Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
RÝSALE-Ý NUR’DA ÝNSAN MESELELERÝNE KUR'ÂNÎ YAKLAÞIM
Dr. Mahdiyya Amnuh 1
Bediüzzaman Said Nursî’nin eserleri üzerinde araþtýrma yapan herkes, onunla Kur'ân-ý Kerim arasýnda ihtimam, istimdat ve iktibas cihetlerinden ne kadar güçlü baðlarýn bulunduðunu görecektir. Risâle-i Nur' Kur'ân-ý Kerim üzerine bir ders, bir þerh, çeþitli vesile ve yollarla ondaki meseleleri zihinlere yakýnlaþtýrýcý bir vasýta olarak bu ihtimamýn ve önceliklerin bir göstergesidir. Bir yandan rûhî derinliklerden fýþkýran enerjiyi harekete geçirerek, diðer yandan Kur'ân’ýn mucize sure ve ayetlerinin þehadetine müracaat ederek bu eserleri ortaya çýkarmýþtýr.
Þüphesiz ki, insaný hidayete ulaþtýran yollar ve dalâletten alýkoyan vasýtalar ancak Kur'ân yörüngesinde bulunmaktadýr. Risâle-i Nur da, bu gerçekten hareketle, insana gösterdiði ihtimamýn merkezine Kur'ân hakikatlerini koymuþtur. O Kur'ân ki, Hz. Adem’den (A.S.), Hz. Muhammed’in (S.A.V.) risâletine kadar beþeriyyetin aklýný meþgul eden bütün sorularý cevaplamak için indirilmiþtir. Çeþitli surelerinde, ferdî, içtimaî ve tarihî boyutlarda insanlýðýn yüzyüze kaldýðý problemlerin çözümleri sunulmuþtur.
Diðer yandan, modern asýrdaki batýlý uzmanlarýn gayretlerinin sonucu olarak ortaya çýkan insanî ilimler de bu meseleye büyük yer vermiþ, yapýlan tahlil ve yorumlarýn nirengi noktasý olarak kabul edilmiþtir.
O halde diyebiliriz ki, insanýn mahiyeti, aslý, tabiatý, þahsiyeti ve baþkalarýyla iliþkileri, Kur'ân-ý Kerim ve insan ilimlerinin kesiþme noktasýný teþkil etmektedir. Ancak bu ikisi arasýndaki ayýrdedici farklar, bir çok þeyde kendisini hemen gösterir. Bunlardan en barizi, üstad Said Nursî’nin de tespit ettiði gibi, insan için sunulan gaye konusunda görülmektedir. Kur'ân’daki gaye ile insan ilimlerindeki gaye ayný deðildir.
Ýnsan araþtýrmalarý alanýndaki çalýþmalar veya beþerî metodlarla insaný tanýma gayretleri yeni deðildir. Bilakis, ilk baþlangýcýn eski dînî düþünce sistemlerine (Hint, Afrika vs.) kadar gerilere gittiðini söyleyebiliriz.
Uzun tarihi geçmiþi boyunca, insan araþtýrmalarýna mütefekkirlerin gösterdiði büyük ihtimam, týpký tabiî ilimlerde olduðu gibi insanî ilimlerin ortaya çýkmasýný netice vermiþtir. Tâ ki, asrýmýzdaki seviyesine ulaþmýþtýr.
Ýnsan ilimlerinin doðrudan insanla alakalý olmasý veya insaný odak noktaya yerleþtirmesi, bu ilimlerin felsefesi üzerinde araþtýrma yapmayý inanýlmaz seviyede zorlaþtýrmaktadýr.
Kur'ân-ý Kerim, insanýn sorularýna cevap verme ve problemlerine çözümler sunma gibi sabit bir kaideden hareket ederken, insan ilimlerinin sürekli deðiþken bir zemin üzerine kurulu olduðu için farklý, hatta bazan Kur'ân’la tenakuz halindeki bir takým gayretler içinde olmuþtur.
Birbirinden farklý bu iki unsur arasýndaki iliþkiye Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin Risâle-i Nur’da, çok ince ve doyurucu bir þekilde yaklaþtýðýný görmekteyiz. Bu çerçevede Bediüzzaman, konu hakkýndaki Kur'ânî esaslarýn anlaþýlmasý ve tasvir edilmesine yönelik insanýn üç boyutunu açýklamaktadýr.
Ýnsanla ilgili en önemli husus ve Üstad Said Nursî’nin de yoðun bir þekilde üzerinde durduðu yön, insanýn kendisi, yani nefsidir. Bir çok sözlerinde ve yorumlarýnda doðrudan veya dolaylý olarak insanýn bu yönüne temas etmiþtir. Bu odak nokta hakkýnda Said Nursî þöyle diyerek çaðrýda bulunur:
“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.” 2
Burada, insanýn kendisini okumasý, yakýndan tanýmasý ve basîretini açmasý konusunda yöneltilen emir, Allah-u Teâlâ’nýn þu emrine dayanmaktadýr:
“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ayetler vardýr. Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?” 3
Bu ayette kasdedilen hakiki mârifettir. Ýnsanýn içinde bulunduðu þartlara maðlup düþmeden, kendi kendisini gayet dakîk ve sahîh bir þekilde tanýmasý gerçekten zordur. Çünkü, kendisinden ve nefsinden mümkün olduðunca baðýmsýz ve mesafeli bir þekilde kendisini incelemesi, tanýmasý gerekir. Ayrýca nefsini müdafaa ve medihten kurtulmasý, onu bütün ayýp ve kusurlardan tenzih etmeyi býrakmasý lazýmdýr. 4 Nefsini takdis eden kimse ise, “Kim hevâsýný ilâh edinirse” ve “Þüphesiz ki nefis kötülükleri emreder” 5 ayet-i kerimesinin mâsadaký olacaktýr.
Eðer insan nefs-i emmâresine muhabbet ederse, hata eder.
Ancak bu durum, Üstad Said Nursî’ye göre dünyanýn sonu veya geri dönülmez bir hal deðildir. Zira Kur'ân, insan nefsinde dengenin kurulmasý meselesinin gerçekleþebilmesi için harika vesileler sunmaktadýr. Bunlardan birisi Ramazan orucudur. Allah-u Teâlâ þöyle buyurmaktadýr:
“Ey iman edenler, oruç sizden öncekilere farz kýlýndýðý gibi sizlere de farz kýlýnmýþtýr. Umulur ki bu sayede korunursunuz. Oruç tutmanýz sizler için ne kadar hayýrlýdýr, bir bilseniz.” 6
Üstad Said Nursî bu dinî farz hakkýnda þunlarý söyler:
“Ramazân-ý Þerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafýný ve aczini ve fakrýný ihsas ediyor. Açlýk vasýtasýyla midesini düþünüyor; midesindeki ihtiyacýný anlar. Zayýf vücudu ne derece çürük olduðunu hatýrlýyor. Ne derece merhamete ve þefkate muhtaç olduðunu derkeder. Nefsin firavunluðunu býrakýp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ý Ýlâhiyeye ilticâya bir arzu hisseder ve bir þükr-ü manevî eliyle rahmet kapýsýný çalmaya hazýrlanýr-eðer gaflet kalbini bozmamýþsa!” 7
Bir baþka yerde ise þöyle der:
“Nefis kendini hür ve serbest ister ve öyle telakkî eder. Hatta, mevhum bir rubûbiyet ve keyfemâyeþâ hareketi, fýtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduðunu düþünmek istemiyor... Ýþte, Ramazan-ý Þerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik deðil memlûktür; hür deðil, abddir. Emrolunmazsa, en adi ve en rahat þeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rubûbiyeti kýrýlýr, ubudiyeti takýnýr, hakiki vazifesi olan þükre girer.” 8
Ýnsan nefsindeki bu özelliðin yanýsýra Üstad Said Nursî, Kur'ân-ý Kerim’in feyzinden aldýðý ilham ile bir baþka temel yönünden daha bahseder:
“Ýnsan öyle bir nüsha-i câmiadýr ki, Cenâb-ý Hak, bütün esmâsýný, insanýn nefsiyle insana ihsas eder...
Ýnsan, üç cihetle esmâ-i Ýlâhiyeye bir aynadýr.
Birinci vecih: Gecede zulümât nasýl nûru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtýyla naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretini, kuvvetini, gýnâsýný, rahmetini bildiriyor...
Ýkinci vecih: Ýnsana verilen numûneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’i, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarýna, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine aynadarlýk eder, onlarý anlar, bildirir...
Üçüncü vecih: Ýnsan, üstünde nakýþlarý gösteren esmâ-i Ýlâhiyeye aynadarlýk eder...” 9
Bu tespitleriyle Üstad Said Nursî bizlere, Kur'ân’ýn çeþitli ayetlerinde nefsi zikretmesinin hikmetini de açýklamýþ olmaktadýr.
Ýnsan nefsiyle alakalý bir diðer konu daha gündeme gelmektedir ki, önem bakýmýndan bir öncekinden aþaðý kalmaz. Hatta birbirleriyle yapýþýktýrlar. “Cem’ müfrede (çoðul tekile) delâlet eder” kabilinden bu konu “insanî topluluk” yani toplumdur. Üstad Said Nursî toplumu, Kur'ânî Risâlelerinin nurunu neþredeceði bir meydan olarak görmüþtür. Ona göre, eðer yardýmlaþma yoksa beþerî topluluðun ne faydasý olabilir? Böyle bir durumda insanlarýn yeryüzünde imara ve ahirette saadete haklarý kalmaz.
“Hakkýn þe’ni ittifaktýr. Faziletin þe’ni tesânüddür. Düstûr-u teavünün þe’ni birbirinin imdadýna yetiþmektir. Dinin þe’ni uhuvvettir, incizâptýr. Nefsi gemlemekle baðlamak, ruhu kemâlâta kamçýlamakla serbest býrakmanýn þe’ni, saâdet-i dâreyndir.” 10
Ancak, metanet ve selâmetini tehdit eden âfetlerden arýnmýþ bir içtimaî iliþkiler aðýný oluþturmak suretiyle, yüce bir örneði gerçekleþtirmenin yolu nasýl olacaktýr?
Bu noktada Üstad Said Nursî’nin çeþitli Risâlelerinde yol gösterici cevaplar sunduðunu görüyoruz. Bunlarý, mes’udane içtimaî bir hayatýn üssü’l-esâsý olarak deðerlendirdiði “Ahiret akîdesi” baþlýðý altýnda ifade etmek mümkündür. 11 Kur'ân-ý Kerim bütün mucizeleriyle, hüccetleriyle, onun hak bir kitap olduðunu ispat eden hakikatleriyle haþrin gerçekleþeceðini beyan eder ve ispatlar. Hatta Kur'ân’ýn üçte biri bu konuyu anlatýr. Özellikle kýsa surelerin çoðunluðunun ilk ayetleri haþir üzerinedir. “Ýze’þ-þemsü küvvirat (Güneþ dürüldüðü zaman)”, “Yâ eyyühen’nâsü ittekû Rabbeküm, inne zelzelete’s-sâati þey’ün azîm (Ey insanlar, Rabbinizden korkun. Þüphesiz ki kýyametin sarsýntýsý çok büyük bir olaydýr)”, “Ýzâ zülzileti’l-ardu zilzâlehê (Yer, büyük bir sarsýntýyla sarsýldýðý zaman)”, “Ýze’s-semâü’n-fetarat (Gökyüzü yarýldýðý zaman)”, “Ýze’s-semâü’n-þekkat (Gökyüzü ikiye ayrýldýðý zaman)”.. örneklerinde olduðu gibi.
Ayný þekilde, haþre imanýn yüzlerce neticesinden yalnýz birisi, toplum hayatýnýn inþâsýnda kendisini gösterir. Üstad Said Nursî, toplumun çeþitli kesitlerinden örnekler vererek, bu konuyu açýklar: Ýhtiyarlar, gençler ve çocuklar... 12 Bunlarý birbirlerine karþý haksýzlýklardan, yanlýþkýlardan koruyan ve onlarý hidâyete ulaþtýran Allah’tan baþkasý olamaz. Onlarýn arasýndaki baðlarý saðlamlaþtýran unsur imandýr. Bu yolla ne kuvvete, ne silaha, ne de baskýya ihtiyaç duyulmaksýzýn, insanlarýn biraraya toplanýp, yüksek bir toplum haline gelebilmesi mümkün olabilir. Böylelikle örnek bir toplum oluþur. O toplumda þahýslara ve vasýtalara kulluk ortadan kalkar. Çünkü, ahirete iman güçlendikçe ve insan bu dünyanýn zevale doðru gittiðini, baþka bir hayatýn kendisini beklemekte olduðunu yakînen görmeye baþladýkça bu gibi þeylere asla tevessül etmeyecektir.
Böyle bir anlayýþýn hakim olduðu bir toplumda, fertler de, toplumun tamamý da istikametten ayrýlmayacaktýr.
Bu noktada Üstad Said Nursî’nin gayet sakin ve tedricî bir terbiye metoduyla sosyal deðiþimin saðlanmasý zarureti üzerinde yoðunlaþtýðýný görmekteyiz. Bu yönüyle onun sosyal deðiþim teorisi, sabýr, mücâhede, kuvvetli bir imandan doðan kendinden emin olma gibi özellikleriyle özel bir konuma sahiptir.
Burada zikredilen fikrî yapýnýn, kiþisel ve sosyal boyutuyla saðlam bir kiþilik yapýsý tesisini gerçekleþtirebileceði gayet açýktýr. Bu öyle bir yapýdýr ki, kendi medeniyet çizgisini oluþturmaya yönelik özel bir zaman ve tarih anlayýþýna sahiptir. “...Zaman bir þerittir ki, o Sâni-i Zülcelâl her sene bir baþka âlemi ona takip gösteriyor. O taktýðý âlemin içinde üçyüz altmýþ tarzda muntazam suretlerini tecdid ediyor, kemâl-i intizamla ve hikmetle deðiþtiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmýþ ki, her bahar mevsiminde, üçyüz bin envâ-i masnuâtýyla tezyin ediyor.” 13
Þüphesiz ki, yeryüzündeki mahlukât içinde en efdali insandýr. Said Nursî Hazretleri insan ve diðer canlýlardan hareketle hayatý çok geniþ bir çerçeveden ele alýr.
Ona göre hayat, “Esmâ-i Ýlâhiyenin definelerini açan anahtarlarýn mahzeni ve nakýþlarýnýn bir küçük haritasý ve cilvelerinin ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ý Kayyûmun manidar ve kýymettâr isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhîm eden yazýlmýþ bir kelime-i hikmettir.”
Hayat, “Rabbanî bir mektuptur; kardeþlerim olan zîþuur mahlukâta kendini okutturur.”
Hayat, “Hâlikýmýn kemâlâtýný teþhir eden bir ilannâmeliktir.”
Hayat, “Hayatý yaratanýn hayatla ihsan ettiði kýymettâr hediyeler ve niþanlarla bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küþatta mü’minâne, þuurdarâne, þâkirâne, minnettarâne Pâdiþâh-ý Bîmisâlinin nazarýna arzetmektir...” 14
Bütün bunlar zamanýn þu üç tarafýný gayet iyi bilmenin göstergesidirler: Mazi, hazýr zaman ve istikbal. Ayný zamanda bu ifadeler, hakikatleri elde etme ve manevî feyizlere ulaþmada Kur'ân’î tenvîre dayanmanýn, Kur'ân-ý Kerim yolundan baþka bir yola yönelmemenin de göstergesidir. Þu sözleriyle Üstad Said Nursî, önemli bir metot ortaya koymaktadýr:
“Tarih-i beþerî, muntazam surette üçbin seneye kadar gidiyor. Bu nâkýs ve kýsa tarih nazarý, Hz. Ýbrahim’in zamanýndan evvel doðru olarak hükmedemiyor. Ya hurâfevârî, ya münkirâne, ya gayet muhtasar gidiyor.” 15 Özellikle Kur'ân-ý Kerim’de vârid olan olaylar dikkate alýndýðýnda, sahih ve hakiki tarihin bunlar olduðunu ve kutsal kitabýmýzýn bu olaylar hakkýnda, insanlýðýn tanýdýðý en sýhhatli tarihî vesika olduðunu ifade etmiþtir.
Mazi ve mazide meydana gelen olaylarýn kýyaslanmasý noktasýnda Üstad Said Nursî, çok ince bir ölçü koymuþtur. Çok eski tarihlerle veya daha yakýn dönemlerle ilgili anlatýlanlara müracaat ederken ayýklayýcý, tenkid ya da tashih edici bir metod takip etmiþtir. Bu özelliðiyle ilgili en çarpýcý örneklerden birisi, “Zülkarneyn”den bahseden ayet-i kerimelere yaptýðý tefsirdir. Bunu Kur'ân’ýn tarih tefsiri baþlýðý altýnda inceleyebiliriz. Bir diðer örnek ise, Hz. Peygamber’in (S.A.V.) vefatýndan sonra Ýslâm ümmetinin özellikle siyasî alanda baþýna gelen olaylara getirdiði yorumlardýr. Örneðin, hilafet konusunda yaptýðý yorumlar belirttiðimiz tarzýna gayet uygun düþmektedir. Bazýlarýnýn yaptýklarý gibi hüccetsiz ve delilsiz olarak, tarafgirâne bir yaklaþýmla veya mücadelci bir ruh haletiyle deðil, çok güvenilir haberlere, zaman ve zeminin þartlarýný dikkate alan bir tahlile dayanarak meseleyi deðerlendirmiþtir.
Buradan hareketle, Risâle-i Nur’daki zamanýn yorumlanmasý hususunun çok ince bir hisle ve parlak bir þekilde ele alýndýðýný söyleyebiliriz. Bu durum, yukarýda iþaret ettiðimiz geçmiþ zamanlardaki olaylara getirilen yorumlarda olduðu gibi, halihazýrdaki olaylarda da söz konusudur. Þu ifadelerde görüldüðü gibi:
“Demek þu beþ vakit, herbiri birer inkýlâb-ý azîmin iþârâtý ve icraat-ý cesime-i Rabbaniyenin emârâtý ve in’âmât-ý külliye-i Ýlâhiyenin alâmâtý olduklarýndan, borç ve zimmet olan farz namazýn o zamanlara tahsisi nihayet hikmettir.” 16
Bu ifadeler Üstad Said Nursî’nin, Kur'ân nurunu elde etme arzusuyla yaþadýðý her anýnýn kýymetini bihakkýn bildiðini sergilemektedir. Bu ifadelere göre namazýn belirli vakitlere tahsis edilmesinde bir sýradanlýk ve anlamsýzlýk yoktur. Bilakis, çok ince ölçülerle belirlenmiþ zamanlardýr. Yüce Yaratýcýnýn önemli fiillerinin gerçekleþtiði vakitlerdir ve bunlarýn her biri insanlara O’nun çok büyük ayetlerini iþaret etmektedir.
Hâzýr zamandan istikbale intikal edecek olursak, Risâle-i Nur’un, hiç bir kimsenin sýnýrlarýný resmedemeyeceði kadar geniþ bir ufku içine aldýðýný görürüz. Bazý Kur'ân ayetlerinde zikredilen istikbale dair haberleri, çok basit ama hayatî öneme sahip örneklerle açýklamaktadýr. Örnek vermek gerekirse:
“Kur'ân’da mükerreren ‘Ýn kânet illâ sayhaten vâhideten (Korkunç bir ses onlara yetti)’ 17, hem ‘Vemâ emru’s-sâati illâ ke-lemhi’l-basar (Kýyametin gerçekleþmesi ise göz açýp kapayýncaya kadardýr)’ 18 fermanlarý gösteriyor ki, haþr-i âzam bir anda , zamansýz vücûda geliyor...Ruhlarýn cesedlerine gelmesine misâl ise, gayet muntazam bir ordunun efrâdý istirahat için her tarafa daðýlmýþken, yüksek sadalý bir boru sesiyle toplanmalarýdýr... Cesetlerin ihyâ misali ise, çok büyük bir þehirde, þenlik bir gecede, bir tek merkezden yüzbin elektrik lambalarý adeta zamansýz bir anda canlanmalarý ve ýþýklanmalarý gibi, bütün küre-i arz yüzünde dahi, birtek merkezden yüzmilyon lambalara nur vermek mümkündür...” 19
Risâle-i Nur üzerinde inceleme yapan ve özellikle Þualar’da yeralan Beþinci Þua’daki meselelere dikkat eden bir kiþi, burada bazý Nebevî hadîslerde haber verilen istikbale ait olaylara yorum getirilirken farklý bir metot uygulandýðýný görecektir. Örneðin “Süfyan” hakkýnda kendisine yöneltilen bir soruya Üstad Said Nursî’nin verdiði cevap þöyledir:
“Rivayette var ki, ‘Ahirzamanýn dehþetli bir þahsý sabah kalkar, alnýnda Hâzâ kâfir yazýlmýþ bulunur.’
