-
Bazı Çağdaş Kavramlar ve Önemli, Güncel Konulardaki Görüş ve Düşünceleri
BAZI ÇAĞDAŞ KAVRAMLAR VE ÖNEMLİ, GÜNCEL KONULARDAKİ GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELERİYLE FETHULLAH GÜLEN
Fethullah Gülen, bir aksiyoner, ilim adamı, nefis terbiyecisi ve eğitimci olduğu kadar, aynı zamanda bir entelektüeldir de. Çok geniş sahada yazan ve önceki bölümde eserlerini verdiğimiz Fethullah Gülen, günümüzün en çok tartışılan ve en güncel konularında da görüş ve düşüncelerini değişik zaman*larda ortaya koymuştur. Bu bölümde, onun ilim (ilimle, aynı zamanda modern bilimi de kastediyoruz), teknoloji ve birkaç asrın en tartışmalı konusu olan din-ilim münasebeti, ayrıca insana, insan haklarına, hümanizme, kadın ve ‘kadın hakları’na bakışı, bunların yanısıra, devlet, demokrasi, siyaset, terör ve temiz toplum konularındaki düşüncelerini ele alacağız.
İLİM/BİLİM, TEKNOLOJİ VE DİN-İLİM MÜNASEBETİ
Fethullah Gülen’in, üzerinde en çok yazdığı konulardan biri ilim, teknoloji ve din-ilim münasebeti olmuştur.
İlim nedir?
Gülen’in düşüncesinde, “bir coşkun sel gibi kükreyerek istikbale akan ve yerinde göz kamaştıran bir bahçeye de benzetebileceğimiz, her yanından canlılık fışkıran bu dünya, insanın mütalâasına sunulmuş bir kitap, temaşasına arz edilmiş bir meşher ve nihayet müdahale etme hakkıyla bizlere sunulmuş bir emanettir.” Bu emanet karşısında insanın vazifesi ise, “mütalâasına sunulan bu kitabı okuyup perde önünü ve perde arkasını kavrayıp yorumlamak; bu sırlı meşheri (sergi) tetkik edip ihtiva ve ifade ettiği manâları değerlendirmek ve bu emaneti bugünkü-yarınki insanların yararlanabileceği şekilde işletmek iradesidir.” İşte “varlık ve insan arasındaki bu münasebete, onun keşfine ve idrakine ilim” diyoruz.
İlim, Gülen’e göre bir diğer açıdan, belki daha doğru bir ifadeyle, yuka*rıdaki tarifin daha derin bir boyutu olarak, “zekânın hiçbir çıkar gözetmeden sonsuzluğa yönlendirilmesi, mutlak hakikatin keşfedilmesi istikametinde var*lığın tekrar ber tekrar yorumlanması ve hedefe ulaşma konusunda gerekli koordinatların yerli yerinde kullanılmasıdır.” (Sızıntı, Nisan 1996)
İlim ve insan
Fethullah Gülen’in düşüncesinde, gerek önemi, gerekse insanla olan müna*sebeti ve onun hayatının anlamını, yeryüzündeki fonksiyonunu tanıma adına, ilmin Batı’da üzerinde hiç durulmamış, İslâm tarihinde ve dünyasında çok az kişinin keşfedebildiği bir yanı vardır ki, Gülen, buna önemle dikkat çeker. Ona göre ilim, insanı diğer varlıklardan ayıran ve onların önüne geçiren en önemli faktördür. Çünkü insan, ilim sayesinde meleklere rüçhaniyet kazanmış ve tabiata, onu imar adına belli ölçülerde müdahale ile yeryüzünü imar etmesi manâsında hilâfet misyonuyla taçlandırılmıştır.
Allah, melekler de dahil olmak üzere, yarattıkları içinde başka hiçbir varlığa vermediği bir şeyi, yani bütün eşyanın ve varlıkların isimlerini, onlara ad koyma, bir başka ifade ile, onları tanıma, dolayısıyla onlardan istifade etme ve öğrenme kabiliyetini insana vermiş ve onu, bu yönüyle bütün varlıklara üstün kılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de, ilk insan olarak Âdem’e isimlerin ve onların sahipleri olan eşyanın öğretilmesi olarak anlatılan bu olgu, Hz. Âdem’de (a.s.) bir fihrist halinde olmasına mukabil, daha sonra misyonu çerçevesinde her bir peygamberle fasıl fasıl açılmış, insanın ihtiyacı sebebiyle ilim adamlarının çalışmalarına Allah’ın mükâfatı olarak gelen keşif ve icatlarla her bir fasıl daha geniş ve derin boyutlar kazanmıştır. Hz. Âdem’e fihrist halinde verilen, sonraki peygamberlerle fasıl fasıl açılan bilgi ve onu edinme kabiliyeti, son peygamber Hz. Muhammed’de (s.a.s.) bütün tafsilatıyla tecelli etmiş, dolayısıyla ilmin ve onun ürünü olan tekniğin devasâ boyutlarda gelişmesi, bu son Nebî’den sonra gerçekleşmiştir ve gerçekleşecektir. Bu gerçekleşme, İslâm’ın ilk 5 asrında olduğu gibi ve ileride de olacağı gibi, ister O’nun çizgisinde Müslümanlar eliyle, isterse Müslümanlardan faydalanma neticesinde ilme uyanan Batılılar eliyle vuku bulmuş olsun farketmez. Her halûkârda, peygamberliğinden Kıyamet’e kadar kâinatın damarlarında akan her bereket, son Nebî’ye aittir. (Prizma 1, 199-200)
İlim ve insanla münasebeti açısından bir diğer önemli nokta, insanla hayvanlar arasında görülen önemli bir farklılıkta kendini ortaya koyar. Hayvan, yeryüzüne sanki bir başka âlemde öğretilmiş gibi gelir veya gönderilir. O, genellikle doğar doğmaz ayağa kalkar; hayat şartlarına çok kısa zamanda adapte olur, çevresini tanır ve insanın daha ayağa kalkmayı bile başaramadığı bir çağda bütünüyle hayata atılır. İnsan ise, doğduktan sonra ancak 1 yaşında yürümesini öğrenir; belli bir çağa kadar etrafına muhtaçtır. 15 yaşında ancak kendine fay*dalı ve zararlı olanın önemli kısmını öğrenebilir; bunun dışında öğrenmesi ölünceye kadar devam eder. Demek ki, hayvan öğrenmek ve öğrenme ile mükemmelleşmek için değil, vazifesini, Yaratıcısına olan kulluk görevini doğrudan doğruya yerine getirmek için dünyaya gelir. Oysa insan, öğrenmek, ilim ile imanı birleştirerek terbiye görmek ve mükemmelleşmek ve bu çerçevede varlık görevini ifa etmek mevkiindedir. Şu halde ilim, insan hayatının ve varlığının en önemli iki boyutundan biridir. (Sızıntı, Temmuz 1979)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İlim için çok önemli şartlar
Fethullah Gülen’e göre, ilmin gerçek fonksiyonunu görmesi ve gerçekten ilim olabilmesi, bir başka ifadeyle, malûmatın insanlara faydalı olarak ilme dönüşebilmesi, her şeyde önce, “ilmî düşüncenin ruhu ve esası sayılan insan şahsiyet ve karakterinin hakikat aşkına dayanmasıyla” mümkündür. “Bu da, yapılan işlerde herhangi bir hırs, çıkar düşüncesi ve dünyevîlik bulunmamasına bağlıdır. Herhangi bir çıkar düşüncesi, menfaat mülâhazası gözetmeden varlık ve eşyayı temaşa edip tanıma, tanıyıp değerlendirme, hakikat aşkının bir diğer adıdır ki; ona sahip olanın ulaşamayacağı şâhika yoktur. Bunun aksine, çıkar mülâhazaları içinde hakikat aşkı gelişemeyeceği gibi, ilmî düşünce de gerçekleştirilemez; gerçekleştirilemez zira böyle saplantılar anaforu içinde verilen mücadele hakka karşı bir savaştır ve tabiî bu savaşın mağduru da ilimdir, insanlıktır.” (Sızıntı, Nisan 1996)
İkinci olarak, bağnazlık, fanatizm, bilhassa ideolojik şartlanmışlık, ilmin ve onun için bir başka önemli şart olan ilim zihniyetinin önündeki en büyük engellerden bir diğeridir. İhtirasların, egoizmanın baskısı altında oluşturulan organizasyonlarla ne sağlam bir düşünce, ne ilim sistematiği, ne de netice vadeden bir aksiyon meydana getirilebilir. Getirilmesi bir yana, bu baskıcı güçler, insanı temel düşüncelerine zıt noktalara da sürükler. Bunun gibi, insanların beynine vura vura, onlara kendi düşüncelerini kabûl ettirmeye çalışan ve fikirleri baskı altına almak isteyen bir toplumda hakikat aşkından, ilim aşkı, ahlâkı ve zihniyetinden bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir toplumda ruh ezilir, düşünce çelimsizleşir ve insanî değerlere saygı sıfırlanır.
Üçüncü olarak, varlık, sürekli bir hareket ve bu hareketle birlikte – tabiî ki Darwinci anlayış içinde değil – sürekli tekâmül halindedir. Bu âlemde durmak*sızın cansızlar hayata koşar; hayat, şuur ve idrake yürür; karanlık-ışık tenavübü (nöbetleşe gelmesi) bir devr-i daim içinde döner durur ve her şey, birbiri üzerinde basamaklaşarak gider bir marifet ufku teşkil eder. Evet, büyük-küçük bütün ırmak ve çayların akıp denizlere ulaşması gibi, eşya ve hadiseler de, bir çağlayan misali hiç durmadan sonsuza akar ve ummana ulaşmak için hep başını taştan taşa vurarak koşar; koşar ve her şey, hepimizin gaye-i hayali sayılan biricik hedefe, sonsuza ermeye çalışır. İnsanın da, iktidar ve direncini sonuna kadar zorlayacak bir gayret ve hamleyle, fakat diğer varlıklardan ayrı olarak, şuur ve irade destekli böyle bir çağlayana kendisini salıp, geleceğe akması gerekir. Bu, bilgide, düşüncede, tefekkürde sürekli yenilenme ve inkılâpçı bir ruh kazanma demektir. Ancak böyle bir ruhla gerçek manâda ilim yapılabilir ve o ilim, kendinden beklenen fonksiyonu yerine getirebilir. Aksi ise, bağnazlığın, fanatizmin, düşüncede saplantının ve hayatta geriliğin kaynağıdır. (Sızıntı, Mayıs 1996)
İlimden beklenen gaye, ilmin önemi
Gülen, ilmin önemi ve ondan beklenen gaye ile ilgili olarak, vecize karakterli şu sözleri söyler:
· İnsanoğlu için gerçek hayat, ilim ve irfanla kabil olacağından, öğrenip öğretmeyi ihmal edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. Zira, insanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarına bildir*mekten ibarettir.
· Bir ferdin tedbir ve isabetli kararları, onun akıl ve mantıkla münasebeti nisbetindedir. Akıl ve mantık ise, ilim ve marifetle aydınlığa kavuşur ve kemale erer. Onun içindir ki, ilim ve marifetin olmadığı bir yerde akıl âtıl, mantık aldatıcı, kararlar da isabetsizdir.
· Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını aydınlatmakla belli olur ve ortaya çıkar. Bilmediği halde öğrenmeyi düşünmeyen; öğren*dikleriyle kendini yenileyip başkalarına da örnek olmayan, suretâ insan görünse bile, düşündürücüdür!
· İlim ve marifetle elde edilen mansıp ve paye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve daha uzun ömürlüdür. Zira ilim, sahibini, dünyada fenalıklardan uzak ve faziletli; öbür âlemde de, irfanıyla aydın*lattığı makamların temaşasıyla mest ve mutlu kılar.
· İlim öğrenmekten maksat, bilginin insanoğluna mürşit ve rehber olması ve öğrenilen şeylerle, insanî kemalâta giden yolların aydınlığa kavuşturulmasıdır. Binaenaleyh, ruha mal edilmemiş bir ilim, sahibinin sırtında bir yük; insanı ulvî hedeflere tevcih etmeyen (yöneltmeyen) marifet de, bir aldanmışlıktır.
· Hedef ve maksadı belirlenmiş bir ilim, sahibi için, “ilelebet” devam edecek bir bereket vesilesi ve tükenmez bir hazinedir. Bu hazineye malik olanlar, yaşadıkları sürece ve ondan sonra, bir tatlı su kaynağı gibi daima ziyaret edilir ve hayra vesile olurlar. Gönüllere şüphe ve tereddüt atan ve ruhları karartan hedefi belirlenmemiş boş faraziyeler ise, ümitsiz ve bulanık ruhların, etrafında uçuşup durduğu bir çer-çöp yığını ve azap vesilesidir.
· Her şahsın kadir ve kıymeti, tahsil ettiği ilmin muhteva ve zenginliğine göredir. İlmi, sırf bir “dedikodu” unsuru olarak kullananın kıymet ve değeri o kadar; onu, eşya ve hadiseleri tanımada bir “menşûr” (prizma) olarak kullanıp, mekânın en karanlık köşelerine kadar aydınlık saçan ve irfanıyla kanatlanıp “tabiat” ötesi hakikatlarla kucaklaşanınki de o kadar... (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 22–4)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İlmin sahası ve çalışma metodu
Fethullah Gülen, ilmin, özellikle tecrübî (ampirik) ilimler denilen sahasıyla ilgili olarak, o sahaya saygı içinde, tam anlamıyla realisttir. Aşağıda geleceği üzere o, ilmi sadece bu sahaya has ve sadece bu sahada elde edilenleri ilim kabûl etmemekle birlikte, bu sahanın kendine özgü niteliğinin şüphesiz farkındadır ve bunun takdiri içindedir. Aslında, bu sahayı gerçek manâda takdir, yani onu sınırlarıyla, gerçekten ne olduğuyla bilmek, farklı farklı ilim anlayışlarına (epistemoloji) ve her şeyi bu sahaya bağlayan, bu sahanın dışında ilim kabûl etmeyen “bilimselliğe” düşmemenin de önemli bir çaresidir.
Gülen’e göre tecrübî ilim, duyu organlarımızla kavranan nesnelerle meşgul olur ve bunun dışında kalan gerçekleri de, tecrübelere dayanılarak elde edilen neticelerin ışığı altında izah etmeye çalışır. Duyularla tesbit edilememiş, doğruluğu ispatlanamamış bilgilere ise – ilmî metodolojiyle gerçek oldukları belirleneceği âna kadar – bünyesinde yer vermez. Meselâ: Gözle gördüğümüz şeylerin nitelikleri bir tarafa, onların sabit birer hakikat olduğunda kimse tereddüt etmez. Bunun gibi, kulaklarımızla duyduğumuz, dokunarak hisset*tiğimiz ve diğer duyu organlarımızın sahasına giren eşya için de, aynı şeyleri düşünebiliriz. Duyu organlarımızla varlığını sezemediğimiz manyetik ve elektronik alanların mevcudiyetini ise, pusula ve benzeri âletlerle tesbite çalışırız. İlim, bugün, sahip bulunduğu âlet ve vasıtalarla ancak bu kadarını tesbit edebilmekte, elektrik, manyetik ve kütle-çekim sahalarının dışına çıkamamaktadır.
Gülen, tecrübî ilimler sahasında çalışan bir ilim adamının usûlüne göre araştırma yapmasını, ilmin haysiyetine saygılı olmanın ifadesi olarak görür. Ona göre, ilim yapıyorum diyerek, ispatlanamamış teorilerle ilim yuvalarını meşgul etme, bu teorileri, ispatlanmış gibi ilim diye sunma, hattâ onlar üzerine inanç bina etme, hem yığınları aldatma, hem de ilmin haysiyetiyle oynama demektir.
Gülen, “en basit şekliyle ilmî bir araştırmadaki usûlü de tarif eder: Evvelâ, mevzu belirlenerek, öğrenilmek istenen şey açık-seçik ortaya konur; sonra o mevzuda, daha önce yapılmış araştırmaların neticeleri gözden geçirilir; daha sonra, toplanıp değerlendirilen bu bilgilerden elde edilen sonuçlar tesbit edilir; bu tecrübelerle ortaya konan neticelerin doğru olup olmadığını tam tayin etmek için bir düzine yeni denemelere girişilir; eldeki teorinin bu denemelerle doğrulanmadığı görülürse, yeniden başa dönülerek, daha başka araştırmalar yapılır, bilgiler toplanır ve eski-yeni bilgiler bir araya getirilerek, bu bilgilerin ışığı altında teoriye yeni şekil verilir. Böylece, tecrübelerle gerçek olduğu ortaya konan şeyler kaydedilir; sonra da sabit bir prensip haline getirilmek istenen bu gerçeğin, genelleştirilip genelleştirilemeyeceği araştırılır; genelleştirilebile*cekse, onunla benzeri hadiseler arasındaki münasebetler değerlendirilerek bütünlük teminine gidilir. Modern metodolojinin de benimsediği bu araştırma usûlü, ilmî tesbitler için “objektif” bir usûldür. Bu sebeple, böyle bir usûlle araştırmaya gidilmeden bir şeyin doğru ve sabit olduğunu iddia etmek ve ona ters gelen şeyleri de ret ve inkâr, katiyen ilmî bir tutum değildir. (Sızıntı, Temmuz 1984)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İlmin kaynakları veya sebepleri
Tecrübî (ampirik) ilimlerin sahasının sınırlılığını kabûl eden Fethullah Gülen, ilmin ve onun sahasının bunlardan ibaret olmadığını da ifade ile, ilmin kaynaklarını şüphesiz sadece duyu organlarında ve deneylerde görmez. O, meseleyi İslâmî perspektiften ele alır ve dolayısıyla, “ilmin sebepleri veya kaynakları üçtür” der. Birincisi, eskiden “havâss-ı selîme” denilen, sağlıklı, yani fonksiyonlarını eksiksiz yerine getiren duyu organlarıdır. Bunları ilmin tek kaynağı sayma, en basitinden, güneş şuaları altında suya sokulan bir çubuğun eğik ya da kırık görülmesine hakikat olarak bakma, gittikçe daralmış görünen bir yolu gerçekten dar ve uzaktan, uzaklıkları nisbetinde küçük görünen cisimleri de gerçekten göründükleri ölçüde küçük görme gibi safsatalara kaynaklık edecektir.
İlmin sebeplerinden bir diğeri, selim akıldır. Kaba rasyonalizm, aklı ilmin ve gerçeğin tek kaynağı saymasına mukabil, insanlar sayısınca farklı akıl bulunduğu, bir meseleyle ilgili olarak bazen insanlar sayısınca farklı ‘gerçekler’ ortaya sürülebildiği, aklın, his, heves, nefsanî tercihler, ideoloji, inanç gibi pek çok tesirlerin altında kalabildiği; ayrıca, aklın gelişmeye de gerilemeye de açık bulunduğu inkâr edilemez vakıalardır. Şu halde, kıymeti ne olursa olsun, aklı ilmin tek sebebi saymak, bir başka aldanmışlıktır. İslâm âlimleri, aklı ilmin sebepleri veya kaynaklarından biri sayarken, ya “akıl, o akıl ola” veya “selim akıl,” yani, zikrettiğimiz faktörlerin tesirinde olmayan akıl kaydını koymuşlardır ki, şüphesiz Gülen de aynı düşüncededir. O, selim aklı, “herhangi bir şeye karşı şartlandırılmamış, eşyayı saf ve yalın haliyle algılayıp değerlendirebilen akıl” olarak tarif eder.
Fethullah Gülen, felsefî manâda rasyonalist değilse de, akla çok önem verir. Akıl, onun tasviriyle, “maddeden mücerret, ama maddeye bitişik bir cevher, metafiziğin fizik içindeki ışıktan uzantısı, ruhun en önemli fakülte*lerinden biri, hakla bâtılı birbirinden ayırma adına insan mahiyetinin en keskin nuru, eskilerin ifadesiyle, “ben” sözcüğüyle işaret edilen “nefs-i nâtıka”, tasavvufçuların yaklaşımıyla da, “ruh-u a’zam”, “arş-ı Muhammed” türünden Hazreti Cibril’e verilen isimlerden bir isim ve bazı sofiyenin “akl-ı cüz’i”, “akl-ı mecaz” ve uhreviliklere taallûk eden yanları ya da metafizik derinlikleri ile “akl-ı mead” dedikleri insani bir özdür.”
Gülen, akla, “insanın bir manâda, düşünmesi, idrak etmesi, anlaması ve onu fenalıklardan alıkoyup iyiliklere yönlendirmesi açısından ruhun karakol gücü” olarak da bakar. İslâm’da kelâm ilmi, dinin usûlüne ait meseleleri büyük ölçüde ona bağlamış olup, o ayrıca, “mükellefiyetin esası, tefekkürün temel unsuru, muhakemenin ilk cevheri, insanı hayvandan ayıran, ayırıp gerçek insan olma kapısına getiren, Yaratıcı’nın insanoğluna en müstesna bir armağanı”dır.
Fethullah Gülen, aklı bir cevher olarak ele almakla birlikte, onun akıl değerlendirmesi, Kur’anî noktada daha çok “makuliyet” açısındandır. Yani, Gülen’in Kur’an’a dayalı düşüncesinde akıl, bizatihî sâbit bir fakülte olmaktan çok bir faaliyettir; dolayısıyla o, faal akıldan söz eder. Bu çerçevede, meselâ Allah’a şirk koşmak makûl değildir; fakat bütün şubeleriyle tevhid makûldür. Bu manâda Kur’an ve İslâm, her meselesini akla tescil ve ispat ettirir ve onların akla aykırı tek bir meselesi yoktur. Kur’an’ın mesajlarında, İslâm’ın hüküm*lerinde aklî, kalbî, ruhî, hissî herhangi bir boşluğa yer bırakılmamıştır. Tam tersine İslâm, salim düşüncenin, kurallı muhakemenin, disiplinli mantığın sesi-soluğu olagelmiş ve karşı tarafın ne kadar gayr-i makul türden mugalâtası, demagojisi, diyalektiği varsa hepsini susturmuş, bunlarla mücadelelerini zaferle noktalamıştır ki, buna, aynı zamanda hem Hak elçilerinin, hem de akl-ı selimin zaferleri olarak da bakılabilir.
Kur’an, çağrısını yer yer aklın diliyle yaptığı, yani gerçekliğine aklı delil ve şahit tuttuğu gibi, mantığın lisanıyla ufuklarını açar, muhakemenin gücüyle makulü salıklar ve zaman zaman da tarihî tekerrürler devr-i daiminden sahifeler açarak, serdettiği misallerle, şirk mantıksızlığının yanında, ilhad düşüncesini de sarsar ve değişik dönemlere akletme mesajları sunar. Meselâ, Tevhid düşün*cesinin en güçlü seslerinden biri olan Hz. İbrahim, Kur’an-ı Kerim’de sık sık başvurulan bir örnektir. O, putperest çağdaşlarının putlarını kırar, şirk düşün*celerini temelinden sarsar ve getirdiği aklî, aynı zamanda duyulara da hitap eden ve tecrübî delillerle onları, ağızlarını açamayacakları ve yollarının yanlışlığını vicdanlarında itiraf edecekleri ölçüde susturur. (Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1999)
Her şeye rağmen akıl, kendi başına doğrunun kaynağı olmadığı gibi, insanı mutlak doğruya da götürmez. Onun, selim akıl olabilmesi, her türlü şart*lanmışlıktan ve menfaat düşüncesinden uzak olmasına bağlı bulunduğu kadar, faaliyeti adına kendine sağlıklı bir yol çizilmiş olması da gerekir. Yani, faaliyetinde akıl, bir ilk yol göstericiye muhtaçtır. Bu yol gösterici, gerekli fonksiyonunu görme adına onun eline şaşmaz ölçüler verecek ve yürüdüğü yollarda önüne ışık tutacaktır. İşte bu yol gösterici, İslâmî terminolojide “mütevatir haber”dir ki, bu da, ilmin üçüncü ve en önemli, en şaşmaz kaynağıdır.
Mütevatir haber, iki kategori içinde mütalâa edilebilir. Birincisi, yalan üzerinde ittifakı mümkün olmayan insanların verdiği haberdir. Meselâ, Amerika’ya gitmesek de, onun varlığından şüphe etmiyoruz; çünkü, orayla ilgili haberleri tam güvenilir kaynaklardan alıyoruz. İkinci tür mütevatir haber, vahiydir; yani, bir manâda Kur’ân’dır.
Gülen’e göre insanlar, bazen akıllarının altında, bazen pozitivizm karşısında ezilebilirler. Fakat meseleleri bir de vahy-i semavînin tayfları altında değerlendirdiklerinde, daha sağlam ve yanılmaz bir bilgiye ulaşacaklardır. İlim dünyası bu şekilde örgülenip işlendiğinde, ilimden beklenen şey ancak o zaman hasıl olacaktır. Gerçek bilgiye ulaşmak için, bu üç kaynak, yani sıhhatli duyu organları, selim akıl ve vahiy, yerine ve konuya göre bazen biri, bazen ikisi, bazen üçü birden kriter olarak kabul edilmelidir.
Vahyin ilmin kaynaklarından kabul edilmemesi, her şeyden önce ilmin sahasını sadece hissî tecrübe ve deneyle sınırlı hale getirir. Oysa, bu sınırların dışında öylesine geniş bir varlık alanı vardır ki, bu alanın ilmin dışında tutulması, ilmi, bir bakıma ya cehaletini itiraf etme, ya da agnostik olmakla karşı karşıya bırakacaktır. İlim, bu alanı inkâr edemez; çünkü inkâr da bir hüküm olduğundan, bu takdirde ilim, inkâr ettiği alanın yokluğunu ispat etmek mecburiyetiyle karşı karşıya kalacaktır. Dolayısıyla, ateizm gibi, melek, cin, şeytan türünden, mahiyet ve mevcudiyetleri fizik ötesi veya hem fizik, hem fizik ötesiyle alâkalı varlıkları yok kabûl etmek, hiçbir zaman ilmîlik veya bilimsellik değil, sadece dogmatizmdir. Buna karşılık, Allah’ın ve melek, cin, şeytan gibi varlıkların mevcudiyetini kabûl etmek ise, maddeci ilmin iddiasının tam tersine, kör bir inanç, yani dogmatizm değil, tamamen ilmî bir tavırdır. Çünkü, bu varlıkların mevcudiyetlerinin kabulü için, her bakımdan ilmî ve sağlam kriterler vardır. Bunların başında ise, bu sahanın uzmanları, vahiy ve ilhamla birlikte, vahye muhatap olduklarını söyleyen ve hayatlarında yalana rastlanmamış 100.000’den fazla peygamber, ayrıca, ilhama mazhar, yine yalanlarına rastlanmamış milyonlarca evliya gelir. Bunun dışında, insan vicdanı, vicdanî ve ruhî tecrübeler, bu varlıklarla görüşen, konuşan sayısız denebilecek insan da, onların varlığına bir diğer delildir. Bu insanların sayısı, fizik, tıp, astronomi gibi, herhangi bir tabiî ilim dalındaki uzmanlardan çok daha fazladır ve bu insanlar, hayatlarıyla ispatladıkları üzere, onlardan daha güvenilirdir.
İkinci olarak, vahyin ilmin kaynaklarından kabûl edilmemesi, bütün İlâhî Kitapların ve Peygamberlerin sözlerinin reddedilmesi, insanlığın en doğru sözlüleri ve her bakımdan en mükemmelleri olan, hayatlarında hiçbir maddî, dünyevî gaye gütmemiş 100.000’den fazla peygamberi – hâşâ – insanların en yalancıları ve sahtekârları olarak suçlamak ve insanlık tarihinde ilk günden beri, onlara inanan ve peşlerinden giden, içlerince yüzbinlerce ilim adamı, milyonlarca evliya, daha başka milyonlarca kâmil zat bulunan milyarlarca insanı, yalana, sahteye ve yalancılara tâbi olmakla itham etmek sonucunu da doğuracaktır. Kaldı ki, bilhassa Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde, ilmin geliş*mesine paralel olarak doğrulukları ortaya çıkan o kadar çok ilmî gerçek, gelecekle ilgili, zamanı gelince doğrulanan o kadar çok haber vardır ki, bunları inkâra hiç kimse cesaret edemez. Meselâ, Kur’an-ı Kerim, İran Sasanî hükümdarlığının Bizans’ı mağlûp ettiği bir dönemde, 9 yıl içinde Bizans’ın İran’ı yeneceğini açıkça belirtmiş; aynı şekilde, 2 yıl öncesinden Mekke’nin fethini haber vermiş ve bunlar, olduğu gibi çıkmıştır. Bunların dışında, Kur’an’da ve hadislerde, bu şekilde pek çoğu çıkmış bulunan, bazısı da zamanı gelince çıkacak olan gelecekle ilgili o kadar çok haber vardır ki, İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethedileceği bunlardan sadece biridir. Kur’ân-ı Kerim’de parmak basılan ilmî gerçeklere misal olarak, ceninin anne rahminde geçirmiş olduğu embriyolojik safhaları verebiliriz. Bu safhaları ilim daha bu çağda görebilmiş, tabiî mesele eskiden bilinmediği için, Ömer Hayyam gibi Mûtezilî manâda rasyonalist olanlar, yani akıllarına ve bilgilerine güvenenler, bu âyetleri yorumlama cihetine giderek yanılmışlardır. Bunun gibi, daha onlarca misal vardır ki, konumuz bu olmadığından, daha fazla ayrıntıya girmiyoruz. (Prizma 2, 55–9)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İlmî düşünce ve araştırmanın garantisi: İslâm
“Kur’ân’la gelen bu din, yani İslâm, bütünüyle mükemmel ve gaye-i hayal diyebileceğimiz bir sistemin adıdır ve bu sistemin esası, imandır, muhabbettir, aşktır, Allah rızasını arama yoludur” diyen Fethullah Gülen, İslâm’ın, her zaman inkılâp ve tekâmül tabiatlı ve onun tekâmül tabiatlı olmasının da sonsuza açık olma hudutsuzluğunu hâiz bulunduğunun altını çizer. İslâm böyle olduğu, ilmî düşünce ve araştırmayı sonuna kadar teşvik ettiği halde, Gülen’e göre, bir dönemde Müslümanlarda ilim aşkını söndüren, onların kolunu-kanadını kırıp, iradelerini felç eden en büyük düşmanın, sonraki asırlarda da mağlûbiyet ve esaretlerine yol açan gerçek sebebin, İslâm’a karşı gereken vefanın gösterilememiş olduğunu vurgular. (Sızıntı, Nisan 1996)
İslâm dünyasında ilk dönemde ilim düşüncesi
Gülen’e göre ve hemen hemen bütün ilim tarihi araştırmacılarının da kabûl ettiği üzere, İslâm’ın ilk 5 asrında ilim, her sahada çok büyük atılımlar gerçek*leştirmiş, Marevaünnehir’den Bağdat’a, oradan Endülüs’e İslâm’ın hakim olduğu coğrafya, tarihinin altın çağını yaşamıştır. Bunun temelinde, “sonsuzluk esasına dayanan İslâmî düşünce ve bu düşünceden doğan acz u fakr derinlikli aşk u şevk”in yer aldığını belirten Gülen, o dönemde ilmin önemli bir kaynağı sayılan vahiy derinlikli ilim ve araştırma düşüncesinin, çağın devasâ kâmetleri tarafından kusursuz temsil edildiğini ve sonsuzluk duygusuna tutkun bu aşkın dimağların, hem de araştırmaya hiç mola vermeden hep sonsuzluk soluk*ladıklarını, bıkıp usanmadan eşya ve hadiseleri didik didik ettiklerini belirtir. Ona göre, bu ölçüde bir temsil sayesinde akıl, mantık birer aydınlık kaynağı gibi çevreye ışık yağdırıyor ve bu nurların ruhlara sinmesiyle, toplum çapında dirilişler yaşanıyordu. Cemiyetin hiçbir kesiminden tepki almayan ve bütün fertleri tarafından İlâhî bir mesaj gibi kabul edilen, hattâ bir ibadet neşvesiyle üzerinde durulan ilim düşüncesi, eğer bu ilk feveran esnasında, Asya’daki hercümerç ve Anadolu’daki haçlı tahribatına maruz kalmasaydı – Allah bilir – dünya bugünkünden çok daha aydınlık, düşünce hayatı daha engin, teknoloji daha mûnis ve ilimler daha ümit vadedici olacaktı. Zira, İslâm’ın insanımıza kazandırdığı sonsuzluk düşüncesi, insanlığa yararlı olma mefkûresi, eşya ve hadiselere belli prensipler dahilinde müdahale etme sorumluluğu, onun ortaya koyduğu ilim düşüncesine gaye ve yol çiziyordu. (a.y.)
İlmin Batı’ya geçişi ve orada aldığı şekil
Fethullah Gülen, “ilim, tek başına herhangi bir milletin malı değildir, dolayısıyla Batılıların malı da değildir” der ve ekler: “İlmin çocukluk dönemi ile insanlığın çocukluk dönemi aynı zamana rastlar ve aynı düşünce yamaçlarının, aynı gayret vadilerinin ürünüdür. Batı, bilhassa tecrübî ilimleri yeni bir değerlendirmeye tâbi tutacak olgunluğa ulaştığında, o güne kadar diğer milletlerin düşünce salıncaklarında, hususiyle de Asya kavimlerinin beşiklerinde sallana sallana belli bir kıvama gelmiş bulunan bilim, yeni Batı medeniyetinin ilk hamlesi, belki de ilk rampası sayılan Rönesans’la, yarınların ilim düşüncesine de açık, halihazırdaki şeklini aldı.”
Fethullah Gülen, Batı’nın, özellikle İslâm dünyasından ilmi transfer ederken, her ne kadar onu ilim düşüncesi ve ahlâkıyla birlikte transfer de etmiş olsa, ilmi kendine mal edebilmek için, ilmin geçiş yollarında, onu aldığı kaynaklarda bir takım gizleme ve farklılaştırmalar yaptığını belirtir. Gülen’in, ilmin Batı’da gelişmesiyle ilgili önemli bir tesbiti, her ne kadar ilim daha sonraları materyalizme basamak yapılmış da olsa, bunun daha çok filozofların yorumundan kaynaklandığı, oysa, özellikle ilk dönem ilim adamlarının dindar oldukları gerçeğidir. O, bu konuda şöyle der:
Artık Doğu’da olduğu gibi Batı’da da bir çok bilim adamı, rahatlıkla, Yüce Yaratıcı’nın kusursuz bir şekilde “planlayıp” yarattığı kâinattan bahsedebiliyordu – ki, Galile’yi bu konunun öncülerinden biri sayabiliriz. Bir çok düşünür de, kâinatın bir gün mutlaka bilinebileceği fikrini ortaya atarak, varlığın çok yüce, mükemmel ve lütufkâr bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını ve insana bahşedilen şuur ve iradenin de ondaki sırları çözmeğe matuf verildiğini vurguluyordu – ki, Descartes, bu ekolün ilk mimarlarından biri olsa gerek – (gerçi sonradan gelen bir kısım bilim adamları, onun düşüncelerinden metafizik mülâhazaları ayıklayıp, onu da kendilerine benzetmek istediler ama, onun “yanlışı doğrudan ayırma gücü” diye ortaya attığı mülâhazalar, nesilden nesile devam edip durdu). Bu arada birçok araştırmacı da, Allah’ın, yarattığı bu dünya üzerinde biricik hakim olduğunu ve istediği zaman – tabiat kanunları dahil – her şeyi değiştirebileceğini, ancak, icraatında herhangi bir değişiklik de söz konusu olmadığını dile getiriyordu – ki, bunların başında da (inanmış bir muvahhid olan) Newton’u zikredebiliriz. (“Tarih Boyunca İlim ve Din”, Bir Başka Açıdan İlim ve Din (heyet) kitabına önsöz)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İlme ve tekniğe yöneltilen tenkitler
İlmin, bir taraftan insan hayat, fonksiyon ve kemalinin çok önemli bir boyutu olmasına karşılık, modern çağlarda ona biçilen rol, bir başka ifade ile, modern ‘bilimsellik’, pek çok tenkitlere uğramıştır. Gülen, bilimselliği ele aldığı gibi, bu tenkitleri de belli açılardan değerlendirmeye tâbi tutar.
Fethullah Gülen, bilim karşısında gerek Doğu’da gerekse Batı’da bazı aydınların takındığı salt idealist tavra karşıdır. Bu tavrı eleştirirken o, önce ilmin insan hayatına kazandırdıkları üzerinde durur ve özellikle Müslüman toplumlarda son gerileme asırlarında görülen köy ve şehir hayatını nazara verir: “Şimdiye kadar köyün, kentin, kendine göre bir hayatı vardı. Maneviyatsızlıkla, buhranlarla ölgünleşmiş, halâvetini kaybetmiş, düzensiz, plansız bir hayat... Salgın hastalıklar, açlıklar sık sık onu örselediği gibi, ahlâkına musallat olan şeyler de onu ırgalıyor, sefaletten sefalete atıyordu. O ise, olup biten her şeyi hareketsiz ve infialsiz seyrediyor ve hayatı bundan ibaret sayıyordu.” Ardından, “oysa ki, bugün artık gerçekle alâkası olmayan bir kısım köhne fikirlerle yaşamanın imkânsızlığı meydandadır... ‘Eski hâl muhal, ya yeni hâl, ya izmihlâl!’ diyerek, geçmişe, ilim öncesi çağlara dönmenin mümkün olmadığını belirten Gülen, “yaşayacağımız dünyayı ya ilmin gereği olarak önceden planlayacağız, yahut yaşadığımız dünya ile beraber gayyaya yuvarlanacağız” der.
Fethullah Gülen, dünyayı ilme göre idare etmenin, insanın makinalaşması ve bir karınca topluluğu haline gelmesi gibi felâketler getireceği iddialarını çok gerçekçi bulmaz. Ona göre, “bütünüyle ilimsiz bir geçmiş olmadığı gibi, ilimsiz bir gelecek de tasavvur edilemez. Her şey, netice itibariyle ilme bağlıdır. Ve o olmadan, dünyanın insana vereceği hiçbir şey yoktur.” Gülen, bununla birlikte, pek çok şehirlerde insanın makineleştiğini, insancıl duyguların yok edildiğini, düşünce ile beraber sıhhatin, sıhhatle beraber insanî faziletlerin silinip gittiğini kabul eder. Fakat, Gülen’e göre, böyle bir neticenin sorumlusu ilim ve teknik değil, ‘gerçek’ ilim adamının, içtimâî sorumluluk şuuruna varmış ilim adamlarının sorumluluk yüklenmekten kaçınması ve kendilerinden bekleneni yerine getirmemeleridir.
“İlim, eşya ve hadiselerin bize anlattığı tekvinî emirlerin önümüze açıp döktüğü şeylerin hissedilmesi, kavranması ve Yaradan’ın yüce maksatlarının sezilmesi demektir. Eşyaya hükmetme mevkiinde yaratılan insan görecek, okuyacak, sezecek ve öğrenecektir. Öğrendikten sonra da, hadiselere sözünü geçirme ve onları teshir etme yolunu araştıracaktır” diyen Gülen, tehlikeyi ilmîlikte ve ilme göre bir dünya kurma niyet ve teşebbüsünde değil, cehalette, şuursuzlukta, sorumluluk yüklenmekten kaçınmakta, bencillikte, menfaatperestlikle ve ideolojik saplantılarda görür. Ona göre, insanlık, meleğin elindeki silahtan zarar görmemiştir. O, zararı canavar ruhlardan, hakkı kuvvette görenlerden, doyma bilmeyen hırslardan görmüştür. Dolayısıyla, kafa-kalp izdivacına yükselmiş hakikat erleri, bir manâda melekleşmiş ilim ve manâ adamları, eşya ve hadiselerin içine girecekleri âna kadar, ilim de, ilmin meyveleri de, ne yazık ki insanlık için zararlı olmaya devam edecektir. (Sızıntı, Ağustos 1980)
Meseleyi teorik düzlemde bu şekilde vazeden Gülen, modern, özellikle materyalist ilmî anlayışa veya bilimselliğe ise ciddi tenkitler yöneltir. Ona göre, her şeyden önce ilmin ulaştığı her neticeyi hemen nihaî gerçek gibi görüp, onu değişmez hakikatlar için ölçü yapmak hatadır ve tehlikelidir. Çünkü, her şeyden önce, ilmin bütün gerçeği keşfedip kuşattığını ve gidip nihaî hedefine ulaştığını iddia etmek, hem büyük bir yanlışlık, hem de bizzat ilmin ortaya koyduğu şeyleri görmezlikten gelmenin ifadesidir. İlim tarihi gibi, onun ulaştığı noktalar da, bunun tam aksini ortaya koymaktadır. Daha dün, herkesçe değişmezliği kabûl edilen Galile’nin mekân telâkkisi, Newton’un câzibe-i umumiyesi (genel çekim), yerlerini “rölativizm”e (izafîlik) terk ederek, bugün tarihî birer faraziye (teori) haline gelmişlerdir. Maddenin tarifi sürekli revizyona uğradığı gibi, onun her şeyin esası olduğu görüşü de, neredeyse çoktan terkedilmiştir. Günümüzde, madde kadar, madde ötesi ve anti-madde de araştırma konusudur. İlim ve teknolojinin, çok yakın bir gelecekte, topyekün kanaat, düşünce ve ilim anlayışına tesir edebilecek yeni keşifler ortaya koyacağı da gözden ırak tutulmamalıdır. Öyle anlaşılıyor ki, yakın bir gelecekte, madde kadar anti-madde, atom kadar anti-atom, ilim mahfillerinin müşterek araştırma mevzuu olacak ve fiziğin ele alındığı her yerde, mutlaka metafizikten de bahsedilecektir. (Sızıntı, Temmuz 1984)
İlmin her dönemde vardığı neticeleri nihaî hakikatmış gibi telâkki etmenin yanlışlığını bu şekilde ifade eden Gülen, bir adım daha ileri giderek, “aslında bugün, ilmin ortaya koyduğu keşif ve buluşlara bakıldığında, bildiklerimizin, bilmediklerimizin yanında hiç denecek kadar az olduğu görülecektir” der. Gülen, buna rağmen, aksi bir iddia ile, her teoriyi, hattâ neticeyi hemen nihaî hakikat olarak değerlendirmeyi hem realitelere aykırı bulur; hem de mevcutla yetinme gibi bir himmet zaafı ve bir irticaî hareket olarak telâkki eder. O, bu konuda şu çok önemli tesbitleri yapar:
Her devirde, ilmin ulaştığı noktaları, varılabilecek en son netice ve nihaî hakikat telâkki edenler, böyle düşünmekle ilmî araştırmaların yolunu tıkamış ve kültür hayatının simasını karartmışlardır. Onun için, gerçek ilim zihniyeti, öğrenilen her şeyi, yeni baştan kritiğe tâbi tutmayı, eski bilgileri, yeni keşiflerin ışığı altında tekrar değerlendirmeyi, bu şekilde, hem yanlışları düzeltip, hem de ilmin önündeki mevcut tıkanıklıkların açılmasını gerektirir. (a.y.)
