsından incelemeye çalışalım. Bazı mutasavvıflar, buradaki ellerle yapılıp edileni; celâl ve cemâlle yapılıp edilen diye açıklamışlardır. Allah’ın “iki elim” diye buyurduğu; “celâlî ve cemâlî sıfatlarımla yarattığım insan” mânâsındadır. Ve o insanın içinde hayvan makamında olan nefsinden yumuşatıp yumuşak ve faydalı hayvanlar zuhûr ettirdik, buyuruyor Allah. Yani nefsini işe yarayan, hizmet eden, rûhun idaresine giren, rûhun aşkında eriyen, rûhu sahip olarak bilen hayvana dönüştürdük, buyuruyor.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Celâlle terbiye sıkıntı, belâ veya bize belâ gibi gözüken hadiseler, ancak aslında belâ olmayan hadiselerle terbiyedir. Hakikatta celâl Allah’ın iradesi ve lutfu demektir. Yani Allah’ın -çok özür diliyorum edepsizliğimi sayın okuyucular da hoş görsünler- âdeta toprak üzerine tenezzülü demektir. Tabii ki bakın şu toprağa, Allah zuhûr etti mi, irade etti mi toprak onu karşılarken depremler oluyor. Yer yerinden oynuyor. Yer sarsıntıları oluyor. Bu vücut toprağı da Allah’ın zuhûrunu öyle bir karşılıyor ki, vücut içinde deprem oluyor. İşte buna celâl diyoruz. Cemâl ise lütuf, yumuşaklık, güzellik ve lütuflara gark olmamız demektir. Ama bu ikisi de gerekli. “Neden mi?” diyorsun. Hz. Mevlâna diyor ki; “Çamaşırı temizlemek için önce suya batırır ıslatırız. Sonra kuruturuz. Kurutacağımız bir şeyi niye ıslatıyoruz? Niçin böyle bir temizlik yapma yoluna giriyoruz? Çünkü başka türlü temizlenmiyor da ondan. O halde Allah bizi sırf kurutsa temizlenemeyiz. Bazen ıslatır. Yani bazen acılarla, ızdıraplarla, kötü muamelelerle, iftiralarla terbiye eder. Ondan sonra onu güzel karşıladığımızda içimizde huzur oluşur. İşte huzur da cemâldir. Yani önce ıslatıp kurutur ki tertemiz olalım diye. Bu muamele sonucunda insan içindeki nefsânî aşırı arzu ve isteklerini yumuşatıp işe yarar faydalı bir hale geçiriyor ki lütfa uğruyor demektir. Diğer bir âyette iş Hz. Âdem’e geliyor. Edep bahsinde Allah İblîs’e buyuruyor: “İki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir? ” (Sad Suresi -75)
İşte iki âyet birbirini tamamlamaktadır. İki elimle yarattığım şeye yani Âdem’e secde etmekten seni alıkoyan nedir? İki elimle yarattığım şey derken, insandan bahsediyor Allah. Oysa insandan başka bütün yaratıklar tek elle yaratılmışlardır. Çünkü insan ya melek gibi cemâl sıfatının ya da azap melekleri, şeytan gibi celâl sıfatının kendisinde tecelli ettiği bir varlıktır. İnsan bu bütünü içinde toplayan karşılıklı iki denizi birleştiren ve bu iki denizin birbirine taşmasını önleyen bir geçit varlıktır. İnsan bir yönüyle Rab, diğer yönüyle kul olduğundan Hakk sûretinden çıkarılmış bir nüshadır. Rablık özelliklerini taşıması itibariyle mertebe bakımından insandan daha iffetli kılınmış bir yaratık olmadığı gibi, kulluk özellikleriyle de ondan daha aşağı kılınmış bir yaratık yoktur. O halde insanın içinde Allah’ın cemâlî sıfatları zuhûr eder. İnsan iki denizin kavuşmadığı gibi bir berzahta, akıl berzahıyla ayrılan bu gönlü içindeki cemâli rûhunu ve celâlî nefsini bir arada taşır. İşte âyetler böyle teyit ediyorlar insanın yaradılışında celâl ve cemâlin olduğunu (1). O halde biz ne celâle kızmak ne de cemâlden aşırı hoşnut olmak durumundayız. Öyleyse celâli ve cemâli bir kılmaya edep deniyor. Edep nedir? Kemaldir. İnsan, kâmil olmayan iki sıfatı birleştirdiğinde ve her baktığında Allah’ın tecellisini gördüğünde edepli olur. Allah bize hem dünya hem ahiret edebini nasip etsin.
S : Hocam peki burada çok önemli bir soru çıkıyor karşımıza. Madem ki her şey Hakk’tır. Neden o zaman fenalık yapanlar ceza görüyorlar?
C : İnsanın cezası üstünde. “Madem ki herkes bir vazifeyle mükellef ve memur, o halde fenalık yapan niye ceza görsün?” diye soru sorulursa çok nazik ve ince bir mesele ortaya çıkıyor. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın birbirine zıt isimleri var. Meselâ izzet ve şeref veren “Aziz” kılan ismi olduğu gibi “Muzil” yani alçaltan, zillete düşüren, hor ve hâkir eden ismi de var. “Hâdi” yani hidayete kavuşturan, kulunu hayırla muvaffak kılan olduğu gibi, “Mudil” yani delâlete götürücü, saptırıcı da var. İnsanların günahlarının kendilerinde sorumluluk kalmayacak şekilde affeden olduğu gibi, “Müntakim” yani günahkârları adaletiyle müstehak olduğu cezayı veren ismi de var. Bu isimler, isimlerin küllü olan Cenâb-ı Hakk’tan “Yarabbi bize bu isimlerin gereğini yerine getirmek için bir zuhûr yeri ihsan et” diye niyâzda bulunup bir vücut istediği zaman bizi vücutlandıran Allah tarafından nasip edilmiş isimlerdir. Hiç kimse “Ben bu anayı babayı seçmemiştim. Ben bu özellikleri istememiştim. Niye geldim bu dünyaya?” demesin. Herkes ezel âleminde ismini bildiği için o isim bir an önce tekâmülünü tamamlayıp gene Allah’a kavuşmak için bir vücut kazanmak ister. Bu yüzden de kendi ailesini, kendi yolunu seçer. Sonuçta insan bu dünyaya gelir. O halde kahır yaptığı vakit karşısında mutlaka intikam alıcı ismi zuhûr eder. Birbirinin zıddı olan isimler birbirini cezalandırır bu dünya mevkiinde. Evet, bir kimseye fenalık yaparsan Allah’ın intikam alıcı ismi karşımıza gelir. Cenab-ı Hakk bütün eşyada tecelli eder. Fakat ondan herkes kendi yeteneğine göre yararlanır. Bu durum Allah’ın dilediğini yapan oluşuna ters düşmez. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın yaptığı her iş bir hikmete dayanır. Her şeye yeteneği ölçüsünde tecelli etmek onun hikmetlerindendir. Meselâ o rahmet edilmesi gerekenden intikam almaz. İntikam alması gerekene ise acımaz. Bunun tersine hareket etmek onun hikmetine aykırıdır.
Firavun Mûsâ’ya sordu: “Rabbin kimdir ya Mûsâ?”
Mûsâ cevap verdi: “Bizim Rabbimiz öyle bir Allah’tır ki her şeye kendi hilkatinin îcâbını verdi sonra o işin yapılması ona sırât-ı müstakim oldu ve o işi yapmak o kimseye ısmarlandı. Yani hidayet edildi” (Taha Suresi, 50)
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Evet bunu biraz açalım. Ahadiyette, yani “Yalnız ben vardım, benimle hiçbir şey yoktu” sonsuzluğunda, bütün yaratılmış ve bütün yaratılacak olan her mahlûkun esası, özü, a'yân-ı sâbitesi o bütün içinde vardı. O bütünle yoğrulmuştu. Sonra vahdaniyet yani kesret başladı. Orası a'yân-ı sâbitelerin birdeki çokluğundan başladı. Yani görüntü tekti ama çokluk olarak tecelli etti. Hepimizin özü levh-i mahfûzu zuhûr etti orada. İşte o levh-i mahfûz üzere bu dünyaya geldik. Yani ezelimizde ne varsa o ezelimize dönmek için bu dünyaya geldik. Ama Allah bize lütfedip bir vücut, ayrıca da bu levh-i mahfûzun açığa çıkması için çeşitli meşrepler nasip etti bu dünyada. İşte verdiği o ezeli isimlerin zıddıyla birlikte bizi dünyaya getirdi. Bu zıtlıklar bizi terbiye için dünyada vardır. Kötünün terbiyesi iyi iledir. İyinin terbiyesi kötü iledir. Bu Allah’ın adaletinin ve yüceliğinin, güzelliğinin âşikâr oluşudur.
S : Hocam yaratılan her şeyin Allah’ın bir ismine mazhar olduğundan bahsettik. Bu bölümü biraz daha açar mısınız?
C : Çünkü zerre kadar hayır yapsan hayır bulacaksın, şer yaparsan şer bulacaksın. (Zilzal, 7-8) İnsan hatalarından dolayı önce dünyada ceza bulur. Cehennemini ve cennetini önce dünyada yaşıyor insan. Zaten bu dünyada cenneti bulamayan insan öbür alemde de bulamayacaktır, demektir. Nedir cehennem? Meselâ çok sabırsız bir insanın sabırlı bir insanla aynı evde yaşaması onun cehennemidir. Yani zıt isimler birbirini terbiye etmek üzere dünyaya gelmiştir. Eğer sevgi hakim gelirse her aşk Allah’a olan aşktır. İnsanlar birbirlerini hoş görmeye başlarlar. O zaman güzellik zuhûr eder. Dünyada cenneti bulmuş olur. Veyahut o meşrep onu o kadar yorar, hırpalar ki insanın bütün hayatı cehennem içinde geçer. O zaman da hakiki gayeye ulaşmadan maalesef bu dünyadan gitmiş olur. O halde Allah’ın zâtî isimleriyle terbiye oluyoruz. Zira ilâhi hikmet, her yaratılmışa hikmeti a'yân-ı sâbitesinin yani levh-i mahfûzunun gerektiği oranda ve yeteneğine göre verir. Sonra da onu doğru yola iletir. Her şey bir isme mazhar oldu, demek o ismin mazhar olduğu vazifesini yerine getirmesi demektir. Biz hocama, cennete kim gidecek, cehenneme kim gidecek diye sorduğumuzda; “Onu bilmem de ikisine de gitmeyenler vardır, ikisinden de anlamayanlar vardır” demişti. “Örnek verir misiniz?” diye sorduğumuzda dedi ki; “Hayvan meşrepli insanı önce cennete sonra cehenneme götürmüşler, ikisinde de ‘ai ai’ demiş. Bu ne cehennemden anlıyor, ne cennetten anlıyor, biz bunu nasıl mükâfatlandıracağız ya da cezalandıracağız dediklerinde, bunun cezası üzerinde, eşekliğinde, ayrıca ceza vermeye lüzum yok ki ” , demişler. Mutasavvıflar, Allah sevgilisi cennete gittiğinde cennetin, “Bu güzeli götürün. Benim bütün güzelliklerimi örtüyor” dediğini, cehennemden geçtiğinde ise cehennemin, “Bu güzelin aşk ateşi, benim ateşimi söndürüyor” diye bağırdığını anlatıyorlar.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Evet. Zaten nefsin mertebelerinden, emmare dediğimiz ilk mertebede, emir eden insan için hakikati görmek mümkün değil. Emreden kimdir? Ben üstünüm, benden daha büyük yok diyen insan için gerçeği ve hakikati yaşamak mümkün değil. Her an emretmeye hazır oluşu onun cezasıdır. Zaten ayrı bir cezalandırmaya lüzum yoktur. Meselâ hiç ilkokul öğrencisini yakalayıp da niye Einstein kanunlarını bilmiyorsun diye döver misin? Allah da bunu yapıyor, canım sultanım. Öğrettiklerinden, levh-i mahfûzumuzda anlamaya müsait olduklarımızdan sorumlu tutuyor bizi değil mi? Onun için biz başkalarıyla meşgul olmayıp dünyada huzuru bulmak zorundayız. Huzur, huzurda olmak demektir. Allah’ın huzurunda olan kişi her an huzurdadır. Onun huzurunu kimse kaçıramaz. Mesela o daima zalime daha çok acır. Çünkü işin hep sonunu görür. Böylelikle, zayıfın, ezilmişin Allah tarafından taltif edilip huzura kavuşacağını bildiği için zalime acır. Adamın biri hocasına gitmiş demiş ki; “Hocam, görüyorsunuz şu insanlar daima Allah’ın emirlerine karşı geliyorlar. Bunlara beddua etseniz de, Allah’ın istediği gibi yaşar hale geçseler, ya da cezalandırılsalar da, yaptıklarının hata olduğunu anlasalar.” demiş. Onun üzerine hoca ellerini açmış. “Allah’ım bu dünyada yaptıkları işten çok eğleniyorlar. Bu eğlendikleri gibi öbür âlemde de onları eğlendir” demiş. Şimdi bu duayı duyan mürit çok şaşırmış, demiş ki; “Efendim ben beddua edin dedim. Siz onlara dua ettiniz”. “Oğlum bundan büyük beddua olur mu? Bu dünyada eğlendiklerini zannediyorlar. Böyle giderse cenneti bulamayacaklar. Onların hakiki cenneti bulabilmeleri için bütün bunlardan temizlenmeleri, arınmaları, acılar çekmeleri ve ondan sonra oraya ulaşmaları lazım. Onun için bundan büyük beddua olamaz insana” demiş. Bu arada beddua, hâşâ, çok yanlış bir şeydir. Çünkü bu Allah’a akıl öğretmek gibi bir şeydir. Hocam Sâmiha Ayverdi diyorlar ki; “Sen bunu nasıl cezalandıracağını bilemiyorsun, ben sana öğreteyim Allah’ım” demek gibi bir şeydir. Hâşâ, haddi fazlasıyla aşmaktır, diyorlar. Onun için evliyaullah ve Allah sevgilileri bırakın beddua etmeyi Allah’ın söylediğinin dışında bir şey yapmaktan bile titrerler. Bir ârif “Allah’ım şu münbit yere çok yağmur yağdırıyorsun. Şurada çorak bir toprak var bir damla yağmur yağmıyor. Hani nerede kaldı senin adaletin?” deyince, titremeye başlamış ve demiş ki, “Aman Ya Rabbi Allah’ın işine karıştım, beddua etmiş sayıldım.” Hemen kendini ipe bağlıyor. Birine de kilometrelerce çektiriyor ve ancak böyle Allah’ın affına uğruyor. İşte beddua Allah’ın işine karışmanın en edepsiz şeklidir. Allah korusun.
S : Hocam o zaman en kestirme yol “Allah Rabbimdir” deyip durmak. Her şeyi Allah’tan bilip her yerde de Hakk’ı görmektir, diyebilir miyiz?
C : Tabii buradan da hemen duaya geçelim. Duanın da iki türü vardır. Edebin mânâsı olgunlaşmak için vaktimizi beklemektir. İnsan aceleci yaratıldı, âyetinde (İsra, 11) belirtildiği gibi eğer dilek yaratılışına uygun olursa meydana gelmesi kolay yoksa zor olur. Her iş bir saate ve zamana göre ayarlanmıştır. Bunun için eğer vakit gelmediyse o işin ortaya çıkmasında acele etmek son derece faydasızdır. Şimdi dua ederken çok önemli iki merhale vardır. Birincisi istekte bulunmak. “Allah’ım bana şunu nasip et.” demek. Burada bir tehlike var. Bir kere Hz. Mevlâna diyorlar ki; Allah öyle vericidir ki sen niye bir tek şey isteyerek ona sınır koyuyorsun, diyor. Meselâ Allah’ım bana ilim ver dedik. Çok güzel bir duaya benziyor bu dua. Fakat bir kere sınır koyduk. Belki aynı anda hem sıhhat, hem ilim, hem aşk, hem tevâzu verecek. Biz oradan yalnız ilmi çekip almış olduk. İkincisi, istediğimiz ilmin kendimiz henüz ne seviyede olduğumuzu bilmediğimiz için bizi benlik ehli yapıp yapamayacağından da emin değiliz. O halde burada duayla Allah korusun haddimizi aşan istekte bulunduk. Ârif-i billah öyle dua etmez. Ârif -i billah der ki; Allah’ım benim için hayırlı olanı bana nasip et. İşte duanın özü budur. Dua Allah’la insan arasında ilişki kurmak için bir yoldur sadece. Yoksa Allah’tan bir istekte bulunmak değildir. “İste ki vereyim, dile ki vereyim.” emri var. Biz de kuluz. Tabii ki isteyeceğiz. Kulluğumuzu hatırlatan bir şekilde istersek o zaman duanın mânâsı zuhûr ediyor. Alexi Carrel, duayı şöyle anlatır. Adamın biri kiliseye gitmiş. Günlerce kilisede oturmuş ama yapılması gereken hiçbir ibadeti yapmamış. Mum yakmamış, ellerini birleştirmemiş, diz çökmemiş sadece oturup bakıyormuş yukarılara. Rahip yanına gelmiş demiş ki; “Sen niye buradasın ve boşuna yer işgal ediyorsun, hiç de iyi örnek olmuyorsun, çekip git buradan”, demiş. Adam dönmüş rahibe bakmış ve demiş ki; “Ben onunlayım, o benle sana ne be adam.” İşte diyor Alexi Carrel, duanın gerçek mânâsı bu; isterken, ben onunlayım o da benle diyebilme derecesine ulaşmak. Allah hepimize nasip etsin inşallah. Çok önemli bir hal.
