-
Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: ‘Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl, kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!" (Al-i İmran; 147)
Bu ayet-i kerimede, mümin olan kimseler için çok büyük bir müjde vardır. Allah-u Zülcelal’ın tövbe kapısı, öyle büyük bir merhamet ve nimet kapısıdır ki, biz bunun kıymetini maalesef bilmiyoruz.
İbadet yapmak, cenneti kazanmaya ve ebedi olarak orada kalmaya sebep olur. Birçok evliya sekarat esnasında ağlamışlardır. Onlara:
─ Niçin ağlıyorsunuz? Diye sormuşlar, onlar da şöyle demişlerdir:
─ Biz cennete girmekten ya da cehenneme girmekten dolayı ağlamıyoruz. İbadet yapma fırsatı elimizden gidiyor. Onun için ağlıyoruz.
Onun için pişmanlığın fayda verdiği zamanımız varken, pişman olalım. Yoksa pişman olmanın hiçbir menfaat vermediği zamana bırakırsak, hiçbir fayda elde edemeyiz.
Rivayet edildiğine göre, İsa Aleyhisselam çevresindekilere:
─ Buğday tanesi nerede biter? Diye sordu. Onlar da:
─ Buğday tanesi toprakta biter, dediler. O zaman İsa Aleyhisselam şöyle dedi:
─ Öyleyse, insan fakirlik ve zillet halinde olmazsa, onda hikmet ve menfaat bitmez. İnsan aynı toprak gibi olup, insanlara menfaat verirse ve Allah-u Zülcelal’in karşısında da fakirlik ve zillet halinde olursa, hikmet sahibi olur.
Bir kimse, önce Allah-u Zülcelal'in zikri ile meşgul olup daha sonra bu zikrinden gafil kaldığı zaman; Allah-u Zülcelal’in zikri ile meşgulken Allah'ın feyzi, nisbeti ve rahmeti o kimsenin üzerine gelir. Fakat O'ndan gafil olup halini değiştirdiği zaman, Allah-u Zülcelâl’in feyzi, nisbeti ve rahmeti de o kimsenin üzerinden kesilir.
Mademki, Allah-u Zülcelal’den başka yardımcımız yoktur, öyleyse kendimize biraz çekidüzen vermemiz lazımdır. Yoksa bir de bakarız ki Allah-u Zülcelal küçük bir hatamız yüzünden durumumuzu, halimizi değiştirivermiş. Ve Onun bu şekilde yapmasına mani olacak hiç kimse yoktur. Onun için çok dikkatli olmamız lazımdır.
İnsan Allah-u Zülcelal’e ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın, sadece küçük bir hata ile de O'ndan o derece uzaklaşabilir. İnsanın hata yapmasının sebebi ise Allah-u Zülcelal’in kudret ve azametini idrak edememesinden dolayıdır. O'na karşı ne kadar da zayıf olduğunu bilmemesinden dolayıdır.
İnsan Allah-u Zülcelâl ile arasındaki durumdan ne kadar çok korkar, ne derece dikkat ederse, Allah-u Zülcelâl’ın yanında o kadar makbuldür.
Âta isminde bir zat şöyle demiştir: "Eğer bir ateş yakılsa ve bana da denilse ki; kim kendini bu ataşe atarak yok ederse, o kişi kıyamet gününde hesap vermeyecek. Ben kendimi ateşe atmak için daha ateşin yanına varmadan, ferah ve sevinçten ölmekten korkuyorum."
Buradan anlaşılıyor ki Âta ismindeki zat, kıyamet gününde hesap vermekten çok korkuyordu.
Allah-u Zülcelal Kerem Sahibidir
Bir insan, mert, cömert ve iyiliği olan birisi olduğu zaman nasıl bütün insanlar onu sevip, ondan bir şeyler talep ediyorlarsa, Allah-u Zülcelal de insanlarla kıyaslanamayacak kadar fazla kerimdir, cömerttir.
Bir haberde şöyle geçmektedir: "Bir kul, dünyada ‘Ya Kerim!’ dediği zaman, Allah-u Zülcelâl ona: ‘Ey kulum! Sen benim keremimi daha görmedin. Şu anda sen dünya hapsindesin. Ahirete geldiğin zaman cennette asıl keremimi göreceksin.’ diye hitap eder.”
İşte Allah-u Zülcelal bu kadar kerem sahibidir. Ve kıyamet gününde kullarına karşı keremi ile muamele edecektir, inşallah! Ama biz de kendimize biraz çekidüzen verip, ibadet yapmalıyız. Nefsimizi ibadetlere zorlamalıyız.
Üveys-i Havlani (rahmetullahi aleyh) şöyle demiştir: "Allah-u Zülcelal kuluna karşı öyle merhamet sahibidir ki, kulunun hatalarını dünyada kimseye göstermez. Ve onun kalbinde zerre kadar bir hayır varsa, kıyamet gününde onu mahrum etmez."
Üveys-i Havlani ibadethanesinde, camide, devamlı bir sopa bulunduruyordu. Bunun sebebini sordukları zaman:
"İnsanlar hayvanlara sopa ile vuruyorlar -haşa- ben onlardan daha layığım. Çünkü hayvanlar günahsız ve masumdurlar. Akılları yoktur. Onlara teklif yoktur (sorumlu değiller). Esasen ben bu sopaya daha layığım. Çünkü Allah-u Zülcelal bana akıl verdiği halde ben O'na karşı geliyorum." Diye cevap veriyordu.
Bakın, onlar nasıl düşünüyorlardı! Allah-u Zülcelal bize akıl verdiği halde, O'na asi olmamız, sopaya asıl bizim layık olduğumuzu gösterir, öyle değil mi?...
Üveys-i Havlani bir amelle ilgili olarak kendinde bir gevşeklik hissettiği zaman, yanında bulundurduğu sopa ile kendisine vuruyordu. Sopa ile kendisine vurarak, nefsini ibadet yapmaya zorlaması boşuna değildi. Tabi, o, Allah-u Zülcelal'e karşı böyle fedakâr olduğu için Allah-u Zülcelal de ona ikram ediyordu.
Allah-u Zülcelal’in Merhameti
Biz kendi halimizden ne kadar gafil olursak olalım, Allah-u Zülcelâl bizden asla gafil değildir. O'nun bizden hiç ayrılmayan melekleri vardır. Her insanın biri sağında diğeri de solunda olmak üzere, üstünde iki melek vardır.
Bir kimse vefat ettiği zaman, o melekler Allah-u Zülcelal’ın huzuruna giderler ve:
─ Ya Rabbi! Kulun dünyadan ayrıldı, biz nereye gidelim? Diye sorarlar. Allah-u Zülcelâl buyurur ki:
─ Göklerim meleklerle doludur. Yer de meleklerle ve insanlarla doludur. Hep Bana ibadet ediyorlar. Siz, Benim kulumun kabrinin üzerine gidin. Zikir, tespih ve tehlil yapın ve bunların sevabını da kıyamete kadar kuluma yazın.
Bakın! Allah-u Zülcelal kullarına karşı böyle şefkat ve merhamet sahibidir.
İnsanın ibadeti, zikri, sadakası onu ölüm esnasında, kabirde ve kıyamet gününde Allah-u Zülcelal'in azabından muhafaza ederler.
Bazı selefler şöyle demiştir: "Mümin kişiler sekarat esnasında meleklere derler ki: Onun ağzını koklayın. Melekler ağzını koklayınca, ağzından Kur'an kokusu gelir. O'nun kalbini koklayın derler. Melekler kalbini koklayınca kalbinden oruç kokusu gelir. Onun ayaklarını koklayın derler. Melekler ayaklarını koklayınca, ibadet için geceleri ayağa kalkma, cemaatlere gitme kokusu gelir. Nihayet o kişinin neresini koklarlarsa her yerinden ibadet kokusu gelir. O zaman melekler derler ki: ‘Sen kendini muhafaza ettin.
Allah-u Zülcelal de seni muhafaza etsin."
Kim Ne İsterse Allah Verecektir!
Bu sebeple, sekarat esnasında böyle iyi bir hale girebilmek için bütün âzâlarımızı ibadete yöneltmemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal bizlere; kendini zikretmemizi ve kalplerimizi O'na yönelterek, ahiret gününe gittiğimizde, tüm gerçekleri gördüğümüzde değil, daha bu dünyada iken o günleri düşünerek korkmamızı emretmektedir.
Peki, biz Allah-u Zülcelal'den ölünce mi korkacağız? O'ndan korkmamızın zamanı gelmedi mi? Daha vakit varken, ölümle burun buruna gelmeden, O'ndan biraz korkmamız lazımdır.
Anlatıldığına göre, Süfyan-ı Sevri (kaddesallahu sırrahu) bir gün annesine dedi ki:
─ Ey anne! Beni Allah-u Zülcelal’e hibe etmiyor musun? Beni O'na teslim et! Annesi de ona şöyle dedi:
─ Oğlum! Padişah'a köle verebilmek için o kölenin padişahın köleliğine layık olması lazımdır. Sen henüz Allah-u Zülcelal'e teslim edilmeye layık değilsin!
Bunun üzerine Süfyan-ı Sevri çok haya etti ve gidip evin bir odasına kapandı. Tam beş yıl zikir, ibadet yapmak suretiyle Allah-u Zülcelal’e ibadet yaptı. Bir gün annesi odasına girdiğinde gördü ki, ibadetin eseri, Allah-u Zülcelal'in nuru onun yüzünden fışkırıyor. Ve ona şöyle dedi:
"Ey oğlum! Sen Allah-u Zülcelal'in ibadeti ile meşgul ol. Ben seni unutmuyorum. Biz Allah-u Zülcelal'in huzurunda görüşeceğiz."
Bu nasıl anne, bu nasıl oğul!.. İşte bu şekilde olduğu zaman, insan kalben, ruhen, sırren çok seviniyor.
Çünkü onlar ebedü'l ebed olan hayatı istiyorlardı. Bu geçici olan dünyadan bir gün mutlaka ayrılacağız. Bunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Tabi Süfyan-ı Sevri'nin annesi de manevi doktordu. Geçici olan hayatı hiç istemiyorlardı. İşte onlar da Allah-u Zülcelal'in kullarıydılar. Her kim olursa olsun samimi olarak isterse, Allah ona verecektir.
Kalp ile Tasdik Etmeliyiz
İnsan sadece zahiri olarak Allah-u Zülcelal'e yöneldiği zaman, onun ameli devamlı olmaz. Mutlaka manevi olarak da Allah-u Zülcelal'e yönelmesi lazımdır.
İman, hem zahiri hem de manevidir. Zahiri olarak dil ile kelime-i tevhid getirdiğimiz zaman, eğer bunu kalp ile de tasdik etmezsek iman etmiş sayılmayız. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin zamanında üç yüz kişi, bu kelime-i tevhidi dil ile söylemişlerdi ama kalben bunu tasdik etmedikleri için münafık idiler. O yüzden maneviyat insan için çok önemlidir.
İnsan kendisi ile Allah-u Zülcelal'in arasındaki durumu düzelttiği zaman, Allah-u Zülcelal de onu kendi kusurlarına muttali kılar. O kimse hiç kimseyle meşgul olmaz. Hatta başkalarının yaptıkları hataları dahi kendi hatası gibi bilir. Kendi kendine: "Eğer ben iyi olsaydım, o da iyi olacaktı." Diye hitapta bulunur. Yani, daima kendisini düzeltmek için bir gayretin içinde olur.
Peki, herkes böyle olursa, dünya cennet gibi olmaz mı? Ama biz başkalarının kusurlarıyla meşgul olduğumuz için zaten onları düzeltemiyoruz, onları düzeltemediğimiz gibi kendimiz de düzelemiyoruz. Bu da bizim için çok büyük bir zarardır.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Amin)
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
DÜNYA SEVGİSİ
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Elbette Allah’tan korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır.” (En’am; 32)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Dünyayı seven ahireti sevmez, ahireti sevende dünyayı sevmez. Siz baki olan ahireti fani olan dünyaya tercih edin.” (Taberani, Hakim)
Kalbin huzurunu bozan hastalıklardan birisi de dünya ve mal sevgisidir. Dünya, bütün kötülüklerin başıdır. İnsanın kalbinde dünya sevgisi ne derece varsa, ahiretin sevgisi o derece o kimsenin kalbinden çıkar. Kim neyi severse Allah-u Zülcelal ona istediğini nasip eder. Dünyayı sevenlere de dünyayı nasip eder. Çünkü Allah-u Zülcelal’in yanında dünyanın hiçbir değeri yoktur.
Dokuz yüz elli sene yaşayan Nuh (Aleyhisselam)’a vefat hastalığında; “Dünyayı nasıl buldun?” diye sormuşlar. Kendisi de; “Dünyayı iki kapılı bir han gibi gördüm. Bir kapıdan girdim, diğerinden çıktım.” demiştir.
Gerçekten dünya hayatı çok kısadır. Bakınız! Hz Nuh (Aleyhisselam) dokuz yüz elli sene yaşadığı halde sanki onu hiç yaşamamış gibi görmüştür. Buna göre herkes kendi halini düşünmelidir.
Nasıl ki su ile ateş bir arada bulunmazsa, dünya ve ahiret sevgisi de aynı kalpte bulunmaz.
Baki olan ahiret hayatı için geçici olan bu dünya hayatını satanlar, her ikisini de kazanırlar. Ama dünya için ahiretini satanlar, her ikisini de kaybederler.
Hz. Süleyman (Aleyhisselam) bir gün muhteşem bir şekilde havada gidiyordu. Kuşlar ve cinler onun hizmetinde bulunuyorlardı. Hz. Süleyman (Aleyhis-selam) israiloğullarından bir abide uğradı. Abid;
“Ey Davud’un oğlu! Allah sana ne büyük bir saltanat vermiştir.” dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman (Aleyhisselam) şöyle buyurdu:
“Mü’minin amel defterinde yazılı olan bir tesbih, Davud’un oğluna verilen bu muazzam saltanattan daha hayırlıdır. Çünkü tesbih baki kalır, saltanat ise geçicidir.”
Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Dünya sizin için, siz ahiret için yaratılmışsınız. O sebeple, dünyanızdan ahiretiniz için hazırlık yapın. Bilin ki, dünyadan sonra bu hazırlığı yapmak mümkün değildir. Çünkü ondan sonra yeriniz ya cennet veya cehennemdir.” (Deylemi)
Dünyayı seven bir kimse, öldüğü zaman sevdiğinden ayrıldığı için azab çeker. Bu azabın şiddeti de dünya sevgisinin şiddeti ölçüsündedir.
Allah-u Zülcelal’i ve ahireti seven ise, ölürken sevdiğine kavuştuğu için sevinç duyar. Bu sevincin büyüklüğü de Allah ve ahiret sevgisinin büyüklüğü derecesindedir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
GURUR (Aldanma)
“Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. Allah’ın affına güvendirerek şeytan sizi kandırmasın.” (Lokman; 33)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Akıllı kimse, kendi nefsini hesaba çeker ve ölümden sonrası için çalışır. Aldanmış olan ise, nefsine ve hevasına uyar ve buna rağmen Allah’tan temennilerde bulunur.” (Tirmizi, İbn Mace)
Gurur; kalbi bir hastalıktır. Gurur ve aldanış cehaletten de kötüdür. Çünkü cehalet bir şeyi bilmemektir. Gurur ise onu yanlış ve ters bilmektir. İnsanlardan bir çoğu hatalı yolda oldukları halde, kendilerini hayır üzerine bulunduklarını zannederler. Halbuki asla gerçekleşmeyecek bir düşünce ve hayalin peşinde gitmek, yapmadığı şeyi umut etmek mağrurluktan başka bir şey değildir.
Mü’minlerin asi olanları; “Allah kerimdir, O’nun affı çoktur.” gibi sözlere bel bağlayıp salih amelleri terk etmek suretiyle aldanırlar. Onun için bazı alimler şöyle demiştir:
“Bir şeyi arzu eden ona talip olur. Bir şeyden korkan ise ondan kaçınır. (Onun için) günahlarında ısrar ettiği halde Allah’ın affını bekleyen (ümit eden) aldanmıştır.”
İnsanlardan kimisini dünya hayatı aldatmaktadır. Bunlar fasid bir kıyas yaparak şöyle derler; Nakit, vadeden daha iyidir. Dünya lezzetleri nakit, ahiret ni’metleri ise vade hükmündedir. İşte aldatan nokta burasıdır. Zira nakit, ancak miktar bakımından vadeli ile aynı olduğu zaman daha iyidir. Oysa, bilindiği üzere insanın dünyadaki ömrü ahirete göre milyarda bir oranında bile değildir.
Bazı kimselerin biraz taatları vardır. Fakat günahları da vardır. Kendileri ise günahlarını önemsemez, tatlarının kendilerini kurtaracağını zannederler. Bu sebeple de kendilerini iyi durumda görürler. Bu da bir aldanış ve gururdur. Bundan kurtulmak için hemen günahlara tevbe edip, Salih amellere yönelmelidir.
Allah-u Zülcelal’e giden yolda başarılı olanlar, o yolun üzerindeki engellerin afetlerini bilip kendisini bundan muhafaza eden ve basiretle davranan kimselerdir.
Aldananlar ise, Allah-u Zülcelal’in kendi iradelerine terk ettiği ve kalplerini hakkı bilip anlamaktan geri bıraktığı kimselerdir. Nasıl insan düşman karşısında uyanık ve dikkatli duruyorsa, şeytan ve nefsin karşısında da dikkatli davranması lazımdır.
Her insan amelini sadece Allah-u Zülcelal’in rızası için yapmaya gayret etmeli, aldanmamak için ilim okumalı ve aldanma olaylarına karşı çok dikkatli olmalıdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
GAFLET
“Kahrolsun bizlere! (derler) Biz bundan (ölüm-den) gafil kaldık. Hayır! Biz kendimize zulmetmiş olduk.” (Enbiya; 97)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Şeytan insanoğlunun kalbinin üzerinde tünemiş vaziyette bekler. Allah'ı zikredince siner, çekilir, gaflet etse vesvese verir.” (Buhari)
Gaflet; İnsanın Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini unutması ve terketmesi yada O'nun emir ve nehiylerini yerine getirirken, kalbinin bu yaptıklarını duymaması, başka şeylerle meşgul olmasıdır.
Her kim Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini terketmek suretiyle gaflete dalar ve nefsinin arzularının peşine düşerse, kendisini şiddetli bir azaba müstehak etmiş olur. Onun için denilmiştir ki;
“Gafletten daha ağır bir uyku yoktur; insana en fazla sahip olan ve onu kullanan nefsinin arzularıdır. Eğer üzerinde gafletin ağırlığı olmasaydı, nefsin arzuları insana galip gelmezdi.”
En büyük gaflet, insanın Allah-u Zülcelal'den gafil kalması, O'nun emir ve nehiylerinin karşısında ve onunla olan muamelesinde edebe riayet etmekten gafil olmasıdır.
Her anımızda bizden bir hata zuhur etmektedir. Bu hataların en ufağı gaflettir. Hatta kıyamet gününde cennet ehlinin en çok hasret ve kederlendiği şey, dünyada iken gafletle geçirdiği dakika ve saatlerdir.
Allah-u Zülcelal'in hukukunu yerine getirebilmek için gaflet elbisesini üzerimizden çıkarıp, Allah-u Zülcelal'den kuvvet istememiz lazımdır.
Netice olarak, günbe gün kabre biraz daha yaklaşıyoruz. Eğer bu gaflet denizinden çıkmazsak, -neuzubillah- parişan oluruz. Şayet ebed'ül ebed baki olan ahiret hayatımızda perişan olmak istemiyorsak, samimi olarak Allah-u Zülcelal'e yalvarıp bizi gafletten muhafaza etmesini istememiz lazımdır.
Eğer samimi bir şekilde istersek; Allah-u Zülcelal cömerttir; O'nun hazineleri doludur. Bize de bu isteğimizi inşaallah nasib edecektir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
GAFLET
“Kahrolsun bizlere! (derler) Biz bundan (ölüm-den) gafil kaldık. Hayır! Biz kendimize zulmetmiş olduk.” (Enbiya; 97)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Şeytan insanoğlunun kalbinin üzerinde tünemiş vaziyette bekler. Allah'ı zikredince siner, çekilir, gaflet etse vesvese verir.” (Buhari)
Gaflet; İnsanın Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini unutması ve terketmesi yada O'nun emir ve nehiylerini yerine getirirken, kalbinin bu yaptıklarını duymaması, başka şeylerle meşgul olmasıdır.
Her kim Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini terketmek suretiyle gaflete dalar ve nefsinin arzularının peşine düşerse, kendisini şiddetli bir azaba müstehak etmiş olur. Onun için denilmiştir ki;
“Gafletten daha ağır bir uyku yoktur; insana en fazla sahip olan ve onu kullanan nefsinin arzularıdır. Eğer üzerinde gafletin ağırlığı olmasaydı, nefsin arzuları insana galip gelmezdi.”
En büyük gaflet, insanın Allah-u Zülcelal'den gafil kalması, O'nun emir ve nehiylerinin karşısında ve onunla olan muamelesinde edebe riayet etmekten gafil olmasıdır.
Her anımızda bizden bir hata zuhur etmektedir. Bu hataların en ufağı gaflettir. Hatta kıyamet gününde cennet ehlinin en çok hasret ve kederlendiği şey, dünyada iken gafletle geçirdiği dakika ve saatlerdir.
Allah-u Zülcelal'in hukukunu yerine getirebilmek için gaflet elbisesini üzerimizden çıkarıp, Allah-u Zülcelal'den kuvvet istememiz lazımdır.
Netice olarak, günbe gün kabre biraz daha yaklaşıyoruz. Eğer bu gaflet denizinden çıkmazsak, -neuzubillah- parişan oluruz. Şayet ebed'ül ebed baki olan ahiret hayatımızda perişan olmak istemiyorsak, samimi olarak Allah-u Zülcelal'e yalvarıp bizi gafletten muhafaza etmesini istememiz lazımdır.
Eğer samimi bir şekilde istersek; Allah-u Zülcelal cömerttir; O'nun hazineleri doludur. Bize de bu isteğimizi inşaallah nasib edecektir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
GECE İBADETİNİN FAZİLETİ
“Rahmanın kulları onlardır ki, gecelerini Rabblerine secde ederek ve kıyamda durarak geçirirler.” (Furkan; 64)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Teala, her gecenin üçte biri kalınca rahmeti ile dünya semasına iner ve şöyle buyurur: Mülkün sahibi benim. Dua eden kim ise, onun duasını kabul edeyim. Kim benden bir şey isterse, ona vereyim. Kim benden bağışlanmayı isterse, onu bağışlayayım.” (Buhari, Müslim)
İnsan, Allah-u Zülcelal'in rahmetine muhtaç olarak, geceleri hiç olmazsa uykusundan az bir miktar feda ederek Allah-u Zülcelal'e en azından iki rekat namaz kılarsa, bu fedakarlığa bakarak Allah-u Zülcelal'de;
“Kulum, diğer insanlar uykudayken, uykusunu bölüp bana ibadet yaptı.” diyerek, o kulunu af ve mağfiret edebilir. Yeter ki insan onun affına müşteri olsun.
Geçmiş evliyaların yaşantılarına baktığımız zaman, ömürleri boyunca seher vakitlerini ibadetle geçirdiklerini görürüz. Nitekim Şakik-i Belhi şöyle demiştir:
“Kabrimin aydınlık olmasını istedim, onu seher vaktinde namaz kılmakta buldum.”
Onun için her insan her ne kadar onlar gibi yapamıyorsa da, denizden bir damla da olsa hiç olmazsa onlara mutabaat yapmaya gayret göstermesi gerekir.
Anlatıldığına göre, Allah-u Zülcelal Davud (Aleyhisselam)’a şöyle vahyetmiştir:
“Ey Davud! Akşamın karanlığı yayılınca yatıp sabaha kadar uyuyan kimse, beni sevdiğine dair iddiasında yalancıdır.”
Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in yanında gece uyanmadan sabahlayan birinden bahsettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem): “Şeytan onun kulağına bevl etmiştir.” buyurdu. (Buhari, Müslim, Nesai)
Gece ibadeti, ahirette çok büyük mükafatları kazanmaya vesiledir. Bütün bunlardan sonra, insan gece uykusundan fedakarlık yaparak korku ve ümit içerisinde Allah-u Zülcelal’e yalvarmalıdır. İnsan nasıl ki bir yolculuğa çıkarken hazırlık yapıyorsa, kıyamet yolculuğunda da gece ibadeti gibi kendisine faydalı olacak esbablara sarılmalıdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
ZİKİR O zatlar ki, Allah’ın zikri ile kalpleri mutmain olduğu halde iman etmişlerdir. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d; 28)
“Allah’ı zikretmek, elbette en büyük ibadettir.” (Ankebut; 45)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Rabbini zikredenlerle, zikretmeyenlerin misali; diri ile ölü gibidir." (Buhari, Müslim)
Allah-u Zülcelal’in zikri, dünya ve dünyanın içindekilerden daha kıymetlidir. Zikir kalbin cilasıdır. İnsanın kalbinin temizlenmesi ve kemale ulaşması için zikirden daha üstün bir şey yoktur. Allah’ın zikri insan için kurtuluştur. Onun için Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) sahabe-i kiramlara:
“Size amellerinizin en hayırlısını, Allah katında en temiz olanını, derecelerinizi en fazla yükselteni ve sizin için altın ve gümüş infak (Allah yolunda harcama) etmekten, düşmanlarınızı muharebe meydanında öldürmekten veya şehit olmanızdan daha hayırlı amelleri haber vereyim mi?” buyurmuş; sahabe-i kiramlar:
“Ver Ya Resulallah!” deyince:
“Allah’ın zikridir.” (İbn Mace) diye cevap vermiştir.
Zikir hakkında ne kadar yazılırsa yazılsın, yine de onun fazileti anlatmakla bitirilemez.
Bilindiği gibi Yunus (Aleyhisselam) balığın karnına giripte hatasını anlayınca, Allah-u Zülcelal’e ihlâsla yöneldi ve dua etti. Allah, bu ihlâslı duayı kabul etti. Balığa vahyederek Yunus'u kenara atmasını emretti. Hz. Yûnus (Aleyhisselam) böylece karanlığa, fırtınaya, kabaran denize, kendisini yutan balığa rağmen kurtuluşa erdi. Âyette, onun duasının kabul edilmesi, Rabbine yaptığı tesbihatla îzah edilmiştir:
"Eğer çok tesbih edenlerden olmasa idi, insanlarn tekrar diriltilecekleri güne kadar balığın karnında kalacaktı." (Saffat; 143-144)
Bildirildiğine göre, Hz. Musa (Aleyhisselam) Allah-u Zülcelal’e:
“Ya Rabbi! Senin sevdiklerini, sevmediklerinden nasıl ayırt edeceğim?” diye sordu. Allah-u Zülcelal:
“Ey Musa! Ben sevdiklerime iki alamet bağışlarım.” buyurdu. Hz. Musa (Aleyhisselam):
“Ya Rabbi! Bu alametler nedir?” deyince, Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu:
“Ey Musa! Birinci alamet olarak ona beni zikretmeyi ilham ederim de böylece göklerde ve yeryüzünde onu anarım. İkinci alamet olarak da onu haramlardan ve gazabımdan uzak tutarım ki, azabıma ve belama çarpılmasın. Buna karşılık nefret ettiğim kula da iki alamet veririm. Birinci alamet olarak beni zikretmeyi unuttururum. İkinci alamet olarak da onu nefsinin arzuları ile baş başa bırakırım ki, haramlarıma düşerek gazabıma uğrasında azabıma ve belalarıma çarpılsın.”
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere Allah-u Zülcelal’in zikri insan için her şeyden daha hayırlıdır. Allah’ın zikri ile bu kadar menfaatler kazanılırken, onun zikrini yapmamak akıbetin kötü olacağına alamettir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İbn Ömer (Radıyallahu Anh)’den rivayetle Resulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Cebrail bana vahiy ile ilk geldiğinde ilk gönlüme ilka ettiği (attığı) şey –Bismillahirrahmanirrahim- oldu.” (Darekutnî)
İbn Mes’ud (Radıyallahu Anh)’dan rivayetle Resulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Kim Bismillahirrahmanirrahim’i okursa, ona her harf başına dört bin iyilik yazılır. Her harf başına dört bin kötülüğü silinir. Dört bin derece yükselir.” (Deylemi)
Anlatıldığına göre, kıyamet günü bir kavim, Bismillahirrahmanirrahim diyerek gelir. Onların iyilikleri kötülüklerinden daha ağır basar, diğer ümmetler bu kavmin bu durumunu görünce; ‘iyilikleri ne de ağır basıyor’ derler.
Çünkü onların ilk sözü ve sözlerin başı Bismillahirrahmanirrahim’dir. Allah-u Zülcelal bu besmeleyi bu ümmet için her türlü beladan güven yapmış, kovulan şeytandan koruyucu kılmış, hastalıklara şifa yapmıştır. Ve bütün bunlar besmelenin bereketiyle sunulmuştur. Allah-u Zülcelal besmele-i şerifeyi cehenneme karşı bir kalkan kılmıştır.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Bismillahirrahmanirrahim ile başlamayan her şerefli iş noksandır, yarar ve bereketi azdır.” (Ebu Davud, Nesai, İbn Mace)
Onun için Bediüzzaman: “Besmele-i şerif mü’minin kimliği gibidir. Onu yanından hiç ayırmayıp, Her hayırlı işe onunla başlamalıdır.” demiştir.
Bil ki; besmelenin özellikleri saymakla bitmez. Ben Allah için tavsiyede bulunuyorum: Her işin başında anahtarın Bismillahirrahmanirrahim olsun otururken, kalkarken, uyurken, abdest alırken, kur’an okurken hep bu anahtarla başla… Anlatıldığına göre, kim böyle yaparsa Allah-u Zülcelal ona ölüm sekeratını kolaylaştırır. Kabir darlığını ondan giderir. Kopkolay bir hesaba tabi tutulur. Terazisi ağır gelir ve sırat üzerinden yıldırım gibi geçer. İnşaallahu Teala…
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
“Mü’minler ancak kardeştirler.” (Hucurat; 10)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” (Tirmizi)
Mü’minlerin birbirlerini sevmeleri İslam dininde çok büyük bir öneme sahiptir. Bu durum Allah-u Zülcelal’in yanında çok makbuldür. Mü’minlerin birbirlerini sevmeleri ve birbirlerine kenetlenmelerini Allah-u Zülcelal çok sevmektedir. Dolayısıyla Allah-u Zülcelal’in rızası için birbirimizi sevmemiz gerekir.
Allah-u Zülcelal için amel yapan ve O’nun hizmetinde bulunan bir kimseyi gördüğümüz zaman ne kadar seversek, o nisbette menfaat görürüz. Çünkü bu sevgi o kimsenin zatına değil, Allah-u Zülcelal’e iman edip ibadet ettiği ve O’nun rızasına kavuşma gayretinde olmasından dolayıdır ki bu da Allah-u Zülcelal’in yanında çok makbuldür.
Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın bazı kulları vardır ki, onlar ne peygamber ne de şehittirler. Fakat peygamberler ve şehitler onlara verilen makam dolayısıyla gıpta edip imrenirler.”
Bu arada, sahabe-i kiramlar: “Onlar kimlerdir?” diye sordular. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle devam etti:
“Onlar (aralarında) neseb ve akrabalık olmadığı, mal alışverişi olmadığı halde birbirlerini Allah için sevenlerdir. Onların yüzü nurdur, nur üzerindedirler. İnsanların korktukları günde onlara korku yoktur. İnsanların hüzünlendikleri günde onlar mahzun da olmazlar.” (Ebu Davud) Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) daha sonra şu ayet-i kerimeyi okudu:
“Dikkat edin! Allah’ın veli kulları için korku yoktur. Onlar mahzunda olmazlar.” (Yunus; 62)
Şunu unutmamak lazımdır ki, Allah için mü’min kardeşlerini seven kimseler sevgilerinin miktarınca mükafat ve sevap kazanırlar. Mü’min olan kimseye buğzetmek münafıklık alametidir. Onun için bir kimse, mü’min kardeşine buğz ettiği zaman dönüp kusuru kendinde aramalıdır.
Mü’minlerin birbirlerini sevmesinin mükafatı böyle olduğu halde, bu fırsatı değerlendirmemek, gerçekten bir mü’minin kendisine yapmış olduğu çok büyük bir haksızlıktır. Mü’min kardeşliğinin fazileti ve mü’minlerin birbirlerine buğz etmenin kötülüğü hakkında daha geniş bilgiler için “mü’min kardeşliği” isimli kitabımıza bakınız.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
MÜNAKAŞA VE MÜCADELE ETMEK
“Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de, O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz.” (Al-i İmran; 103)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Din kardeşinle tartışma, onunla alay etme ve ona yerine getiremeyeceğin sözü verme.” (Tirmizi)
İnsanlarla münakaşa ve mücadele etmek, çok çirkin bir hal’dir. Müslümanlar, kendi aralarında mücadele etmek ve tartışmaktan men edilmişlerdir. Münakaşa ve mücadele, karşısında bulunan kimseye galip gelmek amacıyla yapıldığından dolayı sahibine hased ve nifak gibi kötü ahlaklar kazandırır.
Bu davranışı yapan kimseler, her ne kadar sonradan dil ile birbirlerini sevdiklerini söyleseler de, kalben birbirlerine buğz ederler.
Onun için Bilal b. Said şöyle demiştir;
“Bir kimseyi inatçı, münakaşacı ve kendi görüşünü savunur bir vaziyette gördüğün zaman, iyi bil ki onun helakı tamamlanmıştır.”
Müslim ibn-i Yesar şöyle demiştir:
“Tartışmaktan sakının. Çünkü tartışmak hiddet doğurur. Hiddet ise şeytanın ipidir, insanı onunla oynatır.”
Onun için ahiretin üzerinde meraklı olan ve orada perişan olmak istemeyen kimseler, münakaşa ve mücadeleden vazgeçip, bunu kendilerine sanat edinen kişilere de nasihat ederek, bu hallerinde vazgeçmek için gayret göstermelidirler.
Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“İlmi üç şey için öğrenme, üç şeyden dolayı da terk etme. Onu tartışmak, kibirlenmek ve riya için öğrenme. Onu önemsememekten, cehalete razı olmaktan ve utanmaktan dolayı da terk etme.”
Nehyedilen tartışmanın temelinde biri nefsani diğeri de hayvani olan iki his vardır.