“Allah-u a’lem bissavab, bunun te’vili þudur ki: O süfyan, kendi baþýna frenklerin serpuþunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiðinden, o serpuþ dahi secdeye gittiði için, inþaallah ihtidâ eder; daha herkes -yalnýz istemeyerek- onu giymekle kâfir olmaz.” 20
Belki de Üstad Said Nursî, istikballe ilgili nakledilen bu ve benzeri haberleri yorumlarken, kendi toplumunun baþýndan geçen siyasî olaylarýn tesirinde kalmýþ olabilir. Ümmetin asýl libaslarý yerine frenk libaslarýnýn þart koþulmasý ve Türk toplumunun yaþantýsýyla ilgili bir çok bid’atlerin ihdâs edilmesi onun böyle bir hüküm vermesinde etkili olabilir. Elbette vâkýa ile, istikbale ait mugayyebâttan (gaib olan olaylardan) ulaþabildikleri arasýndaki farký gözardý edemezdi. Bize öyle geliyor ki, Süfyanýn zuhuru olayýnda olduðu gibi, ümmetin hâlihazýrdaki halini âlemin istikbalinde ve dünyanýn nihâyetinde görmüþtür...
Sonuç olarak:
Bu çalýþma, Risâle-i Nur’da “Ýnsan Teorisi”nin iþleniþi hakkýnda gerçekten kýsa bir bakýþ mahiyetindedir. Bu eserlerde insan meselesinin en bariz noktalarý olarak nefis, toplum ve tarih gösterilmiþtir ki, Üstad Said Nursî bu konulara Kur'ânî derslerden aldýðý feyizle, adeta yeni bir insânî hulle giydirmiþtir. Ýnsan nefsini þahýs, toplum ve tarih olarak ele almýþ; gayet açýk bir metotla hareket ederek ona bir hak takdim etmiþtir. Ayrýca onun bu metodundan daha vâzýh bir metot mevcut deðildir. Ayný zamanda onun gerçekleþtirmeye çalýþtýðý hedef, insan meselelerindeki Kur'ânî anlayýþa ulaþmaktýr. Yoksa sadece belirli bir tarzý oluþturma ve imkan çerçevesinde uygulamaya çalýþma deðildir. Veya, týpký batýlý bazý uzmanlarýn yaptýklarý gibi bir takým genel kanunlara ulaþmak deðildir. Esas maksadý, her an yenilenen yepyeni bir insanýn bina edilmesi, Kur'ânî manalarýn bütün hücrelerine kadar yerleþtirilmesi, tâ ki bunun meyvelerini fiilî yaþantýsýnda o kiþinin toplayabilmesidir...
____________________
1 Fas'ýn Tatvan þehrinde doðdu. Fas'ta Karaviyyun Üniversitesini bitirdi. Ayrýca Rabat 5. Muhammed Üniversitesi Edebiyat Ýnsan Ýlimlerini bölümünden mezun oldu. Halen Fikir ve Medeniyet Araþtýrmalarý Dergisinde yazarlýk yapmakta ve Edebiyat ve Ýnsanî Ýlimler Fakültesinde öðretim üyesi olarak görev yapmaktadýr. Bazý akademik kuruluþlara üyedir.
2 Bediüzzaman Said Nursî, Kaynaklý, Ýndeksli, Lügatlý Risâle-i Nur Külliyatý, Nesil BasÝm Yayýn, Ýstanbul-1996, C.l-ll, s. 316.
3 Zâriyât, 20-21.
4 Said Nursî, s. 668.
5 Yusuf, 33.
6 Bakara, 182-183.
7 Said Nursî, s. 539.
8 Said Nursî, s. 539.
9 Said Nursî, s. 315.
10 Said Nursî, s. 50.
11 Said Nursî, s. 814.
12 Said Nursî, s. 943.
13 Said Nursî, s. 25.
14 Said Nursî, s. 878.
15 Said Nursî, s. 639.
16 Said Nursî, s. 19.
17 Yasin, 29.
18 Nahl, 77.
19 Said Nursî, s. 862.
20 Said Nursî, s. 896.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
RÝSALE-Ý NUR’DA MÂNA YORUMU (Te’vîl)
Prof. Dr. Sadreddin Gümüþ 1
Bismillâhirrahmânirrahîm
“Risale-i Nurda mâna yorumu” ifadesinden maksadýmýz bu risalelerde icra edilmiþ olan ‘te’vîl’dir. Bu sebeple te’vil hakkýnda kýsaca bilgi verdikten sonra Risal-i Nur ve müellifinin bu alandaki yerini tesbite çalýþacaðýz. 2
Te’vîl, “asla dönmek” anlamýna gelen evl kökünden tef’îl kalýbýnda bir mastar olup “döndürmek, çevirmek, varacaðý yere vardýrmak, sonuç, âkýbet, ceza” gibi anlamlara gelir. Söz için kullanýldýðýnda, onu varacaðý mânaya ulaþtýrmak, yani yorumlamak kastedilir. 3
Terim olarak te’vîl, “Lafzý zahirî anlamýnda deðil de kitap ve sünnete muvâfýk olan muhtemel bir anlamda yorumlamak” demektir. Tefsir ise sözlükte “açmak ve ortaya çýkarmak” anlamlarýna gelir. Terim olarak Tefsîr, “Mânaya açýk bir þekilde delâlet edecek bir lafýzla âyetin mânasýný, durumunu, kýssasýný ve nüzûl sebebini açýklamaktýr.” Meselâ, “Allah ölüden diriyi çýkartýr” meâlindeki âyetin, “yumurtadan civcivi çýkartýr” þeklinde yorumlanmasý tefsirdir; “kâfirden mümini, câhilden âlimi çýkartýr” þeklinde yorumlanmasý ise te’vîldir. 4
Te’vîl ve Tefsîr terimlerinin içeriði konusunda ilim adamlarý arasýnda farklý görüþler vardýr. Bazýlarý her ikisini ayný mânada kullanýrken, bazýlarý tefsiri “kesin delile dayalý açýklama”, te’vili ise “muhtemel anlamlardan birini tercih etme” anlamýnda kullanmýþlardýr. 5
Ýslâm’ýn ilk dönemlerinde “tefsir” ile “te’vîl” arasýnda herhangi bir zýtlýk yoktu, hatta “te’vil” terimi Kur’an açýklamalarý için çokça kullanýlan ve “tefsîr” terimine tercih edilen bir kelime idi. Nitekim hicrî üçüncü asrýn sonlarýnda tefsirini yazmýþ bulunan meþhur müfessir Ýbn Cerîr et-Taberî (Ö. 310/922) tefsirine “Câmiu’l-beyân an te’vîli âyi’l-Kur’an” adýný vermiþtir. Taberî, te’vîl” kelimesini açýklama ameliyesinin bütününe delalet eden bir terim olarak kullandýðý gibi aklî yorumlar için de kullanmýþtýr. 6
Buna paralel olarak, hatta daha da ileri seviyede Mutezile’nin 7 aklî bilgiyi kýstas alýp müteþâbih âyetleri özellikle Allah’ýn sýfatlarý ile ilgili olanlarýný te’vil ettiðini görmekteyiz. Selef âlimleri bu anlamda te’vilden kaçýndýklarý halde Halef dediðimiz sonrakiler bu tür te’villerden kaçýnmamýþlardýr. Özellikle Mutezile, müteþâbih âyetlerin yorumunda Arap dilinin üslûbundan (bilhassa “mecaz”dan) yararlanýp tevil metodunu kullanarak sonuca varmaya çalýþmýþtýr. 8 Bu akým ehl-i sünneti de etkilediði için Ehl-i sünnet’in kollarý olan Eþ’arîler ile Mâtüridiler Allah’ýn sýfatlarýyla ilgili âyetlerin te’vili konusunda Mutezile’ye paralel yürümüþlerdir. 9
Onüçüncü asrýn ortalarýnda Moðol istilasýyla aðýr bir darbe almýþ ve büyük bir tehlike atlatmýþ olan Ýslâm ilim ve fikir dünyasý, ondördüncü asýrda bu alanda bazý diriliþ hamleleri gerçekleþtirmiþ olmakla birlikte eski canlýlýðýný ve diriliðini hiçbir zaman bulamamýþtýr. Bu sebeple Ýslâm ilim ve fikir hayatý uzun süreli durgun bir dönem, hatta gerileme dönemi geçirmiþtir. Ancak Ondokuzuncu asrýn sonlarý ile Yirminci asrýn baþlarýnda Ýslâm dünyasýnda özellikle Mýsýr, Türkiye ve Hind alt kýtasýnda ilim ve fikir alanýnda yeniden diriliþ hamlelerine þahit olmaktayýz. Bediüzzaman Said Nursi bu alanýn Türkiye’deki temsilcilerinden ve önde gelenlerinden biridir. Her dönemde olduðu gibi bu dönemde de Ýslâm ilim ve fikir alanýnýn temsilcileri arasýnda bazý anlayýþ ve metot farklarý olmakla birlikte hepsi de Ýslâm’ýn bir ilim ve medeniyet dini olduðunu savunmuþlardýr. Ancak bunlarýn kriterleri farklýdýr. Bazýlarý, naklin tevil ve tefsirinin kriteri olarak aklý kabul ederlerken, bazýlarý da sahih olan nakli esas almakta aklý buna tabi kýlmaktadýr.
Bediüzzaman Said Nursi, Kur’an tefsirinde aklý esas alan birinci grupta yer almaktadýr. Ona göre akýl ile nakil taarruz ettiðinde akýl esas alýnýr, nakil te’vil olunur. Çünkü asýl olan maksattýr. Bu konuda “Muhâkemât” adýyla müstakil bir eser kaleme almýþ olan Bediüzzaman, Ýslâm milletinin Kur’an’ýn maksatlarýný anlayamamaktan dolayý geri kalmasýný büyük bir üzüntü ile karþýlar ve þöyle der: “Yazýklar olsun bize ki Ýslâmiyetin maksat ve özünü terkederek kabuðuna ve zahirine baktýk ve aldandýk! Yanlýþ anlayarak ve edepte kusur ederek Ýslâmiyetin hakkýný ve müstehak olduðu hürmeti yerine getiremedik. Sonunda o da bizden nefret edip evham ve hayallerin bulutlarýna sarýlarak kendini örttü.” 10 Görüldüðü gibi Bediüzzaman Ýslâm’ýn, yani Kur’an’ýn maksadýný esas almakta ve bunu terkederek zahirine göre hareket etmeyi yanlýþ bulmaktadýr. Kur’anýn esas maksatlarý ise dörttür. Bunlar Allah’ýn varlýðýný ve birliðini ispat, nübüvvet, haþr-i cismânî ve adalettir. Kur’an’da bu maksatlarýn dýþýnda olan kâinat bahsi istitradîdir (yeri gelmiþken söylenmiþ sözlerdir). 11
Buradan anlaþýlan þudur: Bediüzzaman’a göre Kur’an yorumunda bu dört maksat esastýr. Âyetler bu maksatlara yönelik yorumlanmalýdýr. Akýlla çeliþen herhangi bir âyet bu maksatlar istikametinde akla uygun bir þekilde yorumlanabilir. Ancak Bediüzzaman bu yorumlamanýn keyfi ve rastgele deðil, Arap dilinin ve belâgat sanatýnýn kurallarýna uygun olmasý gerektiðini sýk sýk vurgular. 12
Te’vilde kullanýlan belâgat sanatlarýnýn baþýnda mecaz, istiâre ve kinâye gibi lafzýn mânaya delâlet yollarý gelmektedir. 13 Ýslâm alimleri, Kur’an yorumunda mecazýn bir araç olarak kullanýlmasý konusunda üç gruba ayrýlmýþlardýr:
Birinci grup, kendi fikir ve metotlarýna uymayan dini metinleri te’vil etme konusunda mecazý bir silah olarak kullanan Mutezile’dir. Bunlar dili, beþer aklýnýn bir ürünü ve beþerî bir ýstýlah olarak deðerlendirirler; buna baðlý olarak da bilgi konusunda aklýn nakilden önce geldiðini savunurlar.
Ýkinci grup, Kur’an’da mecazýn varlýðýný kabul etmediði gibi dilde dahi mecazýn varlýðýný kabul etmeyen Zâhiriyye’dir. Bunlar Kur’an’ýn zahirî mânasýný esas alýrlar, müphem olan Kur’an metinlerini ise Allah’a havale edip, ondan baþka kimsenin bilemeyeceðini söylerler. Bunlar, dilin tevkîfî olduðu, Allah tarafýndan Hz. Adem’e öðretildiði, ondan da çocuklarýna intikal ettiði kanaatindedirler; buna baðlý olarak da bilginin esasýnýn vahiy olduðunu savunurlar.
Üçüncü gruba gelince, bunlar, dinî metinlerin yorumu için mecazý kullanma konusunda önceki iki aþýrý gruba nazaran orta bir yol takip eden ve müslümanlarýn büyük çoðunluðunu temsil eden Eþ’arîler ile Matüridîlerdir. Bu grup akýl ile vahyi uzlaþtýrýcý bir anlayýþa sahiptir.
Bediüzzaman tevil vasýtasý olarak mecazý kullanma konusunda mutedil ve uzlaþtýrýcý olan üçüncü grupta yer almakta; ve mecazýn iyi kullanýlabilmesi için bu sanatý öðreten mantýk ve belâgat ilimlerinin rehber edinilmesini tavsiye etmektedir. Ona göre mecaz, câhillerin deðil ilimde derinleþmiþ kimselerin kullanabilecekleri bir araçtýr. Bu konuda þöyle der: “Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düþerse veya mecazla teþbih uzun bir ömür sürerlerse hakikata dönüþürler, güzelliklerini kaybederler, (gençliðindeki) güzelliðini kaybetmiþ olan koca karý gibi olurlar. Mecaz þeffaf olduðu için ondan hakikat ýþýnlarý parýldar. Fakat mecaz hakikate dönüþtüðünde yoðunlaþýr ve asýl hakikatý da yoðunlaþtýrýr (karartýr, görünmez hale getirir)” 14 Meselâ, “semâda büyük bir denizin bulunduðu kanaati, mecazýn hakikat zannedildiðinden ileri gelmiþtir. Evet, hava boþluðu, denizin rengini andýrýr ve hava küresinde yayýlmýþ olan su, okyanustan daha fazladýr. Binaenaleyh hava boþluðunu denize teþbih etmek uzak deðildir. Fakat hakiki mâna ile bakýlýrsa hata olur.” 15
Bununla birlikte Bediüzzaman dildeki bu deðiþimi yani mecaz, teþbih, istiare ve kinaye gibi sanatlarýn kullanýmýný kaçýnýlmaz fýtrî bir kanun olarak deðerlendirir. Dildeki yenilenmeye ve deðiþime, müþterek ve müteradif kelimeleri örnek vererek þöyle der: “Selefin (öncekilerin) hoþuna giden birçok kelime ve hikâye veya hayaller yahut mânalar, ihtiyar ve zinetsiz olduklarýndan, Halef’in (sonrakilerin) genç heveslerine uygun düþmediði için yenilenme eðilimine, icat fikrine ve deðiþtirme cüretine sebep olmuþtur. Bu kural lugatta olduðu gibi hayallerde, mânalarda ve hikâyelerde de cereyan etmektedir. Öyle ise her þeye zahire göre hükmetmemek gerekir. Araþtýrmacýlarýn görevi (meseleleri) derinlemesine araþtýrýcý olmak, zamanýn tesirlerinden uzak durmak, mazinin derinliklerine dalmak, mantýðýn terazisiyle tartmak ve her þeyin kaynaðýný bulmaktýr.” 16
Bununla beraber Bediüzzaman bu konuda çok dikkatli olmanýn gereðine ve mecazý rastgele kullanmanýn tehlikesine de dikkat çeker. Ona göre hakiki mânanýn bir alâmeti vardýr. O alâmeti teþhis edecek olan kýstas ise þeriatýn maksatlarýnýn muvazenesinden meydana gelen ‘hüsn-ü mücerred’dir (soyut güzelliktir). Mecazýn kullanýmý ise belagat kurallarý altýnda olmalýdýr. Belâgat kurallarý dýþýnda mecazý hakikat, hakikatý mecaz þeklinde deðerlendirmek, cehlin istibdadýna destek vermektir. 17
Görüldüðü gibi Bediüzzaman mecazýn cevazýný bazý esaslara baðlamaktadýr. Bu esaslar þunlardýr:
1. Hakiki mânanýn bir alâmeti vardýr. Bu alâmeti taþýyan kelime veya cümle yahut âyet, ya da herhangi bir metin mecaz olarak deðerlendirilemez yani tevil edilemez.
2. Herhangi bir ifadenin hakikat damgasý taþýyýp taþýmadýðýný anlamak ve teþhis etmek için þeriatýn maksatlarýný mukayese edip sonucu deðerlendirmek gerekir. Sonuçta elde edilen “hüsn-ü mücerred” yani soyut güzellik, hakikatin kriteridir.
3. Herhangi bir kelime veya metnin mecaza hamledilmesi rastgele deðil belagat kurallarý çerçevesinde yapýlmalýdýr. Aksi davranýþ, keyfiliði doðurur. Bu da hakikatýn mecaz, mecazýn hakikat olarak deðerlendirilmesine sebep olur. Sonuçta cehaletin istibdadýna destek verilmiþ olunur.
Bediüzzaman herhangi bir mânanýn mecaza hamledilebilmesi için belâgat kurallarýna mutlaka uyulmasý gerektiðini söyler ve bu konuda þöyle der: “Muhakkaktýr ki, Kur’an’ýn çekici özelliði i’câzdýr. Ý’câz ise belâgatýn yüksek tabakasýndan meydana gelir. Belâgat ise hususiyetler ve meziyetler, özellikle istiâre ve mecaz üzerine kurulmuþtur. Kim istiâre ve mecaz dürbünüyle bakmazsa, (Kur’an’ýn) meziyetlerini göremez. Zira insanlarýn zihinlerini alýþtýrmak için Arap usluplarýnda ilim çeþmelerini akýtan Kur’an’ýn içinde “tenezzülât-ý Ýlâhiyye” (yani Allah’ýn, kullarýn seviyelerine göre hitabý) tabir olunan (kullarýn) anlayýþ seviyelerine riayet, hissiyâtlarýna saygý ve zihin durumlarýný gözetme vardýr.