Gülen, ilim ve teknolojinin her şeyin esası sayılmasını ve onun dışında hiçbir esas, hiçbir gerçek kabul etmeme tavrını, ilim ve teknolojinin bütün insanî problemleri çözeceğine inanmayı, ilmin putlaştırılması, teknolojinin tabu haline getirilmesi olarak görür ve şiddetle tenkit eder. O, bütün değerlerin bu şekilde ilme bağlanmasını, hem insanlık adına, hem de ilimler adına fevkalâde tehlikeli ve zararlı bulur.
Bu tenkidi yaparken, “ilmin, salim düşünce-tecrübe-vicdan üçlüsüyle ele alındığı zaman yararlı olduğunda, cemiyetin hayat seviyesini yükselterek ona, bugünü ve yarını itibariyle huzur, mutluluk vadettiğinde şüphe yoktur” diyerek, ilmin yerini ve değerini bir defa daha ifade etme gereği duyan Gülen, ilmi tek başına her şey saymaya karşı çıkar ve insan sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri haline getirildiği, kalbî hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilmin yararından bahsedilemeyeceğini belirtir. Burada o, bizatihî ilmin kendisine değil, ilme biçilen role karşı çıkarak, bencillik, ihtiras, menfaat ve kazanç düşüncesinin yön verdiği ilmî çalışmaların getirdiği ve getireceği felâketlere dikkat çeker. Ona göre, ilme böyle bir yöneliş, insan hayatında vahşetlerin buutlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp gitmesine, aldatma ve istismarların dev birer afet halini almasına yardımcı olacak ve söz, hakkın yerine kuvvetin elinde olacaktır. Gülen, insanın sadece maddî yanı, biyolojik ihtiyaçları ve dünya hayatıyla değil, ondan daha fazla olarak manevî yanı, ruhî ihtiyaçları ve kalp hayatıyla bir arada düşünülmesi gerektiği ve dolayısıyla ilmî çalışmaların bu yörüngede yürümesi gerektiği üzerinde ısrarla durur. (Sızıntı, Ocak 1981; Ocak 1987)
Rönesans’tan bu yana, devamlı olarak, ilmî çalışmalar ve neticede üretilen teknoloji ile bütün problemlerinin çözüleceği ve hep mutluluğu yakalayacağı rüyaları gören insanın sürekli aldandığına dikkat çeken Fethullah Gülen, feza araştırmaları ve teknolojisiyle aynı hülyalara yatmanın, yine aldanıştan başka bir şey getirmeyeceğini vurgular. Gülen, şöyle devam eder:
Ama, insanımızın, bir kere daha tecrübeye, bir kere daha aldanmaya taham*mülü kalmamıştır. Okyanuslara açılma, kıtalar keşfetme onu mutlu etmedi; aksine ona sefaletler getirdi. Öyle de onun, geleceğin rengârenk dünyaların*dan da elde edeceği fazla bir şey olmayacağı kanaatindeyiz. Keşke, ona vade*deceğimiz yeni dünyalara bedel, ruhunu mahbesten (zindan) kurtarıp, onu, vicdanî varlığına erdirip ve eşya ile arasında yabancılığı gidererek, kâi*natla bütünleşmesini temin edebilseydik. Heyhat, biz bunu yapmadık!
Şimdi, insanımıza yeni bir bakış kazandırma ve kendi kendini yenilemesine delâlet etme gibi, dev bir mesele ile karşı karşıya bulunuyoruz. Ona, gerçek hakkındaki tercihleri nasıl yaptıracağız? İç âlemiyle dış dünyası arasındaki kopukluğu nasıl gidereceğiz? Geçmişi hazır zamanla, hazır zamanı gelecekle uzlaştırıp beklenen terkibi yapabilecek miyiz...? Bunlar, mutlaka yapılmalıdır. Çünkü bunların yapılmasında, insanımızın kendine ermesi ve geleceğin ümit ve itminanı vardır. Ve bu terkiple âfâk enfüsün emrine girecek, kâinat ruhun kitabı olacak, geçmiş geleceğin meşcereliği haline gelecek ve insan gönlü, bu pozitif ve negatif kanatlarla yükseklere çıkacak ve orada gerçek mutluluk ve ümidin saraylarını kuracaktır. (Sızıntı, Ocak 1981)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İlim ve din münasebeti
Fethullah Gülen, gerek onun İslâm anlayışını, gerekse aksiyonunu, özellikle eğitimciliğini ele alırken vurguladığımız üzere, dine, ilme, insana, eşya ve hadiselere küllî bakması sebebiyle, insanı yalnız bedenden, yalnız ruhtan ve yalnız dimağdan ibaret bir varlık olarak görmediği için, nasıl sürekli kafa-kalp izdivacı üzerinde, nasıl komple insan yetiştirilmesi gerektiği üzerinde ve bu maksatla nasıl medrese-tekye-mektep üçlüsü üzerinde duruyorsa, aynı şekilde, din-ilim beraberliği üzerinde de aynı hassasiyetle durur. Oysa, bizzat onun değerlendirmeleriyle, “son bir-iki asırdan beri pozitivist ve materyalist teoriler bilim ve düşünce hayatını tamamen baskı altına aldıklarından, kâinat ve hadiselerin yorumu tek bir tipe irca ile her şey belli bir anlayışa göre tefsir edilir oldu; hakikate ulaştıran yollar daraltıldı ve her şey, madde ve tabiatla irtibatlandırılarak, metafizik mülâhazalar bütün bütün devre dışı bırakıldı.” Bu asırlarda, ilim dinden koparıldı; ilmin vizesini almış her şeye hakikat gözüyle bakılırken, din, sadece taklide dayalı dogmalar mecmuasına, inanılsa da inanılmasa da olur, ama bazı kişilerin huzuru ve bir takım ahlâkî telâkkiler adına inanılması belki tercih edilir bir vicdan meselesine indirgendi. Bunun neticesinde, özellikle Batı’yı anlamsız, izansız, idrak ve basiretten yoksun kör bir taklidin içine düşen Türkiye gibi bazı Müslüman ülkelerde “hakikat aşkının yerini fantastik mülâhazalar, araştırma ahlâkının yerini de şablonculuk aldı ve topyekün bir düşünce hayatı modern dogmatizmin işgaline uğradı. Neticede gerçek ilim düşüncesi felç oldu; insanın aklı, fikri, ruhuyla çelişir hale getirildi ve insan ruhu, bu üst üste dayatmalar karşısında kendi enfüsî gerçeklerine karşı âdeta yabancılaştırıldı. Elbette ki böyle sis ve duman bir dünyada, ilimlerin hakikatı aksettirmesi imkânsız, felsefenin ilim ve düşünceye katkısı şüpheli, ilâhiyâtın kendini ifade etmesi muhal ve hemen her sahada bir kargaşanın yaşanması da kaçınılmazdı. Ve yine, böyle bir dünyada, Şark’ta olduğu kadar Garp’ta da, pozitif bilimler, onca olumlu görülen neticelerine rağmen, temelde dine, diyanete, metafiziğe hep tezyifkâr baktığından, ilâhiyat camiası ve onlara bağlı inançlı kesimde sürekli rahatsızlığa sebebiyet verecekti ve verdi; derken varlığın zarfı ve mazrufu, yani manâsı, özü ve hariçte tecelli eden yanı arasında meydana getirilen bir kısım sunî uçurumlar, taraflar arasındaki karşılıklı aşırılıklarla daha da derinleştirilerek, yine karşılıklı inkârlarla din-ilim sürtüşmesi gibi, dünyanın en büyük çelişkisine asırlarca yaşayabilme ortamı hazırlandı. Bu talihsiz süreç, Batı’da böyle çelişkilerin bağrında doğup geliştiği gibi, ona bağlı ikinci ve üçüncü sınıf dünya ülkelerinde de, cahillik, bağnazlık ve asabiyetle doğru orantılı olarak sürüp gitti.” (“Tarih Boyunca İlim ve Din”, Bir Başka Açıdan İlim ve Din (heyet) kitabına önsöz)
Batı’da din-ilim çatışmasının altında, Hıristiyanlığın dünya ve tabiat telâkkilerinin şüphesiz rolü vardı. Tamamen maddeye yönelmiş bir toplum içinde doğan ve yayılma sürecinde kendine muhatap olarak yine bütün bütün maddeci Roma toplumunu bulan Hıristiyanlık, dine bağlılık adına ortaya koyduğu yorum ve seslendirmelerinde tabiatı Allah ile kul arasında bir engel, tecrübî düşünceyi İlâhî aşka mani, maddeyi manânın, bedeni de ruhun zindanı olarak görmeye durmuş, onun bu tavrı, Batı’nın İslâm dünyası ve düşüncesi ile tanışacağı 11’inci asra kadar devam etmiştir. Ne var ki, nasıl Hıristiyanlık başta, doğduğu dönemdeki natüralizm ve materyalizme tepki olarak tam bir ruhaniliğe gömülmüşse, Batı da, Doğu’nun ilmini tercümeler ve özellikle Müslüman İspanya’daki (Endülüs) üniversiteler vasıtasıyla aldıktan sonra, maddenin manâ, bedenin ruh, fiziğin fizik ötesi ile tam bir bileşim içinde bulunduğu İslâmî düşünceyi benimsemek yerine, ona düşmanlık içinde gidip antikiteye sığındı ve, yukarıda arz edildiği üzere, belki pek çok ilim adamı inanmış insanlar oldukları halde, özellikle Batı insanında meydana gelen zihniyet değişimi, zenginliğe açılmanın neticesinde dini ve Kilise’yi daha fazla dünya hayatına karıştırmama eğilimi gibi faktörlerin de tesiriyle, ilimler dinden ayrı bir kulvarda gelişmeye durdu.
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İlim ve dinin tarifi
Tarih boyunca ve aslî manâda ilim ve din münasebetine böyle bir giriş yapan Fethullah Gülen, konuyu biraz daha açmak için ilim ve dinin tarifine geçer. O, konunun başında arz ettiğimiz ilim tarifini, bu defa ilim-din münasebeti çerçevesinde bir başka açıdan ifade ederek, “ilim, düşünce hayatının haricî bir yanını ve dış bir buudunu teşkil eder. Onun konusu, büyük ölçüde eşya ve hadiselerin tezgâhında hasıl olan münferit bilgileri sistemleştirme, belli kurallarla zapt u rapt altına alma şeklinde hülâsa edilebilir. Konuya biraz da felsefî bir üslûpla yaklaşacak olursak ilim, bir manâda suje ile obje arasındaki iç münasebetin ifadesidir. Başka bir deyişle o, duyu organlarının algılama sahasına giren ve tecrübe edilebilen nesneleri konu edinen disiplindir” der.
Fethullah Gülen, ilmi tarifinin ardından, dinin, önce Batı’da nasıl anlaşıldığı üzerinde durur ve Batı’nın önde gelen antropolog, sosyolog ve filozoflarından bazılarının din tariflerini verdikten sonra, onlara çok kısa ve özlü eleştiriler getirir:
1. Max Müller, “Din, ruhun öyle üstün bir güç kaynağıdır ki, insanın duygularına, akıldan farklı olarak, muhtelif isim, işaret ve farklı remizlerle sonsuzu kavrama istidadını verir” der. Buna, (sadece) metafizik düşüncenin altın anahtarıdır diyebiliriz.
Taylor, “Din, ruhanî olana itikat etmektir” şeklinde konuşur. Bu da, fevkalâde dar ve İslâm’daki ‘gayb’e imana sadece küçük bir remiz gibidir.
Kant, “Din, vazifelerin İlâhî emirlere dayandırılması şuurudur” mealiyle ona yaklaşır ki, oldukça sığ bir ihlâs tarifidir.
Michel Mayer; “Din, Allah’a karşı, insanlara karşı ve nefislerimize karşı sorumluluklarımızla alâkalı öğütlerin, nasihatların bütünüdür” der ki, bu da, müeyyidatın (dindeki yaptırımların) bir parçasının din yerine konulmuş olması gibidir.
Bu tarif ve onlara getirdiği eleştirilerin ardından Gülen, bu tarifler gibi, Durkheim’den Rudolph Otto’ya kadar daha yüzlerce sosyolog, müsteşrik, dinler tarihçisi ve bilim adamının tarif, tenkit ve tefsirinin de, İslâm’ın dışında kalan semavî, gayr-ı semavî herhangi bir din adına bir şey ifade etse de, İslâm söz konusu olduğunda, hemen hepsinin eksik ve kusurlu birer açıklamadan ibaret olduğunu bilhassa vurgular. Daha sonra da, İslâm’ın açısından dinin ne olduğu üzerinde durur ve şöyle der:
İslâm açısından din, akıl sahiplerine yaratılış gayesini bildiren, (onların “ben kimim, neyim? Dünyadaki yerim nedir; buraya niçin gönderildim; hayatın ve ölümün benden istediği nedir? Bu hayat yolculuğunda rehberim kimdir?” so*rularına cevap veren, –A.Ü.) onları kendi hür iradeleriyle, Allah Rasûlü’nün irşad çerçevesi içinde, bugünleri ve yarınları itibariyle salâha, felâha ve kemalâta sevk eden; ayrıca onların maddî-manevî ihtiyaçlarını karşılayacağı sözünü veren İlâhî kanunlar bütünüdür. O, hür iradeleriyle insanları, bizzat, iyiye, güzele ve hayra sevk eden İlâhî iradenin öyle bir tezahürüdür ki, insanla varlık arasındaki münasebetleri düzenli tutma adına ondan daha güçlü, daha şümullü bir disiplin göstermek mümkün değildir. Din, bir yandan varlığın manâsını onun ruhuna uygun kavrayıp yorumlarken, diğer yandan da hayatın en ehemmiyetli meseleleri hakkındaki hükümleriyle, bütün dünyevî-uhrevî, ruhî-bedenî, tabiî ve tabiat ötesi hadiselere karşı takınılacak tavırları belirleyen fevkalâde muhtevalı İlâhî ve sırlı iç içe bir kataloglar mecmuasıdır. Bu itibarladır ki insan, din sayesinde ikinci kez varlığa erer; kendini daha bir derince duyar; varlıkla, varlığın perde arkasıyla münasebetlerini tecessüse başlar; küçük bir parça iken küllîleşir ve bir bütün olur; en zayıfken, güç yetirilmez kuvvet kaynaklarına erer ve aşkın hale gelir; derken genişler ve kâinatlara sığmayan bir istiaba ulaşır. Bu hususlar, her zaman kalbî ve ruhî hayata açık olması itibarıyla İslâmiyet ve onun müntesipleri açısından âdiyattan sayılsa da, ruhu farklı tahriflerle delinmiş din şeklindeki disiplinler için aynı mülâhazaları serdetmek oldukça zordur.
Evrensel bir din olan İslâmiyet, asırlar ve asırlar boyu hem ferdi, hem de toplumu çepeçevre kuşatmış ve bütün yönleriyle insan hayatını kâinatın ruhuyla dengeleyerek kontrol altına almıştır. Kitap ve Sünnet bu muhtevanın en büyük teminatı ve en güçlü referansı olmalarının yanında, sürekli Allah-kâinat-insan eksenli aktif mü’min düşüncesi, kapalı gibi görülen bir kısım alanlarda dahi tasavvurları aşkın bir genişliğe sahiptir ve ilmî, fikrî herhangi bir boşluğa meydan vermeyecek kadar da zengin bir kaynak sayılabilir. (a.g.e.)
Dinde aşkın unsurlar
Gülen, daha sonra, her din gibi İslâm’da da aşkın (müteal) bir takım unsurların bulunduğuna dikkat çeker. Ona göre İslâm Dini, mücerret bir kanaat, bir düşünce tarzı ve sadece bir üslûp değildir; o, bunların yanında aynı zamanda engin bir duyma, iradeli bir davranış, sistemli bir aksiyon ve sürekli bir muhasebe disiplinidir. Aslında dini, mücerret bir ‘bilim’ ve bir felsefe olarak görmek de fevkalâde yanlıştır ve tabiî onu, bilim ve felsefenin vesayetine sokarak kadrini, kıymetini onların referansına bağlamak, bilim ve felsefe aralığından onu doğru saymak, kritik etmek, sorgulamak da katiyen doğru değildir. Zaten, dine ait hakikatlar, eğer mantık prensipleri, tecrübe ve müşahedeye göre vaz ve tesbit edilecekse, o zaman dinin İlâhî ve semavî olmasının bir anlamı kalmaz. Dolayısıyla dinin, duyular, akıl ve deney gibi ilmin sebepleriyle belli ölçüde münasebeti bulunsa da, onların ürünü olmadığı muhakkaktır. Dinin kavranması ve temsilinde akıl, mantık ve muhakemenin önemi tartışılmayacak ölçüdedir ama, onun akıl, mantık ve muhakemeyi aşkın bir kısım yanları da vardır ki, dünya kadar yorum ve tefsire açık işte bu saha, dinin en ehemmiyetli derinliklerinden birini teşkil etmektedir. İlim gibi din de, hemen her konuda aklı, mantığı ve muhakemeyi kullanır; fakat istidlâldeki üslûbu semâvîdir; öncelikle Allah’a, O’na inanmaya ve dolayısıyla diğer iman esaslarını da kabule dayanır. İmanda şüphesiz araştırmanın, aklın, mantığın ve muhakemenin yeri vardır; fakat bunlar yeterli değildir. Onda akıl, mantık ve muhakeme kadar kalp, vicdan, ruh, sağlam sezgi ve ilham da önemlidir. Ayrıca, dini bizzat yaşama, bilhassa ibadetler yoluyla ulaşılacak iç tecrübe ve müşahede, özellikle, dinin temelinde yer alan ve aklın yaya kaldığı gayb dediğimiz duyular üstü gerçeklere ve varlık sahasına ulaşmada en önemli vasıtalar olup, bunlarla ulaşılan hakikatlar, ilmin sebepleri olan akıl, duyular ve deneyle ulaşılan gerçeklerden hiç de daha az objektif değildir. Bu açıdan da din, her zaman aklı, fikri, müşahedeyi, tecrübeyi takdir eder, fakat bunları aslî kaynağı ve esası saymaz.
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Eski dinlerde din-ilim münasebeti
Fethullah Gülen, eski dinlerde din-ilim münasebeti konusunda da özlü bilgiler verir. Bu bilgilere göre, en eski dinlerden sayılan Brahmanizm, Budizm ve Hinduizm’in, bilhassa Vedalar ve onların daha sonraki yorumları açısından ele alındığında, insanları ilim aşkına ve ilim düşüncesine yönlendirdiklerini söylemek zordur. Matematik gibi ilimlerde Hindistan’ın katkısının çok büyük olduğu bir gerçek ise de, bu dünyada astronomiden astrolojiye, matematikten kozmogoniye bütün ilimler, birer büyü alaşımıyla ele alınmış ve hemen her şey bir sır üslûbuyla sunulmuştur.
Eski Çin’de hakim din mevkiindeki Taoizm Hind dinlerine yakın olmasına mukabil, Konfüçyanizm bir ahlâk sistemidir. Bu tür disiplinlerin hakim olduğu yerlerde din-ilim çatışmasından söz etmek mümkün görünmemektedir.
Yunan bilim ve düşüncesinin de önemli kaynaklarından biri sayılan Sümerlerin dini ile, eski Mısırlıların inanç sistemleri, bazı açılardan birbirlerine çok benzerler ve rasyonel ilimlerde de aynı ölçüde münasebetlerinin var olduğu söylenebilir. Mezopotamya’da astronomi, kozmogoni ve tıp, dinî ilimlerle sımsıkı irtibatlı görünür. Ne var ki, burada da yine mitolojik yorumlar ağır basar. Elbette ki böyle bir zeminde, modern manâda ilmî düşünceden bahsetmek oldukça zordur; dolayısıyla da, ilim-din arasında herhangi bir çatışma olmayacağı açıktır.
Antik çağda din ve ilim münasebeti oldukça farklı bir durum arzeder. Bir kere sosyolojik olarak eski Yunan; Çin, Hint, Mezopotamya ve Mısır’dan çok farklıdır. Bahse konu milletlerde, değişik dönemlerde değişik devletler kurul*muş olmasına karşılık, eski Yunan, kelimenin tam manâsıyla hep ferdiyetçi bir çerçevede kalmıştı. Siyasî ve içtimâî açıdan bir terslik gibi görünen bu hususun bazı farklı neticeleri olacağı da muhakkaktı. Bir kere, onların bu ferdiyetçi karakterleri, hakim bir dinî sınıfın teşekkülüne fırsat vermemişti. Cahiliye dönemi Araplarında olduğu gibi, kadim Yunan’da da, inançları, kutsal düşünceleri şairler, mütefekkirler temsil ediyordu ve bunların hepsi de, hür düşünceye, ilmî araştırmaya açık insanlardı. Büyük çoğunluğu itibariyle aydını bu evsafta olan toplumlarda ilim-din mücadelesinin olmayacağı gayet tabiîdir. Antik çağda din ve ilim çatışmasına engel teşkil eden hususlardan biri de, dinin siyasî otoritenin vesayetinde bulunmasıydı. Antik dönemde, dine aykırı harekette bulunmak, devlete baş kaldırmak manâsına geliyordu ki, her dinî suç, aynı zamanda siyasî bir cürüm sayılıyordu. Hattâ dine aykırı bir düşünce, bir mütefekkir ve şairden de sâdır olsa, toplumda ciddi bunalımlara sebebiyet verebiliyordu. (a.g.e.)
2. Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta din-ilim münasebeti
3. Yahudiliğin temel kaynağı Ahd-i Atik’te, yaratılış konusu, zaman mefhumu ve bir takım tarihî gerçeklerle alâkalı olarak, mevcut ilmî araştırmalarla çelişen bir kısım bilgiler vardır. Bununla birlikte, Yahudiliğin tarihinde bir din-ilim çatışması olmuştur denemez. Bunun da en önemli sebebi, Yahudilik’te, zamanla aldığı ve algılandığı şekille dinin daha çok dünya ve dünya hayatı yörüngeli olmasıdır. Ayrıca Yahudiler, var oldukları günden beri içinde bulundukları şartlar ve uzun süren mahkûmiyetleri sebebiyle, sürekli eşyaya, tabiata ve dünyaya hakim olma yolları aramışlardır. Böyle bir millet içinde, ilim gibi bir güç kaynağına karşı herhangi bir kuvvetin çıkarılması düşünülemez.
4. Denebilir ki, insanlık tarihinde sadece Orta çağlar süresince Batı’da görülen din-ilim çatışmasının altında Hıristiyanlığı temsilen Kilise ile, dünyaya ve antikiteye uyanan Batı’nın zihniyet değişimi yatmaktadır. Yukarıda arz edildiği gibi Hıristiyanlık, zamanla dünyayı ve tabiatı belli ölçülerde de olsa mahkûm eder bir mahiyete bürünmüş, insanı ve hayatı Âhiret’te kurtulma yörüngeli ele almış, onların maddî cephesini aşağılamış, temelde teslimiyete de dayandığından, Hıristiyan dünya, ilim ve hür düşünceye karşı alâka duymamıştır. Zaten Hıristiyanlığın daha ilk zuhurundan itibaren, yakında kıyametin kopacağı ve Allah melekûtunun yere ineceği hep beklenegelmiştir. Bu ruh haletiyle birçok Hıristiyan azizi; “yeryüzünün ne olduğu hususunu tartışmak Âhiret’te bizim ne işimize yarayacak” diyerek, bu konudaki açık tavırlarını ortaya koymuşlardır. Hattâ, bazı İncil nüshalarındaki ifadeler de, bu mülâhazaları destekler mahiyettedir. Meselâ:
5. Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez; zira o, birinden nefret eder ve diğerini sever.. (ve tabiî) birini tutar, ötekini de hor görür. Siz hem Allah’a hem de mammona (para, zenginlik) kulluk edemezsiniz… Bunun için size diyorum ki, ne yiyeceğiniz ne içeceğiniz diye hayatınız için; ne giyeceğiniz diye bedeniniz için kaygı çekmeyiniz. (Matta, 6:24-25)
6. Yine Hıristiyanlığa göre ilim, güzel ve kıymet ifade eden bir şey değildir; çünkü sevgi yapıcı, ilim ise gurur vericidir.
7. Hepimizin bilgisi olduğu malûmdur; ama bilgi kibirlendirir. (1. Korintoslulara, 8:1)
8. Ve yine bazı İncil nüshalarına göre Hazreti Mesih’e, hemen her yerde muhalefet edenlerin başında âlimler gelmektedir:
9. İsa her gün mâbette tâlim etmektedir. Ancak baş kâhinler, kâtipler ve toplumun üst kesimi O’nu yok etme yollarını araştırmaktadır. (Luka, 19:47)
10. Ve bir başka yerde yine Hazreti Mesih, ulemayı hedef alarak, şöyle der:
11. Vay başınıza! Zira siz, badanalı kabirlere benzersiniz ki, dıştan güzel görünürler, fakat içten ölü kemikleri ve her türlü murdarlıkla doludurlar. (Matta, 23:27)
12. Bunlardan ayrı olarak, Hıristiyanlık inancına göre, bütün insanların günahkâr doğmasına sebep olan Hz. Âdem’in cennette yediği yasak meyve, iyi ile kötünün bilgisi idi (Tekvin, 2:17). Bunun yer aldığı Ahd-i Atik, Yahudilerin de kitabı olmakla birlikte, yukarıda arz edilen şartlar gereği Yahudilik bilgiye karşı tavır almazken, Hıristiyanlık, merkezine kurtuluşu ve insanın doğuştan günahkârlığını, bundan kurtulmak için de teslimiyeti ve dünyayı tahkiri oturtunca, bilgi, insanı günaha iten bir faktör olarak görülmüştür. (a.g.e.)
13. Orta çağlar ve sonrası Batı dünyasında din-ilim çatışması
14. Fethullah Gülen, Orta çağları, hattâ Yeni ve Yakın çağları da içine alan din-ilim çatışmasını ana hatlarıyla özetlerken, şunları kaydeder:
15. Bütün bir Orta Çağ boyu ilim ve din sürtüşmesi devam edip gitti. Bu dönemde bütün eğitim kurumları Hıristiyan dogmalarına dayanmaktaydı. Yine bu dönemde değerler nizamının yörüngesini İncil’in öğretileri teşkil etmekteydi ve bu öğretilere göre de bu dünya, öbür âleme geçişi temin eden bir köprüden başka bir şey değildi. Yine aynı öğretilere göre Allah, kendi kendine Mâlum-u Mutlak’tı. Varlık ve varlıktan elde edilen bilginin hiçbir önemi yoktu. İşte, asırlar boyu eğitim kilise ve manastırlarda verildiğinden, kilisenin öğretilerine ters kabul edilen eski-yeni bütün ilim ve felsefe kitapları da yasaklanmıştı. Fakat, nihayet Batı, özellikle Haçlı seferleri ve Endülüs vasıtasıyla İslâm’la tanışınca, ilme ve hür düşünceye uyandı. Ne var ki bu uyanış, tam bir tepki ruhu içinde büyük bir hırsla dünyaya uyanmayı da beraberinde getirdi. Yükselen burjuva, Kilise’nin hakimiyetinden kurtulmak istiyordu. İlim adamlarının pek çoğu hiçbir zamana dine karşı olmamakla birlikte, Burjuva dini veya dinî gelişmeleri Kilise’ye karşı kullandı. Neticede çetin bir din-ilim mücadelesi başladı ve bu mücadele bütün Orta çağları, hattâ Yeni Çağ’ı doldurdu.
16. Modern çağlara doğru yüründüğü bu dönemde Hıristiyanlık iyiden iyiye sarsıldı. Kilise Babaları’nın kozmolojik görüşü yerle bir edilmiş, ilim ve düşünce insanlarının ağızlarındaki fermuar çözülmüş ve her yerde yenilikten bahsedilir olmuştu. Artık Kopernik konuşuluyor, ilerleyen yıllarda, Kepler, Galileo aynı alkışları paylaşıyor ve derken Newton’la her şey daha büyülü bir renge bürünüyordu.
17. İlim ve düşünce hayatındaki bu süreç, az bir değişimle ilâhiyat cephesine de sıçrıyor ve orada art arda değişimler birbirini takip etmeye başlıyordu. Bu dönemde ortaya çıkan Reform hareketlerinin temelinde, ferdin, vasıtasız olarak Allah’la münasebeti yatıyordu. Reformculara göre, sorumluluklarını yerine getirirken veya Allah’a yaklaşmak isterken, kulun ne Kilise’ye, ne de kilise babalarının aracılığına ihtiyacı vardı; o, istediği yerde, istediği gibi içini Allah’a açabilir ve O’nunla hasbıhal edebilirdi.
18. Yenilikçiler ve onlara karşı olanlar, reformistler ve muhafazakârlar kavgayı büyüttükçe büyütüyor ve âdeta bir muharebe haline getiriyorlardı. Tabiî bu da gidip, din-ilim vuruşmasıyla sonuçlanıyordu. Herkesin bu ardı-arkası kesilmeyen kavgalardan bıktığı bir dönemde Descartes’ın herkesin elinden bir şeyler alıp, herkese bir şeyler veren dualizmi bir ölçüde ortalığı yatıştırıyordu. Ona göre, ilmin kendisine göre bir sahası vardı, o da tabiattı. Mevzuu, tabiî kuvvetlerin mahiyet ve keyfiyetlerinin tesbiti; hedefi ise, tabiî kuvvetler üzerinde tasarruftu. Bu noktaya ulaşmanın yolu da matematik ve tecrübeden geçiyordu. Din ise, insan ruhunun, dünya ve ötesi âlemlerle meşguliyeti ve bu konuda bir kısım esaslara dayanmasından ibaretti. Her iki fenomenin sahası, gayesi, münasebeti, semeresi ve metotları ayrı ayrı olduğundan, kendi kulvarlarında kaldıkları sürece, birbirleriyle kavga etmeleri de söz konusu değildi.
19. Hemen bütünüyle tenkide açık bu mülâhazalarında Descartes, temel düşüncesi itibariyle, din ile ilim arasındaki münasebeti rasyonalist bir görüşe göre tesbit etmeye çalışıyordu. Evet, ona göre “Düşünüyorum, öyleyse varım” bedaheti (postulat), düşünce ile varlık arasındaki nisbeti ifade ettiği gibi, insanın Allah ile ve Allah’ın bütün varlıkla münasebeti de aynı bedahet çerçevesi içinde mütalâa edilebilirdi.
20. Descartes’in açtığı bu çığır, Spinoza’nın vahdet-i vücud, hatta vahdet-i mevcud mülâhazalarıyla daha da rengin ve zengin bir hal alarak, yıllar ve yıllar sürüp gitti ve zâhiren bu sayede, dinî düşünceye de ilimlere de esas teşkil eden varlık ve hadiseler bir küllî cevherin tezahürleriymişçesine her şey teke irca edilerek, din ile ilim arasındaki uçurumlar da kapanmış gibi göründü. Aslında bu uçurumlar hiçbir zaman hakikaten kapanmadığı için, ilim-din arasındaki uzlaşma da uzun sürmeyecek, bazen açık bazen de biraz kapalı bu tarihî kavga sürüp gidecekti; ve öyle de oldu. Protestanlar zor zamanlar yaşadı; Kartez*yenlerin baş kaldırmaları Kilise’nin yüreğini ağzına getirdi. John Locke’nin aklî ve tecrübî sistemi, yeniden her şeyin sorgulanabileceği mülâhazasına da kapı açtı. Daha sonra kilisece, işin bütün bütün çığırından çıkması şeklinde yorumlanacak Voltaire, Jean d’Alambert, Diderot, Montesqieau, J.J. Rousseau gibi düşünürlerin dine karşı tavırları ve aklî, tabiî bir dinden bahsetmeleri gibi hususlar, yeniden eski kavga kapılarını araladı ve hükümetlerle beraber Batı toplumu da bir kere daha temellerinden sarsıldı.
21. Hele A. Comte’un üç hal kanunu, Lamarck’ın transformizmi ve Darwin’in evülüsyonu, manastırla beraber havrayı, havrayla beraber bütün bir Batı ilâhiyat camiasını allak-bullak etmenin yanında, uzun seneler sürecek öyle bir kavga başlatıyordu ki, Hıristiyanlığın buna dayanması çok zordu. Ne var ki, 1955 yıllarında sürpriz bir gelişme oldu; devlet, Kilise belli ölçüde birbirinden ayrılarak, kavga da bir ölçüde sona erdi.
22. Günümüzde, ilim ve Hıristiyanlık versiyonuyla din arasındaki kavga bitmiş gibi görünse de bu, hiçbir zaman bir tarihî vakanın yeniden bir kere daha olmayacağı manâsına gelmez. Asırlardan beri süregelen bu tarihî kavganın dinmiş gibi görünmesinin gerçek sebebi de, bu iki fenomenin kendi sınırlarına çekilmiş olmalarında aranmalıdır. Yarınlar itibariyle, zaman beraberinde ne tür yorumlar getirecek, onu bekleyip göreceğiz. (a.g.e.)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İslâm ve ilim
Evet, hilkatta gözetilen hikmet ve maslahatlar açısından topyekün kâinat ve zerreden sistemlere kadar bütün varlık, eğer ciddi bir tahlile tâbi tutulsa, görüp temaşa ettiğimiz her şeyin, varlığın perde arkasından bizim his, idrak, şuur ve gönüllerimize sunulmuş birer mesaj olduğunu duyacak, çok muhtevalı bir kitap ve bir meşher karşısında bulunmanın ürpertilerini yaşayacak; umumî manâda bu kitap ve meşherin gözlerimizin önüne serdiği muhteva ve zenginliğin yanında, satır araları ve peyzaj esprisi açısından kim bilir daha neler temaşa edecek ve ne “sehl-i mümteni” (kolay görünen imkânsızlık) enginliklerde dolaşacağız!. Ne var ki, böyle bir duyuş ve hissedişin ön şartı da, yine tevhidî mülâhazaya bağlıdır.
Şöyle ki, Allah’ın Kelâm sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerim’le varlık, aynı kaynaklı fakat farklı tecellilerin eserleridirler. Kaynağı İlim ve Vücud sıfatları, Kudret ve İrade’nin planlayıp inşa ettiği kâinat, yine bu Sonsuz İrade’nin Kelâm sıfatından gelen beyanıyla beşerin idrak seviyesine göre seslendirilmiş, yorumlanmış, mücerret akıl ve muhakeme ile kavranamayan noktaları da tefsir edilmiştir. Aynı kaynaktan gelen bu her iki kitabın, böyle tevhidî bir mülâhaza ile, tabiat ilimlerini, insan ve hedefini, yaratılış gayesi ve onun Allah ile münasabetini de beraber götürmesi mümkündür, hatta tabiîdir. İşte, böyle bir beraberliğe muvaffak olmuş yeryüzünde bir din varsa, o da İslâm dinidir. Zira İslâm’ın, bilim telâkkisinin en önemli özelliği, ilk referans kaynağı Kur’ân olmak üzere, onun müşahede, tecrübe ve pratiğe fevkalâde ihtimam göstermesinde aranmalıdır. Kur’ân ve Sünnet’in ruhundaki bu espriyi iyi kavrayan Müslüman ilim adamları, tıptan kimyaya, biyolojiden antropolojiye, matematikten astronomiye pek çok ilim dalında değişik teknolojiler geliştirerek, daha sonraki modern çağlara ışık tutmuşlardır ki, Haydar Bammat’tan Hüseyin Nasr’a, Weber’den Kuhn’e kadar bir çok müellif, düşünür ve ilim adamı, bu konuyla alâkalı örnekler ihtiva eden dünya kadar eser vermişlerdir. Evet, İslâmiyet’in zuhurunu müteakip daha ilk asırlardan itibaren Müslüman ilim adamları, kendi dönemleri itibarıyla öylesine entelektüel seviyede bir ilim anlayışı ortaya koymuşlardır ki, İslâm tarihi boyunca, bir-kaç avamî telâkkinin dışında, Müslüman ilim adamları arasında hiçbir zaman ilim-din ikilemi gibi bir husus yaşanmamıştır. Böyle bir ikilem yaşanması bir yana, 2’nci asırdan 5’inci asrın başına kadar Müslüman düşünür ve ilim adamları, her gün ayrı bir kariyer platformunda entelektüel seviyelerini yükselterek dünya kadar nazarî bilgi üretmiş ve bir o kadar bilgiyi de pratiğe dönüştürerek, arkadan gelen nesillere çok zengin bir miras bırakmışlardır. (a.g.e.)
23. İslâm’da din-ilim münasebeti
24. İlim-din münasebeti İslâmiyet açısından oldukça farklı bir durum arzeder. Bir kere İslâmiyet, bütün içtimaî, iktisadî, siyasî, kültürel müesseseleriyle, o engin ve evrensel dünya görüşüyle, insanlığa vad ettikleriyle, tesis buyurduğu nazarî ve amelî esaslarıyla, vicdanların kabul ettiği ve edeceği, akılların referans verdiği, muhakemelerin “evet” dediği, Allah-varlık-insan gerçeğinin ruhlarda itminana dönüştüğü, birer marifet kıvamına geldiği; parçayı bütün haline getiren, bütünü anlaşılacak şekilde her şeyin tevhide irca edildiği, yani her şeyin varıp bire, aynı kaynağa ve birliğe dayandığı, nisbetlerin, değer ve haysiyet çerçevelerinin korunduğu, insanın ruhundaki ebediyet arzularına göre ve gönlünün emelleri ölçüsünde bir sonsuz âleme yönlendirildiği, akıl, kalp, ruh ve bedenin birleşik noktasında, hedefi ebedî saadet bir Allah yoludur.
25. Bir kere Kur’ân “oku!” emriyle başlamış ve okunacak henüz herhangi bir şeyin olmadığı bir zamanda zihinleri kâinata çevirmiştir. Bir başka ifadeyle İslâm, bir bina ile onu ve onun nasıl hizmet vereceğini tanıtan bir katalog gibi, kâinatı Allah’ın Kudret ve İrade sıfatlarından gelen yaratılmış bir kitap, Kur’ân’ı ise, kâinatı tarif ile, insanın zihnine ve kalbine madde ötesi dünyaları ve gerçekleri açan ve onu Allah’a götüren vahyedilmiş bir kitap olarak telâkki etmiş ve insanları akletmeye, düşünmeye, araştırmaya, muhakemeye ve incelemeye çağırmıştır. Ayrıca Kur’ân’da, bir kısmı zamanla ilim tarafından doğrulanmış, bir kısmı da araştırılmayı bekleyen pek çok ilmî gerçeklere temaslar vardır. Güneşin sabit değil hareketli oluşu (Yâsin/36: 38), yerin yuvarlak ve büyük bir süratle hareket etmekte olduğu (Neml/27: 88), göklerle yerin başlangıçta bitişik halde bulunup, sonra birbirinden ayrıldığı (Enbiyâ/21: 30), ceninin anne karnında geçirdiği safhalar (Mü’minûn/23: 13-14), bunlardan sadece bir kaçıdır. Kur’an, bunları Tevhid, peygamberlik, haşir, ibadet ve adalet gibi aslî maksatlarına deliller olarak zikreder ve sonra da akıl, muhakeme, basiret ve sağduyu sahiplerini onları incelemeye çağırır.
