Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
DUA’NIN FAZİLETİ
“Yalvarış halinde ve gizli bir sesle Rabbinize dua edin.” (A’raf; 55)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Dua ibadettir, ibadetin özüdür. Allah katında O’na dua etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Allah kendisinden bir şey istemeyeni (Dua etmeyi kendisine yediremeyeni) gazaba uğratır. Sıkıntı ve darlık zamanında duasının kabul olmasını isteyen bolluk ve rahat zamanında da duayı bol yapsın. Rabbiniz Hayyu Kerimdir.
Bir kul elini açınca onu boş bırakmaz. O kimseye ki dua kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Dua, rahmet kapılarının anahtarı, mü’minin silahı, dinin direği, göklerin ve yeryüzünün nurudur.” (Ebu Davud, Tirmizi)
Dua, her insan için bir sığınaktır. Dua, ihtiyacın anahtarıdır. Allah-u Zülcelal, kullarının kendisine dua etmelerini, ihtiyaçlarını arzetmelerini çok sevmektedir. Onun için ayet-i kerimede:“Bana dua edin, kabul edeyim.” (Mü'min; 60) buyurmuştur.
Her ne durumda olursak olalım, daima Allah-u Zülcelal'e dua etmemiz lazımdır.
Rivayet edilmiştir ki;
“Ebu Osman Nehdi hastalanmıştı. Hasan-ı Basri, onun ziyaretine gitti. Bir ara;
“Ey Eba Osman! Bize dua et. Hastanın duası makbuldür.” dedi.
Eba Osman, Allah-u Zülcelal'e hamdetti, bir ayet-i kerime okudu, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e salavat getirdi.
Daha sonra elini açtı, biz de açtık. Dua etti. Ellerimizi indirdiğimiz zaman, şöyle dedi;
“Size müjdeler olsun! Vallahi, Allah duamızı kabul etti.”
Hasan-ı Basri;
“Bunun için Allah'a yemin mi ediyorsun?” diye sorunca, Eba Osman dedi ki;
“Evet yemin ediyorum. Nasıl etmeyeyim ki? Sen bana bir söz söylediğin zaman kabul edip, onun doğruluğunu tasdik ediyorum da; Allah-u Zülcelal'in;
“Bana dua edin, duanızı kabul edeyim.” emrinin doğruluğunu niye tasdik etmeyeyim.”
Onun yanından ayrılınca Hasan-ı Basri;
“O, benden fakih (alim) çıktı.” dedi.
İnsan Allah-u Zülcelal’e dua ederken gafletten uzak, huzurlu bir kalp ile dua etmelidir. Duanın kabul olması için, özellikle haram yiyeceklerden uzak durulmalıdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KALP KATILIĞI
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Hani havarilere: "Bana ve Peygamberime iman edin!" diye bildirmiştim. Onlar da: "İman ettik, şahit ol ki, biz müslümanız." demişlerdi." (Maide; 111)
Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i nasıl kullarına gönderip ona iman etmelerini istemiş ise bizden önceki ümmetlere de aynı şekilde, Peygamberler gönderip iman etmelerini emretmiştir. Bunları da Kur'an-ı Kerim de muhtelif ayet-i kerimelerde, bizlere bildirmiştir ve bunlardan ibret alıp kendi payımıza düşen dersleri almamızı istemiştir. İşte Allah-u Zülcelal, Kur'an-ı Kerim'de Havarilerin durumunu bize şöyle anlatmıştır:
Havariler, İsa aleyhisselam zamanında, ayet-i kerimede de belirtildiği gibi iman etmişlerdi. Allah-u Zülcelal'e karşı kullukta, en önde gelen, salih kimselerdi.
Havariler, bu beyanlarına rağmen, İsa aleyhisselam'dan mucize istediler. "Hani, havariler: "Ey Meryemoğlu İsa! Rabbinin gökten bir sofra indirmeye gücü yeter mi?" demişlerdi. O da: "Eğer iman ediyorsanız, Allah'tan korkun!" demişti.
Bunun üzerine dediler ki: "Ondan yemeyi, kalplerimizin huzura kavuşmasını, senin bize doğru söylediğini bilmeyi ve ona şahitlik edenlerden olmayı istiyoruz." (Maide; 112-113)
Bunun üzerine İsa aleyhisselam iki rekat namaz kıldı. Ve gözlerini kapatıp Allah-u Zülcelal'e şöyle yalvardı:
"Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Gökten bize bir sofra indir ki, bizden öncekilere de sonrakilere de bir bayram ve Sen'den bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın." (Maide; 114)
Allah-u Zülcelal iki bulutun arasında, üzeri mendille örtülü bir sofra indirdi. İsa aleyhisselam:
"Ya Rabbi! Sana nasıl şükredeceğim, bunlara ne yapayım? Kalpleri tam mutmain olmuyor, iman etmiyorlar." diye ağlamaya başladı ve bundan sonra onlara şöyle dedi:
"Sizin içinizde, en fazla takva sahibi ve kalbi kuvvetli, imanı en sağlam olanınız ilk olarak mendili kaldırıp bu sofradan yesin." Havariler de şöyle cevap verdiler:
"Ey İsa! Bu sofrayı ilk olarak açmaya ve yemeye sen layıksın."
İsa aleyhisselam tekrar kalkıp iki rekat namaz kıldı ve gelip sofranın başına oturarak, mendili kaldırınca, çok çeşitli ve yalnız Allah-u Zülcelal'in bileceği yemekleri gördü. Bütün bunları gördükleri halde, imanlarından dönüp Allah-u Zülcelal'e âsi olanlar oldu. O zaman Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu:
"Ben o sofrayı size indireceğim. Fakat bundan sonra sizden kim inkar ederse, alemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla onu cezalandırırım." (Maide; 115)
Buna rağmen yine de isyan edenler oldu. Allah-u Zülcelal bu âsi olanların; bazılarını maymuna, bazılarını da hınzıra çevirdi. İsa aleyhisselam onlara isimleri ile hitap ediyordu. Diğer insanlar bunları gördükleri zaman, İsa aleyhisselam'ın yanına kaçarak, şöyle diyorlardı:
"Ey İsa! Dua et, biz böyle olmayalım." İsa aleyhisselam bu hayvan şekline çevrilenleri, isimleri ile çağırdığı zaman, pişmanlıklarından, gözlerinden yaş geliyordu. Fakat konuşamıyorlardı.
Aslında bu şekilde olmak, bir yandan iyi olduğu gibi diğer yandan çok kötüdür. Bu şekilde olanlara bir daha tevbe yoktur. Ancak, Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hürmetine, zahiri olarak insanların suretinin çevirilmesini bizim üzerimizden kaldırmıştır. Fakat zamanımızda, manevi olarak bu şekilde olanlar çoktur. Kalbi böyle olanlara, ne Kur'an, ne nasihat, ne mürşid, ne de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir menfaat veremez. Onun için kalp, günahlarla bu hale geldiği için çok dikkatli olmamız şarttır.
Dediğimiz gibi bir taraftan bu şekilde olması, diğer insanların, kendilerini muhafaza etmeleri için iyidir. Bu hayvan suretine çevrilmiş insanları görenler, kendilerini bundan nasıl muhafaza edeceklerini öğrenmek için İsa aleyhisselam'ın yanına koşuyorlardı.
Bazı mü'min kardeşlerimizin de kalpleri bu şekilde olmasına rağmen, zahiren göremediğimiz için kendimizi nasıl muhafaza edeceğimizi bilmiyoruz. Ancak, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmeti ne kadar günahkar olursa olsun; Allah-u Zülcelal onun hürmetine insanın son nefesine kadar tevbe nimetini nasip etmiştir. Bunun için hep söylediğimiz gibi tek çaremiz Allah-u Zülcelale tevbe etmek ve ağlayıp yalvarmaktır.
Feth-i Musuli isminde bir zat'ın gözlerinden sicim gibi yaş akarken gördüler. Arkadaşları: "Ey Feth! Neden böyle ağlıyorsun?" dediklerinde, Feth-i Musuli şöyle cevap verdi:
"Günahlarımı hatırladıkça ve Allah-u Zülcelal'in üzerime vacip kıldığı görevleri layıkıyla yerine getirememekten korktuğum için ağlıyorum."
Feth-i Musuli vefat ettikten sonra, bazı arkadaşları onu rüyalarında gördüler ve:
"Allah-u Zülcelal sana ne yaptı?" dediler. Feth-i Musuli dedi ki:
"Allah-u Zülcelal bana: "Neden o kadar ağladın?" buyurdu. Ben de: "Günahlarım ve kusurlarım sebebiyle ağlıyorum." dedim. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu: "Ey Feth! Ben çok ağlaman sebebiyle, günahını yazan meleğe, sana günah yazmamasını emretmiştim."
İşte buradan anlaşıldığı gibi ağlamak, yalvarmak, tevbe etmek, aynen ibadet gibi insanı Allah-u Zülcelal'e kavuşturmaktadır. Bunlar, günahların af ve mağfiret edilmesine sebep olmaktadır.
Peki, nasıl ağlayacağız? İnsan ağlamadığı zaman ne yapabilir? Hiç, bir taştan su çıkabilir mi? İnsanın kalbi taş gibi demir gibi katı olursa, ondan da su çıkmaz. Onun için samimi olarak günahlarımızdan tevbe edip ibadet yaparsak, Allah-u Zülcelal'in zikrini yaparsak, kalbimiz incelecek ve Allah-u Zülcelal'in korkusundan ağlamaya başlayacaktır.