Tabii duanın iç mânâsına girince, Allah’ın hoşuna giden özel istekler de var. Meselâ yaşlı olduğu halde Hz. Zekeriya’nın evlât için dua etmesi… Evlât istiyorum demesi sanki bir edepsizlik bir aşırı istek addedilmesin. 80 yaşında ve karısı da çok yaşlıyken Hz. Zekeriya’ya evlât veriyor. Hz. Mevlâna da diyor ki; “Allah Zekeriya’ya niye evlât verdi? Çünkü O isterken, “Bu bir mucize sen istersen mucizeleri gerçekleştirirsin, sen çok yüce ve büyük bir sultansın “dedi. Allah’ da onun bu mânâsına hürmet etti ve bir evlât verdi,” diyor. İç mânâsı; Hz. Zekeriya, “Nefsim ruhuma aşık oldu. Onlar birleşti ama ben çok yaşlandım. Sen bu zuhûru burada bitirme. Benden çıkan bu mânâyı sülbüm olarak devam ettir,” diye niyâz etti. Ve işte ondan sonra Hz. Yahya, yani “Ya Hayy”, o mânâdan zuhûr etti, diyor. Allah hepimize nasip etsin.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Ben acizane basit bir öğretmenim ama her terbiyede sevginin ve yumuşaklığın kullanılmasının başarılı olduğunu gördüm. Hz. Ahmed’er Rifâî öğretici makamda kişilere seslenirken,” Yumuşaklığı tercih edin. Sevgi ve yumuşaklık insanı Allah’a götüren yegâne yoldur.” diyorlar. Bizim kendi kendimizi terbiyemizde de, nefsin bütün isteklerini bir anda kesmek, bütün isteklerini bir anda yok etmek yanlış bir yöntemdir. Kur’ân-ı Kerîm hocam Allah gani gani rahmet eylesin Hayri Bilecik bu konuda buyururlardı ki; “Ana vanaları kesmeyin, küçük boruları kesin, o zaman kolaylıkla suyun gidişini ayarlayabilirsiniz.” Bu ne demek? “Nefsin aşırı isteklerini birden kesmeyin. Küçüklerden başlayın. Meselâ en kolay gelen ne? Yalan söylememek mi? Önce orayı bırakın. Çünkü küçük gibi gözüken nefsani hatalar çok büyük neticelere sebebiyet verebilirler. Onun için oradan başlayın.” derdi. O yüzden nefse güzel davranmak, yumuşak muamele etmek ve hadiselerden çok etkileniyor diye nefse kırılmak yanlış bir yoldur. Çünkü vücudun da bir toprak olduğunu ve Allah’ın celâlinin vücutta ne kadar sarsıcı zelzeleler yaratıcı etkisi olduğunu da bilmek lâzım. Tabii ki sıkıntılar vücuda dokunacak. Onun için, “Niye üzüldüm ,bu kadar terbiye alıyorum. Her olaydan niye etkilendim?” diye kendi kendimizi suçlamak da benlikten başka bir şey değildir. Böyle düşünmek lâzım. Hz. Mevlâna buyuruyor ki, “Nefis köpek gibidir, aç bırakırsan saldırır, doyurursan gaflet eder, uyur. Yarı aç yarı tok bırakırsan sana faydalı olur.”
Sonuç olarak, tasavvuf demek edep demektir. Edep ise göz ile Hakk’tan başka bir şey görmemek, lisanla bir şeye itiraz etmemek, Allah’ın buyruğunu tatmak, men ettiğinden kaçmaktır. Bunların kendisinde yer ettiği kimse şüphesiz adaletten ayrılmaz. Kimsenin kalbini kıramaz. Hasılı Allah’ın hoşnutsuzluğuna sebep olacak işlerde bulunmaz.
S : Hocam tevhîdin hakikati sükûttur deniyor. Bunu biraz açar mısınız?
C : ‘Tevhîdin hakikati sükuttur”dan maksat ,lisanı tutmak her şeyden iyidir fakat anlamak yani emin olmak kanaat getirmek için sormak başkadır, diyor. Bu hal, önce, verilen hadiselere, başına gelen sıkıntılara lisanen, kalben razı olmak halidir. Bunu bir hikâyeyle açıklayalım. Resulullah Hz. Ebû Bekir’le bulunduğu bir sırada içeri bir adam giriyor. Ebû Bekir Hz.lerine çok ağır sözler söylüyor. Resulullah Efendimiz Hz. Ebû Bekir’in ses çıkarmadığını görünce tebessüm buyuruyorlar. Fakat adam işi azıtıp daha da kötü konuşmaya başlayınca Hz. Ebû Bekir cevap vermeye başlıyor. Resulullah da meclisi terk etmek üzere yerinden kalkıyor. Ebû Bekir Hz.’leri çok üzülüyorlar Resulullah’a: “Beni niçin huzurunuzdan mahrum ediyorsunuz?” deyince, “Ya Ebû Bekir önce sükût ettin, melek geldi sonra söylenmeye başladın şeytan geldi. Şeytanın bulunduğu yerde enbiya bulunmaz” diyorlar. O halde sükût iki türlüdür: Dilin sükûtu ve gönlün sükûtu. Dilin sükûtu, malâyâni yani dedikoduyu, boş konuşmayı lüzumsuz lâfları -ki çok yapıyoruz- terk etmek. Bunun yolu galiba akşam kendimizi muhasebeye çekip,” Ben bu gün Allah için ne yaptım?” demektir. Zaten tefekkür ve muhasebe çok önemli. Çünkü Benjamin Franklin her gece kendini tefekküre çeker ve düşünürmüş: “Ben bu gün neler yaptım?” diye. Bir gün, “Ben bu gün hiç kötü bir şey yapmadım,” demiş ve yatmış ve sonra da çok huzursuz olmuş, kalkmış. “Galiba bu güne kadar yaptığım en kötü şey böyle bir karara varmış olmak,” demiş. Onun için insan kuldur hata yapar. Ama güzel ayarlamak lâzım. Malâyâni ve boş sözlerle vakit geçirmek insan ruhu için çok büyük bir azaptır. Gönlün sükûtu hamd makamıdır. Hamd çok yüce bir makamdır. Hamd şükürden de öte bir makam. Şükür Allah’ın verdiği güzelliklere hal ve dil ile memnun olduğumuzun ifadesidir.. Hamd ise sıkıntıya belâya hepsine birden memnuniyet ifadesidir. Onun için çok önemli bir makam.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Şükür bir bağdır, nimetler de av, şükür sesi işittiğin zaman daha fazla elde edilmiş olmaya hazırlan. Tanrı kulunu severse onu bir belâya uğratır, sabrederse kendisi için seçer. Şükrederse onu daha fazla beğenir ve ayırır. İnsanların bazıları kahrı için, bazıları da lütfu için şükrederler. Bu her ikisi de hayırlıdır. Çünkü şükür kahrı lütuf şekline koyan bir panzehirdir.
C : Onun için hamd bu kadar önemli bir makam. Hani Nemrut Hz. İbrahim’i ateşe attığı zaman bile İbrahim’e Cebrail gelip, “Benden ne yardım istersin?” dediği zaman Hz. İbrahim, “Benim senden bir isteğim yok” dedi. Bunun üzerine Cebrail “Niyâzını söyle Cenâb-ı Hakk’a ileteyim” deyince Hz. İbrahim “Benim halimi Allah’ım bilmiyor mu ki Cebrail aracılığıyla haber göndersin?” dedi. İşte Tanrı bir kulunu hakikaten severse önce belâya uğratıyor. Belâya uğratmak insan için büyük lütuftur. Belâ belînin yani ezelde verdiğimiz “Sen bizim Rabbimizsin” ahdinin âşikâr olması için gereklidir. Ama en büyük belâ, belâyı belâ görmektir. Eğer belâyı belâ görmez de lütuf olarak görürsek o zaman sıkıntılar biter. Bununla ilgili çok hoş bir hikâye var. Bir Hint hikâyesi müsade ederseniz onu anlatmak istiyorum. Adamın birinin yanında çalışan bir çırak varmış. Çırak da hakikaten belâyı belâ olarak gördüğü gibi, lütfu bile belâ olarak görüp her şeyden şikâyet edermiş. İnsanlar dillerini şikâyete alıştırdıkları zaman vücutlarının içinde daralma başlar. Daralma ve sıkıntı başlar. Bunun üzerine usta bir gün çok rahatsız olmuş bu şikâyetten almış çırağını yanına beraber gitmişler bir bardak su doldurtmuş çırağına, içine iki kaşık tuz atmış, iç bunu demiş. Çırak suyu içmiş ve püskürtmüş. “Aman hocam ne yaptınız? Berbat bir şey bu” demiş. “Oğlum söylenme” demiş. “İki kaşık tuz al ve gel” demiş. Çırak tuzu almış, beraber bir tatlı su gölüne gitmişler. “At buraya tuzu sonra da bir bardak doldur ve iç” demiş adam. “Ay mis gibi su” demiş çırak. “Gördün mü bak yavrum” demiş. “Sen gönlünü o kadar küçük bir bardak haline getirmişsin ki” demiş. “İçine bi lokma tuz girdi mi dayanamayıp püskürtüyorsun. Ama içini ferahlatıp rahatlarsan şikâyeti bıraksan her şeyden memnun olmanın yolunu bulsan o zaman sonuçta bakarsın ki, hiçbir sıkıntı sana belâ gibi gelmeyecek. Her şeyde lütuf olacak. Onun için şikâyeti tamamen terk etmek lazım. Zaten kimin şikâyetini yapacağız? Allah’ı mı şikâyet edeceğiz? Allah’ı Allah’a şikâyet etmek ne kadar komik bir mazhariyet değil mi?
S : Hocam bu belâlar da bizi temizlemek için özel olarak geliyorlar. Yani bu açıyla bakarsak herhalde onları daha hoş karşılayabiliriz değil mi?
C : Şimdi fitne kelimesi belâların en büyüğüdür. Fitne kelimesinin mânâsı ne demek biliyor musunuz? Bakırı altından temizleme yöntemi demek. O halde fitne belâsı bir yere geldiği zaman insanın gönlü altın mı, bakır mı olduğu ortaya çıkar. Demek ki, her türlü belâ bizim içimizdeki güzellikleri ortaya çıkarır. Daha önce galiba İkbal’den bu radyo programında bir bölüm okumuştuk elmasla karbonun farkını anlatırken değil mi? İşte o bölümü bir kere de burada tekrarlayalım isterseniz:
“Madende kömür elmasa dedi ki; ey zevâl bulunmamak tecellisine mahzar olan, biz arkadaşız. Nemiz varsa aynıdır.” Çünkü malûmaliniz kömürle elmas her ikisi de saf karbondur. Bileşimleri tamamen aynıdır. “Ey zeval bulunmamak tecellisine mazhar olan,” diyor kömür elmasa. Yani, “Yok olmayan, biz arkadaşız. Nemiz varsa aynıdır. Cihanda aslımızın varlığı birdir. Ben değersizim, madenimden eriyip gidiyorum. Sense padişah taşının üstüne çıkıyorsun. Benim toprak kadar kıymetim yok. Mayam kötü. Sen aynaların kalbini hasetten parçalıyorsun. Beni herkes eziyor, ateşe veriyor. Benim halime ağlamak lazım. Ben bir kıvılcımım. Seninse yüzünde, dilinde, yıldızlar, güzellikler fışkırıyor. Elmas dedi ki; ey ince gören ve ince düşünen arkadaş kara toprak pişip olgunlaşınca yüzükleri süsleyen mücevher olur.” Çünkü elmas çok acı çeker. Kömür toprağın üzerinde hiç acı çekmeden oluşur. Onun için simsiyahtır. Ama elmas diplerde senelerce, basınçlar, sıcaklıklar, ateşler altında yanar yanar tutuşur. Ancak o kadar belâdan sonra elmas haline, hiç yok olmayan haline geçer. Ve dedi ki o; “Sen vücudun yumuşak olduğu için yandın. Acılara dayanamadığın için korkma, gam çekme, vesveseli olma”. İşte elmas hiç acı çekmemiş olan karbona diyor ki; “ Korkma, gam çekme, vesveseli olma.” Demek ki dünyada olgunlaşmanın üç yolu var: Korkmamak, gam çekmemek ve hiç vesveseli olmamak. Taş gibi ol, elmas gibi ol. Öylesine çalışan, güçlüklere saldıran insan iki alemi de aydınlatır, diyor İkbal. Ve acz, değersizlik, pişkin ve olgun olmamaktan ileri gelir, diyor.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
İşte emin olan kimse hakikaten böyle düşünür. Ama hepimiz o derecede olmadığımız için ve sonunu göremediğimiz için korkuyoruz. Hâlbuki bilsek ki yüce Allah diyor ki; bir annenin evlâdına duyduğu sevgi benim size karşı duyduğum sevginin yanında denizin yanında küçücük köpük gibidir. “Zülcelâli vel ikram” diye bir ismi var Allah’ın. Yani celâl isminin altında ikram vardır. Sıkıntı ve belânın ardında lütuf vardır. Ben hep bundan şunu çıkarırım çocuklar: Hz. Mevlâna’nın isminin celâl olduğunu unutmamak lâzım. Dünyanın en büyük ikramları olan Mesnevi ve Fîhi mâ-fîh, celâl isminden zuhûr etmiştir. Eğer böyleyse biraz acılara tahammül ne güzel yerlere getirir insanı. Biri Peygamber Efendimize seni seviyoruz demişti Nazlıcığım. Acaba Fîhi mâ-fîh’te bu bölümü hatırlıyor musun?
S : Tabii hocam. Galiba bu bölümde Peygamber’e karşı “seni seviyorum” iddiasında olan kişinin nefsini temizlemeden peygamber’in onu bırakmayacağının da bir örneği olsa gerek. Diyor ki Fîhi mâ-fîh’te; Biri, Hz. Mustafa’ya, “seni seviyorum” dedi. Peygamber, aklını başına topla ne söylediğini biliyor musun?, dedi. O yine “seni seviyorum” diye tekrarladı. Hz. Mustafa “Öyleyse bunda sebat et ki, şimdi seni elimle öldüreceğim, vay haline” buyurdu.
C : İşte görüyorsunuz ya. O yüce peygamberin terbiye sistemi bu; “Öldüreceğim”den kasıt, malınız ya da canınızı, taptığınız şeyleri, evlât aşkını, hepsini içinizden almadan sizi bırakmayacağım der. Belâ ve cefaları üstünüze yağdıracağım. Çünkü Allah sevgilisini, Allah’ın zat tecellisini seviyorum demek, bir iddia sahibi olmaktır. Bir sevginin delili ispatı istenir. Allah, sevgisinin yanına ikinci bir sevgi istemez. İşte, “Seni bütün şirklerden temizlemeden bırakmayacağım,” diyor o yüce sultan. Ben, müsaade ederseniz tekrar edebe dönmek istiyorum. Ve edebi Hz. Ali ile anlatmak istiyorum. Bence edebin sultanı olan Hz. Ali edebi çok güzel anlatmış, çok güzel öğretmiş bize. Bakın bunun bir hikâyesi var. Peygamber Efendimiz sıcak bir Ramazan gününde karpuz kestirmek istiyorlar. Bir sahabeyi yanına çağırarak “Şu karpuzu kes” diyorlar. Sahabe, “Efendim müsaade ederseniz bunu kuyuya sarkıtayım. Şimdi oruçlusunuz. Şu anda kesersem bozulur Tam iftar saatinde keseyim ki soğutup size buz gibi yedirebilelim”. Bunun üzerine başka bir sahabeyi çağırıyorlar. Ona da “Kes”, diyorlar. Ve tekrar aynı itirazla karşılaşıyorlar. Bunun üzerine Hz. Ali’yi çağırıyorlar. “Ali kes karpuzu”, diyorlar. Hz. Ali vuruyor ve kesiyor. Diğer sahabeler itiraz ediyorlar. Diyorlar ki; “Biz de biliyorduk kesmeyi ama daha çok var iftara, onun için kesmedik. Onun üzerine Hz. Ali diyor ki; “Ben aklımı onun önünde kurban ettim. Akıl kurban-ı küm pîşi Mustafa oldu ve onun isteğini edep bildim. Çünkü O Allah’ın tecellisidir” diyor. Onun üzerine Peygamber Efendimiz “Ali’yle benden başka Allah’ı bilen yok. Allah’la benden başka Ali’yi bilen yok. Allah’la Ali’den başka beni bilen yok” diye buyurmuşlardır.. İşte edebin esas mânâsı budur.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Şimdi edebi şöyle de tarif edebiliriz. Edep tevhîd-i ef’’âlde kalmayıp, tevhîd -i sıfat ve tevhîd -i zâta gitmektir. Önce bu anlattığım kelimelerin mânâlarına girelim. tevhîd-i ef’’âl, fiillerin en yüce noktasında fiillerde (yapılan her işte) Hakk’ın tecellisini her yerde ve her şeyde görme derecesidir. Bunun en üst derecesi şeytandır. Çünkü şeytan fiillerde Allah’ı görme derecesine ulaşmış bir varlıktır. Fakat eğer burada kalırsak yani sırf fiillerde Allah’ı görme derecesinde kalırsak sıfatlarda ve zâtta Allah’ı görme derecesine ulaşamayız. Şahadet edemeyiz.