26. Evet Kur’an, hemen her yerde zihinleri hakikata uyaran bir yol takip etmiş, her hadise karşısında düşünceyi harekete geçirmiş; aklın önündeki bütün engelleri kaldırarak, onun eline tutuşturduğu yol gösterici gerçekler ve disiplinlerle ona âdeta sınırsız bir hareket imkânı bahşetmiş ve insana varlığın hakikatını keşfetme gibi daha nice gerçekleri göstererek, ona hep himmetini âlî tutmasını yeğlemiştir.
27. İslâm’ın iki temel kaynağı olarak Kur’an ve Sünnet’in kâinat ve hadiselere, akıl ve onun taallûk ettiği noktalara bakışı ve değerlendirişi, mevcut Tevrat ve İncil’in bu konudaki yaklaşımlarından çok farklıdır. Bu itibarla da, bazı dinlerin tefsir ve yorumlarıyla ilim arasında herhangi bir tenakuz bahis mevzuu olsa da, böyle bir durum, Kur’an ve Sünnet’le beslenen İslâmiyet için hiçbir zaman söz konusu olamaz. İslâmiyet, aklı, muhakemeyi hiçbir zaman faaliyetten men etmemiş, tam tersine akla, ibret, tefekkür, tedebbür, içtihat ve inşâ sorumlulukları yükleyerek, onu, bütün duyu organlarıyla beraber vahyin aydınlatıcı şuaları altında kendi kudretinin dantelasını örmeye memur etmiştir.
28. İşte bu temel dinamiklerle ortaya çıkan İslâmiyet, Râşit Halifeler’den Emevîlere, onlardan Abbasîlere ve bu dönemde başta Türkler olmak üzere bütün mühtedî milletlere, Hicrî 5’inci asra kadar tam bir tefekkür, ilim ve araştırma kaynağı, sâiki ve teşvikçisi olmuştur. Bundandır ki, İslâm’ın ilk 5 asrı, ilimler ve ilmî çalışmalar adına tarihin altın çağını teşkil ettiği gibi, ilim-din, akıl-kalp birliğinin de tam olarak sağlandığı, hür düşüncenin kapılarının ardına kadar açık olduğu dönem olmuştur. İslâm, hür düşünmeyi, ilmi, muhakemeyi, aklı kullanmayı ve araştırmayı asla imanla zıt görmediği, bilakis birini diğerinin gereği, destekçisi, hattâ olmazsa olmaz şartı gördüğü içindir ki, İslâm dünyasındaki fikrî ve ilmî gelişmeler, Kur’an ruhunun filizleri olarak, onun tabiatıyla irtibat içinde varlığa ermiş ve varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu sebeple, İslâm tarihinde yetişen fakihler, tefsirciler, hadisçiler ve ehl-i tasavvuf içinde matematikçileri, coğrafyacıları, tarihçileri, fizikçileri, kimyacıları, astronomicileri de aynı anda görmek hep mümkün olmuştur. (a.g.e.)
29. İslâm’da neden din-ilim çatışması olamaz?
30. İslâm tarihinde, Osmanlı devletinin duraklamaya doğru yürüdüğü ve gerileme çağlarının da bir kısmını kapsayan bir döneminde tabiî ilimlerin okutulması medrese programından çıkarılmışsa da, hiçbir zaman, özellikle Batı’dakine benzer bir din-ilim çatışması yaşanmamıştır. Yaşanması da mümkün değildi ve değildir; çünkü:
· Her şeyden evvel İslâmiyet, Kitap ve Sünnet gibi sürekli onu besleyen kaynakları açısından, akıl, mantık, muhakeme ve hür düşünceyi kendi çerçeveleri ölçüsünde serbest bırakmış ve insanoğlunu her fırsatta varlık ve hadiseleri tahlile teşvik etmiştir. Zaten, Kur’an’a muhatap olmanın ve İslâmiyet sorumluluğu altına girmenin ilk şartı da akıldır.
· İslâmiyet, kendi karakterinin gereği, tefekkür, tedebbür (tedbirli, dikkatli düşünme, kafa yorma ve araştırma) ve teemmüle (üzerinde ciddi durma) fevkalâde bir genişlik ve esneklikle açık olduğundan, ne getireceği yeni yorumlarla zaman, ne de ihtiyaç ve zaruretler – aslında bunlar onun temel disiplinleri açısından bir kısım hükümlere esas kabul edilmişlerdir – onun, o kuşatan çerçevesini zorlayabilmiş, aksine bunlar, tabiî bir rejenarasyondaki oluşma, gelişme ve genişleme gibi, onunla her zaman uyum içinde olmuş ve onun dışına akseden bir nakış haline gelmiştir.
· İslâm’ın mübelliğ (tebliğcisi) ve mümessili (temsilcisi) o Yüce Zat, hikmet ve hakikata mü’minin yitik malı nazarıyla bakmış ve bunların nerede bulunursa bulunsun alınıp değerlendirilmesini tavsiye etmiştir ki, bu da, Müslümanlara, çok erken bir dönemde, o kadar süratle dünyanın dört bir yanına yayılıp hakim olmalarına rağmen, kendi düşünce ve inanç sistemlerinin orijinini korumanın yanında, gittikleri yerlerden alacaklarını rahatlıkla alabilmelerine, herhangi bir sıkıntıya girmeden, dünya ile kaynaşma adına çok süratli bir motivasyon sağlayabilmelerine imkân vermiştir.
· Beşer tarihi boyunca, din ve ilim çatışması şeklinde gösterilen hadise aslında, dini anlamamış din adamlarıyla ilimden behresiz ilim adamları çatışmasıdır; nitekim, bugün de bu sevimsiz çatışmanın perde arkasında aynı şeylerin olduğu kanaatindeyim. İslâmiyet’te hiç bir zaman bir kâhinler ve rahipler sınıfı olmadı ki, ilim adamlarıyla dindarlar arasında bir kısım mülâhaza kaymaları veya çıkar kaygıları onları böyle bir vuruşmaya sevketmiş olsun. Müslümanlık’ta mü’minler, teker teker veya toplu halde, hemen her zaman ve her yerde, aracıya muhtaç olmadan Kudreti Sonsuz’la münasebete geçip, O’na karşı kulluklarını yerine getirebilirler ki, bu da, İslâmiyet’te, Batı âleminde söz konusu olduğu ölçüde herhangi bir çelişki faktörünün bulunmadığını gösterir.
· Ayrıca, İslâmiyet’in öyle uzlaşmacı bir yanı vardır ki, ilim, düşünce, muhakeme gibi onun ruhunun temel malzemeleri sayılan çok hayatî unsurlarla o hep içli-dışlı olmuştur ve onlarla çatışması da katiyen söz konusu değildir; değildir zira, böyle bir çatışma, onun kendi kendiyle çelişkisi demektir. Evet, varlığın esası ilim olduğu gibi, planı, programı, yapılanışı da hep ilim esasları üzerine cereyan etmektedir. Zaten Kur’ân, varlığın ezeli bir tercümesi, tahlilî bir beyanı ve talâkatli bir lisanı olduğuna göre, onun eşya ve hadiselerle çelişmesi katiyen söz konusu olamaz.
Bu itibarladır ki, temelde İslâmiyet’i başka dinlerle mukayese etmek mümkün olmadığı gibi, İslâm Dini’nin ilimle, düşünce ile ve ilim adamlarıyla mücadelesi de söz konusu değildir. Dün ve bugün bir kısım talihsiz beyanlar, ya meselenin ruhunu araştırmadan ortaya atılmış avamca telâkkiler veya Allah, peygamber ve din düşmanlığı yapabilmek için uydurulmuş bahanelerdir. Tarihe gizli kalmayan bu gerçek, insaf erbabı mütefekkir ve ilim adamlarından da uzun zaman saklı kalamayacaktır. İslâm Peygamberi’nin evrenselliği, Kur’an’ın zenginliği ve İslâm’ın yeterliliği er-geç anlaşılacak ve bugüne kadar aklî ve mantıkî gücü kitleleri aldatma istikametinde kullananlar, ettiklerine pişman olup ağlayacaklardır. (a.g.e.)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Fen ve tekniğe ait meselelerle İslâm’ı anlatmak
Günümüzde, bir takım İslâmî gerçekleri anlatmak ve Kur’an’ın Allah Kelâmı olduğunu ispat etmek için fen ve tekniğe ait bazı meselelere başvurmak, bilhassa bazı çevrelerde yaygın olan hususlardan biridir. Bu tavrı tenkit edenler, hattâ temelden reddedenler olduğu gibi, ifrata giderek, ilimlerin gelecekte daha neler ortaya koyacaklarını hesaba katmadan, Kur’ân’da ve bazı hadislerde, manâsı hemen ilk anda kavranamayan ve pek çok yoruma açık ifadelerle, ilmin bir takım keşiflerini, hattâ teorilerini veya ortaya çıkan bazı durumları hemen bağdaştırıverenler de vardır. Meselâ, AIDS mikrobuna, Kur’an’da Kıyamet’e yakın çıkacağı bildirilen (Neml/27: 82) dâbbetü’l-arz (yer hayvanı) olarak bakmak, hakkında Kehf Suresi’nde (18: 84-98) bilgi verilen Zülkarneyn’i galaksiler arası seyahat yapmış biri olarak takdim etmek, bu tavra iki örnektir.
Fethullah Gülen, ilmin inkâra vesile yapıldığını, oysa onun imana vesile olması gerektiğini ifade ile, bir takım İslâmî veya Kur’ânî gerçekleri anlatma ve ispatlamada ilme başvurmada beis görmez. Hattâ, başvurulması gerektiği üzerinde durur. Çünkü, günümüz ilim çağı olduğu gibi, ilim, gelecekte daha da söz sahibi ve hakim bir konuma geçecektir. Bu bakımdan, günümüzde ve gelecekte İslâm anlatılırken, o ve bütün şubeleriyle ilmin konusunu teşkil eden kâinat gerçekleri, aynı hakikatın farklı malzemelerle ifadesi olduğu için, belki İslâmî gerçekleri ilmin diliyle anlatmak daha yerinde olacaktır. Ayrıca, İslâm’da ilme zıt hiçbir şey olamaz. Eğer bir zıtlık iddia ediliyorsa, bu, ya ilmin henüz o konuda son sözü söylememiş ve gerçeği yakalayamamış olmasından dolayıdır veya İslâm’ın o konudaki hükmü tam kavranamamıştır.
Gülen, bu konuda bir noktaya dikkat çeker ve şu uyarıda bulunur: “Herkes ilim ve teknikten bahsediyor diye, herhangi bir komplekse kapılıp, bu duygunun sevkiyle İslâmî mevzûları anlatma gayretine girmek katiyyen doğru değildir. Hele, kendi meselelerimizden şüphe ediyormuşuz gibi bir tehalükle bu mevzûlardan bahsedip meselelerimize itibar ve güç kazandırmayı hedeflemek, kabul ettiğimiz hakikatlara karşı saygısızlığın ifadesi olur. Hele hele, ilim ve tekniğin her söylediğini esas kabul edip, kendi meselelerimizi onlara tasdik ettirmek, hiçbir şekilde kabûl edilemez.” (Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 130))
Gülen, bunun dışında, Kur’an ve iman hakikatları adına ilmin sağladığı delillerin, sadece zihinlerde doğabilecek bazı şüphe tozlarını silmede işe yarayacak birer süpürge gibi olduğunu, oysa imanın ve iman hakikatlarının asıl yerinin kalp olması hasebiyle, meselenin daha çok marifet ve müşahede boyutu bulunduğuna da dikkat çeker:
İman hakikatlarını vicdanımıza yerleştiren, Rabbimizin hidayet elidir. Cenab-ı Hakk’ın eliyle gerçekleşen ve gerçekleşecek olan bir neticeyi ilimlerden beklemek kalbî hayatımız adına öyle öldürücü bir darbedir ki, böyle bir darbeye maruz kalan zor iflâh olur. Çünkü o, bütün bir hayat boyu, kâinattan deliller toplayacak ve bu delilleri Allah namına konuşturmaya çalışacak ve bu arada farkında bi1e olmadan, kendisi de hep bir naturalist ve hep bir tabiatperest olarak kalacaktır. Sulara bakacak, bahara bakacak, fakat vicdanında zerre kadar bir yeşillik ve bir filiz verme emaresi bulunmayacaktır. Ömrü boyunca belki bir defa dahi, delillerin ötesinde ve tamamen vicdanında Cenab-ı Hakk’ın mevcudiyetini hissedemiyecek; zahiren tabiatperestlikten kurtulacak ama, hayatının sonuna kadar bir naturalist olarak ömür sürecektir. Onun içindir ki, ilimlere tebeî (ikinci dereceden) bir nazarla bakmalıdır.
Ve insan, bütün ilimlere ait delillere şöyle bakmalıdır: Siz sadece birer süpürgesiniz. Yer yer şeytan içime vesvese attığında sizi kullanacak, tozu-toprağı temizleyeceğim. Yoksa benim içimdeki hakikatlar o kadar köklü, o kadar derin ve o kadar pırıl pırıldır ki, değil sizin gibi karanlıkta türkü söyleyenler, bu meseleyi ışık cümbüşü içinde destanlaştıranlar dahi bir yere gelince, benim vicdanımdaki aydınlığa zerre kadar yeni bir ışık ilâve edemeyeceklerdir.
31. “İnsan, kalbindeki imanıyla mü’mindir, kafasındaki malûmat yığınlarıyla değil” diyen Gülen, âfâki ve enfüsî delillerle varacağı noktaya varan insanın, daha sonra Kur’ân’ın aydınlık tayfları altında, kalp ve vicdanının ışıktan yolunda yürüyemediği takdirde, Allah marifeti ve iman adına herhangi bir mesafe almış sayılmayacağı hatırlatmasında bulunur. Gülen, ismini vermediği Batılı bir düşünürün “Allah’a lâyıkıyla inanabilmek için, okuduğum bütün kitapları arkaya atma lüzumunu duydum” sözünü nakleder ve kâinat kitabının, insanın kendi mahiyet kitabının ve bunları şerh eden kitapların kendilerine göre birer yerleri var ise de, geceleri aydın ve Rabb’e iştiyak içinde kanatlanmış ruhların bunların gerçekte ne ifade ettiğini ve iman ile Allah marifetinin gerçek kaynağının nerede yattığını çok iyi bileceklerini vurgular. (a.g.e. 132–33 )
Fethullah Gülen’in, İslâmî, Kur’anî hakikatları ilim diliyle anlatmaya çalışırken dikkat edilmesi gereken hususlarla ilgili düşüncelerini şöyle özetleyebiliriz:
· Kur’ân; fizik, kimya, biyoloji, astronomi türünde bir bilim kitabı değildir.
· Kur’ân’ın ana maksatları, daha önce de arz edildiği üzere, iman esaslarını, ibadet ve adalet gerçeğini zihinlere ve kalplere yerleştirmek ve insanları bu hususta irşad etmektir.
· Kur’ân-ı Kerim, bilhassa bugün bilimlerin konusu olan meseleleri, yeri geldikçe, “parantez-içi” ve kendi ana maksatlarını zihin ve kalplere yerleştirmede sadece birer delil olarak kullanır. Bunları kullanırken, inmeye başladığı ilk günden, Kıyamet’e kadar herkese, her seviyeye hitap ettiği için, herkesin anlayabileceği, bununla birlikte, herkesi de tatmin edebilecek bir üslûbu tercih eder.
· Kur’ân-ı Kerim, bu türden tekvînî meseleleri bir delil olarak ele aldığından, delil tezden gizli ve anlaşılmaz olamayacağı için, insanların çoğu da avam olduğundan, avamın anlayışına, hislerine ve gözlemlerine hürmet gösterir ve onları zihin karışıklığına itmez.
· Her şeye rağmen, Kur’ân-ı Kerim’in, bilimin konularıyla ilgili bütün ifadeleri mutlak doğrudur. Fakat, bu ifadelerdeki manâ ve maksatlar, her zaman olmasa da çok defa, yoruma açık bir üslûptadır. Bu sebeple, ilme, araştırma ve incelemeye kapı açar, hattâ bunu teşvik eder mahiyettedir.
Bilim, teoriler yumağıdır. Ortaya attığı teori yanlışlanır, bu defa bir başka teori ortaya atar. Bu şekilde araştırmaya kapı açar. Dolayısıyla, insan gibi göz önünde bir varlığı bile bütünüyle çözmesi, idraki mümkün görünmeyen bilimin, sonsuzluğu konuşulan kâinat hakkındaki, hele hele, asla doğrudan inceleme ve gözlem sahasına alamayacağı yaratılış ve hangi tür için olursa olsun, hayatın başlangıcı konusundaki teorilerinin hiç biri doğruya tam ulaşamayacaktır. Bu bakımdan, bilimin bir takım bulgu ve verilerine dayanarak Kur’an âyetlerine asla itiraz edilmemeli ve ortada bir çelişki görüldüğünde, zamanın ortaya koyacağı gelişmeler beklenmeli, en azından, Cenab-ı Allah’ın, Kur’ân’ın o ifade veya ifadeleriyle murad buyurduğu hakikata, bu hakikat henüz tam anlamıyla ortaya çıkarılamamış da olsa, iman edilmelidir.
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İNSAN: MAHİYETİ, DEĞERİ, MUTLULUĞU VE
VARLIKLAR İÇİNDEKİ YERİ
Fethullah Gülen’in, üzerinde önemle durduğu konulardan biri de, mahiyeti, yaratılmışlar içinde en yüksek değer ve makamla (alâ-yı ılliyyîn) en derin çukur (esfel-i sâfilîn) arasında bir ibre, bir sarkaç gibi gidip gelmesi, varlıklar arasındaki yeri, vazifesi ve fonksiyonuyla insandır.
İnsanın ontolojik karakteri
Gülen, insana her şeyden önce, Mehmet Âkif’in
Senin mâhiyetin hattâ meleklerden de ulvîdir;
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.
beyti çerçevesinde yaklaşır. Yani, ona göre insan, görünüşte ve fiziğiyle küçük bir ‘cirim’ ise de, onun mahiyeti meleklerden daha yücedir. Çünkü onda, Allah’ın kâinata varlık veren bütün isimleri tecelli halindedir; dolayısıyla onda âlemler, yaratılmış bütün varlık bir öz halinde mevcuttur. Nasıl meyve, ağacın hayatını, bütün unsurlarını kendinde bir şekilde barındıran özü, hülâsası ve neticesidir; aynı şekilde insan da, yaratılış ağacının meyvesi olarak, yaratılıştan gayedir, neticedir ve varlığın bütün şubelerini kendinde barındıran bir hülâsadır.
İşte, insana temelde bu ontolojik (varlık bilim) açıdan yaklaşan Fethullah Gülen, her felsefî ve ilmî görüşün temel mevzuunun ve kalkış noktasının insan olmasını da çok tabiî görür. Ona göre, insan hesaba katılmadan ne bir felsefe yapmak, ne de ilimlere geçmek mümkündür. Fiziğiyle, metafiziğiyle ilimlere mevzu insandır ve insanın dışındaki her şeyin, onunla münasebeti nisbetinde bir ağırlığı ve kıymeti vardır.
Fethullah Gülen, herhalde varlıklar içindeki bu çok özel mevkii ve konumundan dolayıdır ki, insanı her şeyi ile anlaşılması güç bir varlık olarak değerlendirir. Çünkü onda bütün âlemler, başta bütün yaratılmış varlıklar özleriyle ve/veya öz mahiyetleriyle mevcut bulunduğu için, varlığı anlamak bir bakıma insanı tanımaktan veya insanı tanımak varlığı anlamaktan geçer. Mesele bununla da kalmaz; insanı anlamak, bizzat insanın birinci görevidir; çünkü insan, aynı zamanda Yaratıcı’yı tanımaya açılan penceredir. Bu noktada Gülen, şu yargıya varır:
32. Her insanın ilk ve en birinci vazifesi, kendini keşfedip tanıması ve bu sayede aydınlanan mahiyet adesesiyle dönüp Rabb’ine yönelmesidir. Kendi mahiyetini tanıyıp bilmeyen ve Yüce Yaratıcı’sıyla münasebet kuramayan bahtsızlar, sırtlarında nasıl bir hazine taşıdıklarını bilemeyen hamallar gibi bu dünyadan geçer giderler. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 97)
İnsanın kendini tanıması
İnsanın önce kendini tanımasından hareket eden Gülen, bunu, onun kendi kendinin şuurunda olması ve kendi kendini kontrol edebilmesiyle birlikte ele alır. O, “Ne gariptir ki” der ve ilâve eder: “çoğumuz itibariyle en fazla ihmal ettiğimiz husus da budur. Evet, sık sık kendini kritiğe tabi tutan kaç insan gösterebilirsiniz? Kaç insan gösterebilirsiniz ki, zaafları-kabiliyetleri, boşlukları-güç kaynakları, kaybettikleri ve kazandıklarıyla her gün bir kere daha yeniden kendini keşfediyor ve kendi derinliklerinde dolaşıyor? Geçici bir hayret, geçici bir tecessüsle (araştırma merakı) değil, hattâ fenalıklarını deşeleyip kendini aşağılamak suretiyle de değil, belki, benliğini araştırma ve tanıma ihtiyacıyla, nefsini karşısındaki bir kanepeye oturtup, sonra da insaflı, hâzık ve rasyonel bir hekimin hastasını muayene etmesi gibi, onu gerçekci bir anlayışla ele alan kaç ferd gösterebilirsiniz?”
Fethullah Gülen’in, belki en fazla hayıflandığı hususlardan biri, insan gibi değerler üstü değer ifade eden bir varlığın, kendinden, mahiyetinden, kimliğinden habersiz bulunması, habersiz yaşamasıdır. Çünkü ona göre, “kendinden habersiz, kendine yetmezlerin ve kendini keşfedememiş dar ufukların, başkalarını ve başka şeyleri bilmeleri imkânsız; onlar hakkındaki hükümleri de sathî ve tutarsızdır. İnsandaki televvün (her bakımdan farklılık); daha yaratılırken her şey olmaya müsait ve a’lâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne kadar hem nâmütenâhî yükselmelere, hem de korkunç alçalmalara açık hususî fıtratında ve mahiyetine hem ruhanîlik, hem de nefsanîlik nüvelerinin (çekirdek) yerleştirilmesinde; dolayısıyla da, insan tabiatının ezeliyet hedefli ve peygamber yörüngeli bir gayeye yönlendirilebilmesinde veya yönlendirilemeyişinde, ruhundaki insanî cevherlerin idrak edilişinde veya edilemeyişinde, özündeki potansiyel gücün sezilip değerlendirilmesinde veya değerlendirilemeyişinde, ledünnî derinlikleri araştırılırken kalbin katmanlarına inilişinde veya inile*meyişinde, iradenin hakkının verilişinde veya verilemeyişinde, şuurun perde arkası sırlarının sezilişinde veya sezilemeyişinde, hissin mâverâiliğe (madde ötesi) yönlendirilişinde veya yönlendirilemeyişinde, vicdan mekanizmasının işleyiş keyfiyetinin bilinişinde veya bilinemeyişinde aranmalıdır.” (Sızıntı, Mayıs 1993) Gülen, sonra insanı tanıma adına bir kapı açar:
İnsanın insanlığı, fâni olan hayvanî cesedinde değil, ebediyete meftun ve müştak olan ruhunda aranmalıdır. Bu itibarladır ki o, ruhuyla ihmale uğrayıp, sadece bedeniyle ele alındığı zamanlarda katiyen doyma noktasına ulaşa*mamış ve tatmin edilememiştir. İnsanı bedeniyle ele alan ve ona cismaniyet buudlarıyla yaklaşan düşünce, protoplazmanın yaratılışından bu güne kadar bütün tekâmül vakalarını, sadece ve sadece biyolojik bir gelişme olarak görmüş, transformizm vadilerinde dolaşmış, evülüsyonla zifaf olmuş; dola*yısıyla da insanoğlunu hayvan seviyesine indirmiş, onu hayvanlar arasında aramış ve antropolojiyi de bir ahır, bir tavla nizamnamesi haline getirmiştir. Durum böyle olunca kendini hayvanlardan bir hayvan sayan insanın gaye-i hayali ve kıymet idealleri, fayda, keyif, eğlence, şahsî çıkar, daha doğrusu hayvanî bir mutluluk olacaktır. Dolayısıyla da bu faydayı sağlayan faaliyet türü, bu keyfiyet ve bu neşeyi temin eden teknoloji ve bu cismanî refaha hizmet eden imkânlar insana ait değerler listesinin başına geçecek ve hemen herşeyin önünde, her şeyde üstün bir hızla gelişecektir. Tabiî böyle bir değerler nizamı, daha doğrusu bu değerler kargaşası içinde de ne seviyeli bir düşünce insanı, ne azimli bir ilim adamı, ne de gayretli bir sanatkârın yetişmesi düşünülemez. Yetişenler de ya bir kısım şahıs ve kuruluşlara tabasbus ve dilencilikte bulunacaklar veya devlet kapısında asalak durumuna düşeceklerdir. (Sızıntı, Haziran 1993; Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 97)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Mahiyeti, karakteri ve kendine has yapısıyla insan
Fethullah Gülen, meseleyi bu şekile vazettikten sonra, insanı kendine has ve onu o yapan yanlarıyla teşrihe girişir. İnsanda ilk göze çarpan husus, daha onun dünyaya gelişiyle kendini belli eder. Onun dışında her canlı dünyaya ayak basarken, başka bir âlemde yetiştirilmiş gibi, hayat kanunlarına âşina ve en mükemmel insiyaklarla gelir. O ise, en muhteşem ve mübeccel bir varlık olmasına rağmen, bütün bu insiyaklardan ve hayat için gerekli fonksiyonlardan mahrum olarak karşımıza çıkar. Onun hayvanî mevcudiyetinin mekanik nizamını aşan her şey; akıl, zihin, irade, hürriyet, his ve iç müşahede sayesinde burada teşekkül eder. O, iç ve dış bütünlüğüne bu suretle kavuşur ve benliğine de ancak bu yolla erer. (Sızıntı, Temmuz 1979)
İnsanda dikkat çeken diğer önemli husus, akıldır. Aklı felsefenin tarifi içinde ele alan ve “Akıl, kanun ve prensiplerden hareket ederek, umumî olandan hususî halleri çıkaran bir kabiliyettir” diyen Gülen, hayvanla insan arasındaki mahiyet farkının temelinde bilhassa bu ‘faal aklı’ görmektedir ki, bu da, ona göre, insanlığa has bir nimettir. İnsanı, insan yapan âmillerin başında akıl gelirse de, akıl insana, mükemmelleştirilmiş şekli ve olgunlaştırılmış haliyle değil de, basit ve kapalı olarak verilmiştir.
Fethullah Gülen, “İnsan, kendisi ile hayvan arasındaki bu mahiyet farkını geliştirerek, inkişaf ettirme mecburiyetindedir” der ve ardından gerçekten dikkat çekici bir tesbitte bulunur: “Akıl, iç ve dış dünya arasında kordon durumuna gelip, vicdanla birleşince apayrı bir hüviyet alır. Buna şayet “bulunuş”la “buluş”un – vicdan, Arapça aslıyla ‘bulmak’ fiiliyle alâkalıdır ki, Fethullah Gülen’in buradan hareketle yaptığı tesbit, üzerinde uzun uzun durmayı gerektiren bir tesbittir –birleşmesi denecekse, vicdan da, amelî bakımdan hüküm veren, hareket ve istikametimizi gösteren “akıl” durumuna gelir. Aklın zihinleşip, kendi vazifesini eda etmesinde en son gaye, en ulvî ideal ise, Allah marifetine ermektir. Bu marifete eren akıl veya zihin, kemale vasıl olmuş ve vicdanî mükellefiyetlerin de altına girmiş demektir.” (Sızıntı, Temmuz 1979)
Gülen’e göre, insanı insan yapan hususlardan biri de, onun hürriyeti, yani, kendi hareketlerini kendisinin tayin etmesi, faal bir akıl yoluyla ‘otonomi’ye malik olmasıdır. Bu sayede insan, canlı-cansız bütün tabiatın üstüne çıkar; hareketlerini kontrol etme ve hesabını verme kabiliyetini kazanır. İnsanı makina gören ve onun iradesini inkâr edenlerle, çok sathî ve banal görüşlü bir kısım pozitivist ve materyalist çevrelerin kayda değmeyen mütalâaları bir tarafa konacak olursa, hürriyet ve insan iradesi hesaba katılmadan, ne ahlâkîliği, ne de lâahlâkîliği izah etmek mümkündür.
İnsan iradesinden kaynaklanan hürriyet, yani cebrî bir determinizmin hakim olduğu ‘tabiat’ın içinde, onu aşan ve determinizm bukağısından âzade bulunan insandaki bu muhtar yön, tabiattaki kanunların dışında kalan bu hususiyet, insanı bir dizi ahlâk presipleriyle karşı karşıya getirir. Ayrıca, insanı ‘yüce bir âlem’e muhatap kılar ve onu böyle bir muhatap olmanın yol açtığı sorumlulukları yerine getirme ve dış telkin ve iç müşahede ile iyiyi kötüyü birbirinden ayırma mevkiinde bırakır. Daha sonra da, dış âlemle alâkalı kavrayışlar ve manâların ışıktan hüzmeler halinde vicdanda yankı bulması ve doğrulanmasıyla da imkân âleminin ötesine menfezler açar ki, bu devrede insan, içinde yaşadığı mekân buudlarından yukarılara doğru yükselme hisseder. Aklın cevelanı, iradenin kararlılığı ve müşahedenin sağlamlığına göre “miraç” diyeceğimiz böyle bir husus, her fert için söz konusudur ve her fert, “elindeki kâse ve içindeki kevsere göre (istidat, kabiliyet ve gayreti ölçüsünde)” bundan hissedar olur. Bunun ötesinde ise, en kâmil dimağların, en muhteşem iradelerin ve en derin iç müşahede ve zevk sahiplerinin ulaşdığı bir nokta vardır ki, o da, varlığımız arkasında varlığını, irademizde iradesini, hissimizde bildirip erdir*mesini bize duyuran ve bizi bu neşveye erdiren muhteşem Yaratıcı’nın eşsiz güzelliğini müşahede etmektir. (Sızıntı, Temmuz 1979)
Fethullah Gülen, insan için en önemli bir diğer hususiyeti düşünce olarak zikreder. Ona göre, insan, bizzat kendi düşünce dünyasına göre şekillenen bir varlıktır. “O, nasıl düşünüyorsa, istidadı ölçüsünde öyle olmaya namzettir. İnsan, belli bir düşünceye göre eşya ve hadiselere bakışı devam ettiği sürece, karakter ve ruh yapısı itibariyle, yavaş yavaş giderek o düşünce çizgisinde bir hüviyet kazanır.”
Gülen, toprağa atılmış bir tohum için toprak, hava, yağmur ve güneş ne ifade ediyorsa, düşünce ile birlikte niyet ve içten arzu, aşkın bir talep, yani iştiyakın da, insanda çekirdekler halinde bulunan istidatlar, yani potansiyel kabiliyetler için aynı şeyi ifade ettiği görüşündedir. Düşünce ve niyet, ona göre, insanda güzel ahlâk ve karakterin gelişmesinde de aynı derecede rol sahibidir; otlar, ağaçlar tohumlardan, kuşlar, kuşçuklar da yumurtalardan çıktıkları gibi, yüksek ruh ve kusursuz karakterler de, güzel düşünce ve temiz niyetlerden meydana gelirler. Düşünce bir tohum, davranışlarımız onun tomurcukları, sevinç ve kederlerimiz de meyveleridir. “Güzel gören güzel düşünür;” güzel düşünen, ruhunda iyi şeylerin tohumlarını inkişaf ettirir ve sinesinde kurduğu cennetlerde yaşar gider. Herkesten ve her şeyden şikâyet eden, etrafına ruhunda kurduğu karanlık dünyaların ziftli menfezlerinden bakan karanlık ruhlar ise, hiçbir zaman iyiyi göremez, güzel düşünemez ve hayatlarından lezzet alamazlar. Buna karşılık, iyi düşünce ve iyi niyetlerle insan ruhunda kurulan cennetler, zamanla bütün dünyayı sarar, her tarafı ve her gönlü irem bağlarına çevirir. Evet, canavarlık da meleklik de, önce insan ruhunda bir nüve olarak belirir; egzersizlerle kuvvetli kanaatler haline gelir; sonra da, insanı önüne katar götürür. (Sızıntı, Aralık 1984)
Evet, insanı hayvanî mevcudiyetin üstüne çıkaran, onu genel manâda sebep-sonuç kanunlarına göre cereyan eden tabiat karşısında otonom yapan, sonra da onu, “Mutlak, Hür ve Muhtar” olan bir mevcuda bağlayan ayırıcı özellik, onun aklî bir varlık olmasında, irade ve iç müşahedeye malik bulun*masında aranmalıdır.
İnsanı insan yapan temel unsurlara bu şekilde dikkat çeken Fethullah Gülen, onunla hayvanlar arasındaki bir diğer ve çok önemli farkı daha da nazara verir ve şöyle der:
İnsanın dışındaki her varlık, kendi faydası, kendi çıkarı ve kâinat dengesi arkasında koşturulur; ancak insandır ki, hem kendini, hem de bütün varlığı ve cihanları aşan bir manâ ve ruhu takip eder. Hayvanlarda din duygusu, ahlâk endişesi, fazilet mücadelesi, sanat gayreti yoktur. Kapıları sadece insan kalbine, insan duygularına açılan bu zümrütten sarayların biricik konuğu insandır. Evet o, din ile ikiz olarak doğmuş, ahlâkla sarılıp sarmalanmış, ömrünü fazilet takibine vakfetmiş ve kendini sanatla anlatmış tek canlıdır. Ayrıca o, yüksek duygularla mücehhez, fazilete istidatlı, ebediyete tutkun bir varlıktır. En sefil görünen bir insan ruhunda dahi ebediyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet hissinden meydana gelen gökkuşağı gibi bir iklim mevcuttur. En iptidaî vasıtalarla yapıp ortaya koyduğu basit eserlerden, ifade ettikleri manâ ve değerlerle gidip ta sonsuzluğa ulaşan sanat harikalarına kadar her ses ve soluk, her renk ve çizgi, her şekil ve motif, onun fıtrat menşûrundan dökülen, onun derinliklerinden kopup gelen ona mahsus tayflardır. (Sızıntı, Haziran 1993)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İnsanın yaratılış gayesi, gerçek insanlığı ve eğitim
Fethullah Gülen, Kur’ân-ı Kerim’den hareketle, insanın, Yaratıcı’nın halifesi olarak bütün varlığa hükmetme ve her şeyin efendisi olma mevkiinde yaratıldığını belirtir. Yani o, yeryüzünde çevresini tanıyacak, kâinatı okuyacak ve böylece kurduğu ilimlerle, şahsî arzu ve menfaatlerini tatmin ve başkalarına üstün olmak için değil, fakat Allah’ın izni çerçevesinde ve imar adına ‘tabiat’a müdahalede bulunacak, yeryüzünde mamureler meydan getirecek ve adaleti gerçekleştirecektir. O, bizzat Gülen’in ifadesiyle, “bütün bir ömür boyu imanıyla duygu ve düşüncelerini planlayacak, ferdî ve içtimaî hayatını düzene sokacak, genel muameleleriyle aile ve toplum münasebetlerini dengeleyecek ve arzın derinliklerinden semanın enginliklerine kadar her yerde türünün bayrağını dalgalandırıp, iradesinin hakkını eda etmeye çalışacak, çalışacak ve yeryüzünü imar ederek, varlıkla arasındaki âhengi koruyacak, arz ve semanın zenginliklerini arkasına alarak, Yaradan’ın emri ve izni dairesinde hayatın rengini, şeklini, şivesini sürekli daha bir insanî seviyeye getirmeye gayret edecektir.” (Sızıntı, Nisan 1999)
Allah, böylesine önemli bir vazife ile dünyaya gönderdiği insanın yaratılış hamuruna veya toprağına, bu yüksek payenin gerektirdiği bütün vasıfları birer nüve halinde ekmiştir. Onu Kendi gözdesi, en parlak aynası, topyekün varlığın özü, üsaresi olarak bu âleme gönderen Zat, ona kâinatların ruhundaki esrarı keşfetme, dünyanın bağrındaki gizli kuvvet, kudret ve potansiyel imkânları ortaya çıkarma; her şeyi yerli yerinde kullanarak Kendisi’nin İlim, İrade, Kudret vb. sıfatlarına şuurlu bir temsilci olma hak, salâhiyet ve kabiliyetini vermiştir ki, o, varlığa müdahale ederken ve hilâfet vazifesini yerine getirirken aşamayacağı herhangi bir engelle karşılaşmasın, eşya ile münasebetlerinde çelişkiler yaşamasın, hadiselerin koridorlarında rahat dolaşabilsin, mahiyetine dercedilmiş bulunan istidatları inkişaf ettirmede zorlanmasın, ebedlere kadar uzayıp giden arzularını, emellerini gerçekleştirmede beklenmedik manialara takılmasın.
Bu nüvelerin neşv ü nema bulup, meyveli, tertemiz birer ağaç haline gelmesi ve böylece insanın yüksek bir karakter kazanarak ikinci bir varlığa ermesi, sistemli düşünmesine, sürekli çalışmasına ve ara vermeden, kalbî ve ruhî hayatında derinleşmesine bağlıdır. Bu ise, iyi ve sağlıklı bir eğitime bağlıdır. Aksi halde, bu nüveler çürür, kokuşur ve insanın kalbini de, zihnini de birer yılan-çıyan yuvası veya mezbelelik haline getirir. Evet, insan, yüksek duygularla mücehhez, fazilete istidatlı, ebediyete tutkun bir varlıktır. En sefil görünen bir insan ruhunda dahi ebediyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet hissinden meydana gelen gökkuşağı gibi bir iklim mevcuttur ki, onun yükselip ölümsüzlüğe ermesi de, mahiyetindeki bu istidatların geliştirilip ortaya çıkarılmasına bağlıdır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 97)
Onda bir niyet ve geleceğin büyük adamı olma remzinden ibaret olan bu istidatlar, ancak talim ve terbiye ile inkişaf ettirilir. İç müşahede ve murakabe ile buudlaştırılır. Onu insiyaklarına terk etmek ise, en mükemmel şey olma yolundaki bir nüveyi veya nüveler topluluğunu, en pespaye, en sefil ve en acınacak halde bırakmak demektir. Aslan, kendisi için gerekli olan pençesiyle, sığır boynuzuyla, köpek de dişiyle dünyaya geldikleri halde, insan, bütün müdafaa ve taarruz vasıtalarını kendi hazırlama durumunda buraya gönderilir. Hayatı için gerekli olan her şeyi celb etmede, zararlı herşeyi de defetmede, basiret ve zekâsıyla; irade ve aklıyla icat ettiği şeyleri kullanacak ve bunlarla ferdî ve insanî dünyasını, huzur dolu insanî dünyasını kuracakdır. Sonra da meydana getirdiği eserleri, gönül ve fikir dünyasında kurduğu, yaşattığı değerleri gelecek nesillere bırakacaktır. Böyle yapacaktır; zira o, yine hay*vanların tersine, sadece içinde bulunduğu ânı yaşamamaktadır. Geçmiş ve gelecek zamanlar, onun nazarında diri ve mevcudiyetinden birer parçadırlar.
Gülen’e göre insan, ruhunun enginliği, kalbinin derinliği ve vicdanının duruluğu ile insandır. Onu sadece aklıyla, şuuruyla, şuuraltıyla, hayvanî ihsaslarıyla veya içtimaî temayülleriyle ele alanlar, onun özüyle alâkalı hiçbir şey söyleyememiş, ciddi hiçbir şey ortaya koyamamışlardır. Bir şey söyleyip, bir şey ortaya koymak şöyle dursun, onu iyice müphemleştirmiş, muğ*laklaştırmış ve âdeta bir ucûbe haline getirmişlerdir. Bunlardan bazılarına göre o “düşünen hayvan”, kimine göre, hayatı, sindirim-dolaşım-ıtrahata göre prog*ramlanmış bir hayatzede, kimine göre de herşeyiyle cismanî hazlara göre planlanmış, şuuru da, şuuraltı da “libido” mezbeleliği ve insanda tiksinti uyaran cıvık bir varlık... Oysa ki insanın mahiyetinde, onun aklını, şuurunu, şuuraltını, içtimâî temayüllerini de aşan ve bütün bunları yönlendirecek biz öz vardır ki, eğer kendisi ister, kader de yoluna su serperse, bununla o, hem kendini, hem de bütün cihanları aşabilecek bir iç dinamizme sahiptir. Eğer cevherinde bulunan o sırlı, sihirli güç ve imkânları, bütün o güçlerin, o kuvvetlerin, o imkânların gerçek kaynağına yönlendirebilirse, bu takdirde kendini de aşar, fâniliği de aşar ve varlığın kokan, çürüyen, dağılan bütün değersiz parçalarına, değerler üstü manâ ve mahiyet kazandırarak, onları ebediyete namzet hale getirebilir.
