Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar
Meşveret
“Bir bilene sor! İki bilgi, bir bilgiden hayırlıdır.”
Meşveret, verilecek kararların isabetli olarak verilebilmesinin ilk şartıdır. Bir mesele hakkında iyiden iyiye düşünülmeden, başkalarının fikir ve tenkitlerine arzedilmeden verilen kararlar, çok defa hüsran ve hezimetle neticelenir. Düşüncelerinde kapalı, başkalarının fikrine hürmet etmeyen “kendi kendine” birinin, üstün bir fıtrat, hatta dâhi de olsa, her düşüncesini meşverete arzeden bir diğer insana göre daha çok yanıldığı görülür.
* * *
En akıllı insan, meşverete en çok saygılı ve başkalarının fikirlerinden en çok istifade eden insandır. Yapacağı işlerde kendi düşünceleriyle iktifa eden ve hatta onları başkalarına da kabul ettirmeye zorlayan ham ruhlar, etraflarından hep nefret ve istiskal görürler.
* * *
Güzel neticelerin elde edilmesinin ilk şartı meşveret olduğu gibi, kötü âkıbet ve hezimetlerden korunmanın ehemmiyetli bir vesilesi de, dostların yüksek fikirlerinden istifadeyi ihmal etmemektir.
* * *
Bir işe başlamadan önce gerekli olan her danışma yapılıp tedbirde kusur edilmemelidir ki, sonra etrafı suçlama ve kaderi tenkit etme gibi, musibeti ikileştiren yanlış yollara gidilmesin. Evet, bir şeye azmetmeden evvel, âkıbet güzelce düşünülmez ve tecrübe sahipleriyle görüşülmezse, neticede hayal kırıklığı ve nedâmet kaçınılmaz olur.
* * *
Önü arkası iyice düşünülmeden içine girilmiş nice işler vardır ki, bir adım ileriye götürülememiş olmaktan başka, o işe teşebbüs edenlerin itibarlarını yitirmeleriyle sonuçlanmıştır. Evet, aklına esen şeyleri yapmaya kalkan birisi, bu kabil yanlış yollarla içine düşeceği inkisarlardan dolayı, yapabileceği şeylerde de er-geç ümitsizliğe dûçar olur.
* * *
İnsan, kapamasından âciz olacağı kapıları kat’iyen açmamalıdır. Yoksa, açılan menfezlerden içeriye sızan şerler, gulyabanîler, hem başkalarını telef eder, hem de onun haysiyetini beraber alır götürürler. Ukalâlık edip de, kimseye danışmadan bir kısım sevdalara tutulmuş nice kimseler vardır ki, uyardıkları kobralar tarafından hem sokulmuş, hem de safdışı edilmişlerdir. Keşke, safdışı edilenler sadece kendileri olsaydı..!
Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar
Hak
Haklı, sevimli ve makbuldür, mağlup olsa da; haksız, menfur ve sevimsizdir, galip gelse de...
* * *
Hak, zâtında güzel, haklı da şirindir. Haklı, çamura düşse de pak ve nezih; haksız, miskle yıkansa da nâpak ve kerihtir...
* * *
Renk ve şekil değişse de öz değişmez.. nam, unvan değişse de zât değişmez. İnsanları en çok aldatan da, renk-şekil, nam ve unvan değişiklikleri olmuştur.
* * *
Zayıfı ezen, galip de olsa mağlup; haklı, mağlup da olsa galiptir.
Hak ve Adalet
Adalet, en güçlü (görünen) mekanize birliklerden daha güçlüdür.
* * *
Hak, tepene inen bir kılıç da olsa, boynunu ona uzatmaktan çekinme..!
* * *
Hak, anlatanla anlayanı, temsil edenle alâka duyanı bulunca kanatlanır.
* * *
Adalet, her yerde geçerli olan bir sermayedir.
* * *
Adalet, Allah’a yakın olma yollarındandır ama, nedense insanların çoğu ondan uzak kalmayı tercih etmektedir.
* * *
İslâm’ın surları hak, kapısı adalet, içi de saadettir.
* * *
Adaletin hükümfermâ olduğu harabeler saraylardan daha değerli, zulmün hay-huyuna boğulmuş saraylar, harabelerden daha perişandır.
* * *
Öteler hakkında yakînin kuvvetli olması, hak ve adalet düşüncesinin de kuvvetli ve sağlam olması demektir.
* * *
Hakla çarpışan, er-geç yenik düşer.
* * *
Başkalarını ezerken, seni ezebilecek bir gücün bulunduğunu da kat’iyen hatırdan çıkarma!
Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar
Hayır ve Şer
Hayır işlemek, din ve hikmet nazarında vazife, vicdan nazarında da takdire değer bir davranıştır. Hayır işlememek ise, dinde günah, hikmet nazarında ahlâkî seviyesizlik, vicdan nazarında da lâubâliliktir. Hayır, bazen faydasız, hatta bir ölçüde zararlı da olabilir ama, kat’iyen şer olmaz. Şer ise, tamamen bunun aksidir...
Cumhuriyet
Cumhuriyet, halkın seçme ve meşveret hakkı olan idare demektir ve onu kusursuz olarak ilk tâlim eden kitap da Kur’ân-ı Kerîm’dir. Cumhurî idareyi Kur’ân’a zıt göstermek, maksatlı değilse, tamamen bir bilgisizlik eseri; cumhuriyete taraftar olup da, onun kaynağını görmezlikten gelmek ise, inattan başka bir şey değildir.
* * *
Peygamber (s.a.s), krallık iddiasında bulunmadığı gibi, O’nun gözde ve güzide halifeleri de, kendilerine melik ve sultan dedirtmediler. Krallık, İslâm ruhundan uzaklaşmakla ortaya çıktı ve uzaklaşma ölçüsünde de zulüm ve istibdat vasıtası oldu.
* * *
Hakikî hürriyet ve adalet anlayışına dayanan cumhuriyet, yüksek ve emniyetli bir idare şekli olmasının yanında, fevkalâde nazik bir sistemdir. Ona, bilhassa bu yanı da görülüp gözetilerek sahip çıkılmazsa, bağrında ilhad ve anarşinin çimlenip gelişmesi kaçınılmaz olabilir.
* * *
Hakikî cumhuriyet, yükselmiş ruhların idare şekli ve insan şerefine de en uygun olanıdır. Henüz olgunluğa erememiş veya insânî kemâlât yollarını sezememiş ham ruhlar için ise o, çölde bir serap ve içinde barınma imkânı olmayan iğreti bir çardak gibidir.
* * *
Cumhuriyet, hürriyetin anası veya mürebbîsi mesabesindedir. Hürriyet âşıkı nesilleri o besler, o büyütür. O besler, o büyütür ama, cumhuriyet, kat’iyen bir “serseri hürriyet” idaresi de değil; bir fazilet ve ahlâk hürriyeti hükümetidir.
* * *
Cumhuriyet, insanı yükselten değerlerle insanın yükselmesine zemin hazırlar; sonra da onu, yüksek ahlâkı ve uyanık vicdanıyla başbaşa bırakır. Bundan böyle artık her fert, evinde ve işinde bir irade insanı olarak hep iyiyi ve fazileti düşünür ve yüksek insânî değerleri takip eder.
* * *
Ruh, özündeki hürriyet arzusuyla, üzerinde herhangi bir hakim güç istemez. Dolayısıyla da, düşünce, davranış ve beyanlarına konacak sınırlandırmaları reaksiyonlarla karşılar. Bu itibarladır ki, cumhuriyete sahip çıkanlar, bir taraftan fertlere geniş hak ve hürriyetler tanırken, diğer taraftan da, onları ahlâk, fazilet, düşünce ve irade insanı olmaya yükseltmelidirler.
* * *
Dinî duygu ve dinî düşüncenin korunup kollanması, cumhuriyetin gereği ve onun lâzımıdır. Bu itibarla da, böyle bir idarede insanları dinî duygu ve dinî düşüncelerinden ötürü tahkir etmek, onlara tecavüz edip onları karalamak, dolayısıyla cumhuriyeti tahkir ve cumhuriyete tecavüz demektir.
* * *
Cumhuriyet, onu tam duyup hisseden, düşünüp kavrayan insanlara muhtaçtır. Onun meclisi, hikmet adamları ve düşünürler meclisi gibi vakur, icraatı da, kılı kırk yaran mahkemeler gibi hakperest ve adaletli olmalıdır.
Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar
Siyaset
Siyaset, halkı ve Hakk’ı hoşnut etme çizgisinde bir sevk u idare san’atıdır. Hükümetler, halkı, güç ve iktidarlarıyla şerlerden, adaletleriyle de zulümlerden korudukları ölçüde siyasette başarılı sayılır ve istikbal vadedici olurlar. Aksine, ikbal mumları hemen söner; sonra da yıkılır gider ve arkalarında küfürlerle, lânetlerle seslendirilen bir hercümerç bırakırlar.
* * *
Öteden beri kitleleri, zeki, bilgili, büyük aksiyon adamı siyasîler idare etmişlerdir. Onları da –iyisi ve kötüsüyle– kendi içlerindeki akıllı ve görgülü insanlar. Bizim cihan hakimiyetimiz de, böyle bir kadroya sahip olduğumuz dönemlere rastlar...
* * *
İyi bir idareci ve siyasî için şu hususlar çok önemlidir: Hak düşüncesi, hukukun üstünlüğü, vazife şuuru, kaba ve ağır işlerde sorumluluk anlayışı, ince ve nazik işlerde de maharet ve ehliyet.
* * *
Hükümet, adalet ve asayiş demektir. Bunların bulunmadığı bir yerde hükümetin varlığından söz edilemez. Hükümet bir değirmene benzetilecek olursa, çıkardığı un, nizam, huzur ve emniyettir. Bunları çıkarmayan bir değirmen ise, kuru bir gürültüden ibarettir ve hep hava öğütür.
* * *
Bir hükümetin milletine “Benim milletim” demesinden ziyade, bir milletin başındaki hükümete “Benim hükümetim” demesi daha önemlidir ve zannımca her zaman aranan da işte budur. Aksine millet, başındaki hükümeti bünyesine musallat olmuş tırtıl silsilesi görüyorsa, o bünye ile o baş, çoktan birbirinden kopmuş demektir.
* * *
Halkın kalbinde devlete saygı, hükümete hürmet, memurun şiddetiyle değil, devleti idare edenlerin tavır ve davranışlarındaki ciddiyet, iş ve hizmetlerindeki samimiyetle kazanılmaya çalışılmalıdır. Şimdiye kadar, ne zalim memurların istibdadıyla, ne de kitlelerin iğfaliyle hiç kimse pâyidar olamamıştır.
* * *
İyi ve faziletli bir devleti idare eden memurlar, özlerindeki asalet, fikirlerindeki asalet ve hislerindeki asalete göre seçilebiliyorlarsa, o devlet, iyi ve güçlü bir devlettir. Bu yüksek seciyelerden mahrum kimseleri memur tayin ederek, onlara iş gördürme bahtsızlığına uğramış bir hükümet ise iyi bir hükümet değildir ve kat’iyen uzun ömürlü olamaz. Zira, seciyesiz memurların fena davranışları, er-geç birer siyah leke olarak onun çehresine de aksedecek ve halk vicdanında onu da karalayacaktır.
* * *
Memurlar, muamelelerinde kanunlar çerçevesinde, fakat vicdanlarının yumuşatıcılığına göre yumuşak olmalıdırlar. Böylece hem kendi itibarlarını, hem kanunların itibarını, hem de devletin itibarını korumuş olurlar. Aşırı sertliklerin beklenmedik patlamalara, aşırı yumuşaklıkların da, toplumun nesepsiz düşüncelerin fidanlığı hâline gelmesine sebebiyet vereceği hatırdan çıkarılmamalıdır.
* * *
Kanunlar, her zaman, her yerde ve herkes için geçerli; onların tatbikçileri de hem cesur, hem de âdil olmalıdırlar ki, kitleler, bir yandan onlar karşısında korku duyarken, diğer yandan da, bütün bütün güven ve emniyetlerini yitirmesinler.
* * *
Bir devlet, inançlı, zeki, kuvvetli ve dinamik fertlerle temsil edildiği ölçüde güçlü ve istikrarlı, dolayısıyla da talihli sayılır.
* * *
Bahçıvan, fidanlarını besler, büyütür; onları afetlerden, zararlı şeylerden korur; sonra da bağ bozumu mevsiminde meyvelerini toplar. Hükümetle millet arasındaki münasebet de, bahçıvanla fidanlar arasındaki aynı münasebettir.
* * *
Muhteşem hükümetler, muhteşem milletlerden doğar; muhteşem milletler de, ilmî iktidarları, mâlî imkânları ve geniş idrakleriyle ruhçu nesillerden ve “kendi olma” kavgasını veren güzide fertlerden.
* * *
Her ferdiyle henüz rüşdünü ispat edememiş bir millette idare, içlerinde en bilgili, en görgülü ve en maharetli kimseler aranıp bulunarak onlara tevdî edilmelidir. Bir millet için, devlet işlerinin ilmi, irfanı, mahareti olmayan kimselere teslimi ölçüsünde ikinci bir felâket tasavvur edilemez.
* * *
İrfan ve asaletten mahrum, devlet işlerinden de anlamayan nasipsizler, şayet yanlışlıkla birer vazife başına getirilmişlerse, hükümetin gücünü kullanmaktan, onun iktidarını istismar etmekten, her yerde kendi çıkarlarını aramaktan ve despot birer kral gibi hüküm sürmekten geri kalmayacaklardır. Böylelerinin iktidarda olduğu bir ülkede sadece zalimlerin “hay-huy”u ve mazlumların iniltisi duyulacaktır ki, bu şeâmetli seslerin yükseldiği hemen her yerde Âd ve Semûd’un âkıbeti kaçınılmaz olagelmiştir.
* * *
Bir hükümet, milletinin yalnız iş, hareket ve davranışlarını değil, düşünce ve anlayışını da tanzime çalışmalıdır. Böyle bir tanzimde en önemli esas ise, düşünce birliği, his birliği, tâlim ve terbiye (öğretim ve eğitim) birliğidir. Bir milleti meydana getiren fertler, ayrı kültür, ayrı düşüncelerle besleniyor, birbirleriyle zıtlaşıyor ve birbirlerine karşı farklı anlayışların kavgasını veriyorlarsa, o milletin kendi kendini yeyip bitirmesi mukadderdir.
* * *
Bir milletin güçlü olması için duygu, düşünce ve kültür birliği ne ölçüde önemli ise, parçalanıp dağılmasında da dinî ve ahlâkî vahdetin (birlik) bozulması o ölçüde müessirdir.
* * *
Her şeyde bir siyaset vardır; milletin dirilişini hazırlayanların siyaseti de, hiçbir şeyi, hatta kendi hazlarını dahi düşünmeyerek, sadece ve sadece milletinin lezzetleriyle gerilip, onun acılarıyla iki büklüm olmalarındadır.
* * *
İyi idare ve seviyeli siyaset, ne ak saç ve ak sakallarda, ne tabasbus ve riyanın kazandırdığı mansıp ve rütbelerde, ne de bir kısım lokal ve locaların kayırmalarıyla elde edilen sun’î şöhretlerde değil, o, yüksek ruh insanları, sancılı beyinler ve hakikatin âzat kabul etmez köleleri arasında aranmalıdır.
* * *
Her ev, o evin içindekilerinin tâlim ve terbiyesinde bir mektep; her mektep, askerlik ruhunu geliştiren küçük bir kışla; her kışla, milletin, varlık, bekâ ve huzurunun müzakere edildiği bir meclis; her meclis de, vazife ve salâhiyetlerinin icabı kendisine intikal eden her meseleyi millî ruh ve millî düşünce prizmasından geçirerek değerlendiren içtimaî bir laboratuvar olarak hizmet verebiliyorsa, o millet, en ideal idarî ve siyasî kadroya sahip demektir.
* * *
Farklı düşünce ve farklı mütalâalara sahip olmak olgun insanların işidir. Ne var ki, toplumu bölüp parçalayıp kamplara ayıran farklı anlayış ve mülâhazalara müsamahalı olmaya da kimsenin hakkı yoktur. Zira, bölünüp parçalanmaya müsamaha, milletin yıkılıp gitmesine göz yummak demektir.