Mademki bu böyledir. Tefsircilerin, Kur’anýn hakkýný vermeleri ve kýymetini noksan etmemeleri lazýmdýr. Ve belâgatin tasdiki ve sikkesi olmayan bir þeyle Kur’an’ý te’vil etmemeleri gerekir. Zira her hakikatten daha açýk ve daha vazýh tahakkuk etmiþtir ki, Kur’an’ýn mânalarý hak olduklarý gibi, ifade tarzý ve sûret-i mânasý dahi belîðâne ve ulvîdir. Cüz’iyâtý o madene irca ve teferruatý o menbaa ilhak etmeyen, Kur’ân’ýn hakkýný verme hususunda cimri davrananlardan olur.” 18
Þimdi Bediüzzaman’ýn mecaza verdiði misallerden birkaçýný görelim:
“Biz daðlarý (birer) kazýk kýlmadýk mý?” 19 âyetini dört türlü yorumlamýþtýr.
a. Birinci yorumda daðlar geminin direklerine benzetilmektedir. Feza boþluðu büyük bir okyanusa, yer yuvarlaðý denizaltý gemisine, uzay boþluðunda yer yuvarlaðýnýn dengesini saðlayan daðlar da geminin muvazenesini saðlayan demir ve direklere benzetilmektedir.
b. Ýkinci yorumda daðlar bir teneffüs organýna benzetilmektedir: Yeryüzünün içinden gelen sarsýntýlar o daðlar ile susturulur (durdurulur). Çünkü daðlar yeryüzünün gözenekleri hükmündedir. Bir iç patlama veya sarsýntý olduðu vakit yer (yuvarlaðý) daðlar ile nefes aldýðýndan gazabý ve hiddeti sukûnet bulur. Demek yeryüzünün sukûn ve sukûneti daðlar iledir.
c. Üçüncü yorumda daðlar insan hayatýnýn korunmasýnda denge unsuru olarak yorumlanmýþtýr. Yeryüzünün imarý insanlar ile olur. Ýnsan bu iþin direðidir. Beþer hayatý da hayat kaynaðý olan su, toprak ve havanýn en mükemel ve temiz bir þekilde korunmasýna baðlýdýr. Bu üç hayat kaynaðýnýn temiz bir þekilde korunup muhafazasýnda daðlarýn rolü büyüktür. Çünkü daðlar su depolarý olduðu gibi havanýn nemini çekme özellikleri ile bir türlü havayý temizleyen taraklardýr. Daðlar sýcak ve soðuðu dengelediði gibi havayý da kirli gazlardan temizler, topraðý çamur, bataklýk ve denizin basmasýndan korur.
d. Dördüncü yorumda daðlar çadýr kazýðýna benzetilmiþtir. Buna göre yer kabuðu, -sýra daðlarýn olduðu yerlerde- direkler üstünde serilip atýlmýþ bedevi çadýrlarýna, münferit daðlar ise tek direk üstünde kurulmuþ bir çadýra benzetilmektedir. 20
Soru: “Allah gökten, oradaki daðlardan dolu indirir” 21 âyet-i kerimesinin zahirine göre yaðmurun nüzulü, doludan müteþekkil semâda bulunan daðlardandýr. Bunun izahý nasýldýr?
Cevap: Bir kelâmýn belagata uygun, akla muvafýk, mantýða mutabýk olmadýðý halde mâna-yý zahirisine yapýþýp, yine mâna-yý zahirinden ayrýlmamasý, o kelâm için bir donukluk ve bir sönüklüktür. Zira cennetin yemek kaplarýnýn vasýflarý hakkýndaki “Gümüþ beyazlýðýnda, billur berraklýðýnda kaplar” 22 âyeti, güzel bir istiâreyi içerdiði gibi “Allah gökten, oradaki daðlardan dolu indirir” meâlindeki âyet dahi güzel bir istiareyi ihtiva etmektedir. Þöyle ki: Cennetin kaplarý ne þiþeden ve ne de gümüþten olmadýklarýndan, bu cümlenin zahiri mânasýna hamli caiz deðildir. Çünkü o kaplara “gümüþten yapýlmýþ þiþeler” denilemez. Zira her iki unsur arasýnda uygunluk yoktur. Ancak ”gümüþten yapýlmýþ þiþeler” cümlesinden mecazî mâna ile hem þiþenin þeffafiyeti, hem gümüþün beyazlýðý kasdedilmiþtir. Yani o kaplar þiþe gibi þeffaf, gümüþ gibi beyazdýrlar.
Aynen bunun gibi de “Dað gibi bulutlardan Allah dolu tanelerini indirir.” 23 âyeti de iki istiareyi içermektedir. Bu istiareler, dinleyenin þairane bir hayaline göre yapýlmýþtýr; bu hayalde süflî (aþaðý) alem ile ulvî (yukarý) alem arasýnda bir nevi benzerlik ve mümaseleti mülahaza etmeye mebnidir. Yani süflî (aþaðý) alem denilen arz, dört mevsimde bilhassa bahar mevsiminde nasýl türlü türlü þekillere girer ve envaen zinetli, nakýþlý elbiseleri giyer, ayrý ayrý manzaralarý gösterir; ulvî (yukarý) alem olan semavat dahi, bilhassa bulutlarýyla pek garip ve acip keyfiyetlere, suretlere, renklere girer çýkar, adeta her iki alem birbirine rekabet ederler. Bu iki alem arasýnda þöylece bir benzerlik ve mümaseletin düþünülmesi de aralarýnda bir müsabaka ve rakabeti hayal etmekten neþet eder. Þöyle ki : Arz ve sema, güzellik müsabakasýna girmek için lazým gelen zinetlerini takýnýp hazýrladýklarý zaman arz, kýþ mevsiminde kardan mamül beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o bayaz elbiseyi çýkarýr, zümrüt gibi yeþil halýlarýný sahralarýna serer. Yemyeþil gömleklerini daðlarýna giydirir. O daðlarýn þahikalarýnýn baþlarýna beyaz sarýklarýný sarar. Ve bu güzel inkýlap ve manzaralarýyla ilâhî kudretin mucizelerini hikmet-i ilahiyenin nazarýna arz eder. Buna karþý sema boþluðu dahi Allah’ýn büyüklüðünü göstermek için koca koca daðlarý, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acayip þeylerin þekillerini ve sanki beyaz, siyah, kýrmýzý boyalarla boyanmýþ pamuk yýðýnlarýný andýran bulut kafilelerini ileri sürer, hikmet nazarýna takdim eder.
Ýþte bu iki alem arasýndaki hayali benzerlikten dolayý bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafýndan daðlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapýlan teþbihler, usluplar, belagat nazarýnda pek güzel görünür. Binaenaleyh, ulvî alem ile süflî alem arasýndaki ve dolayýsýyla bulutlarla daðlar arasýndaki benzerlik ve münasebete binaen “Allah gökten, oradaki daðlardan dolu indirir” âyet-i kerimesinin belîgane mânasý, “Daðlarýn büyüklüðünde, dolunun renginde bulunan semadaki bulutlardan yaðmurlarý indirir” demektir. Bu güzel ve belagatça makbul, akýl ve mantýða uygun mâna dururken, âyetin zahirine yapýþýp, “beþyüz senelik mesafeden iki dakikalýk bir zaman zarfýnda yaðmuru cirm-i semâdan yeryüzüne indirmek” gibi sakat bir mânaya gitmek, akýl kârý deðildir. Hem hikmet ve iktisat ve adem-i abesiyet, bu yanlýþ mânaya gitmeyi reddeder.” 24
Bediüzzaman bu âyeti katý bir zahiri mâna ile deðerlendirmek, belâgatýn hakkýný inkâr etmek anlamýna geldiðini bildirir. Çünkü bu âyette var olan güzel istiâre o derece hararetlidir ki buz gibi olan donuk þeyleri eritir ve buluta benzeyen zahir perdesini þimþek gibi yýrtar. 25
Risale-i Nur’da mecazýn kullanýldýðýna bir baþka misal de meþhur öküz ve balýk kýssasýdýr. Bediüzzaman bu rivayeti þöyle tahlil eder:
“Kapalý kalmamalýdýr ki meþhur öküz ve balýk kýssasý Ýslâmiyete dýþardan girmiþ ve ravisiyle birlikte müslüman olmuþ bir kýssadýr. Fakat Ýbn Abbas’’ýn þöhreti sebebiyle ona nisbet edilmiþ; sonra da “Yer küresi öküz ve balýk üzerindedir” þeklinde hadis olarak rivayet edilmiþtir.
Evvela: Bu rivayetin hadis olduðunu kabul etmiyoruz. Çünkü israiliyyattan olduðuna dair belirtiler vardýr.
Ýkincisi: Hadis olsa dahi senedinde zayýflýk vardýr ve zan ifade eden âhâddandýr. Bu sebeple akidede geçerli deðildir. Zira akidede kesin bilgi þarttýr.
3. Mütevatir ve metni kesin olsa dahi delaleti katî deðildir.” 26
Bediüzzaman, bu rivayetin sahih olduðu kabul edildiði takdirde bunu üç þekilde yorumlar:
1. Öküz, kartal, insan ve diðer varlýklarýn isimleriyle isimlendirilen, Arþ’ýn taþýyýcýlarý nasýl melek iseler, hadisdeki öküz ve balýk da öyle iki melektir. Aksi takdirde Arþ-ý azam’ý melaikeye; yerküresini ise kendisi gibi yardýma muhtaç olan bir öküze yüklemek nizam-ý aleme aykýrýdýr. Hem Þeriat lisanýnda iþitilmiþtir ki: Her bir nev’a mahsus ve nev’a münasip bir görevli melek vardýr. Bu münasebete binaen o melek o nev’in ismiyle isimlendirilmiþtir; hatta melekler aleminde onun suretiyle þekillenir. Mesela hadis olarak rivayet edilmiþtir ki: “Güneþ her akþam Arþa gider, secde eder, sonra izin alýr gelir.” Evet, güneþin idaresiyle görevli olan melekin ismi Þems (güneþ), þekli de güneþ gibidir. Gidip gelen odur .
Hem ilahiyatçý filozoflara göre herbir nev için diri, konuþan ve efrada yardým eden ve destek veren bir mahiyet-i mücerrede vardýr. Mesela Þeriat dilinde “melekü’l-cibal” (daðlar meleði), “melekü’l-bihar” (denizler meleði) ve “melekü’l-emtar” (yaðmurlar meleði) gibi isimlerle anýlan melekler vardýr. Fakat bunlarýn hakiki tesirleri yoktur; hakiki müessir yalnýz Yüce Allah’týr.
2. Ýkinci yorum: Öküz, yeryüzünde ziraat yapmak ve onu imar etmek için kullanýlabilecek en büyük vasýtadýr. Balýk ise sahillerde yaþayanlarýn hatta pek çok nev-i beþer’in geçim kaynaðýdýr. Nasýl ki biri “Devlet ne üzerindedir?” diye sorsa ona “Kýlýçla kalem üzerindedir” þeklinde cevap verilir. Allah bilir. Öyle de Fahr-i kâinât bu mantýktan hareketle (dünya neyin üzerindedir? diye soran þahýsa böyle) cevap vermiþtir. Bu þekilde soruyu soranýn beklediði cevaptan baþka bir cevapla cevaplandýrmaya Arap edebiyatýnda “uslûbu hakîm” denilir ki Hz. Peygamber iþte bunu yapmýþtýr.
3. Üçüncü yorum: Öküz ve balýk, her ne kadar farazî ve mevhum iseler de yer küresinin yörüngesinde var sayýlan iki burçtur. Asýl yýldýzlarý nazm ve rapt ile yüklenmiþ olan âlemde cârî, lafzen ve ýstýlâhan “câzibe-i umumiyye” (genel çekim gücü) diye isimlendirilen Adetullah’ýn kanunu o burçlarda temerküz ve tahassül ettiðinden “Arz burçlar üstündedir” þeklindeki hakîmâne tabir caizdir. Bu yorum hikmet-i cedide (yeni felsefe) nokta-i nazarýna göre yapýlmýþtýr. Çünkü hikmet-i atîka (eski felsefe) burçlarý semada; hikmet-i cedide ise medar-i arzda farzetmiþlerdir. Bu tevil, yeni hikmetin nazarýnda büyük bir kýymet içermektedir. 27
Bediüzzaman’ýn Kur’andaki müteþâbihlerle ilgili görüþü de yine kendi ifadeleriyle þöyledir:
“Kur’an-ý Kerim’de müteþâbihât vardýr” dedikleri birinci þüphelerine cevap:
Evet, Kur’an-ý Kerim, umumi bir muallim ve bir mürþittir. Halka-i dersinde oturan nev-i beþerdir. Nev-i beþerin ekserisi avamdýr. Mürþidin nazarýnda ise az, çoða tabidir. Yani, (mürþid) umumi irþadýný azýn hatýrý için tahsis edemez. Bununla beraber, avama yapýlan konuþmalardan havas hisselerini alýrlar. Aksi halde, avam, yüksek konuþmalarý anlayamadýðýndan, (bilgiden) mahrum kalýr. Ve keza avam-ý nâs, ülfet ettikleri usluplardan ve ifade çeþitlerinden ve daima hayallerinde bulunan lafýzlar, mânalar ve ibarelerden fikirlerini ayýramadýklarýndan çýplak hakikatleri ve akliyatý anlayamazlar. Ancak, o yüksek hakikatlerin, onlarýn ülfet ettikleri ifadelerle anlatýlmasý lazýmdýr. Fakat, Kur’anýn böyle ifadelerinin (mecazýn zýttý olan) hakikat olduðuna itikad etmemelidirler ki cismiyet ve cihetiyet gibi muhal þeylere inansýnlar. Ancak o gibi ifadelere, hakikatlere geçmek için bir vesile nazarýyla bakýlmalýdýr.
Meselâ, Cenab-ý Hakkýn kâinatta olan tasarrufunun kefiyeti, ancak bir sultanýn taht-ý saltanatýnda yaptýðý tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki “ Rahmân Arþ’a istivâ etmiþtir” 28 ayetinde kinaye yolu tercih edilmiþtir. Hissiyatý bu merkezde olan avam-ý nasa yapýlan irþatlarda belagat ve irþadýn gereði olarak avamýn anlayýþlarýna riayet etmek, hissiyatýna saygý göstermek, fikirlerine ve akýllarýna göre yürümek lazýmdýr. Nasýl ki bir çocukla konuþan kendisini çocuklaþtýrýr ve çocuklar gibi çat pat ederek konuþur ki çocuk anlayabilsin. Avam-ý nasýn anlayýþlarýna göre ifade edilen Kur’an-ý Kerimin ince hakikatleri, “et-tenezzülâtü’l-ilahiyyetu ilâ ukuli’l-beþer” ile anýlmaktadýr. Yani, insanlarýn anlayýþlarýna göre Cenab-ý Hakkýn hitabetinde yaptýðý bu tenezzülat-ý ilahiyye, insanlarýn zihinlerini hakaikten nefret ettirip kaçýrtmamak için ilahî bir okþamadýr. Bunun için, müteþabihat denilen Kur’an-ý Kerim’in usluplarý, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ý nasýn gözüne bir dürbün veya numaralý birer gözlüktür. Bu sýrra binaendir ki büleðâ, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve daðýnýk mânalarý tasvir ve ifade için istiare ve teþbihlere müracaaat ediyorlar. Müteþabihat dahi ince ve müþkil istiarelerin bir kýsmýdýr. Zira müteþabihat, ince hakikatlerin suretleridir.” 29
KÝNÂYE
Bediüzzaman’ýn te’vîl için kullandýðý sanatlardan biri de Kinâye’dir. 30 Bu konuda da þöyle der: “Kabul edilmiþ metotlardan biri de þudur: Sýdk ve kizb veya tasdik ve tekzib kinayelerde ve emsallerinde, beyan ilminde “meâni-i ûlâ” (sözden zihne intikal eden ilk manalar) tabir edilen suret-i mânaya (yani lafzýn zahirine) raci deðildir. Ancak meânî-i sânevî” (ikinci mânalar) diye tabir olunan maksat ve garaza teveccüh ederler. Meselâ “Falancanýn kýlýcýnýn baðý uzundur” denilse o zatýn kýlýcý olmasa dahi boyu uzun ise hüküm doðrudur, yalan deðildir. Hem de nasýl kelamda bir kelime istiareye karine-i mecazdýr. Öyle de kelime-i tevhid hükmünde olan Allah kelamýnýn bir kýsým âyetleri diðer kardeþlerinin hakikat ve cevherlerine karine ve yol gösterici, komþularýnýn kalplerindeki sýrlara delil ve tercüman olurlar. Ýþte bu hakikatý göz önünde bulunduramayan ve ayetleri mukayese ve doðru muhakeme edemeyen kimse meþhur Bektaþî gibi hakikat nazarýna karþý maskara olacaktýr. Namaz kýlmayan Bektaþî, “Kur’an, ‘Lâ takrabu’s-salâte=namaza yaklaþmayýn’ diyor, âyetin ilerisini de hafýz olmadýðým için bilemiyorum” diyerek (güya) namaz kýlmamasýnýn sebebini açýklar (ve maskara olur.)” 31
Bediüzzaman, her konuda olduðu gibi te'vil konusunda da Ýslâm’ýn ruhuna uygun olarak, ifrattan ve tefritten kaçýnmayý tavsiye eder. Ona göre “Her þeyi zahire hamlettire ettire, sonunda doðru yoldan sapmýþ olan zahiriyyun mezhebini doðuracak olan tefrit meyli ne derece zararlý ise her þeye mecaz nazarýyla baktýra baktýra sonunda batýl bir mezhep olan batýniyyun mezhebini doðuracak olan ifrat sevgisi daha çok zararlýdýr.” 32 O, bu tehlikeli yoldan sakýndýrdýðý gibi doðru yolu gösterecek kriteri de vermektedir. Ona göre bu kriter, “þeriat felsefesi, belagat, mantýk ve hikmet ilimleridir. Hikmetin hayrý çok þerri azdýr. Ehven-i þerri tercih etmek ise esastýr. Eski hikmetin (klasik felsefenin) hayrý az, hurafeleri çoktu, zihinler istidatsýz, fikirler taklide baðýmlý ve halk arasýnda cehâlet hüküm sürdüðünden selef bir dereceye kadar hikmetten sakýndýrmýþlardý. Fakat þimdiki hikmet ona nisbeten maddî cihetinde hayrý çok, yalaný az; fikirler daha hür ve bilgi hüküm sürmektedir. Zaten her zamanýn bir hükmü olmak gerektir.” 33
Sonuç olarak diyebiliriz ki : Risale-i Nur Külliyatý’nýn müellifi Bediüzzaman, Ýslâm dünyasý medreselerinde maksada deðil de zahire yönelik eðitimin medreselerin gerilemesine ve tabii mecrasýndan çýkmasýna sebep olduðu kanaatindedir. Bu sebeple kendisi Kur’an ve Hadis gibi dinî metinlerin yorumunda ifrat ve tefritten uzak, uzlaþtýrýcý bir yol izlemiþ; akýl ile nakil çeliþtiðinde aklý esas alýp nakli te’vil etmiþtir. Bunun için de belâgat ve mantýk kurallarýný, özellikle mecaz, teþbih, istiâre ve kinâye gibi sanatlarý kullanmýþtýr. Kitap ve sünnete aykýrý olan, belâgat ve mantýk kurallarýna uymayan te’vili kabul etmemiþtir. Bu sebeple aþýrý derecede ve belirtilen kýstaslara aykýrý tevilde bulunan batýnîliðe karþý olduðu gibi, her þeyi zahirine göre deðerlendirip aklýn karþýsýnda maskara durumuna düþen zahiriliðe de karþýdýr.
____________________
1 Marmara Üniversitesi. Ýlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalý öðretim üyesidir.
2 Not: Tebliðde Risale-i Nur’dan yapýlan iktibaslar sadeleþtirilerek yapýlmýþtýr.
3 Müfessir Elmalýlý’ya göre te’vîl, “bir þeyi ilmen veya fiilen kendisinden kasdolunan gayeye döndürmek” demektir. Meselâ sudan kasdolunan gaye hayat olduðuna göre suyu hayata döndürmek te’vîl; hayat ise suyun meâlidir (varacaðý yerdir). “Su” kelimesinden mecâzen hayat anlamýný kasdetmek lafzî bir te’vîldir; “su” denilen maddenin nasýl bir hayat yapacaðýný bilmek ise mânevî bir te’vîldir. Bu þekillerin her ikisine de “ilmî te’vîl” denilir. Suyun bilfiil hayata dönüþtürülmesine de “fiilî te’vîl” denir (Hak Dini Kur’an Dili, Ý, Mukaddime, 27).