Birinci his üstünlük taslama, ikincisi ise karşısımdakini ezme hissidir. Bu hislere mağlup olan bir kimse, tartışma çıkararak kendi kendisini tatmin etmeye çalışır. Bu sebeple tartışma ve mücadeleden sakınmak gerekir.
Bütün bunlardan sonra, münakaşa ve mücadelenin ne kadar çirkin bir davranış olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ise, mü’minlerin birbirlerini sevmeleri ve münakaşa ve mücadeleden kaçınmaları bir fazilettir. Fazilet sahiplerinin yurdu ise cennettir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Ey İman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe; 119)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“İyi insanla kötü insanın yanında oturanların hali, misk satanla demirci körüğü çekenin yanlarında oturanın hali gibidir. Miskçinin yanında oturursan ya sana misk verir veya satın alırsın, yahut onun güzel kokusundan faydalanırsın. Demirci körüğü çekene gelince, ya elbiseni yakar, yahut onun pis kokusun-dan rahatsız olursun.” (Buhari, Müslim)
İyi kişilerle oturup kalkmak, kötü kişilerle oturmamaya en güzel misallerden birisi de Eshab-ı Kehf’in köpeğinin kıssası ile Nuh (Aleyhisselam)’un oğlunun kıssasıdır. Günümüzde de görülmektedir ki iyi kişilerle beraber olanlar iyi bir insan olmakta, kötülerle beraber olanlar da kötü olmaktadır.
Anlatıldığına göre, Ka’bu’l-Ahbar şöyle demiştir:
“Allah-u Teala mahlukatı yaratmadan önce iki cümle yazıp Arş’ın altına astı. Bu cümlelerden birincisi şöyledir: Kötü arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, tüm iyi kulların amelleri kadar iyi amel işlese bile ben onun tüm amellerini kötülüklere çevirerek kıyamet günü kendisini kötülerle birlikte haşrederim.
Diğer cümle de şöyledir: İyi arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, tüm kötülerin kötülükleri kadar günah işlese bile, ben onun kötülüklerini iyi amellere çevirerek kıyamet günü, kendisini iyilerle birlikte haşrederim.”
Bilindiği gibi, kötü arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, iyi amellerini bir kenara bırakır ve kötülüklere yönelir. İyi arkadaşlarla düşüp kalkan kimse ise, kötü amelleri bırakır, pişman olur ve iyi amellere yönelir.
Evliyalarla, Salih kimselerle beraber olan kişilerin Allah'a muhabbetleri artar. Marifetullah sahibi olurlar. İbadetler tatlı gelmeye başlar, günahlar ise onlar için çirkinleşir, iğrençleşir. Allah'ın aşkı, sevgisi kalplerine dolar. İnsan ibadetlerinde ne kadar kusurlu olduğunu, nefsinin ne kadar zelil olduğunu, Allah'ın azametine karşı kendi acizliğini anlar. İşte bunlar İyi kişilerle, evliyalarla beraber olmanın faydalarıdır.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Kişi kendi arkadaşının dini üzerinedir. Öyle ise kişi kiminle arkadaşlık yaptığına baksın.” (Ebu Davud)
Onun için insan Allah-u Zülcelal’in yolunda sapmadan doğru bir şekilde yürüyebilmek için daima iyi kişilerle birlikte olmalıdır. Böyle kimselerle beraber olmak hem Allah-u Zülcelal’i, hem Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’i hem de evliyaları razı eder.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
TEVBE
“De ki; Ey nefisleri aleyhine ileri gitmiş kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Allah tüm günahları bağışlar. Çünkü o çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (Zümer; 53)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Ey İnsanlar! Allah’a karşı tevbe ediniz. Ben günde yüz sefer tevbe ederim.” (Müslim)
Tevbe; Allah-u Zülcelal’in kullarına açmış olduğu çok büyük bir merhamet kapısıdır. İnsanın pişmanlık duyarak samimi bir şekilde yaptığı bir tevbe kendisi için kurtuluştur. O halde aklı başında olan kimse sık sık Allah-u Zülcelal’e karşı tevbe etmeli ve işlediği günahta ısrar etmemesi gerekir. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) günahlardan masum olduğu halde günde yüz sefer tevbe ederken, onun ümmetinin tevbeden uzak durmaları çok yanlıştır.
Hasan-ı Basri’den rivayet edildiğine göre, Allah-u Teala şeytanı cennetten kovunca şeytan Allah-u Teala’ya: “Ululuğun hakkı için, ademoğlunun ruhu cesedinden ayrılmadıkça, bende onu rahat bırak-mam.” dedi. Allah-u Teala da şeytana şu cevabı verdi:
“Ululuğum ve yüceliğim hakkı için, ben de kulumun canı boğazına gelinceye kadar tevbe kapısını önünde açık tutarım.”
Allah-u Zülcelal Musa (Aleyhisselam)’ya şöyle vahyetmiştir:
“Ey Musa! Bir tevbekarın inlemesi benim katımda abidin sesinden daha sevimlidir.”
Günahları bırakmakta tevbenin bir parçasıdır. Diğer parçası ise pişmanlık duymaktır. Çünkü her bir günah kalpte bir iz, bir kir ve bir gölge bırakır. Bu iz ve kirleri silmek ise, ancak pişmanlık duymak, bir hayır işlemek ve tevbe etmekle mümkündür.
Anlatıldığına göre, Allah-u Zülcelal Davud (Aleyhisselam)’a şöyle buyurmuştur:
“Ey Davud! Benden yüz çevirenleri benim nasıl beklediğimi, günahları terk edip bana yönelenleri nasıl arzu ettiğimi bilseydiler, hemen bana yönelir-lerdi. İşte benden yüz çevirenlere karşı muamelem budur. Bana yönelenlere karşı muamelemin nasıl olacağını sen düşün!”
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki; bilindiği gibi her baba çocuğunu aşık olmuşcasına sever. Bir çocuk aniden babasından yüz çeviripte kaçarsa, o şevkatli baba bir an önce çocuğunun evine dönmesini ister. Allah-u Zülcelal’in merhameti kulların merhametinden daha fazladır. Herkes kendisine sormalıdır? Bu kadar şevkat ve merhamet sahibi olan Rabbimize, muhabbet beslemek, tevbe edip O’na layık bir kul olmaya çalışmak hak değil midir?
İnsan ne isterse Allah-u Zülcelal onu o kuluna veriyor. İnsanın tek çaresi hatalarını itiraf edip, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Zülcelal’e yönelmektir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
HAYA
“Haya imandandır. İman da cennettedir. Çirkin ve kötü sözler günahtandır. Günahta cehennemdedir. Haya ve iman, birbirinden ayrılmayan iki parçadır. İnsanın kalbinden biri çıkınca, diğeride çıkar.” (Hakim, Tirmizi)
İnsana güzel ahlakı kazandıran ahlaklardan birisi de hayadır. Çünkü haya bütün hayırların başıdır. Allah-u Zülcelal, bir kimseyi helak etmek istediği zaman, o kişiden hayayı kaldırır. Hayası olmayan kimse de, daima günahların içinde dolaşır durur.
Haya, insanın imanının ve takvasının alametidir. Haya, sahibini selamete çıkartan bir yoldur. Haya, sahibini günahlardan muhafaza eder. Nitekim Bişr-i Hafi demiştir ki;
“Herşeyin bir güzelliği vardır. Hayanın güzelliği de günahları terketmektir. Herşeyin bir semeresi vardır, hayanın semeresi de, hayırdır.”
Malik bin Dinar demiştir ki;
“Allah-u Zülcelal bir kalbden hayayı çıkardığı zaman, o kişi için bundan daha büyük bir azab yoktur.”
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir gün yanında bulunan sahabelere;
“Allah'tan gereği gibi haya edin!” buyurdu. Sahabeler;
“Yâ Resulallah! Elhamdülillah haya ediyoruz.” deyince; Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) buyurdu ki;
“Allah'tan hakiki olarak haya etmek, gözünü, kulağını, dilini haram olan şeylerden korumak, haram yemekten ve zinadan sakınmak, ölümü ve dünyanın fani olduğunu hatırlamaktır. Ahiret mutluluğunu isteyen, dünya ziynetlerine önem vermez. İşte böyle yapan kimse, Allah'tan hakkıyla utanmış olur.” (Tirmizi)
Haya, biri Allah’a diğeri kullarına karşı olmak üzere iki çeşittir. İnsanlara karşı olan haya, gözlerini görülmesi helal olmayan yerlere bakmaktan sakındırmak; Allah’a karşı olan haya da O’nun ni’metlerini bilip emirlerine karşı gelmekten utanmaktır.
Unutmamak lazımdır ki; haya insan için bir kale gibidir. Bu kaleyi ne kadar iyi muhafaza ederse, kendisini selamete çıkarması o kadar kolay olur.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
“Sen, hiç şüphesiz büyük bir ahlak üzerindesin.” (Kalem; 4)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Mü’min güzel ahlakı sebebiyle, gündüzleri oruç tutan, geceleri ibadet için ayakta bulunan kimsenin derecesine ulaşır.” (Ebu Davud)
İnsanlar için güzel ahlak hususunda en büyük rehber Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’dir. Ayet-i kerimede buyrulduğu gibi, o çok büyük bir ahlak sahibi idi. İnsanlara mertebeler kazandıran da güzel ahlaktır. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’de güzel ahlak sayesinde mertebelerinin zirvesine ulaşmıştır. Bu sebeple Allah-u Zülcelal yanında mertebesi en yüksek olanlar, O’nun Resulünün ahlakını yaşayanlardır.
Anlatıldığına göre, Allah-u Zülcelal imanı yarattığı zaman: “Ya Rabbi! Beni güçlendir.” demiş, Allah-u Zülcelal’de onu güzel ahlak ve cömertlikle güçlen-dirmiştir.
Güzel ahlak cennet ni’metlerine açılan bir kapıdır. Allah-u Zülcelal’in rızasına talip olan kimseler, ilk önce güzel ahlak kapısından girmişlerdir. Güzel ahlak; güleryüzlü olmak, insanlara iyilik yapmak ve hiç kimseye eziyet etmemek ve gelen eziyetlere de sabretmektir. Başkasının kötü huyundan şikayet etmek, kendisinin kötü ahlakının delilidir.
Rivayete göre Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem), Enes (Radıyallahu Anh) ile birlikte bir yere gidiyordu. Arkadan bir bedevi Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’e yetişti ve cübbesinin eteklerine öylesine asılarak çekti ki, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in ensesi kızardı ve kumaş Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in ensesinde iz bıraktı. Sonra da: “Ey Allah’ın Resulü! Allah-u Teala’nın sana nasip ettiği servetten bana da infak et.” dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) de bedeviye dönüp gülümseyerek iltifat etti ve kendisine bir şey verilmesini emretti. (Buhari, Müslim)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) Muaz (Radıyallahu Anh)’a şöyle buyurmuştur:
“Ey Muaz! Sana söyleyeceklerime uyarsan, güzel ahlak sahibi olursun. Ey Muaz! Allah'tan kork, sözünde doğru ol, verdiğin sözü yerine getir, emaneti koru, ihaneti terket, komşularınla iyi geçin, yetime acı, yumuşak sözlü ol, herkese selam ver, salih amellere sarıl, uzun emel peşinde koşma, yemin ettiğin zaman yeminine riayet et, Kur'anı iyi anla, ahireti sev, hesap gününden kork, alçak gönüllü ol.” (Beyhaki)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in, Muaz (Radıyallahu Anh)'a yaptığı bu nasihat, hepimiz için bir rehberdir. Eğer insan bu söylenilenleri yerine getirirse, güzel ahlak sahibi olur.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
“Birbirinizin ayıbını araştırmayın. Kiminiz de kiminizi arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Elbette ondan tiksinirsiniz. Allah'tan korkun, şüphesiz Allah tövbeleri kabul edicidir, çok merhametlidir." (Hucurat; 12)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Birbirinizi kıskanmayın, birbirinize buğz etmeyin, birbirinizin menfaatine, alışverişine zarar vermeyin, birbirinize sırt çevirmeyin ve birbirinizi gıybet etmeyin. Ey Allah’ın kulları birbirinize kardeş olun.” (Müttefekun Aleyh)
Bilindiği gibi gıybet; bir kimsenin arkasından, doğru olsa bile duyduğu zaman üzüleceği şekilde konuşmaktır. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir gün sahabelere: “Gıybet nedir, bilir misiniz?” diye sordu. Sahabeler: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” dediler. Buyurdu ki: “Mü’min kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle zikretmektir.” Sahabelerden biri: “Dediğim ayıbı kendisinde görürsem ne olur?” diye sorunca, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurdu:
“Eğer dediğin şey onda varsa gıybet etmiş olursun, ama yoksa yalan söylemiş ve iftira etmiş olursun.” (Müslim)
Gıybet; sahibini mahveden çok çirkin bir sıfattır. Gıybet öyle kötü bir ameldir ki sahibini perişan eder. Eba Umame el-Bahili şöyle demiştir:
“Kıyamet günü bir kula amel defteri verilir. Defterine baktığı zaman, dünyada hiç yapmadığı iyi ameller görür. Allah-u Zülcelal’e: “Ya Rabbi! Ben bu amelleri işlememiştim, bu ameller nereden geldi?” diye sorar. Allahu Zülcelal buyurur ki: “Bunlar senin gıybetini yapan iyi kimselerin amelleridir.”
Onun için Hasan-ı Basri gıybetini yapana bir tepsi meyve göndermiş ve: “Duyduğuma göre iyiliklerini bana hediye etmişsin. Her ne kadar bizim hediyemiz sizin hediyenizin karşılığı olmasa da, bizi mazur görün.” demiştir.
Bişr-i Hafi: “Gıybet eden kimse, ölü eti yiyen sırtlan gibidir.” demiştir.
İşte bütün bunlardan sonra gıybetin ne kadar zararlı olduğu anlaşılmaktadır. İnsanın zorluklar içinde güzel ameller işleyip, başkasını çekiştirmekle amellerinin sevabını kaybetmesi gerçekten çok yazıktır. Bile bile gıybete devam etmek akılsızlıktan başka bir şey değildir.
Onun için insan kendi kusurlarını hatırlamalı ve gıybet yapmaktan kaçınmalıdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
“Her kim zerre kadar, bir şer (kötülük) işlemişse, onu görecektir.” (Zilzal; 8)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Suyun buzu erittiği gibi, güzel ahlak da günahları eritir (yok eder). Kötü ahlak da, sirkenin balı bozduğu gibi (güzel) amelleri bozar.” (Taberani, Beyhaki)
Kötü ahlak, çok çirkin bir şeydir. Kötü ahlaklı olan kimselerden bütün insanlar uzak durur. İnsanların uzak durduğu bir kimseden Allah-u Zülcelal'de uzak olur.
Kötü ahlak, sahibini hem bu dünyada hem de ahirette helak eden bir hastalıktır. Bir kimse, hem taat ve ibadet yapar, hem de kötü ahlaklı olursa, yaptığı ibadetler kendisine bir menfaat vermiyor demektir.
Böyle kimseler ibadeti adet olarak gafletle yaptıklarından dolayı bir menfaat bulamazlar. Yoksa ihlaslı olarak ibadet yapan kimseler, bu ibadetleri ile kötü ahlak hastalığından kurtulurlar. Çünkü Allah-u Zülcelal'in ibadeti, insanda bulunan kötülükleri yok eder.
Bir grup sahabe-i kiram Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e gelerek;
“Yâ Resulallah! Filan kadın gündüzleri oruç tutuyor, geceleri de ibadetle geçiriyor. Ama kötü ahlaklıdır. Dili ile komşularını incitiyor.” dediler. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) buyurdu ki;
“Onda hiç hayır yoktur. O ateş ehlindendir.” (Ebu Davud)
İşte bu hadis-i şerifte de görüldüğü gibi, kötü ahlak, sahibini ateş ehli yapmaktadır. Onun için insan üzerinde bulunan kötü ahlaktan kurtulmanın çarelerini aramalıdır. Kendisini kötü ahlaktan kurtaranlar, kalblerini temizlemiş ve selamete çıkarmış olurlar.
Kötü ahlaktan kurtulmanın çaresi, nefs neyi isterse onun tersini yapmaktır. Çünkü nefs, daima kötülüğe meyillidir. Nefs insana bir şey emrettiği zaman, bunun kıyamet gününde azab olarak geri döneceğini bilerek, ondan uzak durmak lazımdır.
Kötü ahlak, sahibinin burnuna takılmış ve ucu şeytanın elinde bulunan bir azab halkasıdır. Şeytan bu halka ile insanı kötülüğe, kötülükte sahibini cehenneme sürükler. Onun için kötü ahlaktan uzak durmak insan için en selametli yoldur.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
“Her kim zerre kadar, bir şer (kötülük) işlemişse, onu görecektir.” (Zilzal; 8)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Suyun buzu erittiği gibi, güzel ahlak da günahları eritir (yok eder). Kötü ahlak da, sirkenin balı bozduğu gibi (güzel) amelleri bozar.” (Taberani, Beyhaki)
Kötü ahlak, çok çirkin bir şeydir. Kötü ahlaklı olan kimselerden bütün insanlar uzak durur. İnsanların uzak durduğu bir kimseden Allah-u Zülcelal'de uzak olur.
Kötü ahlak, sahibini hem bu dünyada hem de ahirette helak eden bir hastalıktır. Bir kimse, hem taat ve ibadet yapar, hem de kötü ahlaklı olursa, yaptığı ibadetler kendisine bir menfaat vermiyor demektir.
Böyle kimseler ibadeti adet olarak gafletle yaptıklarından dolayı bir menfaat bulamazlar. Yoksa ihlaslı olarak ibadet yapan kimseler, bu ibadetleri ile kötü ahlak hastalığından kurtulurlar. Çünkü Allah-u Zülcelal'in ibadeti, insanda bulunan kötülükleri yok eder.
Bir grup sahabe-i kiram Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e gelerek;
“Yâ Resulallah! Filan kadın gündüzleri oruç tutuyor, geceleri de ibadetle geçiriyor. Ama kötü ahlaklıdır. Dili ile komşularını incitiyor.” dediler. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) buyurdu ki;
“Onda hiç hayır yoktur. O ateş ehlindendir.” (Ebu Davud)
İşte bu hadis-i şerifte de görüldüğü gibi, kötü ahlak, sahibini ateş ehli yapmaktadır. Onun için insan üzerinde bulunan kötü ahlaktan kurtulmanın çarelerini aramalıdır. Kendisini kötü ahlaktan kurtaranlar, kalblerini temizlemiş ve selamete çıkarmış olurlar.
Kötü ahlaktan kurtulmanın çaresi, nefs neyi isterse onun tersini yapmaktır. Çünkü nefs, daima kötülüğe meyillidir. Nefs insana bir şey emrettiği zaman, bunun kıyamet gününde azab olarak geri döneceğini bilerek, ondan uzak durmak lazımdır.
Kötü ahlak, sahibinin burnuna takılmış ve ucu şeytanın elinde bulunan bir azab halkasıdır. Şeytan bu halka ile insanı kötülüğe, kötülükte sahibini cehenneme sürükler. Onun için kötü ahlaktan uzak durmak insan için en selametli yoldur.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
“Her kim zerre kadar, bir şer (kötülük) işlemişse, onu görecektir.” (Zilzal; 8)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Suyun buzu erittiği gibi, güzel ahlak da günahları eritir (yok eder). Kötü ahlak da, sirkenin balı bozduğu gibi (güzel) amelleri bozar.” (Taberani, Beyhaki)
Kötü ahlak, çok çirkin bir şeydir. Kötü ahlaklı olan kimselerden bütün insanlar uzak durur. İnsanların uzak durduğu bir kimseden Allah-u Zülcelal'de uzak olur.
Kötü ahlak, sahibini hem bu dünyada hem de ahirette helak eden bir hastalıktır. Bir kimse, hem taat ve ibadet yapar, hem de kötü ahlaklı olursa, yaptığı ibadetler kendisine bir menfaat vermiyor demektir.
Böyle kimseler ibadeti adet olarak gafletle yaptıklarından dolayı bir menfaat bulamazlar. Yoksa ihlaslı olarak ibadet yapan kimseler, bu ibadetleri ile kötü ahlak hastalığından kurtulurlar. Çünkü Allah-u Zülcelal'in ibadeti, insanda bulunan kötülükleri yok eder.
Bir grup sahabe-i kiram Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e gelerek;
“Yâ Resulallah! Filan kadın gündüzleri oruç tutuyor, geceleri de ibadetle geçiriyor. Ama kötü ahlaklıdır. Dili ile komşularını incitiyor.” dediler. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) buyurdu ki;
“Onda hiç hayır yoktur. O ateş ehlindendir.” (Ebu Davud)
İşte bu hadis-i şerifte de görüldüğü gibi, kötü ahlak, sahibini ateş ehli yapmaktadır. Onun için insan üzerinde bulunan kötü ahlaktan kurtulmanın çarelerini aramalıdır. Kendisini kötü ahlaktan kurtaranlar, kalblerini temizlemiş ve selamete çıkarmış olurlar.
Kötü ahlaktan kurtulmanın çaresi, nefs neyi isterse onun tersini yapmaktır. Çünkü nefs, daima kötülüğe meyillidir. Nefs insana bir şey emrettiği zaman, bunun kıyamet gününde azab olarak geri döneceğini bilerek, ondan uzak durmak lazımdır.
Kötü ahlak, sahibinin burnuna takılmış ve ucu şeytanın elinde bulunan bir azab halkasıdır. Şeytan bu halka ile insanı kötülüğe, kötülükte sahibini cehenneme sürükler. Onun için kötü ahlaktan uzak durmak insan için en selametli yoldur.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
a
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Ancak sabredenlere hesapsız bir şekilde mükafat ve sevap verilir.” (Zümer; 10)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“İmanın alameti varlıkta şükretmek, darlıkta sabretmek ve kadere rıza göstermektir.” (Taberani)
Allah-u Zülcelal yetmiş kadar ayetinde sabırdan bahsetmiş, onu övmüş, onun hayır ve faziletleri kazanmanın vesilesi olduğunu bildirmiş ve sabredenlere sevaplar ve dereceler va’detmiştir. Sabır da dört çeşittir:
1-) Bela ve musibetlere karşı sabretmek.
2-) İbadetlerin üzerinde sabretmek.
3-) Günahların üzerinde sabretmek.
4-) Ni’metlere karşı sabretmektir.
Sabır; Allah-u Zülcelal’in rızasını kazanmak için büyük bir vasıtadır. Nefsle mücadele etmekte ancak sabırla mümkündür. Onun için insan karşısına bir ibadet geldiği zaman sabırla onu yapmak, bir günah geldiği zaman da ondan kaçınmak suretiyle yapmamak için sabır göstermelidir.
Bela ve musibetlere sabretmek, tahammül göstermekte Allah-u Zülcelal’in yanında çok makbuldür. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Amellerinizde orta yolu ve doğruyu bulmaya çalışın. Mü'mine musibet nevinden her ne ulaşır ise günahlarına bir kefâret olur. Musibet, beklenmedik bir hâdise olmuş, ayağına batan bir diken olmuş farketmez.” (Müslim)
Vehb b. Münebbih şöyle demiştir:
“Havarilerden birinin elindeki kitaptan şu parçayı yazdım: Eğer önünde bir bela yolu açıldı ise buna sevin. Çünkü peygamberlerin ve Salihlerin yoluna koyuldun demektir. Buna karşılık eğer önünde bir rahatlık yolu açılmış ise buna ağla. Çünkü peygamberlerin ve Salihlerin yolundan ayrıldın demektir.”
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir. a
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
ŞÜKÜR
“Andolsun ki, şükrederseniz elbette sizin üzerinizdeki nimetlerimi arttırırım.” (İbrahim; 7)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet gününde cennete en önce gidenler, dünyada iken her vaziyette (olumlu ve olumsuz hallerde) şükredenlerdir.” (Taberani, Ebu Nuaym)
Allah-u Zülcelal bir çok ayet-i kerime de kullarına şükretmeyi emretmiştir. Allah-u Zülcelal’in vermiş olduğu ni’metlere şükretmek insan için hem dünyada, hemde ahirette çok büyük bir kardır. Şükrün kıymetini bilen ve yerine getirmeye çalışanlar bu karı elde eder. Şükretmeyen kimselerde bu kardan mahrum kalır.
Davud (Aleyhisselam) bir yakarışında şöyle demiştir:
“Allah’ım! Sana şükretmemde senin ni’metindir. Bu durumda sana nasıl şükredebilirim.” Allah-u Zülcelal ona şöyle cevap vermiştir:
“Bunu böyle bilince şükretmiş olursun.”
Şükür hususunda en büyük rehberimiz Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'dir. Hz. Aişe (Radıyallahu Anha)'den şöyle rivayet edilmiştir.
"Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ayakları şişinceye kadar, gece namazı kılar ve uzun süre ayakta kalırdı. Ben kendisine;
"Yâ Resulallah! Allah-u Zülcelal senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetmiştir. Neden böyle yapıyorsun? diye sordum. Buyurdu ki;
"Ey Aişe! Ben, Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" (Buhari)
Salih bir zata;
“Şükredenlerin en çok şükredeni kimdir?” diye sorduklarında şöyle demiştir;
“Günahlardan uzak duran, ama kendini günahkarlardan sayan, farz olan ibadetlerini yerine getirdikten sonra nafile ibadetlere sarılan, ama kendisini yine de eksik ve kusurlu sayan, dünya malının azına razı olan, ama kendini dünyaya rağbet edenlerden sayan; zamanının çoğunu Allah-u Zülcelal'i zikretmeye ayıran, ama yine de kendini gafillerden sayan; salih amele istekli olan ama kendini müflislerden sayandır. İşte şükredenlerin en çok şükredeni budur.”
Azaları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur. Çünkü gözün şükrü bir hayır gördüğü zaman onu almak, eğer şer görürse onu örtmektir. Kulağın şükrü bir hayır gördüğü zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır. Ellerin şükrü, onlarla hak olandan başkasını tutmamaktır. Midenin şikrü; ilim ve hilm ile dolu olmak; ayakların şükrü de iyilikten başkasına gitmemektir. Kim böyle yaparsa hakikaten şükredenlerden olur.
Unutmamak lazımdır ki; Allah-u Zülcelal'in nimetlerine şükretmek ve o nimetlerin hakkını yerine getirip nankörlük etmemek, cehennem ile insanın arasında bir perde ve cennet-i ala’ya giden dosdoğru bir yoldur.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
MUHABBETULLAH’IN SEBEPLERİ
Şunu iyi bilmeliyiz ki, sevmek ancak bilmek ve tanımakla mümkündür. Bu yüzden, Allah-u Zülcelal’i ancak O’nu bilenler ve tanıyanlar severler. Bunların sevgisi de, O’nun hakkındaki bilgi ve idrakleri ölçüsündedir.
Muhabbetin sebepleri şunlardır:
Birinci sebep:
İnsanoğluna ilk sevimli olan şey kendi canı ve zatıdır. Her canlı varlığının devam etmesini ister ve ölümü sevmez. Azalarının salim ve selametli olmaları istenir. Zira vücudun kemal ve devamı azalara bağlıdır. Malı da sever. Çünkü mal vücudun kemal ve devamına alettir. Diğer sebeplerde de durum aynıdır. Mesela insanın oğullarını sevmesi, kendi varlığının bunların varlığından devam etme düşüncesidir. İnsan ebedi olarak kendisinin kalmasından ümidini kesince, kendisinden bir parça olan neslinin kalmasını ister. Akrabalarını da sevmesi, kendindeki kemali sevmesi içindir. Onların çokluğuna güvenerek kendini kuvvetli görür. Zira akraba ve mal gibi sebepler, insanoğlu için birer kanat gibidir. Demek ki her canlının ilk sevdiği kendi zatı, zatının kemali ve bunların devamıdır.
İnsanlar var olmayı bu derecede sevdiklerine göre, onları var eden, varlıklarını sürdürmeleri için gerekli her türlü imkanı yaratan ve onları ebedileştireceğini vaad eden Allah-u Zülcelal’i sevmeleri zorunludur. Çünkü insanlar kendilerine sevdikleri şeyi vereni de severler.
Bu şuna benzer: sıcaktan kaçıp da bir ağacın gölgesine sığınan kimsenin gölgeyi sevip de ağacı sevmemesine şaşılır! Çünkü gölge ağaca bağlıdır.
Buna göre, kendi varlığını seven insan, onu yaratanı da sever. Çünkü eğer Allah-u Zülcelal onu yaratmasaydı o var olmazdı. Bu konuda güç ve tasarruf sahibi O’dur. O’nu sevmek varlığı sevmek gibi zorunlu hale gelir. Bundan dolayı Hasan-ı Basri şöyle demiştir:
“Allah-u Teala’yı tanıyan O’nu sever.”
Demek ki İnsan Allah-u Zülcelal’den gafil kaldığından dolayı kalbinde muhabbet olmuyor. insan Allah-u Zülcelal’i hakkıyla tanırsa O’nu mutlaka sevecektir
İkinci sebep:
İnsanoğlu kendisine iyilik yapanı sever. Bundan dolayıdır ki; “İnsan iyiliğin kölesidir.” denilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Allah’ım! Kötü insanın kalbimin kendisini seveceği bir iyiliği bana yapmasını nasip etme.” (Deylemi)
(Deylemi)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) burada, iyilik yapana karşı sevginin zaruri olup bunu gidermeye güç yetirile-mediğine işaret buyurmuştur. Bu iyilik sebebiyledir ki, insan hiç münasebeti olma-yan yabancıları sever. İyiliğinden dolayı bir insanı seven, onu zatı için değil, onun iyiliği için sevmiştir. İyilik ise onun işlerinden birisidir. İyilik kalkınca sevgi de kalkar. İyilik azalırsa sevgi de azalır.
Allah-u Zülcelal’in iyilikleri ve lütfu ise, herkesten daha çoktur. Bu ölçüye göre de, Allah-u Zülcelal’in sevilmesi ve O’na duyulan sevginin diğer iyilik yapanlara duyulan sevgiden fazla olması lazımdır. Çünkü O’nun iyiliği herkesin iyiliğinden daha fazladır. Bu iyilikler, insanın bir su damlası halinde anne rahmine düşmesinden başlar ve dünyaya gelişinden, çocuklu-ğundan, gençliğinden, ölümünden geçerek kabre, mahşere ve ebede kadar devam eder. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız.” (İbrahim; 34)
(İbrahim; 34)
İkincisi ise, iyilik yapanların aracılığıyla yaptığı iyiliklerdir. Çünkü iyilik yapanlara iyilik yapma düşünce, istek ve gücünü veren ve onları belli işlere yönlendiren O’dur.
Anlatıldığına göre, bir fakir bir zengin kimsenin kapısına gitmiş ve bir şeyler istemiş. Fakat zengin olan kimse hiçbir şey vermemiş. Böyle olunca fakir kimse: “Bunu Allah vermedi.” demiş. Sonra başka bir zaman yine aynı zengine gitmiş ve yine bir şeyler istemiş. Zengin adam bu sefer ona bir şeyler vermiş. Fakir bu sefer: Bunu Allah verdi.” demiş. Bunun üzerine zengin kimse: “Birinci sefer geldin sana bir şey vermedim, bunu Allah vermedi dedin. İkinci sefer geldin sana bir şeyler verdim, bunu Allah verdi dedin, bunun sebebi nedir?” diye sorunca fakir şöyle cevap vermiş:
“Birinci sefer geldiğimde, Allah senin kalbine verme isteğini koymadığı için sen bana vermedin. İkinci sefer geldiğimde ise, Allah senin kalbine verme isteğini koyduğu için sen bana verdin. Gerçekte veren Allah’tır.”
Bundan dolayı bu tür iyiliklerin de hakiki faili ve sahibi Allah-u Zülcelal’dir. Demek ki iyilik yapan insanlar hakiki değil mecazidir. Durum böyle olunca bu iyilik-lerden dolayı da önce Allah-u Zülcelal’in sevilmesi ve O’na şükredilmesi gerekir.
Demek ki insan yapılan iyilikleri Allah-u Zülcelal’den bilmediğinden dolayıdır ki, O’ndan gafil kalmakta ve kalbinde muhabbet meydana gelmemektedir. Bunun için bütün iyiliklerin Failini hakiki fail olarak Allah-u Zülcelal’den olduğunu bilirsek O’ndan gafil kalmayız ve kalbimizde muhabbet meydana gelir. İnsan iyiliğin kölesi olduğu için, her iyiliği Allah-u Zülcelal’den bilirse O’na köle olur ve O’nu sever.
Üçüncü sebep:
Eşyayı zatından dolayı sevmektir. Yani herhangi bir iyiliğinden dolayı değil zatından hoşlandığı için onu sevmesidir. İşte eksilip artmayan, yok olup tükenmeyen gerçek sevgi budur. Güzelliği anlayan herkes güzelliği sever. Nitekim insanın yeşilliği, akarsuyu sevmesi de onları yiyip içtiği için değil, onlara bakmaktan zevk aldığı içindir. Bu sevgi de diğer sevgi türleri gibi, insanların fıtrat ve yaratılışında vardır.
Şimdi Allah-u Zülcelal’in de güzel olduğu sabittir. Buna göre, O’nu da sevmemek imkansızdır. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah güzeldir ve güzelliği sever.” (Müslim)
(Müslim)
Bu konuda bilinmesi gereken bir husus vardır; güzellik iki çeşittir. Bir çeşidi maddi güzelliktir. Bu güzellik gözlere veya diğer duyu organlarına hitap eder ve onlar tarafından algılanır. Diğeri ise manevi güzelliktir. İlim, adalet ve güzel ahlak gibi şeylerden oluşan bu güzellik akıl, idrak ve kalbe hitap eder ve onlar tarafından anlaşılır. Kalıcı olan güzellikte manevi güzelliktir.
Manevi güzelliğin tamamı Allah-u Zülcelal’de toplanmıştır. O’nun bu manevi güzellikleri doksandokuz tane olan isim-leriyle ifade edilmiştir. Allah-u Zülcelal’in bir ismi de Cemil’dir. Cemil çok güzel demektir. Ancak, Allah-u Zülcelal madde olmadığı için, güzelliği de maddi güzellik değildir.
Manevi güzellik olan sıfatların ve isimlerin en güzelleri Allah-u Zülcelal’de toplandığına göre, güzelliğe duyulan sevgi ile en evvel ve en çok O’nun sevilmesi gerekir.