İşte, insanın görmesi gereken eğitim veya terbiye, onun, hayvanî tema*yüllerinin tesiri altında gayesinden, insanlığından ayrılmasını önleyecek bir eğitim olmalıdır. Bu eğitim, onun hareket ve faaliyetlerinin hududunu tayin ederek, başıboş bırakılmamasını ve yozlaşmamasını sağlar. Aynı zamanda, insanın beraberinde dünyaya getirdiği kabiliyetleri de inkişaf ettirir ve insan ruhunda meknî ve saklı potansiyelin ortaya çıkmasına yardım eder. İnsanda hep iyinin ve güzelin nüveleri vardır. Kötünün ve çirkinliğin nüveleri yoktur. Şehvet, öfke ve intikam gibi şeyler bile bir bakıma, dolaylı güzellikler için fidanlıklar hükmündedir. Ancak, şurası da unutulmamalıdır ki, müsbet-menfi her şeyde görülen güzellik, bir terbiye mahsûlü olduğu gibi, bizzat insanın insan olması da yine eğitime dayanır; akıl, irade ve iç müşahedeye bütün fonk*siyonlarını eda ettirecek bir eğitime. (Sızıntı, Temmuz 1979)
Fethullah Gülen, bu noktada insana verilmesi gereken terbiye veya alması gereken eğitimin niteliği üzerinde durur ve şunları kaydeder:
Âdi sebepler planında varlığın tâbi olduğu cebrî kanunlarla, insanın iradî genel davranışları arasındaki uyumu, ancak ve ancak kâinatları bir meşher, bir kitap gibi hazırlayıp insanoğlunun istifadesine sunan Zat bilir. Böyle bir bilgi kaynağından gelen mesajlar çerçevesinde dinî emirlere uyum, tekvinî (ilmî) esasların esrarına vâkıf olmanın ve onlarla hem-âhenk bulunmanın da biricik yoludur. Evet insan, ancak bu sayede, bütün varlığın bağlı olduğu kanunlarla çatışmadan ve boşluklar yaşamadan kurtulur ve kendi evinde, kendi sarayında bulunmanın huzurunu duyar. Aksine, insanın Yaratıcısından kopması, O’ndan uzaklaşması, onu üst üste kopma-uzaklaşma, varlık ve hadiselerle çatışma fâsit dairesi (kısır döngü) içine çekecektir ki, böyle birinin iflâh olması mümkün değildir. (Sızıntı, Nisan 1999)
Görüldüğü gibi, din ile ilmi insanın alması gereken eğitimde de bir arada mütalâa eden Gülen, “İşte, özünde Allah’a kulluk manâsını da ihtiva eden gerçek hilâfet budur. Ve bu, aynı zamanda en küçük bir cehdle en büyük bir ihsanın birleşik noktasıdır. İnsanı, kestirmeden böyle bir noktaya ulaştıracak hamlenin adı da ibadettir” diyerek, insanın hilâfet fonksiyonunu, yani belli prensipler çerçevesinde, bütün insanlığın ve diğer varlıkların da tamamen yararına, adalet, sevgi ve merhamet temellerinde yeryüzünü imar etme vazifesini yerine getirmesinin adını “Allah’a kulluk” veya “ibadet” olarak koyar. Sonra da şöyle devam eder:
Bazılarının zannettiği gibi ibadet sadece bir kısım belirli hareketleri yerine getirmekten ibaret değildir; o, şümullü bir kulluk ve kapsamlı bir sorum*luluğun unvanıdır ve hilâfet namıyla, insan-kâinat-Allah münasebetinin en açık, en net ifadesidir. Eğer ibadet, insanoğlunun, bütün esaretlerden sıyrılarak Allah’a bağlanma şuurunu kalbe yerleştirmesi, varlığın her parçasında O’na ait güzellikleri, O’na ait nizamları, O’na ait âhenkleri görüp, duyup hissetmenin adı ve unvanı ise – ki öyle olduğunda şüphe yoktur – o, herkesle ve her şeyle beraber Hakk’a yönelmenin, her şeyi O’na bağlamanın; bağlayıp her an O’nunla nazarî-amelî irtibatlarını yenilemenin en sıhhatli ve en kestirme yoludur. O, en şümullü ifadesiyle, varlık ve eşya ile hem-âhenk olmanın, dünya ve içindekilerle uyum içinde bulunmanın, kâinatın sırlı koridorlarında yürürken şuraya-buraya takılmadan yol almanın, sözün özü, otağını tekvinî esaslarla (kâinatta ve hayatta geçerli ve ilimlerin konusu olan İlâhî kanunlar) dinin emirlerinin birleşik noktasında kurmuş bulunan insanoğlunun, iç âhengiyle varlık arasındaki dengesini korumanın semavî ünvanıdır. Esasen bu âhenk ve bu denge sağlanmadan, insanın insanî değerlere saygı içinde ve onları koruyarak yoluna devam etmesi de mümkün değildir. Şuurla böyle bir yolda yürüyen hiç kimse, kendisinin bir memur, vazifesinin de hilâfet gibi bir paye ile şereflendirilmenin hakkını eda etmekten ibaret olduğunda tereddüt etmez; etmez ve şu muvakkat dünya hayatını dolu dolu yaşayıp yaşatmaya; köşe-bucak uğradığı her yere, gayret ve samimiyet mürekkebiyle nâmını yazmaya; elinin ve ününün ulaştığı her noktaya duygularını soluklamaya; zamanın, mekânın her parçasını ona bağladığı düşüncelerini nakşetmek suretiyle bütün dünyaları doldurabilecek bir derinliğe ulaşmaya ve sonsuzu peylemeye yetebilecek bir niyet enginliğiyle yaşamaya çalışacak ve böylece, ebediyetlere namzet olmanın huzuruyla kevn ü mekânları aşan, cennetlere ulaşan en derin ruhanî hazlar içinde dolaşacaktır. (Sızıntı, Nisan 1999)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İnsanın mutluluğu
Gülen, bu noktada insan için mutluluk meselesine temas etmiş olmaktadır. Ona göre, insanın mutluluğu faziletli olmaktan geçer. Çünkü fazilet, her şeyden evvel, en yüce ahlâkla donanmışlık içinde bütün varlığa muhabbetle bakmanın adıdır. Faziletli bir insan, bütün varlık ve eşya ile münasebet içindedir. Böyle birinin nazarında hadiseler, görünüşte ne kadar kötü ve karanlık da olsa, vazife ve fonksiyonu gereği bunlardan bazılarına üzülse, kahrolsa bile, bir bahar havası içinde ruha inşirah verici meltemler gibi eser geçer. O, her zaman akıp giden eşya ve zaman selinde, yeni yeni levhalar müşahede eder ve bu müşahede ile ruhunda mutluluk duyguları uyanır.
Gülen için faziletli olmak, beşerî arzulardan bütünüyle sıyrılmak demek değildir. Aksine, ona göre, insanı içinde yaşadığı dünyadan koparan böyle bir fazilet anlayışı karamsarlık getirir ve bedbinlik kaynağıdır ve İbsen’in ifadesiyle, “saadetin helâki” demektir. Aynı zamanda, bu türlü aşırı ve yersiz endişeler, ferdin yalnız nefsini düşünüp onunla içli dışlı olduğuna ve civanmertlik hissinden mahrum bulunduğuna da delâlet eder ki, bu kabil bir düşünce de, ahlâkî hayatın yanlış anlaşıldığını ve başkaları için yaşama meziyetinin eksik bulunduğunu gösterir.
Fethullah Gülen’e göre, faziletin kaynağında iman yatar. İmanlı bir insan, kendi zindanlarda da olsa, ruhuyla cennetlerdedir. Fazilet, insanın kendini idraki, kendi sınırlılığını, kâinatın sonsuzluğu içinde aczini, fakrını idrak etmesi ve benlik duygularından sıyrılmasıdır. Faziletli insan, bu idrakle gücü ve serveti sonsuz olana yönelir ve bu yönelişle, “çaresi bulunan şeylerde acze, çaresi olmayan şeylerde de âh u vâha düşmez...” Aksine, netice için yapılması gereken meşru her şeyi yapar, fakat neticeyi kendinden bilerek, gurura girmez.
Fazilet sevgi, aşk, şefkat, kardeşlik ve dostluk demektir; aynı zamanda o, haksızlığa karşı çıkma, hain olmama; intikam, kin, nefret, kıskançlık gibi düşüncelerden uzak kalma demektir. Bu bakımdan faziletli insan, çevresinde sürekli hürmet ve sevgi karışımı bir meltemin estiğini hisseder. O, ailesine, vatanına, milletine, hattâ bütün varlığa karşı duyduğu sevgi, alâka ve bu sevgi ve alâkanın gerektirdiği civanmertlik ve diğergâmlıkla sınırı olmayan bir muhabbet deryasında, sonsuz hazlar içinde yaşar; daha Cennet’e girmeden Cennet’ın hazlarını yudumlar. Bu hazlar, başkalarının sevinçlerini paylaşma hazzı, onların lezzetlerini ruhunda yaşama hazzı, onların acı ve ızdıraplarını göğüsleyip, onlara mutluluğa giden yolları açma hazzıdır. Bu şekilde, bütün insanlık ve kâinatla alâkadar ve iç içe yaşamak suretiyle kalp, daha bu dünyada iken ebedî mutluluğa erer ve dışta olup bitenlerin saadetini ihlâl edemeyeceği buutlara ulaşır. (Sızıntı, Haziran 1982)
İnsan hakları ve hümanizm
İnsan hakları, bilindiği gibi uluslararası literatüre İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra girmiş bir kavramdır. Bu kavramı hukuk ve ahlâk planında lûgatımıza sokan ve onun şampiyonluğunu yapanlar da dahil olmak üzere, bugün dünyada hangi ülkenin insan haklarına gerçekten değer verdiği, oldukça su götürür bir meseledir. Bir defa, bu hakları uygulayacak iktidarlar, ferdin ve insanın üstünlüğünü kendi iktidar menfaatlerinin, eğer bunlar uluslararası sahada, devletler-milletler dengesinde söz sahibi büyük güçler ise, bu takdirde, başka ülkeler üzerinde hegemonya davasının üstünde tutabilmeli ve bütün dünya insanlığını insan olarak aynı seviyede görebilmeli, her türlü inanç, ideoloji ve çıkar duygusundan arınmış olmalıdır. Oysa bu, insan haklarının en çok konuşulduğu son yarım asrın da açıkça şahit olduğu üzere, pratikte hiç de rastlanır bir vakıa değildir. Belki sanayi, teknoloji, bilgi birikimi, sermaye ve silah güçlerinin gölgesinde dünyaya hükmeden büyük güçler, başka ülke insanlarının haklarının çiğnenmesi pahasına kendi ülke sınırları içindeki vatandaşlarını bu haklardan önemli ölçüde istifade ettiriyor olabilirler. Ama bu, onların insan haklarına gerçek manâda saygılı oldukları anlamına gelmez.
Her şeye rağmen, teoride ve bir kavram olarak da olsa, dünyada insan haklarından bahsedilmesi, insanlık adına bir merhale olarak görülebilir. Buna mukabil İslâm, bugün temel insan hakları olarak kabul edilen hususları bizzat Kur’ân ve Rasûlüllah’ın uygulamalarıyla teminat altına almış, öyle ki, İmam-ı Gazzali gibi, dinî ilimlerin dirilticisi (müceddit) bir zat, İslâm fıkhının, insana ait beş temel hakkı koruma esası üzerine oturduğunu belirtmiştir. İslâm’ın bütün hukuk kaideleriyle ve kaideleri uygulama adına her türlü manevî müeyyide ve devlet gücüyle koruma altına aldığı bu beş temel hak şunlardır:
· Din (Din ve vicdan hürriyeti): Kimse, herhangi bir dini kabule zorlanamaz.
· Hayat: Herkesin hayatı diğerine eşittir; hayatı veren Allah olduğu için, onu ancak yine Allah alabilir. Dolayısıyla, Allah’ın izin vermediği bir maksatla, yani haksız yere bir insanın canına kıyan, bütün insanların canına kıymış gibidir; bir insanın hayatını kurtaran da, bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir.
· Akıl: Akıl sağlığı, İslâm’da son derece önemlidir. Dolayısıyla, alkol ve uyuşturucu gibi, akıl sağlığını bozan her şey İslâm’da yasaklanmıştır.
· Mal: Herkesin şahsî malı ve mülkiyeti kutsaldır. Dolayısıyla gasp, hırsızlık ve haksız kazanç, kesinlikle yasaktır.
· Nesil ve üreme: Herkes aile kurma, çocuk sahibi olma hakkına sahiptir ve bu, önlenemeyeceği gibi, teşvik edilmiştir.
İşte Fethullah Gülen, insan hakları meselesini, arz etmeğe çalıştığımız hususlar açısından ele alır ve şöyle der:
İslâm, evrensel bir dindir. Dolayısıyla İslâm’ın haklar meselesine verdiği ehemmiyet ve bakış açısı, bütün varlığı kuşatır mahiyettedir. Evet o, bütün hakları koruma altına almıştır. Öyle ki, onun haklar mevzuundaki bu geniş perspektifinden insanların yanı sıra, hayvanların da gerektiği şekilde yararlanması söz konusudur.
Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) hayat-ı seniyyelerinde, bu konuyla alâkalı pek çok örnek bulmak mümkündür: Bir keresinde O, bir muharebeden dönüyordu. Dinlenme vaktinde, Sahabeden bazıları bir kuş yuvası görmüş ve yuvadaki yavruları alıvermişlerdi. Tam o sırada anne kuş geldi ve yavrularını onların elinde görünce, başlarında pervaz etmeye başladı. Allah Rasûlü bu duruma muttali olunca fevkalâde celallendi ve hemen yavruların yuvaya konulmasını emir buyurdu (Ebu Davud, Edeb: 164). Allah Rasûlü’nün (s.a.s) bu misaldeki heyecanı bile, İslâm’ın “hak” mevzuunda ne kadar hassas ve kucaklayıcı olduğunu göstermeğe kâfidir.
Kur’ân-ı Kerim, bir insanı öldürmeyi, bütün insanlara karşı işlenmiş bir cinayet şeklinde ele alır ve, “Kim, bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu, (hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur” (Maide/5: 32) buyurur. Hak mevzuundaki bu hassasiyeti hiçbir dinde, hattâ hiçbir modern hukuk sisteminde bulmak mümkün değildir. Evet İslâm, bu meselede çok titiz davranmış ve bir insanın öldürülmesini, topyekün insanlığın öldürülmesine denk tutmuştur.
Kur’ân-ı Kerim, başka bir sûrede haksız yere birini öldüren insanın ebedî Cehennem’de kalacağını vurgular ve, “Her kim bir mü’mini kasden öldürürse, onun cezası, içinde sürekli kalacağı Cehennem’dir. Allah ona gazab etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır” (Nisa/4: 93) der. Yine Efendimiz’in (s.a.s.) sahih hadisleriyle beyan buyurdukları gibi, bir insan, kendi canı, aklı, malı, nesli ve dini uğrunda ölürse şehit olur. Bu haklar konusunda mücadele verme cihad sayılmıştır.
Bu konu, bizim hukuka esas teşkil eden usûl kitaplarımızda da mevcuttur. Söz konusu bütün bu esaslar, herbiri korumakla mükellef bulunduğumuz hayatî esaslardır. İşte İslâm, insan haklarına bu temel prensipler açısından yaklaşır ve her ferdi, onları muhafaza ve müdafaa etmekle sorumlu tutar. Bu itibarla da, böyle bir dinde insan haklarının ihmal edildiği katiyen söy*lenemez. Ayrıca, sadece İslâm Dini’ndedir ki insan, Allah’ın halifesi ünvanıyla taltif edilmiş ve ona bahşedilen bu yüce paye sayesinde, onun eşyaya müdahale etmesine izin ve imkân verilmiştir. Ve yine İslâm’da insan, kendini ve neslini koruma, çalışma ve teşebbüs hürriyeti gibi hürriyetlerle serfiraz kılınmıştır. Öyle ki, ne bu konuyla alâkalı başka sistemlerin getirdiği prensiplerle İslâm’ın karşısına çıkmak, ne de meselenin herhangi bir olumsuz yanını göstermek mümkündür. Evet, insana gerçek hak ve değeri İslâm vermiş ve onun bütün haklarını muhafaza altına alarak ona sahip çıkmıştır. (Camcı, Ünal, 1999, s: 223–26 )
İnsan hakları konusuna bu şekilde İslâmî perspektiften yaklaşan Fethullah Gülen, yine son bir asırdır dünyada çok konuşulan konulardan olan hümanizmi, daha çok insan sevgisi noktasında ele alır. Hümanizmin günümüzde ulu-orta ele alındığını belirten Gülen, bazı güçlerin, bu kavramı kendi ideolojileri, inançları ve millî menfaatleri açısından değerlendirip istismar ettiklerine, sözgelimi, istismara açık tutmakta fayda gördükleri ülkelerde faaliyet gösteren terör örgütlerine açık-kapalı destek verirken, bu teröre karşı yapılan mücadeleyi ise hümanizm ve insan hakları açısından mahkûm etmeye çalıştıklarına dikkat çeker. Gülen, terörü bastırma adına girişilecek her türlü haksızlığı, “Bir topluluğa olan düşmanlığınız, sizi adalet yapmaktan alıkoymasın; daima adaletli davranın” (Mâide/5: 8) hükmünü getiren Kur’ân’a bağlılık içinde şüphesiz reddeder; fakat, adalet sınırları içinde verilen terör mücadelesinin ise, hangi ülkede olursa olsun, kınanmasını tasvip etmez. O, İslâm’da cihad konusunun da böyle bir istismara, bilerek veya bilmeyerek yanlış anlamaya ve yanlış tanıtmaya kurban edildiğini de özellikle vurgular.
Gülen, hümanizmle bağlantılı olarak insan sevgisine temas ederken, “Sevgi, bizim inanç ve gönül üzerine kurulu dünyamızın pörsümez gülüdür. Her şeyden evvel, Cenab-ı Hakk, kâinatı muhabbet atkıları üzerinde bir dantela gibi örmüştür ve varlığın bağrında her zaman en büyüleyici bir edayla seslendirilen musikî, sevgidir. Aile, toplum ve milleti teşkil eden fertler arasında en güçlü münasebet sevgi münasebetidir. Sevgi, anne-babadan evlâda şefkat şeklinde, evlâttan anne-babaya ise saygı şeklinde tecelli eder. Âlemşümul sevgi ise, bütün varlıktan, varlığın her parçasına karşı yardımlaşma ve tesanüt şeklinde kendini gösterir” der.
“Varlığın ruhuna tamamen sevginin hakim olduğu”nu belirten Fethullah Gülen’e göre her varlık, bir sevgi zemzemesi içinde, kâinat çapındaki sevgi korosunun ferdi olarak Allah’tan aldığı bir büyülü nağmeyi kendi üslubu ile yeniden eda ve icra etmektedir. Ancak, varlıktan insanlara, varlığın cüz’i fertlerinden diğer cüz’i fertlerine karşı bu sevgi teatisi, gayr-i iradi olarak cereyan etmektedir. Çünkü iradesi olmayan varlıklarda tamamen İlahî İrade ve İlâhî Meşiet hakimdir.
İnsanî saha hariç, bütün varlık âleminde, yaratılıştan gelen, kaynağını Yaradan’ın yaratılana olan muhabbetinden alan irade dışı sevginin hakim olduğunu bu şekilde ifade eden Fethullah Gülen, insanın, varlıktaki bu sevgi senfonizmasına iradesiyle iştirak etme konumunda bir varlık olduğuna dikkat çeker. Yani insan, varlık hamurundaki sevgi çekirdeğini büyütmeli ve hayatını onun gölgesinde geçirmeli, bu şekilde, kin, nefret, kıskançlık gibi duygulara kapanmalıdır. Gülen, bu konuda İslâm’ın gerçekten anlaşılıp yaşandığı dönemlerden, Müslümanların başkalarının rahatı, mutluluğu, bilhassa Âhiret’te kurtulmaları uğruna ortaya koydukları destansı fedakârlıklardan örnekler aktardıktan sonra, şunları kaydeder:
İslâm’ın ruhundaki sevgiye uyanmış öyle insanlar gelmiş geçmiştir ki, farkına varmadan ayağıyla bir çekirgeye basmışlarsa, hemen yetkililere gelip, bunun cezasının ne olduğunu sormuşlardır. Camilerimizin nurefşan çehrelerine baktığımız zaman, alınlarında kuşlar için yapılmış yuvacıkları görürüz. Bu, ecdadımızın sevgideki derinliğinin bir ifadesidir. Bizim içimizde, insanların yanında hayvanları bile koruma adına öyle müthiş ve başdöndürücü, eserleriyle bugün bile ibretâmiz öyle levhalar vardır ki, başka bir yerde bunları göstermek mümkün değildir. (a.g.e., 218–22)
Gülen, İslâm’ın âlemşümul prensipleri çerçevesinde sevgi mülâhaza ve düşüncesinin çok derin, ama çok dengeli olduğunun altını da çizer. Yani İslâm, bütünüyle mazlumun yanında olmasına mukabil, zulmedene sevgiyi emretmez; ona merhameti, bir hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi, onu zulmünden vazgeçirmekte görür.
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
KADIN VE TOPLUMDAKİ YERİ
Kadın konusunun çağımızda bir problem olarak gündeme gelmesi, esasen Batı dünyasında, Ortaçağ skolastisizminin kadına bakışına tepki olarak doğan ve asrımızdaki dünya savaşlarının Avrupa toplum ve aile yapısını sarsmasıyla gelişen feminizm akımları münasebetiyledir. Modern bir problem olarak bu mesele de, modern toplumun bir meselesi olarak doğmuş ve dolayısıyla bize de intikal etmiştir.
İslâm dünyasında, bu mesele dışarıdan ithal edilinceye kadar, bir kadın problemi olmadığı, bilhassa son asırlarda kadına karşı davranışta tasvip edilmesi mümkün olmayan yanlar bulunmakla birlikte, en azından böyle bir problem tartışılmadığı gibi, esasen, meselâ 18. asır başında İstanbul’da bulunan İngiliz büyükelçisinin hanımı Lady Montaigne’in mektuplarında da açıkça itiraf ettiği üzere, Türk ailesinde kadın evin hakimiydi. O, ev içinde ve dışında çok büyük hürmet görürdü. Çok eşlilik istisna olup, tek eşlilik esastı. Kadına el kaldırmak, en büyük bir utanç vesilesiydi. Lady Montaigne, bilhlassa eğitimli Müslüman-Türk ailesinde ve cemiyetinde kadına verilen değerden ve Türk kadınının aile ve cemiyetteki mevkiinden hayranlıkla bahseder. Bunun dışında, bazı batılıların kadınlarımız ve Osmanlı Türk ailesi hakkında yazıp çizdikleri, büyük ölçüde ön yargıdan kaynaklanan birer hayal mahsulüdür. Bununla birlikte, Anadolu’da, bilhassa, 19. asırda ve 20. asrın başlarında, her yönden fakir düşüp, perişanlığımızın arttığı dönemlerde, gerekli eğitimi alamamış ailelerde, kadının sırtına ağır yükler yüklenmiş olduğu da bir vakıadır. Bunun dışında, bizde hiçbir zaman bir kadın-erkek ayırımı problemi ciddi biçimde olmamıştır. Fakat, feminist akımlar bu problemi ülkemize de taşımış, neticede, iyi niyetlilerin yanısıra, meseleyi istismar konusu yapan bazılarının da katkılarıyla, bilhassa günümüzde kadın meselesi, en çok tartışılan konulardan biri haline gelmiştir.
Fethullah Gülen, oldukça hassas, muzdarip ve kendisini başkalarına adamış yapısıyla, denebilir ki, ruhunu en iyi bir anne kalbinde bulur. Dolayısıyla, belki aldığı İslâmî terbiye gereği ve en azından anne-baba ocağında gördüğü anne şefkatine denk iç sızlayışını, gözyaşını, şefkati, merhameti, başkaları için yaşamayı bir anne ruhuyla özdeşleştirir ve kadına bakarken de, öncelikle bu pencereden, hassas, çileleriyle kan rengine bürünmüş, şefkat, merhamet ve kendi solup giderken, başkalarına adanmışlık içinde kokusunu neşretmeye devam eden bir gül noktasından bakar.
İç donanımı itibariyle kadın bir şefkat abidesidir; şefkati de yaratılış ve tabiatından kaynaklanmaktadır. Bu nezih tabiat, yanlış müdahalelerle kirletilmemişse, hep şefkat düşünür, şefkat söyler; şefkatle oturur kalkar; bir ömür boyu çevresindekileri şefkatle süzer ve herkese kadeh kadeh şefkat içirir. Herkesi şefkatle kucaklayıp herkese şefkat içirdiği aynı anda, inceliğinin ve içtenliğinin gereği olarak da sürekli ızdırapla yutkunur durur. Bir tül gibi titrer etrafındaki herkesin üzerine: anne-babasına, kardeşlerine, arkadaşlarına ve bütün yakınlarına; tabiî mevsimi gelince eşine, evlâtlarına. Paylaşırken onlarla zevki, lezzeti, neşeyi, güller gibi açar ve çevresine gülücükler yağdırır. Görünce de onlarda tasayı, kederi, yapraklar gibi sararır, solar ve hüzünle inler. (Yağmur, Nisan-Haziran 2000)
“Fethullah Gülen için” demeğe gerek yok; bir gerçek varsa, o da, fizikî güzelliğin geçici olduğudur. İkinci olarak, bir insanın fizikî yapısı kendi elinde ve iradesi dahilinde değildir ki, onunla övünülsün veya yerinilsin. Dolayısıyla, kadın olsun erkek olsun, insanın gerçek değeri, hiçbir zaman, zamanla aşınıp, neticede toprağa karışacak fiziğinde değil, fakat onun gerçek kimliğini oluşturan ve fiziğinin toprağa karışmasıyla yok olmayıp kalan ruhundadır, karakterindedir, sahip olduğu faziletlerdedir. Dolayısıyla kadına da gerçek değerini kazandıran, onun fizikî farklılığı, cismaniyeti, cinsiyeti değil, genelde insan olarak ve bir de özellikle kadın olarak taşıdığı değerlerdir. Gülen, bunu vecize mahiyetindeki şu sözleriyle ifade eder:
· Kadını, meleklerden daha ulvî yapan ve onu eşsiz bir elmas haline getiren, onun iç derinliği, iffet ve vakarıdır.
· İyi kadın, ağzında hikmet, ruhundan incelik ve letafet, davranışlarında herkese saygı ve hürmet telkin eden kadındır.
· Bedenî hayatıyla gelişirken, kalp ve ruh tomurcuklarını inkişaf ettirememiş bir kadın, belli bir süre başlarda gezen çiçeklere benzese bile, arkadan solup gitmesi, yaprak yaprak dökülüp ayaklar altında çiğnenmesi kaçınılmazdır. Ebedîleşme yolunu bulamayanlar için ne hazin âkıbet..! (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 64–7)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Kadının toplumdaki yeri ve kadın-erkek eşitliği meselesi
Yazı, röportaj, sohbet ve vaazlarında zaman zaman kadının toplumdaki yeri üzerinde de duran Fethullah Gülen’e göre, İslâm’da kadın-erkek ayırımı gibi bir ayırım hiçbir zaman olmamıştır. Bazılarının tenkit adına dillerine doladığı Hz. Havva’nın Hz. Âdem’in eğe kemiğinden yaratılmış olduğunu izah ederken o, hadisin haber-i âhad olduğunu, yani, râvî ve rivayet senedi sayısı mütevatir ve meşhur hadis seviyesine ulaşmamış bir hadis olduğunu söyler ve bu hadisin, kadınlara iyi davranılması, kendilerine karşı sertlik gösterilmemesi noktasında bir teşbih ifade ettiğini belirttikten sonra, ayrıca âhâd hadislerin, ilgili âyetler ışığında yorumlanması gerektiğine dikkat çeker. Kâinattaki her şeyin çift yaratıldığını ifade eden ve “Ey insanlar! Allah’a karşı gereken saygı içinde olun ki, O sizi bir insanî mahiyetten yarattı ve onu iki çift halinde, pek çok erkekler ve kadınlar haline getirdi” (Nisâ/4: 1) buyuran; yine, “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi kavim ve kabilelere ayırdık, birbirinizi tanıyasınız, (yardımlaşıp, sevişesiniz) diye. Allah’ın yanında en üstününüz, takvaca en ileri olanınızdır” (Hucurât/49: 13) diye ilan eden Kur’ân-ı Kerim’de, görüldüğü gibi üstünlük mevzuunda bir kadın-erkek ayırımına asla gidilmemektedir. Nisâ Suresi’nin âyetinde, insanların tek bir ‘nefis’ten yaratıldığı ifade olunmaktadır ki, buradaki ‘nefis’ten kasıt insan mahiyetidir ve bu mahiyetin bir tarafını erkek, bir tarafını kadın oluşturmaktadır. Dolayısıyla, yaratılışta bir erkek-kadın ayırımı ve üstünlüğü söz konusu edilemez. (Asrın Getirdiği Tereddütler 2, 158–61)
Bu temel gerçeğin yanısıra, Fethullah Gülen, bir diğer önemli noktaya daha parmak basar. Bu da, kadın-erkek eşitliği iddiasıdır. Ona göre, her şeyden önce, hiçbir fark göstermeden, tabiatı, niteliği, değeri ve boyutları her bakımdan bir ve birbirinin aynı olma manâsında eşitlik, kadın-erkek veya bir başka iki insan, iki erkek ya da iki kadın arasında söz konusu olamaz. Çünkü insanlar içinde her fert, başka varlıklara göre bir tür gibidir; kendine has özellikleri ve kendine has bir dünyası vardır. Dolayısıyla, insanlar arasında mutlak manâda eşitlikten bahsedilemez.
Kadın-erkek eşitliği meselesinde önce bu temel gerçeği kaydeden Gülen, daha sonra, “Her şeyi çift (erkek ve dişi) yarattık ki düşünüp ibret alasınız.” (Zariyât/51: 49) âyetinden hareketle, zerrelerden (partikül) bitkilere, ondan hayvanlar ve insanlara kadar her şeyin çift, yani erkek ve dişi olarak yaratıldığını belirtir. Bu yaratılış örgüsünde çiftler, bir bütünün iki tamam*layıcısıdır; birbirine yardımcı, birbirine destek ve birbirine, pozitif negatife, elektron protona, gece gündüze, yaz kışa, yeryüzü gökyüzüne, erkek kadına, kadın erkeğe muhtaçtır.
İşte Allah (c.c.), kadını yaratırken, elektrona nisbeten protonu, pozitife nisbeten negatifi, erkek tohuma nisbeten dişi tohumu yarattığı gibi yaratmış ve iki çiftten (eş) bir vahdet, bir bütün meydana getirmiştir. Fakat elektron protona, pozitif negatife eşit olmadığı gibi, kadınla erkek de birbirinin eşiti olamaz. Bu, fıtratın değişmeyen kanunlarındandır. Zira tek olan Allah’tan başka her şey eksik olduğu gibi, varlığını sürdürebilmek için de, hiçbir şey kendi kendine yeterli değildir. Bu itibarla, eksik olan erkek ve kadın, bir araya gelerek birbirlerini tamamlayacak ve bir vahdet teşkil edeceklerdir ki, bütünde asıl olan da budur.
Dolayısıyla, Gülen’e göre, kadın ve erkek birbirinin eşiti iki ‘eş’, iki rakip değil, birbirinin tamamlayıcısı iki eştir. Allah Rasûlü bir hadislerinde bu gerçeği, kadın ve erkeğin birbirinin tamamlayıcısı iki yarım oldukları şeklinde ifade ederler. Bu yarımlardan biri, hiçbir zaman biri diğerinin aynı değildir. Aralarında fizyolojik, psikolojik pek çok farklar vardır. Fakat bu demek değildir ki, ne erkek kadının biyolojik olarak daha gelişmiş bir şekli, ne de kadın erkeğin az gelişmiş bir tipidir. Cinsiyet farklılığına beşerin müdahalesi olamayacağına göre herkes, eşitlik hayallerinden vazgeçip, erkeği ve kadını olduğu gibi kabullenmelidir.
Bu fıtrî, yani temel yaratılış gerçeğini bu şekilde ortaya koyan Gülen, şu ikazda bulunmaktan da geri kalmaz: “Burada şunu da belirtmek gerekir ki, kadınlarda bu yaratılış farklılığı onların hor ve hakir görülmelerini gerektirmez. Bilakis Cenab-ı Hakk, “her şeye takdir ettiği şekli verip, sonra da doğru yolu gösterendir” (A’lâ/87: 3). Kadını, erkeği ‘en güzel yaratılış üzerine yaratan’ ve ona yücelmenin, yükselmenin yollarını öğretendir. Onları birbirinin tamam*layıcısı, örtüsü ve koruyucusu yapandır.” (Prizma 1, 143–45; “Ertuğrul Özkök’le röportaj”, Ergün, 35) Gülen, bu konuda ayrıca şöyle der:
Gerçi kadın, fizyoloji ve psikoloji açısından farklı bir tabiata sahip ve ayrı özellikleri haizdir; ama bu, erkeğin kadından üstün ya da kadının erkekten aşağı olması manâsına gelmez. Kadını-erkeği havadaki azot ve oksijen şeklinde düşünecek olursak her ikisi de hususi yerleri, konumları itibariyle fevkalade önemlidirler ve aynı ölçüde birbirlerine muhtaçtırlar. Havadaki unsurları birbiriyle mukayese ederek: “azot daha kıymetlidir” ya da “oksijen daha faydalıdır” mülahazası ne ölçüde abes ise, kadın erkek arasında bu türlü mukayeselere girmek de o ölçüde bir münasebetsizliktir. Evet, kadın erkek yaratılış ve dünyadaki misyonları açısından birbirlerinden farksızdırlar ve bir vahidin birbirine muhtaç iki ayrı yüzü gibidirler.
İbn-i Fârıd’ın da dediği gibi, kadının güzelliği de erkeğin güzelliği de, Güzel*ler Güzeli Yaratıcı’nın Cemali’nden birer parıltıdır. Bu iki hilkat harikasının, birbirlerini kendi konumlarında kabul edip el ele ve omuz omuza bulunmala*rı, onları olduklarının ötesinde ayrı bir güzelliğe ulaştırır. Yaratılış planıyla belirlenmiş bulunan çerçevenin dışındaki farklı yorumlar ve takdirler ise, on*ları çirkinleştiriyor, hoyratlaştırıyor ve bilhassa güzellik ve endamın en an*lamlı yanı, “hiss-i mücerred” olması itibarıyla Hakk Cemali’nin çok buutlu bir aynası sayılan kadın, beşer tabiatının kesif renkleriyle kendi kendini matlaştırıyor ve her şeyi cismaniyete bağlayarak, o önemli aynadarlık vazi*fesini daraltıyor. (Yağmur, Nisan-Haziran 2000)
Fethullah Gülen, bundan sonra erkek ve kadını toplumdaki vazife ve fonksiyonları noktasında ele alır. Ona göre, kadın erkek olmadığına, erkekle arasında farklı fizyolojik ve psikolojik farklılıklar olduğuna göre, elbette bu farklılıklar, onun toplumdaki yerine ve vazifesine de yansıyacaktır. Bununla birlikte önce şu nokta belirtilmelidir ki, dinî emirler ve yasaklar karşısında, erkek de kadın da aynı şekilde sorumludur. Arada, yaratılıştan gelen ve insanın müdahale sahasının dışında olan şartların getirdiği bazı istisnalar vardır. Bu istisnalarda kadın, bazı yükümlülüklerden âzâde kılınmıştır. Meselâ, gerek dinen, gerekse toplumda işbölümünün bir gereği olarak, askerî eğitim ve doğrudan cephede savaşma erkekler seviyesinde kadından istenmemiş; buna karşılık onlar, tarihimiz boyunca cephe gerisinde hizmetler vermişlerdir. Bazı ibadetlerde kadına tanınan, esasen bir yükümlülükten muaf tutulmadır, yoksa onları aşağılama asla değildir. Erkeklerin yaptığı daha bazı işlerin kadına yüklenmemesine gelince, bu da, her iki cinsin fizyolojik ve psikolojik farklılığı ve Yaratıcı El’in her iki cinse verdiği bir takım farklı özelliklerden dolayıdır. Avrupa ve Amerika dahil, modern toplumlarda da, erkeğin yaptığı her iş kadına verilmez. Meselâ, kadın, bütün dünyada nadiren cumhurbaşkanı, devlet başkanı olabilmektedir; genel kurmay başkanı, kuvvet komutanı ise hiç yoktur; hattâ, kadından vali bile bulmak mümkün değildir. Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlerde de, hiçbir zaman kadından kardinal, papa ve başhaham olmamıştır. Meseleyi başka türlü takdim edenler, esasen kadına değerini vermemekte, tam tersine onu, Kudret Eli’nin ona verdiği değerden düşürmektedirler: “Bugüne kadar feministlerin kadınlar adına ileri sürdükleri her teklif, onu hoyratlaştırıcı, küçük düşürücü ve tabiat deformasyonuna uğratıcı olmuştur. Oysa ki kadın, varlık zincirinde çok önemli bir halkadır ve onun en ehemmiyetli yanı da, kendi fıtrat ve tabiatının sınırlarına saygılı kalmasındadır. ‘Kadını açıp-saçalım ve ona gönlünce yaşama imkânları verelim’ diyenler, böyle yapmakla o kıymetli cevheri, hırsızların, uğursuzların ellerinin yetişeceği yere koymuş olmakta; kadınlık âlemi için, hak ve hürriyet havariliği yapanların çoğu da, onu cismanî zevkleriyle coşturup ruhunu hançerlemekten başka birşey yapmamaktadırlar. Oysa kadın, iğfal edilip çirkeflere düşürülmeyecek kadar muallâ bir cevherdir.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 67–8)
Kur’ân-ı Kerim, dinî ve içtimaî sorumluluklarını yerine getiren mü’minleri överken, Arapça’nın karakteristiği gereği her iki cinsi birden ifade edebilecek zamirler kullanmak mümkün iken, erkeklerle birlikte kadınları ayrıca anarak, söz konusu hususlarda kadınlarla erkekler arasında bir fark olmadığına işaretle, bu konudaki cahiliye kabûllenişlerini yerle bir eder. Meselâ:
Allah, onların duasını kabûl etti ve şöyle buyurdu: “Ben, sizden erkek-kadın, kim güzel işler yaparsa, onların yaptıklarını zayî etmem.” (Âl-i İmran/3: 195)
Erkek veya kadından her kim inanarak güzel işler yaparsa, işte öyle kimseler Cennet’e girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar. (Nisâ/4: 124)
Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, inanmış erkekler ve inanmış kadınlar, ibadet ve taate devam eden erkekler ve kadınlar, doğruluktan ayrıl*mayan erkekler ve kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, gönülden Allah’a saygılı olan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve kadınlar: Bunlar için Allah bağış ve büyük mükâfat hazırlamıştır. (Ahzab/33: 35)
Fethullah Gülen, annelik psikolojisi, fertlerin ve toplumların hayatında, karakterlerin oluşumunda ve eğitimde önemi her türlü ifade ve takdirin üstünde bulunan ailenin bir bakıma direği, ışığı olması gibi sebeplerle, kadının evdeki rolünü, kadının yapabileceği işlerin değil, toplumdaki bütün vazife ve fonksiyonların önüne çıkarır. Ona göre kadın, öncelikle bir eş, bir anne ve evin birinci derecede terbiyecisi olarak değerler üstü bir değere sahiptir ve buradaki fonksiyonunu çok iyi yerine getiren bir kadın da, varlıklar arasında saygıya en lâyık olandır:
Ruh ufku itibariyle eşini bulmuş ve çocuklarıyla susuzluğunu giderebilmiş bir kadının, Cennet hurilerinden ve böyle birinin çevresinde örgülenmiş yuvanın da Firdevs’ten farkı yoktur. Her halde böyle bir cennetliğin gölgesinde şefkat yudumlaya yudumlaya yetişen çocukların da ruhanîlerden farkı olmayacaktır. Evet, böyle bir yuvada neşet etme bahtiyarlığına ermiş bir fert, başı firdevslere ermiş gibi ötelerin neşesiyle yaşar ve çevresine tebessümler yağdırır durur.
Böyle bir yuvada, tenler ve cesetler ayrı ayrı görünse de, herkese ve her şeye hükmeden can bir tanedir. Her zaman kadından fışkırıp bütün bir yuvayı saran bu can, manen bir büyü, bir ruh gibi her zaman herkesin üzerinde kendini hissettirir ve adeta onları bir yerlere yönlendirir. Kalp ufkunu karartmamış ve ruhunun önü açık mübarek bir kadın, aile sistemi içinde tıpkı bir kutup yıldızı gibidir; hep yerinde durur, kendi etrafında döner; sistemin diğer üyeleri ise, varlıklarını her zaman onun çevresinde şekillendirir ve ona bağlılık içinde hedeflerine yürürler. Herkesin yuva ile münasebeti muvakkat, sınırlı ve izafidir. Kadın ise, başka bir işi olsun olmasın, içinde şefkat, merhamet, sevgi macununun kaynayıp durduğu mutfağıyla sürekli evinin orta yerinde dimdik ayakta durmakta ve duygularımıza neler ve neler pişirip sunmaktadır..!