* * *
Millî duygu ve düşünceyi paylaşmayan kimseler hakkında ne kadar iyimser ve hüsnüniyetli olsanız da, size zarar verecekleri ihtimalini gözden ırak tutmamalısınız. Ve hele, millet ve toplumun can damarları mesabesindeki noktaları ele geçirmelerine kat’iyen fırsat vermemelisiniz! Zira, bir insan kendini tehlikelere atabilecek müsamahalarda bulunabilir; ama, milleti ve devleti için böyle bir davranışa asla hakkı yoktur.
* * *
Sizin gibi düşünmeyip farklı bir dünya görüşüne sahip bulundukları halde çok samimî ve faydalı kimselerin de olabilecekleri mülâhazasıyla, size ters gelen her düşüncenin karşısına acele edip çıkılmamalı ve düşünce sahipleri kaçırılmamalıdır. Hatta, onların mütalâa ve fikirlerinden istifade yolları araştırılarak, kendileriyle mutlaka diyaloğa girilmelidir. Yoksa, bizim gibi düşünmüyorlar diye bir bir uzaklaştırılan veya uzaklaşan bu gayrimemnunlar, dev dev kitleler meydana getirerek karşınıza çıkar ve sizi yerle bir edebilirler. Gayrimemnunların beşer tarihi boyunca müspet bir icraatları gösterilemese de, yıktıkları devletler sayılmayacak kadar çoktur.
* * *
Kimden gelirse gelsin insan, kendi sistemine, kendi düşüncesine, kendi dünyasına menfaati dokunacak bilgi ve mülâhazalardan faydalanmayı bilmeli ve hele tecrübe sahiplerinin tecrübelerinden yararlanmayı asla ihmal etmemelidir.
* * *
Din, birleştirici, bütünleştirici hususiyeti nazar-ı itibara alınarak, milletleri idare edenlerin gözleri önünde bulunması ve daima onun yenilmez gücüne sığınılması lâzım gelen hayatî bir müessesedir.
* * *
Devlet ve milletler için emniyet ve asayişin temini hususunda, dinin gücü ölçüsünde ikinci bir güç göstermek mümkün değildir. Zira din, vicdanlarda en müessir bir kuvvet olduğu gibi, fertlerin hareket ve davranışlarını zapturapt altına almada da en hakim bir unsurdur. Bu itibarladır ki, idareciler, dinî hayatı milletin hayatı bilerek, onu mâşerî vicdanda (kamu vicdanı) hep diri tutmaya çalışmalıdırlar.
* * *
Milleti yükseltmek; gençleri kendi inanç ve düşüncelerimiz çerçevesinde yaşadıkları devri idrak edecek hâle getirmeye, fakirlik ve zaruretlere karşı şuurlu mücadele vererek kitleler karşısında güvenilirliği korumaya ve bir de, sanayi ve ticareti hep bilgi ve maharetin terkisinde taşımaya bağlıdır.
* * *
Milletleri yaşatan üç önemli unsur vardır: Din, hikmet, silah. Hikmeti, hakikat ilminin kavranıp, hayatla bütünleşmesi şeklinde tevil edebiliriz.
* * *
Dünya bir tecrübe yeridir ve burada her şey, tecrübelerle aldığı mânâ ve kazandığı değerlere göre bir yere oturtulur. Bence, bir yandan tecrübeden geçirilmiş şeylere önem verilirken, diğer yandan da yeni yeni tecrübe ve değerlendirmelerde kusur edilmemelidir ki, bilginin hem nesep, hem de velûdiyeti korunmuş olsun.
* * *
Valilerde şefkat, duyarlılık ve mes’uliyet; belediye reislerinde intizam, nezafet ve çarşı-pazar emniyeti; hakimlerde de hak düşüncesi, tarafsızlık ve medenî cesaret esastır.
* * *
Devlet ve milletlerin birbirlerini çekememeleri tabiîdir. Bu itibarla da, bunlar arasında siyaset, ya samimî dostluk ya da menfaat etrafında cereyan eder. Zarar vermemek, zarara uğramamak kaydıyla her iki tarz idare de mahzursuzdur. Ancak, bizim kimseyi iğfal edeceğimiz düşünülmese bile, başkalarının iğfaline gelmemek için de devamlı teyakkuzda (uyanık) bulunmak siyasetin bir diğer yanıdır.
* * *
Siyaseti sadece parti, propaganda, seçim ve iktidar mücadelesi şeklinde anlayanlar hata ediyorlar. O, bugünü yarınla, yarını da öbür günle bir arada düşünmek ve halkın hoşnutluğunu Hakk’ın rızasıyla beraber mütalâa etmek gibi geniş perspektifli bir idare san’atıdır.
* * *
Mâzi, hayattan alınmış misâl ve ibret levhalarıyla dolu bir okuldur. Bu okulu, verdikleri ve kazandırdıklarıyla çok iyi tanıyıp değerlendirebilenler, geleceğe de başarıyla hükmedebileceklerdir. Zira bugün dünün aynı, dün de öbür günün.. değişen, sadece renklerdir.
* * *
Kuvvetin hakimiyeti gelip geçicidir; bâki olan, hak ve adaletin hakimiyetidir. Bunlar, bugün olmasa bile, çok yakın bir gelecekte mutlaka galip geleceklerdir. Onun içindir ki, en büyük siyaset, hak ve adalet taraftarlığında aranmalıdır.
* * *
Kabul ettiğimiz ölçüler içinde “Siyasete karışmam, siyasete karışma!” demek, “Vatan ve millet işine, milletin hayat ve bekasına karışmam ve karışma!” demektir.
* * *
Günümüzde insanların büyük bir bölümü, günlük politika oyunlarını, kitlelerin aldatılıp iğfal edilmesini, iktidar ve menfaat mücadelelerini ve bu uğurda bütün gayrımeşrûların meşrû gösterilmesini siyaset telâkki edenlere karşı, kalbî hayatları, düşünce istikametleri ve Hak’la münasebetleri adına her siyâsî hareketten uzak kalmayı zarûri görmektedirler. Heyhât; nerede adalet ve hak düşüncesiyle bütünleşen siyaset; nerede çoğu yalan ve tezvirden ibaret olan sokak şarlatanlıkları..!
Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar
Camiler ve Fonksiyonları
Camiler, en kötü günlerde dahi imana, Kur’ân’a ait meselelerin müzakere edildiği en nurlu mekânlardır.
* * *
Camiler, her seviyedeki mektep gibi çalışan ilim, irfan ocaklarıdır.
* * *
Camiler, ubûdiyetin yanında zikrin, fikrin en canlı şekilde icra edildiği semavî yapılardır.
* * *
Camiler, belli bir dönemde, ricâl-i devletin, içinde meşveret ettiği meşveret meclisleridir.
* * *
Dünyaya ait işlerin dahi mâbed gibi lâhûtî âleme açılmış yerlerde yapılması, ruhlara kazandırdıklarıyla her türlü ifadenin üstündedir.
* * *
Camiler, mü’minlerin hayatlarını disipline etmeleri bakımından âdeta semavî birer talimgâhtır.
Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar
Ticaret
Ticaret, para ve emtia diliyle, her şeyin dizgini elinde olan Zât’a rızık adına müracaatta bulunmaktır. Bu müracaat mutlaka yapılmalıdır ama, isteklerin yerine getirilme işinin O’na ait olduğu da unutulmamalıdır. Teknik ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, gelecek adına ticaret ve onun vadettiği şeylerin rolü, tahminlerin üstünde şimdikinden de büyük olacaktır. Hatta hükümet ve iktidarlar, onun vesâyası altında günyüzüne çıkacak ve onun desteğiyle varlıklarını devam ettireceklerdir.
* * *
Her şeyde olduğu gibi, ticaret ve zanaatta da ilim ve ihtisasın ehemmiyeti büyük olmakla beraber, bilhassa bu iki mesleğin çıraklık esasına dayandığı da asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Kitaplarda anlatılan nice meseleler vardır ki, mahir bir kalfa ve çıraklıktan gelme bir ustanın maharet prizmasından geçmedikten sonra bekleneni vermesi söz konusu değildir.
* * *
Haram-helâl mülâhazasına bağlı olarak alış-veriş yapan bir tüccarın, işinin başında geçirdiği ve geçireceği dakikalar ibadet sayılır.
* * *
İş yeri ve ticarethanelerin temizlik ve düzeni veya kirlilik ve düzensizliği çok defa satıcı ve iş adamının ruh hâletini aksettirdiğinden, bu hususun da, müşteri ve tâlipler üzerinde menfî ya da müspet tesir yapacağı unutulmamalıdır.