Demek ki Allah-u Zülcelal’in bu sıfatlarını ve güzelliğini bilmediğimiz için Allah’ın muhabbeti kalbimize girmemek-tedir. İnsan O’nun güzelliklerini bilip idrak ederse ve kalben O’nun güzelliklerini düşü-nürse mutlaka O’nu sevecektir.
Dördüncü sebep:
Mükemmelliktir. Mükemmel olan şey güzeldir. İnsanlarda mükemmel olan şeyleri severler. Bu sevgi onların iradesini de dinlemez. Sevmeleri için gerekli olan tek şey, mükemmelliği keşf etmek ve anlamaktır. Mükemmellik sebebiyle Allah-u Zülcelal’i sevmek ise, öncelikle O’nun mükemmellik ve kusursuzluğundan dolayı-dır. O’nun zatını anlamak akıl ve idraki-mizin çok ötesindedir. O’nun sıfatlarının ne denli büyük olduklarını, O’nun tek başına yaratıp tek başına yönettiği bu koca kainata bakıp bir ölçüde anlamak mümkündür. Bu sevgi ikinci olarak da O’nun yarattığı mükemmel şeylerden dolayıdır. Çünkü mükemmel eseri seven için mükemmel eseri ortaya koyanı sevmek de insanlar için vaz-geçilmez bir duygudur.
Beşinci sebep:
İnsanoğlu, mizaçlar arasında münasebet olduğu için sever. Çünkü nice insanlar vardır ki, güzellik ve yarar sağlama dışında aralarında ruhi bir münasebet olur. Ve bu sebeple birbirlerini severler.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Ruhlar, donatılmış bir ordudur. Birbiriyle tanışıklığı olanlar, yeryüzünde birbirleriyle anlaşıp kaynaşırlar. Birbir-leriyle tanışıklığı olmayanlar anlaşa-mazlar.” (Müslim)
(Müslim)
Müşahede ve tecrübe ile anlaşılmıştır ki, münasebet olunca ülfet olur. Sevgi ve dostluk, sevenle sevilen arasında mevcut olan fıtrat benzerliği, inanç birliği veya çıkar ortaklığından ileri gelir. Bundan dolayıdır ki iyiler iyileri, kötülerde kötüleri sever dost edinirler. Bu manayı anlatmak için Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Mü’min bir kimse, yüz münafıkla bir tek mü’minin bulunduğu bir meclise girse, oradaki mü’minle ülfet ve ünsiyet kazanır; bir münafık da yüz mü’minle bir münafığın bulunduğu bir meclise girse, oradaki münafıkla yakınlık ve dostluk kurar.” (Beyhaki)
(Beyhaki)
Bu hadis-i şerifte gösteriyor ki, insan ancak kendi tabiat ve yaratılışında olan veya kendisiyle aynı fikir ve inancı paylaşan kimselere meyleder ve onlara ilgi duyar. Bu sebepten dolayı şöyle denilmiştir:
“Sen ne olduğunu öğrenmek istiyorsan, kimleri sevdiğine bak.”
İnsana oldukça büyük bir sevgi kabiliyeti verilmiş ve bu sevgi ile Allah-u Zülcelal’i sevmesi emredilmiştir. Fakat insan bu sevgiyi yukarıda zikredilen sebeplere ve eşyaya tevzi edip dağıtırsa, bu durumda Allah-u Teala’yı sevse bile, O’nun azametine layık bir sevgi ile sevmiş olmaz. Ancak insanın bütün sevgisini Allah-u Zülcelal’e vermesi, O’nun dışında hiçbir şey sevmemesini gerektirmez. Çünkü diğer şeylerde Allah-u Zülcelal’in yaratıkları oldukları için sevilebilirler. Bu anlamda bunları sevmek Allah sevgisini azaltmaz. Aksine onu daha ayrıntılı, gerekçeli ve şuurlu bir hale getirir.
Yukarıda sayılan vasıfların hepsi, Allah-u Zülcelal’den başka kimsede kamil olarak toplanamaz. Tam ve kamil olarak yalnız Allah-u Zülcelal’de bulunur. Buna göre, gerçek sevgiye de ancak Allah-u Zülcelal layıktır.
Hülasa olarak insan şunu bilmelidir ki, bütün iyilikleri yapan hakiki fail Allah-u Zülcelal’dir. Buna göre, doğduğundan bu yana ne iyilik görmüşse bunu Rabbinden bilmesi gerekir. İnsan böyle bilir ve bunu böyle idrak ederse mutlaka Allah-u Zülcelal’i sevecektir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Her kim Allah'a ve Resulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'nun takvasında bulunursa, işte asıl bunlar kurtulmuş olan kimselerdendir." (Nur; 52) Kıyamet gününde kurtulmak öyle basit, kıymetsiz bir şey değildir. Kim kendini kurtarırsa onun bayramı o gündür. O günde kurtuluşa ermek isteyen kimse de İslam ahlakı ile ahlaklanmalıdır. İslam ahlakı çok mümtaz bir ahlaktır ve islam dini mümtaz bir dindir. Burada, mühim bir nokta vardır. Mü'minlerin birbirlerine hürmet etmeleri, birbirlerine saygı göstermeleri lazımdır. İslam dininde ahlak çok mühimdir. Hiç kimseden nefret etmememiz lazımdır. Allah bizi ve onları ıslah etsin diye dua etmeliyiz.
Çünkü haram olan şeyler, birbirini zincir gibi takip ederler. Sen umumi olarak müslümanlara hürmet etmediğin zaman, fert fert mü'minlere de hürmet etmemiş olursun.
Mü'minlere hürmet etmezsen, Evliyalara da hürmet etmez hale gelirsin. Evliyalara hürmet etmediğin zaman da, Peygamber (S.A.V) 'e ve Allah-u Zülcelal'e de hürmet etmemiş olursun. Allah-u Zülcelal, sonsuz merhametlidir. Nasıl ki bir sürü çok susuz olduğu bir zamanda, bir dere görseler, yaz mevsiminin sıcağında, o sürü o suya koşarsa, biz de Allah-u Zülcelal'in bir deniz gibi olan rahmetine, merhametine aynı şekilde koşmalıyız. Allah-u Zülcelal'e öyle aşık olmalıyız. Çünkü bize ancak O yararlıdır. Kıyamet günü, bu dünyada olduğu gibi serbest dolaşmaya benzemez. O gün, bize zerre kadar dahi sevap lazım olacaktır. O gün de zerre kadar sevaba ne kadar çok ihtiyacımız olacak, onu ancak Allah-u Zülcelal bilir. Bizim davranışlarımız, önümüzdeki imtihanın ciddiyetine hiç münasip değildir.
Nasıl ki dünyada bir insan, bir kişiye muhtaç olunca o kişinin affetmesi ve işinin daha kolay olması için kendine rehber arıyor ve o muhtaç olduğu kişiye rehberle gidiyorsa; Hz. Peygamber (S.A.V) de bizim için, bizi Allah-u Zülcelal'e götüren bir rehberdir. Nitekim Evliyaların silsilesi de, zincir şeklinde Hz. Peygamber (S.A.V) 'e kadar gider. Evliyaların hayatları bize ibret ve ders olması lazımdır. Ashab-ı kiram olsun, Evliyalar olsun; onların ahvalleri bize ibret olması lazımdır.
Anlatıldığına göre, Bayezid-i Bestami'ye bir hal gelmiş, bir müddet gözünden yaşlar kesilmemiş, devamlı ağlamış. Ona sormuşlar: "Niye böyle ağlıyorsun, gözünden hiç yaş eksilmiyor?" O da şöyle cevap vermiş: "Allah-u Zülcelal'in üçbin sene kendi kudretiyle yaktığı ateşten (cehennem) emin olmayan kimse, nasıl ağlamasın ki!" Bu alacağımız birinci ibrettir. İkinci ibret ise, Said bin Amr ve Hudeyb bin Adiy isminde iki ashab hakkındadır.
Bedir Harbi'nden sonra Hubeyb bin Adiy'i esir aldılar. O savaşta; Ebu Cehil başta olmak üzere, yetmiş büyük kâfir gebermişlerdi. İntikam almak için hırslandılar. Hubeyb bin Adiy, onların eline geçince, kâfir kadınları, çocukları ve gençleri ne yapacaklarını saşırdılar. Ondört yaşında, henüz müslüman olmamış Said bin Amr isminde bir genç de, kâfirlerin, bu ashabı nasıl idam edeceklerini temaşa ediyordu.
Onlar, Hubeyb'i, bağırarak idam etmek için götürdüler. Bundan sonrasını Said bin Amr şöyle anlattı: "Ben de onların içindeydim. Hubeyb'i, öldürecekleri yere götürdüler, bu karmaşada Hubeyb'in sesini duydum: "Bana iki rekat namaz kılmam için müsaade etmiyor musunuz?" diye onlardan müsaade istedi. Müsaade ettiler; huşu ve tazarru içinde, rükûlu ve secdeli iki rekat namaz kıldı ve müşriklerin reisine dönerek şöyle dedi: "Ölümden korkarak namazı uzattığımı sanmayın, hiç ölümden korkmuyorum."
Herkes ona vurmaya başladı. Onun mübarek etini parça parça yapıyorlardı. Bıçakla parçalıyor ve hemence öldürmüyorlar ve o parçaları alırken de kan fışkırıyordu. O yaralar içindeyken, ona sordular: "Bizim seni bırakacağımızdan emin olsan, çocuklarının yanına gitmeyi mi tercih ederdin; yoksa Hz. Muhammed'in (S.A.V) senin yerinde olmasını mı tercih ederdin, hangisi hoşuna giderdi?" Hubeyd dedi ki: "Benim yüzbin canım olsa ve siz bu şekilde devam etseniz, bu benim daha çok hoşuma giderdi. Hz. Muhammed (S.A.V) 'in bir yerine bir diken eziyet verirse ve rahatsız olursa; onu kabul etmem."
Böyle dediği zaman, kâfirler: "Öldürün, öldürün!" diye bağrıştılar, daha da hiddetlendiler ve o şekilde onu şehit ettiler. Ben onu unutamadım. Devamlı olarak rüyamda, uyanıkken, yürürken, evde otururken, onun iki rekat namaz kılarken ki hali ve vücudunun parça parça oluşu gözümün önüne geliyor. Ruhunu teslim ederken inleyişi, çektiği eziyetler, o anki hali hiç gözümün önünden gitmiyordu. Ben müşriklerin yanına gittim ve: "Ben, sizin yaptıklarınızdan vazgeçiyorum, müslüman oluyorum." dedim.
Said bin Amr, müslüman olup Hz. Peygamber (S.A.V) ile Medine-i Münevvere'ye hicret etti.
Hz. Peygamber (S.A.V) ondan çok razı olarak vefat ettikten sonra, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'le her harpte hazır ve beraber oldu. Hz. Ömer zamanında Hz. Ömer'e bazı tavsiyelerde de bulundu. Hz. Ömer: "Ya Said! Kim senin gibi tavsiyelerde bulunabilir?" dedi. Said: "Sen ya emirü'l-mü'minin; Hz. Peygamber (S.A.V) 'in ümmetine, emirü'l-mü'minin olan kimse!" diye cevap verdi.
"Öyleyse ya Said, ben seni Humus'a vali olarak tayin edeceğim." dedi. Said: "Ya emiru'l-mü'minin, bunu yapma, dünyanın fitnesine girmek istemiyorum." diye yalvardı. Hz. Ömer: "Hayır, bütün yükü hep benim boynumda mı bırakacaksınız." diye ısrar etti ve onu Humus'a vali olarak tayin etti. Oraya gittikten sonra Humus'tan, Medine-i Münevvere'ye bir kafile geldi. Hz. Ömer sordu: "Sizin oralarda fakir ve ihtiyaç sahibi varsa söyleyin onlara ihtiyaçlarını göndereyim." dedi. Onlar da fakirlerin isim listesini Hz. Ömer radıyallahu anh'a verdiler. Baktılar ki; Said bin Amr'ı o listenin içine fakir olarak yazmışlardı. Hz. Ömer radıyallahu anh:"Bu Said bin Amr kimdir?" diye sordu. Halk:"Ya emirü'l-mü'minin! Bizim Valimizdir, o da fakirdir. Vallahi günlerce, belki aylarca onun evinde ateş yanmıyor." dediler.
Hz. Ömer'in gözünden yaşlar aktı ve ona bin dinar para gönderdi. Para Said bin Amr'ın eline geçer geçmez: "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun" dedi ve eve giderken sanki bütün dünya onun başına yıkılmış gibi mahzun ve üzgün gitti. Hanımı: "Sana ne oldu, Ya Said?" diye sordu. Dedi ki:"Benim başıma büyük bir bela geldi." Kadın tekrar sordu:"Hz. Ömer radıyallahu anh mı vefat etti?""Hayır o vefat etmedi, ondan daha büyük bir şey oldu." Kadın:"Müslüman ordusuna bir bela mı geldi?" diye sordu. Said bin Amr radıyallahu anh: "Ondan da daha büyüktür." dedi. Kadın:"Nedir bu daha büyük musibet?" dedi. Said:"Emirü'l-mü'minin bize bin dinar göndermiş. Biz dünyada iken helak olacağız. Evimize fitne girdi. Helak olmadan hemen bunları dağıtacağız." dedi ve o gece hepsini dağıttı.
Bir müddet sonra Hz. Ömer, İslam ordusunu teftiş etmek üzere Humusa geldi. Humus'un ehlini çağırdı ve sordu: "Valiniz nasıldır, onun sizin üzerinizdeki hükümleri nasıldır?"
Onlar dediler ki:"Ya emirü'l-mü'minin! Onun üç garip hali vardır. Ondan şikayetçiyiz." Hz. Ömer dedi ki: "Vallahi benim onun hakkında ki kanaatim, çok sadıktır. Ben sizin şikayetlerinize inanmıyorum. Yine de çağırıp bu konuda kendisine soracağım." dedi. Said bin Amr'ı çağırdılar ve Humus halkını biraraya getirdiler. Hz. Ömer: "Ya Said, bunlar senden üç şeyde şikayetçi olduklarını söylü-yorlar, ne dersin?" dedi. Cevaben: "Ya emirü'l-mü'minin, şikayetleri ne ise söylesinler, yapamıyor isem onları düzelteceğim." dedi.
Halk dedi ki: "Ya emirü'l-mü'minin! Sabahları yerine geç geliyor." Said bin Amr:"Ya emirü'l-mü'minin! Benim hizmetkarım, evime bakacak kimse olmadığı için, sabahleyin evin ihtiyaçlarını karşılıyor, yemeklerini, hamurlarını kendi ellerimle yapıyorum. Ekmek yapı-yorum ve onlara veriyorum, sonra çıkıyorum." Halka: "İkincisi nedir?" diye soruldu. Halk:"Ayda bir sefer makamına hiç gelmiyor." dedi. Said bin Amr: "Benim üzerimde bir kat elbisem vardır. Ayda bir sefer onu yıkıyorum, onu kurutuncaya kadar da geç oluyor. O gün onun için gelmiyorum." dedi.
Hz. Ömer radıyallahu anh sordu: "Diğer şikayetiniz nedir?" Halk cevaben: "Onun bir hali vardır. Aniden yere düşüyor ve uzun bir müddet yerinden kalkmıyor." dediler. Hz. Ömer radıyallahu anh: "Ya Said bu nedir?" diye sordu. Said bin Amr şöyle anlattı: "Ya emirü'l-mü'minin, Hubeyb bin Adiy Mekke müşriklerince şehit edilirken, ben de orada idim. Onun vücudu parçalanır ve kanlar fışkırırken, ona dediler ki: "Bu halin mi hoş, yoksa Hz. Peygamber (S.A.V) 'in şu an senin yerinde olması mı?" O dedi ki: "Çocuklarımın hepsi bu şekilde ölse de, Hz. Peygamber (S.A.V) 'in bir yerine bir diken değmesine razı olmam." O zaman ben de o cemaatin içinde olduğum için korkuyorum, ona yardım edemedim. Daima bu konuda Allah-u Zülcelal'den korkuyorum ve hatırladığım zaman bayılıp düşüyorum. Acaba Allah-u Zülcelal beni affetmeyecek mi?"
Hz. Ömer bu sözler üzerine ona yine bin dinar verdi ve eve gitti. Aynen eskisi gibi, hanımı: "Elhamdülillah biz zengin olduk. Emirü'l-mü'minin sayesinde, bir hizmetçi tutabileceğiz. Artık sana ihtiyacımız yok!" dedi. Biraz rahat edeceğiz diyerek sevindi, rahatladı. Kocası: "Ya hanım, evet ihtiyaçtır. Ama ben sana bir şey söyleyeceğim. Onu öyle bir zata vereceğiz ki, o muhakkak bize yine geri verecek ve en çok ihtiyacımız olduğu zamanda verecek, hem de bugünkü ihtiyaçlara hiç benzemeyen bir ihtiyaç!" Hanımı: "Nedir?" dedi. O da:"Allah-u Zülcelal'e teslim edelim, Allah'a borç verelim, O muhakkak bize çok ihtiyacımız olduğu bir zamanda geri verecek." dedi. Hanımı yine mecbur kaldı ve: "Sen bilirsin!" dedi. Said:"O zaman filan yetimlere ve filan dul kadına bunları götür ver." diyerek, hepsini aynı saatte dağıttılar...
Keşke onların vücudunda bir kıl olabilseydik. İşte o zaman ne mutlu bize! Onlar, şimdi cennette nasıl geziyorlar, yerleri nasıldır, ancak Allah bilir. Onlar vücutlarını parça parça ederken, biz de beşeriz diyebilirlerdi. Ama demediler. Bizimse hizmetimiz çok kolay; bir namaz, bir oruç, bir İslam hizmeti. Bunlardan geri kalmayalım. Şeytan ve nefis bizi kandırmasın. Bir ashabın hayatına bakalım, bir de kendi hayatımıza. Kendimizi kandırmayalım. Eğer -Neuzubillah- Allah bizi onlar gibi imtihan etseydi, onların yerinde olsaydık; bu gevşeklikle asla kazanamayacaktık.
Oysa Hudeyb onlara uysaydı, onu öldürmeyeceklerdi. İşte bizim de kendi nefsimize acımamamız lazım, ben rahatsızım, hastayım, ben namazı geç kılacağım veya İslam hizmetini yürütemeyeceğim gibi nefs ve şeytan oyunlarına uymamamız lazımdır. Ashab-ı kiram'ın hayatını hatırlamak lazım, onlara hiç olmazsa denizde bir damla da olsa benzememiz gerekmektedir. Yapamadığımız zaman da, düzelmek için kendi nefsimizi kusurlu bilmemiz lazımdır.
Her geçen gün, onlara benzemek için çalışmalıyız. Çünkü onların mutabaatı, Allah-u Zülcelal'in rızasına doğru bir yakınlıktır. Çünkü Allah-u Zülcelal onlardan razıydı, biz de onlara mutabaat edersek, Allah-u Zülcelal'in rızasına, bir adım daha yaklaşmış oluruz.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
seyda muhammed konyevi ks
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KULLUK ŞUURU
Ahireti Tercih Edelim
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İnsanlardan kimisi: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!" der. Onun için ahirette hiçbir nasip yoktur." (Bakara; 200)
Allah-u Zülcelal'e karşı daima kalbimizi, ruhumuzu, sırrımızı düzeltme gayreti içinde olmamız lazımdır.
Vahhab isminde bir zat şöyle demiştir: "Dünya akıllı olan kimselerin ganimetidir. Orada ne topladıklarını çok iyi bilirler. Dünya cahil olan kimselerinde gaflet yeridir, dünyadan ayrıldıktan sonra, yine dünyaya geri gelmek isterler ama geriye dönüş yoktur."
Ganimet; İslam ordusunun düşman ordusunu mağlup ettikten sonra, onların altınları, gümüşleri, hayvanları, silahları, kadınları her ne varsa topladıkları mallardır. İşte bunun için Vahhap öyle demiştir.
Allah-u Zülcelal hepimize akıl vermiştir. Hiç kimse: "Benim aklım yok!" diyemez. Yalnız bu aklı daima bir alet gibi kullanmak lazımdır. Nefis ve isteklerinin bu aklı sarhoş edip, etkisiz hale getirmesine meydan vermemek lazımdır. Onun için bize verilen bu aklı kullandığımız takdirde: "Dünya akıllı kimselerin ganimet yeridir." sözüne muhatap olduğumuz gibi: "Dünya cahil olan kimselerinde gaflet yeridir, dünyadan ayrıldıktan sonra yine dünyaya geri gelmek isterler ama geriye dönüş yoktur." sözüne de muhatap olmayız.
Merhamet edelim ki, bize de merhamet edilsin
Katade (radıyallahu anh) şöyle anlatmıştır: "Semavi kitaplardan birinde şöyle yazıldığı bize söylendi: "Ey Ademoğulları! Siz nasıl rahmederseniz (merhamet), Allah tarafından da öyle rahmedilirsiniz. Siz Allah-u Zülcelal'in kullarına rahmetmeden, nasıl Allah'ın merhametini umut ediyorsunuz? Bundan hiç haya etmiyor musunuz?"
Demek ki, Allah-u Zülcelal'in rahmetini, merhametini umut edebilmek için, O'nun kullarına karşı merhametli olmamız lazımdır.
Şakik-i Zaid (ks) de şöyle demiştir: "Sen bir kimseyi kötülükle zikrettiğin zaman, yani; filan kimse çok kötü bir kişidir, şöyle hataları var, diyerek ona merhamet göstermediğin zaman, senin halin onunkinden daha kötüdür."
Bir kimsenin hatalarını söylediğimiz zaman, onun bu haline üzülmemiz, sanki cehenneme girmiş gibi, onun için istiğfarda bulunmamız lazımdır. Onun bu hatalarını söyleyerek ona karşı kibir ve ucubta bulunmak çok yanlıştır.
Peki niçin böyledir? Çünkü o kişi zaten hata ve günahların içine dalarak cehennem ateşine doğru gitmektedir. Bizim yapmamız gereken; mü'min kardeşlerimiz bir hata ya da bir günaha düştüklerinde, sanki bu dünyada bir ateşin içine düşmüş gibi üzülüp onun o ateşten kurtulması ve kurtuluşa çıkması için elimizden geldiği kadar ona yardımcı olmaktır.
Yine Şakik-i Zaid şöyle demiştir: "Bir kimse, Allah-u Zülcelal'in salih kullarından, Evliyalarından bahsettiği zaman, onun kalbine, ruhuna ibadetin tatlılığı yerleşmez ise o kimse kötü kişilerdendir."
Demek ki insan Allah-u Zülcelal'in Evliyalarından bahsettiği zaman, bu sözden gelen rahmet, feyz, nisbet neticesinde ibadetin tatlılığı o kimsenin kalbine, ruhuna yerleşecektir. Yerleşmediği zaman, sanki onlara inanmıyormuş gibi bir durum meydana çıkar ki, o zikretmekden herhangi bir feyz, nisbet gelmez. Ve ondan bir menfaat elde edilemez.
Hepimiz bunu tecrübe etmişizdir. Hakikaten de insan Allah-u Zülcelal'in Evliyalarından bahsettiği zaman, sanki bütün dünya insanın olsa, yine de o Evliyalardan bahsetmek daha lezzetlidir. İnsan o kadar huzur bulur.
Akıllı insanların hali başka!
Anlatıldığına göre, nefisle mücadele eden bir zat, bir meyve ağacının yanından geçerken, onun nefsi o meyveden yemek istedi. O da nefsine hitaben: "Eğer bir sene oruç tutarsan, sana bu meyveden yediririm." dedi. Bunun üzerine tam bir sene oruç tuttu. Ve sonunda, nefsine söz verdiği için geldi ve ağaçtan düşmüş olan yerdeki meyveleri toplayıp yedi. Nefsi ona dedi ki: "Ağacın üzerinde daha güzelleri var, onları ye!"
O zaman o kişi şöyle dedi: "Ben sana meyve yiyeceğim dediğim zaman, iyilerini yiyeceğim diye söz vermedim ki? Ben dedim ki bu ağaçtan meyve yiyeceğim. Ve bu ağaçtan meyve yedim işte!" Böyle söyleyerek yine nefsinin istediği gibi yapmadı.
İşte onlar ebedü'l-ebed baki olan ahiret hayatlarını temin edebilmek için kısa olan dünya hayatlarında, bu şekilde meşakkat çekiyorlardı. Çünkü onlar akıllı idiler.
Allah-u Zülcelal insanları akıllı olarak yaratmış ve mükellef kılmıştır. Fakat maalesef İslam tarihine baktığımız zaman, bazen hayvanların, taşların, Allah-u Zülcelal'i daha iyi tanıdığını ve insanlardan daha fazla Allah-u Zülcelal'i zikrettiğini görüyoruz.
Şeyh Amir (r.aleyh) isminde bir zat tövbe etmesinin sebebini şöyle anlatmıştır: "Ben bir gün beş tane güvercin gördüm. O güvercinlerden bir tanesi: "Bütün hazinelerin elinde olduğu Allah-u Zülcelal'e hamd olsun." diye Allah-u Zülcelal'i zikrediyordu.
İkincisi: "Herşeyi veren ve hidayeti de veren Allah-u Zülcelal'e hamdolsun." diye zikrediyordu. Üçüncüsü: "Peygamberlerini kendi kullarının üzerine delil olarak gönderen zata hamdolsun." diye zikrediyordu.
Yani, eğer Allah-u Zülcelal kullarına Peygamberlerini göndermeseydi, kıyamet gününde: "Ya Rabbi! Biz bilmiyorduk, Sana ibadet yapmayı bilmediğimiz için bizi mazur gör" diyeceklerdi. İşte Allah-u Zülcelal, bu özrü ortadan kaldırmak için delil olarak kullarına Peygamberlerini göndermiştir.
Dördüncüsü: "Dünyadaki olan şeylerin hepsi bâtıldır. Yalnız Allah için ve onun Resulü için olanlar müstesna!" diye zikrediyordu.
Beşincisi ise: "Kalkın ve Kerim olan Rabbinize doğru gidin. O çok büyük şeyler verir ve çok büyük günahları affeder." diye zikrediyordu.
Bu güvercinlerin böyle zikrettiklerini duyunca bayılmışım. Bir müddet sonra kendime geldiğim zaman, kendi kendime dedim ki: "Bir mürşidin yanına gidip tövbe edeceğim ve tamamen Allah-u Zülcelal'e yöneleceğim. O zaman baktım dünya muhabbeti tamamı ile kalbimden silindi ve Allah-u Zülcelal'e bağlandı. O güvercinlerin zikirleri ile tedavi oldum. Ve bir mürşid aramak için yola çıktım.”
“Yolda, nur yüzlü, ak sakallı bir ihtiyara rastladım. Ona: "Allah için kim olduğunu bana söyle!" dedim. "Ben Hızır'ım!" cevabını verdi. Ve bana şöyle dedi: "Ben Şeyh Abdülkadir Geylani'nin yanındaydım. Bana dedi ki: "İlahi bir cezbe Allah-u Zülcelal'in bir kuluna nasip oldu. Göklerden ona şöyle nida geldi: "Ya kulum! Merhaba sana!" Ve o kimse de, ben bir mürşidin yanına gideceğim, o mürşid beni Allah'a kavuştursun, diye Allah-u Zülcelal'e söz verdi. Ya Hızır! Git onu bana getir." Ben de seni onun yanına götürmek için geldim. Sana tavsiyem, doğrudan doğruya hemen onun yanına gitmendir."
Hızır (aleyhisselam) bana böyle söyleyince, ben de kalkıp Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin yanına geldim. Şeyh Abdülkadir Geylani (kaddesallahu sırrahu) bana şöyle dedi: "Allah-u Zülcelal'in ilahi cezbe gönderip, kuşların dili ile hidayete erdirdiği şahsa merhaba!" Allah-u Zülcelal, Şeyh Abdulkadir Geylani'ye onun halini bildirmişti.
İşte bakın! Hayvanlar dahi sanki Allah-u Zülcelal'i insanlardan daha iyi tanıyorlar. Allah-u Zülcelal'e taat ediyorlar, O'nu zikrediyorlar. Oysa Allah-u Zülcelal insana akıl verdiği halde, dünya eğlencesi ve şeytanın vesveseleri onu Allah-u Zülcelal'in taatinden, zikrinden geri bırakmaktadır. Yoksa akıl, insanın geri kalmasını kabul etmez.
Kainat Allah’ı zikrediyor
Davud (aleyhisselam): "Bu gece, Allah-u Zülcelal'i, yarattıklarından hiç kimsenin yapmadığı bir şekilde tesbih edeceğim." dedi. Evin dışından bir kurbağa şöyle dedi: "Allah'a karşı tesbihinle mi iftihar ediyorsun? Ben yetmiş yıldır, Allah'ın zikrinden bir an dahi geri kalmadım."
İşte, kainat Allah-u Zülcelal'i bu şekilde tanıyorlar ve devamlı olarak da O'nu zikretmektedirler. Onun için bu taşları, toprakları, hayvanları sessiz olarak görmememiz lazımdır. Nasıl ki bir insanın yanında bir hata yaptığımız zaman, o kişinin bizi gördüğünü bilerek, kendimize çekidüzen veriyorsak, onlar da her ne kadar şimdi bize bir şey demiyorsa da kıyamet gününde bize şahitlik edeceklerdir.
Nitekim Allah-u Zülcelal, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İşte o gün yer, Rabbinin ona bildirmesiyle haberlerini (üzerinde iyi veya kötü her ne işlendiyse) anlatacaktır." (Zilzal; 4-5)
Yani yer, o gün bizim aleyhimize ve lehimize şahidlik yapacaktır. Ve yine o gün insanın elleri, gözleri, kulakları, dili yani kısaca bütün âzâları şahitlik yapacaklardır. Hatta nefis diyecektir ki: "Niçin benim aleyhime şahitlik yapıyorsun. Böyle yapmakla sen de benimle cehenneme gireceksin. Nedir senin bu akılsızlığın?" Nefis, böyle söylediği vakit âzâlar şöyle cevap vereceklerdir: "Ya nefsim! Herşeyi konuşturan beni de konuşturuyor. Ben kendimden konuşmuyorum."
İşte bu yüzden Allah-u Zülcelal'den korkmamız lazımdır. Çünkü her şey O'nun elindedir. Allah-u Zülcelal'den korkmanın alameti ise; O'nun korkusunun vücudun bütün âzâlarında bulunmasıdır.
Gerçekle karşılaşmadan tövbe edelim
O zamanı sanki şimdi görüyor gibi ve biz de o insanların içindeymişiz gibi inanmamız ve buna göre hareket etmemiz lazımdır. Eğer şimdi o ateş perdesinin üzerinde duruyor olsak, halimiz acaba nasıl olur? Şimdi sanki o zamandır. Çünkü o zaman şüphesiz olarak, yüzde yüz gelecektir. Şimdi birbirimizi nasıl görüyorsak, o zamanı da aynı bu şekilde göreceğiz.
Azrail (aleyhisselam) insanın son nefesinde görünüp de ona; senin ömrün dünyada bir dakika, bir saniye ya da bir an kaldı, dediği zaman, o insan, Azrail (aleyhisselam)ın bir gün veya bir saat mühlet vermesi, ecelini tehir etmesi için dünya ve dünyanın içindeki bütün şeyler onun olsa hepsini vermeye razı olur.
Çünkü kesin olarak bilir ki, bu son nefestir ve dünyadan ayrılmak üzeredir. Azrail (aleyhisselam)dan vermesini istediği o bir saat mühlette Allah rızası için amel yapmayı, yaptığı günahlarına pişman olup tövbe etmeyi temenni eder. İnsan ölürken Azrail (aleyhisselam)a şöyle yalvarır: "Bana bir gün müsaade et. Yaptığım günahlardan pişman olup, tövbe edeyim, Allah'tan özür dileyeyim." Azrail (aleyhisselam) ona: "Nice günlerin geçti, aklın nerdeydi?" der. O kişi: "Bir saat olsun mühlet ver, Rabbime ibadet ve tövbe edeyim." der. Azrail ona: "Nice saatlerin geçti artık mühlet yok!" der.
İşte insanın hali böyledir. Bunları unutmamamız lazımdır. Unutmayalım ki bizim kurtuluşumuz ancak ve ancak tövbe ile olacaktır.
Allah-u Zülcelal, kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Amin)
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Hiç kimse, kalbin kötü vasıfları olan hırs, hased, riyâ, kibir, ucub ve benzeri hasletlerden sıyrılmış değildir. Bu hastalıkların hepsi maneviyatı öldürücüdür.
Maneviyatın temizlenmesini ihmal etmek, bedendeki yaraların içini temizlemeden dışını merhem ile sıvamaya benzer. İnsan, kalbinin ıslah olmasına ve samimi olmasına göre ALLAH-u Zülcelal’e yaklaşır veya O’ndan uzaklaşır. ALLAH-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;“Gerçek şudur ki; gözler kör olmaz. Ancak göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hacc; 46) Böyle bir kalp ile dünyadan ayrılan kimsenin durumu çok tehlikelidir. (Neuzübillah)
Kalp; ALLAH-u Zülcelal’e ulaşabilmenin ve O’nun rızasını kazanabilmenin en büyük vasıtasıdır.
Zaten evliya-ı kiramların da en fazla kalbin temizlenmesinin üzerinde durmalarının sebebi, kalbin ALLAH-u Zülcelal’e giden yolda çok önemli bir vasıta olmasından dolayıdır. Çünkü Hz. Peygamber (SAV) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “İnsanın vücudunda bir et parçası vardır. O ıslah olduğu zaman bütün vücut ıslah olur. O fesada uğradığı zaman bütün vücut fesada uğrar. Dikkat edin o kalptir.” (Müslim)
Hz. Peygamber (SAV) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:“ALLAH sizin suretlerinize bakmaz. Ancak kalbinize bakar.” (Müslim) Ne mutlu kalbini temizleyipte ALLAH-u Zülcelal’in muhabbetiyle dolduranlara!.. Şüphesiz kalp, ALLAH-u Zülcelal’e ulaşmak için yaratılmıştır. Günahlarla paslanmış kör bir hale gelen kalp, ALLAH-u Zülcelal’in nurunu alamaz. Günahlar insanın kalbini paslandırıp kör bir hale getirir.
Onun için insan bir günah işlediği zaman, kalbinin üzerine gelen pası tevbe ile yıkayıp temizlemelidir. Kalbini tevbe ile temizlemeyip, ALLAH-u Zülcelal’in huzuruna paslı bir kalp ile giden kimsenin sonu perişanlıktır. Nice kalpler vardır ki, şeytan onları istila etmiştir. Ahireti arkaya atıp dünyayı tercih eden kimseler vesveselerle kalbi doldurmuştur.