S : Hocam çok özür dileyerek şurada bir giriş yapabilir miyim? Acaba şeytan Allah’ın dal ismine sahip ve dal isminin fiiliyatını mı zuhûr ettiriyor demek istiyorsunuz?
C : Evet tamamen öyle demek istiyorum. Onun fiiliyatını zuhûr ettirdiği için şeytan dal ismini fiilen gösteriyordu. Fakat zâtı ve sıfatı göremedi. Göremedi, yani Âdem’de, toprak denilen varlıkta Allah’ın tecellisini, nûrunu hissedemedi ve göremedi. İşte Allah” İnsanı kendi suretim üzre yarattım “ diyor. ‘Kendi suretim üzere yarattım’ın bir mânâsı; “Muhammed ismi sureti üzere yarattım,” demektir. Hz. Muhammed’in ism-i şerifi bile insanın görünüşüdür. Bakın M harfi başı, H harfi vücudu, yani eski Türkçe yazılışına göre söylüyorum. Mim harfi karın bölgesi dal harfi bacaklarını oluşturur. Yani insan sûreti, Muhammed ismi üzere yaratılmıştır. Muhammed’in mânâsı yakîn, hamdeden demektir. O halde insan halifetullahtır. Ben ondan görünüyorum anlamında söylemiş. Ama Âdem’deki tecelliyi maalesef şeytan görememiştir. Feridettin-i Attar diyor ki; aslında şeytan biliyordu kendisi de Allah’a aşıktı ama paylaşmaya razı olamadı. Mantıku’t-tayr adlı eserinde Şeyh Amr dan bu hikâyeyi şöyle nakleder: ”Allah, bir balçıktan ibaret olan Âdem’in tenine o tertemiz canı üfürürken, bütün meleklerin candan ne bir haber almasını istedi, ne bir eser görmesini! Buyurdu ki: Ey gök melekleri, hemen Âdem’e secde edin! Derhal hepsi de yeryüzüne inip secde ettiler. İçlerinden hiç biri o tertemiz sırrı göremedi. İblîs de geldi; ‘Kendine benim secde ettiğimi hiç kimse göremez. Tenimden başımı ayırsalar bile dert değil. Madem ki boynum var feda olsun! Ben biliyorum ki bu Âdem topraktan ibaret değil, bunda bir sır var. Sırrını göreyim de ondan sonra baş koyayım. Ne olursa olsun tasam bile değil’, dedi. İblîs secde etmedi, başı yerde değildi, âdeta pusudaydı. Onun için Allah’ın, tam o secde anında Âdem’e rûhundan rûh üfürdüğünü gördü, bu sırra erdi. Ulu Allah dedi ki: ‘Ey yol casusu, sen bu sırrı âdeta çaldın, defineyi nereye koyduğumu gizlice gördün. Bari seni öldüreyim de bunu âleme yaymayasın. Çünkü padişah, askerden gizli olarak bir yere hazinesine korken bunu birisi gözetler , görürse şüphe yok ki onu derhal öldürür, canından eder. Madem ki sen de bu sırra erdin, hazineyi, defineyi apaçık gördün; başının kesilmesine razı ol! Başını bedeninden ayırmazsam bunu bütün âleme yayar duyurursun!’ İblîs: ‘Ya Rabbi bu kula zaman ver; bu elden ayaktan düşmüşe bir çare bul’ dedi. Allahü Teâlâ dedi ki: ‘ Peki sana mühlet verdim, fakat boynuna da lânet halkasını geçirdim. Adını yalancı yazacağım. Kıyamete kadar töhmet altında kal.’ Bundan sonra İblîs dedi ki: ‘O tertemiz nûr bana apaydın göründü ya; lânetinden ne korkum var? Lânet de senin rahmet de. Kul da senin kısmet de. Benim kısmetime lânet düştüyse ne gam Âlemde hep ilaç olacak değil ya zehir de lâzım! Halkı gördüm hiç biri lânetini istemiyor. Ben küstahlık ettim lânetini kabullendim. Lânetini kabul eden kul, yalnız benim. Benim gibi bir düşkün bulunamaz.’'(1)
Bütün melâikeye Âdem’e secde edin hitabı gelmiştir. O zaman melâikenin bir kısmı emre uymuş ve hemen secde etmiştir. Bu namazdaki ilk secdenin mânâsıdır. Burası şeriattir. Emirle harekettir. Sonra Âdem’de Allah’ın nûrunu gördüler, tekrar emredilmeden secdeye kapandılar. Bu da namazdaki ikinci secdenin mânâsıdır. Hakikattir. Şeriata uyanın Allah isterse mânâyı idrakidir. Bir kısım melekler hiç secde etmediler. Bunlar şeytan taifesidir. Bir kısmı birinci secdeyi yaptı fakat nûru göremedi. Bunlar sadece işin şeraitInde kalıp, şeklinde kalıp mânâya ulaşamayan kişilerdir. Üçüncü bir grup var ki, ilk secdeyi yapmamış yani önce emirlere uymamış. Fakat Allah’ın lütfuyla nûru görüp ikinci secdeye varmış kişiler. Ama evliya ve Allah sevgililileri iki secdeyi birden yapanlardır. Sonunda şeytan dedi ki; ben niye secde edeyim, ben ateşten yaratıldım, o ise topraktan. Aslında Âdem’in toprağı nûrdu. Onu göremedi. O nûru o külli aklı göremedi. Allah’ın bütün isim ve sıfatları Âdem’de vardı, onu göremedi, emri dinlemedi, ben doğruyum dedi. Şeytan bile değildi, İblîs’ti bu, ‘ben’ dedi, ‘ben daha üstünüm’.
Bir gün Hz. Ömer şeytanı yakalıyor ve diyor ki; “Seni şimdi herkese rezil edeceğim herkese.” Şeytan diyor ki; “Ben bin sene meleklere öğretmenlik yaptıktan sonra bir an “ben” dedim, mevkiimden düştüm. Sen şurada birkaç sene önceye kadar kız çocuğunu kuma gömen bir putperestdin. Utanmıyor musun o halinden,” deyince, Hz. Ömer ağlayarak onu bırakıyor, “Haklısın ya şeytan” diyor. Şeytan böyle bir garibandır. Aslında İblîs’tir çünkü ‘ben’ demek gibi bir isme mazhar olmuştur. Yani Allah elini uzatırken ayağını öpmüştür. Bu bir nasipsizliktir, der Hz. Mevlânâ. Bunlar temsîli sözler sakın şeklî algılanmasın lütfen. Dolayısıyla Âdem ise yüce bir sultandır. Çünkü, “Tabii ki her şey sensin Allah’ım, Senden başka varlık yok. Şeytan da senin emrinle bu hale geldi. Ben de senin emrinle bu hale geldim. Ama ben hata yapıp cennetten kovuldum. Küçücük bir parçayım. Sen sonsuzluksun. Parçanın hatasını bütüne teşmil edemem, edep ederim,” dedi. Âdem’in edebi Allah katında da hoş karşılandı. Allah onu peygamber kıldı. Hz. Âdem’in mânâsını, günümüzde de Allah’ın isim ve sıfatlarını, zâtını gösteren insan-ı kâmiller vardır. Onlar kendilerini, böbürlenerek belli etmezler. Onlar edep ehlidir. Ama onların büyüklüğünü ve bizden farklılığını kabul etmeyenler de şeytan makamındadır, diyor Hz. Mevlânâ. İşte bu bakış açısından baktıktan sonra şeytanın da bir gariban mahlûk olduğunu düşünmek lâzım. Hocam Sâmiha Ayverdi, Yolcu Nereye Gidiyorsun adlı kitabında şeytanı anlatırken,” Niye kızıp duruyorsun,” diyor. “Şeytan sadece bir aynadır. Sen çirkinsen çirkinliğini âşikâr eder, güzelsen güzelliğini âşikâr eder.” Zaten kıyamette de şeytan bize, “Ben sana sadece şunu şöyle yapsan dedim. Sen niye uydun bana demeyecek mi?” O halde şeytan bize kendi içimizdeki çirkinlikleri âşikâr ediyor. Ama Âdem’in edebi bu raddedeyken tekâmül ede ede Hz. Muhammed’in edebi oluyor. Âdem ben cüzün hatasını külle teşmil edemem dedi ama Hz. Muhammed’in edebi o kadar yüce bir seviye ki... Örnek mi istiyorsunuz? Miraç hakikaten çok üst bir seviyedir.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
En kulsan, en yoksan, en hiçsen o kadar Allah sende tecelli eder. Eğer zerre kadar varlık varsa, Allah bizde tecelli edemez. Bunun bir örneğini de daha önceden anlatmıştım. Mesnevîden bir hikâyeyle vereyim isterseniz. Biliyorsunuz bir yarışma yapılıyormuş. Türkler ve Çinliler arasında. İki duvara resim yapacaklar. Ortada da perde var. Çinliler olağanüstü bir resim yapıyorlar. Yeşiller, morlar, kırmızılar güzelliğin zirvesinde bir resim. Öbür taraf ise, Türkler devamlı yontuyorlar. Yontuyorlar duvarlarını kul yapıyorlar. Hiçbir benlik kalmıyor. Hiçbir pürüz kalmıyor. Tamamen kul kesiliyor duvar ve ondan sonra aradaki perde açılıyor. Burada Allah’ın güzelliği, haşmeti, renklerin en üst derecesi var. Fakat kul olmuş olan aynada onun âşikâr oluşu çok daha güzel, çok daha mükemmel. İşte o zaman aynada âşikâr olan resim birinciliği kazanıyor. İşte Allah’ın güzelliği peygamberin kul olmuş, pürüzlerini gidermiş aynasına aksedince ortaya bir şaheser çıktı. Peygamber böyle bir şaheserdi. Aynı ayna Hz. Ali’de tecelli etti. O, Hakk’el yakîn; Allah’ta yok olma derecesiydi.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Edep hiçbir surette kendine vücut vermemek. Yani kendinde varlık görmemektir. Allah’a giden bütün yolların mânâsı edeptir. “Edep nûr-i ilâhiden bir taçtır. Onu başına giy nereye gidersen git,” diyor sultanlar. Edebi olmayanlar iki dünyada hüsrandadır. Riya, kibir, yalan, övünme, asılsız dedikodu gibi bütün fenalıklar hep kulluğu yapamamaktan, kendimizi aradan kaldıramamaktan ileri gelir. Eğer biz daima Hakk ile beraber olursak ondan başka bir şey görmeyiz. O halde kime kibir edeceğiz, kime gıybet edeceğiz. Çünkü bütün bu vasıflar halk ile olan muameleye mahsustur. Ama halkı görmez olursak, bu takdirde ne haset kalır, ne riya ne kibir. Yani bunu Ahmet işledi, Mehmet işledi yahut Ayşe beni üzdü demektense Allah beni böyle bir muameleye maruz kıldı. Gariban birisi de, bir zavallı da arada aracı oldu, diyebilmek insanın huzura ermesi demektir. İş halkın yok olduğunu kabul edebilmektir. Böylece de halktan kalben alâkayı kesip, kalben biz demeyi ortadan kaldırmaktır. Ama bu tabii reddediş kalbî olmalı. Bir yandan boynumuza borç olan vazifeleri dikkatle ve sadakatle ifa edip, ama halkı görmeyip muamelelerin Hakk’la olduğunu bileceğiz. Hakk’ın rızasını kazanabilmek için her halükârda Allah’la muamele ettiğimizi bileceğiz. Tabii bunun sonucunda da huzur zuhûr edecek. Huzur demek, huzurda olmak demek demiştik . İbadetten maksat huzurdur, huzurdan maksat da edeptir. Yani ibadet huzur sağlıyorsa ibadettir, huzura eriştirmek için bir ibadettir. Tabii kimseyi incitmemek, incinmemek edebin mânâsının içindedir. Görüyoruz ki; Kur’an’ın mânâsı edeptir. Dünyaya ait güzellikler içinde üç şeyi severim, diyor hocam. Aşk, edep ve irfan. Hatta edep olmayınca aşk ve irfan da noksandır. İrfan ise lâ ilâhe illallah diyebilmektir. Yani bütün kâinatı birlemektir.
Ârife eşyada esmâ görünür.
Cümle esmâda müsemmâ görünür
sırrına ermektir. İşte edebin sonucu kulluktur. Kulluğun sonucu da Hakk’ın rızasını kazanmaktır. Yani rıza-i ilâhîyi bulmak nasıl olur dersek onu da hocasından öğrenmek lazım. Bununla ilgili bir şey anlatmak istiyorum. “Adamcağızın bir tanesi Allah’ımı memnun etmek için ne yapmam lazım?” diye herkese sorar. Saf bir adamcağızmış. “Allah’ın rızasını bul derler,” Adam Rıza isminde birini bulmak için aramaya başlar. Gider, arar, arar ve bir Rıza bulur. Rıza da ârif bir adammış, “Yok canım” der.” İş beni bulmakla olmaz. Allah için bir şeyler yap. İbadet et.” “Bilmem ki,” der. “Dua oku.” “Vallahi hiç bilmem,” der. “O zaman sen en iyisi ne bilirsin?” “Bir köy oyunu bilirim” “O zaman oyna” der adam. Öyle bir Allah için elini kaldırıp oynamaya başlar ki Rıza isimli şahıs, adamın başına gökten nurdan bir tâç indiğini görür. İşte onu görünce şaşar kalır. Çünkü kendisi senelerdir ibadet etmektedir ama böyle bir tâcı hiç görmemiştir. “Ne kadar güzel oynadın, ne kadar Allah için oynadın ki, başına nûrdan tâç iniyor.” Garip ve zavallı adam der ki; “Bak Rıza’yı buldum da ondan oldu.” İşte iş, şekilde değil mânâdadır. İşte hakiki ibadet, Allah için yapılan her şey demektir. Çünkü her şey Allah için yapılırsa, sonuçta bizi huzura götürür. lâ ilâhe illallah demek için yani esmâ-ül hüsnâyı (Allah’ın sonsuz ismi aslında 99 değil) , tasdik etmek gerekir. Edep aşıkta da en üst seviyededir. Çünkü o her şeyini Allah için yapar, onun edepsizliği de edepten başka bir şey değildir. Hani bir aşık, bir kere demiş ki; “Bana hiç para vermiyorsunuz ki, bir traş olayım.” Önündeki ağaç altın kesilmiş. Onun üzerine demiş ki; “Seninle de hiç şakaya gelmiyor güzel sultanım”. İşte edebin en üst derecesi aşığın edebidir. Çünkü onun edebi aşkının içinde zoraki olmayan hakîkî bir edeptir.