* * *
Hilekâr tâcir, hilekâr iş adamı, bu davranışlarıyla önce Rab’lerine ve vicdanlarına karşı gelmiş olurlar; sonra da hilelerinin sezilmesiyle halk arasındaki itibarlarını yitirerek, kazanç ufkunda kayba uğrarlar.
* * *
Ticaretin ruhu, doğruluk, emniyet, yaşanan devri idrak, müşteriye karşı fevkalâde nazik ve terbiyeli davranmaktır. Bu hususların birinde kusur eden, ticaretin ruhunu hırpalamış, dolayısıyla da kendi kazanç yollarını tıkamış olur.
* * *
Tâcirler, zanaatkârlar tatlı dilli, güler yüzlü, oldukça mütevâzi, sözlerinde sabit ve asla usanmaz, üşenmez olmalıdırlar. Hemen her meslek erbabı için çok ehemmiyetli olan bu hususlar, halkla içli-dışlı olmaları ve onların menfaat ve zararları ile alâkadar bulunmaları itibarıyla, bu iki sınıf için daha da önemlidir.
* * *
İş yerlerini alışılagelenden her gün bir saat önce açıp bir saat sonra kapatanların, ayları otuz beş, seneleri de dörtyüz yirmi güne ulaşır. Tabiî, imkân elverdiği ölçüde aynı iş yerlerinde gerçek vazifenin de ihmale uğramaması şartıyla...
Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar
Dil Üzerine
Dil, Rahmeti Sonsuz’un insanlara lütfettiği en büyük armağanlardan biridir. İnsan, onunla insanlığını şakır, onunla ilimlere doğru açılır ve onunla gelecek nesiller arasında yaşar... Bilmem ki, onu bozup kuş diline çevirenler, işledikleri hıyanetin büyüklüğünün farkında mıdırlar?
Makyavelist Düşünce
Başkalarını karalamak suretiyle kendini anlatma ve tanıtma yolu, önceleri sadece Şarkta bir nifak grubunun işi olarak biliniyordu. Maalesef şimdi öylesine yaygınlaştı ki, hak nâmına mücâdele verenlerin büyük bir kısmı da hareket ve hamlelerini götürüp makyavelizme bağladı. Yazıklar olsun, bâtıl yollarla hak arayanlara! Yazıklar olsun, bütün makyavelistlere...!
İyiliğin ve Güzelliğin Galebesi
İyilik, güzellik, doğruluk ve fazilet, dünyanın esas mayasıdır. Ne olursa olsun, dünya er-geç rayına oturup bu çizgiye gelecektir ve bunu engellemeye de kimsenin gücü yetmeyecektir.
Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar
Dördüncü Bölüm: Hareket Perspektifi
Birleşme Noktaları[1]
Günümüzde çeşitli fikir akımları ve cereyanlar var; bunlar olacaktır da. Her şeyden evvel insanımız, boğucu bunalımlar içindedir. İlimlerin esası araştırmaya götüren şüpheler olduğu gibi, fikir akımlarının menşei de, bir bakıma bunalımlardır.
Asra göre ihtiyaçlarını tam temin edebilmiş ve tabiî gelişmesini sürdüren topluluklarda (içtimaî) sıkıntılar yok denecek kadar azdır. Maddî-mânevî ihtiyaçları giderilememiş ve fıtrî gelişmesini hızlandıramamış topluluklarda ise, iç ve dış baskı ve zorlamaların giderek artmasıyla, buhranlar da o kadar fazladır.
Bunalımlar ve içtimaî hercümerç; kar, tipi ve fırtınalara benzerler ve çok defa neticeler itibarıyla da güzeldirler. Zira toplum, buhranlarla yeni oluşum ve yeniden şekillenmeye zorlanır ve bu sayede yaşadığı devrin idrakine erer. Bir cemiyet, yaşadığı devri bilmiyor, aksiyon ve reaksiyonlarıyla o devrin hâdiselerinin içinde olamıyorsa, o cemiyeti yaşıyor kabul etmek mümkün değildir; zira o, mecbûrî bir çöküş yolundadır.
Günümüzde, tabakât-ı beşer çapındaki çalkalanmaların arkasında hiç şüphesiz işte bu tarz bunalımlar ve iç-dış baskıların statükonun duvarlarını zorlamasıyla da yeni oluşum ve yapılanmalara açılmalar var. Bu umumî çalkalanma ve oluşumdan yıkılmadan sıyrılabilen milletler, paylarına düşeni alacak ve yepyeni bir dünya kuracaklardır.
Milletimiz ve bağlı bulunduğumuz milletler topluluğunun da, bunun dışında kalması herhalde düşünülemez. O da, ihtimal; bunalımdan bunalıma mâruz kalacak, sıkıntıdan sıkıntıya düşecek ve bin türlü sancı çekecek; ama neticede kendi olarak mutlaka dirilecektir.
Asıl mesele ise, bütün bu olup bitenlerden sonra, yeni oluşu, köklü, eskimez ve sarsılmaz prensiplere uygun olarak mükemmel hazırlayabilmektir. Aksine, içtimâînin kanunları bilinemez, tedavi de ilmî olarak yapılamazsa, ters ve olumsuz davranışlar, her şeyi alt üst de edebilir.
İşte bugün biz, böyle bir “olma” veya “olmama” durumuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Ya bütün bu buhranlardan sonra derin bir idrak ve iz’anla, milletçe kurulmasını tasarladığımız dünyayı kuracak ve huzura ereceğiz veya bir kısım küçük hesap ve çıkarlar uğruna, çekilen binlerce ızdırabı semeresiz kılacak bir anlayış ve davranışla –Allah korusun– gerisin geriye gideceğiz.
Doğrusu ittifak ve iftirak (birlik ve ayrılık) mevzuu, günümüzde ehemmiyetini koruyan en aktüel konulardan biridir. O, her devirde ehemmiyetini korusa bile, yeni bir dünyaya göre hazırlanmanın gerekli, hem çok gerekli olduğu bir dönemde, ciddiyeti giderek artan ve bütün içtimâî meselelerin önüne geçen bir mevzu hâline gelmiştir. Asırlardan beri faturasını milletin ödediği anlamsız bir ihtilâf ve iftirak, hissîliğin ön aldığı günümüzde endişe verici buutlara ulaşmıştır. Çok rahatlıkla söylemeliyim ki, dirilişimiz için bundan daha büyük bir tehlike tasavvur etmek mümkün değildir.
Toplumumuz, bugün ilmî ve fikrî yapısı itibarıyla olabildiğine sığ, kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla oldukça fakir; lider ve rehberleri itibarıyla sahipsiz ve acınacak bir hâldedir. Bağnazlık ve müsamahasızlığın beslenip kaynaklandığı böyle bir vasat yok edilmedikten sonra, ittifak ve ittihadı düşünmek oldukça zor olsa gerek.
Zira, anlaşma ve uzlaşma, her şeyden evvel bir akıl ve mantık işidir. Akla ve mantığa dayalı bir vahdet ve gönül birliğidir ki, dayanabilir ve uzun ömürlü olur. Ne var ki, günümüzde daha çok hissî bir vahdet ve kardeşlik söz konusu. Bu ise zayıf, yetersiz ve kısa ömürlüdür. Belli bir grup karşısındaki toplanmalar ya da düşmanlık duygularıyla bir araya gelmeler, saldırmış veya saldırılmış olma ruh hâleti içindeki derlenmeler, hissî birleşmelerin gelip geçici dalgalanmalarından ibarettir. Bugünkü keyfî ve kemmî (nicelik ve nitelik) buutlarımız içinde böyle bir vahdet, çepeçevre düşmanlarla sarılı bir ülke ve millet için kat’iyen yetersizdir ve hele mukaddes prensiplerimiz açısından asla câiz görülemeyeceği gibi millî istikbâlimiz adına da hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Öyle ise, iç ve dış ayırıcı faktörleri de hesaba katarak, milletçe birleşmeye esas teşkil edecek ortak noktalarımızın müzakereye getirilmesine ve birliğimizin aklîlik ve mantıkîlikle yeniden ele alınmasına şiddetle ihtiyaç vardır. Evet, gâye ve vesilelerin, hedef ve maksatların tayin ve tespitlerinin yeniden gözden geçirilip, vicdânî bir mukaveleye gönül bağlamaya ihtiyaç vardır. Maddî-mânevî, dünyevî ve uhrevî saadetimizin temel taşı olan vahdetimiz için hiç olmazsa, Anglo-Sakson ve Gall ittifakı biçiminde bir ittihada ihtiyaç, hem çok şiddetli ihtiyaç vardır.