Cabir bin Ubeyd el-Adevi demiştir ki:“A’la bin Ziyad’a kalbimdeki vesveselerden şikayette bulundum.” bana dedi ki:“Kalp, uğranılan bir ev gibidir. Şeytan oraya uğradığı zaman bir şey varsa alır, yoksa bırakıp gider. Yani heva ve heves olmayan gönüle şeytan giremez.”
Hakikaten kalp temizliğinin islam dininde çok büyük bir yeri vardır. Zaten kalp temiz olmadığı zaman niyet ve İhlâsta gerçekleşmez. Onun için insan kalbindeki bütün mezmum sıfatları çıkarıp yerine güzel evsafları yerleştirmesi lazımdır.
Anlatıldığına göre, bir zat bir evliya-ı kiramdan nasihat istemiş. O evliya: “ALLAH-u Teala senin kalbine baktığında, onda razı olmadığı bir şey görmesin.” demiştir.
Bilindiği gibi zahiri ameller, kalp amelleri için temel hükmündedir. Temel sağlam olmadığı takdirde üzerindeki bina sağlam olmadığı gibi, amelleri salih olmayan bir kimsenin kalp temizliğine sahip olması, iyi sıfatlar kazanması ve bunlarla iyi ameller yapması da mümkün değildir. Zahiri temizliğe önem veripte kalp temizliğine önem vermemek, bir bahçenin duvar çalışmalarına önem verip, içerde ağaçların susuzluk ve bakımsızlıktan kuruyup dökülmesine aldırış etmemek gibidir.
İnsanın kalbi temiz olduğu zaman bütün vücut muhafaza olur. Nitekim hikmet ehli bir zat şöyle demiştir: “Ben kalbimi on gece şeytandan, hataralardan korudum. Kalbimde beni yirmi sene bunlardan korudu.”
Onun için kalp temizliğine çok dikkat etmek lazımdır. İnsanın çaresi kalbini ALLAH-u Zülcelal’e sadık yapmasıdır. Çünkü kalp ALLAH-u Zülcelal’in nazargâhıdır. Kalbi ALLAH-u Zülcelal’e bağlamak gerekir. Bizlere ALLAH-u Zülcelal’i unutturacak herşeyi kalpten çıkarmak lazımdır. Nitekim Sehl bin Abdullah şöyle demiştir: “Kim kalbini ALLAH’a teslim ederse, ALLAH’ta onun azalarına sahip çıkar.”
İnsan kalbini ALLAH-u Zülcelal’e teslim ederse, ALLAH-u Zülcelal de o kimsenin gözlerine, ayaklarına, diline hülasa bütün azalarına sahip çıkar. ALLAH-u Zülcelal’in yaratmış olduğu bir et parçası olan kalbimizi O’na teslim etmemek çok gariptir. Kalbi ALLAH-u Zülcelal’e teslim edip:“Ya Rabbi! Bu kalbi sen yarattın. Onu sana teslim ediyorum. Dilediğin gibi yap.” diyerek, ALLAH-u Zülcelal’e teslim etmek lazımdır.
Böyle olunca ALLAH-u Zülcelal’in muhabbeti kalbimize girer ve bütün azalarımız da O’nun istediği şekilde olur İnşALLAH-u Teala...
Kalp temizliğine çok önem vermek gerekir. Sadece okumakla yetinmemek lazımdır. Nasıl ki bir bahçıvan bahçesindeki zararlı otları temizleyip bahçesine su veriyorsa, bizlerde kalbimizdeki dünya hırsı, riyâ, kin, hased gibi bütün mezmum sıfatlardan temizleyip, onu muhabbet ve zikir gibi güzel sıfatlarla beslememiz lazımdır.
Çünkü kalp ıslah olursa bütün azalar ıslah olur. Kimin azaları ıslah olmamış ise o kimsenin kalbinde manevi hastalık var demektir. Bundan kurtulmak için kalbi her an kontrol edip oradaki zarar verici mezmum sıfatlardan temizleyip arındırmak lazımdır. Bir kimsenin kalbi mezmum olan bütün sıfatlardan arınıp da güzel sıfatlarla süslendiği zaman o kimsenin bütün niyetleri hayır üzerine olur.
S.Muhammed Konyevi (K.S.)
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
HARAMA BAKMAK VE KAYBETTİRDİKLERİ
Esas olan günah işlememektir
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Mü'min erkeklerle, mü'min kadınların bir kısmı bir kısmının velileridir (dostları ve yardımcılarıdır). Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekat verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara, Allah rahmet edecektir. Çünkü Allah adildir, hikmet sahibidir." (Tevbe; 71)
Bizler, her ne kadar Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinden gafil olsak da, Allah-u Zülcelal bizleri daima cennetine çağırıyor. Bizleri, cehennemden muhafaza etmek için ikaz ediyor, uyarıyor.
Dikkat edersek, küçük bir çocuğun yanında dahi, biçimsiz olan hareketlerden kaçınıyoruz. Karşımızdaki çocuk olduğu halde, bizim hareketimiz biçimsizdir deyip, haya ediyoruz, utanıyoruz.
Peki, kuvvet ve kudret sahibi olan Allah-u Zülcelel'e karşı, üstelik bunları yapmayın dediği ve bizleri uyardığı halde, O'nun huzurunda, çirkin işleri yapmamız, günah işlememiz ne kadar hayasızlıktır.
Bizim günahlarımız ve hatalarımız nedeni ile Allah-u Zülcelal'e karşı ne kadar haya etmemiz lazım, ancak Allah-u Zülcelal bilir.
Hz. Ebubekir Sıddık (radıyallahu anh)ın bir sözüne göre: "Allah-u Zülcelal'in huzurunda günah işlememek, amelden (iyi işler yapmaktan) daha eftaldir (üstündür)."
Gözlerinizi ve dillerinizi günahla kirletmeyin
Gavs-ı Bilvanisi şöyle demiştir: "Şah-ı Hazne'nin müridleri, her şeyden kendini muhafaza ediyor, fakat nazardan (harama bakmak) ve gıybetten kendilerini muhafaza etmiyorlar."
Hakikaten de insan, bu iki günaha çok müpteladır. Yani insan, günlük olarak, bu ikisinden kendini muhafaza edebilirse, çok büyük bir pehlivandır. Çünkü, dedikoduyu sen yapmasan bile, senin yanında yaptıklarında, sen de dinlersen, aynı günaha ortak olursun.
Gıybet konusu öyle naziktir ki, nitekim Hz. Aişe (radıyallahu anha) şöyle demiştir: “Bir kadının boyunun kısa olduğunu elimle işaret ettim. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Ya Aişe! Gıybet ettin.” (Ebu Davud, Tirmizi, Beyhaki)
Ebu Hureyre (radıyallahu anh)ın şöyle anlattığı rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yanında idik. Adamın biri kalktı, gitti. Diğerleri (arkasından): ‘Ya Resulallah! Filan ne kadar da aciz kimsedir’ dediler. Yahut: ‘Filan ne kadar kadar da zayıf kimsedir’ dediklerinde: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Arkadaşınızı çekiştirdiniz ve etini yediniz’ buyurdu. (Taberani, Ebu Ya'la)
Bakın, durum ne kadar tehlikeli! Basit gibi görünen bir şey, ama çok tehlikeli!
Bir de nazar (harama bakmak) vardır. O da çok tehlikelidir. Çünkü bu zamanda kadınların büyük bir kısmı açık saçıktır -neuzubillah- ve bir de kendilerini süslüyorlar. Evet, Allah-u Zülcelal, insanda şehveti yaratmıştır ama, insan kendini bunun tehlikelerinden muhafaza etmelidir.
Nitekim Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (radıyallahu anh)a şöyle demiştir: "Ey Ali! Bir kadın gözüne iliştiği zaman, ikinci defa bakma. Birinci bakışta sana vebal yoktur. Fakat ikincisinin vebali vardır." (Müslim)
Bu hadisin açıklaması şöyledir: Bir kadına birinci sefer gözün çarptığı zaman, sana günah yazılmaz ama gözünü çekmezsen, (veya çektikten sonra) bir daha bakarsan, sana günah yazılır. Yani ilk kez gözümüze çarptığı zaman, hemen bakışımızı çevirmeliyiz. O günah değildir. Eğer çevirmezsek, o günahtır. Gözümüzü çevirdiğimiz zaman, Allah-u Zülcelal, Zat'ından insana bir nur veriyor. Kalbine gelen bu nur ile insan, iman ve ibadetin tadını alacaktır. Yeter ki o, imtihanı kazansın, gözünü bir çevirsin!...
Birinci sefer gözün çarptığı zaman gözünü kapatırsan sevaptır. Onunla beraber bir iman nuru, insanın kalbinin üzerine gelir. ibadetin tatlılığı vücuduna yerleşir. Eğer şehvetle bakmaya devam edersen, bu sefer şeytanın zehirli oklarından bir ok kalbine saplanır.
Harama bakınca eline ne geçiyor? Hiç…
Bir iğnenin başı kadar zehir, insanın vücuduna girse, bütün vücuda dağılır. Vücut helak olur. Maneviyat bakımından da, insan böyle şehvetle yabancı kadına baktığı zaman, onun maneviyatı o şekilde helak olur.
Akıllı olanın düşünmesi lazımdır. Sabahtan akşama kadar harama baktığında, eline ne geçiyor? Herkes şöyle bir tecrübelerini hatırlasın, bir şey kazanmadığı gibi, manevi olarak da hastalanıyor. Çünkü nazar anında, şeytan zehirli oklarını insanın kalbine saplıyor. Nasıl, zahiri olarak, insana zehirli iğne yapıldığında, vücudu zehirleniyorsa, manevi olarak da şeytanın zehirli okları, insanın kalbini ve aklını zehirliyor.
Velhasıl, harama bakmakla; insan hem Allah-u Zülcelal'in nurundan mahrum kalıyor, hem de şeytana kendini zehirletmiş oluyor. İnsan, böyle küçük gibi görünen şeylerle, kendini mahvediyor, hem dünyada, hem de ahirette huzursuz olacağı şeyleri yapmış oluyor.
Şeytan bazı haramları ve günahları bizim gözümüzde küçük göstererek: "Bir şey olmaz, bu küçük bir şeydir" diye bizi kandırmaya çalışırken, bazı ibadet ve amelleri de bizim gözümüzde çok zor gibi göstererek, bizi o amelden alıkoymaya çalışıyor.
Bizim de aklımızı başımıza alarak düşünmemiz lazımdır ki; eğer bu işe nefis ve şeytan iyi diyorsa, demek ki Allah-u Zülcelal katında bu işin kıymeti yok; demek ki Allah-u Zülcelal bu işten hoşlanmıyor. Eğer nefis ve şeytan bu işe karşı çıkıyor ve yapmamamızı istiyorsa, demek ki bu işte Allah-u Zülcelal'in rızası var, O bu işi seviyor, dememiz ve ona göre hareket etmemiz lazımdır.
Hakkın doğru yoluna uyalım
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. (Azabından) korunmanız için Allah size böyle tavsiye etmiştir." (En'am; 153)
Allah-u Zülcelal kıyamet gününde, kullarını perişan etmemek için dünyadayken, Peygamberler ve onlarla beraber kitaplar göndermiştir. Doğru yolu ve sapık yolu, insanlara bildirmiştir.
Mü'min şuurlu olmalıdır. Maneviyatına dikkat etmeli ve sürekli Allah-u Zülcelal'e karşı durumunu kontrol altında tutmalıdır. Eğer namazlarında bir gevşeklik, bir isteksizlik varsa, günlük zikrini (vird) yapmıyorsa, diğer ibadetlerini huşu ile yapamıyorsa, o insan manevi olarak hastadır, manevi mikroplar ona bulaşmıştır. İnsan o zaman iyi düşünmelidir.
Cennet senin sağında, cehennem de solundadır
İnsanın aklı bunun doğru olduğunu görüyor, anlıyor, fakat insan yapamıyor. Demek ki insanın ruhu hastadır. İradesiyle istediği halde, onu gerçekleştiremiyor.
Ruh, ne ile hasta oluyor? Denildiği gibi, zahiri vücudu mikroplar hasta ediyor, maneviyatımızı da, manevi mikrop olan günahlar hasta ediyor.
Bizden öncekiler; babalarımız, dedelerimiz hepsi gittiler, kimse kalmadı bu dünyada. Bize de sıra geliyor ve biz de gideceğiz. Bu yol hepimizin yoludur. Bu yoldan gideceğiz, kurtuluş yok!...
Peki, şimdi, daha gitmeden önce nefsimize dönüp soralım: "Ey nefsim! Cennet senin sağında, cehennem de solundadır. Sen hangisini istiyorsun?"
Tabi ki nefis, adi nefsimiz, hiç dinlenmeyen, daima keyf ve sefayı, rahatlığı isteyen nefsimiz, güzelliği, yani cenneti isteyecektir. O zaman nefsimize: "Peki sen, hem cenneti istiyorsun, hem de cehennemin yolundan gidiyorsun. Dünyada dahi kural ve kaidedir ki, Ankara yoluna girdiğin zaman, Ankara'ya gidilir. Sen Ankara yoluna girmişsin, Adana'ya gidiyorum diyorsun. Bunu akıl kabul eder mi? Böyle dersen, insana ‘Bu deli mi?’ derler.
Sen de cennete gideceğim diyorsun ama cehennemin yolunda yürüyorsun, cennete bu yolla nasıl ulaşacaksın? Sen cehennem yoluna girmişsin, salih amel yapmıyorsun, cenneti istiyorsun. Allah-u Zülcelal ‘Benim doğru yolum budur’ buyuruyor. Bu yoldan gidersen, o zaman cennete gideceksin. Ama sen şeytanın yoluna girmişsin, cehennemin yoluna girmişsin, cenneti istiyorsun! Akıl bunu kabul eder mi? Elbette etmez!" diye nefsimize hitap etmeliyiz.
Azgın hayvana sahibi binmek istediği zaman, bakarsın ki bir tekme vurur, sahibini yaralar ve onu öldürür. İşte nefis de böyledir. Azgın olduğu zaman, insanı öyle yapar. Bakarsın, kadınlara bakmaya teşvik eder, ondan sonra daha kötü şeylere götürür, daha sonra da içkiye götürür; onu kötü olan her pisliğe götürüp bulaştırır. Onun hali, sanki başına bir tekme atıp, sahibini öldüren hayvan gibidir.
Kalpler zikirle temizlenir
Benim işim tamamdır diyoruz, fakat kendimize ne kadar zarar verdiğimizin farkında değiliz. Her insanın günlük olarak, bir miktar zikri mutlaka olmalıdır. Olmayanın durumu içler acısıdır! Yazıktır, kendimizi heba etmeyelim! Nasıl ki, bir insan kendi evini süpürmezse evi pislik dolup, pis kokarsa; insanın kalbi de aynen öyledir, zikir ile kalbini temizlemezse, kalbini zulmet ve nedamet kaplar.
İnsan, nasıl kendi evini her gün süpürüp temizliyor ve onunla ferahlanıyorsa, kalbini de zikirle ferahlandırması lazımdır. Zikir yapmadığı zaman, kalbinde pislikler toplanıp, kalbini mahveder.
Allah-u Zülcelal kendi
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
HARAMA BAKMAK VE KAYBETTİRDİKLERİ
Esas olan günah işlememektir
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Mü'min erkeklerle, mü'min kadınların bir kısmı bir kısmının velileridir (dostları ve yardımcılarıdır). Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekat verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara, Allah rahmet edecektir. Çünkü Allah adildir, hikmet sahibidir." (Tevbe; 71)
Bizler, her ne kadar Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinden gafil olsak da, Allah-u Zülcelal bizleri daima cennetine çağırıyor. Bizleri, cehennemden muhafaza etmek için ikaz ediyor, uyarıyor.
Dikkat edersek, küçük bir çocuğun yanında dahi, biçimsiz olan hareketlerden kaçınıyoruz. Karşımızdaki çocuk olduğu halde, bizim hareketimiz biçimsizdir deyip, haya ediyoruz, utanıyoruz.
Peki, kuvvet ve kudret sahibi olan Allah-u Zülcelel'e karşı, üstelik bunları yapmayın dediği ve bizleri uyardığı halde, O'nun huzurunda, çirkin işleri yapmamız, günah işlememiz ne kadar hayasızlıktır.
Bizim günahlarımız ve hatalarımız nedeni ile Allah-u Zülcelal'e karşı ne kadar haya etmemiz lazım, ancak Allah-u Zülcelal bilir.
Hz. Ebubekir Sıddık (radıyallahu anh)ın bir sözüne göre: "Allah-u Zülcelal'in huzurunda günah işlememek, amelden (iyi işler yapmaktan) daha eftaldir (üstündür)."
Gözlerinizi ve dillerinizi günahla kirletmeyin
Gavs-ı Bilvanisi şöyle demiştir: "Şah-ı Hazne'nin müridleri, her şeyden kendini muhafaza ediyor, fakat nazardan (harama bakmak) ve gıybetten kendilerini muhafaza etmiyorlar."
Hakikaten de insan, bu iki günaha çok müpteladır. Yani insan, günlük olarak, bu ikisinden kendini muhafaza edebilirse, çok büyük bir pehlivandır. Çünkü, dedikoduyu sen yapmasan bile, senin yanında yaptıklarında, sen de dinlersen, aynı günaha ortak olursun.
Gıybet konusu öyle naziktir ki, nitekim Hz. Aişe (radıyallahu anha) şöyle demiştir: “Bir kadının boyunun kısa olduğunu elimle işaret ettim. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Ya Aişe! Gıybet ettin.” (Ebu Davud, Tirmizi, Beyhaki)
Ebu Hureyre (radıyallahu anh)ın şöyle anlattığı rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yanında idik. Adamın biri kalktı, gitti. Diğerleri (arkasından): ‘Ya Resulallah! Filan ne kadar da aciz kimsedir’ dediler. Yahut: ‘Filan ne kadar kadar da zayıf kimsedir’ dediklerinde: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Arkadaşınızı çekiştirdiniz ve etini yediniz’ buyurdu. (Taberani, Ebu Ya'la)
Bakın, durum ne kadar tehlikeli! Basit gibi görünen bir şey, ama çok tehlikeli!
Bir de nazar (harama bakmak) vardır. O da çok tehlikelidir. Çünkü bu zamanda kadınların büyük bir kısmı açık saçıktır -neuzubillah- ve bir de kendilerini süslüyorlar. Evet, Allah-u Zülcelal, insanda şehveti yaratmıştır ama, insan kendini bunun tehlikelerinden muhafaza etmelidir.
Nitekim Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (radıyallahu anh)a şöyle demiştir: "Ey Ali! Bir kadın gözüne iliştiği zaman, ikinci defa bakma. Birinci bakışta sana vebal yoktur. Fakat ikincisinin vebali vardır." (Müslim)
Bu hadisin açıklaması şöyledir: Bir kadına birinci sefer gözün çarptığı zaman, sana günah yazılmaz ama gözünü çekmezsen, (veya çektikten sonra) bir daha bakarsan, sana günah yazılır. Yani ilk kez gözümüze çarptığı zaman, hemen bakışımızı çevirmeliyiz. O günah değildir. Eğer çevirmezsek, o günahtır. Gözümüzü çevirdiğimiz zaman, Allah-u Zülcelal, Zat'ından insana bir nur veriyor. Kalbine gelen bu nur ile insan, iman ve ibadetin tadını alacaktır. Yeter ki o, imtihanı kazansın, gözünü bir çevirsin!...
Birinci sefer gözün çarptığı zaman gözünü kapatırsan sevaptır. Onunla beraber bir iman nuru, insanın kalbinin üzerine gelir. ibadetin tatlılığı vücuduna yerleşir. Eğer şehvetle bakmaya devam edersen, bu sefer şeytanın zehirli oklarından bir ok kalbine saplanır.
Harama bakınca eline ne geçiyor? Hiç…
Bir iğnenin başı kadar zehir, insanın vücuduna girse, bütün vücuda dağılır. Vücut helak olur. Maneviyat bakımından da, insan böyle şehvetle yabancı kadına baktığı zaman, onun maneviyatı o şekilde helak olur.
Akıllı olanın düşünmesi lazımdır. Sabahtan akşama kadar harama baktığında, eline ne geçiyor? Herkes şöyle bir tecrübelerini hatırlasın, bir şey kazanmadığı gibi, manevi olarak da hastalanıyor. Çünkü nazar anında, şeytan zehirli oklarını insanın kalbine saplıyor. Nasıl, zahiri olarak, insana zehirli iğne yapıldığında, vücudu zehirleniyorsa, manevi olarak da şeytanın zehirli okları, insanın kalbini ve aklını zehirliyor.
Velhasıl, harama bakmakla; insan hem Allah-u Zülcelal'in nurundan mahrum kalıyor, hem de şeytana kendini zehirletmiş oluyor. İnsan, böyle küçük gibi görünen şeylerle, kendini mahvediyor, hem dünyada, hem de ahirette huzursuz olacağı şeyleri yapmış oluyor.
Şeytan bazı haramları ve günahları bizim gözümüzde küçük göstererek: "Bir şey olmaz, bu küçük bir şeydir" diye bizi kandırmaya çalışırken, bazı ibadet ve amelleri de bizim gözümüzde çok zor gibi göstererek, bizi o amelden alıkoymaya çalışıyor.
Bizim de aklımızı başımıza alarak düşünmemiz lazımdır ki; eğer bu işe nefis ve şeytan iyi diyorsa, demek ki Allah-u Zülcelal katında bu işin kıymeti yok; demek ki Allah-u Zülcelal bu işten hoşlanmıyor. Eğer nefis ve şeytan bu işe karşı çıkıyor ve yapmamamızı istiyorsa, demek ki bu işte Allah-u Zülcelal'in rızası var, O bu işi seviyor, dememiz ve ona göre hareket etmemiz lazımdır.
Hakkın doğru yoluna uyalım
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. (Azabından) korunmanız için Allah size böyle tavsiye etmiştir." (En'am; 153)
Allah-u Zülcelal kıyamet gününde, kullarını perişan etmemek için dünyadayken, Peygamberler ve onlarla beraber kitaplar göndermiştir. Doğru yolu ve sapık yolu, insanlara bildirmiştir.
Mü'min şuurlu olmalıdır. Maneviyatına dikkat etmeli ve sürekli Allah-u Zülcelal'e karşı durumunu kontrol altında tutmalıdır. Eğer namazlarında bir gevşeklik, bir isteksizlik varsa, günlük zikrini (vird) yapmıyorsa, diğer ibadetlerini huşu ile yapamıyorsa, o insan manevi olarak hastadır, manevi mikroplar ona bulaşmıştır. İnsan o zaman iyi düşünmelidir.
Cennet senin sağında, cehennem de solundadır
İnsanın aklı bunun doğru olduğunu görüyor, anlıyor, fakat insan yapamıyor. Demek ki insanın ruhu hastadır. İradesiyle istediği halde, onu gerçekleştiremiyor.
Ruh, ne ile hasta oluyor? Denildiği gibi, zahiri vücudu mikroplar hasta ediyor, maneviyatımızı da, manevi mikrop olan günahlar hasta ediyor.
Bizden öncekiler; babalarımız, dedelerimiz hepsi gittiler, kimse kalmadı bu dünyada. Bize de sıra geliyor ve biz de gideceğiz. Bu yol hepimizin yoludur. Bu yoldan gideceğiz, kurtuluş yok!...
Peki, şimdi, daha gitmeden önce nefsimize dönüp soralım: "Ey nefsim! Cennet senin sağında, cehennem de solundadır. Sen hangisini istiyorsun?"
Tabi ki nefis, adi nefsimiz, hiç dinlenmeyen, daima keyf ve sefayı, rahatlığı isteyen nefsimiz, güzelliği, yani cenneti isteyecektir. O zaman nefsimize: "Peki sen, hem cenneti istiyorsun, hem de cehennemin yolundan gidiyorsun. Dünyada dahi kural ve kaidedir ki, Ankara yoluna girdiğin zaman, Ankara'ya gidilir. Sen Ankara yoluna girmişsin, Adana'ya gidiyorum diyorsun. Bunu akıl kabul eder mi? Böyle dersen, insana ‘Bu deli mi?’ derler.
Sen de cennete gideceğim diyorsun ama cehennemin yolunda yürüyorsun, cennete bu yolla nasıl ulaşacaksın? Sen cehennem yoluna girmişsin, salih amel yapmıyorsun, cenneti istiyorsun. Allah-u Zülcelal ‘Benim doğru yolum budur’ buyuruyor. Bu yoldan gidersen, o zaman cennete gideceksin. Ama sen şeytanın yoluna girmişsin, cehennemin yoluna girmişsin, cenneti istiyorsun! Akıl bunu kabul eder mi? Elbette etmez!" diye nefsimize hitap etmeliyiz.
Azgın hayvana sahibi binmek istediği zaman, bakarsın ki bir tekme vurur, sahibini yaralar ve onu öldürür. İşte nefis de böyledir. Azgın olduğu zaman, insanı öyle yapar. Bakarsın, kadınlara bakmaya teşvik eder, ondan sonra daha kötü şeylere götürür, daha sonra da içkiye götürür; onu kötü olan her pisliğe götürüp bulaştırır. Onun hali, sanki başına bir tekme atıp, sahibini öldüren hayvan gibidir.
Kalpler zikirle temizlenir
Benim işim tamamdır diyoruz, fakat kendimize ne kadar zarar verdiğimizin farkında değiliz. Her insanın günlük olarak, bir miktar zikri mutlaka olmalıdır. Olmayanın durumu içler acısıdır! Yazıktır, kendimizi heba etmeyelim! Nasıl ki, bir insan kendi evini süpürmezse evi pislik dolup, pis kokarsa; insanın kalbi de aynen öyledir, zikir ile kalbini temizlemezse, kalbini zulmet ve nedamet kaplar.
İnsan, nasıl kendi evini her gün süpürüp temizliyor ve onunla ferahlanıyorsa, kalbini de zikirle ferahlandırması lazımdır. Zikir yapmadığı zaman, kalbinde pislikler toplanıp, kalbini mahveder.
Allah-u Zülcelal kendi
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İLİM - AMEL - İHLAS
“Sur'a da üfürülmüş, böylece onları bütünüyle bir araya getirmişizdir.” (Kehf_(99)
Bu ayet-i kerimeden anlaşılan mana şudur ki; olay kesinkes vuku bulacağı için, sanki olmuş bitmiş gibi anlatılmaktadır. Sur'a Üflendiği zaman öyle pişman olacağız ki; o pişmanlığı ancak Allah'u Zülcelal bilir.
Hatta amel işlemek için bir saati, bir saniyeyi arayacağız. Ama o zaman iş işten geçmiş olacaktır. Onun için müslümanın şuurlu olması gereklidir. Hiç olmazsa, dünya ehlinin dünya için azmettiği gibi ahiret için azimli olunması lazımdır.
Dünya ehli, Allah-u Zülcelal'in yarattığı andan itibaren, kalıcı hiç bir şeyi olmadığı halde, fani olan dünya için inceden inceye çalışıyorlar. Allah'ın yanındaki ecir ve sevaplara karşı, hiç olmazsa biz de onlar gibi olalım.
Cüneyd-i Bağdadi (Kuddise Sirruh);
"İslam dininde istikamet, insan için şarttır. İnsana menfaat temin eden tek şey istikamettir. Bir kişiyi havada uçuyor halde bulsanız bile, şeriata muhalif bir hareketini gördüğünüz takdirde, ona hiç itibar etmeyin" buyuruyor.
İnsanlar için yeryüzünde en büyük keramet doğru yol ve istikamettir. Onun için bu istikamette ilim okumak ve okunan ilimle amel yapmak lazımdır.
İlmin ne kadar mühim olduğunu hepimiz tecrübe etmişizdir. Fakat insan, ilmi ile amel etmediği sürece, hiç bir menfaat elde edemez. Onun için Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur. "Ya Rabbi, faydasız ilimden sana sığınırım."
İnsanın okuduğu ilimle amel etmesi icap eder. İlim ile amel etmek, başlangıçta zordur. Allah-u Zülcelal, yardım ettikten sonra çok kolay olur. Namaz kılmak, oruç tutmak ve Hacc'a gitmek zahiri amellerden olduğu için yapması kolaydır.
Bir de manevi ilimler vardır, manevi ilmi bilmek ve onunla amel etmek çok zordur. Mesela kıskançlık ve riya, Allah-u Zülcelal'in hiç sevmediği huylardandır. Fakat bu huylar, zahiri olarak görünmez.
İşte bu, tasavvufu inkar eden münkirlerin yüzüne vurulmuş bir tokattır.
İslam dininin manevi hükümlerini yerine getirmek, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Bunlar, manevi olduğundan, gözle görünmez ve zahiren tam yapılamazlar, ancak tasavvuf ve tarikat kurallarıyla yerini bulurlar.
Onun için tasavvuf ve tarikat, her müslümana lazımdır. Çünkü manevi olan ilimlerle amel yapılmadığı zaman, zahiri olan ameller de yerini bulmaz.
Evliyalardan bir tanesi bir sohbetinde:
"Kim Ebu Yezid-i Bestami'yi görürse o hidayete erecektir" buyurmuştur. Onun cemaatindan bir kaç kişi ayağa kalkarak: "Bu nasıl olur? Ebu Leheb, Ebu Cehil, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i gördükleri halde hidayete ermediler. Bu nasıl bir evliyadır ki, onun yüzünü gören hidayete erer?" diye İtiraz ettiler. O Evliya zat: "Ebu Cehil, Ebu Leheb, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i Ebu Talib'in yetimi olarak gördüler. Eğer O'na Allah'ın Resulu olarak baksaydılar, onlar da hidayete ererlerdi" diye cevap vermiştir.
İşte, kim Sadat-ı Kiram`a "Evliya" gözüyle bakarsa, o kimse mutlaka Sadat-ı Kiram'dan istifade eder. Fakat insan, Sadat-ı Kiram'a sokaklarda dolaşan bir kişi olarak bakar ve su-i zan beslerse, o zaman o insan zarar görür. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Alimler peygamberlerin varisleridir"
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem), Ashab-ı Kiramla nasıl davranmış ise, ondan sonraki evliyalar da insanlara öyle davranarak, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in izinden çıkmamışlardır.
İnsanın, Allah-u Zülcelal'in verdiği çok kıymetli olan akıl ile düşünmesi, tefekkür etmesi lazımdır. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyuruyor: "Sizin amelleriniz bana arz olunur. Sizin ameliniz içinde, salih amel gördüğüm zaman ferahlanırım. Günah gördüğüm zaman da istiğfar ederim."
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı daima ferahlandırmamız lazımdır. İşlemiş olduğumuz günahlar, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in üzülmesine ve mahzun olmasına sebeb olur.
Bizi günahlara sevkeden nefis ile şeytanı, ayaklar altına almamız gereklidir. Bizim salih amelimiz, Allah-u Zülcelal'e hiç bir menfaat vermediği gibi, günahlarımız da O'na hiçbir zarar veremez. Çünkü Allah'u Zülcelal, ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Kim iyi iş ve hareketlerde bulunursa (sevabı) kendine, kim de kötülük ederse (cezası) yine kendinedir." (Fussilet: 46)
Yaptığımız iyi amelin menfaati kendimize olduğu gibi, yaptığımız kötü amelin de zararı kendimizedir. Eğer nefsimizi seviyorsak, baki olan hayatta onu istirahat ettirebilmek için, fani olan hayatta onu biraz rahatsız edelim. Onun için rahatımızı ve istirahatımızı, ebedi olan ahiret için terk edelim.
Elimizden geldiği kadar, nereye gidersek gidelim, mümin kardeşlerimize nasihatte bulunmak suretiyle, elele verip Allah-u Zülcelal'in zikrini, ibadetini ve hizmetini yaparak günahlardan kendimizi muhafaza edelim.
Dünya hayatına aldanmayalım. Çünkü dünya hayatı, çocukların oynadığı oyuncağa benzer. Dünya, Allah'ın rızasından ve muhabbetinden bizleri uzaklaştırmak ister.
Zeyd İbn-i Erkam (Radıyallahu Anh) anlatıyor; Bir gün Ebubekir-i Sıddık (Radıyallahu Anh) ile oturuyorduk. Ebu Bekir (RadıyallahuAnn), su istedi.
Ona bal şerbeti getirdiler. Bal şerbetini içerken, bir anda ağlamaya başladı, onun ağlaması yanındakileri de ağlattı. Bir müddet sonra onlar durdu. Ebu Bekir (RadıyallahuAnh) ağlamaya devam etti. Hatta yanındakiler, ona neden ağladığını sormaya zaman bulamayacaklarını sandılar. Bir ara ağlamaya ara verip gözlerini silince:
"Ey Resulullah'ın Halifesi, seni ağlatan nedir?" diye sordular. Hz. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh): "Bir gün Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ile birlikteydim, yanında kimse olmadığı halde, onun bir şeyleri kovduğunu gördüm" dedim ki: "Ey Allah'ın Resulu neleri kovalıyorsun?" Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem): "Dünya önüme dikildi, onu kovaladım” o da tekrar dönerek dedi ki; "Beni kovmayı başardın, ama senden sonra ümmetin beni kovmayı başaramayacaktır" dedi.
İşte dünya insan için, o kadar zararlıdır ki; bütün ömrümüzü gafletle geçirmemiz için bizleri aldatıyor. Onun için müslümanın, kar ve zararını bilip şuurlu olması lazım.
Zahiri ve manevi zararlara müptela olduğumuz zaman, eğer samimi olarak dua edersek, Allah-u Zülcelal bizi o zararlardan muhafaza edecektir. O'nun yanındaki ecir ve sevapları samimi olarak istersek, yine onları bizlere nasip edecektir. İşte bizim, bunun şuurunda olmamız gerekmektedir.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı ve Sadat-ı Kiram'ı kendimize rehber yapmak suretiyle, daima Allah-u Zülcelal'e yalvarmak lazım. İmam-ı Şarani (Kuddise Sirruh); "Ben dua ederken, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i kendime rehber yaparım" buyuruyor.
Dikkat edersek; insan hatme yaptığı zaman Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ve silsiledeki ismi okunan Sadat-ı Kiram'ın himmet ve bereketleriyle Allah-u Zülcelal, o hatmeyi kabul ediyor. Zahiri veya manevi bir zararla karşı karşıya kaldığımızda, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı ve Sadat-ı Kiram'ı kendimize rehber yaparak Allahu Zülcelal'e yalvarmak en büyük çaredir.