Bize göre kadın, hususiyle de analık buuduyla, semalar kadar derin ve gönlünde göklerin yıldızları kadar duyguların, düşüncelerin köpürüp durduğu bir his ve merhamet yumağıdır. O her zaman, acı-tatlı tali’iyle uyumlu, sevinçleriyle kederleriyle barışık, neşeyle-tasayla iç içe, kine-nefrete kapalı, her haliyle ihya ve imar peşinde ve yer yüzünde İlâhî hilâfetin en saf mayası, insanî inceliğin de âdeta özü ve üsaresidir. Bilhassa, inancı ve sonsuzluk düşüncesiyle gönül kapılarını ebediyetlere aralamış bahtiyar bir kadın, madde ve manânın, cisim ve ruhun birleşik âlemi diyebileceğimiz sihirli bir noktada, tasavvurlar üstü öylesine parlak bir konuma maliktir ki, bunun ötesinde ona vereceğimiz en yüksek payeler ve makamlar dahi onun güneşler gibi parıldayan gerçek değerleri yanında – yeri, konumu ve mazhariyetleri adına mübalağalara girilerek hakikî haline gölge düşürüldüğü için – sönük birer mum mesabesinde kalırlar.
Bizim düşünce dünyamız ve değerler atlasımızda kadın, hilkat hadisesinin en önemli rengi, insanlık âleminin en bereketli ve sihirli rüknü, evlerimizde Cennet güzelliklerinin kusursuz bir izdüşümü, varlık ve bekamızın da en sağlam teminatıdır. O yaratılmadan önce Âdem Nebi yalnız, ekosistem ruhsuz, insan oğlu inkıraza teslim, yuva ağaç kovuğundan farksız bir in ve insan da kendi ömür fanusunun mahbusuydu. Onunla ikinci bir kutup oluştu ve kutuplar birbirine bağlandı. Varlık yeni ve farklı bir sesle, bir görüntüyle şenlendi; yaratılış tamamlanma vetiresine girdi ve yalnız insan da bir nev’e dönüşerek kâinatın en ehemmiyetli bir unsuru haline geldi; geldi ve eşine değerler üstü değer kazandırdı. (Yağmur, Nisan-Haziran 2000)
Gülen, her biri kutsal – ruhların dinlendiği, insanlar arasında zevce-zevç (karı-koca), anne, baba-çocuklar, kardeşler, büyükbaba, büyükanne-torunlar arasında en müstesna sevgi, şefkat, vefa, sadakat ve bağlılığın yaşandığı ve insanın en unutulmaz hatıralarının zihnine ve kalbine işlendiği yer olma gibi – daha başka fonksiyonlarıyla birlikte, nesillerin hayata ilk uyandığı, hayat boyu tesiri hissettirecek ilk eğitimi aldıkları ve şuuraltlarının oluştuğu yer olarak da evin ve ailenin, fertlerin, toplumların ve milletlerin hayatındaki önemine sürekli vurgu yapar:
Ta baştan sağlam esaslar üzerine kurulmuş ve maddî-manevî saadetin dalgalanıp durduğu bir yuva, milletçe varolmanın en sağlam bir temel taşı ve faziletli fertler yetiştiren mübarek bir mekteptir. Evlerini mektepler kadar feyizli ve bereketli, mekteplerini de evleri kadar sıcak hale getirebilen milletler, ıslah hareketlerinin en büyüğünü yapmış, gelecek nesillerin huzur ve mutluluğunu garanti altına almış olurlar.
Millet, hane cüz’î fertlerinden meydana gelir. Bu itibarla, evler iyi ise millet iyi, evler kötü ise millet de kötüdür. Keşke, milletin salâhını isteyenler, her şeyden evvel hanelerin ıslahına çalışsalardı...!
“Ev”e, içindeki insanlara göre “ev” denir. Bir hanenin fertleri, o hanede oturanların insanî değerleri paylaştıkları ölçüde mesut sayılırlar. Evet, diyebiliriz ki insan, eviyle insanca yaşar; ev de içindeki insanlarla “ev” olur. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 139–40)
Şüphesiz Fethullah Gülen, kadın evde otursun ve bütün gününü mutfakta geçirsin anlayışında değildir. O, kadının, fizyolojisi ve psikolojisi nazara alınmak kaydıyla, herhangi bir işte çalışabileceğini, İslâm’da buna mâni bir hükmün bulunmadığını (Nuriye Akman’la röportaj, Sabah, 23 Ocak 1995), hattâ, aşağıda geleceği üzere, İslâm’ın ona ekonomik özgürlük tanıdığını belirtir. Bunu belirtmekle kalmaz, “Kadın, bulaşık bir kap, değersiz bir maden parçası olmadığı gibi, yeri de bulaşık kaplarının, maden parçalarının bulunduğu yer değildir. O, eşsiz bir pırlantadır” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 67) diyerek, kadının evdeki fonksiyonunun mutfak işi olmadığı konusunda ikazda bulunur. Ona göre kadın, nesillerin birinci derecede ve en önemli öğretmeni, eğiteni ve mürşidi, yani yol gösterenidir:
Çocukların talim ve terbiyesi, hanenin nizam, huzur ve âhengi adına insanlık mektebinin ilk hocası kadındır. Kadına yeni yeni yerler arandığı günümüzde bir kere daha, Kudret Eli’nin ona bahşettiği bu müstesna mevkiin hatırlanması, bir kısım fuzûlî arayışları önleyeceği kanaatindeyiz.
Kalbini iman nurları, kafasını da ilim ve içtimâî terbiye ile aydınlatmış bir kadın, evini yeniden her gün inşâ ediyor gibi, ona yeni yeni güzellik buutları ekler.
Ruhunda olgunluğa ermiş bir kadının, yetiştirip arkada bıraktığı hayırlı halefleri sayesinde, yuvası devamlı bir buhurdanlık gibi tüter ve içlere inşirah veren râyihalar salar. İşte bu râyihaların esip durduğu uhrevî mekân, her türlü tarif ve tavsifin üstünde tam bir Cennet bahçesidir. (a.g.e. 64, 67)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Kadın ve ekonomik hürriyet
Kadının ekonomik hayattaki yerine de temas eden Gülen, bu konuda özetle şunları kaydeder:
Aile, toplumun ve milletin en küçük ve temel müessesesi olarak bir kudsiyete sahiptir. Nesiller aile içinde dünyaya gelir ve ilk terbiyeyi aileden alır. Erkek ve kadın, aile çatısı altında ortak bir hayatı paylaşır ve yaratılışlarından gelen duyguların karşılıklı tatminiyle saadet bulur. Bu yüzden, tarih boyunca hemen bütün dinler, milletler ve sistemler aileye büyük önem vermiş ve evlilik müessesesini mukaddes bilmişlerdir. İslâm da bu çerçevede inancın, aklın, neslin, malın ve canın korunmasını ana hedefler olarak almış ve bu konuda hükümler getirmiştir. Meselâ, içki yasağında aklın korunmasının, hırsızlık yasağında cemiyet düzeninin ve özel mülkiyetin korunmasının payı olduğu gibi, zina yasağında da nesillerin, ailenin ve bilhassa kadının korunmasının payı vardır. İşte, nasıl her müessesede bir idareci varsa, ailede de bir idarecinin olması gereklidir. İslâm, bu konuda mutlak bir hüküm getirmemiş, fakat, İslâm tarihinde İslâm’ın oluşturduğu geleneklerde, kadın bilhassa ev içinde daima hakim olmuş, hem anne, hem de zevce (eş) olarak büyük hürmet ve sevgi görmüştür. Buna karşılık, tarih boyunca toplumlarda daha çok evi geçindirme erkeğin üzerine düştüğü, erkek bilhassa dış dünya ile münasebetlerde kadına nazaran daha dayanıklı, daha güçlü olduğu için, bu noktada ailenin reisi kabûl edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim, bu hususu, “Allah, bazı hususlarda bazınızı bazınıza üstün kıldı. Erkekler de mallarından harcamaları sebebiyle, kadınlar üzerinde koruyucu, işe bakan ve idarecidirler” (Nisâ/4: 34) ayetiyle açıklamaktadır.
Âyette de açıkça ortaya konduğu üzere, hiçbir insan diğerinin aynı değildir. İnsanlar, güç, kabiliyet açısından da birbirlerinden ayrılırlar. Bu da, toplumda gerekli mesleklerin oluşmasına ve ayrışmasına yol açar ve toplum hayatı için mutlaka gerekli olan bir şeydir. İşte, Kur’an-ı Kerim, mallarından harcayarak, aileyi geçindirme yükümlülüğünden dolayı, ev idaresinde erkeğe kadın üzerinde bir derece üstünlük tanımıştır. Burada, hükümlerin kendi başlarına ele alınmaması gerektiği hatırlatılmalıdır. İslâm, bunu yaparken, evi geçindirme yükünü de erkeğe bırakmıştır. Yani, evin geçimini sağlama sorumluluğu erkeğe aittir. Fakat bu, kadını mal sahibi olmaktan alıkoymaz. İslâm, kadını kazanmada, ticaret yapmada ve malını istediği şekilde kullanmada serbest bıraktığı gibi, mal ve kazancından eşine verme zorunluluğu da getirmemiştir. Bundan dolayıdır ki, ailede ekonomik hürriyeti bulunan zengin bir kadın, Hanefî mezhebinde İmameyn dediğimiz İmam-ı Ebû Yusuf ve İmam-ı Muhammed’e göre, fakir kocasına zekât verebilir. Dünyada hiçbir sistem, henüz kadına ekonomik hürriyet tanıma ve bu hususta onu ailede güçlendirme adına böyle bir hüküm koymuş değildir. İslâm’ın bu konudaki ilgili hükümleri değerlendirilirken, bu husus da mutlaka nazara alınmalı ve bir bütünlük içinde değerlendirilmelidir. Aksi bir tutum, bir peşin hükümlülük ve düşmanlıktan başta bir manâ taşımaz. (Özcan Ercan’la röportaj, Milliyet, 21 Ocak 1998; Yağmur, Nisan-Haziran 2000)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İslâm’ın kadın haklarında yaptığı inkılâplar
İslâm geldiği zaman, dünyanın her tarafında kadın, horlanan ve günahkâr görülen bir varlıktı. Bazı Arap kabileleri kız çocuklarını mirastan mahrum bıraktıkları gibi, kız çocuğu sahibi olma yüz karası sayıldığı ve kız çocuğu tüketici, ailenin malını başkasına götüren ve üretmeyen biri olarak görüldüğü için, çok zaman diri diri toprağa gömülürdü.
Durum, dünyanın her tarafında daha dün diyeceğimiz zamana kadar da farklı değildi. Fethullah Gülen, Şefik Can’dan iktibaslarda bulunarak, başka yerlerdeki uygulamalar ve kadına bakıştan da misallerle bahseder:
Dünyanın bir bölümünde o, hiç bir zaman evlenme miras ve diğer insanî hakların en küçüğüne dahi sahip olamadı. Herhangi bir hakka sahip olmak bir yana o, kasırgadan, ölümden, yılandan, zehirden daha zararlı bir yaratıktı. (Vedalardaki onun fotoğrafından gördüklerimiz bunlar…) Bir başka zaviyeden aynı bölgede o, hislerine tâbi bir mahlûk gibi görülüyor, kendisine bakılıp görülmemesi lâzım geldiği vurgulanıyor, bakıp görme mecburiyetinde kalınınca da kendisiyle konuşulmaması, konuşulunca da uzakta durulması esas alınıyordu – (ki, Buda ile Amenda arasında geçen konuşmadan süzüp çıkardığımız resimde bunlar apaçık…)
Bir başka coğrafyada, erkek ailenin mutlak hakimi, kızlarsa evlerde hizmetçi konumunda birer zavallı; hattâ bazen babaları tarafından satılan birer esir gibidirler. Bu coğrafyada onlar böyle bir muameleye müstehak kabul ediliyorlardı; çünkü, inanışlarına göre kadın Âdem’i aldatmış ve onu kötülüğe sevketmişti. Bu açıdan da o, mutlak melun sayılmalıydı.. (Bazı İsrail kaynakları itibariyle kadın hakkında biçilen hüküm de bu çerçevede…)
Diğer bir dünyada ise o, insan sayılmıyor, kendisine isim verilmiyor; 1, 2, 3 diye çağrılıyor, hattâ bazen domuz gibi görülüyordu. (Bu mide bulandıran tablo da Eski Çin’den…)
Daha başka bir âlemde ise o, çocuk yapan bir makine ve orta malı değersiz bir meta idi. (Yunan ve Roma’ya ait bu yaklaşımda edebimize takılıp, dışarıda kalan daha başka mülahazalar da var…) Şu sözler de, işte bu kültürün devasâ düşünürlerine ait: Eflatun: “Kadın, Cehennem’in kapısıdır ve o bir ... maldır.” Aristo: “Kadın, yaratılış itibariyle yarım kalmış bir erkektir.” Çiçero: “Kadın, erkekler büyük işler başarmasın diye yaratılmıştır. O yaratılmasaydı, erkekler tanrılaşabilirlerdi.” Kadını aşağılayıcı benzer yaklaşımlar daha sonra da devam etmiştir. VIII. Henry dönemine kadar (1509-1547) kadın, Cennet’te ilk günahın işlenmesine sebebiyet verdi diye İncil’e el süremezdi. İşte bu atmosferde şu kabil mülâhazalar çok yaygındı: Yitirilmiş Cennet’in yazarı Milton: “Kadın – hâşâ – bir hilkat hatasıdır.” Saint Augustine’a atfedilen – eğer isnat değilse – şu sözlerse, fevkalâde ürperticidir: “Eğer kadınlar Âhiret’te cinsî duygularıyla dirilecek olurlarsa, korkarım, orada da erkekleri baştan çıkarırlar.”
Modern çağlarda da kadını karalama hep aynı çizgide devam etmiştir: Nietzsche, “Kadınla konuşacağın zaman kırbacı eline almayı unutma!” diyerek, âdeta bir dünyanın düşüncesine tercüman oluyordu. Leon Tolstoy, evlilikle alâkalı hatıra defterinde, “Evlendiğim için çok mutluyum. Yuva saadeti bir güneş gibi ruhumu aydınlatıyor.” diyordu ki, bunlar yerinde ve doğru sözlerdi. Ama bir süre sonra yazdığı bir romanında roman kah*ramanını, “a, sakın evlenme; eşin ortaya iyi bir eser koymanı engeller. Alâkalarını baskı altına alır ve seni aşağı ve sıradan bir varlık haline getirir. O, bayağı bir varlık olduğu için, kocasının ruhunu da bayağılaştırıp alçaltmak ister” şeklinde konuşturarak, kadınlar hakkında gerçekten ne düşündüğünü açıkça ortaya koymuştu. (Yağmur, Nisan-Haziran 2000)
Fethullah Gülen, böyle bir ortamda zuhur eden İslâm’ın kadın konusunda yaptığı inkılâplara da değinir. Evet, böyle bir ortamda İslâm geldi ve âdetlerine, geleneklerine son derece bağlı kaba insanları birer merhamet ve şefkat âbidesine dönüştürdüğü gibi, kadını da, birlikte bir insanî bütünü oluşturduğu erkekle aynı hizaya koymanın da ötesinde, onun pek çok yükümlülüğünü hafifletti, âdeta erkeği ona muhtaç hale getirdi ve ona kız çocuğu olarak şefkatin, sevginin, kardeş olarak merhametin, eş olarak sevgi, merhamet ve arkadaşlığın, anne olarak hürmet ve sevginin en büyüğünü bahşetti. Bu konudaki bazı âyet ve hadisler şöyledir:
O gün onlara, diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının suçu neydi; hangi günahları sebebiyle öldürüldüler diye sorulacaktır (Tekvîr/81: 8-9).
Göklerin ve yerin mülkü ve tasarrufu Allah’ındır. O, ne dilerse onu yaratır. Kime dilerse kız bağışlar, kime dilerse erkek bağışlar... (Şura/42: 49).
Kadınlarla, haklarını gözeterek ve güzellikle geçinin (Nisa/4: 19).
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
Kimin bir kız çocuğu olur da, onu diri diri gömmez, ona zulmetmez, erkek çocuklarını ona üstün tutmazsa, Allah o kimseyi Cennetine koyar (Ahmed ibn Hanbel, Müsned).
Çocuklarınız arasında adaletli davranınız. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kız çocuklarını üstün tutardım (Sahih-i Müslim, “Birr, Sıla, Âdâp).
Kimin üç kızı veya üç kız kardeşi, hattâ iki kızı veya iki kız kardeşi olur da, onları güzelce eğitip edeplendirir, sonra onlara iyilikte bulunur ve everirse, kendisine Cennet vardır (Sünen-i Tirmizî, “Birr, Sıla”).
Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olan ve onlara iyi davranandır (Tirmizî, “Menakıb”, İbn-i Hanbel, Müsned).
Kadın, anne olarak da herkesin ve evin baş tâcıdır. Hemen herkesçe bilinen “Cennet, annelerin ayakları altındadır” hadis-i şerifi, kendi şeref ve büyük*lüğünün nerede yattığını bilen bir kadının ayağını herkesin omuzuna koymakta, yüzüne ve dudağına dokundurmaktadır. Yukarıda ifade edildiği gibi, Allah, anne-babaya itaati ve onlara bakmayı, Kendisi’ne ibadetle birlikte anmış ve nerdeyse aynı değerde görmüştür:
Rabbin, yalnız Kendisi’ne ibadet etmenizi ve anne-babaya, her yaptığınızı Allah’ın gördüğü gerçeğinin şuurunda olarak iyilikte bulunmanızı emretti. İkisinden birisi, yahut her ikisi, ihtiyarlık çağına ulaşır ve yanında kalırlarsa, sakın onlara ‘öf’ bile deme, onları azarlama. Onlara güzel söz söyle. Üzerlerine tevazu ve merhamet kanatlarını indir ve “Ey Rabbim! bunlar, küçükken nasıl bana merhamet ettilerse, Sen de onlara öyle merhamet et” de. (İsra/17: 23-24)
Bir gün bir şahıs Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) gelerek, insanlar içinde iyilik etmesine en lâyık kimin olduğunu sordu. Peygamber Efendimiz, “Annen” buyurdu. O şahıs, “sonra kim?” diye sorunca, Efendimiz, yine “annen” buyurdu. Adam, “sonra kim?” dedi. Efendimiz, yine “annen” buyurdu. Adam, dördüncü defa, “sonra kim?” diye sordu. Efendimiz, bu defa, “baban” buyurdu. (Buhari, Câmi el-Sahih)
Fethullah Gülen, İslâmın kadın hakları konusunda yaptığı inkılâpların üzerinde dururken, şu değerlendirmeyi de yapar:
Topyekün insanlığa ebedî var olmanın mesajlarıyla gelen İslâm, toplum tarafından kadının gasbedilmiş haklarını da istirdad ederek, onu açıkça koruma altına alan ve bu hususta sağlam kurallar vazeden ilk dindir. Kur’an, “Erkeklerin kadınlar üzerinde bazı hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır” (Bakara/2: 228) fermanıyla, herhangi bir yoruma meydan bırakmayacak şekilde bu gerçeği vurgular ve kadını yaratılış planındaki konumuna yükseltir. Veda Hutbesi’nde İnsanlığın İftihar Tablosu: “Size, kadınların hukukunu gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı öğütlerim… Kadınlar, size Allah’ın emanetidirler.” buyurur. Kadının, hemen bütün dünyada bir meta gibi alınıp-satıldığı o meşum dönemde, onları saygı duyulacak bir konuma yükseltmek, kadınlık âlemi için önemli bir tarihî hadisedir. Kur’an ve Sünnet’te, kadının konumu ve hakları o kadar net ve açık vurgulanır ki, onun ancak İslâm’la esaretten kurtulduğunu söylersek, zannediyorum mübalağada bulunmuş olmayız.
Zaten, bütün bir insaf dünyası da, kadın konusunda böyle düşünmektedir. İslam dünyasındaki yazarların pek çoğunun tanıyıp baş vurduğu G. Demombyne: “Kur’an, kadın hakları konusunda şimdiki Avrupa kanunlarının getirdiği esaslardan daha müsait esaslar getirmiştir.” der. Tanınmış bir diğer araştırmacı olan Stanley Lane-Poole ise, “İslâmiyet’in kadın hakları konusunda yaptığı değişiklikleri hiç bir kanun vâzıı yapamamıştır” diyerek, önemli bir itirafta bulunur. L.E. Obbald da, aynı mülahazaları paylaşma sadedinde, “Kadınları esaretten kurtarıp onlara mahrum edildikleri hakları iade ancak İslamiyet’le gerçekleştirilebilmiştir” der ki, bir kadirşinaslık ifadesidir. (Yağmur, Nisan-Haziran 2000)
İslâm’da, hamilelik, doğum yapma, fizyolojik zayıflık, duygusal yanının ve şefkatinin ağır basması, (İslâm’da hukuken emzirmeğe ve bakmaya mecbur olmamakla birlikte) çocuk bakımının örfen, tabiaten ve diyaneten daha çok kendisine düşmesi, aynı şekilde, (İslâm hukukuna göre, kocasının yemeğini yapma, çamaşırını yıkama, söküğünü dikme... gibi sorumlulukları olmasa da) yine örfen, tabiaten ve diyaneten ev işlerini daha fazla yüklenmesi gibi sebeplerle, kadın lehine düzenlemeler vardır. Meselâ, yukarıda geçtiği gibi, erkek, evin bütün ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olduğu halde kadın, malını ve kazancını erkeğiyle paylaşmak zorunda değildir. Kadın, doğumdan sonra çocuğa bakmaya, erkeğinin, hattâ evinin işlerini görmeye hukuken mecbur değildir; ancak yine örfen, tabiaten ve diyaneten böyle bir vazifeden bah*sedilebilir. Kadın, askerlik gibi ağır vazifelere de mecbur tutulmamıştır. Kendisine iyi davranılması, asla eziyet edilmemesi, haklarının yenmemesi konusunda kesin talimatlar getirilmiştir. Bu bakımdan İslâm, erkek-kadın münasebetlerinde subjektif ve zaman zaman kadının fiziğini ve güzelliğini istismara yol açabilen, ona haktan çok, altından kalkamayacağı, duygularının kaldıramayacağı yükler yükleyen anlayışlardan ziyade, şefkat, merhamet ve adalet gibi düsturlar üzerinde durmuş ve gerekli ailevî, içtimaî ve hukûkî düzenlemeler getirmiştir. Yaratıcı’dan başka kimsenin söz ve güç sahibi olmadığı hususları, yani, yaratılıştan gelen fizyolojik ve psikolojik farklılıkları nazara almış ve buna göre hükümler koymuştur.
Fethullah Gülen, bugün, hakkının yendiği yerde kadın haklarından bahsedilmesini ve “Ben, yetimin ve kadının hakkının yenmesini haram ediyorum” diyen Peygamber Efendimiz (s.a.s.) gibi, kadının haklarının korun*masını alkışlamakla birlikte, tarih boyunca bilhassa âdetlerden gelen yanlış anlayış ve uygulamaların İslâm’a mal edilmemesi gerektiğine ve kadın hakları adı altında, modern toplumlarda yer yer rastlanabilen istismarlara da dikkat çeker. Gençlik ve güzellik dönemlerinde, sadece güzelliğinden dolayı ellerde gezen, fakat sonra şefkat ve merhamete en muhtaç olduğu dönemde, solmuş bir çiçek gibi bir tarafa fırlatılıveren kadınların ızdırabı, kendi evlerinde veya bakım evlerinde terkedilip, evlâd ve torun sevgisinden mahrum bırakılan anne-babaların, dede ve ninelerin âh u vahları, herhalde üzerinde önemle durulması gereken kadın, hattâ insan haklarından olsa gerektir (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 66; Özcan Ercan, Milliyet, 21 Ocak 1998) Kısaca, mesele bir yanıyla değil, topyekûn bir değerlendirmeğe tabi tutulmalı, varlıkların en şereflisi olan, yaratılış ağacının meyvesi olarak dünyaya gelen insan, doğumundan ölümüne kadar, insanlık şeref ve haysiyetine yakışır şekilde ve ihtiyaç ve ızdıraplarıyla orantılı, ayrıca adalet, şefkat ve merhamet çerçevesinde, hiçbir istismar gayesi taşımadan tamamen iyi niyetle ve onun fizyolojik, ruhî, zihnî bütün yanları birlikte mütalâa edilerek ele alınmalıdır.
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
KÜLTÜR, SANAT, EDEBİYAT, MUSIKÎ,
SİNEMA VE TİYATRO
Fethullah Gülen’i, bazıları sadece bir aksiyon insanı, bir eğitim, hoşgörü ve diyalog duayeni olarak, bazıları sadece bir vaiz olarak, bazıları da bir âlim olarak tanıyabilir. Ne var ki, onun üç yanı üzerinde duran çok az olmuştur. Bunlardan biri, önceki bölümde kısmen temas etmeğe çalıştığımız, onun nefis terbiyeciliği yanı, ikincisi, bundan sonraki bölümde yine kısmen temas etmeğe çalışacağımız, onun “insanlardan bir insan” olan yanı, üçüncüsü ise, sözü ve kalemidir.
Söz, düşünce ve düşünceye saygı
Söze, kaleme, bir başka ifadeyle, düşünce, sanat, edebiyat ve kültüre son derece önem veren Fethullah Gülen, ilk yaratılışın yokluğun bağrına atılan iki harften müteşekkil “kün (ol)” sözüyle başladığını belirtir ve tekten çoğa, birlikten çokluğa uzayıp giden yolların sözle açığa çıkıp, sözle aydınlandığına dikkat çeker. “Söz olmasaydı, bizler, ezele ait hiçbir şeyi duyamaz ve Yüce Yaratıcı’nın gönlümüzü, gözümüzü dolduracak esrarını anlayamazdık. Söz sayesinde kâinat bir meşher, Hak’tan gelen kitaplar da birer dellâl kesildi. Söz, zebercet kakmalı bir taç gibi yeryüzü halifesinin başına konunca, varlığın manâsı ayan oldu ve biz de bütün bütün ondan ibaret hale geldik” diyen Gülen’e göre, yeri-göğü bir araya getirip birbirine bağlayan, dünyayı ukba ile bütünleştiren sözdür. Her ne kadar onun güzelliği ve yüceliği kendiliğinden görülmese de, her şey söze muhtaç olduğu gibi, her gizli güzelliğin kaynağı da yine sözdür.
Fethullah Gülen, sözün bütün silahlardan daha tesirli ve onun burçları deviren, kaleleri fetheden, girdiği yere fatih kumandanların bile giremediği, ulaştığı ihtişama sultanların ulaşamadığı bir bayrak olduğunu vurgular. Evet, kumandanlar, sultanlar kaleler zaptedebilir, şehirleri alabilir, fakat kalplere söz hükmettiği gibi, “söz erlerinin dillerinden dökülen söz süngüleri, muhariplerin kılıçlarından daha keskin, mızraklarından daha ürperticidir. Hekimler, kılıç yaralarını, ok yaralarını tedavi edebilmişlerdir ama, söz yaralarını tedavi ettikleri görülmemiştir. Sözün en tesirlisini ve en içlisini peygamberler, sonra da derecesine göre ilhama açık saf gönüller söylemişlerdir. Söylemiş ve yerinde karanlığın bağrına yağdırdıkları söz oklarıyla zulmetleri delik-deşik etmiş, yerinde sinelere saldıkları beyan kıvılcımlarıyla ruhlarda yangınlar meydana getirmiş ve yerinde de rahmet damlaları şeklindeki kelimeleri dört bir yana saçarak her yeri cennetlere çevirmişlerdir. ‘Gerçek söz’ erleri güneş gibidirler; kendilerine rağmen durmadan çevrelerini aydınlatırlar; derya gibidirler, dünyanın en zengin hazinelerini, hem de hiç hissettirmeden sinelerinde taşır ve bir mum gibi etraflarına ışık verir, fakat, başları önlerinde mahcup ve iki büklüm yaşarlar. Halk içinde mütevazilerden daha mütevazi, Hak’la beraber olunca da fevkalâde uyanıktırlar. Çevrelerine yığın-yığın cevherler dağıtır dururlar da, bunun farkında bile olmazlar. Olmazlar çünkü, iç dünyalarında her an daha kıymetli pırlantalar peşindedirler.”
Bu ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, Fethullah Gülen, soyut anlamda söze verdiği önem bir yana, bir takım “söz erleri”nden bahsetmektedir ki, bunlar, onun bir başka yazısında verdiği isimle, “fikir işçileri”dir. Geleceğin dünyasını kuracak olan bu, “fikir çilesi”yle inleyen, sineleri fikir çilesiyle şerha şerha, şakakları zonk zonk zonklayan, düşünce mekiklerini sürekli yerle gök arasında, kâinatta gezdiren ve her seferinde gönül atlaslarına yeni renk ve yeni buutlar kazandıran bu “fikir işçileri”, esen yelden, yağan yağmurdan, uçan kuştan, düşen yapraktan vb. aldıkları ayrı ayrı mesajları zihinlere ve gönüllere duyurur; zihinleri küflü düşüncelerden, gönülleri pastan, yosundan arındırırlar. (Sızıntı, Mart 1990, Haziran 1997)
Söze ve fikre, yani, bir anlamda düşünceye bu derece önem veren Fethullah Gülen’e göre, bir bakıma aklın inceliği ve nuranileşmesi olan fikir, aklın yolunu aydınlatıp, ona yeni ufuklar açan İlâhî bir meşale olup, bir senede katedilecek yollar, onun aydınlığında bir saatte alınabilir. Yine Gülen’e göre, malzemesini İlâhî mevhibelerin, yani kalbde uyanan ilhamlar ve doğuşların teşkil ettiği fikir, sürekli doğruyu araştırır ve onun laboratuarında çok doğrular, doğruluk hesabına tekrar ber tekrar değiştirilir. İşte, fikrin asaleti de, bir doğruya, dünkü veya bugünkü doğruya, yani izafî doğrulara mutlak doğrularmış gibi bağnazca saplanıp kalmada değil, sürekli araştırmada, doğruları tekrar ber tekrar incelemede yatar. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 77–8)
“Bir mecliste her söze kıymet ver! Hattâ fikrine uymayanları bile hemen reddetme. Bir başka münasebetten dolayı ifade edilmiş olabileceğini düşün ve sonuna kadar sabret!” diyerek, düşünce özgürlüğüne ve düşüncelerin müza*keresine çok geniş kapılar açan Fethullah Gülen, meseleyi Peygamberimiz’le irtibatlandırarak, söze bir anlamda kutsallık katar. Daha önce de yeri geldikçe ifade edildiği gibi, nasıl Kur’an Allah’ın Kelâm sıfatından gelen bir kitap ise, Kur’an’ın veya İslâm’ın nazarında kâinat da, Kudret’in harflerinden ve kelimelerinden oluşan bir kitaptır. Yaratılmışa böyle bir kitap olarak bakan başka bir din, bir felsefe, bir düşünce sistemi var mıdır bilemem; fakat, ilk emriyle kâinatın okunmasını emreden İslâm’ın Peygamberi, Fethullah Gülen’in ifadesiyle, bir “söz sultanı”dır. “Hakk’ın murad ve kelâmına tercüman olma vazifesiyle gönderilmiş bulunan” Peygamberimizin sözü “o kadar tatlı, ifadeleri o kadar büyüleyiciydi ki, O (s.a.s.) konuşurken başlar döner, bakışlar başkalaşır, kalpler duracak hale gelir, akıl ve muhakemeler teslim-i silah eder, insanî duygular dirilir ve ruhlar da âdeta kanatlanırdı” der. Peygamberimizin, az sözle çok anlam ifade eden bazı hadislerini de yorumlayan Fethullah Gülen, O’nun sözleriyle ilgili değerlendirmelerini şöyle noktalar:
Evet, O’nun sözleri, her dalgalanışıyla sahilleri incilerle bezeyen birer deniz, gönüllere ürpertiler salarak zirvelerden dökülen birer şelâle ve derinliklerden kopup gelen fevvâreler gibiydi.. ne o deryaları zenginlik ve muhtevâsıyla tavsif etmek, ne o çağlayanlara tercüman olmak, ne de o fevvârelerin ulaştığı noktalara ulaşıp onları ihâta etmek mümkün değildir.
33. Şimdiye kadar yüzlerce muhakkik ve edîp O’nun söz cevheri etrafında dönüp durdu.. binlerce ve binlerce mütefekkir o pırıl pırıl âb-ı hayat kaynağına baş vurdu ve nice devâsâ kâmetler, ömürlerini O’nun derinliklerini kavramada tüketti ama, O hep ulaşılan noktaların ötesinde kaldı. Bir şairimizin Kur’an hakkında söylediği bir şiirde az bir tasarrufla şöyle dersek, yerinde olur zannederim:
Bikri, fikri kâinatın çâk çâk oldu fakat,
Perde-i ismette kaldı beyân-ı Rasûl henüz! (Yeni Ümit, Nisan-Mayıs-Haziran 1991)
Söz ve düşünce konusuna bu ölçüde eğilen Fethullah Gülen, “bir cemiyetin dil, terbiye, âdet ve sanat gibi duygularından doğmuş, sonra da işlene işlene o toplumun hayat tarzı haline gelmiş, hemen her parçası çok ehemmiyetli bir kısım esasların bütünü” olarak gördüğü ve “din, yüksek ahlâk, fazilet ve hazmedilmiş ilimlerin potasında kaynaya kaynaya olgunlaştığı”nı belirttiği kültürün, milletlerin hayatındaki yerine de değinir. “Kendi kültürünü olgunlaştıramamış veya kaybetmiş milletler, meyve verememiş veya meyveleri dökülmüş ağaçlara benzerler. Bugün olmasa da yarın kesilip odun olarak kullanılmaları mukadderdir” diyen (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 37–8) Fethullah Gülen’e göre, ülkenin kültür hayatına hizmet, onun adına yapılacak başka bütün hizmetleri gerekirse aksatmaya sebep olacak önemdedir.
Meseleyi İslâm ve İslâmî ilimler noktasında da değerlendiren Gülen, dinî ve millî hayatımızda temel esaslara, meselâ dinde Kur’an’a, Sünnet’e ve İslâmî ilimlerin temellerini atan büyük müçtehidlerin ortaya koydukları prensiplere bağlı kalınmak kaydıyla, sürekli inkılâpçı olma, sürekli yenileşme ve zamanın, hadiselerin gerisine düşmeme, hattâ yörüngesine de kapılmadan, onlara yön verici olmanın gereğinden söz eder. “Nisbetler perspektifinde bazı ilim adamlarımıza hak ettikleri büyüklükleri vererek, onları başımıza taç yapsak da, hem müsbet ilimler hem de dinî ilimler sahasında halledilmesi gereken dünya kadar mesele” olduğuna, ama ne yazık ki, topyekün İslâm dünyasında, son birkaç asırlık zaman zarfında, çok az istisnalar dışında çağın bütün problemlerini kucaklayacak ilim adamı yetişmediğine dikkat çeken Gülen, İslâm’ın ilk 5 asrının bütün ilim dalları adına tarihte emsaline az rastlanır güzellikte asırlar olduğunu, fakat bu dönemin tacı seviyesindeki Nizamiye Medreseleri’nin, paradoksal biçimde, aynı zamanda ilmî durgunluğun başlangıcını da teşkil ettiğini vurgular. Gülen, “Meselâ” der ve ilave eder: “fıkıh ilminde, ehl-i tercih denilen, yani mutlak ve mezhepte müçtehidlerin içtihadları arasında tercihte bulunabilecek müçtehidlerce en son kaleme alınmış kitaplar, Fatih Sultan Mehmed döneminde yaşamış ve Fatih Camii’nde imamlık yapmış merhum Üstad Halepli İbrahim Efendi’nin yazdığı Mülteka’l-Ebhur ve yine aynı döneme ait Molla Hüsrev Hazretleri’nin yazdığı Dürer ve Gurer’dir. Aradan bunca asır geçmiş ve elbette çok şey değişmiştir. Halbuki heyetler teşkil edilebilir ve bu sahada ehil insanlar yetiştirilerek çağ kucaklanabilirdi. Ve böylece geçen 4-5 asır da, daha öncekiler gibi bizim asrımız olurdu. Ama işin doğrusu şu ki, 7-8 asırdır belli şeylere kilitlenip kaldık.”
Günümüzde, hemen bütün şubeleriyle mevcut pozitif ilimlerin Batı materyalizmine dayandığını, Müslümanların ise bu sahada eklektik düşünmeden kurtulamadığını ve sadece Batı ilim temellerine İslâmî epistemoloji monte etmeye çalışmaktan öte gidemediklerini, yani henüz bir ilim felsefesi dahi geliştiremediklerini söyleyen Fethullah Gülen, ancak Müslüman ilim adamlarının, bütün sıfat, isim ve icraatıyla Allah’a iman esasından hareketle kâinata nüfuz ederek, ‘tabiî’ olguların ve hadiselerin içine girerek gerçek bir İslâmî epistemoloji geliştirebileceklerine, İslâmî ilim anlayışının da buna dayandığına dikkat çeker. Bunun için de, mevcut ilim anlayışı ve ilim zemininden kurtulmak gerektiğini bilhassa vurgular.
“Kâinat, Allah’ın Kudret, İrade, Meşiet ve İlmi’yle meydana gelmiş bir kitaptır. Kur’ân-ı Kerim de, bu kâinat kitabı adına bir beyandır. Bu iki kitap arasında, esas itibarıyla herhangi bir zıtlık söz konusu değildir. Bizim de yakalanmasını istediğimiz anlayış işte budur” diyen Gülen’e göre, bu anlayış bir marifet, bir vicdan kültürü haline getirildiği zaman çağ aşılabilecektir. Önemli olan da, çağı yakalamak veya onunla atbaşı gitmek değil, onun önünde yürüyüp, zamana ve hadiselere yön ve yörünge tayin etmektir.
Hadis, fıkıh, tefsir, kelâm gibi bütün İslâmî ilim dallarında da yepyeni çalışmalar yapılması gerektiğine de vurgu yapan Fethullah Gülen, bunun için de kaynakları yeniden gözden geçirme, yeni tasniflere gitme ve Kur’anî, İslâmî gerçekleri, onları kâinat gerçekleriyle bağdaştırarak, daha doğru bir ifadeyle, Kur’an ile, onun yaratılış sahasındaki nüshası olan kâinat arasındaki mutabakatları keşfederek anlatma, din ile sosyolojiyi, din ile ‘tabiî’ ilimleri bir arada ele alma lüzumuna dikkat çeker. Gülen, bu konudaki değerlendirmelerini şöyle bağlar:
Mesele, sadece inananları Cennet’e yönlendirmek değildir. Mesele, Cennet’e giderken dünyanın bütün kapılarını da Firdevslere açık hale getirmektir ki, bence aslolan da budur. Bu da, ilimle, irfanla ve arkada miras bırakılacak sağlam İslâmî anlayışla, hattâ onu hayata hayat kılmakla ve onu herkesin hüsn-ü kabul göstereceği bir sistem halinde takdim etmekle olacaktır. Bu ise, ancak bütün İslâmî meselelerin akademik seviyede ele alınmasıyla mümkündür. Avamca düşünce ve avamca görüşlerin bu vadide bir şey vad edeceklerine ihtimal vermek, ihtimallerin en zayıfıdır. (Prizma 1, 56-62)
Fethullah Gülen, kültür meselesinde dile ayrı bir önem verir. Ona göre, Türkiye’nin Türk dünyası ve Batı ile kaynaşması, en azından bu konumda bulunması, Avrupa, Amerika, Avustralya’da yetişen Türk nesillerinin mev*cudiyeti, Türkçe’nin bir dünya dili haline getirilmesini gerektirmektedir. Dil, kültürün bir boyutunu oluşturduğu için de ayrıca önemlidir. Türkçe, 9 asırdır Türkiye’de ve asırlarca Türklerin hakim bulunduğu topraklarda şu veya bu ölçüde konuşulan ve kullanılan bir dil olmuştur. Eğer Türkiye, gelecekte dünyada kendine, tarihine yakışır bir yer almak istiyorsa, dilini de evrensel*leştirmeli, onu bir ilim dili haline getirmelidir.
Gülen’e göre, çoktan işaretleri ortaya çıkmış bir vakıa olarak, gelecek ilim ve beyan çağı olacaktır. Bu bakımdan, milletlerin geleceğinde, kalkınmasında, çok hızla küreselleşen dünyada kendine yer edinmesinde ilim kadar dilin önemi vardır. Türkçe’nin böyle bir önemi taşıyacak bir dil olabilmesi için başta edebiyatçılar olmak üzere, herkese ciddi sorumluluklar düşmektedir. Bu açıdan, sadece mevcudu öğrenip-öğretmekle kalmayıp, büyük istidatlar yetiştirerek onlara ciddi sorumluluklar yüklenmeli ve dilimizin gelecekte çok ileri bir seviyede temsil edilmesi sağlanmalıdır. Bunun için de, bir taraftan dilin kendi kurallarına uygun kelime üretirken, diğer taraftan da, asırlardan beri kullanıla kullanıla dilimize malolmuş kelimelerin muhafazası bir zarurettir. Millete mal olmuş kelimeler artık bizimdir ve dil zenginliğimizin bir buududur.