Düşmanlarımızı meşgul etme, düşündürme ve göz açtırmama gibi, akıl, kabiliyet ve dirayet isteyen hususları beceremesek bile, hiç olmazsa, onların oyunlarına gelmeme ve elimizle kendi tükenişimizi hazırlamama idrak ve kabiliyetini göstermeliyiz. Aslında buna mecburuz da...
Farklı düşünce ve anlayış, farklı yaratılmış olmanın neticesidir. Yaradan böyle dilemiştir ve bunda da rahmet ve hikmet vardır. Ancak şeriat-ı fıtriyedeki âhenk ve intizamı, beşer kendi iradesiyle temin etme mecburiyetindedir. Makro âlemde cebrîlik, insanlık âleminde ise “şart-ı âdi” çerçevesinde irâdîlik hükümfermâdır. İlk varoluş bir ihsan ise de, sonraki her ihsan bir sebebe dayanmaktadır. İçtimâî birlik ve beraberlik ihsanına mazhariyetin yolu, vicdanların içtimâileşmesi ve gönüllerde mürüvvet ve insanlık sevgisinin mayalanmasından geçmektedir. Onun için, nefse muhabbet ve tapınmanın ifadesi olan inhisarcılık (ben-merkezcilik), vesileleri, hedef ve maksatların yerine oturtma gibi bir gizli şirk; “Benim elimle olmadıktan sonra, başkalarının getireceği hayrı da, o hayrın vesilelerini de istemem.” türünde bir hakbilmezlik; doğruluğu kendine tâbi olmada görüp, tâbi olmayan herkesi küfre, dalâlete ve günahkârlığa havale gibi hoyratlık ve bağnazlık, vicdanlardan sökülüp atılmadıktan sonra, böyle bir anlaşma ve uzlaşmayı ben şahsen imkânsız görmekteyim.
Her şeyden evvel, temelde olmayan farklı düşüncelerin normal kabul edilmesi ve en azından bir yabancıya karşı takınılan sun’î nezaket kadar olsun, millet fertlerinin de böyle bir şeye hissedar kılınması elzemdir, zarurîdir, mukaddes birlik ve bekâmızın gereğidir.
Kaldı ki, böyle zarurî ve mukaddes birliğimizi tehdit eden küçümsenmeyecek kadar bir kısım bölücü faktörler var ki, bunların mevcudiyetini kabul etmek de realitenin ifadesidir:
1- Uzun zaman dinî hizmetlerin ortada kalması, sonra da bu vazifenin birbirinden ayrı fert ve cemaatler tarafından yürütülmesi ve hele bu fert ve cemaatlere sözünü geçirecek bir lider ve yol göstericinin bulunmayışı, her grubun ayrı bir yol tutup gitmesine sebebiyet vermiştir. Bunlardan bir kısmı her köyde Kur’ân kursu açarak; bir kısmı dini ihyâ edici mahiyette hazırlanmış kitapları okuyarak; bir kısmı entelektüel seviyede adam yetiştirerek ve bir kısmı da siyasî faaliyet sürdürerek milletlerine hizmet etmeyi düşünmüşlerdir. Bu itibarla da, din ve vatan hizmetindedirler; ama ayrı ayrıdırlar...
2- Bu gruplardan her birerleri, kendilerine ışık tutan rehber ve öncülerine müceddid nazarıyla bakmaları, –bu bir mânâda mâsum olsa da– ayrılığa sebebiyet vermektedir. Zira “Müslümanların vicdanında müceddid telâkkisi olduğu müddetçe –ki kıyamete kadar devam edecektir– dine karşı kötülüklerin arttığı devirlerde, ilmî ve amelî yönleriyle ön plana çıkacak kimseler ve bunlara tâbi olanlar her zaman bulunacaktır.” Kitlelerin fikir ve ruh yapılarının hazırlanmasında ve içtimâînin ölü yönlerine hayat üflenmesinde dahli bulunan bu kimselere müceddid denecektir ki, bunun da çok defa, tâbi olanlar için zararsız olsa bile, mübtedî ve acemilerin elinde ayrılık unsuru hâline gelmesi kaçınılmazdır.
3- Mehdîlik müessesesinde de, mücedditlik için vârid olan aynı hususlar zikredilebilir. O korkunç âhir zaman fitnesi karşısında Mehdîlik akîdesi, fert için de, cemaat için de bir kurtarıcı simit gibidir. Evet, itikadî bağların zaafa uğradığı, amelin terk edildiği, muamelâtın tamamen gözden çıkarıldığı bir dönemde, öyle hârika bir zât lâzımdır ki, bize göre muhal olan, bütün bu işler için gerekli ıslâhatı bir hamlede ve bir solukta yapıversin. Bu ise, ütopik yönleri bir yana, saf düşünce için yadırganacak bir husus değildir. Ancak ferde atfedilen azamet ve cemaattaki asabiyet itibarıyla, ayrılığa sebebiyet vermesi de kuvvetle muhtemeldir.
4- Bunlardan başka, içimizdeki ihtilâfların dıştan körüklenmesini de hesaba katmak mecburiyetindeyiz. İmparatorluklar kurmuş ve asırlarca insanlığın kaderine hükmetmiş bir millet olarak, komşularımız ve muasırlarımız tarafından hiçbir zaman hazmedilemediğimiz de bir vâkıadır. Neredeyse bin seneden beri sürdürülen bütün “savaşlar, saldırılar, milletimize karşı güdülen bir düşmanlığın ifâdesidir.” Silah ambargolarıyla birleşen ticarî ambargolar, müttefiklerimizin bile toplumlar arası bazı meselelerimiz karşısında takındıkları umursamaz tavır, bu arada batılı devletlerin, hatta üyesi bulunduğumuz topluluklarda dahi, bize üçüncü sınıf bir devlet nazarıyla bakmaları, ülkemize ve milletimize hâlâ dostane yaklaşılmadığını göstermektedir. Su yüzüne çıkan bu muamele ve davranışların arkasında bazı menfi tavırların bulunduğunu görmezlik bir körlük olsa gerek.
Bu menfilikler –menfaate dayanan milletler arası münasebetlerde bir açıdan normal görülse de– tarihî bir vâkıadır. Arkasında şüphesiz farklı bir zihniyet de bulunan bu vâkıa, çeşitli entelijans servislerinin sürekli meşguliyet alanı olagelmiştir.
Tehlike bugün, eskiye nispetle keyfiyet değiştirerek devam etmektedir; evet, eskiden tehlike dışarıdan geliyordu, mukavemet kolaydı; halbuki şimdi bir de içeriden gelen tehlike var. Dolayısıyla, mukavemet nispeten güçleşmiş sayılır. Bulaşıcı bir illet hâlinde bütün cemiyeti saran lâahlâkîlik, bir toplumu ayakta tutacak bütün esasları yıkınca, lâdînî ahlâk, nihilist ahlâk ve şuyûî ahlâk gibi, ahlâk adına çeşitli cinnetlerle mukaddes değerlerine karşı saygısız hâle getirilen nesiller, en utandırıcı ifadesiyle, fikrî ve ruhî nesepsizliğin kurbanı oldular. Ve bugün ürperten bir keşmekeşlik içinde olduklarının farkında bile değiller.
Bu karışıklık ve curcunanın, ehl-i iman kesimine aksetmediğini iddia etmek oldukça zordur. Evet, yerinde mezhep anlayışının değerlendirilmesi, yerinde meşrep ve mizaçların işlettirilmesi ve yerinde etnik havanın kurcalanması, dış mihrakların müracaat noktaları olması itibarıyla dikkat edilmesi gereken bir husustur. Vâkıa dine hizmet eden grupların bu türlü bölücü telkinlere kapıldıklarına, beslenip idare edildiklerine dâir ciddî bir karine mevcut değildir. “Bazı gruplar için bu çeşit iddia ve dedikodular var ise de,” iman ve Kur’ân cemaatinin, dıştan direktif almayacağına dâir emareler daha kuvvetli görün-mektedir. Ancak, cemaatlerin fikrî ve ruhî olgunluğa erememesinden dolayı bağnazlıkların olabileceği ve bunun da dahilî sürtüşmelere yol açabileceği de bir vâkıadır. Böyle bir sürtüşme ise, farkına varılmadan, düşmanın menfur gayesine hizmet etme demektir.