Dediğim gibi, müslüman şuurlu olmalıdır. Dünya muhabbeti,. bazı kimselerin kalbini mühürler. O kimsenin, kalbinin mühürlendiğinden haberi de olmaz. Onun için kalbimizde Allah-u Zülcelal'in muhabbeti olması lazımdır. Bunun için de onun sebeplerine başvurmak lazımdır. Mahzun bir kalple Allah'a yalvarmamız gerekmektedir. Yoksa ilk önce kalp, sonra da letaiflerimiz, gerçek vazifelerini kaybederek adi olan dünyanın müptelası olur. Sadat-ı Kiram'ın bize vermiş olduğu hizmet, zikir ve adabları yerine getirdiğimiz takdirde, letaifler hakiki vazifelerine dönüp, yerlerini bulurlar. Letaifler, hakiki vazifelerine döndüğü zaman, insanın gayesi ve düşüncesi: "Allah-u Zülcelal'in, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in ve Sadat-ı Kiram'ın sohbetini nerede yapayım?" olur. Onun için Seyda Hz. 'leri bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştur: "Biz Allah'a iman ediyoruz. Diğer ehl-i tarik olmayan kardeşlerimiz de Allah'a iman ediyorlar. Ehl-i tarik bir insan, zikrini veya ibadetini yapamadığı zaman, sanki dünya O'nun başına yıkılıyor ve üzülüp mahzun oluyor. Ehl-i tarik olmayan mümin kardeşlerimiz de sanki hiçbir şey olmamış gibi, günah işlerken dahi gülüyorlar. Bunu iyi bilmemiz lazımdır ki; bu bizden değildir. Bu Sadat-ı Kiram'ın himmet ve bereketidir."
Hakikaten böyledir. Üç büyük nimet üzerimizde olduğu için, Allah-u Zülcelal'e çok şey borçluyuz. Bu nimetlerden birincisi iman'dır: İman, Allah-u Zülcelal'in çok kıymetli ve en büyük nimetidir. çünkü iman, sahibini Cehennem'den muhafaza ve Cennet nimetlerine layık hale getirir. İmanı muhafaza etmek; devamlı Allah-u Zulcelal'in ibadetinde ve zikrinde bulunmakla ve günahlardan muhafaza olunmakla olur. İkinci nimet; Hz.Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in ümmetinden olmamızdır. Bazı peygamberler: "Ya Rabbi, bizi peygamber olarak değil de, keşke Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) 'in ümmetinden yaratsaydın..." diye temenni etmişlerdir.
Üçüncü nimet; Sadat-ı Kiram'ın elinden tövbe almak ve onların zahiri ve manevi dairesine girmemizdir. İşte Allah-u Zülcelal, bu üç büyük nimeti bizlere nasip etmiştir.
Allah-_ Zülcelal, hangi 'amelle bizden razı olacak ise, o amel-i salihi işlemeyi hepimize nasip etsin. İnşaallah-u Teala.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İLİM - AMEL - İHLAS
“Sur'a da üfürülmüş, böylece onları bütünüyle bir araya getirmişizdir.” (Kehf_(99)
Bu ayet-i kerimeden anlaşılan mana şudur ki; olay kesinkes vuku bulacağı için, sanki olmuş bitmiş gibi anlatılmaktadır. Sur'a Üflendiği zaman öyle pişman olacağız ki; o pişmanlığı ancak Allah'u Zülcelal bilir.
Hatta amel işlemek için bir saati, bir saniyeyi arayacağız. Ama o zaman iş işten geçmiş olacaktır. Onun için müslümanın şuurlu olması gereklidir. Hiç olmazsa, dünya ehlinin dünya için azmettiği gibi ahiret için azimli olunması lazımdır.
Dünya ehli, Allah-u Zülcelal'in yarattığı andan itibaren, kalıcı hiç bir şeyi olmadığı halde, fani olan dünya için inceden inceye çalışıyorlar. Allah'ın yanındaki ecir ve sevaplara karşı, hiç olmazsa biz de onlar gibi olalım.
Cüneyd-i Bağdadi (Kuddise Sirruh);
"İslam dininde istikamet, insan için şarttır. İnsana menfaat temin eden tek şey istikamettir. Bir kişiyi havada uçuyor halde bulsanız bile, şeriata muhalif bir hareketini gördüğünüz takdirde, ona hiç itibar etmeyin" buyuruyor.
İnsanlar için yeryüzünde en büyük keramet doğru yol ve istikamettir. Onun için bu istikamette ilim okumak ve okunan ilimle amel yapmak lazımdır.
İlmin ne kadar mühim olduğunu hepimiz tecrübe etmişizdir. Fakat insan, ilmi ile amel etmediği sürece, hiç bir menfaat elde edemez. Onun için Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur. "Ya Rabbi, faydasız ilimden sana sığınırım."
İnsanın okuduğu ilimle amel etmesi icap eder. İlim ile amel etmek, başlangıçta zordur. Allah-u Zülcelal, yardım ettikten sonra çok kolay olur. Namaz kılmak, oruç tutmak ve Hacc'a gitmek zahiri amellerden olduğu için yapması kolaydır.
Bir de manevi ilimler vardır, manevi ilmi bilmek ve onunla amel etmek çok zordur. Mesela kıskançlık ve riya, Allah-u Zülcelal'in hiç sevmediği huylardandır. Fakat bu huylar, zahiri olarak görünmez.
İşte bu, tasavvufu inkar eden münkirlerin yüzüne vurulmuş bir tokattır.
İslam dininin manevi hükümlerini yerine getirmek, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Bunlar, manevi olduğundan, gözle görünmez ve zahiren tam yapılamazlar, ancak tasavvuf ve tarikat kurallarıyla yerini bulurlar.
Onun için tasavvuf ve tarikat, her müslümana lazımdır. Çünkü manevi olan ilimlerle amel yapılmadığı zaman, zahiri olan ameller de yerini bulmaz.
Evliyalardan bir tanesi bir sohbetinde:
"Kim Ebu Yezid-i Bestami'yi görürse o hidayete erecektir" buyurmuştur. Onun cemaatindan bir kaç kişi ayağa kalkarak: "Bu nasıl olur? Ebu Leheb, Ebu Cehil, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i gördükleri halde hidayete ermediler. Bu nasıl bir evliyadır ki, onun yüzünü gören hidayete erer?" diye İtiraz ettiler. O Evliya zat: "Ebu Cehil, Ebu Leheb, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i Ebu Talib'in yetimi olarak gördüler. Eğer O'na Allah'ın Resulu olarak baksaydılar, onlar da hidayete ererlerdi" diye cevap vermiştir.
İşte, kim Sadat-ı Kiram`a "Evliya" gözüyle bakarsa, o kimse mutlaka Sadat-ı Kiram'dan istifade eder. Fakat insan, Sadat-ı Kiram'a sokaklarda dolaşan bir kişi olarak bakar ve su-i zan beslerse, o zaman o insan zarar görür. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Alimler peygamberlerin varisleridir"
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem), Ashab-ı Kiramla nasıl davranmış ise, ondan sonraki evliyalar da insanlara öyle davranarak, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in izinden çıkmamışlardır.
İnsanın, Allah-u Zülcelal'in verdiği çok kıymetli olan akıl ile düşünmesi, tefekkür etmesi lazımdır. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyuruyor: "Sizin amelleriniz bana arz olunur. Sizin ameliniz içinde, salih amel gördüğüm zaman ferahlanırım. Günah gördüğüm zaman da istiğfar ederim."
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı daima ferahlandırmamız lazımdır. İşlemiş olduğumuz günahlar, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in üzülmesine ve mahzun olmasına sebeb olur.
Bizi günahlara sevkeden nefis ile şeytanı, ayaklar altına almamız gereklidir. Bizim salih amelimiz, Allah-u Zülcelal'e hiç bir menfaat vermediği gibi, günahlarımız da O'na hiçbir zarar veremez. Çünkü Allah'u Zülcelal, ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Kim iyi iş ve hareketlerde bulunursa (sevabı) kendine, kim de kötülük ederse (cezası) yine kendinedir." (Fussilet: 46)
Yaptığımız iyi amelin menfaati kendimize olduğu gibi, yaptığımız kötü amelin de zararı kendimizedir. Eğer nefsimizi seviyorsak, baki olan hayatta onu istirahat ettirebilmek için, fani olan hayatta onu biraz rahatsız edelim. Onun için rahatımızı ve istirahatımızı, ebedi olan ahiret için terk edelim.
Elimizden geldiği kadar, nereye gidersek gidelim, mümin kardeşlerimize nasihatte bulunmak suretiyle, elele verip Allah-u Zülcelal'in zikrini, ibadetini ve hizmetini yaparak günahlardan kendimizi muhafaza edelim.
Dünya hayatına aldanmayalım. Çünkü dünya hayatı, çocukların oynadığı oyuncağa benzer. Dünya, Allah'ın rızasından ve muhabbetinden bizleri uzaklaştırmak ister.
Zeyd İbn-i Erkam (Radıyallahu Anh) anlatıyor; Bir gün Ebubekir-i Sıddık (Radıyallahu Anh) ile oturuyorduk. Ebu Bekir (RadıyallahuAnn), su istedi.
Ona bal şerbeti getirdiler. Bal şerbetini içerken, bir anda ağlamaya başladı, onun ağlaması yanındakileri de ağlattı. Bir müddet sonra onlar durdu. Ebu Bekir (RadıyallahuAnh) ağlamaya devam etti. Hatta yanındakiler, ona neden ağladığını sormaya zaman bulamayacaklarını sandılar. Bir ara ağlamaya ara verip gözlerini silince:
"Ey Resulullah'ın Halifesi, seni ağlatan nedir?" diye sordular. Hz. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh): "Bir gün Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ile birlikteydim, yanında kimse olmadığı halde, onun bir şeyleri kovduğunu gördüm" dedim ki: "Ey Allah'ın Resulu neleri kovalıyorsun?" Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem): "Dünya önüme dikildi, onu kovaladım” o da tekrar dönerek dedi ki; "Beni kovmayı başardın, ama senden sonra ümmetin beni kovmayı başaramayacaktır" dedi.
İşte dünya insan için, o kadar zararlıdır ki; bütün ömrümüzü gafletle geçirmemiz için bizleri aldatıyor. Onun için müslümanın, kar ve zararını bilip şuurlu olması lazım.
Zahiri ve manevi zararlara müptela olduğumuz zaman, eğer samimi olarak dua edersek, Allah-u Zülcelal bizi o zararlardan muhafaza edecektir. O'nun yanındaki ecir ve sevapları samimi olarak istersek, yine onları bizlere nasip edecektir. İşte bizim, bunun şuurunda olmamız gerekmektedir.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı ve Sadat-ı Kiram'ı kendimize rehber yapmak suretiyle, daima Allah-u Zülcelal'e yalvarmak lazım. İmam-ı Şarani (Kuddise Sirruh); "Ben dua ederken, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i kendime rehber yaparım" buyuruyor.
Dikkat edersek; insan hatme yaptığı zaman Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ve silsiledeki ismi okunan Sadat-ı Kiram'ın himmet ve bereketleriyle Allah-u Zülcelal, o hatmeyi kabul ediyor. Zahiri veya manevi bir zararla karşı karşıya kaldığımızda, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı ve Sadat-ı Kiram'ı kendimize rehber yaparak Allahu Zülcelal'e yalvarmak en büyük çaredir.
Dediğim gibi, müslüman şuurlu olmalıdır. Dünya muhabbeti,. bazı kimselerin kalbini mühürler. O kimsenin, kalbinin mühürlendiğinden haberi de olmaz. Onun için kalbimizde Allah-u Zülcelal'in muhabbeti olması lazımdır. Bunun için de onun sebeplerine başvurmak lazımdır. Mahzun bir kalple Allah'a yalvarmamız gerekmektedir. Yoksa ilk önce kalp, sonra da letaiflerimiz, gerçek vazifelerini kaybederek adi olan dünyanın müptelası olur. Sadat-ı Kiram'ın bize vermiş olduğu hizmet, zikir ve adabları yerine getirdiğimiz takdirde, letaifler hakiki vazifelerine dönüp, yerlerini bulurlar. Letaifler, hakiki vazifelerine döndüğü zaman, insanın gayesi ve düşüncesi: "Allah-u Zülcelal'in, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in ve Sadat-ı Kiram'ın sohbetini nerede yapayım?" olur. Onun için Seyda Hz. 'leri bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştur: "Biz Allah'a iman ediyoruz. Diğer ehl-i tarik olmayan kardeşlerimiz de Allah'a iman ediyorlar. Ehl-i tarik bir insan, zikrini veya ibadetini yapamadığı zaman, sanki dünya O'nun başına yıkılıyor ve üzülüp mahzun oluyor. Ehl-i tarik olmayan mümin kardeşlerimiz de sanki hiçbir şey olmamış gibi, günah işlerken dahi gülüyorlar. Bunu iyi bilmemiz lazımdır ki; bu bizden değildir. Bu Sadat-ı Kiram'ın himmet ve bereketidir."
Hakikaten böyledir. Üç büyük nimet üzerimizde olduğu için, Allah-u Zülcelal'e çok şey borçluyuz. Bu nimetlerden birincisi iman'dır: İman, Allah-u Zülcelal'in çok kıymetli ve en büyük nimetidir. çünkü iman, sahibini Cehennem'den muhafaza ve Cennet nimetlerine layık hale getirir. İmanı muhafaza etmek; devamlı Allah-u Zulcelal'in ibadetinde ve zikrinde bulunmakla ve günahlardan muhafaza olunmakla olur. İkinci nimet; Hz.Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in ümmetinden olmamızdır. Bazı peygamberler: "Ya Rabbi, bizi peygamber olarak değil de, keşke Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) 'in ümmetinden yaratsaydın..." diye temenni etmişlerdir.
Üçüncü nimet; Sadat-ı Kiram'ın elinden tövbe almak ve onların zahiri ve manevi dairesine girmemizdir. İşte Allah-u Zülcelal, bu üç büyük nimeti bizlere nasip etmiştir.
Allah-_ Zülcelal, hangi 'amelle bizden razı olacak ise, o amel-i salihi işlemeyi hepimize nasip etsin. İnşaallah-u Teala.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Haşir Meydanını Görmeden Cennete Girecekler Vardır
İnsanlar haşir meydanında zorluk çekerken bir kısım insanlar haşir meydanını görmeden cennete girerler. Melekler onlara; "Siz haşir meydanının sıkıntısını niçin görmediniz?" diye sorunca, şöyle bir ses duyulur. "Gizli ibadet edenler, gizlice cennete girerler."
Ey Nefsim!
Akıllı bir kimse gibi, haşir meydanının dehşetini gözünün önüne getir ve onu iyice düşün. Dünya iIe sarhoş olan bir kişinin yapacağı şekilde, bu anlattıklarımızı sanki duymamış okumamış gibi olma..
Ey Nefsim!
Eğer sen dünya muhabbetiyle, keyf-ü sefasıyla sarhoş değilsen ve aklın yerindeyse, yukarıdaki iki kısım insandan, kendine faydalı ve selametli olanını seç. Eğer gizlice cennete girmek veya Arş-ı Âlâ'nın gölgesinde gölgelenmek istiyorsan, açıkladığımız programa uy ve Allah-u Zülcelal'e itaat et!.. İnsanlar o tere gömülmüş haldeyken uzun bir müddet beklerler. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur; "Büyük bir günde, alemlerin Rabbi olan Allah'ın hükmünün insanların kabirlerinden kalkacağı günde..." (Mutaffifin; 5-6)
Abdullah b. Ömer (R.A) diyor ki:Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu ayeti okuduğu vakit şöyle buyurdu; "Okları zarflarına istifli olarak dizdikleri gibi, Allah-u Teâlâ da sizleri Mahşer yerinde toplayıp, ellibin yıl bekleterek yüzünüze bakmadığı zaman haliniz nice olur?" (Taberani)
Ellibin sene olan Kıyamet gününde insanlar günahlarının miktarınca tere batmış bir vaziyette beklerler. Ancak bu uzunluk herkes için aynı değildir. Çünkü Hz. Peygamber (S.A.V) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; “Allah-u Teala, hesap gününü bazı kulları için iki namaz arasındaki süre kadar kısaltır.” (Beyhaki, Ebu Ya’la)
Yine Ebu Hureyre (R.A) anlatıyor: “Resulullah (S.A.V) buyurdular ki: “İnsanlar kıyamet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde yetmiş zira’lık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde de birikerek insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına kadar ulaşır.” (Buhari, Müslim)
Ey Nefsim!
Akıllı olan bir kimse gibi kıyamet gününün uzunluğunu göz önüne getir ve iyice düşün! Dünya ile sarhoş olan bir kişinin yapacağı şekilde, bu anlatılanları sanki duymamış, okumamış gibi olma!
Ey Nefsim!
Eğer sen dünya muhabbetiyle keyf-u sefasıyla sarhoş değilsen ve aklın yerindeyse, bu ikisinden kendine faydalı ve selametli olanını seç.
Eğer günahının az olup terlememek ve elli bin yıl olan kıyamet gününü bir farz namazı kılmak kadar kısa ve hızlı geçirmek istiyorsan söylenen programa uy ve Allah-u Zülcelal'e itaat et.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İnsanlar Haşir Yerine Üç Halde Gelirler
Hz. Peygamber (S.A.V) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “İnsanlar haşir yerine üç halde gelirler. Bir kısmı binitli olarak, bir kısmı yaya olarak, bir kısmı da yüz üstü sürünerek gelir.” (Buhari, Müslim, Tirmizi) Haşir meydanına, kendilerini ayakta tutacak kadar ameli olanlar, yaya olarak gelir ve yaya olarak kalırlar. Amelde ileri olanlar ise, hem gelirken hemde mahşerde binitli olurlar. Mahşerin insanları hayret ve şaşkınlık içinde bırakacak halleri çoktur. Bunlar takva ehli için sevinç, fısk ve günah ehli için ise, dehşet ve korkularla doludur.
Anne, baba, kardeş o gün herkes birbirinden kaçar. Anne, baba, kardeş o gün herkes birbirinden kaçar. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “O gün (takvasız yaşamış) kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. Çünkü o gün herkesin derdi ve telaşı başını aşmış durumdadır. O gün bazı yüzler aydınlık, güleç ve sevinçlidirler. Bazı yüzlerin ise, üzerinde keder bulutu ve ümitsizlik karanlığı vardır.” (Abese; 33-41)
Mahşerde çok büyük bir izdiham vardır. Burada nefesler birbirine karışıp ciğerleri ısıtırlar. Güneş, herkesin ameline göre yakın bir mesafeden üstüne hararet ve ateş yağdırır. Korku ve heyecan had safhadadır. Sıkıntı, telaş, yorgunluk sınırsızdır. Utanmak, mahçubiyet, pişmanlık, çaresizlik, ağrı ve sızılar cehennem gibidir. Orada vücutlar ter çeşmesi haline gelir. Bu sıcak, kirli ve pis kokulu terler göl haline gelir ve amellere göre insanların gırtlaklarına kadar yükselir.
Nitekim Hz. Peygamber (S.A.S.) şöyle buyurmuştur: “Mahkeme faslı başladığı zaman, kötü insanların (korku ve sıkıntıdan) çıkardığı terler, onların kulak memelerine kadar çıkar.” (Müttefekun Aleyh)
Başla bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “ Kıyamet günü güneş halka bir mil kadar yaklaşır. İnsanlar amellerinin nisbetinde tere gömülürler. Bir kısmı topuklarına kadar, bir kısmı dizlerine kadar, bir kısmı yarı beline kadar, bir kısmı da ağızlarına kadar tere gömülecek.” Resulullah (S.A.S.) bunu söylerken eliyle ağznı işaret etti. (Müslim) Ravilerden Amir oğlu Selim: “Hadiste geçen “mil” yer ölçüsü müdür, yoksa göze sürme çeken mil midir, bilemiyorum.” demiştir.
Abdullah b. Mes'ud (R.A.) der ki: “Kıyamet günü yeryüzü tamamıyla ateş halindedir. Cennet ise, cam gibi vücutlarının içi görünen genç hurileriyle onun arkasındadır. Abdullah'ı kudret ve iradesi ile yaşatan Allah'a yemin ederim ki, kişi yeryüzünde (mahşer yerinde) teri -sular gibi- akıncaya kadar terler. Daha sonra hesap başlamadan, teri yükselip burnuna ulaşır.” Kıyamet gününde az terleyenler ise, dünyada iken ibadette, Müslümanların ihtiyacı için dolaşmakta, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker görevini ifa etmekte terleyenlerdir.
Mahşer günü çok uzun bir gündür. Onun uzunluğu hesabı görülecek insanların çokluğundan dolayı değildir. O günün uzunluğu, müstehak olanların mahşer yerinde azap çekmeleri içindir. Kur'an-ı Kerim'de bu günün uzunluğu bin ve elli bin sene olarak gösterilmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala yarattıklarını bir savaşcının oklarını torbasında topladığı gibi, haşir yerinde toplar ve elli bin sene bekletir.” (Taberani)
Ancak bu uzunluk herkes için aynı değildir. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur : “Allah-u Teala hesap gününü bazı kulları için iki namaz arasındaki süre kadar kısaltır.” (Beyhaki, Ebu Ya'la) İnsanların çoğu bu upuzun günde aç ve susuzdurlar.
Hasan-ı Basri şöyle demiştir: “Düşünebiliyor musunuz? İnsanlar elli bin sene süren o günde hep ayakta kalırlar. Hiçbir şey yemez ve hiçbir şey içmezler. Sıcaktan boyun telleri kopar. Susuzluktan ciğerleri, açlıktan da mideleri parçalanır.” Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, haşir meydanı ve kıyamet günü çok dehşetlidir. Bu ikisini unutmamak gerekir. İnsan bu ikisini unuttuğu zaman ahireti için hazırlık yapmaktan gafil olacaktır. Bu ikisi hatırımızda olduğu zaman ise, bize devamlı olarak ahiret için hazırlık yapmak azmi, isteği gelecektir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve Cebrail (A.S.) Allah'ın yanında dereceleri çok büyük ve çok efdal olmalarına rağmen haşir ve kıyamet gününün dehşetinden ağlıyorlardı. Biz de onların bu halinden ibret almalıyız. Ahiretten gafil olup, sanki yoktur gibi davranmamalıyız. Unutmayalım! insanın dünyada yaşadığı hayatın her anının hesabını vereceği o büyük gün mutlaka gelecektir.
O gün Allah'a ve karşılaşacakları bu güne inanmış olanların yüzleri ayın on dördü gibi parlayarak mahşer alanına gelirken, inkar edenlerin kimi ağızlarından irin akarak kimi yüzleri simsiyah, gözleri gök renkli, karınları da ateş dolu olarak, kimi boğazları kesilmiş olarak yürüyecek
Ayet-i kerimede; “Beni zikredin, bende sizi zikredeyim.” (Bakara; 152) buyurulmuştur. Bizim O'nu zikretmemiz, dünyadayken O'nun emirlerine itaat edip, Salih amelleri işleyip günahlardan kaçınmamızdır. O'nun bizi zikretmesi ise, bu zor yerlerde imdadımıza gelmesi ve bizlere yardım etmesidir.
O halde Akıllı bir insan gibi nefsine sor; kabirde kalkarken yüzünün ayın on dördü gibi parlayarak mahşer alanına yürümeyi mi, yoksa ağzından irin akarak yüzü simsiyah, gözleri gök renkli, karnı da ateş dolu olarak yürümekmi ister? Tabi ki nefis güzel olanı.
O zaman anlatılanları sadece okumakla kalma, kalp gözüyle görerek yaşa ve o gün için salih amel işleyerek hazırlık yap.
Çünkü; her şeyin üzerinde insanın en büyük kazancı kuşkusuz Allah'ın rızasıdır.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İnsanlar Haşir Yerine Üç Halde Gelirler
Hz. Peygamber (S.A.V) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “İnsanlar haşir yerine üç halde gelirler. Bir kısmı binitli olarak, bir kısmı yaya olarak, bir kısmı da yüz üstü sürünerek gelir.” (Buhari, Müslim, Tirmizi) Haşir meydanına, kendilerini ayakta tutacak kadar ameli olanlar, yaya olarak gelir ve yaya olarak kalırlar. Amelde ileri olanlar ise, hem gelirken hemde mahşerde binitli olurlar. Mahşerin insanları hayret ve şaşkınlık içinde bırakacak halleri çoktur. Bunlar takva ehli için sevinç, fısk ve günah ehli için ise, dehşet ve korkularla doludur.
Anne, baba, kardeş o gün herkes birbirinden kaçar. Anne, baba, kardeş o gün herkes birbirinden kaçar. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “O gün (takvasız yaşamış) kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. Çünkü o gün herkesin derdi ve telaşı başını aşmış durumdadır. O gün bazı yüzler aydınlık, güleç ve sevinçlidirler. Bazı yüzlerin ise, üzerinde keder bulutu ve ümitsizlik karanlığı vardır.” (Abese; 33-41)
Mahşerde çok büyük bir izdiham vardır. Burada nefesler birbirine karışıp ciğerleri ısıtırlar. Güneş, herkesin ameline göre yakın bir mesafeden üstüne hararet ve ateş yağdırır. Korku ve heyecan had safhadadır. Sıkıntı, telaş, yorgunluk sınırsızdır. Utanmak, mahçubiyet, pişmanlık, çaresizlik, ağrı ve sızılar cehennem gibidir. Orada vücutlar ter çeşmesi haline gelir. Bu sıcak, kirli ve pis kokulu terler göl haline gelir ve amellere göre insanların gırtlaklarına kadar yükselir.
Nitekim Hz. Peygamber (S.A.S.) şöyle buyurmuştur: “Mahkeme faslı başladığı zaman, kötü insanların (korku ve sıkıntıdan) çıkardığı terler, onların kulak memelerine kadar çıkar.” (Müttefekun Aleyh)
Başla bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “ Kıyamet günü güneş halka bir mil kadar yaklaşır. İnsanlar amellerinin nisbetinde tere gömülürler. Bir kısmı topuklarına kadar, bir kısmı dizlerine kadar, bir kısmı yarı beline kadar, bir kısmı da ağızlarına kadar tere gömülecek.” Resulullah (S.A.S.) bunu söylerken eliyle ağznı işaret etti. (Müslim) Ravilerden Amir oğlu Selim: “Hadiste geçen “mil” yer ölçüsü müdür, yoksa göze sürme çeken mil midir, bilemiyorum.” demiştir.
Abdullah b. Mes'ud (R.A.) der ki: “Kıyamet günü yeryüzü tamamıyla ateş halindedir. Cennet ise, cam gibi vücutlarının içi görünen genç hurileriyle onun arkasındadır. Abdullah'ı kudret ve iradesi ile yaşatan Allah'a yemin ederim ki, kişi yeryüzünde (mahşer yerinde) teri -sular gibi- akıncaya kadar terler. Daha sonra hesap başlamadan, teri yükselip burnuna ulaşır.” Kıyamet gününde az terleyenler ise, dünyada iken ibadette, Müslümanların ihtiyacı için dolaşmakta, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker görevini ifa etmekte terleyenlerdir.
Mahşer günü çok uzun bir gündür. Onun uzunluğu hesabı görülecek insanların çokluğundan dolayı değildir. O günün uzunluğu, müstehak olanların mahşer yerinde azap çekmeleri içindir. Kur'an-ı Kerim'de bu günün uzunluğu bin ve elli bin sene olarak gösterilmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala yarattıklarını bir savaşcının oklarını torbasında topladığı gibi, haşir yerinde toplar ve elli bin sene bekletir.” (Taberani)
Ancak bu uzunluk herkes için aynı değildir. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur : “Allah-u Teala hesap gününü bazı kulları için iki namaz arasındaki süre kadar kısaltır.” (Beyhaki, Ebu Ya'la) İnsanların çoğu bu upuzun günde aç ve susuzdurlar.
Hasan-ı Basri şöyle demiştir: “Düşünebiliyor musunuz? İnsanlar elli bin sene süren o günde hep ayakta kalırlar. Hiçbir şey yemez ve hiçbir şey içmezler. Sıcaktan boyun telleri kopar. Susuzluktan ciğerleri, açlıktan da mideleri parçalanır.” Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, haşir meydanı ve kıyamet günü çok dehşetlidir. Bu ikisini unutmamak gerekir. İnsan bu ikisini unuttuğu zaman ahireti için hazırlık yapmaktan gafil olacaktır. Bu ikisi hatırımızda olduğu zaman ise, bize devamlı olarak ahiret için hazırlık yapmak azmi, isteği gelecektir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve Cebrail (A.S.) Allah'ın yanında dereceleri çok büyük ve çok efdal olmalarına rağmen haşir ve kıyamet gününün dehşetinden ağlıyorlardı. Biz de onların bu halinden ibret almalıyız. Ahiretten gafil olup, sanki yoktur gibi davranmamalıyız. Unutmayalım! insanın dünyada yaşadığı hayatın her anının hesabını vereceği o büyük gün mutlaka gelecektir.
O gün Allah'a ve karşılaşacakları bu güne inanmış olanların yüzleri ayın on dördü gibi parlayarak mahşer alanına gelirken, inkar edenlerin kimi ağızlarından irin akarak kimi yüzleri simsiyah, gözleri gök renkli, karınları da ateş dolu olarak, kimi boğazları kesilmiş olarak yürüyecek
Ayet-i kerimede; “Beni zikredin, bende sizi zikredeyim.” (Bakara; 152) buyurulmuştur. Bizim O'nu zikretmemiz, dünyadayken O'nun emirlerine itaat edip, Salih amelleri işleyip günahlardan kaçınmamızdır. O'nun bizi zikretmesi ise, bu zor yerlerde imdadımıza gelmesi ve bizlere yardım etmesidir.
O halde Akıllı bir insan gibi nefsine sor; kabirde kalkarken yüzünün ayın on dördü gibi parlayarak mahşer alanına yürümeyi mi, yoksa ağzından irin akarak yüzü simsiyah, gözleri gök renkli, karnı da ateş dolu olarak yürümekmi ister? Tabi ki nefis güzel olanı.
O zaman anlatılanları sadece okumakla kalma, kalp gözüyle görerek yaşa ve o gün için salih amel işleyerek hazırlık yap.
Çünkü; her şeyin üzerinde insanın en büyük kazancı kuşkusuz Allah'ın rızasıdır.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Konu: Haşir Meydanı
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulmedilmez. Ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz." (Yasin; 54) Bunu dünyadayken Allah-u Zülcelal bize önümüzde neler olacağını bildirmiş, bizlerin de buna göre bu fırsatı çok iyi değerlendirmesi lazımdır. Kıyamet günü öyle bir gündür ki, anne babadan, baba anneden, baba oğlundan, oğul babadan kaçacaktır. O gün için kendimizi çok iyi hazırlamamız lazımdır.
Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, kıyamet sarsıntısı çok büyük bir olaydır. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın çocuğunu unutur ve tüm hamileler doğuruverir. İnsanları sarhoş görürsün. Oysa onlar sarhoş değildir, fakat Allah'ın azabı ağırdır." (Hac; 1-2) Allah-u Zülcelal kıyamet gününün şiddetini bizlere böyle haber veriyor. O günün şiddetinden, ancak salih ameller işle-yerek muhafaza olmaya çalışmalıyız.
Naklederler ki, bir insanın eceli geldiği vakit Azrail aleyhis-selam onun ruhunu almaya gelir. İlk önce onun ağzından ruhunu almak ister. Eğer dünyada dili zikirle ve ibadetle hayrı anlatmayla meşgul olmuşsa, Azrail aleyhisselam'a izin vermeyecektir, ben kabul etmiyorum, diyecektir. Çünkü ben hep Allah-u Zülcelal'in zikri ve ibadetiyle, hayırla meşgul oldum bırakmıyorum, diyecektir. Azrail aleyhisselam Allah-u Zülcelal'in huzuruna geri dönecektir. Bakın ibadet, Allah-u Zülcelal'in zikri, Azrail aleyhisselam'ı bile geri çeviriyor. Neden? Çünkü o da Allah-u Zülcelal'in elinde...
Azrail aleyhisselam Allah-u Zülcelalin huzuruna varınca diyecek ki: "Ya Rabbi, senin kulun beni perişan etti, onun ruhunu ağzından almak istedim bırakmadı." Allah-u Zülcelal:
"Git başka bir yerinden al!" buyuracak. Azrail aleyhisselam bu sefer gelip ellerinden ruhunu almak isteyecek. Eller de: "Hayır, ben Allah için sadaka verdim, Allah için hizmet ettim." deyip izin vermeyecek. Azrail aleyhisselam umutsuz kalacak Ayakları tarafından yaklaşacak. Ayaklar da: "Ben camiye gittim, hayır işlerine koştum, namaz kıldım." deyip izin vermeyecek. Böylece Azrail aleyhisselam nereden gelirse gelsin, o kul salih bir kişi ise, her âzâsı Allah-u Zülcelal'in emirlerine uymuşsa, hiç bir âzâ ona izin vermeyecektir. Onun ruhunu alması için Azrail aleyhisselam, yine Allah-u Zülcelal'in huzuruna çıkıp: "Ya Rabbi, senin kulun bırakmadı ki onun ruhunu alayım. Onun ruhunu almam için, hiç bir tarafından yol yok!" der.
Eğer biz Allah-u Zülcelal'e aşık isek, Allah-u Zülcelal'in zikrine aşık isek, Allah-u Zülcelal Azrail aleyhisselam'a: "Benim ismimi onun karşısına koy, onun ruhu bana aşık olduğundan, benim ismimle meşgul olacak ve onun ruhu ağzından birden çıkacak, sen hiç zahmet çekmeyeceksin." diyecektir. Hepimiz biliyoruz ki insan dünyadayken, daha sekarattayken kendi yerinin cennet mi yoksa cehennem mi olduğunu görecektir.
Şöyle denilmiştir: "İyilerin ruhu hamurdan kıl çekmek gibi, kötülerin ruhu ise diken ağacından tülbent çekmek gibi çekilir." Birinci olayda ruh yara almaz. İkinci olayda ise, yara alır ve delik deşik olmuş bir hale gelir. Aldığı bu yaralar kabir hayatı boyunca da ona azap çektirirler. Ruhu çekilmekte olan bir adam duyduğu acıyı şöyle tarif etmiştir: "Gökler üstüme çökmüştür. Vücudum iğne deliğinden geçiyor gibidir."