Gülen’e göre, Osmanlıca çok zengin bir dildi. Bu dilde artık, en azından kullanılmaya kullanılmaya unutulmuş kelimeler var ise, yeni nesiller bunu anlamıyor diye, ondaki her Arapça, Farsça veya daha sonra giren Fransızca kelimeler dilimizden ayıklanmamalıdır. Anlamamak bir mazeret değil, belki bir kusur, bir eksikliktir. Dolayısıyla nesiller, kendi dillerini, onun öncesini de anlayacak şekilde yetiştirilmelidir. Türkçe’ye hakim insanlar, konferans, seminer, panel ve sempozyumlarla dil meselenin önemini vurgulayabileceği gibi, gazete, TV, dergi gibi yazılı ve görsel medya, istenilen neticeye ulaşmada vasıta olarak kullanılabilir. Milletimizin kendini bütün dünyaya anlatabilmesi, yeniden isbat-ı vücut edebilmesi, bir açıdan Türkçenin “dünya dili” haline getirilmesine bağlıdır. (Sevindi, 1997)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Sanat ve edebiyat
Fethullah Gülen’e göre sanat, terakkinin ruhu ve duyguları inkişaf ettiren yolların en önemlilerindendir. O, aynı zamanda, gizli hazineleri keşfedip açan sihirli bir anahtar gibidir. Onunla açılan kapıların arkasında fikirler suret urbası giyer, hayaller de âdeta cisimleşir.
“İnsanları, denizlerin sonsuzluk ve derinliklerinde, semaların yükseklik ve maviliklerinde dolaştırıp seyahat ettiren sanattır. Sanat sayesinde insan, yerlerin ve göklerin enginliklerine yelken açar, zaman ve mekânüstü duygulara ulaşır” diyen Gülen, sanatın, insanoğlunun güç ve derinliklerini tasvir eden en birinci levha olduğunu ve sanat sayesinde en derin duygu ve düşüncelerin, en çarpıcı tesbitlerin, en içli arzuların bir plağa kaydediliyor gibi kaydedilip, âdeta ölümsüzleştirildiğini de belirtir.
Sanatta tecride önem veren Fethullah Gülen, bilhassa imanla birleşen sanatın ne muhteşem güzelliklere menşe olacağını ifade eder ve buna bir de misal verir: “Sanatın imana refakati sayesinde değil miydi ki, bu muhteşem dünya şaha kalkmış mabetleri, şehadet parmakları gibi öteleri gösteren minareleri, her biri başlıbaşına birer mesaj sayılan, mermerlerin alınlarındaki mübarek desen ve motifleri, çeşit çeşit hat sanatları, pırıl pırıl tezhipleri, solmayan işlemeleri ve kelebek kanatları kadar güzel nakışlarıyla seyrine doyulmayan bir güzellikler galerisi haline gelmişti.”
İlmin, kendini en iyi sanatla ortaya koyacağına dikkat çeken Gülen, sanat adına ortaya herhangi bir eser koyamamış birinin, çok fazla bir şey bileceğini söylemenin zor olduğunu belirtir ve “sanata kapalı bütün ruhlar, varlıkları-yoklukları müsavi; kendilerine, ailelerine, milletlerine yararlı olmayan, hattâ zararlı olabilen bir kısım kuru kalabalıklardan ibarettir” tesbitinde bulunur. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 43–5)
Edebiyata, özellikle şiire çok büyük ilgi duyan Fethullah Gülen için edebiyat, bir milletin ruhî yapısı, düşünce dünyası ve irfan hayatının belâğatli bir lisanıdır. Aynı ruhî yapı, aynı düşünce sistemi ve aynı irfan hayatını paylaşmayan fertlerin, aynı milletten olsalar dahi, birbirlerini anlamalarının mümkün olmadığını ifade eden Gülen’e göre, edebiyat olmasaydı, ne hikmet o debdebeli yerini alabilir, ne felsefe gelip bu günlere ulaşabilir, ne de hitabet kendinden bekleneni verebilirdi. Bununla birlikte, karşılıklı bir etkileşim ve hizmet içinde hikmet, felsefe, hitabet de, kendi sahalarıyla alâkalı zengin malûmatı, bitmeyen bir sermaye olarak edebiyatın önüne sermiş ve ona ölümsüzlük kazandırmışlardır.
Fethullah Gülen, “edipler ve şairler, iç ve dış dünyalar (enfüs ve afâk)da görüp hissettikleri güzellikleri seslendiren birer neyzene benzerler. Duygular yoluyla gelip onların ruhlarını saran alevlerden habersiz kimselerin, neyi de, neyden yükselen feryadı da anlamalarına imkân yoktur” der. Edebiyata ve edibe, şaire böyle önemli bir makam veren Gülen, bu “neyzen”lerin neylerinden yükselen feryat gibi, diğer sanatkârların eserlerinin de nasıl oluştuğuna temas eder ve bunu yaparken, sanatın çok önemli bir boyutuna da dikkat çeker: “Her gerçek, önce insan ruhunda bir öz halinde belirir; sonra hissedilir; sonra da sözle, kalemle, çekiçle canlandırılır, kristalleştirilir ve nokta nokta, çizgi çizgi sanat eserinin çehresinde ifade edilmeye çalışılır. Böyle bir eserin, zaman ve mekân üstü buutlara ulaşması ise, tamamen inanç ve aşkın dereceleriyle alâkalıdır.”
Fethullah Gülen için edebiyatta esas unsur manâdır. Gülen, bu esastan hareketle üslûba dikkat çeker ve maksatları ifadede kullanılacak manzum ve mensûr her sözün düşünce pırlantasına mahfaza olması ve onun yerine geçmemesi, ona gölge etmemesi gerektiğini belirterek, “bu mahfaza zebercetten de olsa, muhteva, maksat ve hedefi gölgelediği ölçüde söz, tesir ve ihsas gücünü kaybeder ve böyle bir sözün uzun ömürlü olmasına da imkân yoktur” der. Bu tesbitiyle, manânın lâfza feda edilmemesi, lâfzın manâyı gölgelememesi gerektiğini vurgulayan Gülen, bununla birlikte bir başka açıdan, yine manâ adına, üslûbun önemini de hatırlatarak, yüksek mefhum ve düşüncelerin yüksek üslûpla anlatılması gerektiğini bilhassa belirtir: “Yüksek düşünce ve yüksek mefhumlar, mutlaka zihinlere nüfûz edecek, gönüllerde heyecan uyaracak ve ruhlarda kabul görecek âlî bir üslûpla anlatılmalıdır. Yoksa bir kısım lâfızperestler, manânın sırtındaki yırtık ve perişan urbaya bakarak, içindeki cevherlere talip olmayabilirler.” Gülen, üslûp adına meselenin sadece “eskilerin beyân ve bedîi mevzûlarında ele aldıkları teşbih, istiare, kinaye, telmih, cinas, iade gibi söz ve manâ sanatlarını” ustaca kullanmaktan ibaret olmadığını, “en derin sözün, ilhamla coşan heyecanlı ruhlarda, varlığı sarıp sarmalayıp gönlüne yerleştirmesini bilen engin hayallerde, dünya ve ukbayı (Âhiret) bir hakikatın iki yüzü gibi bir arada mütalâa etmeye muvaffak olmuş inançlı ve terkipci dimağlarda aranması” gerektiğini de vurgular. (a.g.e. 45–9)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Şiir ve şair
Edebiyatın dalları içinde şiire ayrı bir önem veren Fethullah Gülen için şiir, dağları ve ovaları, vadileri ve yarları, denizleri ve karaları, inişleri ve yokuşları, çiçekleri ve ağaçları, hüzünleri ve sevinçleri, inişleri ve yokuşlarıyla, İmam-ı Gazzâli’nin “imkân çerçevesinde kâinat, şu halinden daha güzel olamaz” diyerek kemalini ifade ettiği varlığın ve insanın dünyasının düzenini, çokluk içindeki birliğini, karmaşık görünen âhengini seslendirmelidir. “Şiir, kâinatın ruhunda saklı bulunan güzellik ve tenasübün, varlığın çehresindeki tebessüm ve dil-rubâ (gönül açıcı) keyfiyetin şairane ruhlarda ifade edilmesinden başka bir şey değildir.”
“Edebiyat, bir milletin ruhî yapısı, düşünce dünyası ve irfan hayatının belâğatli bir lisanı; şiir ise, sevgisi, nefretleri, heyecan ve ızdırapları, ümit ve inkisarlarıyla içinde çimlenip geliştiği toplumun soluğu, şair de, yerinde bu toplumun nefes borusu ve akciğeri, yerinde de dili dudağıdır” diyen Gülen, her şiir, içinde yeşerip geliştiği ve kendine malzeme teşkil eden cemiyetin husûsiyetleri açısından mütalâa edildiğinde insana bir şeyler söylese bile, ona dâyelik yapan toplumu nazara almadan, onu gerçek manâsıyla anlamanın zor olacağı görüşündedir. (a.g.e. 50, 54)
Gülen, şiirin karakterinde ve onu anlamada, tarihi, inancı, gelenekleri ve hâlihazır durumuyla içinde yeşerdiği toplumu tanımanın önemine dikkat çekmekle birlikte, şiiri şiir yapan unsurların bunlardan ibaret olmadığını da vurgular. Ona göre şiir, kâinatın görünen yüzüyle iktifa etmeyip, öteleri, daha daha öteleri kurcalama yolunda duyulan “hay-hû” veya bu uğurdaki cehdin iniltileridir. Şiirdeki ses ve nağmeler, yaşanılan ruh hâleti ve iç derinliğe göre bazen gürül gürül, bazen de incelerden ince çıkar. Bu itibarla da, şiire ait her ses ve söz, ancak dile geldiği andaki ruh hâletiyle tam kavranabilir.
Gülen için şiir, hem bir açıdan hâlihazırı aydınlatan bir şule ise, hem de “mesafelere ışıklar salan bir projektör ve öteler kaynaklı aşk ve heyecan bestesidir. Gerçek şiirin ikliminde gözler aydınlığa erer, uzaklar yakın olur ve ruhlar, sönmeyen bir azim ve şevke ulaşır. Şiirler de, tıpkı yakarışlar gibi, insanın iç dünyasındaki iniş-çıkışları, şevk-hüzün hallerini de dile getirir ve ferdin yüce hakikatle konsantre olması ölçüsünde lâhûtî soluklar haline gelir. Bu bakımdan, her münacat bir şiir, sonsuza doğru kanat açmış her şiir de bir münacattır. Şiir, bir manâda, kâinatın bağrında saklı ve onu demdemeye, zemzemeye getiren öteler kaynaklı hakikatı ve hakikatlar hakikatını aramayı hedef seçtiği için, düşüncede buğu buğu esrar, geçilen yollarda alaca karanlık ve çok yönleriyle kapalı bir iklime ait, zor anlaşılır, çok buutlu bir sestir. Gerçek şiirin her kelime ve cümlesinde, esrarengiz bir şatoda her ses ve görüntüyle irkilen fevkalâde hassas bir seyyahın müşahede ve duyuşları sezilir. Bu açıdan şiir, bir yürek hoplaması, bir ruh heyecanı ve bir gözyaşıdır. Şiir, şairlere ait bir kısım solmayan çiçekler ve bu çiçeklerin çevreye saldığı kokular demektir. Toprağı temiz, suyu duru, tohumu da belli ve sağlam olduktan sonra, bu çiçeklerin renk ve kokusuna doyum olmaz.” (Kırık Mızrap 1-2, 462–64; Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 50-53)
Fethullah Gülen, şiiri şiir yapan iki unsurdan bahseder. Bunlardan biri sevgi, diğeri ise ızdıraptır. Gülen’e göre sevgi, dünyaya gelen her varlıkta en esaslı bir unsur, en parlak bir nur, en büyük bir kuvvettir. Sevgi, evvelâ, bütünleşebildiği her ruhu yükseltir ve ötelere hazırlar. Sonra da, sevgiyle bütünleşmiş bu ruhlar, sonsuzluk adına doyup duydukları şeyleri bütün gönüllere duyurmanın uğraşını vermeğe başlarlar. Bu yolda ölür ölür dirilir; ölürken sevgi der ölür, dirilirken de sevgi soluklarıyla dirilirler. Sevmeyen ruhların olgunlaşıp, insanî semalara yükselmelerine imkân yoktur. Sevgiden mahrum sineler, egonun karanlık lâbirentlerinden bir türlü kurtulamadıkları gibi, kimseyi sevemez, sevgiyi sezemez ve varlığın sinesindeki muhabbetten habersiz olarak, kahrolup giderler (Sızıntı, Mart 1987). Halbuki şairler, başkaları için yaşayan ve dolayısıyla insanlar arasında sevgiden hissesi en fazla olan kimselerdir. Bu sebeple, sevgisiz şiir olamayacağı gibi, sevmeyen de şair olamaz. (Ahmet Ersöz’ün Bir Ah Yüceliği’ne önsözden)
Gülen’e göre, şiirin bir dış yüzü vardır, bir de iç yüzü. Onun dış yüzünde daha çok kelimeler, cümleler, ölçü, söyleyiş tarzı, sanatlar ve şekil hakimdir. İç yüzüne gelince, orada ruh, kendi dünyasında mayaladığı düşünceleri, renklendirdiği duyguları, heyecan ve ızdıraplarını, ümit ve inkisarlarını, öfke ve sevinçlerini ifade için, zaman olur, çiçeklerin çehresi ve kelebek kanatları gibi en süslü ve zarif ifadeler arar; zaman olur, kıvılcımlar gibi düştüğü yerde yangın çıkaracak kelimelerin, yine zaman olur, neyin feryatlarına denk iniltiler meydana getirecek sözcüklerin peşine düşer. Bu noktada, şiiri anlama konusuna da değinen Gülen, şöyle der: “Ruhun bu, âdeta âfâkla enfüsü bir noktada cem eden mavera yolculuğunda ona eşlik etmek gerekir ki, kullandığı kelimelerin, ifadelere yüklediği manâların ve edebî sanatlar ve tercih ettiği şekillerdeki televvünlerin derûnuna nüfuz edebilelim. Bu sebeple, şiir yorumcusunun yaptığı, ruhun hedefe varmış olan yolculuğunu sadece satıhta takip edip, bu yolculukta uğradığı menzilleri ve bu menzillerdeki âh u vahlarını, sürur neşidelerini, hasret ve hicranlarını, ümit ve inkisarlarını yakalamaya çalışmak*tan ibarettir. Ancak, burada yorumcuya yol gösterecek iki projektör vardır ki, bunlar tam yerinde kullanılabilirse, şiirin dış yüzünden iç yüzüne belli ölçüde nüfuz etmek mümkün olabilir. Çünkü, çok defa şiire, düşünce ile duyuşun birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesinden hasıl olan bir ton hakimdir. İnsan bünyesindeki hipofiz bezi gibi, düşünce ve duygunun arkasında da, onlara hükmeden ve her noktada kendilerini hissettiren iki unsur vardır. İşte bu iki unsur, sözünü ettiğimiz iki projektör olarak, niyet ve nazardır. Niyet ve nazar, şiirin bütün unsurlarına birer renk olarak akseder. Şiirin bütün eda keyfiyeti bu iki unsur etrafında döner. Bunlar, fikrin ayağının kaydığı yerlerde onun elinden tutar ve hissin önünde sihirli bir lamba gibi, hep yollara ışık saçarlar.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 53–4; Bir Ah Yüceliği’ne önsöz)
“Şiirde her duyulup düşünülen şey tasavvur edilebilmeli, tasavvurlar firesiz olarak muhakemeden geçirilebilmeli ve şairin iç dünyasında birer esinti halinde beliren bu gizli unsurlar, kelime ve cümlelerle soluklanacakları âna kadar mevcudiyet ve canlılıklarını koruyabilmeli ve kelimelere başkaldırmış bir mesaj, bir inilti halinde ruhlara aksetmelidir” diyen Fethullah Gülen, şiirin de yüce bir gayeye hizmet etmesi gerektiğini belirterek, şu noktaya dikkat çeker: “Şiirde de irşad esas alınmalı ve dolayısıyla herkes onda kendini bulabilmelidir. Bu yüzden, gerçek bir şair, ötelerle sermest, Sonsuz’la kesilmeyen bir alış-veriş içinde, eşyanın düzenine ve perde gerisine vakıf, ruhları perçeminden kavramış, söyleyişinde zahiren basit gibi görünse de, şekle şekil, manâya manâ olarak değer ve yer veren ve her manâya kendine has elbiseyi giydirebilme kabiliyetiyle her seviyedeki insana seslenebilen evrensel kişidir.” (a.g.eserler)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Musıkî
Fethullah Gülen, musikîye özel bir önem verir. Ona göre, herhangi bir musikî veya müzik parçasında manânın güçlü olmasına dikkat edilmeli, dolayısıyla, o parçanın icrası anında bir taraftan his tufanı yaşanırken, diğer taraftan manânın gücü, düşündürücülüğü ile insanın bir şeyler duyması, anlaması mümkün olabilmelidir. “Musıkînin esas unsurları olan ses, enstrüman ve söz (tema) bir bütün halinde olunca, herhangi bir musikî parçası insan üzerinde tam müessir olabilir. Tema-ses-saz (enstrüman) bütünlüğü sağlanamadığı takdirde insan, his dünyasında boşluklardan kurtulamaz. Öyle ki, bazen birtakım eserlerde söz âhenge, muhteva ritme isyan eder” diyen Gülen, sözün âhenk bütünlüğünü sağlayabilecek, muhteva derinliğini aksettirecek türde olması gerektiği üzerinde durur.
“Müziğe yatkın olan bir dimağ, dünyada her şeye yatkın olur. Zira müzik incelik ister, esneklik ister, duyarlılık ve mükemmel bir his yapısı ister” diyen Gülen, herkesin musikişinas veya müzisyen olamayacağını vurgular. Gülen, müziği pek çok sanatlardan daha ileride bir sanat olarak görür. Ona göre ciddi sanat kabiliyeti olmayan bir insanın müziğe uyum sağlayabilmesi, müzik yapabilmesi âdeta imkânsızdır. Gülen, bu tesbitten hareketle, kadının yaratılıştan duyarlı ve hassas olmasının, onun için musıkî adına bir avantaj teşkil ettiğini, bu sebeple de, bayanlarda müzik kabiliyeti oranının erkeklerden daha fazla olduğunu söyler.
Bilhassa günümüz toplumlarında musikînin çok yaygınlaştığına dikkat çeken Fethullah Gülen, “toplumun içinde sürüklenip gittiği bu saha”nın başıboş bırakılmaması gerektiğine dikkat çeker. Ona göre, mesaj yüklü, manâ yüklü, hisleriyle, düşünceleriyle insanı zenginleştiren, insanı yüce hedeflere götüren, ona kemalât yollarını gösteren ve bu yollarda ona şevk verecek eserler meydana getirilip, bunların bestelenmesinin lüzumu üzerinde durur. Gülen, şöyle der: “Dinlediğiniz bir eser, sizi Kur’ân’a yönlendiriyor, içinizde Allah’a karşı vuslat arzusunu köpürtüyor, sizi Emrah gibi bağrı yanık hale getirip secdeye zorluyor, millî, dinî değerlerinize karşı alâkalarınızı kanatlandırıyor, size kendi romantizminizi fısıldıyor, bunları yaparken de, müstehcenliğe, bâtılı tasvire vs. kapalı kalınabiliyorsa, evet işte bu eser gayet güzeldir. Bünyesinde gıybeti barındıran, fuhşu tasvir eden, şehevanî hisleri tahrik eden, insanın yeis, yani ümitsizlik duygularını kabartan eserlere gelince, onlar için dinlenmesinde mahzur olmaz diyemem.” (Fasıldan Fasıla 3, 175–76)
İnsanda ümitsizlik, karamsarlık ve kaderden, hattâ Allah’tan şikâyet duyguları uyaran veya bunları terennüm eden ağıt türü parçaların da ne yazılması, ne bestelenmesi, ne de dinlenmesinin doğru olduğuna dikkat çeken Fethullah Gülen, bu tür duyguların kaynağının Allah’a, Âhiret’e ve kadere, en azından gerektiği gibi inanmamaktan ve hadiselerin hikmetini bilememekten kaynaklandığını belirtir.
Gülen, Kur’ân’ın bir musiki şaheseri olduğuna dikkat çeker ve “onu okumada önemli olan, muhtevadan hareketle, ondaki her bir kelimenin istediği seslendirmeyi, konumuna uygun olarak verebilmektir” der. Buna misal olarak da, Kur’ân’da mağrur inkârcıların konuşmasının, kibir, kendini beğenmişlik ve bir çalım edası içinde caka satarak konuşan eli belinde bir insanı göz önüne getirdiğini ifade eden Gülen, âyet-i kerimeleri okurken, okuyuşun bu muhtevayı aksettirebilmesinin önemli bir esas olduğunu vurgular ve bu değerlendirmesini şöyle bağlar: “Günümüzde her yerde bu çerçevede Kur’ân’ın okunduğu söylenemez. Ses ve nağme ile beraber muhtevanın hakkını yemeden, onu olduğu gibi ortaya koyma, maalesef yok denecek kadar az. Hele, ihlâsla onu soluklamak ender-i nadirattan.” (a.g.e. 177)
Başta da ifade edildiği gibi, musıkî ile duyarlılık, incelik, zerafet ve estetik duygusu arasında çok yakın, hattâ birbirini gerektiren bir münasebet olduğunu özellikle belirten Fethullah Gülen, “ruh inceliğinden mahrum kaba hisler, bahsimizden hariçtir. Musikide ruh, bütünüyle nezaket, nezahet ve zerafet kesilir. Yalnız bu neticeye ulaşabilmek, rûh-efzâ (ruha can katan) musıkiyle çok uğraşmaya ve hakikî musikîşinaslarla oturup kalkmaya, sözden-sazdan ziyade ruha-manâya yönelmeye bağlıdır” der. Klasik Türk sanat musıkîsinin, bu ruhu insana kazandırdığına dikkat çeken Gülen’e göre, bunun kaynağı da, nefislerin terbiye gördüğü, insana ahlâk, hassasiyet ve her türlü ruh güzelliğinin kazandırıldığı tekye ve zaviyelerdi. Bu müesseseler gerçek misyonlarından uzaklaşıp, miskinler otağı haline gelince, sanat müziği de çok önemli bir kaynağını kaybetmiş oldu.
Her şeye rağmen Türk musikîsinin geleceği konusunda ümitli olan Fethullah Gülen, bu ümitlerini ve nasıl bir musikî hayal ettiğini de şu sözleriyle ifade eder:
Biz, ruhumuza üns üfleyecek musikî istiyoruz. Bizi tefekkürün zirvelerine çıkaracak, ulvî duygularla dolup taşmamızı sağlayacak ve bizi kendimizden geçirecek, geçirip öteler ötesiyle konsantrasyonumuzu temin ve tesis edecek musikî istiyoruz. Ve yine biz, ahlâk, edep, terbiye ve disipline kaynak teşkil edecek tertemiz, dupduru, his ve duygularımızla şahlanışımızı sembolleştiren ve bize gönlümüzün sesini dinleten bir musikî istiyoruz. (Fasıldan Fasıla 2, 235)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Roman, hikâye, tiyatro ve sinema
Fethullah Gülen, denebilir ki, son bir-bir buçuk asra kadar İslâm dünyasının kendilerine karşı mesafeli durduğu roman, hikâye ve tiyatro ile, 20’nci asrın başlarında ortaya çıkan sinema üzerinde de durur. İslâm ile bu sanat dalları arasındaki münasebet her zaman tartışma konusu olageldiği için, o da bunlara bu açıdan yaklaşır. Gülen’e göre, roman, hikâye, tiyatro ve sinema dallarında özellikle Türkiye, Batı’ya oranla çok geridedir. Bunda, İslâm’ın bu konularda sahip olduğu varsayılan tavır kısmen rol oynamış bile olsa, asıl sebep, bu sanat dallarında gösterilen ihmaldir.
Gülen, bu tesbitten sonra, bu sanat dallarının herhangi birinde İslâm’ın kesin bir yasağının söz konusu olamayacağına dikkat çeker. Bu konular üzerinde düşünür ve yorum yaparken, iki taraflı aşırılıklardan kaçınılması gerektiğini belirten Gülen, aydınlar arasında özellikle Cemil Meriç’in romana ciddi eleştiriler getirdiğini, İslâm âlimleri içinde ise, roman hakkında “ölüleri canlandırma”, sinema hakkında “ölüleri hareketli gösterme”, tiyatro hakkında da, “mazi denilen geniş kabirdeki ölüleri hortlatma, ölülerin ruhunu dirilerin cesetlerine koyma” tabirleri kullanıp, “ölü hayat veremez” hükmünü verenlerin bulunduğunu nakleder. Buradan, bu âlimlerin roman ve hikâyeye mutlak manâda karşı çıktığının anlaşılmaması gerektiğini, çünkü bizzat kendilerinin, pek çok gerçekleri, daha önce yaşamış pek çok İslâm âlimi gibi temsilî hikâyelerle anlatma yoluna gittiklerini ifade eden Fethullah Gülen, bu temsilî hikâyelerin öz bakımından hikâye ve romanlardan çok farklı olmadığına dikkat çeker ve şu açıklamada bulunur:
Öyleyse, roman ve hikâyeleri, buna bağlı olarak tiyatro ve sinema türü eserleri bir çırpıda alıp atmak ve onlara “yasaktır” etiketi yapıştırmak da doğru bir davranış olmasa gerek. Durum böyle olunca, üzerinde durulması gereken husus, bunların olup olmamaları gerektiğinden daha çok, bunların ihtiva ettikleri konuların neler olup neler olmaması gerektiğidir. Bâtılı (yanlış inanç, yanlış ve sapık düşünce ve hurafeler) tasvirin tecviz edilmemesi (dinen doğru görülmemesi) gerektiği, herkesin ittifakla kabul edeceği bir meseledir. Ayrıca, bunlarda İslâm’ın kesin haram dediği hususları (zina, fuhuş, alkol, uyuşturucu, kumar, hırsızlık, insan öldürme vb.) terviç veya teşvik manâsına gelecek her türlü tasvir, anlatış ve görüntüleme de, tabiî ki kabul edilemez. Yoksa temelde ne romana, ne hikâyeye, ne de diğerlerine karşı çıkma doğru değildir. İster Kur’ân’da anlatılan kıssalar ve temsilî tablolar, isterse Efendimiz (s.a.s.)’e ait konuyla ilgili beyan ve ifadeler, zannederim bu konuda orta yolu bulmada yeterli delil ve yol gösterici rehber sayılabilir. (Fasıldan Fasıla 2, 330–31)
Gülen, daha sonra önemli bir konuya daha dikkatleri çeker. Bu da, eşyanın misliyle temsil edilmesi gerektiği gerçeğidir. Gülen, bu prensipten hareketle, “İslâm âleminin büyük ve yüce tanıdığı örnek şahsiyetler, başta Peygamberler ve büyük sahabîler, bence temsil edilmemelidir” der. Çünkü onları, etkileyici halleri, tavırları, davranışları, konuşmaları, hattâ görünüşleriyle temsil edebi*lecek kimse bulmak mümkün değildir ve dolayısıyla zihinlerde, onlar adına gerçek imajların yerleşmeyeceği açıktır. Gülen, bu noktada dikkat çekici bir teklifte bulunur: “Değişik şekilde onları da ifade edebilme imkânlarının söz konusu olduğu günümüzde, artık onları anlatmada müşahhas şekiller kullanma zorunluluğundan da bahsedilemez... Teknik imkânlar kullanılarak, ışık ve renk oyunlarıyla çok rahatlıkla ifade edilmek istenen meseleler pek alâ dile getirilebilir. Ve zannederim, böylesi hem daha doğru hem de daha tesirli olur. Zaten günümüzde müşahhastan tekrar mücerrede doğru bir kayış gözlen*mektedir ki, bu yolun, İslâm’ın rûhuna daha uygun düşeceği münakaşa götürmez bir gerçektir.” (a.g.e. 332)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
TERAKKİ, HÜRRİYET VE MEDENİYET
Fethullah Gülen, bir entelektüel olarak, şüphesiz günümüzde en çok sözü edilen kavramlara, bunların nitelik ve mahiyetlerine de ilgi duymakta ve zaman zaman bunlar hakkındaki görüş ve düşüncelerini açıklamaktadır.
Terakki
Gülen, terakkî, hürriyet, medeniyet ve benzeri çağdaş kavramlar üzerinde spekülatif tartışmalara girmez. Bunları artık gündemimize ve lûgatımıza girmiş kavramlar ve değerler olarak kabul edip, başkaları onların içini nasıl doldurursa doldursun, o, bunlara kendi açısından sahip olmaları gereken manâ ve muhtevayı yüklemeyi tercih eder. Ona göre, bir şeyin daha temiz, daha parlak, daha düzenli ve daha iyisi, onun terakki etmiş olanıdır. Bu bakımdan, mevcutla yetinmek himmetsizlik, yani gayesizlik ve gayretsizlik, mevcudu aşarak, daha muntazam, daha seviyeli eserler ortaya koymak ise terakkidir. Bu çerçevede, meselâ, ovayı, obayı çoraklaştırmak, bağı bahçeyi mezbeleliğe çevirmek, bir alçalma ve gerileme; çorakları ıslah, mezbelelikleri de bağ ve bahçe haline getirmek bir terakkidir. Bu sebeple, terakki etmiş milletlerin memleketleri cennet, dağları bağ, mabetleri de âdeta muhteşem birer saraydır. Buna karşılık, geri kalmış memleketlerin şehirleri harabe, sokakları mezbele, ibadethaneleri de birer küflü dehlizdir.
Terakkî hakkındaki düşüncelerini bu şekilde somut ifadelerle ortaya koyan Fethullah Gülen, bir milletin terakkisi için gereken şartlar konusunda da, vecizeler şeklinde bazı ölçüler sıralar. Ona göre, bir milletin gelişip ilerlemesi, o millet fertlerinin fikrî ve hissî sahada terbiye görmelerine bağlıdır. Fertlerinde düşünce ve iç aydınlığı gelişmemiş milletlerin terakki etmesi de beklenemez. Milletlerin yükselmesinde, millet fertlerinin gaye ve hedef birliğine varmış olması şarttır. Birinin ak dediğine diğerinin kara dediği bir toplumda, olsa olsa, kâh sağa, kâh sola toslamalar olur, ama katiyen yükselme ve gelişme kaydedilemez.
Fethullah Gülen, toplumların ilerleyip yükselmesinde bir diğer önemli noktaya daha dikkat çeker. Bu da, okuyup yazmadır. Ona göre bundan daha önemlisi de, herkes okuma-yazma bilse bile, millî kültürle nesiller belli bir istikamette terbiyeye tâbi tutulmadıktan sonra, beklenen neticeyi elde etmeye imkân bulunmadığı gerçeğidir.
Gülen, ilmî icat ve keşiflerde olduğu gibi, terakkide de ‘telâhük-ü efkâr’a, yani, nesiller boyu fikirlerin birbirine destek vermesi, dolayısıyla nesiller arasında aynı hedefe yönelik bir yürüyüş içinde olunmasına çok önem verir. Ona göre, her terakki hamlesi, hâlihazırı iyi değerlendirmeye ve geçmiş nesillerin tecrübelerinden istifade etmeye önem verildiği ölçüde neticeye ulaşır. Aksine, arkadan gelen nesiller, öncekilerin tecrübelerinden istifade etmeyi düşünmüyor ve herkes kendine göre bir yol tutup gidiyorsa, onlar, bu çocuksu davranışlarla sadece milletlerini geriye götürmüş olacaklardır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 41–3)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Hürriyet
Fethullah Gülen, hürriyet üzerinde, sadece çağdaş hukukî ve sosyolojik bir kavram ve değer olarak değil, insanın manevî hayatında ve tasavvufta çok önemli yeri olan bir hâl, bir değer olarak da durur. Ona göre hürriyet, her şeyden önce, insanın en önemli özelliği, onu diğer varlıklardan ayıran en mühim yanıdır:
İnsanı hayvanî mevcudiyetin fevkine (üstüne) çıkaran, onu illî kanunlara (sebep-sonuç kanunları) göre cereyan eden tabiat karşısında otonom yapan, sonra da onu mutlak, hür ve muhtar olan bir Mevcud’a bağlayan ayırıcı özellik, onun aklî bir varlık olmasında, irade ve iç müşahedeye malik bulunmasında aranmalıdır. İşte insanı insan yapan hususlardan biri, onun hürriyetidir. Yani, kendi hareketlerini kendi tayin etmesi, faal bir akla – otonomiye – malik olmasıdır. Bu sayede insan, canlı-cansız bütün tabiatın üstüne çıkar, hareketlerini kontrol etme ve hesabını verme kabiliyetini kazanır; hürriyet ve insan iradesi hesaba katılmadan, ne ahlâkiliği, ne de gayr-i ahlâkiliği izah etmek mümkündür. (Sızıntı, Temmuz 1979)
Hürriyete böylesine önemli bir açıdan bakan Fethullah Gülen, onu şöyle tarif eder: “Hürriyet, ruhun, yüksek duygu ve yüksek düşüncelerden başka herhangi bir kayıt kabul etmemesi, hayır ve faziletten başka hiçbir prensibin esiri olmaması, buna karşılık, lâkaydilik (kayıtsızlık) ve lâubaliliğe düşmeden, insan dimağının, onu maddî-manevî terakkiden alıkoyacak bağlardan âzâde olması demektir.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 38)
Bu temel tariften hareket eden Fethullah Gülen’e göre hürriyet, insan vicdanının önemli bir rüknü sayılan iradenin en esaslı rengi, en ehemmiyetli fakültesi ve en hayatî bir buudu olarak Allah’ın insanoğluna en müstesna ihsanlarından biridir. Bu büyük ve müstesna ihsan, İslâm literatüründe, ferdin kendi haklarına sahip olması şeklinde tarif edilmiştir; bununla birlikte, onun tam anlaşılabilmesi, biraz da aksinin kavranılmasına bağlıdır. Onun aksi, ferdin haklarına başkasının sahip olmasıdır ki, bu da düpedüz kölelik demektir. İnsana bu hakları, hususî bir çerçevede bahşeden Allah’tır. Bu itibarla da insanın, bu hakları değiştirmeye ve satmaya hakkı yoktur. Bu haklarını satmaya kalkan insan, Allah’ın ihsanına karşı nankörlük yapmış, başkalarına köleliği kabul etmiş ve günah girmiş demektir. Hürriyetle alâkalı böyle bir günahı işleyen biri de, insanlığının bir bölümünü yitirmiş sayılacağı gibi, Allah katında da ciddi bir sorumluluk altına girmiş olacaktır. Zira böyle bir anlayış ve davranış, her şeyden evvel insanî değerlere karşı saygısızlık demektir. Böyle bir saygısızlığı işleyenin, kendi varlığının şuurunda olduğu söylenemez; kendini idrak edememiş birinin de, gerçek marifet, muhabbet ve Hakk’a kulluktan nasibi yoktur.
Meseleye, insanî ufuk noktasında ve belki hiçbir çağdaş yorumcunun ele almadığı açıdan yaklaşan Fethullah Gülen, hürriyetin temeli ve garantisi olarak, her şeyden önce insanın kendi varlığının şuurunda olmasını, dolayısıyla veya Allah’ı tanımasını kabul eder. Ona göre, Allah’ı tanımamak, insana veya onun dışında başka varlıklara kul-köle olmayı getirir ki, böylelerinin insanî haklara sahip olma manâsında hür olduklarından bahsedilemez.
Şu halde hürriyet, insanın öncelikle Allah’tan gayri hiçbir şey ve hiçbir kimsenin boyunduruğu altına girmemesi, hiçbir şeyin önünde eğilmemesidir. Hürriyete ulaşmış bulunmak, kalbin Hakk’ı gösteren parlak bir ayna haline geldiğinin de en açık emaresidir. Ancak imanla, marifetle ve Allah’tan başka her güç, her servet, her iktidar sahibiyle kalbî alâkasını kesmekle varılabilecek olan bu noktaya ulaşmış bir insan, egosunu saran kayıtları da bir bir kırmış ve egosunun, yani enaniyetinin tesirinden de kurtulmuş insandır. İşte, gerçek hürriyet, ancak insanın, dünyevî endişelerden, mal-menal gibi gailelerden kalben sıyrılıp, yaratılış âlemine ait bütün husûsiyetleri ve manevî âlemlere ait bütün derinlikleriyle Hakk’a yönelmesi sayesinde gerçekleşebilir. Bu ufuk ve düşünceyi ifade için, “kölelik bağını çöz ve âzat ol; daha ne kadar zaman altın ve gümüşün esiri olarak kalacaksın?” denmiştir ki, meşhur sufîlerden Cüneyd-i Bağdadî’nin, hürriyetin ne olduğunu soranlara, “Cenâb-ı Hakk’a bağlılıktan başka bütün kayıtlardan kurtulmakla gerçek hürriyet tadılmış olur” şeklindeki cevabı da, aynı gerçeğin bir başka şekildeki ifadesinden ibarettir.
“Hakikî hürriyet, kâmil manâda Allah’a kulluğun bir gereğidir; hattâ, hakikî hürriyet ile kâmil manâda Allah’a kulluk, eş anlamlı bile kabul edilebilir” diyen Fethullah Gülen, nihaî olarak şu değerlendirmede bulunur: “Denebilir ki insan, Allah’a kulluğu ölçüsünde hürdür. Kulluktan nasipsiz olanlar hür olamayacakları gibi, gerçek insanî değerleri kavramaları da mümkün değildir. Zira bunlar, hiçbir zaman beden ve cismaniyetin girdaplarından kurtulamaz, kalp ve ruhun hayat ufkuna ulaşamaz ve özlerini kendine has derinlikleriyle duyamazlar. Kalp, değişik matluplara, sevgililere, hedeflere tutulup bağlandığı sürece katiyen hür olamaz. Değişik mülâhazalarla sürekli başkalarına bedel ödeyen birisi nasıl hür olabilir ki.! Rica ederim, ömrünü bir kısım dünyevî çıkarlar ve cismanî hazlar karşılığında şuna-buna ipotek etmiş birinin hür olmasına imkân var mıdır?” (Sızıntı [Kalbin Zümrüt Tepeleri], Aralık 1994)
Hürriyetle ilgili temel yaklaşımını bu şekilde ortaya koyan Fethullah Gülen, “nice kimseler vardır ki, bukağı ve zincirler içinde bulunmalarına rağmen, hep vicdanlarının hür semalarında uçar dururlar ve bir lâhza olsun esaret ve mahkûmiyet hissetmezler. Ve nice kimseler de vardır ki, saray ve kâşânelerin başdöndüren, bakış bulandıran ihtişam ve debdebesine rağmen, gerçek hürriyetin ne demek olduğunu, bir türlü duyup tadamazlar” der. Ona göre, hürriyeti mutlak serbestiyet içinde anlayanlar, bilerek veya bilmeyerek, hayvanî hürriyetle insanî hürriyeti birbirine karıştırmaktadırlar. Oysa ki, beden ve cismaniyetin karanlık isteklerini gerçekleştirme yolunda serazat gönüllerin bağrına sığındıkları hürriyet, tamamen bir hayvanlık şiarı olmasına karşılık, ruhun önünden engelleri kaldırarak vicdanın şahlanmasına imkân hazırlayan hürriyet ise, bir insanlık nişanıdır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 38–9)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Medeniyet
Bilindiği gibi, medeniyet kavramı da, son bir-iki asrın üzerinde en çok konuşulan konularından biri olmuştur. Bazıları onu modernizmle bir arada, hattâ onunla özdeş olarak değerlendirmiş – ki, pek çoklarına göre, birinci bölümde Osmanlı ve Cumhuriyet modernizmini anlatırken üzerinde durulduğu gibi, Türkiye gibi ülkelerde medeniyet modernizm olarak algılanıp, öyle yaşanmış – bazıları ise, ikisi arasında önemli bir ayırım yapmıştır. Fethullah Gülen, bu ikinci gruba dahildir denebilir. Şu kadar ki o, terakkî, hürriyet ve benzeri konularda olduğu gibi, bu kavram üzerinde de spekülatif tartışmalara girmemiş, artık bütün insanlığın lûgatının, hattâ günlük hayatının bir parçası olmuş bulunan bu kavrama, sahip olması gereken muhteva ve anlamı yüklemeye çalışmıştır.