Bizden önceki insanlar, Allah-u Zülcelal'in emirlerini titizlikle yerine getirdikleri halde, devamlı ağlıyorlardı. Biz de hiç olmazsa, ayda bir defa, haftada bir defa ağlayıp yalvaralım ve günahlarımıza tevbe edelim. O zaman belki Allah-u Zülcelal de bizi af ve mağfiret eder. Yoksa böyle taş gibi bir kalple Allah-u Zülcelal'in huzuruna gitmek, çok büyük bir yanlıştır. Biraz Allah-u Zülcelal'e dönmemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz; "Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin" derler." (Fussilet; 30)
Baki; ebedü'l-ebed bir hayat için insana böyle müjde verilmesi ne büyük bir nimettir. İnsan ölürken onun omuzundaki iki hafaza meleği yanına gelirler. Eğer o Allah'ı razı edecek salih amel sahibiyse, melekler ona korkma, Allah seni seviyor diye müjde verirler. O kişi de haşir meydanında ve sırat köprüsünde dahi bu iki meleğin söylediği sözden dolayı kuvvet duyar. Eğer salih bir amel sahibi değilse melekler ona senin önünde nice tehlikeler, azaplar vardır, diye müjde verirler.
Sabit el-Benani şöyle demiştir:
"Yirmi dört saat olan gece ve gündüzde hiçbir an yoktur ki, Azrail aleyhisselam her ruh sahibine uğrayarak, başında beklemesin. Eğer o kimsenin ruhunu almakla emrolunursa alır, emrolunmazsa gider."
İşte yirmi dört saatin içinde böyle bir durum yaşarken biz ne kadar gafletteyiz. Buna göre, herkesin kendisine vaaz yapması lazımdır. Ben istiyordum ki, bir dağ başında otlarla beraber yaşasaydım da tek Allah-u Zülcelal benden razı olsaydı.
Süleyman aleyhisselam bir gün muhteşem bir şekilde havada gidiyordu. Kuşlar ve cinler onun hizmetinde bulunuyorlardı. Süleyman aleyhisselam İsrailoğullarından bir abide uğradı. Abid:
"Ey Davud'un oğlu! Allah sana ne büyük bir saltanat vermiştir." dedi. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselam şöyle buyurdu:
"Mü'minin amel defterinde yazılı olan bir tesbih, Davud'un oğluna verilen bu muazzam saltanattan daha hayırlıdır. Çünkü tesbih baki kalır, saltanat ise geçicidir."
Onun sözü ne kadar doğrudur. Allah bütün dünyayı, rüzgarı, cinleri onun emrine vermesine rağmen o bir "Sübhanallah" kelimesinin bunlardan daha hayırlı olduğunu söyledi.
İsa aleyhisselam bir gün çok kıymetli binalarda keyf ve sefa içinde yaşayan insanları görünce şöyle nida etti:
"Bundan önceki insanlar da bu binalarda yaşadılar. Fakat geçip gittiler. Bunlar onlardan ibret almıyorlar mı?"
Hakikaten biz de bu dünyada bizden önce yaşayan mü'minlerden ya da Allah'a asi olan kullardan ibret almayacak mıyız? Onların bazıları bizden daha uzun yaşadılar, mülkleri daha çoktu, daha çok keyf ve sefa yaptılar ama şimdi toprağın içinde çürümüş vaziyettedirler.
Bu vücudumuz bir dikenin acısına bile katlanamazken cehennem azabına nasıl dayanacağını nefsimize sormalıyız. Devamlı olarak yapamıyorsak da ara sıra nefsimize bunları hatırlatmalıyız.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KANAAT
“Allah onlara ne güzel bir rızık vermiştir.” (Hac; 58)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"İslâm hidâyetine erdirilip yeterli rızkı da verilmiş olan kimse, verilene kanaat ederse kurtulmuştur." (Müslim)
Kanaat, İslam dininde çok önemli bir yere sahiptir. Her kim kanaat sahibi olursa, dosdoğru olan bir yolun üzerindedir. Kanaat;
“Elindeki ile yetinmek ve daha fazlasını elde etmek için hileli yollara başvurmamaktır.” Kanaat, Allah-u Zülcelal'in kullarına vermiş olduğu büyük bir nimettir.
Allah-u Zülcelal Musa (Aleyhisselam)'ya şöyle vahyetmiştir:
“Ya Musa! Sana vereceğim rızka karşı kanaatli ol.”
Onun için denilmiştir ki;
“Kanaattan daha üstün bir zenginlik, haris (hırslı) olmaktan da daha şiddetli bir fakirlik yoktur. Çünkü insanın rızkı, henüz annesinin karnında yüzyirmi günlük iken yazılmaktadır.”
Kanaat, bitmeyen bir zenginliktir. Kanaat sahibi kimse, zillet ve alçalmadan kurtulur.
İbrahim Maristani şöyle demiştir:
“Düşmanlardan nasıl kısas ile intikam alıyorsan, nefsinden de kanaat ile intikam al.”
Rızkına kanaat eden, ahireti kazanır, dünyada da rahat bir hayat sürer. Çünkü kanaat insanı meşguli-yetten kurtarır. Ama kanaat etmeyen kimsenin aklı ve bedeni daima mal peşinde dolaşır. Akıllı kimse, dünya işlerini kanaat ve ileri zamana tehir etmek suretiyle yürüten, ahiret işlerini ise hırs ve acele ederek bitirendir.
İnsan rızkını bitirmeden bu dünyadan ayrılmaz. Durum böyle iken, Allah-u Zülcelal'in takdir etmiş olduğu bu helal rızkı, haram yollara saparak elde etmeye çalışmamak lazımdır.
Unutmamak lazımdır ki, Allah-u Zülcelal takdir etmişse, rızkımız mutlaka elimize geçecektir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İYİLİĞİ EMREDİP KÖTÜLÜKTEN SAKINDIRMAK
“Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü engelleyen bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i imran; 104)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki; ya iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz, ya da çok sürmez Allah tarafından üzerinize bir bela gelir ki, (Belanın kalkması için) Allah'a dua edersiniz, ama Allah dualarınızı kabul etmez.” (Tirmizi)
Emr-i bil maruf, nehy-i anil münker, yani iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmanın İslam dininde çok büyük bir yeri vardır. Emr-i bil maruf, nehy-i anil münker, vahyin bereketidir.
O yeryüzünden kalktı mı her tarafı cehalet sarar, sapıklık yaygınlaşır ve insanlar birbirlerine zulüm yaparlar. Şefkat ve merhamet ortadan kalkar, hak ve adalet kalmaz. Onun için insanlar helak olurlar. Yukarıdaki ayet-i kerime, bu vazifenin yapılmasını emrederek onun vacip olduğunu bildirmiş ve aynı zamanda, bu vacibi ifa edenlerin iflah olacağını (Allah katında sevindirici mükafatlar bulacağını) haber vermiştir.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Sizlerden her kim bir kötülük görürse, onu eliyle düzeltsin. Eğer buna gücü yetmezse, diliyle, bunuda yapamazsa kalbiyle onu reddetsin. Bu sonuncusu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim)
Huzeyfe (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“Karşılaştığı kötülüğü eliyle, diliyle veya bunlara gücü yetmediği takdirde kalbiyle değiştirmeye çalışmayan bir kimse yaşayan bir ölü gibidir.”
Ben bu kitabı yazarken bir sofi bana rüyasını anlatmıştı. Bu rüyayı burada yazmakta fayda görü-yorum. Sofi rüyasını şöyle anlatmıştı:
“Bir deniz kenarında arkadaşlarımla beraber oturmuş, sohbet ediyorduk. Bu sohbet ortamında tevbe etmeyi tavsiye ediyor, birbirimize iyiliği emredip kötülükten sakındırıyorduk. Bu arada arkadaşlarım tevbe edip sırayla denize girip çıkıyordu. Bu ortamda bu sıcak muhabbetten kendimizden geçmiş iken, denizden bir balık çıktı, ağlayarak dile geldi ve: “Şu anda yapmış olduğunuz tevbe, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerden dolayı Allah-u Zülcelal’in, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in ve evliyaların sizden ne kadar razı olduğunu bilseydiniz, aşk ve muhabbetten vücudunuz eriyip yok olurdu.” dedi.”
Görüldüğü gibi tevbenin, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerin mükafatı böyledir.
Bu rüyada; sohbet ortamlarında müslüman kardeşlerimizin gıybetini etmek ve dünya muhabbetini konuşmak yerine ahirete yönelik sohbetler etmek, her fırsatta mü’min kardeşlerimize tevbe etmeyi tavsiye etmek, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yapmanın bizim için daha mefaatli olduğunu işaret vardır.
Bütün bunlara bakarak, üzerimizden vahyin bereketinin kalkmaması için, Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerine sarılıp, diğer insanlara da daima nasihatte bulunmamız lazımdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
TÖVBE
Sizlere biraz bir şeyler söylemek istiyorum. Fakat se-sim müsait değildir. Yine de Allah'u Zülcelal'in takdir ettiği kadar birbirimize sohbet etmeye çalışacağız inşaallah.
Çünkü Allah'u Zülcelal'den bahsetmek ve O'nun muhabbetini kazanabilmek için çalışmak her müslümanın üzerine haktır ve farzdır. Kıyamet gününde bu muhabbet, bu sevgi bize yarayacaktır.