Zâhirî ve bâtinî edepleri de şöyle geçersek zâhirî edep; ibadetin, yaptığının içinde Allah’ı bulmaktır. Huzura kavuşmaktır. Bâtınî edep; içinde ve gönlünde daima her şeyde Allah’la olma derecesine ermektir. Galiba edebin diğer bir mânâsı, Peygamberimizde gördüğümüz gibi, haddini bilmek, o hadde katiyen tecavüz etmemektir. “Ben şu şu vasıflara sahibim Allah’ım bunlar içinde beni tekâmül ettir,” diyebilmektir. Daha doğrusu; karınca Kâbe’ye gitmeye kalkmış, yola çıkmış, “Sen eremezsin,” demişler. “Olsun yolundayım,” demiş. Gene bir hikâyede adamın biri Hz. Mûsâ’ya soruyor. Diyor ki; “Yâ Mûsâ Allah’a sor beni seviyor mu?” Allah’tan cevap geliyor: “O kulum mu?” diye. Hz. Mûsâ bir taltif olmadığı için bir şey diyemiyor adama. Yani, “Seni seviyor,” diyemiyor. Adam devamlı soruyor. “Yâ Mûsâ hiç mi bir şey demedi benim için?” En sonunda Hz. Mûsâ, “Yalnız, o kulum mu? diye sordu, deyince adam sevinçten uçuyor. O haddini bilen adam diyor ki; “Bana kulum, demiş, beni kul olmaya lâyık görmüş. Bundan büyük lütuf mu olur?” İşte edebin mânâsı Allah’ın bizle irtibatını sağlamaktır. Bir mânâsı da olgunlaşmak için vaktimizi beklemektir. Ama işin özü kulluktur. Kulluğun hakkı Efendiden başka her şeyden alâkayı tamamıyla kesmektir. CüzÎ ve küllî her şeyi terk etmektir. ”Ben Allah’ımdan başka her şeyi gönlümden sildim. Şeklimle giyiniyorum, süsleniyorum. Allah’ım için çalışırken insanlara da hoş görünüyorum. Ama mânâmda, gönlümde her yaptığımı onun için yapıyorum,” diyebilmektir. Şeref ve rütbe isteğinde bulunmamaktadır. Yani nasıl bir şeref ve lütuf?
Hani evliya asılmaya gidiyormuş...Evliya niye asılsın ki? Ama çok ölmek istemiş. Hz. Şems’e yalvarmış. “Ya Şems ne olur dua et de ben Allah’ıma kavuşayım,” diye. Hz. Şems dua ediyor ve dua edince evliya suçsuzken bir suç atfedilip yakalanıyor, asılmaya gidecek. Cellâdı okşuyor Hz. Şems. Herkes tabii dedikoduya başlıyor. Ne biçim adam bu, cellâdı okşuyor diye. Sonra Hz. Şems izah ediyor: “Asılacak adam evliya idi. Onu asmak kolay değildir. Ölmeyi de çok istiyor, enerji verdim cellâda,” diyor. Fakat elini değmiş ya o yüce sultan... Evliya ise asılırken şu niyazda bulunuyor: “Allah’ım bana bu dünyada manevi rütbe verdin. Evliyalık gibi. Bunları da al benden. Ben sana hiç ve kul olarak gelmek istiyorum. Yok olarak, hiç olarak gelmek istiyorum. Beni asan bu cellâda ver bu evliyalık rütbesini,” diyor. Hz. Şems’in okşayışı ve adamı asmanın zorluğu, evliya yapıyor cellâdı. O evliya ise Allah’ına hiç olarak kavuşuyor. Bundan güzel lütuf mu olur. Kulluk, kardeşlerine karşı nefsinde üstünlük ve imtiyâz tanımamaktır. Aslında kulluk, sabah sokağa çıktığımızda herkesin bizden üstün tarafının olduğunu hissedebilmek, görebilmektir. Kulluk, insan için tanınan sınırda durmaktır. Kulluk, ilâhi kaderler karşısında Allah’tan korkup teslim olmaktır. Kul gerçek hürriyete, başkalarının boyunduruğundan tamamıyla kurtulmak mertebesine ulaşmadıkça kâmil bir kul olamaz. Yani sen Diyojen gibi İskender’e dönüp; “Sen benim bendemin bendesisin. Ben niçin esir olmuş bir adama hür olmuş bir insan olarak eğileyim?” demesi, kâmil olduğunun belirtisidir vesselâm.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Evet ama aslına bakarsan sokaktan geçen her insanın bir mesleği var. Ve o insanların mesleğinin becerileri bizde yok değil mi? Bazen kapıya çıkıyoruz. Aşçı geçiyor. Biz onun kadar güzel yemek yapamıyoruz değil mi? Yahut bir eşek geçiyor -canım demin çok bahsettik hayvancağızdan- onun gibi yük taşıyacak gücümüz de yok. Bakarsan her şeyimiz sınırlı. O zaman nasıl olur da biz kendimizde güç görebiliriz. Bu sene “Iris” isimli bir film oynadı, ibreti âlem için keşke herkes gidip görseydi İngiltere’nin en meşhur felsefeci hanımefendisi, herkesin önünde eğildiği, 70 yaşında konferanslar veren, davetlere yetişemeyen ve kitapları ortalığı yakıp yıkan bir hanımefendi... Önünde kocası dahi diz çöküyor. Fakat bir saniyede alzhaimer oluyor. Ve her şeyini kaybediyor. Bir saniyede kendi tuvaletiyle oynayacak kadar pisliklerin içine gömülüyor. O halde hangi gücümüzle, aklımızla mı, fikrimizle mi elimizden çok çabuk giden güzelliğimizle mi, hangisiyle övünebiliriz? Bizden bir yaş küçüğün bile teni bizden daha taze. İki yaş küçüğün gözleri daha iyi görüyor. Birkaç yaş yaşlandık mı kulaklarımız, vücudumuz işe yaramaz oluyor, saçlarımız dökülüyor. Paramız pulumuz öyle çabuk gidecek ki. Haydi kaldığını düşünelim. Ne kadarını mezara gömüp koyabileceğiz. O halde neyimize güvenip neyimizle övünebiliriz. Bunlar hep geçici ve yok olacak şeyler. Bizim bu aşkımız ve aşkla yaptığımız hizmetlerin bile önemi yok. O hizmetler Allah’ın bize zât-i ikramıdır. Zât-i ikram nedir? Allah bize bir ikramda bulunur, karşılık istemez. Bizi de etrafa ikram ettirir, karşılık beklemeden ikram etmenin zevkini öğretir. İşte bu zât-i ikramdır. Eğer böyle ikramlar üstümüzdeyse onlar bize sermaye olacak.
S : Hocam Miraç konusundan bahsederken hepimiz kendi kabiliyetimiz ölçüsünde miraca yükselebiliriz, dediniz. Şimdi elimizde hiçbir kuvvet yok, yarın olacağından emin değiliz. Karşımızdaki için de bu yorumları yapabiliriz. Bu miraca yükselme bizler için nasıl olacak acaba?
C : Bizim miracımız Hz. Muhammed’in miracı gibi olamaz. O yüceler yücesi bir sultan... Herkes kendi çapında bir miraç yapar. Namaz miraçtır deniyor. İbadetin mânâsına eren, ibadetini Allah için yapmaya başlayan insan herkeste ve her şeyde Allah’ın tecellisini görme derecesine ererse, bu insanın miracıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz de miracı böyle anlatıyorlar. Herkese nasip olmaz. Bir gün bir şeyi affetmesi bile onda Allah’ın tecelli etmesini fark etmesi demektir ki ne büyük lütuf. Allah nasip etsin inşallah. Demek ki, kul olmayı bilmek son derece önemli miraç konusunda. Kulluk insanı miraca ulaştırıyor. Edep bineği insanı miraca ulaştırıyor. Bunları eksik etmesin Allah. Tabii Ahmed’er Rifâî Hz’leri de buyuruyorlar ki; “Ey sâlih, kendini beğenmek belâsına sakın düşme, kibirlenme, böbürlenme. Çünkü bu gibi vasıflar kişiyi helâka sürükler. Halkı hakir kendini büyük görenlerin Allah’a giden yolları kapalıdır. Biz hepimiz birer miskiniz. Başlangıcımız murdar bir su, sonumuz ise kokmuş bir leş. İnsan vücuduna şeref kazandıran hiç şüphe yok ki, akıl cevheridir. Nefsi kıskıvrak bağlayan da akıl cevheridir.” Burada şöyle bir yorum yapıyor; “İnsan vücudu içerisinde Rab sıfatı taşıyan rûh ve nefis var. Ve bu ikisi arasında irtibatı sağlayan ancak akıldır. Ama aklın aydınlanmaya ihtiyacı vardır. Işık olmadan göremez, mahlûktur. Çünkü zıddiyet ve ışığa ihtiyacı var. İşte bu nûr bu ışık kalbin üzerine vuran Allah’ın nûrudur ki, öğretmenin vasıtasıyla sağlanır. Bu nûr kalbin üzerine vurduğu zaman bu kalbe gönül adı verilir. Gönül aklı aydınlatmaya başlar. Akıl o zaman nefsin yaptığı çirkin hareketlerden rahatsız olur ve nefsi uyarır. Nefis akıl yardımıyla uyarılınca kendi hakikatini ve hiçliğini hissetmeye başlar. “Aman ben bir hiç mişim, yok muşum, yok olacak mışım, akıl bana bunları öğretiyor,” der. “O zaman vücut içerisinde kendisinden daha güçlü, daha kuvvetli, daha mânâlı bir şey arar. Ruhu bulur, ruhu keşfeder. Daha doğrusu Nefsini bilen Rabbini bilir hadîs-i şerifi gerçekleşir. Kendi nefsini bilen yani nefsinin hiçliğini, yokluğunu idrak eden kişi Rab makamındaki ruhu keşfeder. Keşfetmekle de kalmaz. Yavaş yavaş âşık olur. Âşık olunca da nefis, âşık olduğu şeyde yok olmak ister. Ruhta yok olur. Nefs iken adı, bârik Allah oldu ruh; Ruh kelimesi ya da nefsin ölmesi bu demektir. Nefis aslında ölmez, fakat ruha katılır. Yusuf makamı, insân-ı kâmil makamı zuhur eder. Bunların hepsinin başlangıcı, yokluğumuzu ve hiçliğimizi idrakten geçiriyor. Eğer bir akıl, nefsi kayıt altına almıyorsa ona akıl denemez. Ancak akıl nefsani arzuları kayıt altına aldığı sürece itibar görür. Kişi bu cevherden mahrum olursa, vücudu boş bir ağırlıktan ibaret kalır. Hiçbir değer arz etmez. Fakat aklı mükemmel olup da kemâle ererse, işte o zaman o insan, o cevher sayesinde kralların tacı olur,” diyor Hz. Pîr.
Nefsini bilen Rabbini bilir hadîsini Peygamber Efendimiz’in şakk-ı kamer (ayın ikiye bölünüşü) hadisesi ile anlatmaya çalışırsak; vücut ‘ben’ derken tektir. Hâttâ âlemi kendinden ibaret zanneder. Ne zaman ki Peygamber Efendimiz’in mânâsı ya da o mânânın tecelli ettiği bir mürşid-i kâmil vücudu ikiye böler; nefisle ruh, celâlle cemâl ayrılır, akıl, ikiyi gördüğü için çalışmaya başlar. Nefis kendinden üstün olanı farkeder. Kendisi mahlûktur, ruh ise emirdir. Mahlûk emre âşık olur. Hiçliğini bilir, emir önünde eğilir, secde eder. O zaman, nefsini hiçlikle bilen Rabbi olan ruhu varlıkla idrak eder sözü ortaya çıkar ki, işte insanın insan olma hikâyesi budur. Bu durumda nefis ruh makamına yükselir. Koruk, üzüm olur, hatta şaraba dönüşür. Nûr üstüne nûr tecelli eder. İnsan dâimî Hayy kesilir. Nâr-un alâ nûr olur. Birdi, bölündü, tekrar bir oldu.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
“Akıl mertebelerinin başında kişinin yalan ve bencillikten kurtulması gerekir.” Yani demek istiyor ki, Hz. Pîr; “Akıl zuhûr ettiği zaman kişi hudut koymaktan vazgeçer. Hudut koymak, biliyorum bildim öğrendim her şeyi ben biliyorum, ben yaparım, ben ederim demekten vazgeçer. İnşallah Allah’ın izniyle bu güç bana verilir diye dua eder. Akıl cevheriyle süslenen kişide akıl en üstün dereceyi kazanır. Ne var ki kişi yine de tevazudan vazgeçmemek zorundadır. İlk yaradılışını ve son gideceği yeri daima düşünmek zorundadır. Bu ikisi arasında îtidalden ayrılmamak zorundadır. Söz ve davranışlarını ona göre ayarlamak zorundadır. Hakk’ın nasihati her Müslüman’ın kalbinde mevcuttur. İnsanın kendisine kendinden vaaz nasihati olmazsa, yapılacak dışarıdan vaaz ve öğütlerden yararlanamaz. Kalbini gaflet perdesi bürümüş biçâre edilen vaazlardan nasıl faydalanabilir?” Burada Hz. Pîr diyor ki; “Ezelde bizde her şey vardır. Biz sadece onları hatırlıyoruz. Ve hatırlarken de kendimize öğüt vermezsek dışardan öğütlerin yararı yoktur.” Öyle ya bugün bir nefsani isteğimizden meselâ sigara içmekten vazgeçmek için bile, doktora gittiğimizde doktor ilk şu soruyu soruyor. “Kendin karar verdin mi?” Mürşid de bize bunu soracaktır. “Kendin karar verdin mi, kendinle mücadeleye?”. Tabii öğretmenin önünde oturuyorsak öğretmenin bize faydası, bu kararı uygulamaktaki kolaylaştırıcılık, sevgi ve aşkı öğretmektir. Ama sonuçta kararları kendi içimizde vereceğiz. Onun için insanın en güzel ilâcı kendisindedir.
“Konuştuğun zaman mutlaka hayırlı bir söz söyle,” buyuruyor hocam. “Bir iş yaptığın zaman mutlaka doğru olanı rahat olanı yani Allah’ın hoşuna gideni yap. Ancak hayırlı kişilerle arkadaşlık yap, hayırlı kişilerin sohbetinde bulun. Ne diyor Allah? ‘İki kişi benden bahsediyorsa, hayırla yâd ediyorsa, üçüncüsü ben olurum,’ diyor. Her halûkârda gerek ibadet esnasında gerekse diğer hallerde hem bedenen hem de ruhen temiz ve nezih ol. Allah’a dininin yalnız bir tarafından ibadet etme. Rabbine ihlâsla ve şevkle kulluk et. Önce hiçbir şeyde ortak koşma. Gideceğin geniş ve düz yol sana kendi özünden daha evlâ olan Peygamberinin sözü olsun. Bir musibete maruz kalırsan, imdat elini Rabbine kaldır, yalnız ondan yardım iste, ondan medet bekle. Rabbinin senin hakkındaki hükmünü sabırla karşıla. Onun rahmetinden sakın ümidini kesme. Çünkü hiç şüphe yok ki, ancak kâfirler zümresi Allah’ın rahmetinden ümit keser. Aklın başında ve hikmet sahibi isen her şeyi hikmet terazisine koyar, tartarsın. Allah’ın mahlukatı üzerindeki perdesi yırtılmaz. Daima Hakk’ı söyler. Allah yolunda kendisini küçümseyenlerin küçümsemesinden korkmaz, arlanmaz. “Sen ey kardeş,” diyor Hz. Ahmed er-Rifâîi “İşte bu akıl ve hikmet sahibi ve şerefli kişi gibi ol. Eğer bir vesvese gelir de nefsin haddini aşarsa, yahut azgınlığa irade ve kibirlenmeye doğru yol alırsa yahut da birbirine haset ettirerek seni zalim durumuna düşürürse o zaman bu şeytandan Allah’ına sığın, Allah’ını zikret, onun zikriyle ölümü hatırla. Ölüm Allah’a giden yolun kapısıdır. Onun emrinin huzuruna dönüş kapısıdır. Ölüm Allah’ın huzurunda duruş yolunun kapısıdır. Orada Allah’ın sana her şeyden sualini hatırla. Şanı yüce olan Allah’ın kelâmının sırrındaki muhtevayı unutma. Hiç şüphe yok ki, Allah bizim üzerimizde tam bir gözeticidir. Manevi mertebeleri kalbimizle dolaşalım. Temiz olan, akla, şeriata uygun olan şeyleri alalım. Bunlara uymayanları ve şüpheli olan şeyleri bırakalım. Amellerimiz temiz olsun. Tâ ki noksanlıktan münezzeh ve yüce olan Allah’ın huzuruna yükselebilelim. Güzel kelimeler ancak ona yükselir. Onu da iyi ameller ve hareket yükseltir. İşte miracın mânâsı budur. Güzel kelimelerden maksat, güzel insanlardır. Çünkü Allah kâmil insana kelimetullah, Allah’ın kelimeleri diyor. Kâmil, hani denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa Allah’ın mânâsındaki o yüce insanların vasıflarını anlatmaya kalksalar denizler kurur, ağaçlar kırılır âyet-i kerîmesi var ya, işte oradaki gibi (2). İşte o insanlar daima yükselme yani miraç esnasındadırlar. Bir de kelimeler Allah’ın kelimesi ayetlerdir. O halde kâmil insandan maksat âyet demektir. Âyet aynı zamanda mucize demektir. Demek ki, kâmil insan da Allah’ın mucizesidir. Yani dünya sadece, Allah’ın bu güzel insanlardan zât olarak tecelli ettiğini göstermek üzere yaratılmıştır. Ve bunu anlayabilene, görebilene ne mutlu. O zaman Kur’an peçesini bu tip insanlara açar. Ve mânâsından hazineler saçar. Aksi takdirde kâmil olmaya zorlanan, celâli ve cemâli birleyemeyen insan için Kur’an peçelidir ve anlaşılması çok zordur.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Evet, yüz görümlüğünden kasıt, kendi nefsimizi ayaklar altına almak, kulluğumuzu ve hiçliğimizi bilmek ve hiç olduğumuzu daima idrâk etmektir. Eğer Kur’ân’ı alır, yüzgörümlüğü takarak okursak, kul olarak okursak onun mânâsının sonsuz olduğunu hissederiz. Hudut koymayız. Tıpkı insân-ı kâmilin hudutsuz olacağı gibi. Çünkü “İnsân-ı kâmil ile Kur’an ikizdir,” diyor Peygamber Efendimiz. İşte böyle bir birlik içerisinde Kur’an okunursa o zaman, “Anladım, bildim, yetti,” demek mümkün olmaz. Ve her an yeni bir mânâsıyla Kur’ân-ı Kerîm ortaya çıkar. Her ayetin iki eli olduğunu unutmamak lazım. Yani, bir celâli bir cemâli tefsiri vardır. Kur’an’ı kendimizi aradan çıkararak ihlâsla okumalıyız. Tıpkı insân-ı kâmilin önünde kendimizi arkaya atarak oturduğumuz gibi... İşte bütün edebin mânâsı bundan ibaret.