4 Bak. Cürcânî, Seyyid Þerîf, Ta’rîfât, Te’vîl ve Tefsîr maddeleri. Kur’an’da onyedi defa zikredilen te’vîl kelimesi, “sözü açýklama” anlamýnýn yaný sýra “sonuç” (Nisâ 4/59), “rüya tabir etmek” (Yusuf 12/36-37), “olayýn iç yüzünü haber vermek” (Kehif 18/78, 82) gibi anlamlarda kullanýlmaktadýr. Müfessir Ýbn Kesîr’e göre te’vîl kelimesi Kur’an’da iki anlamda kullanýlmýþtýr. Birincisi, “bir þeyin hakikatý” demektir. Âl-i Ýmrân sûresi 3/7. âyetindeki ilgili bölümün bir kýraatý bu anlamý vermektedir. Buna göre eþyanýn hakikatýný Allah’tan baþkasý bilemez. Bu sebeple Kur’an’daki müteþâbih âyetlerin hakikatýný (te’vîlini) Allah’tan baþka hiç kimse bilemez. Ýkincisi, “tefsir etmek yani açýklamak” anlamýna gelir. Zikredilen âyetin diðer bir kýraatý bu anlamý ifade eder. Buna göre ilimde derinleþmiþ olanlar her ne kadar eþyanýn hakikatýný bilmeseler de Kur’ân’daki müteþâbih âyetlerin te’vîlini bilir ve açýklamasýný yaparlar (Ýbn Kesîr, Tefsir, ÝÝ, 8).
5 Reþîd Rýza “te’vîl” kelimesinin sonradan oluþan terim anlamý ile Kur’an-ý Kerim’in hiçbir yerinde kullanýlmadýðýna ve Âl-i Ýmrân (3) sûresinin 7. âyetindeki te’vîl’in anýlan terim anlamý ile izahýnýn Bâtýniyye’nin sapýk yorumlarýna kapý aralama tehlikesine dikkat çekmektedir (Tefsîru’l-Menâr, ÝÝÝ, 172 vd.).
6 Mesela Bakara 2/29. âyette Allah’ýn “semaya istivasý”ný yaratmak ve kudretiyle yönetmek üzere -intikal ve zeval olmaksýzýn- hükümdarýn devlet yönetimini ele almasý anlamýnda “yücelmek ve yükselmek” olarak yorumlamýþtýr (bak. Câmiu’l-beyân, Ý, 150). Fetih sûresinin 48/10. âyetinde “Allah’ýn eli onlarýn elinin üstündedir” meâlindeki cümleyi de “Peygamber’e (s. a.) yardým konusunda Allah’ýn gücü onlarýn gücünün üstündedir” þeklinde yorumlamýþtýr (ayný eser, XXVÝ, 48).
7 Aklý esas alan ve kendine has ilkeleri (Beþ esas) bulunan itikadî bir mezheptir (Topaloðlu Bekir, Kelâm Ýlmi, 169).
8 Onlara göre Kur’an’da muhkem ve müteþâbih âyetler vardýr. Ancak hangisinin muhkem, hangisinin müteþâh olduðu belirtilmemiþtir. Bunu ancak kýstas olarak alýnan aklî bilgi belirleyebilir. Buna göre doðrudan dilsel anlamý aklî kavramlarla örtüþenler “açýk muhkem”, bunlarla çeliþik görünenler ise doðrudan dilsel anlamlarýnýn kabul edilmesi mümkün olmayan “kapalý müteþâbih”tir. Ýþte bu muhkem-müteþâbih çeliþkisi vehmini gidermek için mecâz unsurunu devreye sokmuþlardýr (Ebû Zeyd, Nasar Hâmid, Tarihte ve Günümüzde Kur’an Te’vîli Sorunsalý, (trc. Ömer Özsoy) Ýslâmî Araþtýrmalar Dergisi, 9/29).
9 Mutezile hicrî altýncý asýrdan sonra bir ekol olarak varlýðýný devam ettiremediyse de ( 538 yýlýnda vefat eden Zemehþerî son mümessillerinden sayýlmaktadýr) fikirleri ve görüþleri Ehl-i sünnet’in kitaplarýnda zamanýmýza kadar gelmiþtir. Bugün mezhep olarak bir Mutezile mezhebi mevcut olmamakla birlikte birçok fikirleri özellikle akýl ile çeliþen naklin yorumlanmasý (te’vili) ve uzlaþtýrýlmasý konusundaki görüþleri Ehl-i sünnet âlimleri tarafýndan benimsenmiþtir.
10 Muhakemat, Risale-i Nur Külliyatý, ÝÝ, 1985, Ýstanbul-1996.
11 Muhakemat, Birinci Makale, Birinci Mukaddeme, Risale-i Nur Külliyatý, ÝÝ, 1986.
12 Bak. Muhakemat, Risale-i Nur Külliyatý, ÝÝ, 1991.
13 Mecâz, bir alâkadan dolayý hakiki manasýnýn dýþýnda kullanýlan ve aslî manasýnýn kasdedilmesine karine-i mania bulunan kelime veya terkiptir. Cesur bir kimseye “aslan” denilmesi, mütereddit bir kimse için de “bir adým ileri gider, bir adým geri gelir” denilmesi mecaz ifadelerdir.
Ýstiâre, bir kelimenin benzerlik alâkasýyla ve aslî mânasýnýn kasdedilmesine mani bir karinenin varlýðý sebebiyle hakiki mânasýnýn dýþýnda kullanýlmasýdýr. Ýstiâre, mecazýn bir çeþidi olan lugavî mecazdýr. Ýstiârede hakiki mâna ile mecazî mâna arasýndaki alaka benzerlik olduðu için de istiâre ayný zamanda bir teþbihtir. Cesur bir öðrenci hakkýnda söylenen “Sýnýfta bir aslan gördüm” ifadesindeki “aslan” kelimesi müsteardýr. Bilinen yýrtýcý hayvan yerinde deðil cesur öðrenci yerinde kullanýlmýþtýr. “Sýnýf” kelimesi “aslan” kelimesinin hakiki mânada kullanýlmasýna engel olan karine-i maniadýr.
14 Muhakemat, R. N. Külliyatý, ÝÝ, 1990.
15 Ýþârâtu’l-i’câz, R. N. Külliyatý, ÝÝ, 1209.
16 Muhakemat, Risâle-i Nur Külliyatý, ÝÝ, 1990-1991.
17 Muhakemat, Beþinci Mukaddeme, R. N. Külliyatý, ÝÝ, 1991.
18 Muhakemat, R. N. Külliyatý, ÝÝ, 2006.
19 Nebe’ sûresi, 78/7.
20 Muhakemat, R. N. Külliyatý, ÝÝ, 2006-7.
21 Nûr sûresi, 24/43.
22 Ýnsan sûresi, 76/15.
23 Nur sûresi, 24:43.
24 Ýþârâtu’l-i’câz, R. N. Külliyatý, ÝÝ, 1209 vd.
25 Muhakemat, R. N. Külliyatý, ÝÝ, 2009.
26 Muhakemat, R. N. Külliyatý, ÝÝ, 2002.
27 Muhakemat, R. N. Külliyatý, ÝÝ, 2002 vd.
28 Tâ Hâ sûresi 20/5.
29 Ýþârâtu’l-icâz, R. N. Külliyatý, ÝÝ, 1230.
30 Kinâye, aslî manasýnýn kasdedilmesi mümkün olmakla birlikte, manasýnýn lazýmý kasdedilen lafýzdýr. Dikkatli ve zeki kimse için “gözü açýk”, cömert kimse için “eli açýk” , hýrsýz için “eli uzun” tabirleri birer kinayedir.
31 Muhakemat, Birinci Makale, Birinci Mukaddeme, R. N. Külliyatý, ÝÝ, 1987.
32 Muhakemat, Beþinci Mukaddeme, R.N.Külliyatý, ÝÝ, 1991.
33 Muhakemat, Beþinci Mukaddeme, R.N. Külliyatý, ÝÝ, 1991.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
RÝSALE-Ý NUR'DA MÜTESABÝH AYETLERÝ ANLAMADA ÖNEMLÝ ESASLAR
Prof. Dr. Suat Yýldýrým 1
Kur'âna dair ilimlerin en önemlilerinden biri de Kur'ân'ý Kerimdeki müteþabih ayetler meselesidir. Cenab-ý Allah þu ayeti kerimede Kur'ân'daki ayetlerin, bir itibara göre "Muhkem ve Müteþabih" olarak iki kýsma ayýrýr.
"Sana bu kitabý indiren O`dur. Kitab'ýn bir kýsým ayetleri muhkem olup bunlar onun esasýný teþkil ederler. Diðer kýsýmlar ise müteþabihtirler. Kalplerinde eðrilik olan kimseler onun sadece müteþabihleri ile meþgul olurlar. Bundan maksatlarý, sýrf fitne çýkarmak ve kendi anlayýþlarýna göre yorumlamaktýr. Halbuki onlarýn gerçek manalarýný yalnýz Allah bilir. Ýlimde derinleþmiþ olanlar ise, onlarýn manalarýný anlamaya çalýþmakla beraber, asil maksat ve manalarýný Allah Teâlaya havale edip; Allah`ýn maksadý ne ise biz ona inandýk. Gerek muhkemi, gerek müteþabihi hepsi Rabbimiz tarafýndan gönderilmiþtir..." derler.
Bunu ancak kamil ve öz akil sahipleri düþünebilirler. Ve onlar sözlerini þu duayla bitirirler: "Ey bizim yüce Rabbimiz! doðru yola erdirdikten sonra kalplerimizi yanlýþa saptýrma, yüce katýndan bize rahmet baðýþla. Þüphesiz sonsuz lütuf sahibi olan ancak sensin." Önce bu ayeti kerimede varid olan muhkem ve müteþabih kelimelerinin manalarý üzerinde duralým. Sibh: Dilde misil, yani benzer demektir.
Bu kökten gelen teþabüh ve iþtibah mastarlarý, biri diðerine benzediðinden ötürü," birbirine karýþma ve tereddüde yol açma"manasýna gelir. Müteþabih teþabühten ismi fail olup bu vasfa haiz olan kelimeye denir. Bu yönüyle müteþabihat: mutemasilat ve müþkülat anlamýna gelir. Bunun mukabili muhkem: saðlam, kesin, vazýh ve net demektir.
Müteþabih lafzý 2
Ancak bu ayeti anlamada müfessirlerin ihtilafý yoktur. Bu ayet Kur'ân ayetlerinin hak ve gerçek olma, icaz vasfýný taþýma, belagatta mükemmel olmada birini diðerine tercih etme güçlüðü yönünden birbirine müteþabih yani benzer olduklarýný bildirir.
Farklý görüþler demin zikrettiðimiz Ali Ýmran, 7. ayetinde gecen müteþabih kelimesi hakkýnda ortaya çýkmaktadýr
Kur'ân Ýlimlerine dair yazýlan kitaplarda terim olarak bu iki kelimenin aþaðý yukarý ayni maksadý ifade eden deðiþik tarifleri yapýlmýþtýr. Kýsaca muhkem: "Tek manasý olan", müteþabih ise: "Birden fazla manaya gelebilen" Yahut muhkem :"Anlaþýlmasý için baþka bir delile ihtiyacý olmayan", müteþabih:" Anlaþýlmasý için kendi dýþýnda bir delile ihtiyaç hissettiren" demektir. 3.
Alimlerin görüþleri iþin sonunda þuna raci olur: Muhkem, herhangi bir mübhemlik, bir kapalýlýk olmaksýzýn, manasýna açýkça delalet eden; müteþabih ise, manasýna racih, yani aðýr basan bir delaleti bulunmayan kelimedir. Böylece usul-i fýkýhta nas ve zahir denilen kýsým muhkem kýsmýna dahildir. Zira nas :"Maksada bizzat kendi sýðasý ile delalet eden", zahir ise "baþka bir karineye ihtiyaç duyulmaksýzýn bizzat kendi ibaresi ile maksada delalet etmekle beraber mefhumu esas maksat olmayan kelimeye denir. Mücmel, muevvel, müþkül ise müteþabih kýsmýna dahildir. Zira mücmel; tafsil edilmeye, açýklanmaya muhtaçtýr. Muevvel; ancak tevil edildikten sonra delalet ettiði mana bilinen kelimedir. Müþkül ise ; müphemlik ihtiva edip delaleti gizli olan kelimeye denir. 4
Ayetin, "Verrasihun" kelimesinin baþýndaki "vav"in atýf veya istinaf iþlevi bildirmesi çok önemli bir mana farký ortaya çýkarmaktadýr. Atýf içindir diyenler rasih alimlerin de müteþabihlerin yorumunu yapabileceklerini ileri sürerler. Ýstinaf içindir diyenler müteþabihlerin manalarýný yalnýz Allah`in bildiðini, rasih alimlerin ise yorumlamayýp sadece "Allah ne murad etmiþse inandýk" deyip teslimiyet göstermeleri gerektiðini ileri sürerler. Demin zikrettiðimiz ikinci görüþü þöyle ifade etmek daha isabetlidir: Rasih alimler müteþabihleri yorumlar, bununla beraber teslimiyet gösterir ve "Amenna, Rabbimiz ne murad etmiþse inandýk" derler. Ýbnu Abbas (r.a)Ve Mucahid`den bu görüþ nakledilir. 5 Mucahid: "Rasih alimler, tevillerini bilir ve bununla beraber "Amenna derler" der.
Dahhak:"Rasih alimler müteþabihlerin tevillerini bilirler. Þayet bilmeselerdi nasihini ve mensuhunu helal ve haramýný, muhkem ve müteþabihini de bilemezlerdi." Bu fikri benimseyen en önemli isim Ýmam El-Eþari olup ona göre Ali-Ýmran 7. ayetinde vakýf yeri "Verrasihune fi`l Ýlmi" kelimesindedir. Bu görüþü açýklayan Ebu Ýshak es-Þirazi 6 Nebevi þerhi sahihi Müslim de bu manayý tercih edip derki:"En doðru izah budur. Zira Allah'ýn mahlukatýnýn bilemeyecekleri þekilde onlara hitap etmesi akýldan uzak bir iþtir: Bu görüþe katýlan daha bir çok zat vardýr. Selefin ekserisin müteþabihlerin tevillerinin bilinemeyeceði fikrinde olduklarý nakledilir. Onlarýn bundan maksadlarý þu idi: Müteþabihlerin kesin manalarýný bilmek, onlardan murad-ý ilahi budur " demek doðru deðildir. Yoksa onlar alimlerin o ayetleri tevil etmeye teþebbüs etmeleri doðru deðildir, o ayetlerden hiç bir þey anlamamýz mümkün deðildir" demek istememiþlerdir. Zira bu kabil ayetler hakkýnda kendileri tarafýndan yapýlmýþ izahlar nakledilmiþtir. Müteþabihleri bu itibarla, hakiki müteþabih ve izafi müteþabih olmak üzere ikiye ayýrabiliriz. Hakiki müteþabihleri anlamak hayli zor, adeta imkansýzdýr. Bazý surelerin baþýndaki huruf-u mukattarat bu kýsma girer. Buna raðmen müfessirler bunlar hakkýnda bile izah getirmeye çalýþmýþlardýr. 7
Kanaatimize göre Kur'ân-ý Kerimde hakiki müteþabihin tek örneði huruf-u mukattaalardýr. Muasir alimlerden Mahmud Þeltut da bu fikirdedir. 8
Bazý alimler, müteþabihu`s sýfat denilen ve Allahu Teâlanýn bazý þuunatýna dair Kur'ân`da varit olan bazý lafýzlarý da bu kýsýmdan sayarlar. Aslýnda bunlarýn manalarý anlaþýlmakla beraber gerçek mahiyetlerini idrak etmek zordur. Buna mukabil izafi müteþabihler çok fazla olup müfessirler kendi ilimleri nispetinde bu ayetleri farklý þekilde tefsir ederler.
Alimler Allah Teâlanýn bazý þuunatlarý hakkýndaki müteþabihler konusunda þu hususlarda ittifak etmiþlerdir.
1)Ýmkansýz olan zahiri manalarý Þari tarafýndan kastedilmemiþtir. Zira bunlar hem bizzat Þari-i Teâlanýn diðer kelamlarýndan hem de akli delillerden anlaþýlmaktadýr.
2)Müteþabihin makul ve akla yakýn tek anlaþýlma þekli varsa, onu kabul etmek gerekir. Mesela “ Ve Huve Meakum eynema kuntum”ayetinde Allah'ýn zatýyla deðil ilmi, kudreti, iradesi, iþitme ve görmesi ile beraber olduðunun anlaþýlmasý gibi. Alimler bunun dýþýndaki hususlarda ise ihtilaf etmiþlerdir.
a)Selef: Allah'ý, müteþabihlerin imkansýz olan zahiri manalarýndan tenzih ederek, onlarýn gerçek manalarýný Allah`a havale etme yolunu tutmuþlardýr.
b)Halef:Müteþabih lafýzlarý lügatte yeri olan ve Þer`an ve aklen Allah`a layýk bulunan bir manaya hamletmek yolunu tutmuþlardýr. Bunlarýn delili þudur: Ýmkan nispetinde þer`i lafýzlarý i`mal etmek, yani onlara iþlerlik kazandýrmak matluptur. Zira aksi yapýlýp ihmal edilir, yani lafýzlara iþlerlik kazandýrýlmazsa hayrete, þaþýrmaya ve onlarý tamamen anlamsýz býrakmaya yol açar.
Þâri-i Teâlanýn kelamýna sahih bir mana verme imkaný bulunduðu müddetçe, bu gerekli olur.Zira Alimi Hakimden gelen kelamdan faydalanmak gerekir.;Onu manasýz, kýsýr, verimsiz söz söylemekten tenzih etmek gerekir.
c)Orta yolu tutan mezhebi Suyuti, Ýbnu Dakiki`l-Iyd`ten nakleder: Te`vil Arap dilinin mantýðýna yakýn ise inkar edilemez. Uzak olursa tevakkuf eder, Allah Teâlayý tenzih ederek hangi mana kastedilmiþse ona iman ederiz. Bu tevillerden, Araplarýn kelam ve konuþmalarýndan anlaþýlan manalarý olursa, hiç tereddüt ve tevakkuf etmeksizin bunlarý kabul ederiz. Mesela Ayette geçen "Cenbillah" tabirini "Allah hakkýnda,"Onun þanýna layýk olma" diye tevil etmek gibi. 9
Müteþabih ayetlerin Kur'ân`da bulunmasýnýn hikmetleri 10
Kur’ân ilimlerine dair kitap yazan alimlerimiz, þu hikmetleri zikrederler:
1)Ýrþad halkasýný çok geniþ tutmak.
Fahreddin Razi þöyle der:"Kur'ân hem havassý hem avamý dine davet eder. Geniþ kitlenin mizacý mücerred hakikatleri idrak etmeye yatkýn deðildir. Onlar daha iþin baþýnda cisim olmayan bir mekanda bulunmayan hatta kendisine iþaret bile edilemeyen bir varlýða inanmaya davet edilecek olurlarsa bunu kabule yanaþmazlar, kendilerinden "yok" olan bir þeye inanmalarý istendiðini düþünürler. Ve inkara düþerler. Dolayýsýyla onlara en munasip olan üslup, kendilerinin düþünce yapýlarýna uygun bazý lafýzlarý kullanmak fakat bunlarýn aralarýna açýk gerçeði ihtiva eden ifadeleri de yerleþtirmektir. Ýþte birinci kýsým müteþabih, ikinci yani açýk gerçeði bildiren ifadeler ise muhkem kýsýmdýr.".Bu hikmet, bilhassa ilahi sýfat ve þuunat hakkýnda aþikardýr.
2)Allah`in lütfedip zayýf insanlara tahammül edebilecekleri þekilde tecelli etme iradesi.
Zira Allah Teala gerçek sýfatlarýyla tecelli etseydi insan helak olurdu. Hazreti Musa Aleyhisselam gibi peygamberlerin en büyüklerinden biri bile Allah`in bir tecellisine tahammül edemeyip düþüp bayýlmýþ, bu tecelli daðý paramparça etmiþti. 11
3)Aklýn önemine dikkat çekme .