Allah'u Zülcelal bizlere akıl vermiştir. Bu akıl ile kendimiz için karlı olan şeyleri yapmamız, zararlı şeylerden de muhafaza olmamız lazımdır. Kendi kendimize, bizden önce yaşamış ve şimdi toprağın altında olan insanların hallerini:
“Nasıl geldiler ve nasıl gittiler?" diye biraz derin olarak düşünürsek, kendi kusurlarımızı ve nefsimize ne kadar hak-sızlık yaptığımızı meydana çıkarabiliriz.
Firavun ve onun hanımı olan Asiye (Radıyallahu Anh) bir evde beraberdiler. Tabii ikisi de bu dünyadan gittiler. Firavun;
“Ben Rabbim” diyordu. Yeryüzünde bundan büyük bir günah yoktur. Asiye (Radıyallahu Anh) ise, Nebi Musa (Aleyhisselam)'a iman etti ve müslüman oldu. Firavun ona çok şiddetli azaplar veriyordu. Dört tane çakılı kazığa ellerinden ve ayaklarından bağlıyor ve gerdiriyordu. Göğsünün üstüne de çok ağır bir taş koyduruyordu.
Hemen hemen bütün insanlar Firavun'un hizmetçisi ve dünyanın bütün malları sanki onun gibiydi, o kadar zengin ve nüfuz sahibi idi, Allah'u Zülcelal ona bir çok nimetler vermişti. Fakat şimdi Firavun ve Hz. Asiye (Radıyallahu Anh) nerede-ler? Asiye, kıyamet gününde bütün kainatın efendisi olan Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ile evlenecektir. Firavun ise; bir tencerenin içinde bulunan et parçalarını bir ateşin üstünde kaynatıldığında nasıl yuvarlanıyorsa; oda cehennem ateşinin alevinin içinde aynı o şe-kilde yuvarlanacaktır.
Dünya çok kısa bir zamandır. Onun rahatına bakmamamız lazımdır. Nefsimiz, bu dünya hayatını bize öyle uzun gösteriyor ki, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bizi aldatıyor. Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir hadisi şeriflerinde;
“Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibadetten daha efdaldir” buyurmuştur. Bunu birbirimize daima söylüyoruz. Peki ma-nası nedir?
Bu tefekkür, insana ibadet yapmayı ve günahlardan muhafaza olma kuvvetini nasip eder. Şimdi iki tane insan düşünelim. Biri dünyanın en iyi insanıdır, biri de dünyanın en kötü insanıdır. Ve bu kötü kişi tâ on beş yaşından yüz yaşına kadar her türlü günahı yapmış; diğeri de daima mağaralarda aç, susuz ve fakirlik içinde Allah'u Zülcelal'e ibadet etmiş. Şu anda bu ikisini de buraya getirirsek ve onlara;
“Sizin ömrünüz böyle geçti. Ondan ne anladınız” diye sorarsak; ikisi de diyeceklerdir ki:
“Biz sanki hiçbir şey görmedik, geçti gitti” Peki bizim durumumuzda böyle değil midir? Aynen böyledir. Siz ne derseniz deyin.
Çünkü ben kendi ömrümü öyle görüyorum. Sizde benim gibi insansınız, siz de öyle görüyorsunuz. Zaman öyle hızlı geçiyor ki, insan sanki onu hiç görmüyor.
Şu anda ben rahat isem rahatım, rahatsız isem rahatsızım. Geçen zamanı sanki hiç görmedim. Kalan ömrümüzde aynı şekilde geçecektir.
Onun için Asiye (Radıyallahu Anh) gibi eziyet ve meşakkatlere sabır göstermemiz lazımdır.
Herkes Allah'u Zülcelal'in muhabbetini arasın, onun üzerinde meraklı olsun. Bir kişi kıymetli bir şeyini kaybettiği zaman, daima o kaybettiği yerden geçerken nasıl;
“Bir daha bakayım, belki kaybettiğim şeyi görürüm” di-yorsa; Mü'min olan kişi de, Allah'u Zülcelal'in muhabetini, rızasını ve ibadetini öyle aramalıdır.
Allah'u Zülcelal kullarına karşı halimdir, ihsan sahibidir ve şefkatlidir. İnsanlar daima O'na asi geliyorlar. Halbuki bir insan, peygamber veya melek olsa kendisine asi gelen kim-seye bir gazaba gelir ve onu mahveder. Ama Allah'u Zülcelal kendisine karşı asi gelen kullarına halim davranıyor, onlara mühlet veriyor ve;
“Belki kulum tevbe eder ve bana döner. Çünkü ona azap vermek istemiyorum” diye bekliyor. Onun için insan elini vicdanına koyup;
“Benim Rabbim bana halimdir, ihsan ve merhamet sahibidir. Ben de O'na karşı biraz kendimi düzeltmeliyim” demesi lazımdır.
Bu şekilde derin olarak düşündüğü zaman, bülbül gibi daima Allah'u Zülcelal'den bahsetmek gerektiğini, O'nun zikrini, ibadetini yapmak gerektiğini ve O'nun muhabbetini, rızasını, kazanmak için gayret göstermenin her mü'minin üzerine hak olduğunu, farz olduğunu anlayacaktır.
Allah'u Zülcelal'in kudret ve azametini idrak edemiyoruz. Onun kudret ve azametini iyice idrak etseydik, devamlı olarak O'nun ibadetini yapardık ve kendimizi günahlardan da muhafaza ederdik.
Nebi Musa (Aleyhisselam), Şuayb peygamber (Aleyhisselam)'ın yanında çobanlık yapıyordu. Bir gün çok uykusu geldi. Fakat koyunların etrafında bir sürü kurt vardı. Onlardan bir an gafil kalsa, koyunların hepsini parçalardı. Fakat uykusuzluktan ve rahatsızlıktan ayakta duracak hali yoktu. Gözünü yukarı doğru kaldırıp:
“Ya Rabbi! Ben koyunlarımı sana teslim ediyorum” dedi ve uzanıp uyudu. Bir süre sonra uyanınca baktı ki; bir kurt kendisinin asasına omzuna almış ve çobanlık yapıyor. Nebi Musa (Aleyhisselam) bu duruma çok şaşırdı. Allah'u Zülcelal ona vahiy nazil ederek buyurdu ki;
“Ya Musa! Şaşırma. Bu benim yanımda bir şey değildir. Sen daima benim istediğimi yerine getir, Ben de senin istediğini yerine getiririm”
İşte Allah'u Zülcelal böyledir. Eğer kul O'nun istediği şe-kilde davranırsa, Allah'u Zülcelal de daima onunla beraberdir, daima onun her ihtiyacını yerine getirir.
Allah'u Zülcelal adalet terazisinin üzerindedir. Hiçbir kulunun zerre kadar ne bir sevabını, ne de bir günahını kaybetmez. Ama kendi rahmeti ve merhametiyle kulunu affederse O'na hiçbir şey mani olamaz. Yalnız kul da, kendisini Allah'u Zülcelal'in affına müstehak etmelidir.
Kıyamet gününde, Allah'u Zülcelal bir kuluna:
“Ya kulum! Sen dünyada kimi seviyordun” diye sorar? Tabi kul, korkudan;
“Ya Rabbi! Ben seni seviyordum. Sen benim Rabbimsin. Ruhum, canım, malım her şeyim senin elindeydi. Senden başka kimi seveceğim” der. Allah'u Zülcelal;
“Yalan söyledin ya kulum” buyurur. O kul;
“Niçin ya Rabbi” diye sorar? Allah'u Zülcelal buyurur ki;
“Ya kulum! İnsan dünyada kimi severse, daima ondan bahsetmiyor mu?" Hakikaten de bir kişi birisine aşık olduğu zaman, her nerede oturursa daima ondan bahseder.
“Ya kulum! Sen meclislerde oturduğun zaman Benden bahsetmiyordun. Dünyadan ve seni Benden gafil bırakan boş konulardan bahsediyordun” Onun için bu dünyada:
“Ya Rabbi! Ben seni seviyorum” diyelim ki, huzuruna çıktığımız zaman doğru olsun. Allah'u Zülcelal, bize baktığı zaman; hakikaten kendisine aşık olduğumuzu, O'nu sevdiğimizi ve O'nun muhabbetini kazanabilmek için daima gayret gösterdiğimizi görsün ki, kıyamet gününde;
“Evet, ya kulum! Doğru söyledin. Sen daha fazla yapmak istiyordun ama elinden o kadar geliyordu” desin.
Onun için daha dünyada iken bu alametleri üzerimizde bulundurmamız lazımdır.
Bir yerde oturduğumuz zaman en azından bir miktar Allah'u Zülcelal'den, O'nun peygamberinden, onların yolundan, Allah'u Zülcelal'e nasıl gidilebileceğinden ve O'nun rızasının nasıl kazanılacağından bahsetmemiz lazımdır.
Çünkü bir cemaat bir yerde toplandıkları zaman eğer Allah'u Zülcelal'den bahsetmeden dağılırlarsa, nasıl köpekler bir leşin üzerine gelip her biri o leşten bir parça koparıp dağılırlarsa, o cemaatte öyle dağılır. -Neuzübillah- Ama Allah'u Zülcelal'den bahsedipte dağıtırlarsa, Allah'u Zülcelal'de o cemaate;
“Dağılın; sizi af ve mağfiret ettim” diye nida eder.