(1) Feridettin Attar Mantıku’t-Tayr, s.279-281
(2) Kehf suresi 109. ayet
Alıntı
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Hep şikâyet edip dururuz. Her şeyin tadı tuzu kaçtı diye. Evet, gerçekten nimetlerin yağmur misali bol olduğu günümüzde insanların hâl ve hareketlerinde yapmacık, gösteriş hâkim olduğu için tat tuz kaçtı.
Ortada yağ var, un var, şeker var; ama şöyle güzel bir helva kavuracak kabiliyetli ellerden mahrum olduğumuz için bir türlü soframıza leziz bir helva konulamıyor.
İşte bu usta elin damarında ve kalbinde, un, şeker ve yağı imal eden ve satanların ekserisinde Allah korkusu yer almadığı için edep duygusundan mahrum olarak meydana getirilen gıda maddeleri zehir saçıyor.
İşin temeline inmeden hep şikayette kaldığımız için yapılan hırsızlık, dalavere, sahtekârlıkları medya ve gazetelerde sıralamaktan öteye geçemiyoruz.
Sünnet–i Seniyye'ye uygun hareket ve hayâ duygusu demek olan edep, utanılacak şeylerden insanı koruyan en mümtaz melekedir.
İnsanı hayvandan ayıran en önemli özellik aklın yanında edeptir. Edepten mahrum olana insan denemez.
Bütün güzel sanatlar bu kelime ve anlayış üzerine bina edilmedikçe, onlardan hayır ve kurtuluş beklenemez. Saygı ve edepte cimri olanın, maddiyat konusundaki cömertliğinin hiçbir kıymeti yoktur.
Bu cümleden olarak edebiyat, edebe, terbiyeye ait söz, yazı ve şiirle uğraşan bilim dalı olduğu gibi edeb–i kelamdan ise, bayağı ve çirkin tabirlerden uzak olarak söz güzelliği ve zarifliği anlaşılır.
Yine aynı kelimeden türetilen edeb–i muaşerete, âdâb–ı muaşeret de denilir ve bir arada yaşamada, İslâmca yaşama ve geçinme usûl ve yolu ifade edilir. Yine edep kelimesinden meydana gelmiş âdâb–ı umumiyye, âdâb–ü erkan, âdâb–ı milliye gibi daha pek çok kelimeler vardır.
Ama dilimizdeki bu açık ifadeye rağmen bütün değerlerimizin altüst edildiği bir kaos ortamında maalesef edep kavramı da şirazesinden ayrılıp tepetaklak edilmiştir.
İnsan yüzünü kızartacak zırvalar edebiyat eseri olarak sunulduğu gibi, ahlâkı allak bullak edecek utandırıcı şeyler de sanat eseri olarak takdim edilmektedir.
Onun için edebi hakkı ile yaşamaya ve yaşatmaya çalışan güzel ecdadımız şöyle diyordu:
"Edeb bir tac imiş nur–i hüdadan
Giy o tacı emin ol her belâdan"
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Bir müridin diğer mümin kardeşlerine karşı edepleri şunlardır:
1. Müslüman cemaatleri hiçbir şekilde eleştirmemeli, onların kusurlarını araştırarak ifşa yoluna gitmemelidir. Bu şekilde hareket etmeyip onların gıybetlerini yapan ve kusurlarını araştıranlara mani olmalı ve İslam kardeşliğini esas almalıdır.
2. Kafir ve münafıkların zulüm ve küfürlerini araştırmalı ve onları Müslüman kardeşlerine anlatarak uyarmalıdır.
3. Gücü nispetinde mü'min kardeşlerine maddi ve manevi olarak yardımcı olmaya çalışmalıdır. ALLAH Teâlâ kendisine neyi vermişse ondan kardeşlerine de ikram etmeli, hediyeleşmelidir. İsterse bu basit, ucuz bir şey olsun
4. Vefat eden kardeşlerinin cenazesinde bulunmaya çalışmalı ve onun geride bıraktığı ailesi ile ilgisini kesmemelidir. Mü'min kardeşlerini sadece hayırla anmalıdır.
5. Kardeşlerinin kusurlarını araştırmamalı, meydana çıkmış bir ayıbına bakmamalı, onların kusurlarından bahsetmemeli, geçmiş bir hatasını söz konusu etmemelidir. Eğer bir mürid kardeşlerinin hatalarını örtmez, üstelik eski hatalarını karıştırırsa aynı vartalara kendisi düşebilir.
6. Kardeşlerinin üzüntülü zamanlarında üzüntülerini, sevinçli zamanlarında ise sevinçlerini paylaşmalıdır.
7. Kardeşlerinin uygun olmayan hareketlerini gördüğü zaman onlara küsmemeli, ümmeti Muhammed'e hayır duada bulunmalıdır.
8. Kardeşlerinden veya diğer insanlardan herhangi bir borç aldığında borcunu vadettiği zamanda ödemeli eğer herhangi bir sebeple ödeyemeyecekse bu durumu karşısındakine güzelce anlatıp belli bir zaman tayin etmeli, borç veren de borçluya bütün kolaylıkları göstermeli, gerekirse borcundan vazgeçmelidir.
9. Kibirli ve gururlu zenginlerin yanına gitmemelidir. Gayesi dünya ve makam olan alimlerle de sohbet etmeyerek onlar ile görüşmemelidir.
10. Hiçbir yerde imamlık etmeğe, baş olmaya kafi surette özenmemeli, ileri atılmamalıdır.
11. Eğer herhangi bir müslümana karşı kalbinde bir kini, bir buğzu varsa onu izale etmeye çalışmalı ve kardeşinin haklı olduğuna kendini ikna etmelidir.
12. Kardeşinde bir hata gördüğü zaman onu latife ile karışık uygun bir uslûbla nasihat ederek düzeltmelidir. Topluluk içinde mahcub edecek şekilde hareket etmemelidir. İmam Şafiî radıyALLAHu anh şöyle demiştir: "Eğer kardeşine gizlice ve güzellikle nasihat edersen vazifeni yapmış olursun. Eğer herkesin içinde onu ikaz ederek mahcub edersen onu yıkmış olursun ve arsız edersin."
-Bu yazı Muhammed Emin Er'in 'ADAB RİSALESİ' adlı eserinden alınmıştır.
Bir müridin ihvanıyla beraber olduğunda riâyet etmesi gereken âdabı şunlardır:
1-mürid,kardeşinin meydana çıkmış bir ayıbına bakmaz.eğer bir mürid kardeşlerinin hatalarını örtmez,üstelik eski hatalarını karıştırırsa aynı vartalara kendisi düşer.
insanların hatalarına muttali olan kimse şeytani bir keşfe takılmıştır.ALLAHu teala böyle bir kimseye kıymet vermez.eğer bu kimse insanların hatalarıyla meşgul olur ve hep kötüye yorarsa tarikattan istifade edemez.sadrını fesad kaplar,sırrı mahvolur ve şeyhinden istifade edemez.
Bütün kardeşlerini kendinden daha faziletli bilmelidir. Kendisi hangi derecede olursa olsun kendinden kıdemli olanlara karşı hürmet ve hizmette kusur etmemelidir.
2- İhvanını hayırlı vakitlerde, seherlerde, toplantı gecelerinde uyarmalıdır. Gece uyanmalı, ihvanından fazla ibadet etse bile kendi ibadetini görmemeli, kardeşlerinin uykusunu kendi ibadetinden efdal bilmelidir. Çünkü uyuyana kalem işlemez.
3- Kat'i surette ihvanına kötü örnek olmamalıdır. İster şeyhle beraber bulunsun, isterse ayrı bulunsun. Bunu yapan kimse şeyhini terkedip dünya işlerine dalıp giden, yeme giyme yolunda ömrünü tüketen, ihvanının ve şeyhinin hakkına riayet etmeyen bir müriddir ki sonu iyi olmaz.
4- Birbirine giren, birbiriyle bozuşan ihvanının aralarını bulup haddi aşanı ikaz eder, mazluma da sabretmeyi ve affetmeyi tavsiye eder.
5- Tembellikten, uyuşukluktan kurtulup nerede olursa olsun ihvanının hizmetlerine koşmalıdır.
6- Her meşakkatli işde en önde gelmeğe çalışmalıdır. Kimsesi bulunmayan, bakıcısı olmayan hasta ihvanının hizmetlerini görmekde azamî gayretini göstermelidir.
7- Vefat etmek üzere olan ihvanından habersiz olmayıp sabaha kadar onun başında beklemelidir. Hizmetinde bulunmalıdır. Üzerindeki hakları belki böyle eda edebilir.
8- Her gece kalktığında, secdelerinde kardeşleri için duayı unutmamalı, her zaman onların hayrına dua etmelidir.
9- Kardeşleri hakkında iyi konuşmalı, iyiliklerini konuşmalıdır. Bilhassa bir kardeşine öfkelendiği zaman onun hakkında rastgele konuşmaktan çekinmeli ve kalbini düzeltmelidir. Rasûl-i Ekrem sallALLAHu aleyhi ve sellem "Öfkelendiğin zaman sus!" buyurmuşlardır.
10- Bir kardeşinin ihtiyacını giderip hizmetini görmeyi nafile ibadetlerden efdal bilip önce ihvanının hizmetini görmelidir.
11- Derviş insan, kardeşlerinin oturduğu yerlerdeki pislikleri, eza verici şeyleri temizlemeğe özen göstermelidir. Bilhassa şeyhi emretmişse daha fazla dikkat etmelidir.
12- Yanında her zaman bıçak, makas, iğne, iplik gibi şeyleri bulundurmalı, her ne zaman ihtiyaç vaki olursa kardeşlerinin açığını kapatmalı, söküğünü dikmeli, ayıbını örtmelidir.
13- Eğer şeyhi hakkında ihvanına veya herhangi bir kimseye su-i edebde bulunmuşsa içi yanarak pişman olup bu kusurundan dolayı istiğfar etmelidir.
14- Bütün kardeşlerini edebli olmağa teşvik etmelidir.
15. Dergahlarda ve evlerde sohbet, ilim ve takvası üstün olanlara yaptırılmalı sohbet anında anlaşılamayan veya yanlış anlaşılan bir bilgi sunulmuşsa sohbet kesilmeden müsait yer ve zamanda doğrusu bulunmalı. Çekişmeye yol açarak ihlas ve samimiyet bağlarının kopup zayıflamasına ve sohbetin manevi halinin bozulmasına sebep olmamalıdır.
16- Kardeşini bir günah işlerken veya bir ma'sıyet yerinde görürse onu terk etmemeli ve içine düştüğü ma'sıyetten onu kurtarmak için elinden gelen gayreti göstermelidir. Çünkü o kardeşi, o günahtan kurtarılmağa muhtaçdır.
Bir zamanlar Hazret-i Ömer radıyALLAHu anh'ın, aralarında ALLAH için kardeşlik kurduğu bir kardeşi vardı. O sırada bu kardeşi Şam'da bulunuyordu. Hazret-i Ömer radıyALLAHu anh onun halini sormak üzere Şam'dan gelen bir kimseyi aradı, buldu ve kardeşinin halini sordu. O kimse de: "Kardeşin Şeytan'a kardeş oldu" dedi. Hazret-i Ömer "böyle konuşma" dediyse de adam devamla: "O, kebâir işlemeğe koyuldu. Şimdi de içkiye mübtela oldu," dedi. Hazret-i Ömer de: "Buradan giderken bana haber ver" dedi ve onunla göndermek üzere Mü'min suresinin ilk ayetlerini yazdı. (Meâl-i şerifi):
"Ha mîm. Bu kitabın indirilmesi O mutlak Gâlib, O her şeyi bilen, mü'minlerin günahını mağfiret eden, tevbesini kabul buyuran, azabı pek çetin, fazi u keremi sonsuz olan ALLAH'dandır. O'ndan başka hiçbir ALLAH yoktur. Dönüş ancak O'nadır. ALLAH'ın ayetleri üzerinde küfredenlerden başkası mücadele etmez. Şimdilik onların memleketler içinde dolaşmaları seni aldatmasın. Onlardan önce Nuh kavmi de, bunlardan sonraki sürü sürü fırkalar da peygamberlerini yalan saydılar. Bunlardan her ümmet kendi peygamberlerini yalanlamayı kasdetti. Gerçek olmayan şeylerle gerçeği yok edebilmek için savaşıp durdular. Başlarına indirdiğim azabın nasıl olduğuna bir bak! (Gâfir Suresi/1-5)
Hazret-i Ömer bu âyetleri yazdıktan sonra onu azarlayıcı mahiyette birkaç söz daha yazdı, o adamla gönderdi. O kardeşi mektubu alınca ağlamaya başladı: "ALLAH doğruyu buyurdu, Ömer de bana doğru yolu gösterdi" dedi. Tevbe etti ve halini düzeltti.
Ebû Zerr radıyALLAHu anh der ki: "Kardeşin halini bozduğu zaman onu terk etme. Şimdi eğrildi ise bir müddet sonra doğrulur. Onun iyiliğine çalış."
İbrahim Nehaî şöyle derdi: "Alim kimselerin hatalarını insanlara anlatmayın. Çünkü ilim sahibi bir kerre yanılırsa sonunda düzeltir." Böyle hareket etmenin güzelliği, yumuşaklık esasına göre hareket edildiği, günahkârı daha fazla günah işlemekten alıkoyup onu istikamete sevkedeceği içindir.
Bir mürid istikametini bozduğu zaman ondan ilgi kesilmeyip sohbete getirilirse düzeltmek ümid ve ihtimali vardır. Eğer ilgi kesilirse o kimse günahında ısrar eder ve ebediyyen kopmuş olur.
İlgi kesmemenin daha doğru hareket olması şundan dolayıdır: İslâm kardeşliği bir akiddir. Bir yakınlık temin ve tesis eder. Bu kardeşlik devam ettiği zaman karşılıklı haklar kuvvetlenir. Akdin gereğine göre ve akdin şerefi ölçüsünde vefakârlık vacib olur. Vefakârlık ise kardeşini fakirlik zamanında terk etmemektir. Dinen fakirlik ise dünyaca fakirlikten hem daha şiddetli, hem daha acı, hem zararı daha büyüktür. Dinen istikametini bozan kardeşin manen fakir düşmüş, yardım beklemektedir. Başına bir felaket gelmiştir. İmdad beklemektedir. Dinine bağlılığının zayıflaması sebebiyle maneviyatı fesada uğramıştır. Böyle bir kimsenin gözetilmesi, terkedilmemesi ihmal edilmemesi lazımdır. Nezaketle davranarak o kardeşinin kurtarılması için azamî gayret gösterilmelidir.