Hz. Peygamber (S.A.V) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "İnsanlar haşir yerine üç halde gelirler. Bir kısmı binitli olarak, bir kısmı yaya olarak, bir kısmı da yüz üstü sürünerek gelir." (Buhari, Müslim, Tirmizi) Haşir meydanına, kendilerini ayakta tutacak kadar ameli olanlar, yaya olarak gelir ve yaya olarak kalırlar. Amelde ileri olanlar ise, hem gelirken hemde mahşerde binitli olurlar. Mahşerin insanları hayret ve şaşkınlık içinde bırakacak halleri çoktur. Bunlar takva ehli için sevinç, fısk ve günah ehli için ise, dehşet ve korkularla doludur. Anne, baba, kardeş o gün herkes birbirinden kaçar.
Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "O gün (takvasız yaşamış) kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. Çünkü o gün herkesin derdi ve telaşı başını aşmış durumdadır. O gün bazı yüzler aydınlık, güleç ve sevinçlidirler. Bazı yüzlerin ise, üzerinde keder bulutu ve ümitsizlik karanlığı vardır." (Abese; 33-41)
Mahşerde çok büyük bir izdiham vardır. Burada nefesler birbirine karışıp ciğerleri ısıtırlar. Güneş, herkesin ameline göre yakın bir mesafeden üstüne hararet ve ateş yağdırır. Korku ve heyecan had safhadadır. Sıkıntı, telaş, yorgunluk sınırsızdır. Utanmak, mahçubiyet, pişmanlık, çaresizlik, ağrı ve sızılar cehennem gibidir. Orada vücutlar ter çeşmesi haline gelir. Bu sıcak, kirli ve pis kokulu terler göl haline gelir ve amellere göre insanların gırtlaklarına kadar yükselir.
Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Mahkeme faslı başladığı zaman, kötü insanların (korku ve sıkıntıdan) çıkardığı terler, onların kulak memelerine kadar çıkar." (Müttefekun Aleyh)
Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Kıyamet günü güneş halka bir mil kadar yaklaşır. İnsanlar amellerinin nisbetinde tere gömülürler. Bir kısmı topuklarına kadar, bir kısmı dizlerine kadar, bir kısmı yarı beline kadar, bir kısmı da ağızlarına kadar tere gömülecektir." Resulullah (S.A.V) bunu söylerken eliyle ağzını işaret etmiştir." (Müslim)
Ravilerden Amir oğlu Selim: "Hadiste geçen "mil" yer ölçüsü müdür, yoksa göze sürme çeken mil midir, bilemiyorum." demiştir. Abdullah ibn-i Mes'ud (R.A) şöyle demiştir: "Kıyamet günü yeryüzü tamamıyla ateş halindedir. Cennet ise, cam gibi vücutlarının içi görünen genç hurileriyle onun arkasındadır. Abdullah'ı kudret ve iradesi ile yaşatan Allah'a yemin ederim ki, kişi yeryüzünde (mahşer yerinde) teri -sular gibi- akıncaya kadar terler. Daha sonra hesap başlamadan, teri yükselip burnuna ulaşır."
Hz. Peygamber (S.A.V) ve Cebrail aleyhisselam Allah'ın yanında dereceleri çok büyük ve çok efdal olmalarına rağmen haşir ve kıyamet gününün dehşetinden ağlıyorlardı. Biz de onların bu halinden ibret almalıyız. Ahiretten gafil olup, sanki yoktur gibi davranmamalıyız.Zünnun-i Mısri şöyle anlatmıştır: "Ben bir adam gördüm. Havada oturaksız, boşlukta oturuyordu. Dedim ki: "Sen nasıl orada oturuyorsun, sen ne amel işliyorsun?" bana dedi ki: "Ben hevayı terk ettim, bıraktım. Keyif ve sefayı bıraktım. Kendi nefsimi Allah-u Zülcelal'in rızası için hapse koydum. Kim hevayı terk ederse işte böyle havada oturur."
İşte nefsin isteklerini terk edene, Allah-u Zülcelal'in rızasına talip olana, Allah-u Zülcelal böyle ikram ediyor. İnsanın ameli eğer salih amel ise cenneti oluyor, eğer salih amel değilse, onun cehennemi oluyor. Biliyorsunuz Behlül Dânâ büyük bir Evliyadır. Onun konuşmaları hep hikmetlidir. Bir gün bir yerden geliyordu. Ona: "Nereden geliyorsun?" diye sordular. O da: "Cehennemden geliyorum." dedi. "Niçin cehenneme gittin?" diye sorunca: "Ateş almak için gittim, fakat ateş bulamadım." dedi. "Nasıl konuşuyorsun, bu nasıl olur! Cehennemde ateş olmaz mı?" dediler. O da: "Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler."
Gerçekten de böyledir. Eğer ateş yaksaydı oradaki meleklerin hepsi yanardı. Ateş yoktur, insanın kötü amelleri ateş olup onu yakıyor. Demek ki insan dünyadan ayrılırken cenneti veya cehennemi de onunla beraber gidecektir.
Hz. Ömer(R.A) bir gece Medine sokaklarında dolaşıyordu. Ağlayan bir kadın sesi duyup o tarafa gitti kadın: "Halife kocamı harbe göndermiş, biz burada aç susuz kaldık. Yarın çocukları götürüp halifenin kapısına bırakacağım." diyordu. Hz. Ömer (R.A) bunu duyar duymaz, hemen eve gidip bir çuval un omuzladı. Kölesi: "Bırakın ben taşıyayım." dediyse de, Hz. Ömer (R.A) izin vermedi. Kadının evine gelip, mübarek eliyle odun kırıp ateş yaktı. Kendisi suya gidip su doldurdu, bir tencereyi ateşe koydu, yemek pişirdi ve çocuklara yedirdi. Kendisi kadından özür diledi.
İşte onların hali böyle idi. Allah-u Zülcelal onların bereketinden bizleri mahrum etmesin. Onlar nasıl Allah-u Zülcelal'den korkuyorlardı, nasıl pehlivan idiler...
Hz. Ömer (RA)'ın hicretini hepimizin bilmesi lazımdır. Hicret edeceği zaman Kabe'ye gelip yedi kez tavaf etti ve: "Ben şu yoldan gidiyorum. Karısını dul bırakmak, çocuklarını yetim bırakmak isteyen peşimden gelir." demişti.
Öyle pehlivan oldukları halde, Allah-u Zülcelal'den nasıl korku-yorlardı. Onlar akıllıydılar. Çünkü önümüzde çok büyük bir mesele ve olay olan kıyamet vardır. Bu dehşetli kıyamet gününe çok iyi hazırlamamız lazımdır.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
iyilerle beraber olmak
ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed! Rabblerinin rızasını dileyerek sabah akşam O'na ibadet edenlerle birlikte kendini tut, sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı ziynetine kapılıp gözünü ashabından ayırma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için kalbini bizi anmaktan uzaklaştırdığımız, arzularının kölesi olmuş, işigücü haddi aşmak olan kimseye sakın uyma." (Kehf ; 28)
ALLAH-u Zülcelal bu ayet-i kerimeyle, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e ister fakir, ister zengin olsun, ALLAH'ın ibadetinde bulunan iyi kişilerle beraber olmayı, nefsini onlarla beraber hapsetmeyi emretmiştir. ALLAH-u Zülcelal'in Hz. Peygamber (S.A.V) e emrettiği şey, bize de emirdir. Aynen biz de Hz. Peygamber (S.A.V)'in mutabaatını yapmalıyız.
Dünya ziynetine, kötülüğe, günahlara, heva-i nefsine tabi olan kimselere uyduğumuz zaman, bu ayet-i kerimenin tersine hareket etmiş oluruz. ALLAH'ın emir ve nehiylerine uyan, O'na itaat eden kimselerle, ister fakir olsun ister zengin olsun, beraber olmak, ALLAH'ın emirlerinden bir emirdir. Bu ayetin inişine sebep olan olay şudur: İmanların yoksullarından olan Suhayb, Ammar, Habbab ve diğerleri, Hz. Peygamber (S.A.V) ile birlikte oturup onun yanında bulunuyorlardı. Kafirlerin liderleri ise, bunu istemiyor ve onların Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem'in yanından uzaklaştırılmalarını istiyorlardı. Diyorlardı ki: "Şu fakir nsanları yanından kovarsan, biz de senin yanına gelir ve seninle otururuz. Biz müslüman olursak diğer insanlar da Müslüman olurlar. Bizim sana uymamıza onlar engel oluyorlar. Çünkü onlar alçak bir topluluktur."
Zünnun-i Mısri şöyle demiştir: "ALLAH-u Zülcelal, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e hitap ederek onu uyarmıştır. Buyurmuştur ki: "Ruhu, canı ve kalbiyle bizimle olanlarla ol. Onlar sabah akşam bizim huzurumuzu terk etmeyen kimselerdir. Ey Peygamber! Bizim huzurumuzdan ayrılmayanları koruyup, onları gözetmen gerekir. Onları terk etmen gerekmez." Hz. Peygamber (S.A.V) onlarla iftihar ederek şöyle buyurmuştur: "ALLAH, ümmetimden öyle büyük zatlar yaratmıştır ki, nefsimi onlarla beraber hapsetmeyi, bana emretti." (Tefsir-i Ruhu'l-Beyan)
Fakir arkadaşlarımıza bir sadaka verdiğimiz, bir iyilik yaptığımız zaman, onunla onlara minnet ve eziyet yapmamalıyız. ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Mallarını ALLAH yolunda harcayanların durumu; her başağında yüz dane olmak üzere, yedi başak veren bir danenin durumu gibidir. ALLAH, dilediğine kat kat verir. ALLAH'ın lütfu geniştir. O bilendir." (Bakara; 261)
İşte, ALLAH-u Zülcelal bir kişi mü'min kardeşine sadaka verdiği zaman, onu bir daneden, yedi yüz daneye kadar artıracağım buyuruyor. İnsan mü'min kardeşine sadaka verdiği zaman: "Sen ne zamana kadar bana yük olacaksın, ne zamana kadar gelip benden böyle isteyeceksin!" diye ona eziyet etmemelidir. Halbuki şöyle düşünmelidir:
"Bu benden sadaka istemeye geldi, bu sayede bana hamallık yapacak. Benim malımı ahirete götürecek, benim ahirette köşkler almama vesile olacak!" Bunun için ona dua etmeli, onu sevmeli ve takdir etmelidir. Çünkü, o fakir olmasaydı bu mal ahirete nasıl giderdi? Ahirete gitmez dünyada kalırdı.
ALLAH-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İnananlar arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da, ahirette de acı veren bir azap vardır." (Nur; 19)
Bu ayet-i kerimeden çok açık olarak anlaşılıyor ki mü'minler bir vücut gibi olmalıdırlar. Nasıl bir insan, kendi nefsi için kötü bir şey istemiyor ise diğer mü'min kardeşleri için de onu istememesi lazımdır. ALLAH-u Zülcelal, yapmamızı istediği şeyleri sevmektedir. O'nun istediği şekilde olmamız lazımdır. Öyle olduğu zaman, ALLAH-u Zülcelal bize yardımcı olacak, feyzini, nisbetini bizim üzerimize gönderecektir.
İbn-i Ömer radıyALLAHu anh'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Mü'min mü'minin kardeşidir. Mü'min, kardeşine zulüm ve hakaret yapmaz. Bir mü'min, diğer bir mü'min kardeşinin bir hacetini yerine getirirse, ALLAH-u Zülcelal de onun hacetini yerine getirir. Kim, mü'min kardeşinin bir ayıbını, kusurunu örterse, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde onun kusurlarını örter." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)
Peki, kimin kusuru yoktur? Hepimiz kusurluyuz. O kusurları örtmek istemiyor muyuz? İstiyoruz. Öyleyse, dünyada mü'min kardeşlerimizin kusurlarını örtmeliyiz ki, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde bizim kusurlarımızı örtsün. Birbirimize yardımcı olmamız lazımdır ki, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde bize yardım etsin.
Hz. Peygamber (S.A.V) 'den önceki cehalet devrinde, kafirler kızlarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Öyle bir cehalet içindeydiler. İbn-i Amr radıyALLAHu anh'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Kim mü'min kardeşinin kusurunu örterse, sanki o diri diri gömülmüş olan kızları ihya etmiş gibi sevap kazanır." (Ebu Davud)
Nasıl bir kişi, bir insan ölürken, onu hayata döndürmeye sebep olursa, ne kadar sevap kazanacaksa, bir mü'minin kusurunu örtmek de ALLAH'ın yanında öyle kıymetlidir. ALLAH-u Zülcelal, o kişiye bir insanı hayata döndürmüş gibi sevap verir. Hz. Peygamber (S.A.V) bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: "Mü'minin hali ne acayiptir? Mü'minin her hali, onun için hayırdır." (Müslim)
Hasta olursa hayırdır. Zengin olursa hayırdır. Yemek yerse hayırdır. Aç olursa hayırdır. Ne olursa, onun için hayırdır. Niçin? Yemek yeyince 'elhamdülillah' diye şükrettiği zaman, hayır olur. Aç kaldığı zaman, halinden memnun olur, tevekkül ederse, hayır olur. Yani mü'minin başa ne gelirse, onun için hayırdır. Yeter ki insan mü'min olsun.
Fakat biz Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem gibi dünyanın aslını, hakikatini anlamadığımız için onu el üstünde tutuyor ve muhabbet besliyoruz, onun her şeyine katılıyoruz. Oysa biz, Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem gibi dünyanın hakikatini bilseydik, nefsimiz dünyada rahat edecek, dünya için hiçbir zaman telaşa düşmeyecektik.
İbn-i Erkam isminde bir sahabe şöyle anlatmıştır: "Bir gün Ebu Bekir Sıddık'la oturuyorduk. Hz. Ebu Bekir (R.A) su istedi. Ona biraz su ile bal getirdiler. Su ve balı ağzına yaklaştırdı, ağladı ve ağzından uzaklaştırdı. Orada bulunan cemaat de ağladı. Bir müddet beraber ağladılar. Cemaatin ağlaması durdu. Fakat o ağlamaya devam etti. Oradakiler 'artık konuşmaz her halde' dediler. Hz. Ebu Bekir radıyALLAHu anh bir müddet durduktan sonra, göz yaşlarını mendile sildi. Ona: "Ya Eba Bekir! Seni bu derece ağlatan neydi ?" dediler. Şöyle cevap verdi: "Bir gün ALLAH Resulü (S.A.V) ile beraberken, eliyle bir şeyleri itiyor gibiydi. Ve sanki: 'Benden uzak dur, benden uzak dur' diyordu. Sordum "Ya ResulALLAH! Birşeyleri uzaklaştırıyorsun ama ben kimseyi göremiyorum." Buyurdular ki: "Dünya, içindeki bütün debdebesiyle karşımda temessül etti, bana kendini kabul ettirmek istedi; ben de ona (benden uzak dur) dedim. O da bir kıyıya çekilirken; 'VALLAHi sen benden kurtulsan da, senden sonrakiler benim elimden kurtulamayacaklar' dedi. İşte bu bir bardak su ile dünya bana kendini kabul ettirdi endişesiyle ağladım." (Müslim)
Onların hayatına bir bakınız. Oysa biz nasıl danyaya daldık. Hiç olmazsa Şah-ı Nakşibend'in şu sözüne uyalım. Şah-ı Nakşibend bir gün, cemaatine güzel bir yemek verip onlara şöyle demiştir: "Biz bu yemeği yiyeceğiz, hiç olmazsa bununla çok ibadet edelim. Nefis bir hayvan gibidir. Biz ise ona binmişiz. O bizi dağların tepesinden, yukarılardan aşağıya doğru düşürmesin. Madem ki yiyoruz, o yediğimizle ibadet edelim. Nefsin başına bir gem vurup ona fırsat vermeyelim. Bu yemekleri yedikten sonra, ona fırsat verirsek, azgınlaşır."
Hz. Hafsa radıyALLAHu anha, bir gün babası Hz. Ömer (R.A)'a şöyle dedi: "Ya baba! ALLAH, halifeliğin zamanında, sana o kadar fetihler nasip etti ki dünyayı fethettin. Rızıklar çoğaldı. Niye biraz yumuşak elbise giyip, güzel yemekler yemiyorsun?" Hz. Ömer (R.A) şöyle cevap verdi: "Ya Hafsa! Sen Hz. Peygamber (S.A.V) 'in zamanını, onun o durumunu hatırlamıyor musun? Unuttun mu? Ben ölünceye kadar, ALLAH'ın rızasını kazanmak için Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem ve Hz. Ebubekir radıyALLAHu anh gibi nefsime karşı şiddetli olacağım."
Hz. Aişe (R.A) şöyle anlatmıştır: "Bir gün, fakir bir kadın kapımıza geldi. Yanımda üç tane hurma vardı, ona verdim. Kadının yanında iki tane yetim kızı vardı. O üç hurmadan birini bir kızına, diğerini öbür kızına verdi. Üçüncü hurmayı ağzına götürmek için teşebbüs etti. Kızları hurmalarını yedikten sonra, onunkini de almak istediler. Kadın hurmayı yemedi, o bir hurmayı ikiye bölerek, bir parçasını bir kızına, öbür parçasını diğer kızına verdi."
Hz. Aişe radıyALLAHu anha, Hz. Peygamber (S.A.V) eve gelince: "Ya RasulALLAH! Bu gün bir kadın geldi. Onun haline hayret ettim. Kadın, kendi ağzındaki hurmayı ikiye bölerek, kızlarına paylaştırdı, kendisi yemedi." diyerek, olayı anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"O hurmayla, ALLAH-u Zülcelal o kadına cennet hediye etti." (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Biz şefkatli ve merhametli olursak, ALLAH-u Zülcelal de bize şefkat ve merhametle davranır. Çünkü ALLAH-u Zülcelal şefkat ve merhamet sahibidir. Ebu Zer (R.A)'den rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Her birinizin, her eklem yerinin bir sadakası vardır. Her sübhanALLAH, bir sadaka yerine geçer. Her elhamdülillah bir sadakadır. Her lâ ilâhe illALLAH... bir sadakadır. Her ALLAH-u ekber bir sadaka olur. İyiliği emretmek bir sadaka, kötülüğe mani olmak bir sadakadır. Onun kıldığı iki rekat duha namazı bütün bunları karşılar." (Müslim)
İşte böyle fırsatlar elimizdedir. Onun için bu fırsatları vakit geçmeden değerlendirelim. Çünkü önümüzde çok büyük bir olay vardır. Bu olaylara hazırlanmamız lazımdır.
ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "O gün ALLAH'tan korkanlar hariç dost olanlar birbirlerine düşmandırlar." (Zuhruf; 67)
Hz. Ali (R.A) şöyle anlatır:"İki mü'min dosttan birisi vefat ederse, ALLAH-u Zülcelal'in huzuruna gittiği zaman, dünyadaki mü'min dostunu hatırlar ve ona dua der: "Ya Rabbi! Benim dünyada filan dostum vardı. Onu dalalete, yanlış yola götürme! Onu yanlış yoldan muhafaza et!" der. Mü'min, ALLAH'ın huzuruna gittiği, cennetle müjdelendiği zaman, dünyadaki mü'min dostunu bu şekilde hatırlar. Çünkü, mü'min dostu dünyadayken, kendisine yol göstermiş, nasihat etmiş, ona yardımcı olmuştu. Bunu hatırladığı için ona dua eder.
Dünyadaki mü'min dost da vefat ettikten sonra, ikisinin ervahı yan yana gelir ve birbirlerine yardımcı olmak suretiyle, cennette keyf-u sefa ederler. İki kâfir dosttan biri ölüp de cehennem ateşiyle kendisine müjde verildiği zaman, o da dünyadaki dostunu hatırlar ve: "Ya Rabbi! O bana küfürde yardımcı olmuştu. Kıyamet, cennet, cehennem yoktur, diyordu. Onu helak eyle!" diye beddua eder.
Dünyadaki kâfir dost da ölüp ruhları yan yana geldiğinde, birbirlerine düşman olurlar. İşte, ayette buyurulduğu gibi kâfirler dünyada güya birbirlerine dost olsalar da ahirette birbirlerine düşman olurlar. Çünkü dünyadayken birbirini saptırıyorlar, hak yoldan ayırıyorlardı. Fakat, mü'minlerin dostluğu ise ahirete kadar devam eder. ALLAH-u Zülcelal, sadat-ı kiram'ı bize nasip ettiğinden dolayı, O'na karşı çok borçluyuz. Sadat-ı kiram -eğer hakiki olarak birbirlerinden izin almışlarsa izinli olan sadat'ın her biri, zincirin halkaları gibidir. Zincirin halkaları vardır ve bunlar birbirine geçmiştir. En son da olan halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir bize doğru gelecektir.
İnsan sadat'ı sevdiği zaman, hayattaki sadat'a muhabbet beslediği zaman, direk ALLAH'ın muhabbetini kazanmış olur. Çünkü, hayatta olan sadat, zincirin son halkasıdır. Diğer sadat-ı kiram da son halkaya bağlanmış durumda olan zincirin diğer halkalarıdır. Bu zincir, Ebu Bekir Sıddık (R.A) 'dan, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e, ondan Cebrail aleyhisselam'a, Cebrail'den de ALLAH-u Zülcelal'e kadar, halkalar şeklinde uzanır.
İnsan, sadat-ı kirama muhabbet beslediğinde, zincirleme şeklinde, bir saniyede ALLAH'ın muhabbeti insana gelir. Kişinin içinde bir ferahlık, bir huzur oluşur. Nasıl son halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir geliyorsa, biz de hayatta olan sadat'ı sevdiğimiz zaman, bu sevgimiz, zinciri harekete geçirerek, kişiye ALLAH muhabbeti getirir. Bu fırsat elimizdeyken, onu değerlendirmeli, kıymetini bilme- liyiz. Sadat'ın muhabbeti, kalbimizden biraz eksildiği zaman, ALLAH'a olan muhabbetimiz de eksilir. Hiç kimse buna karşı çıkmamalıdır. Çünkü bu, çok tecrübe edilmiştir.
İmam-ı Rabbani şöyle demiştir: "Herhangi bir kimsenin, bu sadat'a muhabbeti olduğu zaman, kalbinde dağlar gibi zulmet varsa bile hiç korkmayın, onun akıbeti (sonu) iyi olacaktır. O sadat'ın muhabbeti, onun akıbetini iyi neticelendirecektir. Eğer kişide bu sadat'ın muhabbeti yoksa, veyahut da -neuzibillah- bilakis onlara münkirse, (onları inkar ediyorsa) onun kalbinde dağlar gibi nurlar olsa da ondan korkun. Onun sonu tehlikelidir."
Sadat-ı kiram, daima ALLAH'tan, ALLAH'ın dostlarından bahsederler. Bunun için üzerlerine ALLAH'ın rahmeti ve ihsanı yağar. Biz de onlarla beraber olursak, ALLAH'ın rahmeti ve ihsanı onlarla beraber, bizim üzerimize de gelir. Lokman Hekim, oğluna şöyle demiştir: "Oğlum! Bir meclise, cemaate gittiğin zaman, hiç konuşma. Onlara bak, onları dinle. Eğer ALLAH'ın zikriyle meşgul oluyorlarsa, fırsatı kaçırma, onlarla beraber ol! Çünkü onların üzerine ALLAH'ın rahmeti gelmektedir, senin üzerine de gelecektir. Eğer ALLAH'tan değil de gıybetten, koğuculuktan, dünyadan bahsedip vakitlerini gafletle geçiriyorlarsa, hemen onlardan ayrıl, başka bir yere git!" Hz. Lokman'a 'Hekim' diyorlardı. Yani o, insanın maneviyatı için bir hekimdir. Onun sözü hakikaten ne güzeldir!Arkadaşlık çok mühimdir. Hepimiz biliyoruz ki; insan arkadaşının, dostunun dini üzeredir.
Evzai şöyle demiştir: "Elbisene değişik renkte bir yama vurduğun zaman, çok çirkin görülür. Fakat yama, elbisenin renginde olduğu zaman, insan onu fark etmez. İşte senin arkadaşın, sana benzemiyorsa, tıpkı o çirkin yama gibidir. Sen iyi olsan da o kötü arkadaşın, seni kötü ve biçimsiz yapar." ALLAH-u Zülcelal, insanın güzel ahlaklı olmasını sevmiştir. Nitekim Ümame radıyALLAHu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Haklı da olsa, sürtüşme ve münakaşayı terkeden kişiye cennetin çevresinde bir köşk verileceğine, şaka da olsa, yalan söylemeyen kimseye cennetin ortasında bir köşk verileceğine, ahlakını güzelleştirene de cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine kefilim." (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace)
Abdullah bin Amr radıyALLAHu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) ; "Size, en çok sevdiğim ve kıyamet gününde bana mevkisi en yakın olanınızı bildireyim mi?" buyurdu ve bu sözünü iki veya üç defa tekrarladı. Ashap: "Evet, bildir ya Resulullah!" deyince, Hz. Peyagmber (S.A.V) şöyle buyurdu:"Ahlakı en güzel olanınızdır." (Ahmed bin Hanbel, İbn Hıbban)
Ebu Hureyre (R.A) 'dan rivayet olunan bir hadis-i herif şöyledir: "Bir adam Hz. Peygamber (S.A.V) in yanına gelerek: "Ya RasulALLAH! Bana, yapınca cennete müstahak olacağım bir şey söyle de daha senden başka kimseye bir şey sormayayım." dedi. Hz. Peygamber (S.A.V) ona: "Muhsin ve iyilik sahibi ol, mü'min kardeşlerine daima ihsanda bulun." diye tavsiyede bulundu. Adam: "Ya RasulALLAH! Ben muhsin olduğumu, o vasfı kazandığımı nasıl bileceğim?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Komşularına sor. Eğer onlar sana sen muhsinsin, iyisin, şefkat ve merhamet sahibisin derlerse, gerçekten sen şefkat, merhamet sahibi muhsin birisin. Yok eğer böyle demiyorlarsa, öyle değilsin." (İbn Mace)
Tabi, o adam komşularının bilmediği günahlar yapmış olabilir fakat, komşuları: "ALLAH için, biz bu adamdan hayırdan başka bir şey görmedik!" dediklerinde, ALLAH-u Zülcelal: "Siz ondan, zahiri olarak hep hayır gördüğünüzden dolayı, sizin onun hakkındaki şahitliğinizi kabul ettim ve onun bilmediğiniz günahlarını ve bütün günahlarını affettim." buyurur.
Burada bize çok büyük bir işaret vardır. İnsan devamlı olarak, kendisiyle ALLAH arasındaki hale çok dikkat etmesi lazımdır. Buna dikkat ettiği zaman, onun mü'min kardeşi de ondan hayırdan başka bir şey görmeyecektir. Hayırdan başka bir şey görmeyince de onun iyiliğine şahadet edecek, bu sebeple onun kıyamet gününde rahat etmesine ve ALLAH-u Zülcelal'in onu af ve mağfiret etmesine vesile olacaktır.
İnsan biraz kitap okuduğu, bir şeyler öğrendiği zaman, iyi ve kötüyü birbirinden ayırabiliyor. İnsan: "ALLAH-u Zülcelal devamlı beni görüyor!" diye düşündüğü ve bu düşünceyle hareket ettiği zaman, kolay kolay günah işleyemez…
ALLAH-u Zülcelal, hayır işlerde bulunan kimseleri, Kur'an-ı Kerim'de methetmiştir. Nitekim ALLAH-u Zülcelal, Hz. Ebu Bekir (R.A)'ı, Zekeriya aleyhisselam'yı ve onun ehlini, Kur'an-ı Kerim'de şöyle methetmiştir: "Doğrusu onlar iyiliklerde yarışıyorlar, umarak ve korkarak bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı." (Enbiya; 90)
ALLAH-u Zülcelal bu şekilde onları methetmiştir. Kim böyle yaparsa, o da bu methe layık olur. Hz. Peygamber (S.A.V) 'den sonra Peygamber gelmez ve ayet de gelecek değildir. Fakat ALLAH-u Zülcelal Kur'an'da bu kullarını methettiği için kim de onlar gibi davranırsa, bu methe mazhar olmuş olur. Peki biz niçin ALLAH-u Zülcelal'in bizi methetmesini istemeyeceğiz? Elimizden geldiği kadar, korku ve reca (ümit) arasında, ALLAH-u Zülcelal'in ibadetine ve hayırlara doğru gitmemiz ve acele etmemiz lazımdır.
ALLAH-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
iyilerle beraber olmak
ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed! Rabblerinin rızasını dileyerek sabah akşam O'na ibadet edenlerle birlikte kendini tut, sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı ziynetine kapılıp gözünü ashabından ayırma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için kalbini bizi anmaktan uzaklaştırdığımız, arzularının kölesi olmuş, işigücü haddi aşmak olan kimseye sakın uyma." (Kehf ; 28)
ALLAH-u Zülcelal bu ayet-i kerimeyle, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e ister fakir, ister zengin olsun, ALLAH'ın ibadetinde bulunan iyi kişilerle beraber olmayı, nefsini onlarla beraber hapsetmeyi emretmiştir. ALLAH-u Zülcelal'in Hz. Peygamber (S.A.V) e emrettiği şey, bize de emirdir. Aynen biz de Hz. Peygamber (S.A.V)'in mutabaatını yapmalıyız.
Dünya ziynetine, kötülüğe, günahlara, heva-i nefsine tabi olan kimselere uyduğumuz zaman, bu ayet-i kerimenin tersine hareket etmiş oluruz. ALLAH'ın emir ve nehiylerine uyan, O'na itaat eden kimselerle, ister fakir olsun ister zengin olsun, beraber olmak, ALLAH'ın emirlerinden bir emirdir. Bu ayetin inişine sebep olan olay şudur: İmanların yoksullarından olan Suhayb, Ammar, Habbab ve diğerleri, Hz. Peygamber (S.A.V) ile birlikte oturup onun yanında bulunuyorlardı. Kafirlerin liderleri ise, bunu istemiyor ve onların Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem'in yanından uzaklaştırılmalarını istiyorlardı. Diyorlardı ki: "Şu fakir nsanları yanından kovarsan, biz de senin yanına gelir ve seninle otururuz. Biz müslüman olursak diğer insanlar da Müslüman olurlar. Bizim sana uymamıza onlar engel oluyorlar. Çünkü onlar alçak bir topluluktur."
Zünnun-i Mısri şöyle demiştir: "ALLAH-u Zülcelal, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e hitap ederek onu uyarmıştır. Buyurmuştur ki: "Ruhu, canı ve kalbiyle bizimle olanlarla ol. Onlar sabah akşam bizim huzurumuzu terk etmeyen kimselerdir. Ey Peygamber! Bizim huzurumuzdan ayrılmayanları koruyup, onları gözetmen gerekir. Onları terk etmen gerekmez." Hz. Peygamber (S.A.V) onlarla iftihar ederek şöyle buyurmuştur: "ALLAH, ümmetimden öyle büyük zatlar yaratmıştır ki, nefsimi onlarla beraber hapsetmeyi, bana emretti." (Tefsir-i Ruhu'l-Beyan)
Fakir arkadaşlarımıza bir sadaka verdiğimiz, bir iyilik yaptığımız zaman, onunla onlara minnet ve eziyet yapmamalıyız. ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Mallarını ALLAH yolunda harcayanların durumu; her başağında yüz dane olmak üzere, yedi başak veren bir danenin durumu gibidir. ALLAH, dilediğine kat kat verir. ALLAH'ın lütfu geniştir. O bilendir." (Bakara; 261)
İşte, ALLAH-u Zülcelal bir kişi mü'min kardeşine sadaka verdiği zaman, onu bir daneden, yedi yüz daneye kadar artıracağım buyuruyor. İnsan mü'min kardeşine sadaka verdiği zaman: "Sen ne zamana kadar bana yük olacaksın, ne zamana kadar gelip benden böyle isteyeceksin!" diye ona eziyet etmemelidir. Halbuki şöyle düşünmelidir:
"Bu benden sadaka istemeye geldi, bu sayede bana hamallık yapacak. Benim malımı ahirete götürecek, benim ahirette köşkler almama vesile olacak!" Bunun için ona dua etmeli, onu sevmeli ve takdir etmelidir. Çünkü, o fakir olmasaydı bu mal ahirete nasıl giderdi? Ahirete gitmez dünyada kalırdı.
ALLAH-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İnananlar arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da, ahirette de acı veren bir azap vardır." (Nur; 19)
Bu ayet-i kerimeden çok açık olarak anlaşılıyor ki mü'minler bir vücut gibi olmalıdırlar. Nasıl bir insan, kendi nefsi için kötü bir şey istemiyor ise diğer mü'min kardeşleri için de onu istememesi lazımdır. ALLAH-u Zülcelal, yapmamızı istediği şeyleri sevmektedir. O'nun istediği şekilde olmamız lazımdır. Öyle olduğu zaman, ALLAH-u Zülcelal bize yardımcı olacak, feyzini, nisbetini bizim üzerimize gönderecektir.
İbn-i Ömer radıyALLAHu anh'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Mü'min mü'minin kardeşidir. Mü'min, kardeşine zulüm ve hakaret yapmaz. Bir mü'min, diğer bir mü'min kardeşinin bir hacetini yerine getirirse, ALLAH-u Zülcelal de onun hacetini yerine getirir. Kim, mü'min kardeşinin bir ayıbını, kusurunu örterse, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde onun kusurlarını örter." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)
Peki, kimin kusuru yoktur? Hepimiz kusurluyuz. O kusurları örtmek istemiyor muyuz? İstiyoruz. Öyleyse, dünyada mü'min kardeşlerimizin kusurlarını örtmeliyiz ki, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde bizim kusurlarımızı örtsün. Birbirimize yardımcı olmamız lazımdır ki, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde bize yardım etsin.
Hz. Peygamber (S.A.V) 'den önceki cehalet devrinde, kafirler kızlarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Öyle bir cehalet içindeydiler. İbn-i Amr radıyALLAHu anh'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Kim mü'min kardeşinin kusurunu örterse, sanki o diri diri gömülmüş olan kızları ihya etmiş gibi sevap kazanır." (Ebu Davud)
Nasıl bir kişi, bir insan ölürken, onu hayata döndürmeye sebep olursa, ne kadar sevap kazanacaksa, bir mü'minin kusurunu örtmek de ALLAH'ın yanında öyle kıymetlidir. ALLAH-u Zülcelal, o kişiye bir insanı hayata döndürmüş gibi sevap verir. Hz. Peygamber (S.A.V) bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: "Mü'minin hali ne acayiptir? Mü'minin her hali, onun için hayırdır." (Müslim)
Hasta olursa hayırdır. Zengin olursa hayırdır. Yemek yerse hayırdır. Aç olursa hayırdır. Ne olursa, onun için hayırdır. Niçin? Yemek yeyince 'elhamdülillah' diye şükrettiği zaman, hayır olur. Aç kaldığı zaman, halinden memnun olur, tevekkül ederse, hayır olur. Yani mü'minin başa ne gelirse, onun için hayırdır. Yeter ki insan mü'min olsun.