Kur'ânin hem muhkem hem müteþabih ayetleri ihtiva etmesi sebebiyle okuyucu, akli delillere baþvurma ihtiyacý hisseder. Böylece taklit karanlýðýndan kurtulur. Bu, aklýn mevkiini yüceltme ve önemine dikkat çekmedir. Kur'ânýn hepsi muhkem olsaydý insan akli delillere ihtiyaç duymaz dolayýsýyla akýl mühmel kalýrdý. 12
4)Aklý ve anlayýþý mahdut olan insana mutlak hakikatleri anlatma ihtiyacý.
Allah müteþabih ayetleri bizi hidayet ve irþat etmek için vesile kýlmýþtýr. Müteþabih lafýz, hakikate tam tamýna mutabýk olmasa da, çeþitli vecihlerden bir vecihi ile ona tetabuk eder, yani benzer. Mesela bir topluluða hiç görmedikleri bir þeyi anlatýrken onlara o þey gerçek sekliyle deðil, bildikleri bir þeye benzetilerek anlatýlýr. Ýnsanýn, müteþabih lafýzlardan gerçeði bütün yönleriyle anlamasý pek zordur. Mü`min alim, müteþabih ayetlerin Allah katýndan geldiklerini ve bildirdikleri hakikate tam manasýyla delalet ettiklerini bilir. Allah tarafýndan gelen gerçek olduklarýna iman eder, Ve lafýzlarý zorlamaksýzýn, kendisi için bir fikir ve bilgi edinir. 13
Ýlmi araþtýrmayý tesvik.
Alimler Kur'ân'ýn saklý taraflarýný, gizli güzelliklerini araþtýrýp öðrenmeye böylece teþvik edilmiþlerdir. Bu sayede alimlerin maharetleri ortaya çýkar, fikirler dondurulmaktan kurtarýlýr, fazilet dereceleri tezahür eder. Kur'ân'ýn hepsi muhkem olsaydý alimler ve sýradan insanlarýn farklarý kalmazdý.
6)Kullarý ilahi ilim karþýsýnda hadlerini bilmeye yöneltme.
Allah Teâla insanlarý tevazua yöneltmek, kendi mutlak ilmi karþýsýnda acizlerini ve kulluklarýný hatýrlatmak, onlarý imtihan edip denemek, teslimiyet göstermeye yöneltmek istemektedir. Allah`in ilminde ve kitabýnda olan her þeyi alimlerin bilmeleri gerekmez. Ýlim ehlinin, tek tek bilemedikleri nice þeyler bulunur. Muhammed Abduh bu konuda þöyle der:"Allah müteþabihleri, kendisini tasdik konusunda kalplerimizi imtihan etmek için indirmiþtir. Kitapta varid olan her þey zeki olsun, aptal olsun hiç kimsenin tereddüt etmeyeceði tarzda vazýh ve anlaþýlýr olsaydý, onlara iman etmede Allah`ýn emrine itaat ve resullerine teslimiyet gösterme manasý kalmazdý." 14 Kendi bildikleri dil ile inmesine raðmen alimlerin bu acizleri, Kur'ânýn Allah katýndan indiðinin bir delili olur.
Bu hikmetlerin çoðunu Fahreddin Razi`den nakleden Zerkani sonunda der ki:"Bu hikmetlerin bir kýsmý, müteþabihlerin muayyen bir kýsmýnda tahakkuk eder. Fakat yekunu, ancak yekunde tahakkuk eder. Bu da,verilen bu izahatýn geçerliliði için yeterlidir." 15
Risale-i Nur Külliyatý'nda Müteþâbihlere Bakýþ
Bediuzzaman (r.a.)'in Kur'ân ilimleri arasýnda en fazla önem verdiði hususlarda birinin müteþâbihât olduðu söylenebilir. Onun izah etmeðe çalýþtýðý müteþâbihler, izafi müteþâbihler dediðimiz kýsýmdandýr. O izafi vasfýný kullanmasa da, yaptýðý açýklamalardan bu durum kesinlikle ortaya çýkmaktadýr. Zira Kur’ân’ýn bütün nesillere ve çok farklý seviyelere hitap edip müfessirlerin ilmi kapasitelerine göre ayetlerin külli mânâlarýnýn cüz'iyâtlarýný anlayabileceklerini, bütün o mânâlarýn umumen murad ve maksud olup ayetin hakiki veya mecazi mânâlarý olduðunu bildirir. 16 Bu tesbitimizin delili olarak þimdilik bu kadarla yetiniyoruz. Ýlerki sayfalarda yapýlacak nakillerde bunun baþka delilleri de görülecektir.
Bediüzzaman müteþâbihleri açýklamaya önem vermesi muhtemelen þunlardan ileri gelmiþtir: a) Müteþâbihler, düþmanlar bir tarafa dostlarýn çoðu tarafýndan bile layýkýyla anlaþýlamamaktadýr. b) Kur’ân’ý Kerimin icazýný ispata vesile olan bir çok ayet, müteþâbihler arasýnda yer almaktadýr. c) Müteþâbih ayetler Kur’ân’ýn hitap dairesini geniþleterek ona, kýyamete kadar gelecek bütün nesillere ve çok çeþitli seviyelerde özellikle hitap etme imkaný vermektedir.
Bu önemli meselelerin Üstada Nursî'nin bilgi alanýný oluþturacaðýný beklemek çok normaldýr. Zira o Kur'ân hakkýndaki þüpheleri daðýtmaya, onun her nesilin mürþidi olmasýna, insanlarýn fikirleri üzerinde mutlak hakimiyet kurmasýna ihtimam göstermektedir. Onun müteþâbihleri ele almasý çeþitli þekillerde tezahür etmektedir.
1) Müteþâbihin tarifine yaptýðý katký.
O þöyle der: "Müteþâbihât denilen Kur'ân-i Kerim'in uslûplarý, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için âvâm-ý nasýn gözüne bir dürbün veya numaralý birer gözlüktür." 17 "Müteþâbihât dahi ince ve müþkil istiarelerin bir kýsmýdýr. Zira müteþâbihât, ince hakikatlere sûretlerdir."(ayný yer). Bu katký son derece önemlidir. Zira meþhur tariflerde müteþâbihlerin bu iþlevlerini görmek kolay deðildir. Oysa müteþâbihin dürbün veya numaralý gözlüðe benzetilmesi çok geniþ bir muhatap kitlesine gerçeði kolaylýkla anlatmaktadýr. Geniþ kitle böylece anlar ki, müteþâbihler ilk nazarda zor anlaþýlýr veya kesin mânâlarý tercih etmek zorlaþýr. Onlar týpký numaralý gözlüðe benzer. Gözü saðlam olanlar onda tuhaflýk bulurlar, fakat böyle özel bir durumu olanlar gerçeði ancak böyle bir alet vasýtasýyla görüp ancak onunla hakikatten istifade edebilirler. Gözlüðe muhtaç olanlar da hayatta karþýlaþtýðýmýz üzere oldukça fazla olup istisna durumunda deðildirler. Bu yönden de gözlük misali pek uygun düþmüþtür. Müteþâbihlerin istiarelerin bir kýsmýný teþkil etmesi belaðat ilminin bir unsuruna yer vererek tarife katkýda bulunmakdadýr. Müphem gibi görünen müteþâbihlerin, aslýnda pek derin belaðat yönü bulunduðunu, ayný zamanda onlarýn ince hakikatlerin suretleri olduðunu, o þeffaf perde arkasýnda gerçekleri ortaya koymaktadýr.
2) Müteþâbihlerin kapsamýný geniþletmesi.
Bediüzzaman'ýn anlayýþýna göre müteþâbihler, Kur'ân-ý Kerimde bir çoklarýnýn zannettiklerinden daha fazla bir yekun tutmaktadýr. Zira Kur’ân’ýn hitap sahasý çok geniþtir. O kýyamete kadar gelecek bütün insanlýðý irþad için gelmiþtir. Ona göre Kur'ân'ýn âyetlerinin sarih mânâlarýnýn altýnda müteaddid mânâ tabakalarý vardýr. Ýþarý ve remzi mânâlar da bu tabakalardandýr. Ýþarý mânâ da bir külli olup onun da her asýrda cüz'iyâtý ve ferdleri vardýr. Bu cüz'iyât bu mâsadaklar Kur'ân'ýn mevkiine zarar vermek þöyle dursun bilakis onun icaz ve belâgatýna hizmet ederler. 18
Bir baþka yerde de þöyle yazar: "Kur'ân-ý Hâkim'in cümleleri birer mânâya munhasýr deðil; belki nevi beþerin umum tabakalarýna hitap olduðu için her tabakaya karþý birer mânâyý tazammun eden bir külli hükmündedir. Beyan olunan mânâlar o külli kaidenin cüz'iyâtlarý hükmündedirler. Her bir müfessir, her bir ârif, o külliden bir cüz'ü zikrediyor. Ya keþfine ya deliline veyahut meþrebine istinad edip bir mânâyý tercih ediyor. Mesela ehli velayetin ehemmiyetli virdlerinde zikir ve tekrar ettikleri: Merecal Bahreyni. 19 “Allah iki denizi salýverdi ki o denizler birbirleriyle karþýlaþýrlar. Aralarýnda ise bir engel vardýr. Birbirine karýþmazlar.” Cümlesinde daireyi vucub ile daireyi imkândaki bahri rubûbiyet ve bahri ubûdiyetten tut, ta dünya ve âhiret bahirlarýna ta âlem-i gayb ve âlem-i þehâdet bahirlarýna ta þark ve garb, þimal ve cenûbtaki bahri muhitlerine, ta bahri rum ve fars bahrine, ta akdeniz ve karadeniz ve boðazýna “-ki mercan denilen balýk ondan çýkýyor-“ Ta akdeniz ve bahri ahmere ve Suveyþ kanalýna, ta tatlý ve tuzlu sular denizlerine, ta toprak tabakasý altýndaki tatlý ve müteferrik su denizleriyle üstündeki tuzlu ve muttasýl denizle, ta Nil ve Dicle ve Fýrat gibi büyük ýrmaklar denilen küçük tatlý denizlerle onlarýn karýþtýðý tuzlu büyük denizlerine kadar mânâsýndaki cüz'iyâtlarý var. Bunlar umumen murad ve maksat olabilir. Ve onun hakiki ve mecâzi mânâlarýdýr. 20 Bu demek deðildir ki Kur'anýn mânâlarý mübhemdir ve onlarý isteyen istediði tarafa çekebilir. Bilakis maksad þudur: Kur’ân’ýn âyetlerinin içiçe girmiþ daireler halinde geniþleyen mânâlarý vardýr. Bunlar birbirini kesen deðil, merkezleri ayný olan dairelerdir. Týpký durgun bir havuza atýlan taþýn etrafýnda gitgide geniþleyen halkalarýn oluþmasý gibi. Asýl merkezi mânâ sarih mânâ olup diðerleri geniþleyen maksadlar durumundadýr. Yahut onlar aðacýn geniþleyen halkalarý gibidirler. Aðaç ne kadar geniþ gövdeli olursa o kadar kýymetli olur. Bir aðaca dýþarýdan baktýðýmýzda onun gövdesini ve dallarýný görürüz. Oysa derinde onun kalýn kökleri, daha ötede binlerce kýlcallarý vardýr. Kur'ân âyetlerinin de sathi, derinliði, kökleri ve kýlcallarý vardýr.
Âyetin uslûbu bütün bunlara þamildir. Ondandýr ki, insanlar ilmi seviyelerine göre bu âyetleri az çok farklý þekillerde anlarlar. 21 Tahir Ýbnu Asur bu hususa etraflý bir þekilde ele alýrken ibnu rüþdün 22 Faslu'l-Makal adlý eserinde þu sözünü nakleder: "Müslümanlar ittifak etmiþlerdir ki dinde olan bütün lafýzlarýn zahiri mânâlarýna hamledilmeleri gerekmediði gibi, bütün lafýzlarýn tevil ile zâhirlerinden uzaklaþtýrýlmalarý da doðru olamaz."
Daha sonra Kutbuddin Þirazi, Gazali, Razi, Ebu Bekr Ýbnu'l-Arabi gibi zatlarýn tutumlarýný numune olarak zikredip þu neticeye varýr: "Mahluklarýn noksanlarýndan münezzeh olan Yüce Allah'ýn kelamýnýn mânâlarý, hakikate tam tetabuk eder. Binaenaleyh hangi ilim dalý olursa olsun, gerçek olup âyetle de münasebeti kurabiliyorsa insanlarýn anlayýþlarýnýn ulaþtýðý veya ileride ulaþacaðý nisbette o ilmi gerçeðin âyetten murat edildiði kesindir.
Arapçada mümkün olan mânânýn dýþýna çýkmamak, delile dayanmadýkça zahiri mânâdan uzaklaþmamak, asýl mânânýn dýþýna çýkýp aþikar bir zorlama yapmamak þartýyla irtibat kurulan mânâ muteberdir. 23
Rasih Alimlerin konumlarý Bediüzzaman, müteþâbihlerin mânâlarýný anlama konusunda rasih alimlere mühim bir görev düþtüðü kanaatindedir. Hz. Musa aleyhisselamýn Azrail (a.s.)'ýn gözüne tokat vurduðuna dair hadisi þerife 24 dair izah getirirken þöyle der: "Fakat hadisin Kur'ân gibi müteþâbihâtý var, ancak havas onlarýn mânâlarýný bulabilir." 25 Bir baþka vesileyle, Kur'ândaki müteþâbihlerin muhkemat gibi tefsir edilemiyeceðini, onlardaki derin mânâlarý herkesin anlayamayacaðýný, tefsir yerine tevil edileceklerini "Ve ma ya'lmu te'vilehu.... Fi'l Ýlm" 26 sýrrýyla Rabbimiz tarafýndan gönderilmiþtir. deyip teslimiyet izhar edeceklerini söyler. 27
Yalnýz Kur’ân’ýn naslarýnýn ve muhkem âyetlerinin esas oldðunu ve bilhassa Selefi salihinin bildirdikleri zahiri Kur'ân hakikatlerinin esas olduðunu vurgular. Yapacaðýmýz þu iktibas ilk kýsmýnda, onun râsih âlimlerin tutumunu, son kýsmýnda ise fitne peþinde olan ve müteþâbihleri esas maksatlarýndan baþka tarafa çekmek isteyenlerin tutumunu nasýl deðerlendirdiðini gösterir.: "Nasýl ki Kur'ân-ý Hakim'in müteþâbihâtý var tevile muhtaçtýr veya mutlak teslim ister" 28 demek sûretiyle müteþâbihleri iki kýsma ayýrýr. Bir kýsmý râsih âlimlerce tevil edilmelidir. Bir kýsmý ise hurufu mukattaâlar gibi mutlak teslim ister.
Müteþâbihlerin belâgata aykýrý olmayýp, onun gereði olduðunu bildirmesi
Bazý kimseler müteþâbih ifadeler kullanmayý belâgata aykýrý zannedip bunun, belâgatýn en ileri derecesinde olan Kur'ân hakkýnda bir nakýsa teþkil edeceðini iddia ederler. Onlara kalsa gerçeði söylemenin tek yolu, tek uslûbu olmalýdýr. Onlara kalsa hakikat tekdüze, yeknesaktýr. Halbuki; makamýn, muhataplarýn, maksadýn farklýlýðý gibi durumlar farklý uslûblarý, deðiþik anlatým tarzlarý gerektirirler. Esasen belâgat, halin muktezâsýna uygun davranmaktýr. Bir çocukla konuþan bir âlim, maksadýný ona anlatabilmek için kendisini çocuklaþtýrmaya çalýþmasý gerekir. Ve bu son derece yerinde bir hareket sayýlýr. Hatta aksi, tuhaf karþýlanýr. Kur'ân-ý Kerim bir kýsým ince hakikatlarý anlatýrken, insanlarýn zihinlerini o gerçeklerden ürkütmemek için onlarýn anlayýþlarýna göre, hitaplarýnda ilâhî tenezzülde bulunup özellikle geniþ kitlenin fikri seviyelerine göre ifadeler kullanýr. Meselâ Cenab-ý Allah'ýn kâinatý yönetmesini kudretli bir sultanýn, tahtýnda kurulup icraatta bulunmasýna benzer tarzda anlatýr. Bu müteþabihlerden, Allah'ýn insanlara benzetme mânâsý kastedilmediði aþikârdýr. Zira birçok muhkem ayet bu gerçeði açýkça bildirmektedir. Gerçek þudur ki, Kur'ân bu müteþabih üsluplarý insanlara derin incelikleri göstermek ve zahirden hakikatler geçirmek için birer dürbün veya numaralý gözlük olarak vermektedir. 29 Bu sýrdandýr ki beliðler ince hakikatleri tasavvur ve daðýnýk manalarý tasvir ve ifade için istiare ve teþbihlere müracaat ederler. Müteþâbihler ince hakikatlerin suretleridir. Ýnce ve müþkül istiarelerin bir kýsmýdýr. (Aynýdýr) Teþbih ve istiareleri ediplerin bir lüksü saymak büyük bir hatadýr. Sýradan bir insanýn, ilim ve edebiyatla en az ilgili sayýlan tahsilsiz bir köylünün bile bir günde kullandýðý ifadelerin içinde en az elli istiare ve teþbih bulunduðu bir realitedir. Cesaretlendirmek istediði kimseye "kuyruk salladýðýný" söylerken, hoþlanmadýðý bazý sözleri söyleyen birini tavsif ettiðinde "gelip içindekini kustu" derken soyu sopu devam eden kimse hakkýnda "ocaðý tütüyor" derken, aðýr bir hastalýða giriftar olan birinden bahsederken "ölümle pençeleþiyor" derken ve daha benzeri birçok günlük ifadeleri kullanýrken bilerek veya bilmeyerek nice teþbih mecaz ve istiareler kullanmaktadýr. Ve çok bellidir ki o bu ifadelerden, kelimelerin hakiki (lafzý) anlamlarýný kastetmemektedir. Ýþte bu yapýdan olan muhataplara, böylesi üsluplar kullanarak hitap etmek belagatýn ta kendisi sayýlmak gerekir. Bediüzzaman'ýn yukarýda yaptýðýmýz iktibaslardan bunu kastettiði anlaþýlmaktadýr.
Þüphe sebebi sayýlan müteþabihlerin Kur'ân'ýn icazýný isbat vesilesi haline getirmesi.
Merhum Bediüzzaman'ýn tenkit sebebi sayýlan müteþabihlerin, bilakis Kur’ân’ýn Ý'cazýnýn delillerinden olduklarýný pek güzel açýklamaktadýr. Müteþabih ifadelerin bulunmasýný ilk anda eksiklik sayanlara karþý þöyle der:
1) Kur'ân-ý Kerim umumi bir muallim ve mürþittir. Ders halkasýnda oturanlarý, bütün bir insanlýktýr. Ýnsanlarýn ekseri âvâmdýr. Mürþidin nazarýnda azýnlýk çoðunluða tabidir. Zira âvâma (geniþ kitleye) yöneltilen hitabý havas da pek ala anlayýp yararlanýr. Fakat durum tersine olursa avam havassa ait ifadelerden istifade edemez. Halk, alýþkýn olduklarý hayal ve ifadenin dýþýna çýkarak mücerret gerçekleri ve sýrf akli kategorileri temaþa edemezler. Ancak kendi hayallerindeki imajlarý dürbün tarzýna kullanarak onlarýn ötesindeki soyut gerçekleri temaþa edebilirler.(Fakat nazarlarý, hayallerin sûretlerini hasretmek, Cenab-ý Allah hakkýnda cismiyet ve cihetiyet gibi imkansýz þeyleri düþündürebileceði içindir ki Allah Teâlâ, müteþâbihleri doðru anlama gerektiðini önemle vurgulamaktadýr.)