Allah'u Zülcelal peygamberine de benzemez. Karun, Hz. Musa (Aleyhisselam)'ya iftira atmıştı. Hz. Musa (Aleyhisselam) Allah'u Zülcelal'e yalvardı. Allah'u Zülcelal'de ona;
“Ya Musa! Yeri Ben senin emrine verdim” buyurdu. Musa (Aleyhisselam) yere;
“Karun'u yut” diye emretti. Yer Karun'u dizlerine kadar yuttu. Karun, Hz. Musa (Aleyhisselam)'ya yalvarıp figan etti. Ama Hz Musa (Aleyhisselam) öyle gazaba gelmişti ki sanki Karun'un sesini duymuyordu. Yere;
“Karun'u yut” diye bir daha emretti. Yer Karun'u göbeğine kadar yuttu. Bir daha emretti, boğazına kadar yuttu. Bir daha emretti ve nihayet yer Karun'u tamamen yuttu. Allah'u Zülcelal Musa (Aleyhisselam)'ya buyurdu ki:
“Ya Musa! Eğer Karun bir sefer 'Ya Rabbi', deseydi; Ben ona merhametimle kurtaracaktım. Sana o kadar yalvarmasına rağmen, sen gazabından onu hiç duymadın”
İşte Allah'u Zülcelal böyle merhamet sahibidir. Ona dönmek lazımdır. Bizim günahlarımız O'nun yanında bir şey değildir. Allah'u Zülcelal'e döndüğü zaman, annesinden yeni doğmuş gibi tertemiz olur. Ne kadar günahı varsa hepsi sevaba çevrilir. İnsan için bu fırsattan, bu nimetten daha büyük ne vardır?
Yalnız tevbe ederken, insan büyük bir pişmanlıkla;
“Ya Rabbi! Senin razı olmadığın geçmişte yapmış olduğum bütün günahlarımdan pişman oldum. Ve bundan sonra da senin razı olmadığın amelleri de yapmayacağıma söz veriyorum” diye tevbe etmelidir.
Dili nasıl böyle söylüyorsa, kalbi, ruhu ve sırrı da manevi olarak aynı dili gibi kararlı olursa, bütün günahları sevaba çevrilir ve gelecekte de nefs ve şeytana mağlup olup hata yaptığı zaman yine tevbe ederse, Allah'u Zülcelal yine kabul eder.
Allah'u Zülcelal her ne kadar hataya düşmemizi istemese de, sonradan bir hata yaptığımız zaman;
“Bak, sen söz vermiştin, niçin yine hata yaptın” demez ve tevbemizi kabul eder. İmandan sonra vermiş olduğu en kıymetli şeydir. Bu tevbeyi de bize nasip ettiği için Allah'u Zülcelal'e karşı borçluyuz.
Çünkü bu tevbeyi Allah'u Zülcelal bazı mü'min kardeşlerimize nasip etmemiştir. Tevbe sanki İslam dininin dışında olan bir şeydir. Halbuki Allah'u Zülcelal bir çok ayeti ke-rimede;
“Ey İman edenler! Nasuh bir tevbe ile tevbe edin” diye, aynı namaz gibi tevbe etmeyi de emretmiştir.
Tevbe, mü'min olan kimsenin üzerine farzdır. Fakat maalesef din aramızda yabancı olmuştur. Dinimizi bilmi-yoruz. Onun için bu tevbenin ne kadar kıymetli olduğunu başta kendimize, ailemize, dost ve akrabalarımıza, komşularımıza anlatmamız lazımdır.
Dediğim gibi Allah'u Zülcelal adalet terazisinin üzerindedir. Hiç kimsenin zerre kadar amelini kaybetmez. O'nun takvasında bulunmak, O'ndan korkmak, emir ve nehiylerini yerine getirmek, hem dünyada hem de ahirette insan için kurtuluştur.
Bir cemaat, bir gün gemiyle bir yere gidiyorlardı. Baktılar ki, insan suretinde birisi, denizin üzerinde duruyor. O denizin üzerinde bulunan kişi, gemidekilere dedi ki:
“Benim yanımda bir söz var, onu bin dirheme satıyorum” Cemaatin içerisinden Allah'u Zülcelal'e aşık olan birisi dedi ki:
“Bu bedava bir şey değildir. Suyun üzerinde bu şekilde duran şahıs bunu söylüyorsa, mutlaka bunda bir hikmet vardır." Hemen cebinden bin dirhem çıkarıp ona verdi. Suyun üzerindeki şahıs dedi ki;
“Sana söyleyeceğim şeyi çok iyi muhafaza et” Adam;
“Nedir o, söyle”dedi. Ona;
“Ve men yettekıllâhe yec'al-lahû mahrecâ ve yerzukumin haysu lâ yahtesib”
"Kim Allah'tan korkarsa, (hangi darlıkta olursa olsun), Allah ona bir kurtuluş kapısı açar; ve ona umut etmediği yerden rızık verir” (Talak, 2-3) ayeti kerimeyi okumaya başladı.
Bir süre sonra fırtına çıktı ve gemi battı. Adam bir tahtanın üzerinde kaldı. Daima o ayeti kerimeyi okuyordu. Çünkü ayeti kerimede;
“Hangi darlıkta olursa, Allah ona bir kurtuluş kapısı açar” manası vardı. O tahta adamı karaya kadar getirdi. Karaya çıkınca, baktı ki orada ay gibi parlak yüzlü bir kadın tek başına duruyor. Ona;
“Niye burada duruyorsun” diye sordu? Kadın dedi ki:
“Ben arkadaşlarımı kaybettim. Onun için burada duruyorum. Fakat bir cin bana musallat oldu. Bana kötülük yapmaya çalışıyor. Ama Allah'u Zülcelal beni muhafaza ediyor” Adam kadına dedi ki;
“Seni beni cinin göremeyeceği bir yere götür ama ben onu görebileyim. Cin geldiği zaman bana haber ver” dedi. Kadın;
“Olur” dedi. Onu bir şeyin arkasına gizledi. Cin kadının yanına geldiği zaman, adam bu ayeti kerimeyi okumaya başladı. Gökten cinin üzerine bir ateş geldi ve onu yakıp kül etti. Adam kadınla beraber bir mağaraya geldiler ve orada buldukları hazineyi de yanlarına alıp, oradan kurtuldular. İşte Allah'u Zülcelal'in takvasında bulunmak, O'nun emir ve nehiylerini yerine getirmek insana hem dünyada yarıyor, hem de ahirette yarayacaktır.
Yalnız dediğim gibi Allah'u Zülcelal'in kudret ve azametine inanıp idrak etmek ve O'na tevekkül etmek lazımdır. Allah'u Zülcelal'in yanında her şey çok kolaydır.
Arş-ı âlâya kadar yedi kat gök vardır. Orada melekler ve başka mahlukatlar vardır. Yerin dibine kadar yedi kat yer ve denizlerde ne kadar mahlukat varsa, Allah'u Zülcelal bunların hepsinin açlığını, tokluğunu, ne istediğini gece-gündüz daima hepsini görür, işitir, bilir.
Ne kadar büyük bir kudret ve azamet sahibidir. Bunu biraz derin olarak düşünmemiz lazımdır. Küçücük kurtları, pireleri, karıncaları gören, işiten Allah'u Zülcelal'in bizi mahafaza etmesi nedir ki? Yalnız O'na karşı samimi olmamız lazımdır.
İnsan dünyada iken, Allah'u Zülcelal'in rızasına sebep olacak işleri maalesef tercih etmiyor. Nefsani şehvetleri, nefsinin arzularını tercih ediyor. Allah'u Zülcelal'in rızasını, O'nun emir ve nehiylerini, nefsimizin arzularının üzerine tercih etmemiz lazımdır.
Allah'u Zülcelal'in dostlarından birisi rüyasında, öyle bir huri görmüş ki eğer dünyaya çıkarsa güneşi kaybeder, kendi yüzünün parlaklığı ile dünyayı aydınlatabilir.
O'na demiş ki:
“Sen kimin içinsin?" Huri:
“Ben, mehrimi veren içinim” diye cevap vermiş.
“Peki senin mehrin nedir” diye sorunca, demiş ki;
“Benim mehrim, Allah'u Zülcelal'in rızasını kendi nefsinin arzularının üzerine tercih etmektir. Kim bunu yaparsa, benim mehrimi vermiş olur. Ben de onunla evlenirim, kıyamet gününde”
Tabi bu insan için zordur. Fakat dünyada bizi barındıracak bir bina yapabilmek için, masraf yapıyoruz, çalışıyoruz, terliyoruz. Allah'u Zülcelal kıyamet gününde yüksek yüksek köşkler hazırlamıştır. Bunların bir taşı altından, bir taşı gümüştendir. İnsan ona bakınca gözleri açık kalır. İşlerinde bir çok nimetler vardır.
Bütün bu nimetleri bedava olarak hiç çalışmadan istemek yanlıştır. Niçin dünya nimetlerini elde edebilmek için çalışıyoruz, terliyoruz, meşakkat çekiyoruz da; ahiret nimetlerini bedava almak istiyoruz?
Biraz Allah'u Zülcelal'in rızasını kazanabilmek, isteklerini yerine getirebilmek için nefsimizi rahatsız etmemiz lazımdır.
Daima nefsin isteklerini yapıp, Allah'u Zülcelal'in emir ve nehiylerini bir kenara atmak doğru değildir. Bunu hepimiz biliyoruz. Ama nefsin arzularına uyup hata yaptığımız, zaman, hemen tevbe edip;
“Ya Rabbi! Beni affet. Ben senin zayıf bir kulunum” diye Allah'u Zülcelal'e yalvarıp, O'ndan özür dilememiz lazımdır.