Fakat biz Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem gibi dünyanın aslını, hakikatini anlamadığımız için onu el üstünde tutuyor ve muhabbet besliyoruz, onun her şeyine katılıyoruz. Oysa biz, Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem gibi dünyanın hakikatini bilseydik, nefsimiz dünyada rahat edecek, dünya için hiçbir zaman telaşa düşmeyecektik.
İbn-i Erkam isminde bir sahabe şöyle anlatmıştır: "Bir gün Ebu Bekir Sıddık'la oturuyorduk. Hz. Ebu Bekir (R.A) su istedi. Ona biraz su ile bal getirdiler. Su ve balı ağzına yaklaştırdı, ağladı ve ağzından uzaklaştırdı. Orada bulunan cemaat de ağladı. Bir müddet beraber ağladılar. Cemaatin ağlaması durdu. Fakat o ağlamaya devam etti. Oradakiler 'artık konuşmaz her halde' dediler. Hz. Ebu Bekir radıyALLAHu anh bir müddet durduktan sonra, göz yaşlarını mendile sildi. Ona: "Ya Eba Bekir! Seni bu derece ağlatan neydi ?" dediler. Şöyle cevap verdi: "Bir gün ALLAH Resulü (S.A.V) ile beraberken, eliyle bir şeyleri itiyor gibiydi. Ve sanki: 'Benden uzak dur, benden uzak dur' diyordu. Sordum "Ya ResulALLAH! Birşeyleri uzaklaştırıyorsun ama ben kimseyi göremiyorum." Buyurdular ki: "Dünya, içindeki bütün debdebesiyle karşımda temessül etti, bana kendini kabul ettirmek istedi; ben de ona (benden uzak dur) dedim. O da bir kıyıya çekilirken; 'VALLAHi sen benden kurtulsan da, senden sonrakiler benim elimden kurtulamayacaklar' dedi. İşte bu bir bardak su ile dünya bana kendini kabul ettirdi endişesiyle ağladım." (Müslim)
Onların hayatına bir bakınız. Oysa biz nasıl danyaya daldık. Hiç olmazsa Şah-ı Nakşibend'in şu sözüne uyalım. Şah-ı Nakşibend bir gün, cemaatine güzel bir yemek verip onlara şöyle demiştir: "Biz bu yemeği yiyeceğiz, hiç olmazsa bununla çok ibadet edelim. Nefis bir hayvan gibidir. Biz ise ona binmişiz. O bizi dağların tepesinden, yukarılardan aşağıya doğru düşürmesin. Madem ki yiyoruz, o yediğimizle ibadet edelim. Nefsin başına bir gem vurup ona fırsat vermeyelim. Bu yemekleri yedikten sonra, ona fırsat verirsek, azgınlaşır."
Hz. Hafsa radıyALLAHu anha, bir gün babası Hz. Ömer (R.A)'a şöyle dedi: "Ya baba! ALLAH, halifeliğin zamanında, sana o kadar fetihler nasip etti ki dünyayı fethettin. Rızıklar çoğaldı. Niye biraz yumuşak elbise giyip, güzel yemekler yemiyorsun?" Hz. Ömer (R.A) şöyle cevap verdi: "Ya Hafsa! Sen Hz. Peygamber (S.A.V) 'in zamanını, onun o durumunu hatırlamıyor musun? Unuttun mu? Ben ölünceye kadar, ALLAH'ın rızasını kazanmak için Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem ve Hz. Ebubekir radıyALLAHu anh gibi nefsime karşı şiddetli olacağım."
Hz. Aişe (R.A) şöyle anlatmıştır: "Bir gün, fakir bir kadın kapımıza geldi. Yanımda üç tane hurma vardı, ona verdim. Kadının yanında iki tane yetim kızı vardı. O üç hurmadan birini bir kızına, diğerini öbür kızına verdi. Üçüncü hurmayı ağzına götürmek için teşebbüs etti. Kızları hurmalarını yedikten sonra, onunkini de almak istediler. Kadın hurmayı yemedi, o bir hurmayı ikiye bölerek, bir parçasını bir kızına, öbür parçasını diğer kızına verdi."
Hz. Aişe radıyALLAHu anha, Hz. Peygamber (S.A.V) eve gelince: "Ya RasulALLAH! Bu gün bir kadın geldi. Onun haline hayret ettim. Kadın, kendi ağzındaki hurmayı ikiye bölerek, kızlarına paylaştırdı, kendisi yemedi." diyerek, olayı anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"O hurmayla, ALLAH-u Zülcelal o kadına cennet hediye etti." (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Biz şefkatli ve merhametli olursak, ALLAH-u Zülcelal de bize şefkat ve merhametle davranır. Çünkü ALLAH-u Zülcelal şefkat ve merhamet sahibidir. Ebu Zer (R.A)'den rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Her birinizin, her eklem yerinin bir sadakası vardır. Her sübhanALLAH, bir sadaka yerine geçer. Her elhamdülillah bir sadakadır. Her lâ ilâhe illALLAH... bir sadakadır. Her ALLAH-u ekber bir sadaka olur. İyiliği emretmek bir sadaka, kötülüğe mani olmak bir sadakadır. Onun kıldığı iki rekat duha namazı bütün bunları karşılar." (Müslim)
İşte böyle fırsatlar elimizdedir. Onun için bu fırsatları vakit geçmeden değerlendirelim. Çünkü önümüzde çok büyük bir olay vardır. Bu olaylara hazırlanmamız lazımdır.
ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "O gün ALLAH'tan korkanlar hariç dost olanlar birbirlerine düşmandırlar." (Zuhruf; 67)
Hz. Ali (R.A) şöyle anlatır:"İki mü'min dosttan birisi vefat ederse, ALLAH-u Zülcelal'in huzuruna gittiği zaman, dünyadaki mü'min dostunu hatırlar ve ona dua der: "Ya Rabbi! Benim dünyada filan dostum vardı. Onu dalalete, yanlış yola götürme! Onu yanlış yoldan muhafaza et!" der. Mü'min, ALLAH'ın huzuruna gittiği, cennetle müjdelendiği zaman, dünyadaki mü'min dostunu bu şekilde hatırlar. Çünkü, mü'min dostu dünyadayken, kendisine yol göstermiş, nasihat etmiş, ona yardımcı olmuştu. Bunu hatırladığı için ona dua eder.
Dünyadaki mü'min dost da vefat ettikten sonra, ikisinin ervahı yan yana gelir ve birbirlerine yardımcı olmak suretiyle, cennette keyf-u sefa ederler. İki kâfir dosttan biri ölüp de cehennem ateşiyle kendisine müjde verildiği zaman, o da dünyadaki dostunu hatırlar ve: "Ya Rabbi! O bana küfürde yardımcı olmuştu. Kıyamet, cennet, cehennem yoktur, diyordu. Onu helak eyle!" diye beddua eder.
Dünyadaki kâfir dost da ölüp ruhları yan yana geldiğinde, birbirlerine düşman olurlar. İşte, ayette buyurulduğu gibi kâfirler dünyada güya birbirlerine dost olsalar da ahirette birbirlerine düşman olurlar. Çünkü dünyadayken birbirini saptırıyorlar, hak yoldan ayırıyorlardı. Fakat, mü'minlerin dostluğu ise ahirete kadar devam eder. ALLAH-u Zülcelal, sadat-ı kiram'ı bize nasip ettiğinden dolayı, O'na karşı çok borçluyuz. Sadat-ı kiram -eğer hakiki olarak birbirlerinden izin almışlarsa izinli olan sadat'ın her biri, zincirin halkaları gibidir. Zincirin halkaları vardır ve bunlar birbirine geçmiştir. En son da olan halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir bize doğru gelecektir.
İnsan sadat'ı sevdiği zaman, hayattaki sadat'a muhabbet beslediği zaman, direk ALLAH'ın muhabbetini kazanmış olur. Çünkü, hayatta olan sadat, zincirin son halkasıdır. Diğer sadat-ı kiram da son halkaya bağlanmış durumda olan zincirin diğer halkalarıdır. Bu zincir, Ebu Bekir Sıddık (R.A) 'dan, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e, ondan Cebrail aleyhisselam'a, Cebrail'den de ALLAH-u Zülcelal'e kadar, halkalar şeklinde uzanır.
İnsan, sadat-ı kirama muhabbet beslediğinde, zincirleme şeklinde, bir saniyede ALLAH'ın muhabbeti insana gelir. Kişinin içinde bir ferahlık, bir huzur oluşur. Nasıl son halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir geliyorsa, biz de hayatta olan sadat'ı sevdiğimiz zaman, bu sevgimiz, zinciri harekete geçirerek, kişiye ALLAH muhabbeti getirir. Bu fırsat elimizdeyken, onu değerlendirmeli, kıymetini bilme- liyiz. Sadat'ın muhabbeti, kalbimizden biraz eksildiği zaman, ALLAH'a olan muhabbetimiz de eksilir. Hiç kimse buna karşı çıkmamalıdır. Çünkü bu, çok tecrübe edilmiştir.
İmam-ı Rabbani şöyle demiştir: "Herhangi bir kimsenin, bu sadat'a muhabbeti olduğu zaman, kalbinde dağlar gibi zulmet varsa bile hiç korkmayın, onun akıbeti (sonu) iyi olacaktır. O sadat'ın muhabbeti, onun akıbetini iyi neticelendirecektir. Eğer kişide bu sadat'ın muhabbeti yoksa, veyahut da -neuzibillah- bilakis onlara münkirse, (onları inkar ediyorsa) onun kalbinde dağlar gibi nurlar olsa da ondan korkun. Onun sonu tehlikelidir."
Sadat-ı kiram, daima ALLAH'tan, ALLAH'ın dostlarından bahsederler. Bunun için üzerlerine ALLAH'ın rahmeti ve ihsanı yağar. Biz de onlarla beraber olursak, ALLAH'ın rahmeti ve ihsanı onlarla beraber, bizim üzerimize de gelir. Lokman Hekim, oğluna şöyle demiştir: "Oğlum! Bir meclise, cemaate gittiğin zaman, hiç konuşma. Onlara bak, onları dinle. Eğer ALLAH'ın zikriyle meşgul oluyorlarsa, fırsatı kaçırma, onlarla beraber ol! Çünkü onların üzerine ALLAH'ın rahmeti gelmektedir, senin üzerine de gelecektir. Eğer ALLAH'tan değil de gıybetten, koğuculuktan, dünyadan bahsedip vakitlerini gafletle geçiriyorlarsa, hemen onlardan ayrıl, başka bir yere git!" Hz. Lokman'a 'Hekim' diyorlardı. Yani o, insanın maneviyatı için bir hekimdir. Onun sözü hakikaten ne güzeldir!Arkadaşlık çok mühimdir. Hepimiz biliyoruz ki; insan arkadaşının, dostunun dini üzeredir.
Evzai şöyle demiştir: "Elbisene değişik renkte bir yama vurduğun zaman, çok çirkin görülür. Fakat yama, elbisenin renginde olduğu zaman, insan onu fark etmez. İşte senin arkadaşın, sana benzemiyorsa, tıpkı o çirkin yama gibidir. Sen iyi olsan da o kötü arkadaşın, seni kötü ve biçimsiz yapar." ALLAH-u Zülcelal, insanın güzel ahlaklı olmasını sevmiştir. Nitekim Ümame radıyALLAHu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Haklı da olsa, sürtüşme ve münakaşayı terkeden kişiye cennetin çevresinde bir köşk verileceğine, şaka da olsa, yalan söylemeyen kimseye cennetin ortasında bir köşk verileceğine, ahlakını güzelleştirene de cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine kefilim." (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace)
Abdullah bin Amr radıyALLAHu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) ; "Size, en çok sevdiğim ve kıyamet gününde bana mevkisi en yakın olanınızı bildireyim mi?" buyurdu ve bu sözünü iki veya üç defa tekrarladı. Ashap: "Evet, bildir ya Resulullah!" deyince, Hz. Peyagmber (S.A.V) şöyle buyurdu:"Ahlakı en güzel olanınızdır." (Ahmed bin Hanbel, İbn Hıbban)
Ebu Hureyre (R.A) 'dan rivayet olunan bir hadis-i herif şöyledir: "Bir adam Hz. Peygamber (S.A.V) in yanına gelerek: "Ya RasulALLAH! Bana, yapınca cennete müstahak olacağım bir şey söyle de daha senden başka kimseye bir şey sormayayım." dedi. Hz. Peygamber (S.A.V) ona: "Muhsin ve iyilik sahibi ol, mü'min kardeşlerine daima ihsanda bulun." diye tavsiyede bulundu. Adam: "Ya RasulALLAH! Ben muhsin olduğumu, o vasfı kazandığımı nasıl bileceğim?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Komşularına sor. Eğer onlar sana sen muhsinsin, iyisin, şefkat ve merhamet sahibisin derlerse, gerçekten sen şefkat, merhamet sahibi muhsin birisin. Yok eğer böyle demiyorlarsa, öyle değilsin." (İbn Mace)
Tabi, o adam komşularının bilmediği günahlar yapmış olabilir fakat, komşuları: "ALLAH için, biz bu adamdan hayırdan başka bir şey görmedik!" dediklerinde, ALLAH-u Zülcelal: "Siz ondan, zahiri olarak hep hayır gördüğünüzden dolayı, sizin onun hakkındaki şahitliğinizi kabul ettim ve onun bilmediğiniz günahlarını ve bütün günahlarını affettim." buyurur.
Burada bize çok büyük bir işaret vardır. İnsan devamlı olarak, kendisiyle ALLAH arasındaki hale çok dikkat etmesi lazımdır. Buna dikkat ettiği zaman, onun mü'min kardeşi de ondan hayırdan başka bir şey görmeyecektir. Hayırdan başka bir şey görmeyince de onun iyiliğine şahadet edecek, bu sebeple onun kıyamet gününde rahat etmesine ve ALLAH-u Zülcelal'in onu af ve mağfiret etmesine vesile olacaktır.
İnsan biraz kitap okuduğu, bir şeyler öğrendiği zaman, iyi ve kötüyü birbirinden ayırabiliyor. İnsan: "ALLAH-u Zülcelal devamlı beni görüyor!" diye düşündüğü ve bu düşünceyle hareket ettiği zaman, kolay kolay günah işleyemez…
ALLAH-u Zülcelal, hayır işlerde bulunan kimseleri, Kur'an-ı Kerim'de methetmiştir. Nitekim ALLAH-u Zülcelal, Hz. Ebu Bekir (R.A)'ı, Zekeriya aleyhisselam'yı ve onun ehlini, Kur'an-ı Kerim'de şöyle methetmiştir: "Doğrusu onlar iyiliklerde yarışıyorlar, umarak ve korkarak bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı." (Enbiya; 90)
ALLAH-u Zülcelal bu şekilde onları methetmiştir. Kim böyle yaparsa, o da bu methe layık olur. Hz. Peygamber (S.A.V) 'den sonra Peygamber gelmez ve ayet de gelecek değildir. Fakat ALLAH-u Zülcelal Kur'an'da bu kullarını methettiği için kim de onlar gibi davranırsa, bu methe mazhar olmuş olur. Peki biz niçin ALLAH-u Zülcelal'in bizi methetmesini istemeyeceğiz? Elimizden geldiği kadar, korku ve reca (ümit) arasında, ALLAH-u Zülcelal'in ibadetine ve hayırlara doğru gitmemiz ve acele etmemiz lazımdır.
ALLAH-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Dünyadayken Ahireti Düşünmeliyiz
ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kim dünya menfaatini dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz." (Al-i İmran; 145) Ruhen ve kalben daima ALLAH-u Zülcelal'e yalvarıp ALLAH-u Zülcelal'den istememiz lazımdır. O'nun şefkati ve merhameti çoktur.
Önümüze maddi yada manevi, zor bir şey geldiğinde, bu işi ben yapamıyorum bu benim işim değildir. Çok zor bir iştir, ben yapamı-yorum diyoruz. İşte o anda: "La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim" dediğimiz zaman, ALLAH-u Zülcelal, kolaylık verecektir. Benim bu günahtan kaçınmaya veyahutta bu işi yapmaya, kuvvetim yoktur, ALLAH-u Zülcelal'in ibadetini veya bu dünya işini yapmaya kuvvetim yoktur. Ancak o azim olan ALLAH-u Zülcelal'in kuvvetiyle bunu yapabilirim, dediğimiz zaman, ALLAH kuvvet ve kolaylık verecektir.
ALLAH-u Zülcelal'i bu şekilde tanımamız lazımdır. O'nu Azim ve Kerim olarak, nefsimizi de zayıf ve aciz olarak tanırsak, ALLAH'ın yardımı ile herşey, kolay olur İnşaALLAH. Birisi bize küfür söylese, ya da zarar verse, o zaman ben de ona zarar vereyim, desek bu olur mu? Tabi ki olmaz! Sen ne gidip de ona zarar vereceksin. ALLAH'a havale et. ALLAH bakarsın ki, ne yapacak! Yeterki senin için ve dışın ALLAH ile olsun. ALLAH'ı tanımadığımız için, kendi kuvvetimize, zayıf olan bünyemize güveniyoruz. Kendimize güvenmememiz lazımdır. ALLAH-u Zülcelal'in kuvvetine güvenmemiz, maddi ve manevi olarak O'na teslim olmamız, O'ndan yardım ve kuvvet istememiz lazımdır.
Bazı insanlar, maneviyat nedir ki diyor. Maneviyat; zahiri âzâların gıdasıdır. Maneviyat olmadığı zaman, el sadakaya gitmez, ayak camiye gitmez, göz harama, kapanmaz. Dinimiz zahirdir. Bunlar olmazsa dinimizin emirleri de yerine gelmez.
Bu gibi zahiri olan âzâların sevapları ve ibadeti, maneviyata bağlıdır. Maneviyat, ruh ve kalp sağlam olmadığı zaman, mutlaka onlar da günaha gidecektir. Nasıl ki zahiri azâlarımız ruhla ayakta duruyor, yürümek, elleri-mizi kaldırmak, indirmek, bunların hepsi ruha bağlıdır. İbadet de günahlardan muhafaza olmakda ruhun ve kalbin sıhhatli olmasına bağlıdır. Bunun için, ALLAH-u Zülcelal'e ümit ve korku arasında kulluk yapmamız lazımdır.
Reca nedir? Çok fakir, çok muhtaç, hiç bir şeyi olmayan, açlıktan ölecek şekilde olan bir fakir, bir şeyler almak için bir zenginin kapısına gidiyorsa, bizler de kalbimizi ALLAH'ın merhametine, lütfuna, şefkatine karşı böyle açacağız ve daima O'ndan isteyeceğiz. Bunu manevi olarak yapacağız, o zaman hiç kimse bilmez, hiç kimsenin haberi olmaz. Korku ise; ALLAH-u Zülcelal'den, O'nun azabından ve mekrinden korkmaktır. İnsan korku içinde de olmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Üç kimse vardır ki, gözleri cehennem ateşini görmez:
1-ALLAH yolunda gece nöbet bekteyen göz.
2-ALLAH korkusundan ağlayan göz.
3-ALLAH'ın haram kıldığı şeylere bakmayan göz." (Taberani)
Bakınız ALLAH korkusu, ALLAH-u Zülcelal katında ne kadar kıymetlidir. Ahmed el-Hallac isminde bir zat vardı. Dünya yönünden biraz fakir idi. Onun salih bir annesi vardı. Annesi ona birgün dedi ki: "Ey Ahmed! Ne zamana kadar böyle fakir olacağız? Halimiz kötü, perişanız!" Annesine üzüldü ve evinin bir köşesine çekilip, ALLAH'a yalvardı, dua etti:
"Ya Rabbi, eğer ahirette benim bir nasibim varsa, ondan bir şey biraz bize gönder." dedi.
Baktı ki evin köşesinde bir nur göründü ve kayboldu. Baktı ki yerde kerpiç şeklinde altın var. Annesine teslim etti ve çarşıya gitti. Annesi de bunu nerede bozduracağız diye düşünerek yattı ve uykuya daldı. Rüyasında kıyametin koptuğunu gördü. Ortada çok güzel bir bina vardı, melekler: "Bu Ahmed el-Hallac'ın binasıdır." diyordu.
"O kim, benim oğlum mu?" diye sordu. "Evet senin oğlundur." dediler. Annesi içine girdi, baktı, dolaştı. O binanın içinde ki kar-yolanın bir ayağı yoktur. "Bu yatağın ayağı niye eksik!" diye sordu. Melekler:"Siz istediniz, bizde size gönderdik!" dediler. Kadın uyandı. Oğlu gelince:"Oğlum ben pişman oldum. Kusura bakma, özür diliyorum, böyle bir rüya gördüm." dedi ve rüyasını anlattı.
Bazı insanlara ALLAH-u Zülcelal hakikaten, dünyalık nimetlerini mükemmel olarak (Ahmed el-Hallac'ın karyolası gibi) vermek istiyor. Bazılarınınkini de biraz dünyada veriyor, çoğunu da ahirette verecek, ama eksilterek verecek. Süleyman aleyhisselam, diğer Peygamberlerden sonra cennete girecek deniliyor. Çünkü ALLAH-u Zülcelal ona dünyada çok fazla verdi.
Biz ALLAH-u Zülcelal'e öyle borçluyuz ve ALLAH-u Zülcelal bize öyle hayırlar dilemiştir ki, bu hayırların en önemlisi de tevbedir. Nitekim ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak ALLAH'a döner." (Furkan; 71)
Ebu Hureyre radıyALLAHu anh şöyle anlatmıştır:"Resulullah (S.A.V) buyurdular ki:"ALLAH Zülcelal cenneti yarattığı zaman Cebrail'e:"Git ona bir bak!" buyurdular. O da gidip cennete baktı ve: Ey Rabbim! Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek! Herkes ibadet yaparak kendisini ona müstahak edecek!" dedi. ALLAH Zülcelal cennetin etrafını mekruhlarla çevirdi. Sonra:"Hele git ona bir daha bak!" buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra da:"Korkarım, ona hiç kimse girmeyecek!" dedi. Cehennemi yaratınca, Cebrail'e:"Git, bir de, şuna bak!" buyurdu. O da gidip ona baktı ve:"İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse günah işlemeyip ona girmeyecektir!" dedi. ALLAH Zülcelal de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra da:"Git ona bir kere daha bak!" dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü zaman şöyle dedi: "İzzetine yemin olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona gireceğinden korkuyorum!" (Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
İşte cennetin etrafı hep nefsin istemediği şeylerle doludur. Kim pehlivansa, o engelleri aşıp cennete girecektir. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, nefsin arzuları cehenneme yakın olan şeylerdir. Onun için daima nefse muhalefet etmemiz lazımdır. Dünyada ve ahirette selametli olmak için, böyle yapmak lazımdır.
ALLAH-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinde daima insan için ferahlık vardır. İnsanın çaresi ALLAH-u Zülcelal'e tevbe etmektir. Çünkü insan, Peygamber değilse eğer, mutlaka hata sahibidir. O hatadan temizlenmek için, ALLAH-u Zülcelal'in merhamet kapısı olan tevbe kapısına gitmelidir. Tevbe, imandan sonra ALLAH-u Zülcelal'in en büyük nimetidir. İbn-i Abbas'ın anlattığına göre, kul günahından tevbe edince ALLAH da onun tevbesini kabul eder. Ayrıca amel defterini tutan meleklere yazmış oldukları günahları unutturur. Bunun yanında işlemiş olduğu kötülükleri âzâlarına unutturur. Hatta gerek yeryüzündeki ve gerekse gökteki makamına da günahlarını unutturur da kıyamet gününde günahına şahidlik edecek hiçbir varlığın kalmamasını sağlar.
İnsan dili ile af dilerken tekrar aynı günahı işlemeyi düşünürse yapmış olduğu tevbe yalancı tevbesi olur, gerçek anlamda tevbe olmaz. Tevbenin gerçek olabilmesi için günahkarların dili ile af dilediği gibi aynı günahı bir daha işlememeye karar vermesi gerekir. Kul böyle tevbe yapınca ALLAH-u Zülcelal de, ne kadar büyük olursa olsun, onun işlediği günahı affeder. Çünkü ALLAH-u Zülcelal, kullarına karşı çok merhametlidir.
Rivayet edildiğine göre israiloğullarından bir genç, yirmi yıl ibadetle meşgul oldu. Sonra yirmi yılda isyan etti. Bir gün aynaya baktı. Saç ve sakalının ağarmakta olduğunu görünce, yirmi senelik isyanına nedamet ederek; "Ya Rabbi! Yirmi yıl sana itaat ettim, sonra tam yirmi yıldır sana isyan ediyorum. Acaba sana yönelir ve tevbe edersem tevbemi kabul eder misin?" deyince, boşluktan duyduğu bir ses şöyle dedi: "Bize icabet ettin, biz seni kabul ettik. Bizi terkettin, biz de seni terkettik. İsyan ettin sana mühlet verdik. Ne zaman bize yönelirsen biz yine seni kabul ederiz."
Buradan da anlaşıldığına göre insan ne isterse ALLAH-u Zülcelal o kuluna istediğini veriyor. İnsanın tek çaresi hatalarını itiraf edip, merhametlilerin en mehametlisi olan ALLAH-u Zülcelal'e yönelmektir.
ALLAHu Zülcelal böyle kıymetli olan tevbeyi herkese nasip etmez. Tevfik, ALLAH-u Zülcelal'in vermesidir. Yani biz ALLAH-u Zülcelal'e ne kadar gidersek, O da bize salih amel yapmakla ve günahlardan muhafaza etmekle bizlere tevfik verecektir.
ALLAH-u Zülcelal tevbe ni'metinden mü'min kardeşlerimizi mahrum etmesin ve hepimizi salih amel işyerek rızasına nail olan kullarından eylesin...
Sultan Muhammed Konyevi ksa
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Hz. Ebu Hureyre (R.A) anlatıyor: “Resulullah (s.a.v) buyurdular ki: “Bir Müslüman muhtazar olduğu (can çekişme anına girdiği) zaman rahmet melekleri, beyaz bir ipekle gelirler ve şöyle derler: “Sen razı ve sendende (Rabbin) razı olarak (şu bedenden) çık. Allah’ın Rahmet ve reyhanına ve sana gadabı olmayan Rabbine kavuş.” Bunun üzerine ruh, misk kokusunun en güzeli gibi çıkar. Öyleki melekler onu birbirlerine verirler, tâ semanın kapısına kadar onu getirirler ve: “Size arzdan gelen bu koku ne kadar güzel” derler. Sonra onu mü’minlerin ruhlarına getirirler.
Onlar, onun gelmesi sebebiyle sizden birinin kaybettiği şeyinin kendisine geldiği zamanki sevincinden daha çok sevinirler. Ona “Falanca ne yaptı? Falanca ne yaptı?” diye (dünyadakilerden haber sorarlar. Melekler “Bırakın onu, onda hala dünyanın tasası var!” derler. Bu gelen (kendisine dünyadan soran ruhlara): “Falan ölmüştü yanınıza gelmedi mi?” der. Onlar: “O, annesine, Haviye cehennemine götürüldü!” derler.
Aleyhissalatü vesselam devamla derler ki: “Kafir muhtazar olduğu vakit, azab melekleri mish (denen kıldan kaba bir elbise) ile gelirler ve şöyle derler: “Bu cesedden kendin öfkeli, Allah’ın da öfkesini kazanmış olarak çık ve Allah’ın azabına koş!” Bunun üzerine , cesedden en kötü bir cife kokusuyla çıkar. Melekler onu arzın kapısına getirirler.
Orada: “Bu koku nede pis” derler. sonunda onu kafir ruhların yanına getirirler.” (Nesai)
Sahabelerden Bera b. Azib (R.A) şöyle anlatmıştır; "Peygamber Efendimiz ile birlikte Ensardan birinin cenazesine katılmıştık. Mezarlığa vardığımızda ölü henüz toprağa verilmemişti. Peygamber Efendimiz orada bir yere oturdu, bizde onun çevresinde yere çöküverdik. Sanki başımız üzerine kuş konmuş gibi oturuyorduk. Peygamber Efendimizin elinde bir çöp vardı, onunla toprağı eşiyordu. Birden başını kaldırarak; "Kabir azabından Allah'a sığınınız." (Ahmed b. Hanbel) buyurdu.
Ey Nefsim!
Sen neyi istersin. Son nefesinde Azrail (Aleyhisselam)'ın sana çok korkunç bir vaziyette görünmesini ve ruhunun o kıl torbasına konarak korkunç azaplarla ölmeyi mi, yoksa çok güzel yüzlü ve latif görünümlü bir şekilde gelen Azrail (Aleyhisselam)'a ruhunu sanki yağdan kıl çıkar gibi verip latif ve misk kokulu meleklerin elinde ölmekmi?
Tabi latif bir ölüm istersin değil mi?
Ey Nefsim!
Bu gaflet halinden uyanman ve Allah-u Zülcelal'e ibadet etmen gerekir. Gerçek manada ve hakiki müslüman olarak ibadetlerine dikkat etmen ve Allah-u Zülcelal'in yolunda Peygamber Efendimiz (S.A.V)' in sünnetinde ve evliyaların istikametinde yürümen gerekir. Yoksa sonunun ne olacağını iyi düşün. Mü’min kulun ruhunun "yağın içinden bir kılın çekilmesi gibi kolay çıkacağı" hadisini bilen bir zat dedi ki; "Ben o kadar Kur'an okuduğum halde bu manayı Kur'an'da bulamadım. Oysa ki ben biliyorum ki Ku-an'da şu ayet vardır; "Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın." (En’am; 59)
Kur'an'ı Kerim’de herşey bulunur. İşte bu yüzden ben bu mana niye Kur'an'da yoktur diye merak ettim. Bir gün Peygamber Efendimiz (S.A.V)'i rüyamda gördüm. Ona; "Ya Resulullah! Böyle böyle, bu mesele bana merak oldu." dedim. O da bana; "Yusuf suresini oku." dedi. Yusuf suresini okudum. Orada şöyle geçiyordu; "Mısırdaki kadınlar; 'Züleyha kendi kölesine muhabbet besliyor' diye onu itham ettiler, kınadılar. Züleyha da onları topladı ve her birisinin eline bir elma ve bıçak verdi. Onlar elmaları soyarken, Yusuf’u da onların yanına çıkardı. Kadınlar Yusuf'un güzelliğine bakarken, ellerini kesmeye başladılar. Yusuf’la meşgul olmaktan ellerinin kesildiğini hissetmediler, hiç acı duymadılar. Ben bunu okuyunca anladım ki, mü’minin ruhu vücuttan çıkarken, Allah-u Zülcelal, onun gözlerinin önüne ahiretteki yerini, Cennet-i Ala'yı getiriyor. Mü’min de onunla meşgul olurken, ruhun çıkarken verdiği acıyı hissetmiyor.
Bir gün Hz. Ömer (R.A) Ka’b (R.A)’a “Ey Kaab, bize, biraz ölümden söz et.” deyince, Ka’b şunları söylemiştir; “Ölüm, insan oğlunun içine sokulmuş bir diken ağacına benzer. Bu ağacın her dikenli ucu, adamın damarlarından birine batmıştır. Bir süre sonra çok kuvvetli bir insanın o ağacı geri çektiğini düşün! Ağaç geri çekilince kopardığını koparır ve bıraktığını da bırakır.”
Ey nefsim!
Akıllı olan bir kimse gibi, ölüm anının dehşetini göz önüne getir ve onu iyice düşün. Dünyayla sarhoş olan bir kişinin yapacağı şekilde bu anlatılanları sanki duymamış, okumamış gibi olma.
Ey Nefsim!
Eğer sen dünya muhabetiyle, keyf-u sefasıyla sarhoş değilsen ve aklın yerindeyse bu ikisinden kendine faydalı ve selametli olanını seç. Eğer ruhunun yağdan kıl çekilir gibi alınmasını ve ölürken Cennet'teki yerini görmek istiyorsan, söylediğimiz programa uy ve Allah'a itaat et ! Tabii ki sen, canının kolay alınmasını ve ölürken cennetteki yerini görmek istersin değil mi? Öyleyse: Ey Nefsim! Birbirimize söz verelim, birbirimizi aldatmayalım, bu kadar gaflet yeter... Bu ömrümüz, senin elinde hep boşa sarfoldu. Sen bana ne kadar yaramaz bir arkadaşlık yaptın. Ben hep senin istediğin gibi davrandım. Şimdi tevbe edelim, Allah'a yönelelim, ömrümüzü boşa sarfetmeyelim. Şimdi; Mademki önümüzde böyle tehlikeler vardır, ben de senin dediğine uyuyorum. Sana teslim oldum de, bir daha yanlış yapmamaya söz ver..."
Allah-u Zülcelal şöyle buyurmuştur: "Sonra onu öldürür ve kabre koyar." (Abese; 21)
Ey Nefsim!
Düşün ki sen öldün. Şimdi kabre girmek zamanı geldi. Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Kabir ya cennet köşklerinden bir köşktür ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizi, Beyhaki)
Hz. Peygamber (S.A.V) diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur : “Mü’min genişleyen ve aydınlanan kabrinde yeşil bir bahçede olur. Kafir ise, daralan ve kararan kabrinde yılan ve akreplerin hücumuna uğrar. Bu yılan ve akrepler, kıyamete kadar onu ısırıp zehirlerler.” (İbn-i Hıbban)
Bildirildiğine göre Abdullah b. Ömer (R.A) şöyle demiştir; "Mü’min kul mezara konulunca, kabri yetmiş arşın uzunluğunda genişleyiverir. Üzerine reyhan kokuları saçılır, ipekli elbiselere büründürülür. Eğer dünyadayken, birazcık bile olsun Kur'an okumuş ise, onun aydınlığı kendisine yeter. Yok eğer hiç Kur'an okumamış ise, güneş gibi parlak bir nurla kabri aydınlatılıverilir. Onun kabrindeki hayatı taze bir gelinin hayatı gibi olur. Rahat uykusundan kendisini sadece aile fertleri uyandırır. Yatağından kalkınca da uykusuna doymamış gibi mahmurdur.Buna karşılık kafir kulun kabri öylesine dar olur ki, içinde kaburga kemikleri karnına geçer. Ayrıca üzerine deve boynu iriliğinde, yılanlar salınır, yılanlar kemiklerini çırılçıplak hale getirinceye kadar, vücudundaki etlerin tümünü yiyip bitirirler. Arkasından yanına kör, sağır ve dilsiz azap melekleri gönderilir. Bu azap meleklerinin yanında demir to-puzlar vardır, bu topuzlarla onu dövmeye koyulurlar. Döverken feryadını duymazlar ki haline acısınlar! Kendisini görmezler ki, ona merhamet etsinler!