İster Türkiye olsun, ister İslâm Dünyası, hizmet maksadıyla bir araya gelen her hareket için şu tehlikeler her zaman söz konusu olabilir:
1- Bazı büyük zevâtın maddî-mânevî hubb-u câh (makam ve şöhret tutkusu) hissinin işlettirilip, karşı gruplarla rekabete itilmesi.
2- İslâm adına ortaya konan gayretlerde, mukabil hizmet cemaatlerini “yıkma” esasıyla hareket edilmesi.
3- İlim ve fazilet semerelerinin elde edileceği yer ve zaman daha çok uzak istikbal sayılan ahiret olduğu hâlde, bunların her küçük sa’y ve gayret arkasında ve hemen burada beklenilmesi.
4- Çekici ve sürükleyici bir hizmet kadrosunun tesirini kırmak için, ona karşı yeni bir grup çıkarmak ve bu yeni alternatifle, dâhilî sürtüşmeler meydana getirilerek, iç ayrılık ve parçalanmalarla o topluluğun eritilip, tüketilmesi.
5- Millete hizmet edenlerin kendi mesleklerinin muhabbetiyle yaşamaları bir esas iken, bunun yerine, başkalarına düşmanlıkla meşgul ve meşbû bulunup, tevfik-i ilâhînin önemli bir vesilesinin yitirilmesi...
Bunlara ilâve olarak, insanımızın tatmin edilemediği, bir kalb ve ruh boşluğuna mâruz kaldığı, kitlelerin bir kısım fantastik düşünce ve sistemlere takılıp, büyük ölçüde kalbî ve ruhî hayattan uzaklaştırıldığını da zikredebiliriz...
Evet, insanımız, bir taraftan böyle iç âleminin mesnet ve kaidelerinden mahrum bırakılırken, diğer taraftan da, serâzât, çakırkeyf bir “şirzime-i kalîlin” ya da “mutlu bir azınlığın”, hayvanî hisler hesabına sahnelendirdiği iç gıcıklayıcı faktör ve sâiklerle kendi millî çizgisinden uzaklaştırılmış olması da üzerinde durulması gereken ayrı bir konu.
Sosyoloji ve antropoloji uzmanları, yeryüzünde dinsiz bir kavmin yaşamadığı hususunda ittifak hâlindedirler. “Tarihin hiçbir devrinde, yeryüzünün hiçbir noktasında şimdiye kadar dinsiz bir cemiyete rastlanmamıştır.” Din hissi, fıtrî ve tabiîdir. İnsanoğlunu bundan mahrum etmenin, ferdî ve içtimâî bir kısım depresyonlara yol açacağı açıktır. Vicdanı ve kalbi aç bırakılan insanlık, sistemli-sistemsiz, mutlaka kendine göre tatmin yolları araştıracak ve bu tabiî ihtiyacını gidermeye çalışacaktır. Her mizaç ve meşrebin kendi rengini vererek oluşturacağı böyle bir tatmin yolunun nasıl karmaşıklığa sebebiyet vereceği ise, zannediyorum her türlü izahtan vârestedir. “Cemiyette değerler anarşisi ve bunun sonucu da kanlı-bıçaklı müsâdeme...” İşte, tabiat ve fıtrat kâle alınmadan ortaya atılan hayat felsefesi ve işte binbir curcunanın hüküm sürdüğü perişan vatan..!
Ayrıca, bunca kargaşanın yanında, müstağriplerin durumu da üzerinde durulmaya değer ayrı ve ciddî bir konu. “‘Vatan’ deyince turancılık, ‘millet’ deyince faşistlik, ‘din’ deyince gericilik ve irtica mânâsını anlayan” bu “Mehlika Sultan Âşıkları”nın bir-iki asırdır ne dediklerini, ne yazdıklarını anlamak oldukça zor. Bir zamanlar bütün yolları batıya bağlayan, batı yamaçlarında tenezzühe çıkan ve batı sahillerine seyahat düzenleyen bu garip ve garip olduğu kadar da ciddî hiçbir hesabı olmayan karbonarilerimiz, daha sonra bütün güçleriyle “emperyalizm” ve “kapitalizm” onikisinden batıya kurşun yağdırmaya başladılar. Bu demekti ki, bizde batılılaşma, herhangi bir muhasebe neticesi olmadığı gibi, başka sevdalarla ona ve sistemine sırt çevirmemiz de, yine şöyle-böyle bir hesap ve plâna bağlı değildi; her şey bir kuru sevdadan ve her hamle bir maceradan ibaretti...
Netice olarak diyebiliriz ki, bu dönemde millî ve dinî değerlerin tahrip edilmesi, bir tarafta mülhid ve ateist bir grubun yetişmesine yol açarken, diğer taraftan da, bir kısım meşru ihtiyaçları giderme yolunda birbirinden habersiz ve sistemsiz, ayrı ayrı grupların, dinî ve içtimâî birer hizmet sahası belirleyerek o yolda faaliyet göstermeleri, pek çok cemaatin meydana gelmesine yol açmıştır. Yer yer bu hizipler arasında sert tartışmaların, endişe verici kavgaların ve ciddî vuruşmaların cereyan ettiği de bir gerçektir. Hele bir de ihlâs ve samimiyet gibi amelin özü sezilememiş ve nefse muhabbet, inhisar-ı fikir de araya girmişse, kargaşa, üstesinden gelinmez buutlara ulaşmıştır.
Bu kadar gâile içinde, mevcudiyeti muhafaza dahi çok zor olduğu hâlde, bir inâyet eliyle büyük gelişmelere ve yeni tekevvünlere ulaştırıldığımız –Ulaştıran Rabbimize ruhlarımız feda olsun– şâyân-ı şükrândır.
Gruplaşma hissi, insanın fıtratında vardır ve hükmünü icrâ etmesi de tabiîdir. Mesele, bu duyguyu zararsız, hatta faydalı kılmaktır. İyiye yönlendirilememiş bu his, çok defa insana da, insanın tabiatına da zıt bir istikamette gelişir ve hem ona hem de başkalarına zararlı olur. Bu his, cehalet, görgüsüzlük, bağnazlık gibi insanın pes yanlarıyla desteklendiği sürece, her an kanlı-bıçaklı kavga hazır demektir. Aksine, ilim ve irfanın, hoşgörü ve müsamahanın yaygınlaştığı nispette de, anlaşma ve uzlaşma ortamının oluşması ve gruplar arası bir “sulh çizgisi”nin belirmesi her zaman ihtimal dahilindedir. Zannediyorum, böylece, fıtrat ve onun kanunları içinde kısmen reaksiyonlarımız frenlenmiş, hiddet ve öfkelerimiz de baskı altına alınmış olur.
Dâvânın hakkaniyeti, hedef ve temel prensiplerin vahdeti, metod ve vesile farklılığını tesirsiz kılacak kadar güçlü, köklü ve sarsılmaz olduktan sonra, ehemmiyetsiz bahanelerle ihtilâf çıkarmak, bir çocuk meşreplilik, hakbilmezlik ve mürüvvetsizliğin ifâdesidir. Aslında; “Mahlûkatın solukları adedince Allah’a (c.c) vâsıl olan yollar vardır.” gerçeğine bağlı kalınarak, bu yolda her gayret takdir edilmeli, her yolculuk aziz bilinmeli ve her hizmet alkışlanmalıdır.
Başkalarını küfür ve dalâlet içinde görmek ya da günahkâr saymak hem faydasız, hem de tehlikeli bir anlayıştır. Bence, herkes kendi yolunu anlatma, tanıtma ve tavsiye ile meşgul olmalı ve onun muhabbetiyle yaşamalıdır. Bu yol, aklın ve mantığın yolu olduğu gibi, iman ve Kur’ân’ın da gereğidir. Bu yolda “Herkes kendi mesleğinin sevgisiyle hareket eder, diğer gruplara husûmet beslemez. Onlara yönelteceği tenkitler, yıkıcı, kırıcı ve küstürücü değildir. Kendi grubunun itibar kazanmasını öbürünün iptal ve tezlîlinde aramaz. Onu da bir kardeş bilir ve kusurlarını araştırmaz. Fazilet ve başarılarını gördüğü zaman takdir eder ve sevinir.” Kısacası, herkesle beraber bir hayır yarışında bulunduğunu ve yine onlarla, kıymetli bir hazineyi taşıma mecburiyetinde olduğunu bir lâhza hatırından çıkarmaz. Böyle olunca da, aynı istikamette hareket eden herkesi kendine yardımcı kabul eder, her muvaffakiyete tâzim durur, her sa’yi alkışlar ve her yardım elini öper.