Gülen’e göre, insan, önce yaratılışı gereği medenî bir varlıktır. Yani, mahiyeti itibariyle medenileşmeye müsait olarak yaratılmış olup, varlığa erdiği günden bu yana, bir ölçüde hep medenî olabilmiş veya olmanın yollarını aramıştır. Çünkü medenileşmeyi, insanoğlunun sanayideki baş döndürücü muvaffakiyetleri, teknik ve teknolojik sahalardaki yenilikleri, trenleri, transatlantikleri, tayyare ve feza gemileri, büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binaları, barajları, dev platformları, rafinerileri ve nükleer santralleriyle özdeşleştirmek isteyenler, hattâ özdeşleştirenler var ise de, bunlar hayatın “modernize” edilmesinde birer vasıta olup, medeniyet, insan istidat ve kabiliyetlerinin gelişmesine müsait bir iklim ve atmosfer, medenî insan da, bu iklimde, bu atmosferde duygu ve düşüncesi itibariyle inkişaf edip gelişen ve geliştirdiği yüksek duygularıyla toplumun emrine giren insandır. Bu itibarladır ki o, ruhî ve zihnî bir vaka olarak zenginlik, lüks, saray ve apartman gibi cismanî refah unsurlarında, istihsâl ve istihlak (üretim ve tüketim) gibi bedenî duygu gayyalarında aranmamalı, belki görüş tarzı, düşünce sistemi ve ruh enginliği gibi zihnî, manevî vakalarda aranmalıdır.
Gülen, “medeniyet başka, modernleşme başkadır. Birincisinde insan, görüşleri, düşünce tarzı, insanî yanlarıyla; ikincisinde ise, bedenî hazları, yaşama vasıta ve imkânlarıyla değişip yenilenmektedir” der. Bu bakımdan medeniyet zenginlik, kibarlık bedenî hazları tatmîn ve cismaniyetin sefahetler içinde yüzüp gezmesi değil, gönül zenginliği, ruh nezaketi, görüş derinliği ve başkalarına hayat hakkı tanıyıp, onları da kabûl etmek demektir. Ama ne yazık ki, her ülkede bulunan bir takım yarı “aydın”lar, medeniyeti modernleşme ile özdeşleştirmiş, teknik imkân ve modern vasıtalara sahip olmayı medenileşme diye takdim ederek, nesillerin önce ifade ve düşünce tarzında yanıltılmasında, sonra da çarpık ve bozuk düşüncelerin zihinlere yerleştirilmesinde, neticede din, dil, millî felsefe, ahlâk ve kültür alanlarında tam bir dejenerasyona uğramalarında etkili roller oynamışlardır. Oysa medeniyet, daima ilim ve ahlâkın atbaşı götürüldüğü iklimlerde boy atmıştır. Ahlâk ve fazilete dayanmayan, akıl ve vicdan havuzlarından beslenmeyen medeniyet, insanlığın mutluluğuna değil, sadece birkaç zengin, birkaç da hevaperestin heveslerine hizmet eden gelip geçici bir şehrayinden ibarettir. Modernleşmeye hizmet eden tabiat ilimleri ve çeşitli fenlerde çok ileri olmak, vapurlar, trenler, uçaklar gibi modern seyahat vasıtalarına ve büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binalara sahip bulunmak, ancak düşüncede, davranışta, inanç ve hayatta istikamete ulaşmış ellerde medeniyetin birer vesilesi olabilir. Fertlerin medenî olmaları, insanların, özlerinde bulunan iyi şeylerin nüvelerini geliştire geliştire ikinci bir fıtrat kazanmalarında aranmalıdır. Onu kılık kıyafet ve cismanî zevklerin her çeşidinden istifadeden ibaret sayanlar, bir kısım muhakemesizlerle, bir düzine de bedenî hayatın altında ezilmiş talihsizlerdir.
Fethullah Gülen, medeniyetlerin oluşumuna da temas eder. O, her yeni medeniyetin yepyeni bir aşk, yepyeni bir iman hamlesiyle ortaya çıktığı, bu aşk ve imanın olmadığı yerde medeniyetten de, medenî bir oluşumdan da söz edilemeyeceği düşüncesindedir. Özellikle, bu iman ve heyecanın bulunmadığı bir toplumda, istidatların gelişmesine engel despotça müdahaleler de varsa, böyle bir iklimde, çeşitli ilim dalları sayesinde gökler aşılsa bile, medeniyet ufkuna ulaşılamayacağını ifade eden Gülen, günümüzde her şeyi sadece ilimle ele alan Garp medeniyetinin hep bir meflûç medeniyet olarak kaldığını, buna mukabil, “ilme karşı fermuarını çekip kendi içine kapanan Şark medeniyet*lerinin ise, halihazırdaki durumları itibariyle, bugüne ve yarına uygun birer medeniyet olmaktan uzak bulundukları”nı kaydeder. Bu bakımdan, ona göre, geleceğin medeniyeti, Garb’ın ilim ve fenleri, Şark’ın da inanç ve ahlâk felsefesinin fideliğinde boy atıp gelişecektir. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 39-41; Sızıntı, Ağustos 1985)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
BAZI GÜNCEL, SOSYAL VE SİYASÎ
KONULAR VE KAVRAMLAR
Fethullah Gülen, gerek yazılarında, gerek sohbetlerinde ve gerekse kendisine sorulan ilgili sorulara cevap verirken, “halkı ve Hakk’ı hoşnut etme çizgisinde bir sevk u idare sanatı” olarak siyasetle birlikte, cumhuriyet, demokrasi, istibdat, terör, yolsuzluklar ve temiz toplum arayışları gibi güncel, sosyal ve siyasî meselelerde de görüşlerini ortaya koymuştur ve koymaktadır. Onun bu konulardaki, kendisiyle ilgili olarak çoklarınca merak edilen görüşleri üzerinde de durmak, bir biyografi çalışmasından beklenir kanaatindeyiz.
Siyaset: Hükümet etme, devlet-millet münasebetleri,
hak ve kuvvet ilişkisi
Fethullah Gülen, aktif siyasetten bütünüyle uzak olmakla birlikte, ülke ve insan idaresi, “halkı ve Hakk’ı hoşnut etme çizgisinde bir sevk u idare sanatı” olarak algıladığı ve görmek istediği siyasetin nasıl olması gerektiği konusunda da bir takım düşüncelere sahiptir.
“Bir idare sanatı olarak, her yerde siyasetten bahsedilebilir” diyen Fet*hullah Gülen, daha çok bir ülkeyi, bir milleti idare sanatı olarak siyaset üzerinde durur ve böyle bir siyaseti yürütebilecek kimselerin, “kendi hazlarını dahi düşünmeyerek, sadece ve sadece milletin lezzetleriyle gerilip, onun acılarıyla iki büklüm” insanlar olabileceğini vurgular. Ona göre, “iyi idare ve seviyeli siyaset, ne ak saç ve ak sakallarda, ne tabasbus ve riyaların kazandırdığı mansıp ve rütbelerde, ne de bir kısım lokal ve locaların kayırmalarıyla elde edilen suni şöhretlerde aranmalıdır; o, yüksek ruh insanları, sancılı beyinler ve hakikatın âzat kabul etmez köleleri arasında aranmalıdır.”
Meseleyi insan temelinde ele alan Fethullah Gülen, kanunların yeterliliği, yerindeliği, doğruluğu ve işlerliği kadar, onu uygulayacakların karakterlerinin de önemine dikkat çeker. Ona göre, kanunlar, her zaman, her yerde ve herkes için geçerli, onların tatbikçileri de, hem cesur, hem de âdil olmalıdırlar ki, kitleler bir yandan onlara karşı korkarken, diğer yandan da bütün bütün güven ve emniyetlerini yitirmesinler. Gülen, iyi bir idareci ve siyasî için hak düşüncesi, hukukun üstünlüğü, vazife şuuru, kaba ve ağır işlerde sorumluluk anlayışı, ince ve nazik işlerde de maharet ve ehliyetin çok önemli olduğunu bilhassa vurgular.
“Muhteşem hükümetler muhteşem milletlerden doğar; muhteşem milletler de, ilmî iktidarları, mâlî imkânları ve geniş idraklarıyla ruhçu nesillerden ve ‘kendi olma’ kavgasını veren güzide fertlerden” diyen Gülen, “bir milletin, güçlü olması için duygu, düşünce ve kültür birliği ne kadar önemli ise, parçalanıp dağılmasında da dinî ve ahlâkî vahdetin bozulması o kadar müessirdir” görüşündedir. Gülen’e göre, toplumların hayatında dinin çok önemli bir yeri vardır. O, bu konuda, “din, birleştirici, bütünleştirici hususiyeti nazar-ı itibara alınarak, milletleri idare edenlerin gözleri önünde bulunması ve daima onun yenilmez gücüne sığınılması lâzım gelen hayatî bir müessesedir” der. Vicdanlara hükmeden en büyük güç olarak dinin bilhassa emniyet ve asayişteki rolüne dikkat çeken Fethullah Gülen, fertlerin hareket ve davranışlarını zapt u rapt altına almada da dinin en hakim bir unsur olduğunu belirtir ve “bu itibarladır ki, idareciler, dinî hayatı milletin hayatı bilerek, onu maşeri vicdanda (halk nezdi, kamu oyu) hep diri tutmaya çalışmalıdırlar” hatırlatmasında bulunur.
Hükümet, devlet, bunların niteliği ve milletle olan münasebetlerine de öz ifadelerle temas eden Fethullah Gülen, önce hükümetin fonksiyonunu ifade ederken, aynı zamanda, iyi bir hükümetin nasıl olması gerektiğine de işarette bulunmuş olur. Ona göre, “hükümetler, güç ve iktidarlarıyla halkı şerlerden, adaletleriyle de onları zulümlerden korudukları ölçüde siyasette başarılı sayılır ve istikbal vadedici olurlar. Aksine, ikbal mumları hemen söner; sonra da yıkılır gider ve arkalarında küfürlerle, lânetlerle seslendirilen bir herc ü merç bırakırlar.”
“Hükümet, adalet ve asayiş demektir. Bunların bulunmadığı bir yerde hükümetin varlığından söz edilemez. Hükümet bir değirmene benzetilecek olursa, çıkardığı un, nizam, huzur ve emniyettir. Bunları çıkarmayan değirmen ise bir kuru gürültüdür ve hep hava öğütür” diyen Fethullah Gülen, hükümet-halk münasebetlerinde çok önemli bir değerlendirmede bulunur: “Bir hükümetin milletine ‘Benim milletim’ demesinden ziyade, bir milletin başındaki hükümete ‘Benim hükümetim’ demesi daha önemlidir ve zannımca aranan da budur. Aksine millet, başındaki hükümeti bünyesine musallat olmuş tırtıl silsilesi görüyorsa, o bünye ile o baş, çoktan birbirinden kopmuş demektir.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 159–63, 165)
Fethullah Gülen, hükümetin veya devletin sadece kuvvete dayanmasını kabul etmez. O, “kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir” der. Bununla birlikte, ona göre, kuvvetin yaratılmasının da bir hikmeti vardır; bu bakımdan, devlet ve hükümet kuvvetli olmalı, fakat idarede öncelikle kuvvete dayanmadığı gibi, hakkı kuvvette görmemeli, kuvveti kendi haline başıboş bırakmamalı ve onu hikmet ve kanunların emrine vermelidir. “Kuvvetin ceberutu (ölçü tanımaz olanı) akl-ı selime karşı da âsidir; mükemmel mantığa karşı da âsidir. Onu ele geçirenler akılla, mantıkla, muhakemeyle, diyalogla, münasebetle, daha başka insanî değerlerle halledebilecekleri proplemleri, kaba kuvvetle halletmeyi düşünürler. Dolayısıyla, bunların hepsini, (yani, mantığı, muhakemeyi, aklı, diyalogu) kulak ardı ederler. Böylece, çok insanî değerler kulak ardı edilmiş olur. Son asır itibariyle en çok yaşadığımız da budur” diyen (Eyüp Can, “Fethullah Gülen’le Ufuk Turu”, nakl: Ergün, 41) Fethullah Gülen, arzedildiği gibi, siyasî veya idarî noktada, iyi bir idarenin nasıl olması gerektiği, halk-devlet münasebetlerinin nirengi noktaları, adalet, hakkaniyet, insanların iyi tanınması ve aralarındaki münasebetlerin tanzimi, adalete dayalı bir toplum düzeninin dinamikleri ve bunun nasıl sağlanacağının kaideleri manâlarına gelen hikmeti ve hikmet boyutlu olması gereken kanunları ön plana çıkarır. Hikmet-kanun-kuvvet münasebetini değerlendiren Gülen, “hikmetin düsturları, kanun*larla ve kuvvetle teçhiz edilmezse, her şey kâğıt üzerinde kalır ve insanlar üzerinde beklenen tesiri icra edemez. Ayrıca, hikmetin hayata tatbiki de kolay kolay mümkün olamaz. Dolayısıyla kuvvetin de bir yaratılış hikmeti vardır. Bu sebepten, her birine hak ettiği önem verilmelidir. Hikmet, kanun ve kuvvet bir arada ve ittifak içinde olmalı” der. (Prizma 1, 190–91; Sızıntı, Ekim 1992)
Devlet veya hükümet otoritesinin şiddetle, zulümle, baskı ve aldatma ile sağlanamayacağını vurgulayan Fethullah Gülen, “halkın kalbinde devlete saygı, hükümete hürmet memurun şiddetiyle değil, devleti idare edenlerin tavır ve davranışlarındaki ciddiyet, iş ve hizmetlerindeki samimiyetle kazanılmaya çalışılmalıdır. Şimdiye kadar ne zalim memurların istibdadıyla, ne de kitlelerin iğfaliyle hiçbir idare payidar olamamıştır” der. Ona göre, devlet ve hükümette görev yapan bütün bürokratlar, memurlar, özlerindeki asalet, fikirlerindeki asalet ve hislerindeki asalete göre seçilebiliyorlarsa, o devlet, iyi ve güçlü bir devlettir. Bu yüksek seciyelerden mahrum kimseleri memur tayin ederek, onlara iş gördürme bahtsızlığına uğramış bir hükümet ise iyi bir hükümet değildir ve katiyen uzun ömürlü olamaz. Zira, bu seciyesiz memurların fena davranışları, er-geç birer siyah leke olarak onun çehresine de aksedecek ve halk vicdanında onu da karalayacaktır. Memurların, muamelelerinde kanunlar çerçevesinde hareket etmeleri, fakat vicdanlarının yumuşatıcılığına göre yumuşak olmaları gerektiğine de dikkat çeken Gülen, böyle davranmakla onların, hem kendi itibarlarını, hem kanunların itibarını, hem de devletin itibarını korumuş olacaklarını belirtir ve aşırı sertliklerin beklenmedik patlamalara, aşırı yumuşak*lıkların da, toplumun nesepsiz düşüncelerin fideliği haline gelmesine sebebiyet vereceği uyarısında bulunur. Bu konuda biraz daha ayrıntıya inen Gülen, “valilerde şefkat, duyarlılık ve mesuliyet; belediye reislerinde temizlik, düzen ve çarşı-pazar emniyeti; hakimlerde de hak düşüncesi, tarafsızlık ve medeni cesaret esastır” der. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 160–61)
Bu noktada hemen belirtelim ki, hak, kanun ve hikmete dayanmayan kuvvete karşı çıkan Fethullah Gülen, ordunun siyasete ve idareye müdahalesini asla tasvip etmemekle birlikte, bir müessese olarak ve manevî şahsiyeti itibarıyla orduyu son derece aziz tutar ve bu konuda oldukça hassas davranır. Askerin Türk Milleti’nin tarihinde, şuuraltında ve hayatında çok önemli bir yeri vardır. Ayrıca, askerlik mesleği, halkımız tarafından kutsal bir meslek, askerlik de kutsal bir vazife olarak kabul edilmesinin yanısıra, Gülen’in ifadesiyle o, halk katında olduğu gibi, Hakk katında da yüksek bir payedir. Askerin, talimde, nöbette ve serhat boylarında geçirdiği bir saati bir sene ibadet değerindedir. Sorum*luluğuna verilen emanetleri görüp gözetmede onun gözü, manevî âlemleri temaşa ile doyuma ulaşmış ve dolmuş bir göze denk tutulmuştur. Yani askerlik, gerektiği şekilde ve inançla bir arada icra edildiği zaman, velîliğe açılan en kestirme rampalardan biridir.
Gülen, askere topyekün mukaddesatımızın, mazinin, kültürümüzün, hür*riyet ve emniyetin en emin koruyucusu olarak bakar. Ona göre, doğuştan asker bir millet varsa, o da Türk Milleti’dir; milletimiz, asker doğduğu gibi, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Bir Batılının, “bütün mil*letlerin müdafaadan ümitlerinin kesildiği yerde, Türk Milleti’nin taarruzu başlar” sözünü nakleden Fethullah Gülen, “bu söz, Malazgirt’ten Çanakkale’ye kadar, destanlaşan bir milletin aksiyonunun en güzel ifadesidir” der. (Sızıntı, Haziran 1979)
Fethullah Gülen, kendisini ülkesine ve mukaddeslerine adamış bir orduyu tasvir ederken, 16’ncı asır Kırım hanlarından Gazi Giray’ın bir şiirinden şu mısraları aktarır (sadeleştirerek):
Sancağa meylederiz, gönül çalan endam yerine
Tuğa gönül bağlamışız, hoş kokulu kâkül yerine
Ok ve yay hevesi gönülden asla çıkmadı;
Kalbe saplanan gamze oku ile kaş yerine.
Rüzgâr gibi giden hünerli atı severiz,
Gözleri ceylana benzer peri yüzlü bir sanem yerine. (a.y.)
Gülen, hükümet etmede istişareye de çok önem verir ve bunun için de, düşüncelere saygılı olunması, bilhassa samimi, iyi niyetli ve sahasında uzman insanların düşüncelerini ifade edebilecekleri bir hürriyet ortamının sağlanması gerektiği inancındadır. Bu insanlar, farklı düşünce ve dünya görüşüne sahip bile olsalar, mutlaka mütalâa ve fikirlerinden istifade yollarının araştırılması ve kendileriyle mutlaka diyaloga gidilmesi gerektiğini vurgulayan Gülen, bu konuda önemli bir noktaya daha parmak basar ve şöyle der: “kimden gelirse gelsin insan, kendi sistemine, kendi düşüncesine, kendi dünyasına menfaati dokunacak bilgi ve mülâhazalardan faydalanmayı bilmeli ve hele tecrübe sahiplerinin tecrübelerinden yararlanmayı asla ihmal etmemelidir.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 164)
Fethullah Gülen, zaman zaman devletçi olmak ve devleti kutsamakla eleştirilmiştir. Oysa o, bu konuda devleti bizatihî bir değer ve gaye olarak görmekten çok, onun sıhhatli bir toplum hayatındaki rolüne ve manevî şahsiyetine dikkat çekmektedir. Onun devlete bakışını, devletsizlik açısından ele almak isabetli bir yaklaşım olacaktır. Bizzat kendisi, bu konudaki eleştirileri cevaplandırırken meseleye böyle yaklaşmakta ve “ben, devletsizliği anarşi olarak görüyorum. Devlet kurumları arasında çatışma, dışa karşı ken*dimizi, namusumuzu, haysiyetimizi, bütün hukuk sistemlerinin esas aldığı canımızı, neslimizi, inanç özgürlüğümüzü, malımızı ve akıl-beden sağlığımızı koruyamama olarak görüyorum” demektedir. Bunun, devleti kutsama değil, onun lüzumuna inanma demek olduğunu belirten Gülen, devleti milletin önüne geçirmemekte, yani milletin devlet için değil, tam tersine devletin millet için var olması gerektiğini vurgulamaktadır. Ayrıca o, devlete hakim bulunanların hatalarının, o şahısların hatası olduğunu, şahısların hatalarıyla, manevî şahsiyeti içinde devletin tenkid edilemeyeceğini, maddî şahsiyetiyle devletin hataları bile olsa, hatalı bir devletin devletsizlikten, anarşiden ve kaostan daha tercih edilir olduğunu, “bütünüyle elde edilemeyen bir şey, bütünüyle terk edilmez” kuralınca, bir şey mükemmel değilse hiç olmasın mantığının yanlışlığını belirtmektedir. (Nuriye Akman, Eyüp Can ve Oral Çalışlar’la röportajlardan Ergün, 23, 54–5, 58)
Devletçi olmak ve devleti kutsamakla eleştirilen Gülen, belki devletçi olmaktan çok, bütün düşüncesi ve aksiyonuyla her bakımdan mükemmel bireylerin yetişmesinden yanadır ve onun devlete bakışı da, esasen bireye ve bireylerden meydana gelen topluma hizmeti açısındandır. O, “ferdin fert olarak, aynı zamanda başka fertlerle bir arada motivasyonundan, fert olarak inkişafından korkmamak lâzım” der ve “ferdî hak ve hürriyetlerini başkalarına zarar vermeyecek, hattâ başkalarını kendine tercih şuuru içinde kullanan, bu çerçevede eğitim alan bir ferde fevkalâde inkişaf etme imkânı verilmelidir” görüşünü seslendirir. Bu noktada meseleyi yine ferdin kendisi, eğitimi ve yetişmesi açısından ele alan Gülen, “önemli olan, ferdi besleyen duygu ve düşünce kaynaklarıdır” hatırlatmasında bulunarak, sağlam kaynaklardan bes*lenen fertlerin, topluma onun faydalı unsurları olarak katılacağını söyler. O, ferdin önemini izah ederken, başka varlıklara nazaran her insan ferdinin başlı başına bir tür olduğuna dikkat çeker ve konuyu Türk insanı ve toplumuna getirerek, önemli bir noktaya parmak basar: “(Fertlerin yetişmesinde ve toplum planında) bu milletin atamayacağı bazı değerleri vardır: tarihi vardır, tarihî dinamikleri vardır; özü ve din gibi çok önemli bir dinamigi vardır. Bunları dikkate almadan, farklı dünyaların sistem ve anlayışlarını konfeksiyon usulü hazır elbise gibi milletin sırtına geçirmek, problemler meydana getirir. (Sevindi, “Fethullah Gülen’le New York Sohbeti”, nakl: Ergün, 79-80)
Fethullah Gülen, bir yandan devleti tenkit ederken, vatandaşların bir yandan da her müsbet hareketi ve hizmeti devletten beklemeleri arasındaki tezada da dikkat çeker ve özellikle demokrasilerde, idarecileri halkın seçtiğini, bunun, bir hadis-i şerifte ifade buyurulan, “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz” şeklindeki kaderî ve tekvinî kaidedeki espriye uygun olduğunu, dolayısıyla millet olarak fert fert önce kendimizi düzeltmemiz gerektiğini bilhassa vurgular. Bu noktada, Kur’an-ı Kerim’in, “Size, kendinize bakmak düşer. Eğer siz doğru üzerinde iseniz, yanlış yolda bulunanların sapmazı size zarar vermez” (Mâide/5: 105) âyetine atıfta bulunan Fethullah Gülen, millet nasılsa devlet de öyle olur; daima adalet eden kader, herkese, her topluma, o kimse ve toplum neye müstehaksa onu verir anlayışını seslendirir. (Fasıldan Fasıla 2, 35; “A Comparative Approach to Islam and Democracy”, Sais Review, Yaz-Sonbahar 2001, c: 21, No.2, s: 135)
Bu arada, günümüzde çok yaygın olan tenkitçilik ve hiçbir şeyden memnun olmama tavrına da dikkat çeken Gülen, “gayr-ı memnunlarla hiçbir yere varılamaz. Böyleleri, tarihte hiçbir şey kurmamış, fakat çok şey yıkmışlardır. Bunlar, 1000 sene de yaşasalar, kendilerini memnun edecek bir idare bulamazlar” der. (“Ufuk Turu”, nakl: Ergün, 54)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Lider
Milletlere rehberlik yapabilecek liderin nitelikleri üzerinde de duran Fethullah Gülen’e göre lider, özüyle ve şahsına has özellikleriyle her zaman kendini hissettiren ve gönüllerde yaşamasını bilen bir insandır. O, görünü*şündeki inandırıcılığı, anlayışındaki derinliği, görüşlerindeki inceliği, ihata*sındaki genişliği, tesbitlerindeki sağlamlığı, öğrenme aşkı, öğretme istidadı ve üzerine aldığı her şeyin üstesinden gelebilme yeteneğiyle – istemediği halde – dikkatleri üzerinde toplayan, sevilen, sayılan, gözdeleşen, dolayısıyla da binlerin-yüzbinlerin her zaman uğrunda ölmeye hazır oldukları bir seviye insanıdır.
Doğru düşünme, doğru konuşma, doğruluğu sevme ve yalandan tiksinti duymayı, ayrıca samimiyeti, vefayı ve güven telkinini liderin önde gelen vasıfları arasında sayan Fethullah Gülen, yemesi-içmesi, oturup-kalkması, dav*ranış ve muamelelerindeki dikkati, temkini, vakarı, ciddiyeti, bununla birlikte, çevresine karşı lâubalilikten uzak güleryüzlülüğü ile liderin, aynı zamanda derin bir şefkat, üstün bir idrak, ölçülü bir cesaret, kararlılık, sabır ve metanet sahibi olması gerektiğini de kaydeder. O, toplumda kendinden büyüklere anne-baba, kendinden küçüklere evlât muamelesi yapan bir saygı, edep ve sevgi insanıdır da.
Gülen’e göre lider, aynı zamanda bir ahlâk ve fazilet kahramanıdır. O, merhamet ve yumuşak huyluluğuyla bütün canlıların çarpan yüreği, atan nabzı, cesaret ve yiğitliğiyle millet ve ülkesinin yılmaz ve sarsılmaz muhafızı, his ve gönül dünyasıyla zayıfların en emin sığınağı, tevazu ve mahviyetiyle kapı kapı kovulmuşların biricik teselli kaynağı, müsamaha ve af atmosferiyle sendeleyip düşenlerin ümit çerağıdır. Lider, adaletli olduğu zaman merhametli, merhametle coştuğu zaman da istikametlidir. İnsan ve insanca düşünceleri şefkatle kucak*larken, yılan ve çıyan deliklerini tıkamayı da ihmal etmez; onun dünyasında ne zalimlerin toyu-düğünü, ne de mazlumların âh u efgânı işitilir. Lider, mehabet (heybet) ve haşyeti vicdanında duyabilen zıtlıklar halitası bir ruh yapısına sahiptir. Ona sırf mehabet noktasından bakanlar, aşılmaz bir zirve karşısında bulunduklarını hisseder, hayret ve hayranlıkla ürperirler; onu, ötelerle irtibatı, ihlâs ve samimiyetiyle tanıma fırsatını bulanlar ise, ruhanîlerden biriyle diz dize olduklarını sanır ve kendilerinden geçerler. (Yeni Ümit, Ocak 1991)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Cumhuriyet ve demokrasi
Türkiye’de Müslümanlar, uzun yıllar cumhuriyete karşı olmakla suç*lanmışlardır. Oysa Müslümanlar, herhangi bir sistemin karşısında olmaktan çok, o rejimin ismine değil, ortaya koyduğu uygulamaya bakmışlardır. Çünkü İslâm, Fethullah Gülen’e göre, idare için herhangi sabit bir rejim öngörmez; bunun yerine, adalet, kanun hakimiyeti, istişare, marufta, yani suç ve günah olmayan emirler hususunda itaat, kamu malının azami dikkatle kullanılması ve herhangi bir yolsuzluğa imkân tanınmaması gibi aslî prensipler vazeder. (Modern sistemlerde devletin yaptığı görevleri topluma, işin niteliğine ve önemine göre farz-ı kifaye ve vacib-i kifaye (yani, işin toplumda bazıları tarafından yapılmasıyla, sorumluluğu toplumdan kalkan görevler) olarak toplumun bütününe yükler. Dolayısıyla İslâm’da yönetim çarkı, bir işbölümü neticesidir. Böyle bir sistem de, yönetimin seçimle iş başına gelmesini en iyi yol olarak görür. Dolayısıyla, Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.) sonra, İslâm’ın mükemmel uygulandığı ilk Dört Halife döneminde seçimle iş başına gelme bir prensip olarak uygulanmıştır (Sais Review, 134, 136)
Müslümanlar, gerek halk olarak, gerek entelektüel zümre olarak bunun şuurunda olmuş, hiçbir zaman cumhuriyet rejimine ve – entelektüel kesimde yasama tercihi noktasında demokrasiye farklı bakılmışsa da – genel esprisiyle ve bilhassa halk temelinde çok partili demokratik sisteme karşı çıkmamış, fakat cumhuriyet ve demokrasi adı altında dayatılan tek parti idarelerine, hakkın kuvvette görülmesine, baskıya ve halkın reyi alındıktan sonra ortaya konan tamamen anti-demokratik uygulamalara karşı çıkmışlardır.
Türkiye’de bir zaman cumhuriyetin en çok karşısında gösterilen Bediüz*zaman, Eskişehir mahkemesinde cumhuriyete karşı olmakla itham edilince şu cevabı vermişti: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. (Orada kayıtlıdır ki,) bir zaman boş bir türbe kubbesinde inzivada iken bana çorba getirirlerdi; ekmeğimi onun suyu ile yer, taneleri karıncalara verirdim. Sebebini bana soruyorlardı; ben de derdim: “Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler, o cumhuriyet-perverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum… Hulefa-yı Raşidîn (ilk dört halife) her biri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber (Hz. Ebu Bekir), Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manâsız isim ve resim değil…” (Tarihçe-i Hayat, 408)
Fethullah Gülen de, cumhurî sistemin tamamen yanında bir insandır. O, “Cumhuriyet, halkın intihap (seçme-seçilme) ve meşveret hakkı olan idare demektir ve onu kusursuz olarak ilk talim eden kitap da Kur’ân-ı Kerim’dir. Cumhûrî idareyi Kur’an’a zıt göstermek maksatlı değilse bir bilgisizlik eseri; cumhuriyete taraftar olup da onun kaynağını görmezlikten gelmek ise, inattan başka birşey değildir” der ve ilâve eder: “Peygamber (s.a.s.), krallık iddiasında bulunmadığı gibi, O’nun gözde ve güzide halifeleri de, kendilerine melik ve sultan dedirtmediler. Krallık, İslâm ruhundan uzaklaşmakla ortaya çıktı ve uzaklaşma ölçüsünde de zulüm ve istibdat vasıtası oldu.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 157)
Fethullah Gülen, “şeklî cumhuriyet”e değil, hürriyetin anası veya mürebbisi (besleyeni, koruyanı) ve hürriyet âşığı nesillerin yetiştiricisi olarak gördüğü ve katiyen ‘serseri hürriyet’ idaresi değil, bir fazilet ve ahlâk hürriyeti hükümeti olarak değerlendirdiği gerçek cumhuriyete tam taraftartır. Bu noktada o, yine insan meselesi üzerinde durur ve “hakikî cumhuriyet, yükselmiş ruhların idare şekli ve insan şerefine de en uygun olanıdır. Henüz olgunluğa erememiş veya insanî kemalât yollarını sezememiş ham ruhlar için ise o, çölde bir serap ve içinde barınma imkânı olmayan iğreti bir çardak gibidir” der. Cumhuriyetin, gerçek hürriyet ve adalet anlayışına dayanan yüksek ve emniyetli bir idare şekli olmakla birlikte, hassas ve nazik bir sistem olduğuna da dikkat çeken Fethullah Gülen, onun anarşi, başıbozukluk ve ilhadın zemini haline gelmemesi gerektiğini belirtir. Bunun için de, bir takım prensiplere vurgu yapar:
Her şeyden önce, insan ruhundaki hürriyet arzusuna, kendi üstünde hakim güç kabul etmeme temayülüne, düşünce, davranış ve beyanlarına konacak sınırlandırmaları reaksiyonla karşılayacağı, dolayısıyla insanın bir anarşi unsuru da olabileceği gerçeğine dikkat çeken Gülen, “bu itibarla, cumhuriyete sahip çıkanlar, bir taraftan fertlere geniş hak ve hürriyetler tanırken, diğer taraftan da onları ahlâk, fazilet, düşünce ve irade insanı olmaya yükseltmelidirler” uyarısında bulunur. Gülen’e göre, ahlâk, fazilet, sorumluluk duygusu, düşünce ve irade insanı olma gibi yüksek hasletlerin en önemli kaynağı dindir; dolayısıyla cumhuriyet, dinî duygu ve dinî düşünceyi koruyup kollamalıdır. Gülen, “cumhuriyet idaresinde insanları dinî duygu ve dinî düşüncelerinden ötürü tahkir etmek, onlara tecavüz edip onları karalamak, dolayısıyla cumhuriyeti tahkir ve cumhuriyete tecavüz demektir” der. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 158–59)
Demokrasi konusunda da düşüncelerini zaman zaman ifade eden Fethullah Gülen, İslâm ile demokrasiyi aynı temelde birebir karşılaştırmanın doğru ve ilmî bir yaklaşım olmadığına dikkat çeker. Gülen, böyle bir karşılaştırmanın günümüz anlayış ve kültür ortamında zor da olduğuna vurgu yaparak, İslâm’ın temelde bir ‘din’, yani öncelikle insan hayatının sabit yanlarıyla ilgilenen bir tecrübe, tatma, yaşama disiplini olduğu, buna karşılık, modern kültürde ister antropoloji, ister dinler tarihi, hattâ isterse psikoloji ve psikanaliz açısından olsun, dinin ampirik metodlarla ele alındığı, ayrıca, kendilerini dine nisbet edenlerin de, onu ya bir felsefe ve istidlâl malzemesi, ya da mistik bir vakıa olarak gördüğü mütalâasında bulunur. Konu İslâm açısından ele alındığında, zorluğun ikiye katlandığını belirten Gülen, buna sebep olarak da, günümüzde İslâm’ın hem bir takım Müslümanlar, hem de modern dünyanın hakim siyasi güçleri tarafından siyasî-içtimaî-ekonomik bir ideoloji gibi görülüp takdim edilmesini gösterir.
İslâm’ın temelde vahye dayandığını, hedefinde öncelikle Âhiret saadeti ve ona dayalı olarak dünya saadeti ve dünyada sulh, sükûn, huzur ve adaletin temini bulunduğunu belirten Fethullah Gülen, bu temel yanlarıyla onun zamana ve mekâna bağlı olmayan değişmez prensipler ihtiva ettiğini, oysa demokrasinin daha çok bir yönetim biçimi ve anlayışı olduğunu, eğer bir karşılaştırma yapılacaksa, bunun demokrasi ile İslâm’ın idarî prensipleri arasında söz konusu olabileceğini hatırlatır. Bu konuda o, şu noktalara dikkat çeker:
İslâm, her şeyden önce, hiçbir ırk, renk, coğrafya ve fizik ayırımına gitmeksizin, bütün insanları, insan olmaları bakımından ve bir de kanunlar karşısında, bir hadis-i şerifte ifade buyurulduğu üzere “tarağın dişleri gibi eşit” kabûl eder. (Deylemi, el-Firdevs bi-Ma’sur el-Hitab (Beyrut: 1986, 4:300) “Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem ise topraktandır. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz” (Tirmizi, “Tefsir” ve “Menakıb,” el-Cami’ es-Sahih (Beyrut, s: 49, 73) hadis-i şerifi de, bu mevzuda çok önemli ve aslî bir prensiptir. İslâm’a göre, önceden doğmuş olma, fazla mala, mülke ve güce sahip bulunma, herhangi bir aileden, ırktan veya renkten gelme, kimseye, başkaları üzerinde hakimiyet kurma hakkı vermez. İkinci olarak, İslâm’a göre kuvvet haktadır ve hak daima yücedir; hiçbir şey ondan yüce olamaz. Üçüncü olarak, İslâm’da adalet ve kanun hakimiyeti mutlak manâda esastır. Dördüncü olarak, herkesin inancı, aklı, canı veya hayatı, malı ve bir de nesil, mutlak koruma altındadır; bunların hiç birine tecavüz edilemez. Bu temel prensipler, inanç, inancını yaşama, düşünce, özel mülkiyet, evlenme ve çocuk sahibi olma gibi temel hürriyetlere kaynaklık etmesinin yanısıra, hayatın şahsîliği, mahremiyeti ve dokunulmazlığı gibi esasların da temelini teşkil eder. Beşinci olarak, ferdin masumiyeti gibi, suçun şahsîliği de esastır ve suç sabit olmadıkça, kimse suçlanamaz; kimseye, başka kimsenin suçu yüklenemez. Sonra, hakkın büyüğü küçüğü olmaz ve ferdin hakkı, topluma feda edilemez.
Bu şekilde, İslâm’ın demokrasi ile karşılaştırılabilecek bir takım temel prensip ve değerlerini nazara veren Gülen, daha sonra, İslâm’ın konuya kozmik veya kaderî bir boyut kattığına temasla, meseleye ‘din sosyolojisi’ ve Kur’an’da tarih kavramı açısından yaklaşarak, şunları ifade eder:
Bu temel esaslardan ayrı olarak İslâm, meseleye kozmik veya kaderî bir boyut daha katar. İslâm, her türlü fatalizmin ve Batı’da önceki yüzyıl tarih felsefelerinde görülen cebrî “tarihselciliğin” tam tersine, tarihin motoru olarak insanı görür. Ferd ferd her insan, iradesi ve davranışlarıyla hem dünyasını, hem de Âhiretini örgülediği gibi, bir toplum da, inancı, dünya görüşü ve bilhassa hayat tarzıyla, kendi kaderini, yükselişini veya düşüşünü tayin eder. “Bir topluluk, kendisini, kendi iç dünyasını (zihniyetini, inancını, karakterini, hayat tarzını) değiştirmedikçe, Allah da, onların durumunu değiştirmez” (Ra’d/13: 11) âyeti, toplumların kaderinin bir bakıma kendi ellerinde olduğunu ortaya koymaktadır. Aynı gerçeği ifade eden bir hadis-i şerifte ise, “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz” buyurulur (Alâddin Ali al-Muttaki, Kenzü’l-Ummal fi Sünen el-Akvâl ve’l-Ef’al, Beyut: 1985, 6:89).
Fethullah Gülen, buraya kadar sözü edilen İslâmî düsturlarla demokrasinin temel esprisi arasında bir çelişki olmadığını belirterek, dikkati bilhassa, “bir topluluk, kendisini, kendi iç dünyasını (zihniyetini, inancını, karakterini, hayat tarzını) değiştirmedikçe, Allah da, onların durumunu değiştirmez” âyetiyle, “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz” hadisine çeker ve, “halkın kendi kendini idaresi olarak tarif ve takdimi yapılan demokrasinin temel esprisinin de aynı kapıya çıktığı da rahatlıkla söylenebilir” der. Gülen, daha sonra modern devletin fonksiyonlarının İslâmî bünyedeki yerini, Kur’ân’ın bunları teoride ve pratikte nereye yerleştirdiğini izah eder:
Evet, İslâm’ın, ferdlerin ve toplumların kaderinde insan iradesini ön planda tutması, idarî selâhiyetin halkın tamamına yüklenmesini gerektirir. Kur’an-ı Kerim, hükümlerini tebliğ ederken, “Ey insanlar, ey iman edenler!” gibi, toplumun bütününe seslenir. Modern devletin deruhte ettiği vazifeler, İslâm’ın, toplumun bütününe yüklediği vazifeler olmakla, derecesine, önemine ve ağırlığına göre, bazısı farz-ı kifaye, bazısı vacib-i kifaye, bazısı da sünnet-i kifaye olarak adlandırılır. Yani, toplum, kendi içinde gerekli iş bölümünü yapıp, gerekli müesseseleri kurarak, bu vazifeleri yerine getirir. Devlet çarkı, bu müesseselerin bir bakıma bütünüdür. Dolayısıyla, İslâm’ın öngördüğü şekliyle devlet, bir bakıma “içtimaî mukavele” manzarası arz eder. Bu şekil, yöneticinin tesbitinde halkın seçimini bir prensip olarak vaz ederken, yönetim çarkının dönmesinde de istişare veya danışmayı, olmazsa olmaz bir şart olarak emreder. Ayrıca, yönetimin işlemesinde bütün halkı denetleyici kılar.