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Elbette hepsi huzurumuza getirileceklerdir." (Yasin; 32) Bu ayet-i kerime kıyametin kopmasının ve dünyaya dönüşün mümkün olmamasının ardından herkesin mahşerde toplanacağını beyan etmektedir. Gerçekten öldüktan sonra tekrar dirilme, mahşerde toplanma, hesap ve bunun sonucuna göre muamele olmasaydı, ölüm, insan için bir rahatlık olurdu. Lakin, herkes yeniden diriltilecek ve hesaba çekilecektir. Bu hesap sonucunda Allah'a kulluk edenler iltifata mahzar olurken, Allah'a kulluk etmeyenler, kafiler ve münafıklar horlanacaktır. Bugün pişmanlık duymayan kullar için, orası pişmanlık duyulacak yerdir.
Kıyamet ve mahşer günü hesap sorma günüdür. İnsanları yaratan ve onları dünya hayatında imtihana tabi tutan Allah-u Zülcelal, o gün onlardan hesap sorar. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun, biz kendilerine Peygamber gönderdiğimiz milletlerden de, onlara gönderdiğimiz Peygamberlerden de hesap soracağız. Biz bunların yaptıklarını tam bir bilgi ile onlara anla-tacağız. Çünkü biz onlardan uzak değildik. O gün amelleri tartmak gerçektir. Kimin iyi amelleri ağır gelirse o iflah olur. Kimin iyi amelleri hafif gelirse, ayetlerimize karşı işledikleri zulümden dolayı nefislerini hüsrana bırakmıştır." (A'raf; 6-7) Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Siz Rabb'inizin huzuruna vardığınızda, tercüman olmaksızın size soru soracak, siz de O'na cevap vereceksiniz." (Tirmizi)
Kıyamet gününde, ister hayır, ister şer, bütün amellerimizden hesaba çekileceğiz. O günde, ameli kötü olanlar için ayet-i kerimede buyurulduğu gibi: "Yazıklar olsun o kullara..." (Yasin; 30) denilecektir. İnsanın başına nasıl bir dert bir musibet geldiğinde: "Ah! çok kederliyim!" dediği gibi, kıyamet gününde de kafir ve münafıklar, hasret ve keder içinde böyle diyeceklerdir. Evet, o gün öyle bir gündür ki, nice büyük Peygamberler bile hayret içinde olduğu için kendi nefislerinin kurtuluşu için "nefsi, nefsi" diyecektir. Melekler halka dönecek teker teker bütün insanları çağırararak; "Ey falan oğlu falan, hesaba gel!" diyecekler.
İşte o anda kalpler çarpmaya ve vücutlar titremeye başlayacak, akıllar yerinden oynayacak, hatta bazıları hesaba çekilmeden cehenneme girmeyi tercih edecekler.
Keşke bu çirkin amellerimizle Allah-u Zülcelal'in huzuruna çıkmadan ve rezil olmadan doğrudan cehenneme gitsek, diyeceklerdir. İşte bu dehşetli gün gelmeden evvel ona hazırlanmamız lazımdır.
İnsan, sonbaharda toprağa buğday atarsa, baharda orada ne biter? Buğday biter. Çiçek ekerse, çiçek çıkar. Toprağa diken tohumu atarsa, ondan diken çıkar. İnsan dünyada ne tohum ekerse, kıyamet gününde onu biçecektir. Bu dünyada insanın kalbindeki, içindeki, ruhundaki şey görülmez, tam hakikatiyle meydana çıkmasa da zahiri âzâlar üzerinde belli olur. Fakat kıyamet gününde, tam hakikatiyle ortaya çıkacaktır.
İnsan son baharda ne tohum atarsa, baharda onu elde eder. Tohum atmayan kimseler, herkes harman zamanı buğdayını kaldırırken, tohum atmadığı için eli boş kalacaktır.
Dünyada ibadet, zikir yapmayan, Allah-u Zülcelal'in taatinde bulunmayan kimseler de sonbaharda tohum atmamış gibi olurlar. Dünyada sonbahar da tohum atmayanlar, arkadaşları buğdayını pirincini kaldırıp sevinirken nasıl pişman olup 'keşke ben de tohum atsaydım, tembellik yapmasaydım' diyorlarsa; bunun gibi bu dünyada hayır, taat ve zikir tohumu atmazsak, kıyamet gününde pişman olacağız.
Mürşidim Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bazen şu hikayeyi anlatırdı: "Eski insanlar buğdayını biçtiği zaman, geri de bazı taneler kalırdı. Fakir kadınlar ve erkeklerde onu toplardı. O zamanlar dul bir kadın ve yetişmiş birde kızı vardı. Buğdaylar biçildikten sonra o kadına: "Gidin geride kalan taneleri toplayın. Şimdi tam zamanıdır. Eğer toplamazsanız kış mevsiminde perişan olursunuz. Kızın da sana yardım etsin." dediler. Bu sözler karşısında, kadın: "Biz toplayıp ne yapacağız? Zaten ben ihtiyarım yakında öleceğim. Kızımda yetişkin olduğu için onu evlendireceğim. Dolayısıyla o tanelere ihtiyacımız yoktur." dedi. Kış geldiğinde ne ihtiyar kadın öldü, ne de nasibi olmadığı için kızı evlenebildi. Kış mevsimi geldi, hava soğudu, evde birşeyleri olmadığı için perişan oldular. Kadın sokağa çıkıp; "Buğday toplama yeri neresidir? Bana gösterin ki biraz buğday toplayayım!" deyince, ona: "Bu zaman buğday toplama zamanı değildir, her tarafı kar kaplamıştır. Onun vakti yaz mevsimindeydi." dediler.
Mürşidim Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bu olayı anlattıktan sonra şöyle derdi: "İşte bu dünyada daha vücudumuzda hayat varken, şimdi buğday toplama zamanı iken, hazırlığımızı yapalım. Kış mevsimi geldiği, kar diz boyu olduğu zaman, yani ölüpte kabre girdikten sonra pişman olacağız. Bana bir yol gösterin diyeceğiz. Ama o zaman iş işten geçmiş olacak ve amel yapma vakti bulunmayacaktır."
Şimdi amel yapma zamanı iken, elimizden geldiğince bunu değerlendirelim. Şimdi elimizde fırsat vardır. Fırsat bittikten sonra, o ihtiyar kadın gibi perişan oluruz. Allah-u Zülcelal kullarına karşı çok merhamet ve şefkat sahibidir. Fakat biz O'nun bu sabrına, keremine mağrur olup aldanıyoruz. Bir gün Şeyh Ebu Hasan, camide vaaz veriyordu. Şibli de caminin önünden geçerken onun vaaz ettiğini gördü. O diyordu ki: "Kıyamet günü Allah-u Zülcelal insana şöyle soracaktır: "Sana ömür verdim, bu ömrü nerede sarf ettin? Bu gençliği, kuvveti sana verdim, nerede sarf ettin? Günah işleyerek mi, sevap isleyerek mi yoksa boş boş gezerek mi? Sana mal verdim, bu malı nereden kazanıp nereye harcadın, ölümü duydun buna ne hazırlık yaptın?"
Şeyh Ebu Hasan'ın bu şekilde vaaz verdiğini duyan Şibli, ona şöyle dedi: "Ya Hasan! Allah'ın kullarını o kadar korkutma!" O:"Peki ne diyeyim ya Şibli?" deyince, dedi ki:
"Sen onlara Allah seninle beraberken, sen kiminle beraberdin diye sor!" Bakınız, ne büyük bir sorudur. Allah devamlı olarak seninle beraberken, sen kiminle beraberdin? Buna nasıl cevap vereceğiz? Ben dünyayla, kötü insanlarla, keyf ve sefayla beraberdim mi diyeceğiz? Allah, kendi kudret ve azametiyle bizimle beraber olup bizden hiç ayrılmıyorken, bizim başkalarıyla beraber olmamız, ne kadar büyük bir haksızlıktır. Oysa cevabımızın ne olması gerekirdi?
"Ya Rabbi! Senin bu zayıf yaramaz kulun, senin kuvvetinle, seninle beraberdir." dememiz lazımdı. O bizimle beraberken, bizim dünyayla, günahla, kötü insanlarla beraber olmamız çok ayıptır. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir." (Hadid; 4)
Sokakta, evimizde, insanların arasında, yalnızken, her an Allah-u Zülcelal bizimledir. Allah-u Zülcelal'in bize soru sorduğunu düşünelim, bize: "Gençliğini nerede sarf ettin?" dese, O'na ne cevap veririz?
"Ya Rabbi! Gençliğimi namaz kılmakla, zikir yapmakla, boş kaldığım zaman sohbetlere gitmekle, bir cami, bir ilim meclisi yapmak gibi bir hizmet olduğu zaman, onunla uğraşmakla geçiriyorum." diye cevap vermemiz lazımdır. Eğer paramız varsa, hayır yerlerine yardım ederek, fakire sadaka vererek malımızı sarf etmeliyiz. Eğer bu gibi şeyleri yapıyorsak, Allah-u Zülcelal bize hesap sorduğunda, cevabımız hazırdır, elhamdulillah. O bizi hesaba çektiğinde, eğer cevabımız yok ise o zaman perişan olacağız.
Onun için kendimizi hesap gününe hazırlayalım. Allah-u Zülcelal'in merhameti, keremi, bize sabretmesi, bizi mağrur ediyor. Yoksa eğer cenneti, cehennemi, haşir meydanını, sırat köprüsü veya mizanı, bir an bize gösterseydi, aklımız hemen başımıza gelecekti. Ama bu bir imtihandır. Allah-u Zülcelal imtihanın bitmemesi için göstermiyor. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Sen Rabbinin kerim olmasıyla mı mağrur oluyorsun?" (İnfitar; 6)
Nasıl ashab-ı kiram, Hz. Peygamber (S.A.V) ile beraber olmaya muhtaç idiler. O, dinlerini muhafaza etmek için onlara bir delil idiyse, bunun gibi zamanımıza gelinceye kadar da sadat-ı kiram da bizim için delildirler. Mevlana Halid-i Bağdadi bir nasihatlarında şöyle buyurmuştur: "En mühim vasiyyetim şudur ki; ölümü, ahiret hallerini ve ni'metlerin hakiki sahibini unutmayınız. Elden geldiği kadar Peygamberlerin Efendisinin (S.A.V) sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız.
Evliyanın kalpleri, ilahi nurların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Allah-u Zülcelal de hoşnuttur. Onların kalplerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur. Allah dostlarının dokunaklı sözlerini ilaç gibi bilmelidir. Bizim yolumuz, islam dinine ittiba' yoludur. Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır. Bütün gayretle sünnetin yayılmasına ve bid'atlerin yok edilmesine çalışmalı, müslümanların, ehl-i sünnet alimlerinin bildirdikleri doğru itikad üzere olmalarına uğraşmalıdır. İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allah-u Zülcelal'in beğendiği, Resulullah'ın sevdiği ve büyük Evliyanın özendiği bir ahlaktır." Evet, Allah dostlarıyla beraber olmak, Allah-u Zülcelal'in muhabbetini, rızasını kazanmaya, bizim için çok büyük bir delildir. Sadat-ı kiramın yanında olmadığımız, evlerimizde olduğumuz zaman da haftada en az bir gün, arkadaşlarla beraber toplanıp sadat'ın sohbetlerini, menkıbelerini, hadis ve fıkıh okuyarak, Allah-u Zülcelal'in rızasını aramamız lazımdır.
Allah-u Zülcelal, devamlı bizimle beraberdir. Her ne kadar, biz O'ndan gafil olsak da, yine de O bizi, rızasını ararken görsün. Sohbetlere giderken, Allah'ın rızasının yolunu bilmek için kitap okurken, Allah bizi rızasını ararken görecektir. İmanın icapları vardır. İman Allah'a, Peygamber'e, kıyamet gününe, haşre, sırata, cennet ve cehenneme inanmaktır. İmanımızla bunları tasdik ediyoruz. İmanın şartlarına inanıyorsak, bunların icaplarını yerine getirmeliyiz.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Elbette hepsi huzurumuza getirileceklerdir." (Yasin; 32) Bu ayet-i kerime kıyametin kopmasının ve dünyaya dönüşün mümkün olmamasının ardından herkesin mahşerde toplanacağını beyan etmektedir. Gerçekten öldüktan sonra tekrar dirilme, mahşerde toplanma, hesap ve bunun sonucuna göre muamele olmasaydı, ölüm, insan için bir rahatlık olurdu. Lakin, herkes yeniden diriltilecek ve hesaba çekilecektir. Bu hesap sonucunda Allah'a kulluk edenler iltifata mahzar olurken, Allah'a kulluk etmeyenler, kafiler ve münafıklar horlanacaktır. Bugün pişmanlık duymayan kullar için, orası pişmanlık duyulacak yerdir.
Kıyamet ve mahşer günü hesap sorma günüdür. İnsanları yaratan ve onları dünya hayatında imtihana tabi tutan Allah-u Zülcelal, o gün onlardan hesap sorar. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun, biz kendilerine Peygamber gönderdiğimiz milletlerden de, onlara gönderdiğimiz Peygamberlerden de hesap soracağız. Biz bunların yaptıklarını tam bir bilgi ile onlara anla-tacağız. Çünkü biz onlardan uzak değildik. O gün amelleri tartmak gerçektir. Kimin iyi amelleri ağır gelirse o iflah olur. Kimin iyi amelleri hafif gelirse, ayetlerimize karşı işledikleri zulümden dolayı nefislerini hüsrana bırakmıştır." (A'raf; 6-7) Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Siz Rabb'inizin huzuruna vardığınızda, tercüman olmaksızın size soru soracak, siz de O'na cevap vereceksiniz." (Tirmizi)
Kıyamet gününde, ister hayır, ister şer, bütün amellerimizden hesaba çekileceğiz. O günde, ameli kötü olanlar için ayet-i kerimede buyurulduğu gibi: "Yazıklar olsun o kullara..." (Yasin; 30) denilecektir. İnsanın başına nasıl bir dert bir musibet geldiğinde: "Ah! çok kederliyim!" dediği gibi, kıyamet gününde de kafir ve münafıklar, hasret ve keder içinde böyle diyeceklerdir. Evet, o gün öyle bir gündür ki, nice büyük Peygamberler bile hayret içinde olduğu için kendi nefislerinin kurtuluşu için "nefsi, nefsi" diyecektir. Melekler halka dönecek teker teker bütün insanları çağırararak; "Ey falan oğlu falan, hesaba gel!" diyecekler.
İşte o anda kalpler çarpmaya ve vücutlar titremeye başlayacak, akıllar yerinden oynayacak, hatta bazıları hesaba çekilmeden cehenneme girmeyi tercih edecekler.
Keşke bu çirkin amellerimizle Allah-u Zülcelal'in huzuruna çıkmadan ve rezil olmadan doğrudan cehenneme gitsek, diyeceklerdir. İşte bu dehşetli gün gelmeden evvel ona hazırlanmamız lazımdır.
İnsan, sonbaharda toprağa buğday atarsa, baharda orada ne biter? Buğday biter. Çiçek ekerse, çiçek çıkar. Toprağa diken tohumu atarsa, ondan diken çıkar. İnsan dünyada ne tohum ekerse, kıyamet gününde onu biçecektir. Bu dünyada insanın kalbindeki, içindeki, ruhundaki şey görülmez, tam hakikatiyle meydana çıkmasa da zahiri âzâlar üzerinde belli olur. Fakat kıyamet gününde, tam hakikatiyle ortaya çıkacaktır.
İnsan son baharda ne tohum atarsa, baharda onu elde eder. Tohum atmayan kimseler, herkes harman zamanı buğdayını kaldırırken, tohum atmadığı için eli boş kalacaktır.
Dünyada ibadet, zikir yapmayan, Allah-u Zülcelal'in taatinde bulunmayan kimseler de sonbaharda tohum atmamış gibi olurlar. Dünyada sonbahar da tohum atmayanlar, arkadaşları buğdayını pirincini kaldırıp sevinirken nasıl pişman olup 'keşke ben de tohum atsaydım, tembellik yapmasaydım' diyorlarsa; bunun gibi bu dünyada hayır, taat ve zikir tohumu atmazsak, kıyamet gününde pişman olacağız.
Mürşidim Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bazen şu hikayeyi anlatırdı: "Eski insanlar buğdayını biçtiği zaman, geri de bazı taneler kalırdı. Fakir kadınlar ve erkeklerde onu toplardı. O zamanlar dul bir kadın ve yetişmiş birde kızı vardı. Buğdaylar biçildikten sonra o kadına: "Gidin geride kalan taneleri toplayın. Şimdi tam zamanıdır. Eğer toplamazsanız kış mevsiminde perişan olursunuz. Kızın da sana yardım etsin." dediler. Bu sözler karşısında, kadın: "Biz toplayıp ne yapacağız? Zaten ben ihtiyarım yakında öleceğim. Kızımda yetişkin olduğu için onu evlendireceğim. Dolayısıyla o tanelere ihtiyacımız yoktur." dedi. Kış geldiğinde ne ihtiyar kadın öldü, ne de nasibi olmadığı için kızı evlenebildi. Kış mevsimi geldi, hava soğudu, evde birşeyleri olmadığı için perişan oldular. Kadın sokağa çıkıp; "Buğday toplama yeri neresidir? Bana gösterin ki biraz buğday toplayayım!" deyince, ona: "Bu zaman buğday toplama zamanı değildir, her tarafı kar kaplamıştır. Onun vakti yaz mevsimindeydi." dediler.
Mürşidim Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bu olayı anlattıktan sonra şöyle derdi: "İşte bu dünyada daha vücudumuzda hayat varken, şimdi buğday toplama zamanı iken, hazırlığımızı yapalım. Kış mevsimi geldiği, kar diz boyu olduğu zaman, yani ölüpte kabre girdikten sonra pişman olacağız. Bana bir yol gösterin diyeceğiz. Ama o zaman iş işten geçmiş olacak ve amel yapma vakti bulunmayacaktır."
Şimdi amel yapma zamanı iken, elimizden geldiğince bunu değerlendirelim. Şimdi elimizde fırsat vardır. Fırsat bittikten sonra, o ihtiyar kadın gibi perişan oluruz. Allah-u Zülcelal kullarına karşı çok merhamet ve şefkat sahibidir. Fakat biz O'nun bu sabrına, keremine mağrur olup aldanıyoruz. Bir gün Şeyh Ebu Hasan, camide vaaz veriyordu. Şibli de caminin önünden geçerken onun vaaz ettiğini gördü. O diyordu ki: "Kıyamet günü Allah-u Zülcelal insana şöyle soracaktır: "Sana ömür verdim, bu ömrü nerede sarf ettin? Bu gençliği, kuvveti sana verdim, nerede sarf ettin? Günah işleyerek mi, sevap isleyerek mi yoksa boş boş gezerek mi? Sana mal verdim, bu malı nereden kazanıp nereye harcadın, ölümü duydun buna ne hazırlık yaptın?"
Şeyh Ebu Hasan'ın bu şekilde vaaz verdiğini duyan Şibli, ona şöyle dedi: "Ya Hasan! Allah'ın kullarını o kadar korkutma!" O:"Peki ne diyeyim ya Şibli?" deyince, dedi ki:
"Sen onlara Allah seninle beraberken, sen kiminle beraberdin diye sor!" Bakınız, ne büyük bir sorudur. Allah devamlı olarak seninle beraberken, sen kiminle beraberdin? Buna nasıl cevap vereceğiz? Ben dünyayla, kötü insanlarla, keyf ve sefayla beraberdim mi diyeceğiz? Allah, kendi kudret ve azametiyle bizimle beraber olup bizden hiç ayrılmıyorken, bizim başkalarıyla beraber olmamız, ne kadar büyük bir haksızlıktır. Oysa cevabımızın ne olması gerekirdi?
"Ya Rabbi! Senin bu zayıf yaramaz kulun, senin kuvvetinle, seninle beraberdir." dememiz lazımdı. O bizimle beraberken, bizim dünyayla, günahla, kötü insanlarla beraber olmamız çok ayıptır. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir." (Hadid; 4)
Sokakta, evimizde, insanların arasında, yalnızken, her an Allah-u Zülcelal bizimledir. Allah-u Zülcelal'in bize soru sorduğunu düşünelim, bize: "Gençliğini nerede sarf ettin?" dese, O'na ne cevap veririz?
"Ya Rabbi! Gençliğimi namaz kılmakla, zikir yapmakla, boş kaldığım zaman sohbetlere gitmekle, bir cami, bir ilim meclisi yapmak gibi bir hizmet olduğu zaman, onunla uğraşmakla geçiriyorum." diye cevap vermemiz lazımdır. Eğer paramız varsa, hayır yerlerine yardım ederek, fakire sadaka vererek malımızı sarf etmeliyiz. Eğer bu gibi şeyleri yapıyorsak, Allah-u Zülcelal bize hesap sorduğunda, cevabımız hazırdır, elhamdulillah. O bizi hesaba çektiğinde, eğer cevabımız yok ise o zaman perişan olacağız.
Onun için kendimizi hesap gününe hazırlayalım. Allah-u Zülcelal'in merhameti, keremi, bize sabretmesi, bizi mağrur ediyor. Yoksa eğer cenneti, cehennemi, haşir meydanını, sırat köprüsü veya mizanı, bir an bize gösterseydi, aklımız hemen başımıza gelecekti. Ama bu bir imtihandır. Allah-u Zülcelal imtihanın bitmemesi için göstermiyor. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Sen Rabbinin kerim olmasıyla mı mağrur oluyorsun?" (İnfitar; 6)
Nasıl ashab-ı kiram, Hz. Peygamber (S.A.V) ile beraber olmaya muhtaç idiler. O, dinlerini muhafaza etmek için onlara bir delil idiyse, bunun gibi zamanımıza gelinceye kadar da sadat-ı kiram da bizim için delildirler. Mevlana Halid-i Bağdadi bir nasihatlarında şöyle buyurmuştur: "En mühim vasiyyetim şudur ki; ölümü, ahiret hallerini ve ni'metlerin hakiki sahibini unutmayınız. Elden geldiği kadar Peygamberlerin Efendisinin (S.A.V) sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız.
Evliyanın kalpleri, ilahi nurların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Allah-u Zülcelal de hoşnuttur. Onların kalplerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur. Allah dostlarının dokunaklı sözlerini ilaç gibi bilmelidir. Bizim yolumuz, islam dinine ittiba' yoludur. Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır. Bütün gayretle sünnetin yayılmasına ve bid'atlerin yok edilmesine çalışmalı, müslümanların, ehl-i sünnet alimlerinin bildirdikleri doğru itikad üzere olmalarına uğraşmalıdır. İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allah-u Zülcelal'in beğendiği, Resulullah'ın sevdiği ve büyük Evliyanın özendiği bir ahlaktır." Evet, Allah dostlarıyla beraber olmak, Allah-u Zülcelal'in muhabbetini, rızasını kazanmaya, bizim için çok büyük bir delildir. Sadat-ı kiramın yanında olmadığımız, evlerimizde olduğumuz zaman da haftada en az bir gün, arkadaşlarla beraber toplanıp sadat'ın sohbetlerini, menkıbelerini, hadis ve fıkıh okuyarak, Allah-u Zülcelal'in rızasını aramamız lazımdır.
Allah-u Zülcelal, devamlı bizimle beraberdir. Her ne kadar, biz O'ndan gafil olsak da, yine de O bizi, rızasını ararken görsün. Sohbetlere giderken, Allah'ın rızasının yolunu bilmek için kitap okurken, Allah bizi rızasını ararken görecektir. İmanın icapları vardır. İman Allah'a, Peygamber'e, kıyamet gününe, haşre, sırata, cennet ve cehenneme inanmaktır. İmanımızla bunları tasdik ediyoruz. İmanın şartlarına inanıyorsak, bunların icaplarını yerine getirmeliyiz.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KİBİRİ TEDAVİ ETMENİN YOLU
İnsan, kendisinde bulunan kibri, ancak onu yok edecek ilaçları kullanıp tedavi olmak suretiyle yok edebilir. Bunun yolu da, kibri kalpten kökünden söküp atmaktır. Bunun ilacı da ilim ve ameldir. İnsan, ancak bu ilaçları kullanarak tedavi olabilir.
İlim, insanın kendisini ve Rabbini tanımasına vesile olur. İnsan kendisini bildiği zaman, her şeyden daha aşağı ve herşeyden mahrum olduğunu anlar.
Bunu anlayan kimse de tevazu ehli olur. Rabbini bildiği zaman da kibir ve azametin, yalnız O'nun şanı olduğunu idrak eder. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede;
“İnsan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir.” (Yasin; 77) buyurmuştur. Bunu bilen bir kimse, daha nasıl kibirlenebilir ki?
Kibrin tedavi edilmesinin bir yolu da ameldir. Bu da Allah için bütün insanlara tevazu göstermektir. Bunun yolu da, ancak Peygamber Efendimiz (sav)'e, ashab-ı kiram ve saadatın ahlakına, denizden bir damla da olsa ittiba ve taklit etmekle mümkündür.
Kibiri tedavi etmenin diğer bir yolu da yukarıda kibire sebep olan şeyler diye saydığımız sebepleri terketmektir.
Bunlardan birincisi; asaletle övünmektir. Asâleti ile kibirlenen kimse iki şeyi bilmekle kendisini tedavi edebilir:
1. Başkasının kemali ile öğünmek, büyük bir cehalettir.
2. Hakiki asaleti bilmektir. Bunun ise başı meni, sonu topraktır.
İkincisi; güzellikle övünmektir. Bunun çaresi de, hayvan gibi dış görünüşe değil, aklı başında olan bir insan gibi kalbine, ruhuna, sırrına bakmaktır. İnsan maneviyatına yöneldiği zaman, güzelliği ile övünmesini engelleyecek birçok çirkin sıfatları görür ve kendisinde bulunan kibrin yanlış olduğunu anlar. Bunları düşünüp muhasebe eden kimse, güzelliği ile nasıl övünebilir ki?
Üçüncüsü; kuvvet ve kudretine güvenerek kibirlenmektir. Halbuki insan hastalıklara dayanamadığını, bir sinekle başa çıkamayacağını, bir dikenin vücuduna batmasıyla nasıl aciz kaldığını düşünse, kuvvet ve kudreti ile kibirlenmenin ne kadar da boş olduğunu anlar ve bu kibrinden vazgeçer.
Dördüncüsü; servet, aile efradı ve etrafında bulunan adamların çokluğu ile kibirlenmektir. Bu, kibrin en çirkin olanıdır. Çünkü, bu mal ve servet kendisinin değildir. Kendisi bunların sadece çobanıdır. Allah-u Zülcelal tüm bunları nasıl vermişse, öyle de geri alabilir. İnsanın yanında emanet bulunan bir şeyle kibirlenmesi de ahmaklıktır.
Beşincisi; ilim ile kibirlenmektir. İlim ile kibirlenmek, afetlerin en büyüğüdür. Hastalıkların en ağırı ve tedaviyi en zor kabul edenidir. Bunu tedavi edebilmek için çok büyük gayret göstermek lazımdır.
Alim bir kimse, cahillere baktığı zaman, kendisini onlardan üstün görmekten alıkoyamaz. Alim ancak şu iki şeyi bilmekle kendisini kibre düşmekten koruyabilir.
1-Allah-u Zülcelal'in katında âlimin sorumluluğu daha fazladır. Çünkü, bir günahı bilerek işleyen bir kimse ile onun günah olduğunu bilmeden yapan kimse elbette bir değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde;
“Kıyamet gününde bir âlim getirilir ve cehenneme atılır. (Onun) bağırsakları dökülür. Su çeken merkep gibi onların etrafında döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır ve:
‘Bu halin nedir?’ diye sorarlar. O da şöyle cevap verir:
‘Ben dünyada iken hayrı, emreder kendim yapmazdım; kötülükten men'eder kendim yapardım; işte cezamı çekiyorum.” (Buhari, Ebu Usame) buyurmuştur.
İşte, âlim olan kimseye, bu tehlike yeter de artar bile. Bir âlim herhangi bir cahilden kendisini üstün görüp kibirlense, bu tehlikeyi düşünüp, hemen o kibri terketmelidir.
Âlim olan kişi, zahiri ve manevi kusurlarını düşünüp Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerindeki kusurlarını hatırlar ve kendisini bekleyen tehlikeleri düşünürse, muhakkak kendisini esir eden kibrinden vazgeçer.
2- Kibir, ancak Allah-u Zülcelal'e mahsustur. Alim olan kişi bunu bilir ve kibir yaptığı zaman, Allah-u Zülcelal'in kendisine ga-zaplanacağını, ancak tevazu ehli olmakla Allah'ı razı edebileceğini bilmelidir.
Allah-u Zülcelal’e karşı kibir yapanın hali perişanlık olur. İşte bunları bilen alim, nefsini kibir yapmamak için zorlar ve böylelikle kalbinden kibir hastalığı çıkar.
Bir kimse son nefesinde akibetinin ne olacağını düşünür ve nasıl bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu idrak ederse, değil bir fasığa, bir kâfire karşı dahi kibirlenmesi mümkün değildir.
Demek ki, insanın görevi, kim olursa olsun, hiç kimseye kibir yapmamaktır. İnsan bir cahil gördüğü zaman;
“Bu adam cahil olduğu için günah işliyor olabilir; bense bilerek günah işliyorum. Bunun mazereti vardır, benim hiçbir bahanem yok” demelidir. Bir alim gördüğünde;
“Bu benim bilmediklerimi biliyor. Ben buna nasıl emsal olabilirim.” demelidir.
Yaşlı birini gördüğünde:
“Bu kişi benden daha fazla Allah-u Zülcelal'e ibadet etmiştir.” Kendisinden küçük birisini gördüğü zamanda;
“Bunun günahı benden daha azdır” demelidir.
Bütün bunlara bakarak, herkese düşen görev, kendi akibeti için nefsini ıslah etmek ve kalbini Allah-u Zülcelal'e karşı düzeltmekle meşgul olmaktır. Kendisi tehlikede olduğu halde, başkasına acıyan kimse, büyük bir yalancıdır.
Altıncısı ise; ibadet ve vera ile kibirlenmektir. Bu da insan için çok büyük bir tehlike olabilir. Bundan kurtulmanın çaresi, bütün insanlara karşı tevazuuyu kalbine yerleştirmeye çalışmak, ben bu kadar ibadet yapıyorum, şu kadar zikir yapıyorum, onlar yapmadı ama benim bu yaptıklarımı Allah-u Zülcelal kabul etmemiş olabilir, diye insan düşünmekdir.
Netice olarak, akibetini bilmeyen ve kötü kimselerden olabileceği ihtimalini düşünen kimsenin kibirlenmesi mümkün değildir. Bir kimse de bu korku hakim olduğu sürece, herkesi kendinden üstün görmeye başlar. Bu da en faziletli ve doğru olandır.
İşte kibri kalpten söküp atacak çareler bunlardır.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
ALLAH KORKUSU
“Ey akıl sahipleri! Allah’tan korkun ki iflah olasınız.” (Maide; 100)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah korkusu akıl ve hikmetin başıdır.” (Beyhaki)
Şiblî, bu hadis-i şerifi; “Allah korkusu, insana (olup bitenlerden) ibret alma kapısını açar.” diye açıklamıştır.
Allah-u Zülcelal’den korkan kimsenin kalbi kötü duygulardan arınır. Böyle kimsenin Allah-u Zülcelal’i tanıması ve O’na sevgisi artar. Korkunun ümitten fazla olması gerekir. Çünkü ümit fazla olduğu zaman, onun fazlalığı ölçüsünde kalpte ve duygularda bozulma ve çürüme meydana gelir.
Hasan-ı Basri’ye; “Bizi korkutuyorsun, seni dinlerken kalplerimiz yerinden fırlıyor.” demişler. Hasan-ı Basri buna karşılık şöyle cevap vermiştir:
“Allah’a yemin ederim, sizin için dünyada korkup ahirette emniyet kazanmak, dünyada emniyet duyup ahirette korkmaktan daha çok iyidir.”
Mü’min sadece günahlarından dolayı korkmaz. O aynı zamanda amellerinin kabul edilmemesinden de korkar. Allah-u Zülcelal korkan kullarını şöyle tarif etmiştir:
“Onlar Rabblerine döneceklerini bildikleri için Salih amelleri de kalpleri titreyerek işlerler.” (Mü’minun; 60)
Günahlarına rağmen emin olanların kötülenmesi, korkunun lüzum ve faziletini gösterir. İnsan yaptığı işin kontrolden geçirileceğini bilir veya buna inanırsa, onu dikkat ve korku ile yapar. Ona bakılmayacağını düşündüğü taktirde ise, onu rastgele yapar ve bir kenara atar. Onun için, Malik b. Dinar şöyle demiştir:
“İnsan kendi üzerinde korku ve ümit alametini görünce sağlam bir ölçüye tutunmuş olur. Korkunun alameti, Allah’ın yasaklarından kaçınmak, ümidin alameti de Allah’ın emirlerini yerine getirmektir.”
Ümit ile korkuyu anlatan Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)’in şu sözü hepimiz için ders olmalıdır:
“Eğer gökten gelen bir ses; ‘Bir kişiden başka herkes cehenneme gidecek.’ dese, ben o kişi olacağımı ümit edeceğim. Ve eğer bu ses; ‘Bir kişiden başka herkes cennete gidecek.’ dese, ben o kişi olduğumdan korkacağım.”
Ölüm anında ise hüsn-ü zan ve ümit efdaldir. Çünkü korku amel için gereklidir. Ölüm anı ise amelin bittiği andır. Bu anda fazla ümit etmek, Allah-u Zülcelal’i daha çok sevmeye vesile olur. Çünkü iyiliği ümit eden sevilir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.