Devr-i Risâletpenâhî’de insanlar böyle düşünmüş ve pratik hayat da bu anlayış çizgisi üzerinde cereyan etmiştir. Uzlaştırıcı faktörlerin şuur hâline gelmesine, kardeşlik anlayışının çok ileri seviyeye ulaştırılmış olmasına rağmen, ayrı ayrı çiçek ve semereleri tekeffül eden farklı istidatlara hiç mi hiç ilişilmemiştir.
Bir Ebu Zerr ile Abdurrahman b. Avf’ın, bir Bilâl ile Hz. Osman’ın küçümsenmeyecek kadar farklı mülâhazaları ve teferruattaki farklı görüşleri aslâ yadırganmamıştır.
İçtimâî birliği zedelemedikten sonra, kabile ve aşiret anlayışına bir ölçüye kadar dokunulmamıştır. Evet, Muhâcir ve Ensâr diye iki ayrı şerefli unvana dokunulmadığı gibi, Evs ve Hazrec namları da ilelebet sürüp gitmiştir. Sa’d b. Muâz’ın kabilesine, “Efendinize ayağa kalkın” derken tabiat-ı beşer teyit buyurulmuş.. ve her kabile ayrı ayrı buyruklar altında cihada götürülürken, hamiyet ocakları, fetih ve zafer hesabına yakılıp tutuşturulmuştur. Hatta aralarındaki fahirlenmelere –cidâle girmemek kaydıyla– göz yumulmuştur. “Kur’ân’ı ezberleyenler bizdendir, falan bizdendir, filan bizdendir” şeklinde cereyan eden her şey, hemen hemen hep müsamaha ile karşılanmış ve bir bakıma bunlar, çok hızlı yükselen o cemaat için, birer yükseltme nirengisi oluşturmuşlardır.
... Evet, bütün bunlar vardı, ama ittifak ve âhenk de vardı. Marz-i ilâhîyi kazanma sath-ı mâilinde her ferd, senfonizmadaki “intibâkât-ı asvât” (seslerin birbirine uygunluğu) keyfiyetinde olduğu gibi, nağmesini umum havaya uyum ritmiyle edâ ediyordu; ediyordu, çünkü herkes ruhen olgundu.. hakperestti.. mukaddes bildiği şeylerin ufkunda şehbâl açmasının delisiydi.. ve şeâirin tâzim görmesini istiyordu. Bu önemli iş kimin tarafından yapılırsa yapılsın, onun için ehemmiyeti yoktu... Gün doğup sabah olduktan sonra, ona ha sultanlık verilmiş, ha bir dilencilik, ne ifade ederdi ki.!
Yeni doğuşun Ensâr ve Havârileri, saadetlerini başkaları için unutmuş büyük diğergamlar ve etrafın lezzet ve mutluluğuyla gönüllerinde cennet kuranlar olacaktır.
Devrimizdeki gruplaşmalardan biri de, belki de en tehlikelisi, kana ve ırka dayalı gruplaşmadır. Bu da dış kaynaklıdır ve dış kaynaklı olması da, hiçbir münevverin şüphe etmeyeceği kadar kat’îdir.
Kavgaların artık bloklar arasında cereyan ettiği, bütün insanlığı içine alacak şekilde ideolojilerin ideolojilerle çarpıştığı ve büyük bir köy hâline gelmiş bulunan dünyada milletlerin belli birlikler, topluluklar oluşturduğu bir dönemde, böyle bir anlayış oldukça gariptir. Hele hele, bir mıntıkada bulunup da aynı sosyolojik yapıya sahip olan kimseleri çeşitli etnik gruplar hâlinde mütalâa etmek, gayet gülünç ve gülünç olduğu kadar da, yarınki hercümerci hazırlaması bakımından fevkalâde tehlikelidir. Gülünçtür, zira asırlardan beri bir ve beraber yaşama sonucu kavimlerin karışıp kaynaşmasına sahne olmuş vatanımızda, “safkan” dediğimiz şeyi arama, “Levh-i Mahfuz”a muttali olmaya vâbeste bir keyfiyettir. Kaldı ki doğu, batı, güney, kuzey, kısaca, Anadolu’nun hemen her tarafında yerleşmiş, oldukça farklı topluluklar vardır. Ve bunlardan her birinin içinde, değişik “ırk” iddiasıyla teşekkül etmiş gruplar da vardır. Bu gruplardan her birerlerinin bilerek veya bilmeyerek bu gülünç duruma düştüğü de muhakkaktır. Öyle ise, siyâsî, gayr-ı siyâsî bütün gruplar için, “vahy-i münzel”in âlemşümul davetine icâbetten başka, ne çare ne de mâkul bir mesnet kalmadığı çağrısıyla insanımıza şöyle seslenebiliriz: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve sakın parçalanıp ayrılmayın.” Dün olduğu gibi bugün de böyle bir kardeşliği gerçekleştirmek mümkündür. Elverir ki, bu çok ciddi mesele, ilâhî ifade adesesi altında, akıl ve mantık düsturlarıyla ele alınsın.
Artık bütün meselelerimizi bir his ve heyecan zemzemesi içinde değil de, mukaddes prensiplerimiz çerçevesinde ve âdeta bir içtimâî mukavele şeklinde ele alma mecburiyetindeyiz. Zira, dış mihrakların ürettiği çeşitli alternatifler ve bizim içimizde de bir kısım menfaat gruplarının zuhûru, bundan başka mukaddes gaye ve ideallere karşı hürmet hissinin sarsılması; keza büyük millî dâvâ ve ona bağlı mübeccel mefhumların yerini bir kısım küçük hesap ve çıkarların alması, aradaki râbıtayı daha kuvvetli hâle getirmemizi zarûrî kılmaktadır. O da, bütün fasl-ı müştereklerimizi ortaya dökerek, onlarla ayırıcı faktörlerin muvazenesini yapma şeklinde olmalıdır. İman esasları birliği, amel ve ibadet birliği, sonra vatan ve kültür birliği, asırları aşan acı-tatlı kader birliği, haricî düşman ve hasım birliği gibi fasl-ı müştereklerimizi... Evet, bütün bunlar, en mübeccel şeylerden daha bağlayıcı ve birleştirici unsurlar oldukları hâlde, bunların yanında bölünmeyi gerektirecek unsurların, hiç de kayda değer şeyler olmadığı açıktır.
Esasen, Peygamberimiz tarafından da mesele bu şekilde ele alınmıştır. Kelime-i şehâdet, en büyük bir esas kabul ve tespit edildiği gibi, edâ eden her ferdin de mâsuniyetinin remzi olmuştur. Üsâme’nin şiddetli itap görüp azarlanması, Muhallem’in huzurdan uzaklaştırılıp yüzüne bakılmaması gibi pek çok hâdise var ki, neyin Sâhib-i Şeriat’ça en birinci râbıta ve esas olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Mesele böyle ortaya konunca, ehl-i iman, ehl-i secde ve ehl-i kıble olanlarla anlaşamama, uzlaşamama, hatta onları küfür, sapıklık ve günahla suçlamaya kalkmak, iman ve iz’ânla nasıl telif edilir..! Bir de bu işi yapanlar, kitleler üzerinde müessir kimseler olursa, o zaman tahribat kadar, cinayet ve cürüm de katlanmış olmaz mı? Evet, bu umumî dengesizlik mevzuunda en bedbahtlar, “İçtimâî durumu itibarıyla bir hatası binlere bâliğ olan imam, rehber ve liderlerdir.”
Bütün rehber ve yol göstericilere, lider ve başbuğlara umumî vicdanı tamire yönelik bir hususu, bir kere daha hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyoruz.