Anlatılır ki: ALLAH için birbiriyle kardeş olmuş iki kişiden birisi istikametten ayrılma belâsına uğradı. Bu kimse kardeşine gidip:
- Ben bir illete tutuldum. Eğer istersen, ALLAH'a olan muhabbetine zarar gelmemesi için beni terket, deyince o kardeşi o andan itibaren ALLAH ile sözleşti ve: "Ya Rabbi, kardeşim eski istikametine dönerek hali düzelinceye kadar ne bir lokma yiyeceğim, ne bir yudum su içeceğim!" dedi. Kırk gün süreyle yemedi ve içmedi. Her gün onun durumunun düzelip düzelmediğini sorardı. Kendisine yemesi ve içmesi için ısrar olundukça: "Sözümde sâdıkım. Kardeşim manen şifa bulmadıkça vALLAHi yemeyeceğim ve içmeyeceğim! dedi. Fakat hüznünden ve açlığından ölecek hale geldiği vakit kardeşinin ıslah olduğu görüldü. Kardeşi gelip düzeldiğini gösterdi. O da yeyip içti. Fakat az kaldı ki ölüyordu.
Selef-i salihden iki kardeş vardı. Biri istikametini bozdu. Bazıları: "Görüyorsun ki kardeşin istikametini bozdu. Onu terk etmeyecek misin? dediler. O ise: "Hayır, kardeşim şimdi bana her zamankinden daha fazla muhtaçtır. Eğer ben onun elinden tutar, güzellikle azarlayarak da olsa bir şeyler söyler, onun bu halinden dönmesi için dua edersem belki bir gün ıslah olmasına sebeb olurum. Kardeşlik hukuku bunu gerektirir, terkedivermeyi değil!" diye cevap verdi.
Büyüklerimiz buyurdular ki: "Kardeşlerin hatalarına karşı müsamaha sonsuz olmalıdır. Kardeşin sana karşı yetmiş kerre hata edip de özür dilerse kabul edeceksin. Şayed bunu kendine kabul ettiremiyorsan kalbine demelisin ki: "Ne kadar katısın! Kardeşin senden yetmiş kerre özür diliyor da kabul etmiyorsun. Yazık sana! İnsafını ne kadar da yitirmişsin!
Bunu, İmam Şa'rani kuddise sirruh "müslümanlık hakları" kitabında söyler.
Biz de öyle bir zamanda geldik ki, bir insanın yetmiş tane doğru ve güzel tarafı olsa, bir de hatalı tarafı bulunsa, o hata hiç sözü edilmeyecek bir hata da olsa kardeşlerimiz o yetmiş güzelliği görmez de o bir tek hatayı görürler. Bunu dillerine dolayıp zihinleri fesada vermek için ağızlarını doldura doldura konuşurlar. Herkese inandırmaya çalışırlar. Bu huyları, nice mahcubların arsız olmasına sebeb olur. Onların namuslarıyla oynarlar. Sanki kardeşinin bir hatasını gözetliyormuş gibi onu küçük düşürmek için olmadık lafları ederler. O kadar iyi taraflarının hiçbirini görmezler. Bir de tereddüd etmeden iyi bir şey yaptıklarını iddia ederler. Bu ifsadlarını ibadet-taat sayarlar.
Bu işin sonu, zayıf müslümanların cemiyetten kopup millete zararlı bir unsur olmalarına kadar varır. İş böylelerinin zannettiği gibi değildir. Bu da ALLAH'dan uzak kalmanın neticesinde şeytanın bulandırdığı kafaların yaptığı ve yaptırdığı şeylerin fesadıdır.
Hepimiz ALLAH'a aidiz ve hepimiz O'na döneceğiz. Ey rabbımız, bizi böyle şeylerle imtihan etmeden huzuruna al. Rahmetin hürmetine, ya erha-merrâhimîn!.
Abdullah İbn Mübarek der ki: "Mü'min, özürlerin kabul edilip araya soğukluğun girmemesini ister. Münafık ise müslümanların darmadığın ve perişan olmalarını arzu eder."
Fudayl ibn lyaz da şöyle der: "Fütüvvet (asıl yiğitlik) kardeşlerinin hatâlarını her zaman afvetmektir."
Rasûl-i Ekrem sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyururlar: "İyilik görünce örten, kötülük görünce herkese yayan kötü komşunun şerrinden ALLAH'a sığının."
Muhammed b. Abdullah el-Hânî 'nin "ADAB" adlı kitabından derlenmiştir.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Buharinin sahihinde Kitab-ül edep 5727 nolu hadisinde Ebu Said el-Hudri, sevgili peygamberimizi tarif ederken: “Peygamber (S.A.V) bekâr bir kızdan daha utangaçtı” diyor
Utanmazlar, küstahlar ve hayasızlar her çağda rağbet görmüşler. Sevgili peygamberimiz zamanında bir adam kardeşini fazla hayalı =utangaç olmasından dolayı ayıplıyordu.
Sevgili peygamberimiz, o kardeşini ayıplayan adama: “Kardeşini ayıplamayı bırak. Haya=utanma imandandır. Haya, hayırdan başka bir şey getirmez” buyurmuş. (Buhari, Edep)
Yolcu, bu dünya yolculuğuna çıkarken bedenine elbiseni giymeden önce bütün can ve tenini haya elbisesiyle süsle. Yürüyüşün, duruşun, oturuşun, konuşman, susman, bakman ve dokunman vs.. bütün hal ve hareketlerin haya çiçekleriyle süslenmeli.
Güzel elbiselerimizin kirlenmemesi için oturup kalktığımız, dokunduğumuz şeylere dikkat ettiğimiz gibi ar damarımızın çatlamaması, haya elbisemizin kirlenmemesi için daha çok dikkat etmeliyiz.
Haya elbisesi kirlenirse ar damarı çatlarsa, yüz suyumuz dökülürse, biz de, devleti soyduktan sonra millete televizyondan sırıtan yüzsüzlere döneriz. http://www.minare.net/forum/Smileys/default/iccon04.gif korusun.
Kimseye yüzsuyu dökerek şahsiyetimizi sıfırlatmayacağız. Damarımızdaki kan akarsa şahsiyetimiz şehadetle şereflenir ama yüzümüzün suyu çekilirse suyu çekilmiş gül gibi küllüğe atılmayı hak eder.
http://www.minare.net/forum/Smileys/default/iccon04.gif bize can vermiş, ten vermiş, kan vermiş, koklanacak çiçekler, koklayacak burun vermiş. Görülecek güzellikler, görecek göz vermiş. Bir dil ile milyonlarca tadı ayıracak özellik vermiş, sayısız nimetleri arasında bir ömürlük yolculuk yaparken onun kullarına karşı gelmekten utanırken onun isteklerini yerine getirirken güzel yapamamaktan dolayı http://www.minare.net/forum/Smileys/default/iccon04.gif’a karşı utanç içinde olmalıyız.
Saygı duyduğumuz, sevdiğimiz bir insanın yanında yapmaktan utandığımız bir eylemi yapayalnız olduğumuzda da yapmamalıyız. Yalnızken de http://www.minare.net/forum/Smileys/default/iccon04.gif’tan utanmalıyız.
İnsanların ve hayvanların haklarını gözetmeyen insan, onlara karşı hayasızlık yapmaktadır.
İnsanlardan utanarak yapmadığı şeyi tek başına kaldığında yapabilen bir insan da kendisinden utanmayan insandır.
Biz başta Rabbimizden, kendimizden ve kendimizin dışındakilerden utanarak hareket edeceğiz.
Sevdiğine kırmızı gül verirken bile yanakları al al olan insan, verdiği ve veriş şeklindeki kusurların mahcubiyetini dile getirerek sevdiğine “Sen daha güzellerine layıksın” mesajını vermiş olur.
San’at eserini insanlar ilgi ile izlerken yüzü kızaran san’atkâr gönül ufkunda kanat çırpan yeni eserler avlamaya çalışan san’atkârdır.
Hayalı/utangaç insanların başarılı olamayacağı kanaati günümüzde bir kısım insanlarda hakim durumda.
Ama bekar bir kızdan daha utangaç olan sevgili peygamberimiz, milyarlarca dil ve gönül tarafından rahmetle, salavatla anılmaya devam etmektedir. Haya ancak hayır=iyilik getirir. “Kasas” suresinde bahsedilen kızların hayası onlardan birinin Musa aleyhisselâmla evlenmesine ve Kur’an okundukça hayırla anılmasına sebep olmuştur.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Abdülaziz Dirini, (Adab) risalesinde,
Şunları yazmaktadır (İlim-edep) bahsinde:
(İslam âlimlerimiz, şöyle buyurdu ki hep:
Her insana, evvela, lazımdır ilim, edep.
Sahabe-i kiram da, huzurunda Resulün,
Edep ve huşu ile otururdu büsbütün.
Başları önlerinde, gayet sakin ve sessiz,
Edeple dururlardı, hem de hiç hareketsiz.
Öyle ki, ağaç sanıp, kuşlar o kimseleri,
Gelip, üzerlerine konarlardı ekseri.
Talebe, hocasını, hem de can kulağıyle,
Dinleyip, her emrini yapmalıdır ayniyle.
Hocasına, her zaman dua edip talebe,
Hak teâlâ indinde, bulur yüksek mertebe.
Tasavvufun esası, edepten ibarettir.
Edep, insanlar için bir manevi ziynettir.
Ne kadar çok olsa da insanda hal ve makam,
Hiç birisi, edebin yerini tutamaz tam.
Edebin bir tarifi, itiraz etmemektir.
Büyüklerin emrine, hemen (Peki) demektir.
Allah’ın emrine de, her kim tam tâbi ise,
Dinde edep sahibi olmuş olur o kimse.)
Yine o buyurdu ki: (İslama hizmet için,
Çalışırken, kalbini kırmayın hiç kimsenin.
Kâfirin de kalbini kırmak yoktur bu dinde.
Bu, çok fena bir iştir Hak teâlâ indinde.
Ve hatta gönül yıkmak, Kâbe’yi, yetmiş defa,
Yıkmanın günahından, fazladır kat kat daha.
Nazik, kibar olmaya gayret edin her zaman.
Kaçının titizlikle, kavga, münakaşadan.
Zira bunun sebebi, kibir ile öfkedir.
Bunlar ise, insanın asıl felaketidir.)
Yine o buyururdu ki: (Emr-i maruf sevabı,
Öyle çok fazladır ki, yoktur haddi hesabı.
Dağ kadar çok altını, sadaka verse insan,
Yine azdır, bir altın zekatın sevabından.
Dağ kadar altın zekat vermenin sevabı da,
Hiç kalır, emr-i maruf sevabının yanında.)
Yine o buyurdu ki: (Mühim olan, kalp ve iç.
Zira Allah, kulunun zahirine bakmaz hiç.
İnsanlar süslüyorlar, dışını, zahirini.
Halbuki görür Allah, onun bozuk halini.
Hatta bozuk niyetle yapsa da çok ibadet,
Hak teâlâ indinde, bulamaz yine rağbet.
Zira Allah, sadece amele bakmaz asla.
Bakar ki, o ameli yapmış mıdır ihlasla?)
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
"Allahü Teâlâya karşı edep, Ondan devamlı korku üzere bulunmak ve O´nu murâkabe üzere olmaktır.
Resûlullah'a (S.A.V.) karşı edeb, sünnet-i seniyyeye yapışmakla; evliyâya karşı edeb, ona hürmet etmek, hizmetlerinde bulunmakla
çoluk-çocuğa karşı edep, onlara güzel ahlâk ile muâmele etmekle
arkadaşlara ve dostlara karşı edep, onlara güler yüzlü olmakla
câhillere karşı edep, onlara duâ ve merhâmet göstermekle olur"
Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Sevgi konusunda dikkat edilecek edeblerden birisi de müridin kendi mürşidini sevme ve övme adına diğer mürşidleri yermemesi. onları kusurlu çıkarmaya, noksan göstermeye çalışmasıdır.Bu tehlikeli bir iştir ve yasaktır.
İmam Şa'rânî(ks) demiştir ki:
"Herkes mürşidini kâmil ve mükemmil olduğuna, irşadının ve manevi nasibinin onun elinde bulunduğuna, bu yönüyle mürşidinin kendisi i.in faydalı olabilecek tek insan olduğuna itikat etmelidir.
Fakat bu itikat müridi diğer mürşidlein hürmetini çiğnemeye, kıymetini düşürmeye götürmemelidir.
Bütün ehlullah Allah-u Teala'nın askerleridir.Allah onları vasıta kılarak kullarını hidayete sevk eder,terbiye eder.Onlar Rasulullah (SAV)'in âlidirler. O'nun sünnetini yaşar ve yayarlar.
...
Senin mürşidin böyle benim mürşidim şöyle tartışması boş bir iştir ve sonu zararlıdır.Rasulullah bu ve buna benzer üstünlük tartışmalarını yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın peygamberleri arasında kendi hesabınıza göre üstünlük vermeye kalkmayın."(müslim,fedail159.)
"Peygamberler arasında seçme yapmayın."(müslim,fedail,163)
Bütün beşeriyetin efendisi (SAV) bize edeb öğretmek için böyle emretmiştir.Allah'u Teala hazretleri, mürşidelerin makamlarını tespit,tayin ve terfi' işini müridlere bırakMAmıştır;ancak istifade açısından mürid , mürşidinin en kamil ve mükemmmil olduğunu düşünebilir, düşünmelidir.
Üstad Bediüzzaman'ın belirttiği gibi bir sâlik şöyle diyebilir:"Benim mezhebim ve meşrebim yolların en güzelidir; diğer mezhep ve meşrepler de güzeldir."
En iyisini ve en doğrusunu Yüce Allah(cc) bilir.
alıntı
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Edep bir tac imiş Nur-u Hüda’dan
Giy ol tacı, emin ol her beladan...
Mevlâna Celaleddin Rumî k.s. Hazretleri, Mesnevî’sinde şöyle diyor:
“Allah’tan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’ın
lütfundan mahrumdur.
Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı
ateşe vermiş olur.
Nasıl mı? Şu misali dinle: Alışverişsiz, dedikodusuz ilâhi sofra gökten
iniyordu.
Musa a.s. kavmi içinde birkaç kişi terbiyesizce, “hani sarmısak,
mercimek?” dediler.
Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi. Ekme, bel belleme,
orak sallama kaldı.
Sonra İsa a.s. şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler
gönderdi.
Yine küstahlar edebi terkederek sofradan yemek artığını aşırdılar.
İsa bunlara yalvardı: “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.
Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek
küfürdür.” dedi.
O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görgüsüz dilencilerin yüzlerine
kapandı.
İşte, zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinadan dolayı da etrafa
nice musibet yayılır.
İçine kasavetten, sıkıntıdan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan
gelir.
Kim dost yolunda pervasızlık ederse, erlerin yolunu vurucudur; namert
odur.
Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur. Yine edepten dolayı melekler
masum ve tertemiz olmuşlardır.
Bir melek olan Azazil de, yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.”
Edep, nefsini tanıyıp haddini bilmektir.
Edep, kul olduğunu anlayıp Yüce Mevlâ’ya yönelmektir.
Edep, kibri kırıp tavazuya sarılmaktır.
Edep, fani dünyayı tanıyıp boş davaları bırakmaktır.
Edep, Cenab-ı Hakk’ın ve varlıkların haklarını güzel korumaktır.
Edep, hayalı ve vefalı olmaktır.
Edep, pişman olunacak şeyleri yapmamaktır.
Kısaca edep, güzel ahlâktır.
Güzel ahlâk ise, içiyle dışıyla doğru olmak ve bu doğruluk üzere
yaşamaktır. Buna denge ve istikamet denir.
Dengeli olmak, devamlı aynı güzel hâli korumaktır. Acı tatlı bütün
hallerde istikametini bozmayan, dost ve düşmana karşı dürüstlükten
ayrılmayan kimse dengeli insandır. Denge, insandaki akıl seviyesini
gösterir.
Velilerden Seriy es-Sakatî k.s. der ki: “Edep, aklın tercümanıdır.” Bunun
manası şudur: Herkes aklı kadar edepli olur. Edebi kıt, ahlâkı bozuk olana
hakiki manada akıllı denmez.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
InsaAllah razi olsunan kullardan oluruz hep beraber...
EDEP, SAFİ GÜZELLİKTİR
Gerçek mümin, kalbini bir olan Allah’a bağlamıştır. Biricik hedefi O’nun
rızasıdır. Müminin hedefi gibi hayatında da birlik vardır; iki yüzlülük
yoktur. Mümin iki farklı halde bulunmaz, bir doğru bir eğri konuşmaz;
sabah iyi akşam kötü olmaz.
Edep ve güzel ahlâk bir bütündür. Edepli insanın bütün işleri, ibadetleri,
hal ve hareketleri güzeldir. Onun her şeyi temizdir. Sevgisi her şeyi sarar
ve o şeyi sevimli yapar. Edepli müminin Yüce Allah’tan aldığı terbiye,
hayatının her safhasında kendisini gösterir. Bu terbiye içinde onun sevgisi
ve dostluğu kadar, kızması ve kavgası da güzeldir. Çünkü kızması Allah
içindir. Kavgası da edep içinde olur.