2) a- "Kur'ânda müþkülat vardýr" þeklindeki þüpheye ise þöyle cevap verir: "Ýþkal, yani, müþkillik dedikleri þey ya uslûbun pek yüksek ve muhtasar olmasýyla mânânýn çok derin ve ince olmasýndan ileri gelir. Kur’ân’ýn müþkillatý bu kabildendir. Veya ibareye karýþýk ve düðümlü noktalarýn bulunmasýndan neþet eder ki Kur'ân-ý Kerim böylesi müþkilattan münezzehtir.
b-) Ýleri sürülen þüphelerden biri de þudur: "Kur'ân kainatýn maddî yapýsýna, yaratýlýþa dair meseleleri müphem geçmiþtir". Buna karþý þu cevabý verir: Oluþumu bir aðacý andýran bu kainatta mükemmele doðru bir meyil vardýr. Yaný týpký bir aðaçta olduðu gibi kainatýn bütün cüzleri ve zerreleri kemale doðru yürümektedir. Bu aðacýn bir parçasý olan insanda da terakki meyli dallanmýþtýr. Bu meyil çekirdek gibidir ki neþvünemasý bir çok muamele ve tecrübeler vasýtasýyla olur, çok fikirlerin mahsullü olan neticelerin birbirine eklenmesiyle geliþir. Böyle bir geniþleme çeþitli bilim dallarýný doðurur. Bu bilim dallarý da basamak basamak geliþir. Bir önceki olmadan bir sonrakine çýkýlamaz. Önceki, sonrakine bir mukaddime ve ulûmu mütearife hükmünde olmasý þarttýr. Bu gerçeðe binaen ancak 20. Asýrda geliþmiþ bir bilim dalýný bundan 10 asýr önce yaþamýþ insanlara ders vermeye çalýþmak onlarýn akýllarýný þaþýrtmaktan, onlarý gerçeklerden uzaklaþtýrmaktan baþka bir sonuç doðurmazdý. Mesela Kur’ân onlara: “Ey insanlar! Güneþin merkezde durup yer küresinin hem kendisinin, hem de onun etrafýnda dönmesine veya bir damla su içinde binlerce canlýnýn, mikroorganizmanýn bulunmasýna dikkat edin de Allah’ýn azametini anlayýn” deseydi, 10 yüz yýl boyunca yaþamýþ bütün insanlarý dini yalan saymaya sürüklemiþ olurdu.
“Kur’anda aklî delillere ve fen bilimlerinin keþiflerine aykýrý bazý ayetler vardýr?” þeklindeki þüpheye karþý ise þöyle der: Kur’ânî Kerim’de takip edilen asli maksat dörttür. Kâinatýn mahiyetini anlatmak Kur’an’ýn esas maksatlarýndan biri deðildir.
Asýl maksat yaratýcýyý tanýtmaktýr. Bunu yaparken de önemli olan, bulunduklarý ilmî seviyeye göre insanlarýn kâinattaki nizam gerçeðine muttali olup, nizamdan nizamý kuran yaratýcýya ulaþarak, gaye olan tevhide varmalarýdýr. Bu nizam fikrine götüren vesilelerin þu veya bu þekilde olmasý Kur’anýn irþad gayesi bakýmýndan pek önemli deðildir. 30 Yaratýcýnýn sanatýný, kastýný, iradesini, nizamýný kâinatýn her zerresinde bulmak mümkündür, böylece matlup olan nizam fikrine ulaþmak çeþitli yollarla olur. Bunun oluþmasý nasýl olursa olsun, bizim matlubumuzla doðrudan doðruya bir iliþkisi yoktur. Mühim olan “Kale”de elifin, hýffet saðlamasýdýr. Elifin aslý ister vav olsun, ister ya olsun, ne olursa olsun bize tealük etmez. 31
Öyleyse mademki Kur’ân’nýn kainattan bahsetmesi delil getirmek içindir, delilin ise müddeadan önce bilinmesi gereklidir. Kur’âný istidlal makamýnda: “Ey insanlar! Güneþin zahiri hareketiyle hakiki sükununa ve yer küresinin zahirî sükunuyla gerçekte hareketine ve yýldýzlar genel çekim kuvvetinin ve elektriðin harikalarýna ve dünyadaki yetmiþ element arasýnda hasýl olan bileþimlere ve bir avuç su içinde binlerce mikroorganizmanýn bulunmasýna dikkat ediniz ki, bu gibi harika þeylerden Cenab-ý Hakkýn her þeye kadir olduðunu anlayasýnýz” deseydi delil müddeadan binlerce defa daha gizli olur onu anlamak daha müþkül olurdu.
4- Bundan sonra müteþabih ifadelerle ilgili þu þüpheye de cevap verir. O þüphe þudur: “Kur’ân’ýn bu kabil ifadeleri kullanmasýndaki hikmeti anladýn. Fakat insanlarý tevhide irþad gayesi güderken kâinattaki gerçeklere de iþaret etmesi gerekmez miydi?: Kur’ân ehl-i tahkiki hakikate ulaþtýrmak için, karine ve emareler koymuþtur. 32
Hakikatlere îmada bulunmaktan da hali kalmamýþtýr. 33 Meselâ dünyanýn donduðunu açýkça bildirmemekle beraber 34 ve daha baþka âyetlerde küre þeklinde olup döndüðüne dair iþaretler yerleþtirmiþtir. Fakat Kurân-ý Kerim irþadýný noksan býrakmamýþtýr. Bu zamanýn fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emareler vaz ederek hakikatlere iþaretlerde bulunmuþtur.
Müteþabihlerin Hikmetlerine Temas Etmesi
Bediüzzaman müteþabihlerin hikmetlerine muayyen bir baþlýk altýnda olmasa da çeþitli vesilelerle temas etmiþtir. Bunlardan çoðu daha önceki alimlerin iþaret ettikleri hikmetlerle takriben ayný olmakla birlikte sonda yazacaðýmýz bir iki hikmete özel olarak kendisi iþaret etmiþtir.
1) Ýrþâd ve Hidayet
“Ýrþâdýn tam ve nafi olmasýnýn birinci þartý, cemaatin istidadýna göre olmasý lazýmdýr. Cemaât avamdýr. Avam ise hakikatý çýplak göremez; ancak kendilerince malum ve me’luf üslûp ve elbise altýnda görebilirler. Bunun içindir ki, Kur’an-ý Kerim yüksek hakaiki, muteþabihat denilen teþbihler, misaller, istiarelerle tasvir edip cumhura yani avam-ý nasýn fehimlerine yakýnlaþtýrmýþtýr.”
2) Az lafýzla çok manalarý ihtiva etme
Kur’ân’ýn icazýný isbat eden mufassal 25. Sözün ikinci sual bölümü içinde yer alan beþ lemadan, Kur’ân’ýn lafzýnda, manasýnda, mebhaslarýnda, ilminde ve üsluplarýnda muazzam camiiyetini anlatmasý bu hikmeti güzelce ýspatlar.
3) Bütün seviyelere, kýyamete kadar gelecek bütün nesillere hitap etmesi
“Kur’ân-ý Hakimin cümleleri birer manaya muhasýr deðil. Belki nev’i beþerin umum tabaklarýna hitap olduðu için her tabakaya karþý birer manayý tazammun eden bir külli hükmündedir.”
4) Belagat ve icaz gayesine hizmet
“(...) Kur’ân-ý Kerimin o gibi meselelerde ihtiyar ettiði ibham ve itlak yolu, ayn-ý belagat olduðu gibi, yüksek icazýný ispata aþikar bir delil olduðunu, gözün kör deðilse görekceksin.”
5) Alimleri tevazuya sevketme ve onlara aczlerini anlatma
“Nasýl ki Kur’ân-ý Hakimin müteþabihatý var veya mutlak teslim istiyor.” Bu gibi yerlerde bir kýsým müteþabihlerin kesin manasýný bilmekte alimlerin aciz kalmalarýndan ötürü teslimiyet göstermeleri gerektiðini bildirmektedir.
6) Zahiri duyularýn idraklerini gözetme
“Çünkü gözleriyle gördükleri þeyleri onlarca bedahet derecesine girmekle onun hilafý onlarca muhaldýr. Öyleyse onlarýn hissiyatýna hürmeten güneþ ve dünyanýn gerçek durumunu bilen insanlar, bütün ülkelerde hala “güneþ doðuyor, güneþ batýyor” demeye devam etmektedir. Zira insan, zahiri dünyalarýn idraklerinin mahkümüdür. Bu meselelerde belagatýn iktizasý ibham ve ýtlaktýr ki onlara bir þaþýrtma olmasýn.”
7) Mananýn çok ince ve derin olmasýndan ötürü zeki insanlarýn araþtýrma þevklerini artýrma
“Anlaþýlmasý zor bir kelamýn müþküllüðü ya lafýz ve üslûbun periþanlýðýndan neþet eder ki bu kýsým, beyaný vazih olan Kur’âna yanaþamamýþtýr. Veyahut mananýn dakik, derin veyahut kýymettar veyahut sýradýþý ve nadir olmasýndan güya fikre karþý nazlanmak ve þevki artýrmak için kendini göstermemek, kýymet ve ehemmiyet verdirmek ister. Müþkilat-ý Kur’âniye bu kýsmýndadýr.”
8) Kur’ân’ýn tazeliðini, turfandalýðýný korumasýna katkýda bulunmasý
Kur’ân-î Kerim tazeliðini, büyük ölçüde müteþabih ayetler vasýtasýyla korumaktadýr. Herþey çok yalýn, tek manaya gelebilecek þekilde söylenseydi, diðer kitaplar gibi Kur’ân da zamana karþý mukavemet edemeyip, aþýnabilir, bazý insanlar nezdinde “modasý geçmiþ” sayýlabilirdi. “Binaenaleyh þu kadar uzun asýrlar boyunca gençliðini, güzelliðini, tatlýlýðýný, yeniliðini muhafaza eden Kur’ân elbette harikadýr.”
9) Müteþabihlerin tercümesinin imkansýzlýðý, insanlarý acze düþürerek Kur’ân’ýn hakiki tercümesinin mümkün olmadýðýný ýspatlamasý
Kur’ân’ý Kerimde müteþabih ifadeler taþýyan öyle yüzlerce ayet vardýr ki, bularýn tercüme edilmesi son derece güç hatta bazen imkansýzdýr. Zira tercüme edilmeleri halinde mutlaka aslý manalarýn önemli bir kýsmýný kaybederler. Bunlara sadece bir kaç misal verelim 35
“Kur’ân-î Hakimin hakiki tercümesi kabil olmadýðýný 25. söz ýspat etmiþtir. Hem manevî icâzýndaki ulviyeti üslûp ise tercümeye gelmez. Manevî icâzýnda olan ulviyeti üslûp cihetinden gelen zevk ve hakikatý beyan ve ifham etmek pek müþkil.” diyerek bu üslûbun tercümesinin mümkün olmadýðýný açýklar. “Zira elfaz-ý Kur’âniye öyle bir tarzda vazedilmiþtir ki her bir kelamýn, her bir kelimenin, her bir harfin ve hatta bazen bir sûkununun çok vucuhu bulunuyor. Her bir muhatabýna ayrý bir kapýdan hissesini verir.” dedikten sonra “Vel cibale evtada 36 gibi müteþabih ayetleri misal verip onlarýn ifade ve ihtiva ettikleri farklý irþadlarý ayrýntýlý olarak açýklar. Sonra muhatabýn bu konuda yönelteceði önemli bir soruya cevap verir.” Eðer desen: “Geçmiþ misallerde ki bütün manalarý nasýl bileceðiz ki Kur’ân onlarý irade tefmiþ ve iþaret ediyor.
Elcevap: “Madem Kur’ân bir hutbeye-i ezeliyedir, hem mutelif tabaka olarak asýrlar üzerinde ve arkasýnda oturup dizilmiþ bütün beni ademe hitap ediyor ve ders veriyor. Elbette o muhataplara göre muteaddid manalarý dercedip ifade edecektir. Evet Ýþâretû’l Ýcaz’da þuradaki manalar misilli, kelimat-ý Kur’âniyenin muhtelif manalarýný ilmi sarf ve nahiv kaideleriyle ve ilmi beyan ve fenni Meaninin düsturlarýyla, fenni belagatýn kanunlarýyla ýspat edilmiþtir. Bununla beraber Ulumu arabiyece sahih ve usuli’d-din ve ehli usuli fýkhýn icmaiyla ve ihtilaflarýnýn þehadetiyle Kur’ân’ýn manalarýndandýrlar. Kur’ân o manalara derecelerine göre birer emare vazetmiþtir. Ya lafziyedir, ya maneviyedir. O maneviye ise, ya siyak veya sibak-î kelâmdan veya baþka ayetten birer emare, o manaya iþaret eder. Bir kýsmý yirmi ve otuz ve kýrk ve altmýþ hatta seksen cilt olarak muhakkikler tarafýndan yazýlan yüzbinler tefsirler, Kur’ân’ýn camiiyet ve harikiyet-i lafziyesine kat’i bir burhan-ý bahirdir.”
Kur’ân hidayet için geldiðini, ihtiva ettiði herþeyin kesin ayan beyan tekdüze ve tek üslûpla olmasý gerekip, müteþabih ihtiva etmemesi gerektiðini ileri sürmek, ilk anda geçerli görünebilir. Fakat yapýlan bu gibi izahlarla müteþabihlerin insan için vazgeçilmez bir gerçek olduðu ortaya çýkar.
Kur’ân-i Kerim’de Rahman’ýn, insana Kur’ân’ý öðretmek için beyan kabiliyetini verip sýfatlarý ezeli ve mutlak olan Allah Teala’nýn mahluk ve mahdut olan insaný muhatap edindiði bildirilir. Þu halde ilahi hakikatleri insana anlatmak için gelen Kur’ân’ýn müteþabihler ihtiva etmesi vazgeçilmez bir gerçek olarak karþýmýza çýkmaktadýr. Bediüzzaman Said Nursî, kendi eserlerinden yaptýðýmýz iktibaslarla bu gerçeði pek güzel ve ayrýntýlý þekilde açýklamýþ bulumaktadýr. Bu izahla teþabühün maksadý ihlal etmediðini ýspatlamakla kalmaz, bundan fazla olarak müteþabihin varlýðýnýn þart olduðunu, asýl yok olmasýnýn maksadý ihlal edeceðini ýspatlar.
Müteþabihler hakkýnda Üstad Nursî’nin mütealalarýna güzel bir netice sayabileceðimiz, muasýr bir müfessirin, yani Elmalýlý Muhammed Hamdi Yazýr’ýn þu hükmüyle tebliðimize son vermek istiyoruz.
“Müteþabihler, bazýlarýnýn zannettikleri gibi manasý olmayan külli bir ibham, tam bir belirsizlik demek deðildir”. Böyle bir zan büyük bir hatadýr. Müteþabih, mühmel bir þey, anlamsýz bir söz deðildir. Aksine çok sayýda manalar ihtiva ettiði için asýl maksadý ayýrt ermemiz mümkün olmadýðý için bazýlarýna mübhem gelmektedir. Müteþabih aslýnda, beyan nevilerinin bir çoðunu kendinde toplayan bir ifadedir. Hakiki ve mecazi mana, sarih ve kinaye, temsil ve tahkik, zahir ve hafý gibi neviler bunlar arasýndadýr. “El-Malumu meçhul “ diye nitelendirmiþtik. Bilindiði üzere bazen anlatýmda ibham, belagatýn en deðerli tezahürlerinden sayýlýr. Her kiþi, her söze muhatab olamadýðý gibi beþeriyet de umumiyetle, ilmi-i ilahinin külliyetini anlamaya güç yetiremez.
____________________
1 1941 yýlýnda Diyarbakýr-Ergani’de doðdu. 1959 yýlýnda Diyarbakýr Ziya Gökalp Lisesini bitirdi. 1964 yýlýnda Ankara Üni*versitesi Ýlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1973 yýlýnda ayný fakültede Doktorasýný tamamladý. 1964-1965 yýllarýnda Diya*net Ýþleri Baþkanlýðý’na baðlý müftü yardýmcýlýðý ve müftülük, 1967-1968 yýllarýnda müfettiþlik gö*revlerinde çalýþtý. 1968 yýlýnda Erzurum Atatürk Üniversitesi Ýslâmî Ýlimler Fakültesine doktor asistan oldu. 1987 yýlýnda ayný üniversitede doçentlik ve profesörlüðe yükseldi. 1987’den sonra bir müddet Riyad Ýmam Mu*hammed Üniversitesi Medine Ýslâm Tebliði Fakültesi’nde dersler verdi. 1993’te Sakarya Üniver*sitesi Ýlahiyat Fakültesi Dekanlýðýna getirildi. Halen Malezya Uluslararasý Ýslam Üniversitesinde öðretim üyesi olarak görev yapmaktadýr. Ýslâmî ilimler konularýnda inceleme ve araþtýrma yazýlarý Yeni Devir (1977-82), Sýzýntý (1979-85), Altýnoluk (1987-89), Ýslâm (1982-89), Yeni Ümit (1988-95), Zaman (1987-95) gazete ve dergilerinde aralýklý olarak yer aldý. Telif eserleri dýþýnda, Arapça ve Fransýzcadan çevirileri vardýr.
Eserleri:
Kitab-ý Mukaddes
Kur’ân ve Bilim (M. Bucaille’den, çeviri) 1981
Peygamberimi*zin Kur’ân’ý Tefsiri, 1983
Kur’ân-ý Kerim ve Kur’ân Ýlimlerine Giriþ, 1983
En Mühim Mesaj: Kur’ân (M. Draz’dan, çeviri) 1985
Mevcut Kaynaklara Göre Hýristiyanlýk, 1988
Tefsir-i Kebir (Fahreddin Razi’den, çeviri, bir heyetle birlikte) 1988
2 Zumer, 23 ayetinde de geçmektedir.
3 Ezzerkesi, El-Burhan fi Ulumi`l Kur'ân,1/70.
4 .Suyuti, El-Ýtkan fi Ulumi`l Kur'ân.2/3; Dr.Subhi Salih, Mebahis 282.
5 Zerkeþi, El-Burhan,1/73; Suyuti, El-Ýtkan,2/4.
6 O 476/1088) þöyle der: "Allah Teâlanin Kur'ân'da ilmini yalnýz kendisine mahsus kýldýðý kýsým yoktur. Allah alimleri Kur'âna muttali eylemiþtir. Zira Allah bu cümleyi alimleri övmek üzere beyan buyurmuþtur. Þayet onlar da bilmeselerdi avama dahil olurlardý."(Subhi Salih, Mebahis,282.
7 Bunlar hakkýnda yapýlan çeþitli yorumlar için bakýnýz: Prof. Dr. Ýsmail Cerrahoðlu, Tefsir Usulü,Ank.1976.s:134/138.
8 Mahmut Þeltut, Tefsiru’l Kur’ani’l Kerim, Kahire. 2.baský.1960.S:68-69.
9 Suyuti,El-Ýtkan,2,8;Abdulazim ez_Zerkani, Menahilu`l Ýrfan Fi Ulumi`l Kur'ân,
Kahire.1980,2/286-290).
10 Zumer 56.
11 Araf 143.
12 Zerkani,Menahil.2/284.
13 Abdulmecid Zendani,Tevhidu`l Halik, Cidde. Tarihsiz:413. 5.
14 Tefsiru`l Menar,3/170.
15 Menahil.2/285.
16 Mektubat, 502)
17 Ýþârâtül Ý'caz, s.1230.
18 Sualar, 644.
19 Rahman 19,20.
20 Mektubat 502.
21 Said Ramadan El-Buti, min revai'il Kur'ân.
22 Ölümü: 1198.
23 Tefsiru't Tahriri ve't tenvir, 1/145.
24 Sahih'ul Bahari, Cenaiz, 69 ve Enbiya, 31
25 Mektubat, 513.
26 Ali Ýmran, 7.
27 Þualar, 883.
28 Sözler, 152.
29 Ýþarât-ül Ý'câz, 1230,1232.
30 Suat Yýldýrým, Kur’an-i Kerim ve Fennî Keþifler, s:20-21.
31 Muhakemat, 2034-2036; Ýþaratu’l icaz, 1230-1232.
32 Ýþârât, 1228.