Tabi dünyada ne yaparsak yapalım, bir şey görmüyoruz ama ahiret gelip gördüğümüz zaman, öyle pişman olacağız ki;
“Keşke ben devamlı olarak Allah'u Zülcelal'in ibadetinde bulunsaydım” diyeceğiz. Önemli olan o gün gelmeden aklımızı başımıza alıp pişman olmaktır.
Sohbetimizin sonunda şunu söylemek istiyorum. Bu söylediğim devamlı olarak aklımızda bulunsun. Gaflet uykusuna daldığımız zaman, nasıl uyuyan bir kimseyi uyandırıp;
“Kalk bir şeyler yap, sen devamlı olarak uyuyorsun” diyorsak, nefsimizi dürterek;
“Ya nefsim! Sen gafletin içine çok fazla giriyorsun, ahiretten hiç haberin yok, kalk kendin için bir şeyler yap” diyerek uyandırmamız lazımdır.
Nefs ve şeytan daima bizimle mücadele etmek suretiyle harbediyorlar. Mü'min olan kimse şuurlu olmalıdır. Nefs ve şeytan kendisine zarar verdiği halde, hiçbir zarar vermiyormuş gibi davranmak çok yanlıştır. Daima geçmiş olan günlerimizden pişman olup Mahzun olmamız lazımdır.
“Benim elimde çok büyük bir sermaye vardı. Onunla çok güzel ve büyük şeyler yapabilirdim ama hepsi geçti gitti. Bari kalan ömrümde bir şeyler yapayım” diye Allah'u Zülcelal'den kuvvet, saadatlardan himmet istemek suretiyle kalan ömrümüzde biraz gayret göstermemiz lazımdır.
Lain şeytan bazı zamanlarda insana;
“Sen daha ne yapacaksın, bu kadar günah yaptın” di-yerek, umutsuz bırakıyor ve öyle bir hale getiriyor ki sanki artık müslüman değilmiş gibi bir düşüncenin içine sokuyor.
Bu çok yanlıştır. Bir kimse ömrünün tamamını Allah'u Zülcelal'e dönüp iman ederse, Allah'u Zülcelal onu affediyor. Mü'min olan saçını, sakalını Allah yolunda beyazlatmış olan bir kimseyi niye affetmesin ki?
Allah'u Zülcelal merhamet sahibidir. Samimi olarak pişman olup O'na döndüğümüz zaman, geçmiş olan günahlarımızı affedecektir. Bizim için Allah'u Zülcelal'in muhabbeti dünyadan, ahiretten hatta cennetten daha üstün olmalıdır.
Çünkü bize yarayacak olan O'nun muhabbetidir. Allah'u Zülcelal rızasını, muhabbetini kazanalım diye bizi yaratmış ve dünyaya göndermiştir.
Hz. İsa (Aleyhisselam) bir yerden geçerken; bir kişinin ibadet yapmaktan mahvolmuş bir adam gördü. Ona:
“Nedir senin bu halin” diye sordu? Adam dedi ki;
“Yetmiş senedir bana zerre kadar da olsa muhabbetini vermesi için Allah'u Zülcelal'e yalvarıyorum. Ya Ruhullah! Sen dua et ki, Allah'u Zülcelal bu muhabbeti bana versin” Hz. İsa (Aleyhisselam) da:
“Ya Rabbi! Bunun istediğini ona ver” diye dua etti ve geçip gitti. Bir süre sonra dönerken baktı ki, adam bir kayanın üzerine çıkmış, gözleri yukarıya doğru ve bir taş gibi göğe bakıyor. Ona selam verdi, almadı. Her ne söylediyse sanki ruhu yokmuş gibi hiç cevap vermedi. Allah'u Zülcelal Hz. İsa (Aleyhisselam)'a şöyle vahyetti:
“Bizim bir zerre kadar muhabbetimiz onu böyle yaptı. Daha fazla olsaydı hali nasıl olurdu." İşte Allah'u Zülcelal'in muhabbeti böyledir.
Allah'u Zülcelal hepimize kendi fazlı, ihsanı ve keremi ile muhabbetini versin ve razı olacağı şekilde amel-i salih nasip etsin.
Amin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini teskin edecek her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda (bu surede) da sana hak ve mü'minlere bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir." (Hud; 120)
Bu ayet-i kerimede bizim için çok büyük bir ders vardır. İnsan bazı zamanlarda öyle ağır hasta oluyor ki, bir bardak suyu ağzına götürüp içemeyecek duruma geliyor. Başkaları ona su içiriyor. Hatta suyu dahi içemiyor, pamuğu ıslatıp dudaklarını ıslatmak suretiyle susuzluğunu gideriyorlar. Bunu hepimiz görüyoruz.
Tabi bu insanın zahiri olan tarafıdır. Bir de manevi insan vardır fakat biz bunu görmüyoruz. Bu manevi olan insan da ya günahla müpteladır, ya da Allah-u Zülcelal'in ibadetiyle meşguldür.
Yani insan iki tanedir. Zahiri olan insan yeryüzünde sıhhatli bir şekilde dolaşır. Manevi olan insan ise ya salih ameller yapmak suretiyle kıyamet gününde çok güzel nimetlerin içinde olacak, ya da -Neuzübillah- kötü işlerle meşgul olup sahibini çok şiddetli olan cehennem azabına müstehak edecektir.
Bu manevi olan insan, maneviyat bakımından hasta olduğu zaman ve ibadet yapacak hali kalmayıp daima günahlarla meşgul olduğu zaman, onu tedavi etmek lazımdır. Eğer onu tedavi etmezsek öyle şiddetli bir azapla karşılaşacağız ki, çok büyük bir pişmanlığa düşeceğiz ama iş işten geçmiş olacaktır.
Nefs ve şeytan bizi aldatıyorlar. Eğer biraz derin olarak düşünürsek ne derece onlara aldandığımızı meydana çıkarabiliriz. Allah-u Zülcelal, biz daha annemizin karnında iken ne kadar yaşayacağımızı takdir etmiştir. Bundan ne fazla ne de eksik olur. Bir havuzu suyla doldurup altından bir delik açtığımızda ve havuza bir daha da su ilave etmediğimiz zaman, havuzdaki su bitmeyecek mi? Mutlaka biter. Her kim de bitmez derse, herkes ona:
"Sen yalancısın!" diyecektir. Bizim ömrümüzde aynen o havuzdaki su gibidir. Altında bulunan delikten hiç durmadan akıp gidiyor. Bu şekilde akarak bir gün mutlaka bitecektir. Hatta bazılarımızın ömrü çok az kalmış, bitmek üzeredir.
Ama maalesef bundan haberimiz yoktur. Onun için aklımızı başımıza alıp kalan ömrümüzde tedavi olmak, Allah-u Zülcelal'in ibadetiyle meşgul olup kendimizi günahlardan muhafaza etmek için gayret göstermemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal'in Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e emretmiş olduğu bütün şeyler onun ümmetine de emirdir.
Allah-u Zülcelal, önceki Peygamberlerin ümmetlerinin onlara yapmış olduğu eziyetleri, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e bildirdiği zaman, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onların hallerine bakarak teselli buluyor ve müşriklerin yaptığı eziyetlere karşı tahammül gücü artıyordu. Bu, bizim içinde çok büyük bir derstir.
Biz de daima önceki Peygamberlerin ve sadat-ı kiram'ın hallerini, ahlaklarını bilirsek, çok büyük menfaat elde ederiz. Çünkü onların güzel ahlaklarını bildiğimiz zaman:
"Keşke benim ahlakımda öyle olsaydı, keşke bende onlar gibi amel yapsaydım." diyerek, amelin üzerinde daha gayretli oluruz. Böyle olduğumuz zaman da inşaallah Allah-u Zülcelal o amelleri ve o güzel ahlakları bize nasip eder.
Allah-u Zülcelal'e karşı olan ibadetlere, namaz olsun, oruç olsun, zekat olsun, hac olsun, yolun üzerindeki bir şeyi kaldırmak olsun, mü'min kardeşimize yardımcı olmak olsun, yani hangi ibadet olursa olsun daima o ibadetlere aşık olmamız lazımdır.
Böyle olduğu zaman belki de Allah-u Zülcelal bizim küçük bir ibadetimize bakarak bizi af ve mağfiret edebilir. Bilhassa namazın üzerinde elimizden geldiğince gayretli olmamız lazımdır. Çünkü namaz İslam dininin direğidir. Namazın olmaması, binanın direksiz olması gibidir. Onun için ilk olarak kendimize, ailemize, dost ve akrabalarımıza namaz ile tavsiyede bulunmamız lazımdır. Namaz bütün ibadetlerin başıdır. Çünkü Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Kuşkusuz namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkor." (Ankebut; 45)
İşte namaz böyledir. Onun kıymetini iyi bilelim. Rükûsu ile, secdesi ile huşu içinde, huzurlu olarak namazımızı kıldığımız müddetçe Allah-u Zülcelal bizi muhakkak günahlardan muhafaza eder, hakiki bir tevbe ve salih amel yapmayı da nasip eder inşaallah!
Namazın içinde bütün meleklerin ibadetleri vardır. Biz onları görmüyoruz ama göklerdeki meleklerin bir kısmı kıyam halindedir, bir kısmı rükû halindedir, bir kısmı da secde halindedir. İşte namaz meleklerin ayrı ayrı cemaat olarak yapmış oldukları bu ibadetleri kendi içinde toplamıştır. Ve Allah-u Zülcelal bu namaz ibadetini bize nasip etmiştir.