Bir insanın gerçek yönü ve olgunluğu dar ve zor anlarda belli olur.
İnsanın
kavgasını ve haksızlığa karşı davranış biçimini görmeden hakkında iyi
veya
kötü dememelidir.
Edepli insan, hakkını ararken hak yemez. Kendisini savunurken,
düşmanına
haksızlık etmez. Haksız ise, nefsine yan çıkmaz, hakka boyun eğer, karşı
tarafı tasdik eder. Haklı ve güçlü iken yapacağı iki şey vardır. Ya af, ya
adalet. Ötesi, edebe sığmaz.
Edepsiz insan ise haksız iken kendisini haklı göstermeye çalışır. Zalim
iken
kendisini mazlum gösterir. Alacağı bir ise bin ister. Susacağı yerde
cazgırlık eder. Edepsiz insana dost olmak da düşman olmak da zordur.
Onunla
hiçbir şeyin tadı tuzu yoktur.
Bazı insanların dışı hoştur, ama içi boştur. Bu kimseler, insanların
gördüğü
işlere çok önem verirler, fakat işin asıl kısmını ihmal ederler.
Dengeli mümin ahiret işleri gibi dünya işlerini de güzel yapar. İbadeti
güzel, işi bozuk olan kimse örnek insan değildir. Onda noksanlık ve
hastalık
vardır. Kılık kıyafetine ve dünya işlerine son derece dikkat edip de,
kalbini ihmal eden, ahiretini unutan ve ibadeti önemsemeyen kimse de
dengesizdir, noksandır.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
GERÇEK EDEPLİ KİM?
Edepli ve dengeli insanın ibadeti gibi ticareti de düzgündür. Kalbi gibi dili
de doğrudur. Niyeti gibi işi de sağlamdır. Gönlü gibi elbisesi de temizdir.
Dostluğu gibi düşmanlığı da mertçedir. Edep onun için bir meleke haline
gelmiştir. Edep, meleke haline gelirse güzel ahlâk olur.
Meleke, insanın nefes alıp vermesi gibi vücudunun parçası olmuş, ondan
hiç ayrılmayan sıfat demektir. Ekseriyetle yalan konuşan bir kimsenin
arada bir doğru konuşmasına bakıp, bu güzel ahlâklıdır denmez. Hüküm
insanın hayatına hakim olan duruma göre verilir.
Yakınları ile bir gün iyi geçinip, diğer gün yaka paça olan insan dengeli
değildir. Bir komşusu ile iyi geçinip diğerine zahmet veren kimseye iyi
müslüman denmez. Fakirlik günlerinde herkese merhaba ederken, zengin
olunca eski dostlarına selam vermeyen kimse mertlikten mahrumdur.
Edepli insan, iyi-kötü diye insan seçmez, herkese karşı edepli davranır.
O, karşısındaki insanın davranış seviyesine göre değil, kendi terbiyesine
göre muamele eder. İnsanlar bir yana hayvanlara bile zulüm etmez.
Edepli insan başkasından zarar görebilir, fakat başkasına zarar vermez.
Birileri onu aldatabilir, fakat o kimseyi aldatamaz.
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
İNSANOĞLUNUN EN BÜYÜK KAYBI
Bugün erkek-kadın, alim-cahil, köylü-şehirli, hepimizin en fazla muhtaç
olduğumuz şey edeptir. Edep, insanı hayvanlardan ayıran en önemli
özelliktir.
Edep hiç kimseyi küçültmez. Kimsenin kıymetini düşürmez. Edep fakiri
kıymetlendirir, zengini şereflendirir, genci süsler, ihtiyarı sevimli hale
getirir. Edep, bir kadınının en kıymetli cevheridir, hiç solmayan süsüdür.
Bir kadın, edepten daha güzel bir elbise giymemiştir. Bir erkek, edepten
daha güzel bir servet edinmemiştir. Bir baba çocuklarına edep ve güzel
ahlâktan daha kıymetli bir miras bırakmamıştır. İnsanla kabre girecek tek
servet edeptir. Edebin hediyesi cennettir.
Büyük veli Hucvirî k.s. der ki:
“İnsanın bütün kaybı, her işin esası olan edebi kaybetmesinden
kaynaklanmaktadır. Bu, hep böyledir, değişmez. Din ve dünya işlerinin
hepsi edeple güzel olur. Edep olmadan hiçbir güzel iş ortaya çıkmaz.
Edep, yerine göre farklı şekillerde olur. Halkın içinde gereken edep, güzel
insanlığı ve mertliği muhafaza etmektir. Dindeki edep, Sünnet’e uymaktır.
Muhabbetteki edep, saygıyı gözetmektir. Bu üçü birbirine bağlıdır. Akıllı
ve mert olmayan kimse, sünnete uyamaz. Sünnete uymayan kimse
hürmeti koruyamaz.
Allah’ın zatına ve birliğine şahit olan ariflere hürmet, kalpteki takvadan
ileri gelir. Onlara karşı edebi koruyamayan kimsenin terbiye yolunda
hiçbir nasibi olmaz.” (Keşfu’l-Mahcûb)
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
EDEBİN ARTMASI ALLAH’A YAKINLIĞI GÖSTERİR
Allah’ın sana yakınlığını, O’nun sana yakın olduğunu bilmekle anlarsın.
Senin O’na yakınlığın, O’nun sana yakın olduğunu bilmekle olur. Bunların
hepsi, Allah’a karşı ubudiyette ve edep yolunda gitmekten başka birşey
değildir. Allah’a her nefeste yol vardır. Fakat unutmamak lazımdır ki, her
yolun başı edeptir. Şımarmamak lazımdır. Buna göre, senin edebinin
artması, Allah’a olan vuslatını gösterir.
El Hikemu’l-Ataiyye
HER HALDE BİR DERS VAR
Lokman’a:
- Edebi kimden öğrendin? dediler.
- Edepsizlerden, diye cevap verdi. Çünkü bana bunların neleri hoş
görünmediyse onları yapmaktan kaçındım.
Şaka yoluyla söylenmiş olsa bile, akıllı insanın ders almayacağı söz
yoktur. Ama cahilin önünde yüz tane hikmet okusalar, bu onun kulağına
şaka gibi gelir.
Sadi-i Şirazî
Edep bir tac imiş Nur-u Hüda’dan
Giy ol tacı, emin ol her beladan...
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
EDEB
Hazret-i Ali radiyallahu anh'den; Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
- Beni Rabbim edeblendirdi, edebimi de üstün ve güzel eyledi.
Gene buyurdular:
- Kisinin çocugunu terbiye etmesi, ona edeb ögretmesi her gün yarim sa’ (1750 gram hurma ve saire gibi) sadaka vermesinden daha hayirlidir.
Süfyan-i Sevrî kuddise sirruh buyurur:
- Güzel edeb, Allah Teâlâ'nin gazabini söndürür.
Ebû Muhammed Harirî kuddise sirruh buyurur:
- Yirmi senedir ayagimi uzatip oturmadim. Dedim ki Rabbime karsi edebli olmak, benim için daha evlâdir.
Ibn-i Abbas radiyallahu anhüma buyurur:
- Bütün edeblerin basi, hem rahatlikda hem de sikinti zamaninda Allah Teâlâ'nin emirlerine uyup, yasaklarindan kaçinmakdir.
Yahya bin Muaz kuddise sirruh buyurur:
- Kim, tam bir edeb ile edeblenirse, Allah Teâlâ'nin sevdigi, muhabbet ehli kimselerden olur.
Ebû Imran söyle demistir.
- Dört güzel haslet ile üstün hale kavusdum. Besir bin Hâris'i rüyamda gördüm. Buyurdular ki: Dört haslete yöneldin, fakat edebi terk ettin. Halbuki edeb, en önemli istir.
Abdullah bin Mübarek kuddise sirruh buyurdu:
- Edebden az bir seye dahi çok muhtaciz. Ilimden çok seye muhtaç olmamiz böyle degildir.
Buyuruldu ki:
- Üç haslet vardir ki, bunlara sahip olan, mahrum kalmaz. Edeb ehliyle beraber oturmak, güzel edeb sahibi olmak ve baskasina eziyet etmemek.
Abdullah bin Menâzil kuddise sirruh'a edeb hakkinda sorulunca:
- Çok çesitli tarifini yapmislardir, biz de deriz ki; Edeb, insanin nefsini bilmesi, tanimasidir, buyurmusdur.
Mahmud Sâmi Ramazanoglu kuddise sirruh, edebi dolayisiyla ömrü müddetince iki dizi üzerine oturmuslar, bagdas dahi kurmamislardir.
Ibn-i Atâ' ya “edeb nedir?” diye sorulunca:
- Müstahsenâta vukûfundur, râzi olunan begenilen seyleri yapmandir, buyurmusdur.
Hizir aleyhisselâm bir kimseye söyle buyurmusdur:
-“Allah'im! Sana kulluk yapmam hususunda bana güzel edeb ihsan eyle,” diye dua et.
Hasan Basrî kuddise sirruh :
- Dünya ve ahiretde kul için en faydali edeb, dine baglilik, dünyaya düskün olmamak ve Rabbini tanimakdir, buyurmusdur.
Beka bin Batû kuddise sirruh:
- Bir kimse ki bidayet ehlinin edebi ile, bu yola girerken edeblenmez ise son haddi bulanlarin makamina nasil yükselir?
Ibn-i Atâ kuddise sirruh buyurdu ki;
- Her kim edebden mahrum kaldi, cümle hayirlardan mahrum kaldi.
Ebussûd b. Ebuasâir buyurdu ki:
-Allah'in sevgili kullari, yani veliler, vasil olduklarina ancak edeble vâsil oldular. Yoksa ne çok amel, ne de baska benzerleri ile degil.
Adiyy bin Müsafir kuddise sirruh:
- Su kimse ki; edebini, edeb ögretenlerden almaz; o kendisine uyanlari fesâda götürür.
Zünnun Misrî kuddise sirruh:
- Ârifin edebi, bütün edeblerin üstündedir. Zira ona edeb ögreten marifetdir.
Ibrahim Düsûkî kuddise sirruh buyurdu ki:
- Veli kullar arasinda, bid'ate saplanan tek kisi görmek mümkün degildir. Bilhassa onlar, dinî edebe, erkâna pek riâyet ederler. Ümmetlerin efendisi, Hazret-i Rasûl’ü -sallallahu aleyhi ve sellem- izler
ler. O'nun edeb kaynagi ise Kur'an'dir.
Ebû Ali Dekkâk kuddise sirruh buyurur:
- Edebi terk etmek ilâhî huzurdan kovulmagi icab etdiren bir sebebdir. Her kim padisahlarin önünde edebsizlik ederse kapiya, kapida edebsizlik ederse ahira bakmaga gönderirler.
Seyh Ebû Ali Sakatî buyurur:
- Edeb yolunu tutmadan büyüklerin sohbetinde bulunan onlardaki faydalardan, nazarlarinda mevcud olan feyz ve bereketlerden mahrum olur. Onlardaki nurlardan kendisinde hiç bir sey zuhur etmez.
Ibn-i Atâ kuddise sirruh:
- Edeb nedir? sorusuna:
- Güzeldir, denilen seyleri kollamakdir.
- Bu nasil olur? denilince, buyurdular ki:
- Gerek âsikâr, gerek gizli, Yüce Allah'la olan muamelenin edebe dayanmasidir. Böyle oldun mu (arabcayi hiç bilmeyen bir) âcemi de olsan edibsin.
- Yirmi sene bile çalisilsa, edeb ögrenilmeden ilim ögrenilmez.
Hayri Nisabûri kuddise sirruh, edebe çok önem verirlerdi.
- Muhabbet ehli, sevgi isinde, iyi niyete sahib oldukça edebleri artmaga baslar.
Yusûf u Râzî kuddise sirruh:
- Ilmi elde etmek istiyorsan, edebli olmalisin, buyurmuslardir.
Hikemül Atâiyye'den
- Ey edeb isteyen, san ve seref; duâ ve taleb degil, ancak senin merzûk u hüsnü edeb olmakligindir.
Ebû Osman Nûrî kuddise sirruh buyurur:
- Edeb, fukaranin mesnedi, zenginin ziynetidir.
Imam Rabbanî kuddise sirruh buyurmusdur ki:
- Bilesin, adâbdan velevki bir edebi muhafaza, mekruhlardan velevki tenzihî olsun bir mekruhu terk etmek, zikirden tefekkürden, murâkabe ve teveccühden çok daha efdaldir.
Evet bütün bu zikir, fikir, murakabe ve teveccüh; seriati mutahharanin ahkâmina riâyetle beraber, bir kimsede toplanirsa nûrun alâ nûrdur. O kimse hakikaten büyük bir kurtulusa ermisdir. Ama bu da insanin yaradilis gâyesi olan ibâdet ve ubûdiyyete ihlâsla devam etmeksizin aslâ hasil olmaz. (Adâb, Muhammed Abdullah bin Hâni)
Mevlâna Hâlid Bagdâdî kuddise sirruh buyurmuslardir ki:
-Islâmiyet yolunda en önemli edebler sunlardir:
Islâm dininin ahkâmina tam tâbi olmak.
Genislik ve darlikda sabretmek ve bollukda tam sükretmek.
Sünneti ihya etmek, bid'atlerden sakinmak, kiriklik içinde yani mütevâziyâne devamli olarak Rabbina yalvarmak, yakarmak. Allah'dan baskasinin hatira gelmemesi için çok çalismak, görmek gözün isi oldugu gibi, huzuru da kalbin isi melekesine getirmek, hatta kalbin dünya ve âhirete âid her seyden yüz çevirip, hakîki mahbûb, yani gerçek sevgili olan Allah Teâlâ'dan baskasina bagliliginin kalmamasini saglamak.
Ebû Abdullah Nibbacî kuddise sirruh:
- Her seyin bir hizmet edicisi vardir, dinin hizmet edicisi de edebdir.
Abdülkadir Geylâni kuddise sirruh buyurur:
- Hizmet eden sonunda kendisi de hizmet edilen durumuna gelir. Itâat eden sonunda kendisi de itâat olunan kisi seviyesine yükselir. Ikram eden sonunda ikram olunan kisi durumuna gelir. Allah'a yaklasan yakinlasdirilir. Tevâzu gösteren yüceltilir. Kerem ve ihsan sahibi olmaga gayret eden sereflendirilir. Güzel edeb sahibi olan, Allah'a yakinlasir. Güzel edeb, seni Allah'a yakinlasdirir. Güzel edeb, Allah'a tâatdir. Çirkin davranislar ise ona karsi günahkârlikdir.
Hazret-i Ali radiyallahü anh buyurur:
- Himayen altindakilere iyilik yapmak istersen, onlara terbiye ve edeb ögret.
Ebü'l-Mevâhib kuddise sirruh buyurur:
Irfan sahibleri ile, ancak edeb tavrini takinarak oturunuz. Çünkü onlarla oturur iken edeb kaidelerine uymayan bir çok kimseler, çok kere ilâhî darginliga ugradilar ve Hak yakinligi dîvanindan silindiler.
Ilâve ederdi:
Edib geçinen (edebli oldugunu iddia eden) birini düsünün. Bu iddiasi ile o, bir sofiyye terbiyesi görmemisdir. Iste... hali anlatildigi gibi olan kimse edîb olamaz.
Gene buyururdu ki:
- Tarikat tümden edebdir... Bir de, edeblendirmek. Yani, hem edeb sâhibi olmak, hem de baskalarini edeb sahibi kilmak. Süphesiz bu yolun ehli, münakasa da ederler, ama Hak için... Hakdan yana. Onlar Hakkin sohbetinde otururlar. Onlar tam bir edeb sahibidirler.
^
Gene edeb hakkinda:
Onun baslica sirri, hudutlara riâyet
Kalir mi insanda hak, gözetilmezse sâyet
Istedigin insansa, onu edeble donat
Edebdir insani, Hakka uçuran kanat.
“Din edebdir” buyurdu ol Hz. peygamber
Serpmisti arkasina edeb misali erler.
Edeb, ihsan et Rabbim, sevdiklerin askina
Eriyeyim edeble, dönüseyim saskina.
Edeb hakkinda pek çok sözler söylenmisdir, asagiya bunlardan bir kaçini aliyoruz:
o Edeb; Evliyaullahin delili ve Allah'a kavusma vesîlesidir.
o Edeb; Hakka giden yolun azigidir. Edeb her seyin basidir. Ruhun terakkisi ancak edeble elde edilir.
o Edeble varan, lütufla döner.
o Insanla hayvan arasindaki fark, edebdir.
o Edeb, aklin disdan görünüsüdür.
o Edeblerin anasi, az konusmakdir.
o Edebi terk eden, ârif degildir.
o Tasavvufun tamami edebdir.
o Hakiki güzellik, ilim ve edeb güzelligidir.
o Edeb; Seytani öldüren bir silâhdir.
o Hakikatden maksad ancak edebdir.
o Hersey çogaldikça ucuzlar, fakat edebi çogaldikça kisinin degeri artar.
o Ademoglunun edebden nasibi yok ise, insan degildir.
o Sofîlerin terbiye etmedigi kimse, edebin hakikatini anliyamaz.
o Edeb; Sünnet-i Resûlullaha uygun hareket etmektir.
o Edeb; Hâlik Teâlâ'nin sevdigi kullarina bahsettigi ilâhi bir tilsimdir.