33 Muhakemat, 2033
34 Zümer, 5.
35 Zümer 5-67, Yasýn 36, Enam 125...
36 Nebe 7, Enbiya 30, Yasin 36.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
RÝSALE-Ý NUR'UN DÜNYA GÖRÜÞÜ BATIDA MÜSLÜMAN HAYATI ÝÇÝN BÝR NÛMUNE OLACAK
Prof. Dr. Yvonne Yazbeck Haddad 1
20. asýr boyunca, Ýslâm dünyasý çok dramatik tecrübeler yaþadý. Söz konusu tecrübeler, bazýlarýna göre Batýnýn amansýz saldýrýlarý ve onun 3. dünya ülkelerine, medeni milletler safýna doðru yürümenin ilk adýmý olarak takdim ettiði Üniversel deðerleri'nden dolayý yaþanmýþtýr. Ýslâm dünyasýna karþý baþlatýlan bu kampanyaya, Moðol, Safevi, Osmanlý gibi imparatorluklarýn 19. asrýn sonlarýndaki gözle görülür zayýflýklarý ve Avrupa'nýn, koloniçi milletlerin menfaatine olarak, onlarý üstesinden gelinebilir milli devletlere bölme planýna karþý duramamalarý yol açmýþtýr. Batýlý deðerler, Ýslâmiyete saldýran, onu ortaçað zihniyetinin devamý olarak gören, Müslümanlarýn zayýf durumunun sorumlusu kabul eden, kendilerine önerilen modernizm, sekülarizm, sosyalizm, materyalizm, liberalizm ve bilimsel devrim gibi Batýlý ideolojileri kabul etmedikçe kendilerine gelemeyeceklerine inanan sömürgeciler, Oryantalistler ve Hýristiyan misyonerler tarafýndan yayýldý.
Ýslâmý Müdafaa Etmek
Bu meydan okumalara, birçok Müslüman entellektüel Ýslâm cemiyetinin pek çok esasýna yönelik tehditten toplumu korumak için savunma hatlarý kurma sorumluluðu olarak cevap verdi. Bazýlarý, Batýlýlarý kendi sözleri ile yakalayarak Müslümanlarý, Batý ile eþit olmayý baþarma ümidinden vazgeçirmeye çalýþtý. Diðer bir kýsmý bir yandan Ýslâma bir din, bir medeniyet olarak baðlanýrken, öte yandan ömür boyu kimlik meseleleri, modern dünyaya uygun düþen bir dünya görüþünün rahatlýkla ifade edilmesi teþebbüsünün yaþama þansý ve sýhhatliliði gibi meselelerle uðraþtýlar. Onlar, Ýslâm ümmetini yaþamasý için bir alan oluþturmak ve hýzlý deðiþen politik sosyal ve ekonomik ortamda fert olarak Müslümanýn sýhhat ve selameti için teþebbüste bulundular.
Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatý ve eserleri, sadece Ýslâm dünyasýndaki deðil, artan bir þekilde Batýdaki Müslümanlarýn da dikkatlerini, Ýslâmýn günümüzde tartýþýlan meselelerini anlamada çok önemli bir katký saðladý. Artan sayýda Müslüman nüfus göç yoluyla Avrupa ve Kuzey Amerika'ya yerleþince ayný mücadele ile karþý karþýya geldiler. Onlar, Batý ortamýnda Ýslâmý ekme, besleme ve yaþatma ümidine sýkýca sarýldýlar. Batý gibi cazip bir çevrede doðan ve büyüyen ikinci nesle Ýslâm inancýnýn kabul ettirilmesi ve bunun ebedîleþtirmesi endiþesi, bazýlarýný, Ýslâmýn, Batýdaki hayata uygun yorumlarýný yapmaya sevketti.
Bu makalede, Müslümanlarýn herþeyden mahrum býrakýlarak güçlüklerle boðuþmak zorunda kalarak varlýklarýný sürdürdükleri modern dünyada, bir numune olarak Bediüzzaman Said Nursi ve onun tefekkürü üzerinde durulacaktýr. Eserlerinin ilgi odaðý, amansýz, acýmasýz Batýlýlar ve onlarýn yerli iþbirlikçileri tarafýndan hazýrlanan plan gereði Müslümanlarý Ýslâmdan arýndýrmak; inançlarýný etkisiz hale getirmek, Batýlýlaþma ve aþýrý lâikleþme gayretlerine karþý Ýslâmi direnci pekiþtirmektir.
Onun hayat tecrübesi de fikri mücadelesi eþsiz, benzersiz olmayabilir; ancak hayatýnýn fikri ve ruhî olarak ikinci döneminde oluþan fikirleri, Batý'da yaþayan bir Müslümanýn hayatý için numune oluþturmuþtur
Batýda, Müslümanlar arasýnda popüler olan diðer iki yazar, Mýsýrlý Muhammed Abdul ve Seyyit kutup da benzer tecrübeler yaþamakla birlikte, Müslümanlar için alternatif numuneler sundular. Bu, onlarýn ilgilerinin mücadelesi ile paralel olduðu bir gerçektir. Onlarýn ilgi alanýný en iyi þekilde onlarýn mücadelesi gösterir. Günaha teþvik eden, kendine meftun eden ve vaatlerde bulunan Batý zihniyetinin boþ olduðunun farkýna varma ve talebelerine uygulanan Ýslâmi alternatif yaþama biçiminin dayandýðý vazgeçilmez gerçeðin tutarlýlýðýný göstermek onlarýn mücadelesinin özünü oluþturuyordu. Adý geçen yazarlar, neden söz ettiklerini biliyorlar ve bunlarý bizzat yaþadýlar. Onlar, ecnebi bir çevrede Müslüman olmanýn aðýr bir bedeli olduðunun farkýndaydýlar.
Her ne kadar üçünün de hayata bakýþ açýsýnda ve Ýslâmýn toplumu yeniden þekle sokmasý konusundaki görüþlerinde dramatik dönemler yaþanmýþsa da; üçü de fikirlerinden ve inançlarýndan dolayý, hapsedilme ve sürülme de dahil olmak üzere, ýzdýrap çektiler. Üçü de Batýlý bilgi ve güç tarafýndan teþvik edildiler ve kýsa sürelerle Batýda dolaþtýlar, sömürgeci Batýnýn akýnlarýna karþý silahlý mücadelenin meþruiyetine inandýlar ve Ýslâm toplumunu yeniden þekle sokacak ve ihya edecek bir Ýnkýlaba sempatiyle baktýlar. Üçü de, yeni bir baþlangýç vadeden, ümmetin yararýna olmayan bozuk sistemlerin sökülüp atýlmasý için bir þans, taze baþlangýçlarýn göstergesi olan inkýlap dönemlerinde yaþadýlar.
Bu üç entelektüel, kendi çevrelerinin ve dönemlerine hâkim olan düþüncenin ortaya çýkardýðý insanlardýr. Onlarýn ýzdýrabý ve mücadelesi sadece Batý ile deðil, ayný zamanda akranlarýnýn Ýslâmýn kurtuluþu için önerdikleri elemeci Batýlýlaþma anlayýþý ile idi. Yaþadýklarý benzer tecrübelere raðmen, Ýslâm ümmetini muhafaza etmek için baþvurulacak vasýtalarla ilgili fikirleri birbirinden çok farklýydý. Gayr-ý Müslim bir çevrede Müslümanca bir hayat sürdürebilmesi için farklý alanlara baþvurarak üç ayrý tercih sunduklarý görülüyor.
Hem Abduh hem Nursi, deðiþimin vasýtasý olarak siyasi güç ve ihtilalden kaçýnýrken Kutup, bunun için siyasi kontrolün ele geçirilmesinde ýsrar etti.
Muhammed Abduh, sonuçta hayatýný eðitim vasýtasýyla gerçekleþecek ferdi plandaki, barýþçý bir deðiþime adadý. O, amacýný gerçekleþtirmek için eðitimli, Batýnýn bilim ve teknolojisine, ilmine aþina, Ýslâmý modern dünyayý idare edebilecek þekilde akýlcý, hayati öneme sahip bir þekilde yeniden yorumlayabilecek bir toplum oluþturmanýn yollarýný araþtýrdý.
Öte yandan Seyyid Kutup, kurtuluþun ancak, sosyal problemlerin çözümünde baþka sistemlere ihtiyaç býrakmayan baþka alternatiflere müsamaha etmeyen Ýslâmi bir sistemin yerleþtirilmesi ile gerçekleþebileceðine inanýyordu. Bu sistem, ancak Ýslâmýn doðru yorumundan çýkarýlan, doktrin haline getirilmiþ akideye kiþilerin ittifakla baðlanmasý ve iktidarý Müslümanlardan gasbeden Allah'sýzlardan siyasi gücü almak için arzulu olmasý ile gerçekleþebilir. Ancak o zaman, onlar adaleti ve fazileti yeniden tesis edebilir ve gündemlerindeki dünyayý Ýslâmlaþtýrma projesini tatbik edebilir.
Said Nursi, ferdi Kur'an ve Hadisin emrettiði yere oturtmak istedi. Eðitimin hayati önemine inandýðý için, metodu kiþiyi iman ve teslimiyete dayalý bir hayatýn merkezine yerleþtirmeye dayanýyordu. Bu, Allah'ýn varlýðýný hayatýn her noktasýnda idrak etmeðe dayalý, disiplinli bir Ýslâmi hayatýn telkini anlamýna geliyordu. Kurtuluþ için reçetesi oldukça sade idi, bir devirde bir kiþi. Onun sürgündeki hayatý, çaðýnýn meydan okumalarýna, devletin baskýlarýna, kendisinin bertaraf, inançlarýnýn deðiþtirilmesi gayretlerine karþý direnmenin bir modeli oldu.
Üçü de modern hayat için Ýslâmýn yeniden yorumlanmasý meselesinde yoðunlaþtýlar. Bu süreçte, dünya hayatýnýn itiraz kabul etmez kaynaðý, alternatifi olmayan bütün hakikatlerin hazinesi olduðuna inandýklarý Kur'an üzerinde düþüncelerini yazmanýn bir gereklilik olduðu sonucuna vardýlar.
1. Kur'an üzerindeki düþünceleri, 20. asýrda geliþen bir tefsir tarzý olarak tevafuk etti. Bu, ilk etapta metnin açýklamasý ve Ýslâmýn müdafaasýdýr. Bu yöntem, klasik tefsirler gibi özellikle diðer alimlere hitap etmeðe deðil, okuma yazmasý olan toplumu muhatap almaya, modern hayatta Müslümanlarýn karþý karþýya bulunduklarý sosyal, ekonomik ve kültürel meselelerin de onlara günlük hayat için kýlavuzluk etmeye dayanýr. Bu tefekkür, iþin sarf ve Nahiv cephesini bir yana býrakarak temelde Kur'an'ýn mesajý üzerinde odaklaþýr. Onlar, Kur'an'ýn günümüz meseleleriyle olan münasebetini vurgulayarak, modern bilimin buluþlarýyla modasý geçen meselelerle ilgisinin olmadýðýný ispat etmeðe çalýþtýlar. Ýslâmi kimliði ve karakteri muhafaza etmek için Kur'an'ýn mesajlarýnýn anlaþýlmasý üzerinde yoðunlaþtýlar.
Risale-i Nur, önemsiz bir uzuvdaki küçük bir tahribatý tamiz etmiyor; her taþý daðlar büyüklüðünde olan, Ýslâmý muhafaza eden kaledeki büyük tahribatý tamir ediyor. O, ferdi bir þuur ve mahrem bir kalp oluþturma çabasýnda deðil; Kur'an mucizeleri ve imanýn devalarý vasýtasýyla, binlerce yýldan beri birikmiþ ve hazýrlanmýþ olan suiistimallerle harap edilen kollektif kalbi ve zihniyeti ile Ýslâmi müesseselerin ve herkesin, özellikle de mü'minlerin sýðýnaðý olan itikadýn tahrip edilmesi sonucu yýkýlýþla karþý karþýya olan kollektif þuuru tamir etmek gayretindedir. Böyle korkunç ve dünya çapýndaki zedelenme, tahrip ve yaralarýn tedavisi için kat'i ve daðlar kuvvetinde deliller, doðruluðu ispatlanmýþ çareler ve sayýsýz ilaçlar gereklidir. Asrýmýzda bu vazife, Kur'an mucizelerinin mucizevâri açýklamalarý ve inancýn temel düzeyde geliþtirilip yerleþtirilmesi ile yapýlýr.
2. Canavarla Karþýlaþma
Said Nursi'nin eserleri, onun, Hýristiyan misyonerler, sömürgeciler ve oryantalistlerin ortaya koyduðu Ýslâm imajýnýn farkýnda olduðunu göstermektedir. O, Batýlýlarýn Ýslâmý geri kalmanýn temel sebebi saymalarýný çürütmeðe çalýþtý. Kur'an'ýn i'cazý meselesine özel bir önem verdi. O, bunu Ýslâmýn müdafaasýnda, Pozitivizm, Materyalizm ve sekülerizm ile mücadelesinde kurulacak savunma hattýnda temel esas olarak görüyordu. Kur'an'ýn baþta Tevrat ve Ýncil olmak üzere diðer kutsal kitaplarýn hükümlerine dayandýðý yolundaki misyoner ve oryantalist iddialarýný reddetti.
O, kategorik olarak beynelmilel ve standart oluþturma anlamýnda Batý kavramýný reddetti. Ona göre, Hýristiyanlarýn dünyayý Hýristiyanlaþtýrma faaliyetlerine ve radikal sosyalistlerin "Ýnsanlýðý yüceltme" maskesi altýnda Marksist ideolojiyi dayatmalarýna ve yeni bir sosyal, siyasi ve ekonomik düzen kurmalarýna karþý durmanýn en iyi vasýtasý, hayatýný Kur'an merkezli olarak sürdüren ve Kur'anýn öðretilerini günlük hayatýnda yansýtan Müslüman fertlerden oluþan iyi bir kadro kurmaktýr.
Nursi, Avrupalýlarýn Ýslâmý mahvetme çabalarýnýn eninde sonunda baþarýsýz olacaðýna ve Hýristiyanlýðýn Ýslâmýn hakikatine teslim olacaðýna inanýyordu.
"Hýristiyanlýk ya tamamen ortadan kalkarak ya da saflaþarak, arýnarak Ýslâma karþý silah teslimine mecbur olacaktýr. Hýristiyanlýk Protestanlýk'a gelinceye kadar birkaç kez yýrtýldý. Protestanlýk da yýrtýldý Tevhide yaklaþtý; tekrar yýrtýlmaða hazýrlanýyor. Ya sönüp ortadan kalkacak, ya da gerçek Hýristiyanlýðýn esaslarýný içeren Ýslâm hakikatlerini karþýsýnda bularak teslim olacaktýr.
Ýþte bu büyük sýrra Hz. Peygamber iþaret etmiþ ve demiþtir: "Hazret-i Ýsa nazil olup gelecek, ümmetimden olacak ve þeriatýmla amel edecektir." 2
"Amerika ve Avrupa Ýslâmlaþacak ve Allah'a teslim olacaktýr. "Avrupa ve Amerika Ýslâm'a hamiledir. Bir gün Ýslâmi bir devlet doðuracaklardýr. Týpký Osmanlýlarýn Avrupaî bir devlete hamile olup doðurmasý gibi" 3
Müslümanlar için daha tehlikeli olan þey, kendilerini Batý medeniyetinin cazibesine kaptýrmýþ ajanlarýn aralarýnda pusuya yatmasý ve onlarý baþtan çýkarmaya teþebbüs etmeleridir.
"Bana ýzdýrap veren yalnýz Ýslâmýn maruz kaldýðý tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi onun için izatesi kolaydý. Þimdi tehlikeler içten geliyor, kurt gövdenin içine girdi, onun için karþý konmasý zorlaþtý. Korkarým ki Ýslâm cemiyeti bu hastalýða karþý koyamaz, çünkü düþmanýný tanýmaz" 4
Said Nursi, fikrî ve rûhî seyahatýnýn ilk döneminde, Batý bilimine hayrandý ve bunu Batý medeniyetinin kaynaðý için faydalý bir itici güç olarak görüyordu. Sonraki yýllarda Batý biliminin mutlak hakikat olan Allah'ý bilme, görme önünde bulutlanmaya yol açtýðýný ve bunun kaçýnýlmasý gereken bir kalp hastalýðýnýn belirtileri olduðunu anladý.
Ona göre Avrupa ikidir. Biri, insanlýða faydalý hizmetler sunan, özellikle hakiki Îsevîlik dininden aldýðý feyzle ürettiði bilgisi ve bilimi ile insanlara toplumda daha iyi yaþama þartlarý sunan ve böylelikle adalet ve hakkaniyetin temininde yardýmcý olan Avrupa; ikinci Avrupa ise, pozitivizm ve materyalizmin karanlýk öðretileri bozulmuþ Avrupa'dýr. Bu ikinci Avrupa, medeniyetin günahlarýný fazilet kabul ederek insanlýðý sefahat ve dalalete sürüklenmiþ bozuk Avrupa'dýr. 5
Onun þiddetle saldýrdýðý Avrupa, mýzýr felsefeye ve öðretilere hayran olan Avrupa'dýr Bu Avrupa'dýr ki bozuk, rezil ve karmakarýþýk bir medeniyetin doðmasýna yol açmýþtýr. Bu medeniyet, halký dalâlete sürüklemekle günahýný bir kat daha arttýrmýþtýr:
"Ey ikinci Avrupa, bil ki sen sað elinle hasta ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle zararlý ve bozuk bir medeniyeti tutup dava edersin ki, "beþerin saadeti bu ikisi iledir." senin bu iki elin kýrýlsýn ve þu iki pis hediyen senin baþýný yesin ve yiyecek!"
Ey küfür inkarcýlýðý yayan bedbaht ruh! Acaba hem ruhunda, hem vicdanýnda hem aklýnda hem kalbinde dehþetli musibetlerle musibetzede olmuþ ve azaba düþmüþ adamýn cismiyle görünürde aldatýcý bir zinet ve servet içinde bulunmasýyla saadeti mümkün olabilir mi?" 6
Said Nursi için Avrupa medeniyetinin mutluluk va'deden sözleri ve cazibesi hakikatle karþýlaþýnca, hayal kýrýklýðýna uðramaya yol açan bir sihir gibidir. Saðladýðý yarar tatmin edici olmayan bu medeniyet ümitsizlik ve hayal kýrýklýðý yaþatýr çünkü hayal mahsulüdür. Hakikatýn ýþýðý ile karþýlaþýnca mahiyeti anlaþýlan bu medeniyetin gerçekte yenilir yutulur cinsten olmayan bir ilaç olduðu ancak bu yolla anlaþýlýr. Daha kötüsü, bu medeniyetin, dalâlete sürüklediði insanlarý rûhen karamsarlýðýn derinliklerine atmasýndaki maharetidir. Böylelikle sonuç, manen hapishaneye benzer bir hayata mecbur olmaktýr. "Kiþinin kalbi, ruhu cehennemi bir azap içindeyken, vücudunun yalancý bir cennette olmasý" 7 halinde Batý medeniyetinin vaatleri onu mutlu eder mi?
"Ey sefâhat ve delâletle bozulmuþ ve Îsevî dininden uzaklaþmýþ Avrupa! Deccal gibi tek gözlü dehan ile insanlýða cehennem gibi bir ortam hazýrladýn. Sonra anladýn ki bu öyle devasýz bir illettir ki insaný âlâ-yý illiyyinden, esfel-i sâfiline atar, hayvanatýn en âdi derecesine indirir. Bu illete karþý bulduðun ilaç geçici olarak hisleri devre dýþý býrakan cazibedar oyuncaklarýn ve uyutucu heveslerin ve fantaziyelerindir. Senin bu ilacýn senin baþýný yesin ve yiyecek." 8
Avrupa, Müslümanlarýn hayatý için bir model oluþturamaz, çünkü çürük bir temele dayanmaktadýr. Avrupalýlar için hayatýn temel gayesi kardeþlik ve sosyo dayanýþmaya dayalý yüksek idealler deðil, "esas amaç, hayatý sürdürmek ve yaþamaktýr." Avrupa, insanlar arasýndaki dayanýþmayla ilgilenmediði gibi karþýlýklý yardýmlaþma yani muavenet denen ilâhî kanun karþýsýnda da kayýtsýzdýr. 9Onlarýn düþünceleri insanlar arasýnda düþmanlýðý doðurur ve teþvik eder. Bu zihniyete göre hayat bir yaþama kavgasýdýr.