A'lâ isminde bir zat, Ankebut suresini tefsir ederken şöyle demiştir:
"Namaz, meleklerin tümünün ibadetlerini ve diğer ibadetlerin çeşitlerini içinde topladığı için Allah-u Zülcelal buyuruyor ki:
"Ey kulum! Sen bu zayıflığınla Bana rükû yapıyorsun, secde yapıyorsun, kıyam yapıyorsun, tesbih yapıyorsun, tehlil yapıyorsun ve zayıflığına rağmen Bana bunları hediye ediyorsun, Ben keremimle, cömertliğim ve zenginliğimle sana niçin cennetin içindeki çeşit çeşit nimetleri vermeyeyim? Cemalimi niçin sana göstermeyeyim ve seni niçin af ve mağfiret etmeyeyim?"
Peki bundan daha güzel bir şey var mıdır? Allah-u Zülcelal'in kıyamet gününde bize bu şekilde hitap etmesinden daha güzel bir şey var mıdır? Cennette öyle çok ve çeşitli nimetler vardır ki, insan bütün ömrünce bu nimetleri saysa yine de bitiremez.
İnsan bu müjdeye bakarak ruhunu, canını namaz için feda etmesi lazımdır. Bilhassa sabah namazına aşk ve muhabbetle kalkmak lazımdır.
Nefs sıcak yataktan çıkmak istemez. Türlü hilelerle insanı sabah namazından geri bırakmak ister. Böyle olduğu zaman hemen bu müjdeleri aklımıza getirip yaramaz olan nefse uymamamız lazımdır. Eğer ona uyacak olursak bizi çok perişan eder.
Onun için Allah-u Zülcelal'in rızasına, ibadetine karşı meraklı ve mahzun olmamız lazımdır. Geçip giden bu günlerimizin, nefesleri-mizin üzerinde:
"Benim bu günlerim, nefeslerim hep boşa gitti." diyerek mahzun olmamız lazımdır. Onun için Şah-ı Nakşibend şöyle demiştir:
"Nefsi hiç olmazsa bir, iki veya üç saatte bir hesaba çekmek lazımdır."
Eğer bu bir, iki ve üç saat içinde salih ameller yapmış ise, ona cennet ni'metlerini hatırlatarak daha da çok yapması için teşvik etmelidir. Yok eğer kötü amellerle vaktini geçirmişse, ona cehennem azabını hatırlatmalı ve hemen tevbe edip Allah-u Zülcelal'e yönelmelidir.
Allah-u Zülcelal kıyamet gününde, aldığımız ve verdiğimiz nefeslerin hesabını dahi bize soracaktır. Peki hem Allah-u Zülcelal'in hakkını yerine getirmemek, hem de sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmak doğru mudur? Elbette doğru değildir. Onun için özür dilemek ve:
"Ya Rabbi! Ben senin hakkını yerine getiremiyorum. Bana kuvvet ver, Senin ibadetini yapabileyim." diyerek mahzun olmak lazımdır.
Allah-u Zülcelal her şeyin üzerine lütfunu ve -Neuzübillah- kahrını takdir etmiştir. Daima O'nun lütfunu talep etmek lazımdır. Allah-u Zülcelal bir kimsenin üzerine lütuf ve merhamet kapısını açtığı zaman, kahır kapısını kapatmış olur. -Neuzübillah- bir kimsenin üzerinde kahır kapısını açtığı zaman da lütuf kapısını kapatmış olur.
Onun için daima bir dilenci gibi Allah-u Zülcelal'den üzerimize lütuf kapısını açmasını istememiz lazımdır. Biz ısrarla istediğimiz zaman, O'nun yanında hiçbir şey zor değildir ve cömertliği ile inşaallah bizim üzerimize lütuf kapısını açacaktır.
İnsan ne derecede Allah-u Zülcelal'e karşı samimi olur ve yalvarırsa, Allah-u Zülcelal de o derecede lütuf kapısını, ihsan kapısını ve merhamet kapısını ona açacaktır.
Anlatıldığına göre, İsrailoğulları zamanında saliha bir kadın vardı. Onun kocası onu ibadetten alıkoyuyordu ve ona eziyet ediyordu. Ama kadın, kocasının yaptığı eziyetlere hiç aldırmıyordu. Kocası daima ona eziyet etmek için bahane arıyordu.
Bir gün bir bez parçasının içine bir miktar para koyup saklaması için hanımına verdi. Ve gizlice nereye sakladığını görmek için arkasından gitti. Kadın parayı saklayıp oradan ayrılınca, kocası içinde para olan bez parçasını alıp denize attı. Bir balık o parayı yuttu.
Adam bir gün balık avlamaya gitti. Ve parayı yutmuş olan balığı tuttu ve eve getirdi. Balığı, pişirmesi için hanımına verdi. Kadın balığın karnını yarınca içinde para olan bez parçasını gördü. Onu alıp yine eski yerine koydu. Tabi kocası ona eziyet yapmak için bahane arıyordu. Hanıma:
"Sana verdiğim emaneti getir." dedi. Kadın gidip parayı aldı ve getirip kocasına verdi. Adam bu duruma çok şaşırdı. Tabi adam Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametini bilmediği için çok şaşırdı. Kadın da bunun Allah-u Zülcelal'in yanında çok küçük bir şey olduğunu bildiği için hiç şaşırmadı. Adam bu hali görünce, Allah-u Zülcelal'in yoluna döndü.
İşte Allah-u Zülcelal böyledir. İnsan Allah-u Zülcelal'e tevekkül eder ve samimi olarak O'nun ibadetini her şeyin üstünde görürse, O'nun rızasını her şeyin önüne koyarsa, Allah-u Zülcelal de ona karşı her türlü lütuf ve ihsanda bulunur.
İsa aleyhisselam bir gün deniz kenarından geçerken, nurdan yaratılmış bir kuş gördü. İnsan ona baktığı zaman nurunun aydınlığından gözünü açamazdı. Kuş gidip kendini çamura batırdı ve gidip denize girdi ve yine tertemiz olup parladı. Denizden çıkıp yine çamura battı ve gelip denize girdi, temizlendi. Bu hal tam beş sefer tekrar etti. İsa aleyhisselam:
"Bu kuş neden kendini çamura batırıyor, sonra çıkıp denize giriyor ve temizleniyor?" diye kuşun haline şaşırdı. Allah-u Zülcelal İsa aleyhisselam'a şöyle vahyetti:
"Ya İsa! O namazın temsilidir." Hakikaten de o kuş kendisini beş defa çamura batırdı. Daha sonra çamurdan çıkıp denize girerek kendini temizledi.
İnsan da namaz kıldığı zaman aynı o kuşun denizde temizlenip nurlandığı gibi, hatalarından temizlenip nurlanıyor. Yine hata yaparsa aynı kuşun çamura girmesi gibi zulmetle kaplanıyor ve namaz kıldığı zaman tertemiz oluyor. İşte namaz insan için böyle kıymetlidir.
Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatmıştır:
"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle söylediğini işittim:
"Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiçbir kir kalır mı, ne dersiniz?" Sahabeler:
"Bu hal, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!" deyince, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tekrar şöyle buyurmuştur:
"İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler." (Buhari, Müslim)
Allah-u Zülcelal'e yüz bin defa şükür ve hamd-ü senalar olsun ki, bize çok büyük kolaylıklar göstermiş ve çok büyük ve kıymetli bir nimet olarak tevbe kapısını bize açmıştır. Ama maalesef insan o nimetin kıymetini bilmiyor.
Haberlerde şöyle geçmektedir:
Bir kul, Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe ettiği zaman, yerle göğün arasında yetmiş tane kandil yanar. Tabi melekler bunu gördükleri zaman bir münadi şöyle der:
"Filan oğlu filan, Rabbi ile sulh (barış) yaptı."
Çünkü kişi şeytanın yanında olduğu zaman, şeytan Allah-u Zülcelal'e düşman olduğu için, sanki o da düşman olmuş olur. Şeytanın yanından ayrılıp Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe ettiği zaman, kendi Rabbi ile sulh yapmış olur.
Öyle ise İslam dininde bu tevbeden daha güzel bir şey var mıdır? İnsan için öyle büyük ve kıymetli bir nimettir ki, anlatmakla bitireme-yiz. Onun için tevbenin kıymetini iyi bilelim.
Bazı insanlara; ‘Gelin tevbe edin’ dediğimiz zaman o kimseler:
"Allah, benim gibi bir adama azap verir mi?" diyerek bir kibrin ve ucbun (kendini beğenmişliğin) içine giriyorlar. Fakat Allah dostlarının onu gördüğü gibi, o da kendini görseydi, kıyamet gününde Allah-u Zülcelal'in azabına ne şekilde müstahak olduğunu anlayacaktı.
Allah-u Zülcelal, bize karşı çok merhametli olmasına rağmen, O'nun bu merhametini maalesef değerlendiremiyoruz. Allah-u Zülcelal'e hamd-ü senalar olsun ki, bize çok büyük bir nimet olarak iman vermiş ve bu imandan sonrada tevbe nasip etmiştir.
İnsan kendisinde bir ilerleme olmayıp yerinde saydığı zaman veya geri gittiği zaman, hemen tevbeye kaçmalıdır. "Acaba Allah-u Zülcelal bir günahtan dolayı bana gazaba mı geldi?" diyerek hemen tevbeye sarılmak lazımdır. Aylarca tevbeyi terketmek çok yanlıştır.