Cenâb-i Hakkin rizasi, ancak edebli bir ubûdiyyetle elde edilir.
^
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
‘Iman nedir?” diye akildan sordum. Akil kalbimin kulagina dedi ki: “Iiman, edebdir.” (Mevlâna Celâleddin Rûmî)’
Sair ne güzel söylemis:
Ehl-i diller arasinda aradim, kildim taleb
Her hüner makbul imis. Illâ edeb, illâ edeb
^
Edeb; Bir tâc imis Nûr-u Hudâdan
Giy ol tâci, emin ol her belâdan.
Bostânül-Ârifin’de söyle denilmektedir:
Iman bes kal'ali bir beldeye benzer. Altun kal'a, gümüs kal'a, demir kal'a, hubûkel kal'a, kerpiç kal'a. Kal'anin içinde bulunanlar kerpiç kal'ayi koruyup gözettikleri müddetçe, düsman içlerine ulasamaz. Kal'ayi muhafaza etmegi birakirlar da, birinci kal'a düsman tarafindan tahrib edilirse, ikinci, sonra üçüncüsüne göz dikilir ve sonunda bütün kal'alar teker teker tahrîb edilmis olur. Iman da böyle bes kal'a içindedir:
Yakîn,
Ihlâs,
Farzlari edâ,
Sünnetleri tamamlamak ve
Edebi korumak.
Kisi edebi koruyup, gözettigi sürece seytanin onda ümidi kalmaz. Sayed edebi terkederse o zaman seytan, onun sünnetlerine, farzlarina, sonra da ihlâs, yakîn ve imânina göz diker. Binaenaleyh kisinin abdest, namaz, alis veris ve sohbet gibi bütün islerinde edebi korumasi lâzimdir.
Su hususu iyice bilmelidir ki, serîat ancak hükümlerden ibâretdir. Tarîkat ise mahza edebdir. Huzurdan kovulan, reddedilen kisi Iblis gibi, ancak edebe riâyetsizlik, edebsizlikden dolayi kovulur.
Ibn Sirin kuddise sirruh'a; - Hangi edeb Allah'a daha çok yaklasdirir? diye soruldugunda, cevaben:
- Allah'in rubûbiyyetini bilmek, O'na taatle amel etmek, sevindirici seylere hamd, üzücü hadiselere sabir, demisdir.
Mesayihdan biri demistir ki:
- Kim nefis terbiyesi yapmadan, dünya ve 0âhireti tanimadan, sirf basit dünya menfaati için, gönül sahibi ve irsâda ehil oldugunu iddia ederse bununu cezasi; Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in Mirac'da gördügü kadinlarin cezâsinin kat kat fazlasi olacakdir ki, bu kadinlar makaslarla gögüslerini kesmektedirler. Rasûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Cibril'e:
- Bunlar kimdir? diye sordugunda, Cibril:
- Bunlar zina yoluyla çocuk dünyaya getirenlerdir, cevabini vermislerdir.
Abdülkadir Geylânî kuddise sirruh buyurur:
- Mürsidinin huzurunda edebli ol. Az konus, çok dinle. Zira böyle yapmak, senin ögrenmene ve mürsidinin kalbine yakinlasmana sebeb olur. Güzel edeb, seni mürsidine yakinlasdirir. Kötü edeb ise uzaklasdirir. Sen ediblerle yâni yüksek edeb sahibi kisilerle düsüp kalkmadikça nasil güzel edeb sahibi olabilirsin? Sen mürebbî ve mürsidini tasvip etmiyor ve onun hakkinda hüsn ü zan beslemiyorsan, hakkin yolunu, ondan nasil ögrenebilirsin ki?
Seyh Abdurrahman Sülemî Nisâburî kuddise sirruh buyurur:
- Bir sofi için su iki sey gereklidir:
Bütün hallerinde dogruluk üzere ola.
Muamelesinde edebli dura.
Süfyan Sevrî kuddise sirruh, edeb'in ehemmiyeti hakkinda:
- Kur'an ve hadis ilmini isteyen kimse, önce, kendisine bir hazirlik yapsin. Bu hazirlik en az yirmi yil edeb, görgü ve terbiye hazirligi olsun. Evvelâ yirmi yil edeble hareket... sonra, Kur'an ve hadis ilmi buyurmustur.
Said bin Cübeyr kuddise sirruh buyurur:
- Allah'a itaat edip (edeb gözleyen) emirlerini yerine getiren, onu zikrediyor, demektir. Onun verdigi emirlere göre hareket etmeyen, ne kadar tesbih çekerse çeksin, ne kadar Kur'an okursa okusun, zikretmiyor sayilir.
^
Ibrahim Hakki Erzurûmî kuddise sirruh buyurur: (Maarifetname'den)
Ey Aziz! Edeb ehli demislerdir ki:
- Muhakkak ki, baris ve savas zamanlarinda, uyudugun saatlerde, diri ve ölü hallerinde, bir an bile senden ayrilmayan sahibin-ki o seni yaratandir, Mevlandir, Rabbindir, rizkini verendir. Hangi saatte sen Onu düsünür ve anarsan O seninle beraberdir, sen Onun huzurundasin. Nitekim Cenab-i Hak, beni zikredenin (ananin) yanindayim, buyuruyor ve her ne zaman Ona karsi olan vazifelerinde bir eksiklik, bir kusur yaptigin için üzülür ve kalbin kirilirsa, sahibin o anda senin yanindadir ve koruyucundur. Nitekim, Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri:
- Kalbleri kirik olanlarin yanindayim, buyurmuslardir.
- Gece gündüz, bir an bile, Rabbinla basbasa kalmak ve ona yalvarislarinda duyacagin manevî zevki almaktan geri kalmiyasin. Bunu yapabilmen için Mevlânin huzurunda bulundugun zaman riâyet edecegin edebleri ve erkâni bilmek lâzimdir.
Bunlar sunlardir:
1. Basini egip, önüne bakmak.
2. Aklini toplayip Allah'dan gayri olan bütün fikirleri zihninden atmak.
3. Tam bir sessizlik içinde bulunmak ve susmak.
4. Vücudun bütün azalarini sakin, rahat bulundurmak.
5. Emirleri yapmakta azimli olmak.
6. Yasaklardan sakinmak.
7. Hiç bir seye itiraz etmemek.
8. Devamli Allah Teâlâ'yi zikretmek.
9. Allah'in büyüklügü üzerinde düsünmege devam etmek.
10. Allah'i her seyden üstün tutmak.
11. Halkdan ümidini kesmek.
12. Allah'in heybet ve azameti karsisinda yalvarista bulunmak.
13. Haya (utangaçlik) içinde kirik bir kalple husû içinde bulunmak.
14. Kazanma heveslerine dalmayip, Allah'in verdiklerine güvenmek.
15. Allah'a teslim olmak ve Ondan gelene razi olmakdir.
Abdülkadir Geylâni kuddise sirruh buyurur:
- Benim bir mürsidim vardi. Her ne zaman müskilim olsa ve zor bir durumla karsilassam, hemen onu bana açar, mes'eleyi hal ederdi. Hiç bir zaman benim konusmama lüzum birakmazdi. Böyle olusu, benim ona karsi gayet hürmetkâr davranmamdan ve hüsn ü edeble hareket etmemden ileri geliyordu. Bizi tenvir eden büyüklerimize karsi daima hürmetkâr davranmis, hüsn ü edeble hareket etmisimdir.
Hazret-i Mevlâna Celâleddin Rûmî kuddise sirruh hazretlerinin edeb hakkindaki siirleri:
Efendi, bilmis ol ki edeb,
Insanin bedeninde ruhdur.
Efendi edeb, Allah adamlarinin
Gözü gönlü nurudur.
Âdem süflîden degil, âlem-i ulvîdendir.
Yani bedeni ile topraktan yaratilmis ise de ruhu ile eflâkidir.
Bunu anla, su dönen felegin dönüsündeki letâfet de edebdendir.
Eger seytanin basini ezmek dilersen, gözünü aç ve gör ki seytanin katili edebdir. Âdemoglunda edeb bulunmazsa o Âdem âdemoglu degildir.
Insan ile hayvan bedenleri arasindaki fark edebdir.
Gözünü aç da tamamiyle kelâmullaha bak.
Kur'an'in bütün âyetleri, edeb ta'liminden ibârettir.
Iman nedir? diye akildan sordum.
Akil kalbimin kulagina dedi ki
“Iman edebdir”
Ey Sems-i Tebrizî, sen sirri ilâhisin. Sus!..
Dünya gecesini aydinlatacak isiklarin
En parlagi edebdir.
Mümsad Deynûrî kuddise sirruh velilere karsi edebini söyle anlatir:
- Hangi velinin huzuruna girsem; nesebimi unuturum... Ilimden yana bos olurum. Marifet islerinde ise yokluga bürünürüm.
Bundan sonra da aksini yapanlari söyle anlatirdi:
- Bir kimse, her hangi bir seyhin yanina giderken, kendine has hazla giderse, ondan alacagi hazzi kaybeder... Onu görmekle bir sey elde edemez. Onunla, sohbetten umdugunu bulamaz... Edeb erkânindan istifade edemez. (Tabakatü'l-Kübra)
^
Resûlü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin Edeb Ve Hayâsi:
Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, örtüsüne bürünmüs bâkire bir genç kizdan daha edebli idi. Asiri hayâsindan, ömründe hiç bir adami azarlamamis, yürürken sükûnetle yürümüs, hiç bir zaman kahkaha ile gülmemistir.
O devirde Arabistan'da ve diger memleketlerde edeb ve hayâya riâyet edilmez, arablar çiril çiplak yikanirlar, hatta Kâbe'yi çiril çiplak tavaf ederlerdi. Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bu denaetten tiksinirdi. Hatta bu yüzden hamamlardan sakinilmasini emretmisti. Ancak pestemal kullanarak hamamlarda yikanmaga müsaade etmisler, fakat bu müsaade kadinlara verilmemistir.
Allah'in Resûlü, hayasindan halk içinde, kalabalik yerlerde, çarsi ve pazarlarda yüksek sesle konusmazdi. Hosa gitmeyecek sözler söylemezdi. Yine hayasindan hiçbir kimsenin yüzüne dikkatlice bakmazdi. Insanlarin görülmesini istemedikleri yerlerine ve kusurlarina bakmaz, görse bile görmezden gelirdi. Hazret-i Âise radiyallahu anha validemiz Onun edep yerini asla görmedigini söyler... (Es-Samâilul'l-Muhammediye)
Allah'in Resûlü insanlari hayâya tesvik eder, hayânin, imânin bir parçasi oldugunu ifade buyurur, onlari harama gitmekden sakindirirdi.
Bir gün bir genç geldi ve Ondan zinâ etmesine izin vermesini istedi. Huzurda bulunan sahabiler, onu susturmak istedilerse de, O, “birakin yanima gelsin” buyurdu.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, yanina gelen gence sirayla:
“Bu kötülügün anana, kizina, kiz kardesine, halana, teyzene yapilmasini ister misin?” diye sordu.
Genç her defasinda “Hayir, istemem” diye cevap veriyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem de: “Insanlar böyle bir kötülügün kendi akrabalarina yapilmasini istemezler” buyurdu. Ve elini gencin gögsü üzerine koyarak” Allah’im, bunun günahlarini afvet, kalbini ve edeb yerini haramlardan koru” diye dua etti. Bu genç bir daha böyle bir kötülüge dönüp bakmaz oldu. (Ibn Hanbel, 256-257 M. Zekâi Konrapa, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem)
-
Cevap: Edep illa edep!!!!!
Nakşibendi büyükleri, Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin öğrettiği hem zâhir hem de bâtıni edeplere sımsıkı sarılmışlardır.
Seyri sülük esnasındaki sohbet, vird, hatme ve diğer zikirler zâhirî edepler içine girer.
Kalbin gaflet ve kötülüklerden temizlenmesi, nefsin terbiye edilmesi ve ruhun ilahi huzura yükselecek hâle getirilmesi de bâtınî edepler içine girer.
Edeb, her şeyi gereğince ve yerince yapmaktır. Bunun yolu da, bütün fikir ve fiillerde edeb abidesi, peygamberlerin imamı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimize uymaktır. Bütün Allah dostları, Hak yolunda ne elde etmiş iseler, Efendimizin edebine uyarak elde etmişlerdir.
Büyük veli Seriy es-Sakati: (k.s):
“Edeb, aklın tercümanıdır.”8 demiştir. Demek ki herkes edebi kadar akıllı, aklı kadar şerefli, şerefi kadar kıymetlidir.
Edebine göre yapılmayan şeyler ne kadar çok olursa olsun fayda sağlamaz. İnsan bir işin usulüne göre gitmez ise o işte ömrünü verse hayırlı bir sonuç alamaz.
Allah’ın yeryüzündeki şahidi ve hâlifesi olan ariflere hürmet kalpteki takvadan ileri gelir. Onlara karşı edebi koruyamayan kimsenin tasavvuf yolunda hiç bir nasibi olmaz.9
Arifler: “Önce usul, sonra vusul” demişlerdir. Yani, maksadına ulaşmak isteyen kimse, önce o işin usulüne göre yola çıkarsa, hedefine varır, yoksa yolda kalır.
Büyük alim Abdullah b. Mubarek (r.a) ne güzel söylemiş:
“Bizler daha çok ilme değil, daha fazla edebe muhtacız.”10
Hak yoluna giren talip için ana sermaye edeptir. Edebi olmayanın Allah yolunda elde edeceği hiç bir şeyi yoktur.
Edeb, kalbte, sözde ve fiilde olur
Kalbin edebi, niyette ihlas ve samimiyettir. Bunların sonucu, Allah için sevmek, Allah için vermek, Allah için yermek ve Allah için menetmektir. Bu hâl, imanın en yüksek zirvesidir ve kâmil insan olmanın alametidir. O, Allahu Tealanın sevdiği kullarına bir hediyesidir. Büyükler, bu ahlakın ihsan mertebesi olduğunu ve onun vücuda ancak zati zikir sayesinde yerleşeceğini belirtiyorlar. Zati zikir; her yerde, her işte, her hâlde kalb, ruh, sır ve diğer latifelerle Allahu Teala’yı zikretmekten ibarettir.
Gavs-ı Bilvanisî Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni (k.s) zikir ve edep hakkındaki bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:
“Bakınız, bu milletin başına ne geldiyse gafletten geldi. Şah-ı Hazne (k.s): “gaflet kadar hiçbir kötü hâl yoktur” derdi. Kimin başına ne geldiyse nefsinin hilelerinden gafil kaldığı için gelmiştir. Bir kişi kendi kuvveti ile gafleti terk edemiyorsa edebe sarılsın. Şöyle ki, Rabbim her an her yerde beni görüyor diye düşünsün ve o konuda nefsini zorlasın. Açık ve gizli edeplere uymakla insanın kalbi uyanır. Böylece gaflet yok olur.”11
Sözün edebi, makama uygun söylenmesidir. Her makam, ayrı bir tarz ve tavır ister. Her söz yerinde, zamanında, gereği kadar söylenirse değerli ve geçerlidir. Söz, hacet kadar sarf edilmelidir. Sözde yalan ve yapmacık olmamalıdır. Söz sahibinin sözü ile özü, içi ile dışı aynı olmalıdır. Mürşide ve müminlere karşı samimiyet ancak böyle mümkün olur.
Fiilin/işin edebi, makama uygun davranmaktır. Her şahsın, her makamın, her ibadet ve taatın kendine has edebi vardır. Bütün edepler, sünnet-i seniyyede öğretilmiştir. Edep, Hakka ve halka karşı nasıl davranacağını bilmektir. Kısaca güzel ahlaktır. Bu edepleri, tek tek öğrenmeli ve güç nisbetinde yapmalıdır.
İlim edeple güzel olur. Hak yolcusu ancak edeple yol alır. Zikir, edeple fayda verir. İbadet edeple yapılırsa Allah’a yükselir. Tövbe, edeple kabul edilir. Bunun için Allah dostları talebelerinden her işte edep ister, edep bekler. Tasavvuf yolunda, bütün menzil ve makamlarda insanın önüne tek levha çıkar:
“Edep Yâ Hû!”