Gülen, daha sonra İslâm’ın bir takım sosyal prensip ve hedeflerini nazara verir. Bunlar, fert ve toplum hayatı açısından son derece önemli olmakla birlikte, demokrasi, teorik olarak bile bunlarla ilgilenmez. Bu da, İslâm’ın bütün kural ve prensipleriyle bir bütün olmasına mukabil, demokrasinin sadece bir yönetim felsefesi olmasından kaynaklanmaktadır. İslâm’ın söz konusu bu prensiplerinin karşılığı belki modernizmde veya modern hayat felsefesinde bulunabilir. İşte burası çok hassas bir nokta olup, demokrasinin de bir parçasını oluşturduğu modernizmdeki bu hayat felsefesinin demokratik ideallerle veya demokratik iddiaların bu felsefe ile ne derece uyuştuğu mutlaka tartışılması gereken, fakat belki de çok az ele alınmış bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Gülen, İslâm ve demokrasi karşılaştırmasını bu konuya da çekmekle, esasen baştaki tezini, yani İslâm ve demokrasinin birebir muka*yesesinin mümkün olmadığını vurgulamış olmaktadır. Gülen, sözünü ettiğimiz prensipleri şöyle açıklar:
İslâm, cemiyet hayatında dayanak noktası olarak kuvvete bedel hakkı kabûl eder. Faziletli ferd, faziletli toplum ve bu yolla Allah’ın rızasını kazanma, içtimaî sistemin hedefidir. Hayatta, kavga yerine yardımlaşma ve daya*nışmayı esas alır. Cemiyetin tabakaları arasında tesis ettiği rabıta, ırkçılık yerine inanç, ortak duygu ve ortak değerlerdir. Nefsanî heveslerin her ne ve hangi yoldan olursa olsun tatminini değil, ruhu insanî kemalâta kamçılayarak, kâmil insanlar yetiştirmeyi toplum düzeninin gayesi olarak benimser. Hakkın hususiyeti ve neticesi, ihtilâf yerine ittifaktır; faziletin hususiyeti ve neticesi dayanışmadır; yardımlaşmanın hususiyeti ve neticesi, ihtilâf yerine birleşme, bütünleşme ve birbirinin imdadına yetişmedir; inancın, ortak duygu ve değerlerin hususiyeti ve neticesi, düşmanlık yerine kardeşliktir; ruhu kemalâta kamçılayarak, kâmil insan olmanın hususiyeti ve neticesi ise, hem dünyada, hem de Âhiret’te saadettir. (Sais Review, 133–38)
Fethullah Gülen, demokrasinin yaşanan bir süreç ve pek çok çeşitlerinin veya demokrasi iddialarının olduğunu ve onun geliştirilebileceğini, hattâ geliş*tirilmesi gerektiğini belirtir. “Demokrasi geliştirilebilir; insanın ferdî, ailevî, içtimaî bütün problemlerimizi çözebilecek, fizikî ve metafizikî bütün ihtiyaç*larımızı karşılayabilecek bir mükemmelliğe eriştirilebilir. Meselâ ben öyle bir demokrasi arzularım ki, dünyadaki belli düşünce devrimlerini kucaklamanın, korumanın yanı başında, benim kabir sonrası hayatımla ilgili problemlerimi de çözsün” diyen Gülen, ilmî ve ruhî sürekli tekâmül içinde bulunan insanın bunu başarabileceğini ifade eder. Bununla birlikte, bu noktada “demokrasi adına yapılacak her şey, yine demokratik yollarla yapılmalıdır” diyerek, demokrasi adına girişilen suistimallere dikkat çeken Gülen, bir hususu daha hatırlatmaktan kendini alamaz: “Farklı konumda, farklı görüşte insanlar olarak bir arada yaşamak zorunda bulunduğumuz için, özgürlüklerimizin bitiş noktası, başkasının özgürlüğünün başladığı yerdir. Halkımızın kabul ettiği değerler, ahlâkî normlar ve millî bekamızı ve ülke bütünlüğünü ilgilendiren konular özgürlüklerimizi kullanmada birer ölçü kabûl edilmelidir. Yoksa, anarşi doğar ve anarşik bir ortamda en temel özgürlükler bile kullanılamaz.” (Hulûsi Turgut ve Nevval Sevindi’nin röportajları, nakl: Ergün, 65, 76)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
İslâm, lâiklik, teokrasi ve istibdat
Türkiye’de, belki bir asırdır yaşanan bir dram olarak, İslâm, kendi kaynaklarından ve kendi içinde tanınmak yerine, ya modern düşüncenin doğrudan etkisi altında, ya da başka dinlerle özdeşleştirilerek ele alınmakta ve tanımlanmaktadır. Bunun en olumsuz neticelerinden birisi, İslâm’ı teokratik bir rejim gibi algılama, öyle takdim etme, onun özellikle sosyal alandaki tezahürlerini bastırmak için, bu yolu ısrarla kullanma taktiği olagelmiştir.
Fethullah Gülen, bu hususta, her din ve sistem gibi İslâm’ı da dünyevî maksatları doğrultusunda kötüye kullanan kimselerin olabileceğini, fakat böyle bir maksatlı ve yanlış kullanımla İslâm’ın mahkûm edilmemesi gerektiğini belirtir. Teokrasinin, özellikle Kilise Babaları’nın içtihadına dayanan ve Kilise, yani örgütlü bir din adamları sınıfının hakim bulunduğu bir idare şekli olduğuna dikkat çeken Gülen, İslâm’da – İran devrimi sonrası Humeynî’nin özel içtihadına dayalı olarak ortaya çıkan, fakat Sünnîlikle alâkası olmayan kısmî bir uygulama dışında – ne teoride ne de pratikte böyle bir sınıfın ve yönetim anlayışının bulunmadığını vurgular. Teokrasi gibi, istibdadın da tamamen İslâm dışı olduğunu, İslâm’ın asla istibdada izin vermediğini ve vermeyeceğini ifade eden Gülen, İslâm’da ferdin ve daha önce anılan ferdî hürriyetlerin önemini nazara verir. (Ufuk Turu, nakl: Ergün, 54)
Lâiklik konusunda, “lâiklik, diyanetin siyasete yön verici olmaması, idarenin de dinî hayata müdahale etmemesi ve herkesi kendi dünyasında dini rahat yaşar olarak bırakması demektir” diyen Gülen, dinin ruhunda ve özünde zorlama olmadığını vurgular. Ona göre, zorlama, dinin ruhuna zıttır. İslâm, irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muamelelerini bu esas üzerinde kurar. İkrah (zorlama) ile yapılan bütün amel ve fiiller, ister inanç, ister ibadet ve isterse muamele açısından muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum, “ameller niyetlere göredir” prensibine de uygun düşmez. (Asrın Getirdiği Tereddütler 4, 164; Özsoy, 26)
Gülen, lâiklik konusunda, ayrıca, lâikliğin öncelikle hukuki bir mesele olup, ferdin değil, devletin lâik olabileceğini belirtir ve Türkiye’de lâikliğin daha çok sekülerizm, yani toplumu tamamen dinin etkisinden uzaklaştırma olarak algılandığını vurgular. Gülen, ülkenin lâik-antilâik şeklinde bir kamp*laşmaya tahammülü olmadığını da dikkat çeker. (Hulûsi Turgut’la röportaj, nakl: Ergün, 64–5)
Dinin, dünyevî hiçbir şeye, maddî-manevî herhangi bir tür kazanca, hattâ, manevî füyüzat hislerine bile alet edilmemesi gerektiğinin altını çizen ve özellikle onu politize etmenin yanlışlığına vurgu yapan Fethullah Gülen, siyasî görüş, mülâhaza, tercih ve parti anlayışımızı dine dayandırdığımız zaman, bizim eksik, kusur ve arızalarımızın dine aksedeceği ve bunların, bizden değil de, sanki dinden kaynaklandığı izleniminin uyanacağı hatırlatmasında bulunur. Dinin birleştirici olduğunu ve bırakın herhangi bir siyasi hareketi, din içindeki hareketlerin bile onu bütünüyle temsil etme iddiasında bulunamayacağını belirten Gülen, siyasetin ayırımcılığına ve dinde siyaset temelli ayırımların tehlikesine dikkat çeker. Siyasî taraftarlık ve fanatizmin nerede duracağının belli olmadığı uyarısında da bulunan Gülen, bu taraftarlık ve fanatizmin, siyasi bir hareketin kendisini özellikle dinle özdeşleştirip, kendine destek vermeyenleri dinin dışında görmeye kadar gidebileceğini vurgular.
Lâikliğin temelinde vicdan özgürlüğü yattığından, eğer bu özgürlük tam sağlanabilir ve kişi ile Allah arasına engeller konmazsa, bu takdirde dinin elmas düsturlarının, hayatta temsille birlikte başkalarına tanıtılmasının önemini ve bunun ‘cihad’ın kendisi olduğunu da nazara veren Gülen, “din, Allah ile insan arasında temeli samimiyete, ihlâsa, Allah’ın rızasını kazanmaya, insanın daha ziyade kalbî derinliklerine dayanan bir disiplindir; temelde, insanın hayatını kalbin zümrüt tepelerinde geçirmesidir. Dinin bu yanını bütün bütün ihmal ederek, onu merasim gibi ve herkese gösterme adına şov yaparcasına uygulamak da yanlıştır” diyerek, siyasetin ve oy kaygısının bu tür tavırlara sebep olabileceğini hatırlatır. (Özsoy, 30-32; Hulûsi Turgut’la röportaj, nakl: Ergün, 65–6 )
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Anarşi, terör ve “faili meçhul” cinayetler
Fethullah Gülen, 20. yüzyılın, özellikle ikinci yarısının en önemli olgularından birini teşkil eden ve daha şiddetli bir şekilde 21. yüzyıla devrolan anarşi, terör ve faili meçhul denilen cinayetler hakkında görüşlerini açıklarken, önce önemli bir noktaya dikkat çekmektedir:
Adam öldürerek meşru bir gayeye gidilemez. Onun için ta başta, “terörist Müslüman olamaz, Müslüman da terörist olamaz” dedik. Evet, İbn Abbas’a göre insan öldürme, şirk ile eşdeğerdedir. Tâbiîn’in bazı imamlarına göre haksız yere insan öldüren, ebediyyen Cehennem’de kalacaktır. Demek ki, onun tevbesi asla kabul edilmeyecektir. Oysa ki şimdilerde, başımızın belâsı terör olaylarında sürekli masum insanlar öldürülüyor. Evler, hanlar yıkılıyor; geride kadınlar dul, çocuklar da yetim ve öksüz kalıyor. Bütün bunları İslâmî inanç çizgisinde izah etmek imkânsızdır. Bediüzzaman, İslâm’daki adalet esasını anlattığı yerde, “Bir gemide ölümü hak etmiş 9 cani ile 1 masum bulunsa, o canileri cezalandırmak için, o masumun hakkını feda etmek pahasına o gemi batırılamaz” der. (Prizma 1, 246–47)
İslâm ile cinayetin, anarşi ve terörün asla bir arada barınamayacağını ifade eden Gülen, hedefinde sulh, sükûn, dünya barışı, yeryüzünden fitne ve bozgunculuğun kalkması bulunan İslâm kadar başka hiçbir din ve sistemin insan hayatına aynı oranda değer vermesinin mümkün olmadığı ve vermediği gerçeğine vurgu yaparak, bu konuda Kur’ân’ın haksız yere bir cana kıyanın bütün insanlığın canına kıymış, bir canı kurtaranın da bütün insanların canını kurtarmış gibi olacağı hükmünü getirdiğini belirtir (Zaman, 12 Eylül 2001). O, bu sebeple, dünya üzerinde, özellikle İslâm ülkelerinde meydana gelen bazı terör olaylarında ve cinayetlerde İslâm’ın asla bir sorumluluğunun söz konusu olamayacağının, dolayısıyla bu terör olaylarını ve cinayetleri İslâm’ı gerçekten kabullenmiş ve onu hayatına hayat yapmış insanların tertipleyemeyeceğinin altını çizer. Eğer bu olaylarda rol almış ismi Müslüman bazıları var ise, bunlar ya kandırılmış, istismar edilmiş, kullanılmış ve İslâm’la sadece isim alâkası bulunan bir takım tiplerdir veya, bunların içinde yer aldığı ve yine isminde İslâm bulunan bir takım terör örgütleri mevcut ise, bu örgütler de, büyük oranda ya taşeron, yani terör ve cinayetlerin asıl faillerince kurulmuş, kurdurulmuş tetikçi veya sadece isim olarak mevcut örgütlerdir.
Gülen, günümüzde bazı Müslümanların, İslâm’ın ruhuna uygun olmayan bir takım sert İslâm yorumlarına girdiğini ve taraflılık duygusuyla İslâm adına sertliklere en azından karşı çıkmadıklarını da kabul eder. Bununla birlikte o, bir Müslümanın, cana kıyarak, cinayet işleyerek, anarşi ve teröre başvurarak İslâmî bir hedefe gidemeyeceğini belirtir. Tarihte de, Haricîler, Karmatîler, Haşhaşîler gibi, yine İslâm adı altında hareket eden ve teröre başvuran bazı kliklerin varlığı sabit olmakla birlikte, bunların da temelde İslâm’la alâkalarının olmadığı, Müslümanların en büyük kesimini oluşturan Sünnet ve Cemaat Ehli’nin bütün bu klikleri dalâlet ehli, yani sapmış, İslâm’ın dışına çıkmış güruhlar olarak değerlendirdiği de açıktır. Meselâ, Haricîler ve benzerleri, bir hadis-i şeriften hareketle, Kur’an da okusalar, çok namaz da kılsalar, bütün hareketlerini İslâm’a dayandırıyor gibi görünseler, okudukları Kur’an gırtlaklarından aşağı geçmeyen ve okun yaydan çıktığı gibi İslâm’dan çıkmış kimseler olarak değerlendirilmiştir. Şu halde, terörün, cinayetin dini olamaz. Nasıl Yahudilik, Hıristiyanlık veya bir başka din mensupları içinden pek çok cani, terörist çıkmışsa ve bunlarla, temelde cinayet ve terörü emretmeyen, hoş görmeyen dinleri itham etmek doğru değilse, aynı şekilde, kandırılmış, kullanılan veya son asırlarda gördükleri sürekli baskılar yüzünden itidali kaybetmiş bir takım Müslümanlar, eğer gerçekten terör ve cinayete bulaşıyorlarsa, bunlar ile de İslâm, asla itham altına alınamaz. Gülen, Müslüman, onun asıl hedefi ve bu hedefe giden yol konusunda şu açıklamayı yapar:
Esas itibariyle Müslümanlıkta terör yoktur. Müslüman’ın yeryüzünde bir tek gayesi vardır. O, dünya hayatında bütün düşüncelerini, amellerini o gaye etrafında örgüler; plan ve projelerini ona ulaşabilmek için yazar-çizer. Nedir o gaye? Sadece ve sadece Allah’ın rızası. Evet, Müslüman eğer gerçekten Müslümanlığı anladı, anlayabildi ise, Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmemelidir. Düşünmek bir yana, onun dışındaki her şeye kapalı kalmalıdır, hattâ bir ölçüde Cennet’e ve Cennet nimetlerine bile. Zira Cüneyd-i Bağdadî’nin o enfes tesbiti içinde, Cennet ve uhrevî meyveler için ibadet edenler “abdü’l-lezze,” yani lezzetin kulları ve Cennet’in kullarıdır. Şimdi, Müslüman böyle mübarek ve yüce bir hedefe yürürken, vesilelerinin de meşru olmasına dikkat etmek mecburiyetindedir. Zira böyle yüce bir gaye, ancak meşru vesilelerle elde edilebilir. Sokaklarda bağırıp çağırmakla, kim olursa olsun insan öldürmekle bu gayeye ulaşılamaz. Bu çerçevede terör, cinayet, gasp, adam kaçırma vb. olayların Müslümanlıkla telifi mümkün değildir. (a.y.)
Gülen, bu ana gerçeği ortaya koyduktan sonra, Türkiye’deki terör hadiselerine ve faili meçhul denilen cinayetlere değinir. Bu noktada dikkati, Türkiye’nin devletler dengesinde yeniden bir güç olmasını arzulamayan bir takım yabancı devletlere ve onların ülke içindeki uzantılarına çeken Fethullah Gülen, 1990’larda bazı aydınlara yönelen cinayetleri de, aynı şekilde yabancı entelijans servisleriyle onların içerideki taşeronlarının tertiplediğini açıkça ifade eder. (a.g.e., 243) Gülen, Türkiye’nin bir dönem anarşi, daha sonra terörle uğraşmasının, özellikle onun dış itibarını büyük ölçüde sarstığını, 1980’lerin sonunda eline geçen, devletler dengesinde sözü edilir büyük devlet olma fırsatının heba edildiğini, ama ne yazık ki, yetkililerin bunun farkında olmadıklarını ve bu hususa hiç eğilmediklerini üzülerek anlatır.
Fethullah Gülen, terörde dış ülkelerin rolüne dikkat çekmekle birlikte, bu rolün, içeride yaptığımız ve teröre zemin hazırlayan yanlışlarımıza gözümüzü kapamaması gerektiğini, kaldı ki, dışarıda hazırlanan senaryoların içerideki piyonlar vasıtasıyla uygulamaya konduğunu, dolayısıyla hatanın büyüğünün devlet ve millet olarak kendimizde olduğunu, bu gerçek görülmezse, terörden şimdilik kurtulmuşuz gibi bir izlenim olsa da, onun ve benzeri problemlerin bizi her zaman meşgul edebileceğini önemle vurgular.
Türkiye’nin zor günlerden geçtiğini belirten ve “şu anda birinden kurtulsak, diğerine takılacağımız alternatif problemlerin ateşten çemberi içinde bulunuyoruz” diyen Gülen, özel teşebbüsler sayesinde Asya’ya açılmamızın da, bizzat içerideki bazı odaklarca önünün tamamen alınmasına çalışıldığına özellikle dikkat çeker ve Türkiye’yi bekleyen en önemli tehlikenin, etnik ayrılıkların yanısıra ve bilhassa mezhebî farklılıkların her zaman istismar edilmesi ihtimali olduğunu, yetkililerin bu potansiyel problemi mutlaka nazara alıp, gerekli teşhis ve tedaviye yönelmeleri gerektiğini hatırlatır. (a.g.e., 229–32)
Fethullah Gülen, Türkiye’de işlenen bazı önemli faili meçhul denilen cinayetlerin faturasının neden Müslümanlara kesildiğini ise, özetle şöyle açıklar:
1. Bu ülkede Müslümanlara karşı duyulan ve gittikçe artış gösteren güven ve itimadı sarsmak ve gerek halk, gerekse elit tabakada gözlenen İslâm’a yönelişin önünü kesmek.
2. Rejimin irticaî tehdit altında olduğu propagandasıyla orduya bir defa daha müdahale davetiyesi çıkarmak. Önceki askerî müdaha*lelerde de hep böyle olmuştu. Ne var ki, bu tür müdahalelerde – her ne kadar askerî erkân ülke yararına birçok faydalı işler yapmış da olsa – demokrasi düşüncesi inkıtaya uğramakta, çağdaş dünya ile aramızda mesafe büyümekte, ordu yıpranmakta ve ülke en azından duraklamaya girmekte, hattâ gerilemektedir.
3. Askerî müdahalelerin sebep olduğu en önemli olumsuzluk, ülkenin müdahaleyi tasvip edenler-etmeyenler şeklinde suni olarak bölün*mesi ve bu tür tartışmaların yıllarca sürmesidir. Halbuki Türkiye’nin en çok muhtaç olduğu şey, iç barıştır, devlet-millet bütünleşmesidir.
Fethullah Gülen, bu açıklamalardan sonra Müslümanlar adına çok önemli bir noktaya parmak basar ve şöyle der:
Fâili meçhul bu cinayetlerin Müslümanlar tarafından işlenmediğini ispat etmek çok zor, hatta imkânsızdır. Zira hukuk mantığına göre “nefy isbat edilemez.” Onun için Müslümanlar olarak biz, daima devletimizin ve milletimizin yanında olduğumuzu vurgulamak ve bu düşüncemizi her zemin ve fırsatta sürekli anlatmak zorundayız. Bunun karşısında gerek bizim gibi düşünmeyen bu ülke insanları, gerekse askerî ve idarî erkan, belki bir 10 yıl, kimbilir belki de 20 yıl inananların nabzını tutacak, davranışlarını yakın takibe alacak ve bu uzun takip sonunda vatan, millet aleyhine herhangi bir beyan veya davranış görmeyince, onları tasdik etmek ve bağırlarına basmak zorunda kalacaklardır. Şahsen ben bu konuda ümitvarım. Şimdilerde Müslümanlar potansiyel suçlu gibi gösterilse de, inşa-Allah başta devlet yetkilileri, sonra aydın kitle ve halk bu problemleri bağrında eritecek ve arkasında güçlü devletlerin, istihbarat örgütlerinin bulunduğu böylesi oyunlar da akim kalacak, onlar da katiyen emellerine nail olamayacaklardır. (a.g.e., 245)
Fethullah Gülen, 11 Eylül 2001 günü New York’ta İkiz Kuleler’e girişilen terör saldırısını, İslâ adına belki açıkça ilk kınayan insan olmuş ve yayınladığı mesajda şunları ifade etmiştir:
Terör, her şeyden önce bir insanlık suçudur ve hiç bir şekilde tasvip edilemez. Ne var ki terör, insanlığın, tarihte bir başka zamanda olduğundan daha fazla şu son yarım asrını doldurmuş ve pek çok masumun hayatına mal olmuştur. Başlangıçta teröre maruz tarafa zarar veriyor gibi görülse de, nihai zararı neticede daima teröristlerin aleyhine olmuş bulunmasına rağmen terör, yalnızca terörist örgütlerin değil, bazı ülkelerin de başvurduğu en tehlikeli bir silah halini almıştır.
A.B.D.’deyi vuran son terör hareketi, bütün terör faaliyetleri gibi, yalnız bir ülkeye yapılmış bir hareket değil, dünya barışına karşı yapılmış en menfur bir sabotajdır. Bunu, ancak insanlıkla alâkası olmayan cani ruhlular yapmış olabilir ve bütün terör faaliyetleri, kimden ve nereden gelirse gelsin, barışa, huzura vurulan en büyük darbedir. Hangi sebeple ve hangi maksada yönelik olursa olsun terör, bir kurtuluş mücadelesi şekli olamaz; herhangi meşru bir gayeye vasıta kılınamaz.
İlâhî hiç bir din terörü tasvip etmez; tasvip etmek şöyle dursun, onu en cânîce bir hareket olarak lânetler. Terör, hiç bir şekilde, dînî bir gaye adına katiyen kullanılamaz. Merhameti, sevgiyi, affı, müsamahayı, barış ve huzuru esas alan her din gibi, bozgunculuk manâsına gelen fitneye karşı kesin bir tavır almış bulunan İslâm, ancak sulhün, barışın ve huzurun garantisi olabilir. İslâm, bir gemide 9 cani 1 masum bile bulunsa, 9 cani ölsün diye, o masumun hatırına o geminin batırılmasına izin vermez. Daha da ötede, haksız yere bir cana kıyanı, bütün insanların canına kıymış, bir hayatı kurtaranı da, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi kabûl eder. Ayrıca İslâm’da hak haktır; hakkın büyüğü küçüğü yoktur; bir masumun hakkı, toplum için bile feda edilemez.
Ne var ki, savaşların, adaletsizliğin, istismarın beynelmilel buudlar kazandığı son birkaç asırda bazı kudsî mefhumlar yanlışa vasıta yapıldığı gibi, Allah’ın Dini’ni de, asıl maksadı dışında kullananlar, bir takım menfaatler karşılığı kullandıranlar da olmuştur. Bunun dışında, bir takım beynelmilel güç merkezleri, istismar ettikleri bazı kişileri İslâm aleyhinde bir imaj oluşturmak için de kullanabilmektedirler.
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Yolsuzluklar ve temiz toplum arayışları üzerine
Türkiye’deki yolsuzluklara, onlarla mücadeleye ve temiz toplum arayışlarına da temas eden Fethullah Gülen, toplumda ve özellikle yönetim katında kirlenmenin inkâr edilemez boyutlarda olduğunu ifade ile, bunları gizleyip, üzerlerini örtmeye çalışmanın bir fayda getirmeyeceğini belirttikten sonra, problemin, her şeyden önce yine gidip insan unsuruna dayandığına dikkat çeker. Sistemdeki bozukluklarla birlikte kanunî yetersizlik ve düzensizliklerin de bir vakıa olduğunu şüphesiz kabul eden Gülen, “bununla birlikte esas mesele, insanî çöküntü ve ahlâkî bozukluk olsa gerek” der ve ekler: “Ayrıca, ciddî bir kültür buhranının toplumun bütün katmanlarına nüfuz etmiş olması da, üzerinde durulmaya değer bir konu. Zaten mazi-hâl bunalımını yaşayan, dinî, idarî, siyasî, iktisadî ve kültürel değerleri ile çarpışa çarpışa büyüyen ve bu ikilem fıtratı haline gelmiş nesillerden başka birşey beklemek de mümkün değildir.”
Fethullah Gülen, yolsuzluklarla mücadelede ve temiz bir toplum, temiz bir yönetim meydana getirmede, temel bazı noktalara dikkat çeker. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Her şeyden önce, ülke içinde yaşayan insanların tamamının, bu mümkün olmazsa, en azından % 70’inin, yani 3’te 2’sinin, başkalarının hatası, toplum ve yönetimdeki kokuşmuşluk, gelir ve maaş dengesizliği, hakkını alamama gibi sebepleri yolsuzluğa gerekçe kabul etmeyecek ve her şeye rağmen doğruluğu ve dürüstlüğü tercih edecek ahlâkî bir seviyeye getirilmesi şarttır. Çünkü, Gülen’e göre, insanî boyutlu her meselede olduğu gibi, bu konuda da köklü çözüm, insanı fert fert ele alıp, onu melekleri arkada bırakacak insanî seviyenin zirvesine çıkartmaktan geçmektedir.
İkinci olarak, yolsuzluk problemi, başlı başına bir problem olarak ele alınmamalıdır. Toplum, bütün müesseseleriyle bir bünyedir ve nasıl insan vücudunun herhangi bir yerindeki bir arıza bütün vücudu etkiler ve çok zaman vücudun bir yerinde ortaya çıkan arızanın sebebi başka bir yerde olabilir; bunun gibi, toplum da böyle bir bünye olarak ele alınıp, genel tedaviye gidilmeli ve lokal çözüm arayışlarından vaz geçilerek, toplum, bütünüyle ve bütün müesseseleriyle ıslah edilmelidir. Bunun da temelinde yine eğitim ve insanın yetiştirilmesi gelmekte, bunun için de, kalblere Allah’a ve Âhiret’e iman, vicdanlara Allah ve Âhiret korkusu yerleştirilmesi mutlak bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. İnançsız bir insanı, kolluk kuvvetleriyle zapt u rapt altına almak mümkün değildir. Her inanan insan mutlaka her bakımdan iyi, her inanmayan da kötü olacaktır diye bir kaide olmamakla birlikte, fakat bir realite vardır ki, Türkiye’de, hattâ dünyada açıkça görüldüğü üzere, iyi inanmış insanlar içinde yolsuzluğa, anarşiye, teröre karışan yok denecek kadar azdır. Maddî yönden gelişmiş Batılı ülkelerde kanunların sertliği, sağlanmasında koloniyalizmin de önemi rolü bulunan refah seviyesi, sistemin görünürdeki işlerliği ve insanların maddî refahıyla sistemin bu işlerliği arasında birebir münasebetin bulunması, ilk bakışta düzgün ve sağlıklı bir toplum ortaya çıkarmış gibi görünse de, bu toplumlardaki çoğu güzellik, temelinde yine ortak dinî değerlere dayanmakta, bunun yanısıra, iç bünyenin hiç de dıştan görüldüğü gibi sağlıklı olmadığı da bir gerçek olarak ortada durmaktadır. İstatistikler, cinayetler, hırsızlık, soygun, ırza geçme gibi suçların bu ülkelerde, başka ülkelerdekilerden, bilhassa Müslüman ülkelerden çok daha fazla işlendiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, Türk insanı, asırlardır Müslümandır ve İslâm son din olmakla, ondan çıkan, kolay kolay başka dinlere giremez. Başka dinlerden çıkan, “bozulmuş süt gibi” olup, yine de böylesinde işe yarayacak yanlar olabilir; fakat İslâm’dan çıkan “bozulmuş tereyağı”na benzer ve tam tefessüh eder. Dolayısıyla, Türk olsun, başkası olsun, İslâm toplumlarının sıhhati birinci derecede dine bağlıdır ve bu sosyolojik gerçeği, Türkiye’nin halihazır yapısı ve durumu, apaçık ortaya koymaktadır. Bu bakımdan, özellikle idarî kademede bulunanlar, dinî ve millî değerlere bağlı, aynı zamanda vicdan, muhasebe ve murakabe insanı olmalıdırlar.
Üçüncü olarak, yolsuzluk olayları, Türkiyedekiler çok ileri boyutlara ulaşmış olmakla birlikte, her toplumda görülebilmektedir. Bu sebeple, insanımız ümitsizliğe sevk edilmemeli ve kimse, kendi toplumundan, kendi ülkesinden bıkkın hale getirilmemelidir. Türk insanını, kendi toplum ve ülkesinden soğutmak, bu ne maksatla ve hangi ad altında yapılırsa yapılsın, Türkiye’ye yapılabilecek en büyük ihanetlerin başında gelir.
Dördüncü olarak, yolsuzlukla mücadelede niyet çok önemlidir. Böyle bir çalışma, sadece ülke ve milletimizin selâmeti adına olmalı, ondan bilhassa politik çıkarlar beklenmemelidir.
Beşinci olarak, yolsuzluklar, Türkiye’nin dış itibarını oldukça sarsmış bulunmaktadır. İstikrarsız, zayıf, kokuşmanın devlet bünyesi içine kadar girmiş olduğu bir ülke imajı çizmemiz, bize bel bağlayan, güven ve emniyetle bakan ülkelerin güvenini kaybetmemize yol açar ki, kaybedilen bu güven ve itibarı tekrar kazanmamız çok uzun zaman alabilir. Halbuki Türkiye’nin böyle bir zaman ve itibar kaybına asla tahammülü yoktur. Ayrıca, dış dünyanın güveninin sarsılması bir tarafa, böylesi bir üslup, toplum tabanındaki saf yığınların güveninin sarsılmasına da vesile oluyor ve onlara “devleti – affedersiniz – Kırk Haramiler ele geçirmiş” dedirtiyorsa, bu, çok olumsuz ve tehlikeli bir neticedir. Dolayısıyla, bu kabil olayların çözüme kavuşturulmasında takip edilen üslup bir kere daha mutlaka gözden geçirilmelidir. Bu milletin tabanı çok sağlamdır ve blokaj olabildiğine kuvvetlidir. İdareci kesimde var olduğu iddia edilen veya görülen bazı çürüklerden hareketle genelleme yapmak ve “işte Türk toplumu ve Türkiye bu” demek yanlıştır.
İyilik, iyilik doğurur; kötülük de kötülük. Dolayısıyla, yolsuzlukları ortaya çıkarma ve temiz toplum, temiz yönetim meydana getirme adına girişilen müdahalelerde yapılacak herhangi bir yanlışlık, başka yanlışlıkların doğmasına vesile olabilir. En köklü çözüm, uzun zaman alacak bile olsa, içinde yanlışlık olmayan veya çok az olan çözümdür. Bu sebeple, hemen neticeye ulaşmak için hatalı ve kısa yollara hiç mi hiç müracaat edilmemelidir. PKK terörünü önlemede böyle bir hata yapılmış ve bu hatalar, bu terörün daha da kökleşmesine ve yayılmasına sebep olmuştur. Birbirini takip eden yanlışlar zincirinde bu örgüte karşı başka bir örgüt kurulmuş, sonra bu örgüt kontrol edilemez hale gelince, bu defa onun parçalanması cihetine gidilmiş, daha sonra da, tenkiline girişilince çok büyük acılar yaşanmıştır. Bu itibarla da, baştan yanlışlıklar içine hiç girmeme, sonuca ulaşmada en doğru yol olsa gerektir.
Bunlardan başka, medyanın tavrı son derece önemlidir. Medya, mutlaka doğruya ulaşma, doğruyu aktarma ve doğru olanı yapma peşinde olmalı, ilkeli bir yayın politikası takip etmeli, ayrıca, sürekli olumsuzlukları nazara verme ve eleştirme yerine, çözüm adına teklifler üretip, yıkıcı değil, yapıcı yayın yapmalıdır. Medya, siyasî mülâhazalar, şahsî çıkarlar veya grup menfaatleri, ikili münasebetler doğrultusunda kullanılır ve gerçekler çarpıtılırsa, hem yetkili merciler yanlış yönlendirilmiş olur, hem sonuç alma zamanı uzar, hem de kamuoyunun ümitleri bütün bütün sarsılır. Ayrıca, yetkililer ve sorumlular birbirleriyle medya vasıtasıyla hesaplaşmamalı ve medya böyle bir hesaplaşmanın aracı olmamalıdır.
Yolsuzlukları önleme ve temiz toplum arayışında bir başka önemli husus da şudur: İdarede, bilhassa malî konularda mümkün olduğunca şeffaf olunmalı, bürokrası çarkı ve devlet kapısı geçim kapısı değil, ülkeye hizmet mevkii olarak görülmeli, makam ve mevkiler böyle insanlara tevdi edilmeli ve yolsuzluğa bulaşmış olanlar, bu şekilde ellerine geçen malı veya parayı devlete veya halka hizmet veren vakıflara bağışlayarak, bulundukları mevkilerden çekilmelidirler. Böyle yaptıkları takdirde, yaptıkları hemen unutulur ve toplum nazarında arınıp, baş tacı edilirler. Bu millet vefalıdır; idarecileri böyle bir tercihte bulunursa, millet, onların verdiğinin on kat fazlasını onlara rahatlıkla iade edebilir. Bu arada, yitirilen itibar da yeniden kazanılmış olur. (Prizma 2, 201-208; Fasıldan Fasıla 2, 261–62)
-
Cevap: Bazı çağdaş kavramlar ve önemli, güncel konulardaki görüş ve düşünceleri
Yeniden şekillenen dünyada Türkiye’nin yeri ve münasebetleri
Fethullah Gülen’e göre, dünya gittikçe küçülmekte ve artık büyük bir köy halini almış bulunmaktadır. O, bu değerlendirmeyi, sadece hadiselere bakarak değil, “bir dönem gelecek, zaman ve mekânda yakınlaşmalar olacak; zaman büzülecek, mekân büzülecek” manâsına gelen hadis-i şeriflere dayanarak da yapmaktadır. Gülen, zaman ve mekândaki büzüşmeler sebebiyle askerî, siyasî, kültürel, ekonomik birliklerin öneminin bir kat daha arttığını vurgulamakta ve çok yakın bir gelecekte daha nice ittifakları oluşacağına, Türkiye’nin bu ittifaklara katılma mecburiyetinde kalacağına dikkat çekmektedir (Sızıntı, Ağustos 1994; Fasıldan Fasıla 3, 207). Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne adım attığı günlerde serdedilen bu görüşler, Gümrük Birliği’nin AB’ne dönüşmesi ve Asya’da ortaya çıkan ittifaklarla şimdiden doğrulandığı gibi, geleceğin daha neler getireceğini de, yaşayanlar görecektir.
“Gümrük Birliği’ne, Avrupa Topluluğu’na girelim mi, girmeyelim mi kısır tartışmalarını yapacağımıza, devlet adamlarımız, entelektüel kadrolarımız, aydın insanlarımız, hiç vakit kaybetmeden bir araya gelmeli ve gelecekte bizi bekleyen muhtemel tehlikeler adına alternatif düşünceler üretmeli, plan ve projeler ortaya koymalıdırlar” diyen Fethullah Gülen, “aksi halde, başkalarının belirlediği gündeme tâbi kalırsak, yarın önümüze hiç istemediğimiz çok farklı durumlar çıkabilir. Sonra da, tıpkı önceki asırda olduğu gibi, ‘acaba bu bâdireden nasıl kurtuluruz’ düşünceleri içinde çırpınmaya başlarız” ikazında bulunmaktadır.
Batı ile münasebetlerimize de temas eden Fethullah Gülen, bu konuda şu dikkat çekici değerlendirmeyi yapmaktadır. Ona göre, insan mükerrem yaratılmıştır ve bazen bâtıl ve çirkin gelip, bir külâh gibi başına geçse de, o, daima doğruyu, iyiyi, güzeli arar. Dolayısıyla, Batı düşüncesinde ve dünyasında mutlak güzel unsurlar da vardır. Nasıl onlar bir zaman İslâm dünyasından alacaklarını almış, hattâ bunun kaynağını gizleme veya aldıklarını bütün bütün kendilerine maletme duygusuyla isimleri, kavramları değiştirmiş, İbn Sina’yı Avicenna, İbn Rüşd’ü Averos, Farabî’yi al-Farabos yapmışlar ve bu aldıklarıyla measilerine hız vermişlerse, biz de, onlardan almamız gerekenleri alırız. Kaldı ki, artık bugün mutlak manâda bir Batı düşmanlığı yapmak manâsızdır ve zaman tarafından elenmemize yol açar. Bugünkü dünyada münasebetler interaktif (karşılıklı etkileşim) çerçevesinde cereyan etmektedir ve bizim de, başkalarına verecek mutlaka bir şeylerimiz olmalıdır. (Fasıldan Fasıla 3, 207; Ufuk Turu, nakl: Ergün, 42)
Batı ile münasebetlerimizin en azından eşit şartlarda olması gerektiğine vurgu yapan Fethullah Gülen, bunun için de Asya’ya açılmamızı şart koşmaktadır. Ona göre, Asya’da en azından bizimle kardeş olan bir dünya vardır. Bu dünya ile aramızda kurulacak bir koridor, bizi eşit şartlarda, sürekli isteyen bir ülke olarak değil, denk taraf olarak Batı’ya, hattâ Pasifik’e taşıyacak, onlarla, hem onlar için, hem bizim için çok daha iyi şartlarda münasebet kurmamızı sağlayacak bir zemin teşkil etmektedir. Böyle bir zemin, bütün insanlar ve milletler için daha adil, daha güvenli, daha müreffeh bir gelecek adına en müsait zemindir ve Batı’nın da lehinedir. Zayıf ve yoksul bir Türkiye ve Asya, Batı için de olması gereken bir ortam değildir. (Ufuk Turu, Hulûsi Turgut ve Nevval Sevindi ile röportajlar, nakl: Ergün, 44, 65, 75 )
Fethullah Gülen, kaderin önümüze serdiği bu fırsatı Türkiye’nin mutlaka değerlendirmesi gerektiği inancındadır. “Her şeyin, yeniden yapılanma denilerek bir değişim yaşadığı şu günlerde, bizim dünyamız da böyle bir değişim adına yeni bir sürece girmiştir. Bu açıdan, zamanı kendi lehimize çevirecek şekilde projeler üretmek ve sonuna kadar bunları takip etmek gerekir” diyen Fethullah Gülen, esasen Amerikası ve Avrupasıyla Batı sisteminin bir duraklamanın, hattâ bir gerilemenin içine girdiğini de savunmaktadır. Ona göre, Batı’da oturmuş sistemin getirdiği bir sistem körlüğü vardır. Şu anda iyi işliyor görünen bu sistem ve getirdiği körlük, insanları alternatif düşünmekten alıkoyar. Fakat, alttan alta beslediği krizler ise, ilk anda pek belli olmasa da birden ortaya çıkıverir. Oysa, asırlardır bir yenilmişliğin ve ezilmişliğin içine itilmiş olan Türk dünyası, mevcut şartlarda alternatif üretebilecek bir dünyadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin Asya ile birlikte açacağı koridor, İslâm dünyasını da peşinden sürükleyecektir. İslâm dünyasının şuuraltında, 9 asır kuzey ve batı cephelerinde İslâm’ın ileri karakolluğunu ve İslâm dünyasının liderliğini yapmış olmamızın asla silinemeyecek izleri mevcuttur. Onlardaki bu şuuraltı da, hem bizim, hem dünyanın geleceği adına ayrı bir öneme sahiptir.
Mevcut dünya düzeninde Amerika’nın yerine de değinen Gülen’in bu konuda yaptığı bir tesbitten ibarettir ve o, bazıları tarafından yanlış anlaşılan ve yanlış değerlendirilen bu tesbitini iki temel prensibe dayandırır. Bunlardan biri, dünya dengesinde mutlaka bir veya birkaç gücün bulunacağı gerçeğidir. Şu anda bu güç Amerika’dır; bunu kabûl etmek veya etmemek, kimseye bir şey kazandırmaz; çünkü bu, bir realitedir. Ne yapmak gerekirse, bu realite çerçevesinde yapmak gerekir. İkincisi, arzu edilen, dünya dengesinde her bakımdan adaletli ve bütün güzellikleri kendinde toplamış bir gücün olmasıdır. Bu olmadığı takdirde, Cenab-ı Allah izafî güzelliklere göre hükmeder ve dolayısıyla bütün insanlık veya dünya, neye müstehak veya lâyık ise onu bulur. Şu halde, mevcut duruma sadece itiraz bir manâ ifade etmez. Bunun yerine, izafî güzellikleri daha iyi, daha tonlu temsil etme, bundan da öte, mutlak adalet ve güzelliklere sahip olabilme gayreti içinde bulunmak gerekir. Türkiye’nin ve Türk insanının yapması gereken de budur.
Gülen, bu temel tesbitten hareketle, mevcut şartlarda kayıtsız şartsız bir Batı düşmanlığının bizi çağın dışına iteceğini söylemekte ve “Amerika ve Avrupa ile kavgalı değil, çağın gerçekleri istikametinde Batılı düşünceyi de alan, değerlendiren, kendi ruh ve manâ köküne ters olmayan değerlere de saygı duyan, aynı zamanda dünya ile barışıklığı devam ettirmeye de yardımcı olabilecek bir Türkiye ve Türk dünyası” arzulamaktadır. “Batı ile makûl ve kendi şartları içinde, bizim de kendi şartlarımızı ortaya koyarak bir noktaya yürümemiz, geleceğimiz adına güzel şeyler vadedebilir” diyen Fethullah Gülen, böyle bir hedefin, “bir gözü bütün dünyada, bir gözü kendi dünyasında, iki tarafı birden mütalâa ederek, yepyeni bir dünya inşa edebilecek mimarlar, çok yüksek insanlar” istediği inancındadır (Ufuk Turu, nakl: Ergün, 42; Sevindi, nakl: Ergün, 72).