Nice günahlar vardır ki, hepsini unutuyoruz fakat kıyamet gününde bu günahların hepsini zerre zerre göreceğiz. Bunların hepsi Allah-u Zülcelal'in yanında kayıtlıdır.
Fakat o günahları şimdi unutmuşuz hiç hatırımıza gelmiyor. Onun için umumi olarak Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe ederken, Allah-u Zülcelal bu unutmuş olduğumuz günahlarımızı da sevaba çevirecektir inşaallah!
Aliyyü'l-Havvas, her sabah ve her akşam vücudunda ne kadar âzâ varsa, hepsinden tevbe ediyordu. Gözlerinden, kulaklarından, dilinden, ayaklarından, kalbinden yani bütün âzâlarından birer birer:
"Ya Rabbi! Bu âzâlarımla yapmış olduğum bütün günahlarımdan ben pişmanım." diye tevbe ediyordu. Ve buyuruyordu ki:
"Tevbe, Allah-u Zülcelal'in gazabını söndürür."
Çünkü insan bir günah yaptığı zaman Allah-u Zülcelal ona karşı gazaba gelir. Hatta insan günah yapıp da, Allah-u Zülcelal ona gazaba geldiği zaman, melekler korkudan arş-ı âlâ'nın kenarlarına kaçarlar.
Fakat Allah-u Zülcelal camilere bakıp zikir yapanları, seher vaktinde kalkıp ibadet yapanları ve yalvaranları gördüğü zaman gazabı yavaş yavaş durur ve melekler de eski yerlerine dönerler.
Dünyada dolaşıyoruz, yiyoruz, içiyoruz, önümüze ne gelirse yapıyoruz ama hakikat böyle değildir. Biz Allah-u Zülcelal'e karşı nasıl davranıyorsak, ağaçlar, taşlar, topraklar da bize o şekilde muamele ediyorlar. Hatta kabrimiz de bize öyle muamelede bulunuyor. Eğer biz vaktimizi ibadetle, zikirle, Allah-u Zülcelal'in razı olacağı işlerle geçirirsek, kabrimiz bize der ki:
"Allah senden razı olsun! Ben sana aşığım. Ne zaman yanıma geleceksin? Sen benim yanıma geldiğin zaman, sana hürmet edeceğim."
Ama günahlarla meşgul olup, Allah'a âsi geldiğimiz zaman yine o kuru toprak der ki:
"Allah seni kahretsin! Ben sana karşı çok gazaplanıyorum. Sen benim yanıma ne zaman geleceksin? Geldiğin zaman senin kemiklerini birbirine geçireceğim."
Onları böyle sakin ve dilsiz olarak görüyoruz ama onlar konuşurlar. Fakat biz seslerini duymuyoruz. Eğer biz Allah-u Zülcelal'e aşık olursak onlarda bize aşık oluyorlar. Fakat biz âsi olursak, onlar da bize buğz ediyorlar. İşte Allah-u Zülcelal'in işleri böyledir. Her ne kadar biz bir şey görmüyorsak da, manevi âlem bu şekilde çarketmektedir.
Ka'bü'l-Ahbar radıyallahu anh şöyle demiştir:
"Kim bir gece, kimsenin görmediği bir yerde Allah-u Zülcelal'e ibadet yaparsa, o gece o kişiyi nasıl terkederse, o kişi de aynı şekilde günahlarını terketmiş olur."
Yani insan hiç kimsenin görmediği bir yerde bir gece Allah-u Zülcelal'e ibadet ederse, nasıl gecenin içinden çıkıp, sabaha giriyorsa, günahların içinden de o şekilde çıkar.
Allah-u Zülcelal bizleri kendisine ibadet etsinler diye yaratmıştır. Allah-u Zülcelal bizi bu dünyaya kendi rızasını kazanabilmemiz için göndermiştir. Allah-u Zülcelal böyle buyurduğu halde bizim kalbimizde başka şeylerin bulunması çok yanlış bir şeydir. Kalbimizde daima Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak için bir merak, bir hararet ve yanma bulunmalıdır. Eğer insanın kalbinde Allah-u Zülcelal'in rızasının merakı varsa, gün-gün, saat-saat O'na doğru mutlaka gidecektir.
Malik bin Dinar şöyle demiştir:
"Dünyada insanın kalbinde ne kadar dünya merakı varsa, o derece ahiretin merakı onun kalbinden çıkar."
Bu söze biraz dikkat etmemiz lazımdır. Biz kalbimizi dünyaya ne kadar verirsek, ahiretin merakı o derece kalbimizden çıkar. Çünkü dünya ile ahiret tamamen birbirine zıttırlar. Bunu zahiri olarakta görebiliriz. Kalpte ahiretin merakı olduğu zaman insan namaz kılar, zikir yapar, hatme yapar, cemaate gelir.
Böyle olan bir kimsenin kalbinde Allah-u Zülcelal'in rızasının merakı var demektir. Ama bu ibadetlerin üzerinde gevşek davranıyorsa, adi olan dünyanın muhabbeti, merakı kalbine gelmiş, ahiretin merakı kalbinden çıkmış demektir.
Nasıl insan bir evi terkettiği zaman, birkaç sene sonra o ev harabe haline geliyorsa; insanın kalbi de aynen böyledir. Allah'ın rızasının merakı ondan çıkarsa veya ibadet yapmadığı zaman, zikir yapmadığı zaman, cemaati kaçırdığı zaman, gece namazına kalkmadığı zaman, bir merak bir hüzün onda peydah olmazsa, aynı harabe olan ev gibi kalpte harabeye döner. Üzerimize bir gevşeklik geldiği zaman:
"Ben mahvoldum. Cehennem ateşine müstahak olabilirim." diye ateşten kaçar gibi bu halimizden kaçmamız lazımdır.
"Ya Rabbi! Ben nefsimden, vücudumdan, hatalarımdan ve amellerimden sıyrıldım. Senin rahmetine sığınıyorum." diye Allah-u Zülcelal'e yalvarmamız lazımdır. O'nun rahmeti olmazsa, insanın ameli onu kurtaramaz.
Allah-u Zülcelal, kullarına öyle büyük bir merhamet kapısı açmıştır ki, bu kapıyı hepimiz bilmemiz lazımdır. Bu kapının kıymetini, dünyada iken bilmeyerek ahirete göç edersek, ahirette biliriz.
Fakat o zaman da hiç bir menfaat elde edemeyiz. Bu kapının kıymetini ve değerini bu dünyada mutlaka bilmemiz lazımdır. Çünkü insan ibadetiyle, taatıyla kendisini kurtaramaz. Mutlaka, Allah-u Zülcelal'in affıyla kurtulabilir. Kim olursa olsun, Allah-u Zülcelal affetmez ise, o kimsenin sonu helaktır. Onun için Allah-u Zülcelal'in merhamet kapısına gitmemiz lazımdır. Affolunmak için Allah-u Zülcelal'e çok yalvarmalıyız.
Bu ahir zamanda mü'min kardeşlerimiz, maalesef Allah-u Zülcelal'in bu merhamet kapısından çok gafildirler. "Ben tevbe ediyorum." demekle kalmak doğru değildir. Tevbenin kabul alameti; insanın tevbeden önceki ile sonraki halinin arasında fark olmasıdır. İnsanın tevbeden sonraki halinin mutlaka değişmesi lazımdır. Böyle olunca o kişi gerçek tevbe etmiş olur.
Bizler sanki önümüzde hiçbir şey yokmuş gibi dünya üzerinde geziniyoruz. Fakat, kabir kapısına ayağımızı bastığımız zaman, bu şekilde rahat yaşayamayacağız.
Mü'min olarak, günahsız ve Allah-u Zülcelal'in rahmetine layık olarak dünyadan ayrıldığımız zaman, kabrimiz bizi hoş karşılayacaktır. Bildirildiğine göre Useyd bin Abdurrahman şöyle demiştir:
"Bana anlatıldığına göre mü'min kul ölünce cenazesini taşıyanlara "Çabuk olun, beni bir an önce mezarıma ulaştırın." der. Mezarına konunca da toprak dile gelerek ona şöyle seslenir: "Ben seni üzerimde yaşarken seviyordum. Şimdi ise seni daha çok seviyorum."
Buna karşılık kafir bir kul önce cenazesini taşıyanlara: "Aman, beni geri götürün." diye bağırır. Mezarına konunca da toprak dile gelerek ona şöyle der: "Ben senden üzerimde yaşarken zaten nefret ederdim. Şimdi ise daha çok nefret ediyorum."
Hz. Ömer radıyallahu anh, halife olunca ilk işi uzun boylu ve gür sesli bir münadi bulmak olmuştu. Kazancının fazlasını vererek saat başı nerede olursa olsun kendisine gelerek yüksek sesle: "Mağrurlanma Ömer! Ölüm var!" diye bağırması için görevlendirmişti. Bununla da yetinmeyerek belki meşguliyete dalar da halka haksızlık yapar korkusu ile üzerinde: "Ömer! Ölümü unutma!" diye yazan büyük kaşlı bir gümüş yüzük yaptırmıştı.
Şeyh Muhammed Diyauddin akşam hanesine gittiği zaman hep ölümü düşünür, tanıdıklarından ölenleri anar ve:
"Falan şu kadar sene yaşadı, filan şu kadar hayat sürdü, şöyle yaptı, böyle yaptı ama nihayet ölüm geldi de göçüp gittiler." diye onbeş yirmi kişiyi anarak onların gidişini göz önüne getirip, ölümü mülahaza ederdi ve kendisine şöyle derdi:
"Onlar sıralarını savıp gittiler, şimdi ise sıra bana geldi. Artık sıra bendedir."