Sevginiz Allah için, nefretiniz Allah için, öfkeniz Allah için olsun. Gelin nefsanîliğe artık bir son verelim; zira nefsine perestiş edenin ne Hakk’ı, ne de halkı memnun etmesi mümkündür. Gelin, dostlarınızı hak ölçüleri içinde sevelim ve onlara karşı mürüvvetten ayrılmayalım. Düşmanlarımızın entrikalarına karşı da uyanık olalım ve onların oyunlarına gelmeyelim. Farklı düşünce ve farklı anlayışlarımızı düşmanlık vesilesi yapmayalım. Aksine onu bir zenginlik vesilesi olarak değerlendirelim...
Kinin ve nefretin şimdiye kadar hallettiği hiçbir mesele olmadığını bir kere daha hatırlayarak, medenîlere karşı galebenin ancak iknâ ile olabileceğine inanarak son bir kere daha birlik ve beraberlik “ahd ü peyman”ında bulunalım.
Birleştirme havarisi gibi, uğradığınız her şahsa “Gelin, birleşelim” deme, münasebetsiz bir tekliftir. Bir de bunu derken, grubumuza davet edâsı içinde ifade ediyorsak o bütün bütün bir saygısızlıktır. Zira böyle bir tutum, şimdiye kadar en hakperestlerde dahi grup hamiyetini tahrik etmekten başka bir işe yaramamıştır. Bilâkis, uğradığımız kimselerin, hizmetlerini senâ ederek onların rehber ve büyüklerine karşı hürmetkâr olursak, en sert kimseleri bile yumuşatmış oluruz.
Bir mü’min olarak kâinata “mehd-i uhuvvet” (kardeşlik beşiği) nazarıyla bakıp, her varlıkla münasebet kurma yolunu araştırmak ve hele mutlak sûrette, mü’minlere karşı daima mülâyim ve difüzyona açık bulunmak çok önemlidir.
Bizi bu noktaya kadar hazırlayıp sevk ve idare eden inâyet elinin işlediği hikmetleri de tenkit etmemeliyiz. Kim bilir, belki de henüz rüşdünü idrak edememiş şu heyet-i umumiyenin, belli bir müddet daha, mevcut durum içinde bulunması gerekmektedir.
Ve hepimiz, tenkidi atıp, bir miktar da takdir ve tebcille yaşamalıyız ki Allah da, yardımcımız olsun...
Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar
Hizmet İnsanı
Hizmet insanı, gönül verdiği dâvâ uğrunda kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı’ya karşı edepli ve saygılı.. hizmet adına her ses ve soluğu zikir ve tespih, her ferdi mübeccel ve aziz bilip, muvaffakiyetlerinden ötürü alkışlayacağı kimseleri de, putlaştırmayacak kadar Rabb’in iradesine inanmış ve dengeli.. ortada kalmış herhangi bir iş için herkesten evvel kendini mes’ûl ve vazifeli addedip, hakkı tutup kaldırmada, yardıma koşan herkese karşı hürmetkâr ve insaflı.. müesseseleri yıkılıp plânları bozulduğu ve birliği dağılıp kuvvetleri târumâr olduğunda fevkalâde inançlı ve ümitli; yeniden kanatlanıp zirvelerde pervaz ettiği zaman da mütevâzi ve müsamahalı.. bu yolun sarp ve yokuş olduğunu baştan kabul edecek kadar rasyonel ve basiretli; önünü kesen cehennemden çukurlar dahi olsa, geçilebileceğine inanmış ve himmetli.. uğruna baş koyduğu dâvânın kara sevdalısı olarak, cânı-cânânı feda edecek kadar vefalı ve geçtiği bu şeylerin hiçbirini bir daha hatırına getirmeyecek kadar da gönül eri ve hasbî olmalıdır.
Cevap: Ölçü veya Yoldaki ışıklar
İrşad Erlerine
Efendimiz (s.a.s), hayatı boyunca bir defa hac yapmıştır. Ama bütün hayatı, tebliğ ve irşadla geçmiştir.
* * *
Allah’ın ihsan ettiği nimetlere muvafık iş yapmayanlar, çeşmelerini kurutmuş olurlar.
* * *
Bazı gözyaşları, pek çok gönlün fethedilmesine vesile olabilir.
* * *
Büyüklük, büyük işler ve büyük plânlarda değil, insanın rıza-yı ilâhîye gözünü dikmesi ve Allah’ın da, “Ben senden razıyım.” demesinde aranmalıdır.
* * *
Sakın tohum atmayı hasat mevsimine bırakma; iki mevsimdeki gayretin de boşa gider!
* * *
İnanan bir insanın, inancını mutlaka amel zeminine koyması şarttır. İman ve amel kişinin duygularını baskı altına alınca, onun davranışlarında da istikamet belirmeye başlar.
* * *
Allah’ın arazisinde bizim tasarrufumuz, mîrî arazide şahısların tasarrufu gibidir.
* * *
İnsanı yaptığı hataları rahatsız ediyorsa, o kimse, günahı sevaptan tefrik edebiliyor demektir.
* * *
Muvaffakiyetin düşmanı refahtır, lükstür. Müslümanların muvaffakiyeti, ancak komando gibi basit yaşamakla mümkündür.
* * *
Çok yumurta ve civciviniz varsa, sakın hepsini bir sepete koymayınız..!
* * *
Tedbir kaderi değiştirmese de, neticede insanı kadere taş atmaktan kurtarır.
* * *
Hüsnüzan başka, hüsnüzan ve adem-i itimat başkadır... Bunların yerlerini tayin, erbâb-ı firâsetin işidir.
* * *
Tebliğde mühim olan, anlatılan mevzuun ihlâsa iktiranı ve hüsnükabul görmesidir. Hiç kimse, kendi seviyesinden üstün olanlara bir şey tebliğ etmeye çalışmamalı, zira aksûlamel yapabilir. Oğul, pederine, talebe hocasına, çırak ustasına, bir şey söylememeli. Ebû Talib’in, Efendimiz’i kabul etmemesi, üzerinde durulmaya değer bir mevzudur...
* * *
Ana ve baba, hiçbir şey için fedâ edilemez. Ama onlar “İslâm'a hizmet etme!” diyorlarsa, o zaman onlara bu yasaklarında itaat edilmez. Bunun dışında ana-babaya itaat eden, hayatında bereket bulur.
* * *
Mü’min, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidir.
* * *
İnsan, haklı dahi olsa babasıyla tartışmamalı. Celâl sıfatı herkeste cüz’î, küllî vardır. Öfkelenme makbul değildir; ama o, terbiye-i Muhammediye ile terbiyelenirse, düşmanlara karşı vakar, mü’minlere karşı da tevazu şeklinde kendini gösterir.
* * *
İslâm düşmanı olan ve İslâm’a tecavüz eden neşriyat, mutlaka okunması gerekiyorsa, hiç olmazsa dikkatli okunmalıdır.
* * *
Kötülüğe kilitlenmiş şerir kimselere insanca davranarak şerleri önlenebilir. “İnsan, iyiliğin kölesidir” sözü hatırlanmalı...
* * *
Zâtî kıymetleri itibarıyla küçük insanlar, çevrelerinde hep şahsiyetsiz ve küçük adamlar bulundururlar. Bu sayede biraz olsun irtifâ kaydedeceklerini sanırlar.
* * *
Şeytan, çok defa hayatını irşad eksenli yaşamayanlar yoldan çıkarır. Emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münkeri olmayan kimseler, vahyin bereketinden mahrum kalır. Bu kimselerde kat’iyen ilham esintisi olamaz. Kitaplar yazabilirler, fakat yazdıkları yümünsüz, bereketsiz, karanlık şeylerdir. Emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker yapan insanlardır ki, bunlarda her zaman ilham esintileri görülür. Onun içindir ki bizler, okuyacak, düşünecek ve herkese birşeyler anlatmaya çalışacağız ki, ruhumuz itibarıyla canlı kalabilelim.
* * *
Her mürşidin derdi bu zamanda sadece Allah'ın hoşnutluğu (c.c) olmalı, hiçbir dünyevî duygu ve düşünce onun için gaye olmamalıdır. Bir mürşit şöyle düşünmelidir: “Şayet yolum bir gün Cehennem’e uğrasa, orada dahi âşina bir sîma bulup, hakkı ve hakikati anlatmalıyım.” İşte, asrımızda ihtiyaç duyduğumuz ideal dâvâ adamının düşünce portresi.