Kıyamet gününü hiç unutmamamız lazımdır. Kıyamet günü o kadar korkunç ve dehşetli bir gündür ki; o gün insanlar dimdik, Allah-u Zülcelal'in rahmetine bakarlar, lakin orada hiç bir fayda yoktur.
Ama bugün böyle Allah'ın rahmetine bakarsak, orada nice menfaatler vardır. Daha o korkunç güne girmeden önce Allah-u Zülcelal'in rahmetine gözlerimizi dikersek, o zaman Allah-u Zülcelal bizlere merhamet edecektir.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
UZUN EMEL
“Siz nefislerinizi şehvetler ve lezzetlerle fitneye uğrattınız. Tevbeyi ertelediniz. Ölümün geleceğinde şüphe ettiniz. Şeytan sizi aldattı. Ve bu haliniz, ölüm gelinceye kadar devam etti.” (Hadid; 14)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve hayata karşı hırs.” (Buharî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce)
Uzun emel, insanın öleceğini bildiği halde gelecekte olacak işleri düşünmesidir. Halbuki insan ne zaman öleceğini bilmez. Bu yüzden kalbinde bulunan uzun emel sevgisi, kendisi için tehlikeli bir hastalıktır.
Kalpde bulunan uzun emel sevgisi, insanın ahireti için çok büyük bir afettir. Bu hastalığa yakalanan kimse ahiret yolculuğunda geri kalır. Kendi kendisine;
“Daha gencim. Önümde uzun bir hayat var. Şimdi biraz rahat edeyim. Daha sonra tövbe eder, ibadet yaparım.” der. Uzun emel insan için çirkin bir sıfattır. Uzun emel sahibi olan kimse, dünyada da, ahirette de perişan olur.
Selman-ı Farisi (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“Üç insana şaşarım, bunlar, kendisini yakın mesafeden izleyen ölüme rağmen, uzun yaşamayı ümit eden kimse, gözetim ve kontrol altında tutulduğu halde, kendisini başıboş zanneden kimse, Allah-u Teala’nın kendisinden razı olup olmadığını bilmediği halde, ağız dolusuyla gülen kimsedir.”
Selman-ı Farisi (Radıyallahu Anh)’nin bu sözünde bizim için çok büyük bir ders vardır. Şunu aklımızdan hiç çıkarmamamız lazımdır ki; “Bu gün olmaz. Yarın yaparım.” diye bu gün bizi oyalayan şey, yarında bizimle beraber olacaktır.
Gün geçtikçe de bu meşguliyet artarak devam edecek ve bizi Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini yerine getirmekten geri bırakacaktır. Hiç kimse dünyada ihtiyacını bitirememiştir. Bir emelin sonu, diğer bir emelin başlangıcıdır. Kalbde yeşeren her yeni emelde bizi ateşe biraz daha yaklaştırmaktadır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KISA EMEL
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Elbette Allah'tan korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır.” (En’am; 32)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Dünyayı ne edeyim? Ben bir yolcuyum, dünya ise yol üstündeki bir ağaçtır. Yolcu, ağacın altında bir saat dinlenir ve kalkıp yoluna devam eder.” (Tirmizi, Ahmed b. Hanbel, İbn Mace, Hakim)
Yolu ölümden, kabirden, mahşerden, köprüden geçen ebediyet yolcusu insan, emelini kısa tutmalı, dünyayı yolunun üstünde bir saatlik gölgelik gibi görmeli ve onunla ilşkisini bir çerçeve ve sınır içinde tutmalıdır.
Abdullah ibn-i Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“Sabaha erince, nefsine akşamdan bahsetme ve akşama erdiğinde de nefsine sabahtan söz etme. Ölmeden önce hayatının ve hastalanmadan önce sağlığının değerini bil. Çünkü yarın başına neler geleceğini bilemezsin.”
Uzun emel beslemek, dünyaya rağbet etmek, dert ve sıkıntıyı çoğaltır. Buna karşılık dünyayı umursamamak ve emeli kısa tutmak hem kalbi hemde vücudu rahatlatır.
Dünyanın ne olduğunu bilen kimse, ona aldanmaz. Dünya fanidir ve onun lezzeti, rahatlığı ölümle sona erer. İnsanın esas uzun emel sahibi olması, ölümden gafil olmasından dolayıdır.
Halbuki ölüm, insandan hiç de uzak değildir. Ölüm genç, ihtiyar, çocuk dinlemez onun belirli bir vakti yoktur. Onun için gençliğe güvenmemek lazımdır. Çünkü bir ihtiyar ölene kadar, birçok çocuk ve genç ölür.
Ölümü unutmamak, uzun emel için çok tesirli bir ilaçtır. İnsan, başkalarının öldüğünü gördüğü zaman;
“Şimdi bu kişi öldü. Ben de her an ölebilirim” diye düşünmelidir. Böyle düşünen insan da kendisini ölüme hazırlar.
Ölüme hazırlık yapan bir kimse de, Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinin dışına çıkmamaya gayret gösterir ve dünya sevgisi de kalbinden kaybolur.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
“İsmini zikrederek birbirinizden yardım dilediğiniz Allah'tan korkun ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının.” (Nisa; 1)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Teala buyurur ki; Akrabalığı gözeteni bende gözetirim, onu koparanı ben de koparırım.” (Müttefekun Aleyh)
Sıla-i rahim, akrabayı ziyaret etmek, hediye vermek suretiyle ilgilenmek, yardımcı olmak yani kısaca onları unutmamaktadır. Akrabayı ziyaret edip gözetmek farz, onlarla ilgiyi kesmek haramdır.
Sıla-i rahimde bulunmak insanın ömrünün uzamasına ve rızkının artmasına sebep olduğu gibi, Allah-u Zülcelal'in yanında da çok makbuldür. Sıla-i rahmin en düşük derecesi, akrabalara selam vermek, başka yerde bulunanlara selam göndermektir.
Ka’bu’l-Ahbar şöyle demiştir:
“Allah’a yemin ederim ki, tevratta şöyle yazılıdır: Rabbinden kork, ana-babana iyi bak, akrabalarının haklarını gözet. Bunları yaparsan ömrünü uzatır, işlerini kolaylaştırır ve zorluklarını gideririm.”
Bir kimse, akrabalarının yanındaysa onlara hediye vererek, güzel muamelede bulunarak gönüllerini almalıdır.
Onları ziyaret ederek, işlerinde yardımcı olmalıdır. Akrabaları ziyaret etmekte çok güzel hasletler vardır. Bunlar;
Allah-u Zülcelal, akraba ziyaretinde bulunandan razı olur.
Akrabalar sevinir, hoşnut olur.
Melekler ferahlanır. Çünkü melekler, üzerinde sıla-i rahmi terkeden birisinin bulunduğu bir topluluğa rahmetle inmezler.
Şeytan kahrolur.
Sıla-i rahimde bulunanın ömrü uzar.
Rızkı artar.
Akrabalar arasında sevgi ve dayanışma çoğalır.
Bütün bunlara bakarak, Allah-u Zülcelal'in rızasına talip olan kimseler, sıla-i rahmi terketmekten sakın-malı, akrabalarını gözetmelidir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmayı tavsiye ettik. Özellikle anasına tavsiye ederiz ki, o, kat kat eziyete katlanarak ona hamile kalmış, emzirmesi de iki sene sürmüştür. Bunun üzerine, Bana, ana-babana şükret.” (Lokman; 14)
Muaviye İbn Hayde el-Kuşeyrî (Radıyallahu Anh) şöyle naklediyor. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e: "Ey Allah'ın Resûlü, kime iyilik yapayım?” diye sordum. Bana: "Annene" diye cevap verdi. "Sonra kime?" diye tekrar ettim. "Annene" dedi. "Sonra kime?" dedim. "Annene" dedi. "Sonra kime?" dedim, bu dördüncüde "Babana, sonra da tedrici yakınlarına" diye cevap verdi." (Ebu Dâvud, Tirmizî)
Ana-baba hakkının bizim dinimizde çok büyük bir yeri vardır. İnsan, anne ve babasına şefkat, merhamet ve muhabbet nazarıyla bakmalıdır. Onların hizmetini kendi eliyle yapmalı, başkasına bırakmamalıdır.
Ana-babaya karşı gelmek çok çirkin birşeydir. Şunu çok iyi bilmek lazımdır ki, insan ana-babasının hakkını ödemez, onlara iyilikle muamele edip rızalarını almazsa, kendisini büyük bir tehlikeye atmış olur.
Ana-babasının rızasını alan kimse, Allah-u Zülcelal'i razı etmiş olur. Ana babasını küstüren kimse, Allah-u Zülcelal'i küstürmüş olur.
Onun için Ebu'd-Derda (Radıyallahu Anh) demiştir ki;
“Bir adam bana gelerek;
“ Benim bir hanımım var. Annem onu boşamamı istiyor. Ne yapayım” diye sordu? Ben de ona Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in şu hadis-i şerifini söyledim;
“Ana-baba, cennet kapılarının ortasıdır. İster o kapıyı kaybet, istersen muhafaza et.” (Tirmizi)
İşte ana-baba hakkı böyledir. Onun için onların hakkını almak, gönüllerini hoş tutmak ve daima onlara iyilikle muamele edip rızalarını kazanmak için gayret göstermek lazımdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.