Kendi iradesi dýþýndaki güçler tarafýndan mahkum edilen, oradan oraya sürülen Said Nursi, insanýn kendi kendisinin maliki olduðu ve kendi kaderini tayin ettiði yolundaki Avrupaî inancý sorguladý. Ona göre, fert sayýsýz düþmanlarýna kendi gücü ve iradesiyle karþý koyamaz ve hadsiz ihtiyaçlarýný gideremez. Nihayetinde insan bir atom zerresi hükmünde olan bir cüz-i iradeye sahiptir, hayat ise ani parlayýp sönen bir alev gibidir. Avrupa hakikatten yüzünü çevirmiþtir, her þeyin efendisi olan yaratýcýyý unutmuþtur. Bu tür öðretiler yalanlar üretip insanýn gayretini küçümsemekle beþerin gündüzünü geceye çevirmiþtir. 10
Senden tam ders alan taleben bir Firavun olur. Fakat en hasis þeye ibadet eden ve menfaat gördüðü herþeyi kendine rab telakki eden zelil bir firavundur. Avrupa'nýn rehberliðini kabul eden kiþi ayný zamanda inatçýdýr, fakat deðersiz bir zevk için þeytanýn ayaðýný öpecek kadar küçük bir menfaat için her zilleti kabul edecek kadar zavallý bir inatçýdýr. Senin taleben, bir zorbadýr, fakat kalbinde bir dayanak noktasý bulamadýðý için, aslýnda gayet zaif, kendini ön plana çýkaran zavallý bir zorbadýr. 11
Öte yandan, Kur'an'ýn talebesi Allah'a kul olmakla övünür, fakat Allah'tan baþkasýna karþý eðilmeyen bir kul. Alçak gönüllü olabilir, fakat güçlü yöneticilere karþý bile zillete düþmeðe tenezzül etmeyen mütevazi bir yaratýktýr. Zayýf olabilir ama bir Kâdir'den gücünü alýr; fakir olabilir, fakat Allah'ýn kendisi için ahirette depoladýðý mükafatla gönlü zengin bir fakirdir. 12
Batý felsefesine dayalý bir toplumla Kur'an'a dayalý bir toplum arasýndaki fark çok büyüktür. Batý felsefesi, insanlara kazandýrdýðý çarpýk, geçici bakýþ açýsýndan baþka kiþinin menfaatini ön plana çýkarýr ki, kiþi kardeþinden kaçar, onlarla rekabet eder ve ona karþý dava açar. Her þeyi kendisi için isteme eðilimindedir. Öte yandan Kur'an'a dayalý toplumda, kiþiye, açýk tertemiz bir rehberlik sunulmakta ve bu ýþýkla iki dünyanýn zevkleri hedeflenmektedir. Kur'anî toplumda fert, kardeþi için dua eder ve onlarýn iyiliðini ister. Zira, insan için esas mal mülk þahsi mallar deðil, Allah'ýn güvenine mazhar olmaktýr. 13
"Ecnebilerin putlarýyla, tabiat fenleriyle delalete gidenler ve onlarý körükörüne taklid edip peþinden gidenlere binler nefrin ve tessüfler.
Ey bu vatan gençleri, Frenkleri taklide çalýþmayýnýz. Acaba Avrupa'nýn size ettikleri hadsiz zulüm ve düþmanlýktan sonra hangi akýl ile onlarýn gayr-i meþru yaþayýþlarýna ve batýl fikirlerine uyuyorsunuz? Hayýr, hayýr, sefih bir biçimde taklit edenler, taklit etmekle kalmayýp þuurusuz bir biçimde onlarýn saflarýna katýlarak kendi kendinizi ve kardeþlerinizi idam ediyorsunuz. Biliniz ki, siz ahlâksýzcasýna onlara uydukça vatanperverlik ve fedakârlýk iddiasýnda yalancýlýk ediyorsunuz. Çünkü onlara bu þekilde uymanýz milliyetimize karþý bir hafife alma ve dininize karþý bir alay etmedir." 14
Nihai deðerlendirmede Nursi, "Kâfirler ve onlarýn yolundan gidenler Allah'ýn hayvanat taifesinden habis türlerdir ki Allah onlarý kullarýna verdiði nimetlerin derecesini bildirmek için mukayese unsuru olarak yaratmýþ ve sonuçta onlarý layýk olduklarý cehenneme gönderecektir." 15
Açýktýr ki Avrupa sözünü tutamaz. Böylelikle insanlýk iki yoldan birini tercih etmekle karþý karþýya býrakýlýr. Birincisinde zalimler, zavallýlarýn malýný elinden alýp, kulübeciklerini yerle bir ediyorlar; onlarý iyice zavallý ve mazlum posizyonuna düþürüyorlar. Bu yola gidildiði zaman, zalimlerin gürültüleri ve mazlumlarýn aðlayýþlarýndan baþka bir þey duyulmuyor. Bu açýklý vaziyet þu iki þeyden birini yol arar: Ya insanlýktan çýkýp, nihayetsiz vahþetleri kabullenecek ve öyle bir kalp taþýyacaklar ki, kendi selametiyle beraber umumun felaketi ona dokunmayacak veya kalp ve aklýný devre dýþý býrakýp akýlsýz ve kalpsiz olacaktýr. 16
Ýkinci yol, Kur'an-ý Kerim tarafýndan insanlýða hediye edilmiþtir. o yolun her noktasýnda, adil olan hükümdara baðlý itaatkâr askerler var. Onlar ona hizmet etmekten ve arkasýnda bulunmaktan dolayý memnundurlar. Sonu ölüm de olsa bu düzeni korumaya hizmet ederler. Bu yolu takip edenler ne bu dünya ne de diðer dünya ile ilgili en ufak bir korku hissetmezler. 17
Said Nursi, Avrupalýlarýn, milletçilik tohumlarýný Müslümanlarýn arasýna ekerek onlarý bölmek ve böylelikle onlarý yutmak istediðine inanýyordu. Bu konuda Avrupalýlarýn öðretilerine uyanlar, milliyetçiliðin menfi tarafýný ön plana çýkaran maþalardýr. Zira milliyetçilik "diðerleri" gibi kavram yaratarak o da sürekli düþmanlýk ve çatýþmaya yol açar. Kur'an cahilliye döneminden kalma milliyetçiliði, aþiretçiliði reddederek bunun yerine kutsal Ýslâm kardeþliðini getirmiþtir. Esas büyük tehlike, liberalleþtirme gayretleri ve anayasanýn ilanýndan sonra milliyetçiliðin almýþ olduðu þekildir. Açýk olan þu ki, birbirini yemekle meþgul olan birçok Müslüman millet, aralarýna giren tefrika ve düþmanlýk sayesinde, Ýslâm toplumlarýnýn kanýný emen ve asla doymayan Batýlý canavarlarý görmezlikten geldiler. 18
Öte yandan, milliyetçilik, Ýslâmýn hizmetine girerse müspet sonuçlar doðurabilir.
Gurbet Modeli
Batý'daki müslüman göçmenlerin hayatý, maddi olarak iyi olsa bile yine sýkýcý olabilir. Hakim toplumun kýyýsýnda yaþamak, çoðu zaman çok büyük bir yabancýlýk hissetme ve soðukluða yol açar. Arkadaþlardan, aileden ve insaný sýcaklýðý, sevgiyi kýymet bilmeyi saðlayan insanlardan ayrý düþmek bir insanýn hayatýný mahvedebilir. Araþtýrmalar gösteriyor ki, Batýda yaþayan Müslümanlar, Batý kültürü ile karþýlýklý etkileþim sonucu deðiþiyorlar. Açýkça yapýlan ayýrýmcýlýða, kýnamaya, tacize raðmen Batýda yaþayan Müslümanlarýn çoðu imanlarýný muhafaza etmeðe devam ederken, bir kýsmý Müslüman kimliðini bir yana býrakarak yeni çevreye ayak uydurmayý seçmiþ, bir kýsmý ise yeni çevreyi Allahsýz ilan ederek burayý islâmîleþtirme yollarý aramaktadýr.
Said Nursi'nin bizzat, daðlarda üç hafta kimseyle görüþmeden yaþadýðý inziva hali ibret vericidir. Bu durum, sürgünde yaþanan derin yalnýzlýk ve yabancýlýk duygusu için iyi bir örnektir. Bu durum, gurbetteki bir Müslümanýn hayatýný sürdürmesi, teselli aramasý ve Allah'ýn huzurunda olduðunu, onunla baþ baþa olduðunu düþünerek rýzasýný kazanmasý için de iyi bir örnektir. Bu süreçte, gurbet ünsiyet ve refakate dönüþmüþtür. Nursi, gurbetteki hayatýný, bütün akrânlarýndan sevdiklerinden, akrabalarýndan uzak ve yalnýz olduðu, sevdiði her þeyden mahrum olduðu, anayurduna ve yakýnlarýna yabancý kaldýðý ve kendisiyle ilgili derin bir yakýnlýk duygusu hissettiði için derin bir sýzý olarak nitelendirmektedir. O, rahatý Rabbine baðlanmakta buldu:
"Ýþte bak, olaðanüstü bir gurbetle kuþatýlmýþ bulunuyorum. Düþünmeye baþladým ve aniden "Allah'a hamd olsun dedim ve bu üst üste gelmiþ karanlýklara ve katmerleþmiþ gurbete nasýl tahammül edeceðimi merak ettim. Kalbim meded dileyerek dedi, "Ya Rabbi, ben yalnýz bir garibim, güçsüz bir zaifim, hasta ve takatsizim, fazla alternatifi olmayan bir ihtiyarým. Ve dedim. medet, medet. Ben baðýþlanmayý ve senin kapýnda güç bulmayý ümid ediyorum, Allah'ým.
Ýþte bak, Kur'an'dan gelen imanýn nuru ve Allah'ýn rahmeti, bana güç vermeye baþladý. Bu güç, gurbetten gelen beþ çeþit karanlýðý, nur saçan bir ünsiyet ve zevk halkasýna çevirdi. Bundan dolayý dilim "Allah bizim için kafidir. O, ne güzel vekildir. (Ali Ýmran:173) ayetini tekrarlamaya, kalbim ise (Ey Muhammed) eðer onlar senden yüz çevirirse "Allah bana kafidir. Ondan baþka koruyacak ilâh yoktur. Ben ancak ona güvenip dayandým. O, büyük arþýn sahibidir." (El-Tevbe: 129) ayetini okumaða baþladý." 19
Said Nursi'nin, gurbeti yenmek için sunduðu reçete, iman, tevekkül ve sabýrdýr. Onun için inanç, imanýn rutin bir biçimde aklen tasdiki deðil, her þeyiyle bir hayatýn Allah'a teslim olmasý ve kiþinin her an kendisini huzurda hissetmesidir. Bu ise Ýslâmî þeaire imanla, inançla uymaya, ibadetleri yerine getirmeye ve her þeyin Allah rýzasý için yapýlmasýna baðlýdýr. Kiþinin Allah'ýn merhametine sýðýnmasý, kendisini içerisinde bulunduðu çevreye karþý koruyacak lütuf ve itimadýna mazhar olmasý Allah'a teslim olmanýn diðer bir manasýdýr. Çevresini saran her þeye raðmen iman kiþinin dertlerini hafifletir ve acýlara dayanmasý için tahammül gücü verir. Böyle bir süreçte kiþi, tevhide, itaate ve sadece Allah'a adanmaya dayalý Ýslâmî alternatifin parametrelerini tesbit ve tarif eder, hatta kendi nefsinde de yaþar.
Nursi, imanýn insaný ümitsizlik bataklýðýndan kurtardýðýný, geçmiþi ve geleceði aydýnlattýðýný, þimdiki zamaný ise tahammül edilebilir hale getirdiðini vurgulayarak þöyle der: "Ýman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki iman elde eden adam kainata meydan okuyabilir ve hadiselerin sýkýntýsýndan kurtulabilir" 20 imanýn verdiði güçle hayatýn zorlu ve tehlikeli dalgalarý üzerinde seyahat edebilir ve söz konusu dalgalarý huzur ve sükunetle gözleyebilir.
Nursi, ayný zamanda, kendi hayatýndaki sýkýntý ve acýlara raðmen sebat ederek sabrýn bir fazilet olduðunu göstermiþtir. Sabýr, kiþinin direncini arttýrmak için, Allah'ýn rahmetine tam olarak dayanmayý gerektirir. Allah'ýn, sabýr ve sebat için verdiði güçle kiþi, her türlü belaya, musibete karþý durabilir. Böyle olmakla beraber, þaþkýnlýk ve dikkatsizlikten dolayý insan, hayatýn geçici mahiyeti üzerinde odaklaþamýyor ve adeta dünya hayatýnýn ebedî olduðunu zannedecek kadar büyüleniyor. Bu þaþkýnlýk, sabýr kuvvetini azaltýr ve insaný, geçmiþteki acý tecrübelerden ve gelecek endiþesinden dolayý kararsýzlýða iter ve sabýr kuvvetini üç zaman arasýnda paylaþmasýna yol açar.
Bu durum ise insanoðlunun halinden þikayet etmesine ve acý ile inlemesine yol açar. 21Musibete karþý en uygun karþýlýk Allah'a þükretmektir. Zira þükrettikçe Allah'ýn merhameti artar, þikayet ettikçe hem musibet aðýrlaþýr hem de rahmet ve þefkate mazhar olmanýn önüne geçilir. 22Kiþi, musibete önem verdikçe, musibet büyür ve tahammül edilemez hale gelir; hafife aldýkça hafifleþir ve sonuçta görünmez olur. 23
Hayatýn zorluklarýný tersine çevirmenin yegane kaynaðý Allah'a mutlak itaatý gerektiren tevekküldür.
Aklým ýzdýrabýndan ve dehþetinden feryat eden nefsime hitaben dedi:
Býrak biçare feryadý, beladan kýl tevekkül. Zira feryat, bela ender, hata ender belâdýr bil.
Bela vereni buldunsa eðer, sefa ender, vefâ ender, ata ender belâdýr bil.
Madem öyle, býrak þekvayý, þükret, çün belâbil (bülbül gibi), dema keyfinden güler hep gül mül. (Bülbülün aþkýndan bütün güller tebessüm eder.)
Ger bulamazsan (Allah'ý bulamazsan) Bütün dünya cefa ender, fenâ ender, hebâ ender belâdýr bil.
Cihan dolu bela baþýnda varken, ne baðýrýrsýn küçücük bir belâdan, gel tevekkül kýl.
Tevekkül ile belânýn yüzüne gül, ta o da gülsün. O güldükçe küçülür eder tebeddül (deðiþir).
Nursi, Mevlânâ'nýn sözleri ile rahatlar. "Hem üstadlarýmdan Mevlânâ Celaleddin'in nefine dediði gibi dedim:
Cenab-ý Hak "Ben sizin Rabbiniz deðilmiyim" dediðinde, evet sen bizim Rabbimizsin" dedim.
Þekkür ve minnet bu "evet" sözünün neresindedir? Zira o, hüznün ve sýkýntýlarýn kaynaðýdýr.
Bilirmisin hüzün ve sýkýntý sýrrý nedir?
O, fakr ve fenafillah kapýsýný çalmaktýr.
O vakit nefsim dahi "evet evet acz ve tevekkülle; fakr ve iltica ile nur kapýsý açýlýr, zahmetler daðýlýr. Elhamdülillah alâ nûri'l-iman ve'l Ýslâm" (Ýmanýn ve Ýslâmýn nuru için Allah'a hamd olsun) dedim.
Belâya önem verdikçe, kiþi daha çok belâya gömülür, tevekkül ile ise insan gurbetten, yalnýzlýktan kurtulur, hatta Allah'a dayanýnca hayatýndan büyük zevk alýr, gurbeti içinde huzur ve neþ'e bulur. "Onu kaybeden neyi bulur? ve onu bulan neyi kaybeder?" onu bulan herþeyi bulur; onu kaybeden belâdan baþka bir þey bulamaz.
Böylelikle "Ne mutlu gariplere" þeklindeki Hadis-i Þerif'in sýrrýný anlamaya baþladým ve Allah'a þükrettim.
Hizbullah olan hidayet ehli, baþta peygamberler ve onlarýn baþýnda Fahr-i Alem Hz. Muhammed, o kadar Allah'ýn inayet ve rahmetine mazhar olduklarý, yüce yardýmý onlarýn imdadýna yetiþtiði halde, çok defa þeytanýn hizbine maðlup olmuþlardýr. Bunun hikmeti þudur ki: Allah hikmetiyle bu dünyayý mücadele ve imtihan dünyasý olarak yaratmýþtýr. Bu müsbet güçler, toplumu düzene ve þekle sokmak için gereklidir.
Ehl-i hakla maðlup eden ehl-i dalâletin gücü haklýlýklarýndan deðil, meselelerinin tahrip olmasýndan ve ehl-i hakký iðfal edip onlarý hilelerle bölmelerinden kaynaklanýyor. Onlarýn ehl-i hak karþýsýndaki galibiyetleri geçicidir." Hak muzaffer olacak, bunun önüne geçilemez." 24
Ýman Nursi'ye öyle bir kanaat bahþetti ki, o, halihazýrda çektikleri ýzdýraplara raðmen, inananlarýn sonuçta mutlaka galip olacaklarýna inanýyordu. Nitekim Allah iman edenlere zafer va'detmiyor muydu? Ýnananlar Kur'an'ýn "Korkmayýnýz" Allah dinini, yani Ýslâmý bütün dinlerden üstün kýlacaktýr. Bu boþ bir vaad deðildir. Aksine, mutlak zaferin inananlarýn olacaðýna ve Ýslâmýn gücünün doðu deryalarýndan batý deryalarýna doðru yayýlacaðýna dair Allah tarafýndan yapýlmýþ deklerasyondur. Ýnananlarýn, Ýslâmýn üstünlüðünü gerçekleþtirmedeki rolü, Allah'ýn sonsuz rahmet ve teselli kaynaðýna tam teslimiyetle dayanarak yaþamaktýr. Zira tevekkül, tam olarak, bütün biraraya gelmiþ þer ve zulüm güçlerinden daha kudretli olan birine dayanma ve teslim olmada dinamik bir unsur ve Ýslâmýn, tarih içindeki uygulamalarý tam teyid edilmiþ teminatýna dayanarak yaþamaktýr. Allah va'dini yerine getirir.
____________________
1 ABD Georgetown Üniversitesinde öðretim üyesidir.
2 Nursi, Al-Mektubat, 602.
3 Þükran Vahide'nin Bediüzzaman Said Nursi; (Ýstanbul, sözler Yay.1992, 100).
4 Anis Ahmed, "Bedi'al-Zaman wa al'Oa'wa al-Ýslâmiyya al-mu'asira", Al-Mu'atamar al-Alami li-Badi'alzaman Said al-Nursi, Ýstanbul, Nesil, Ýstanbul 1996, 639.
5 Badi'al-zaman Sa'id elNursi, Külliyat Rasa'il al-Nur; Cilt 3 al lama'at, Teru: Ýhsan Kasým el-Salihi, Ýstanbul: sözler yayýnevi, 1993, 176-177.
6 11Nursi, al-luma'at, 177.
7 a.g.e, 177.
8 a.g.e, 178.
9 a.g.e, 179.
10 a.g.e, 182.
11 a.g.e, 181.
12 a.g.e, 181.
13 a.g.e, 182-183.
14 a.g.e, 183.
15 a.g.e, 184.
16 a.g.e, 178.
17 a.g.e, 179.
18 Nursi, al-maktubat, 414-415.
19 .g.e a, s. 418-419, 563.
20 nursi, al-kelimat, 352.
21 Nursi, al-luma'at, 14-15.
22 a.g.e, 15.
23 a.g.e, 17.
24 a.g.e, 123, 131.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
RÝSALE-Ý NUR’UN KÝTAB-I MUKADDES’E GETÝRDÝÐÝ YORUMLAR ÜZERÝNE
Doç. Dr. Osman Cilacý 1
Lügatte mukaddes, “takdis edilmiþ, mübarek, kutsal, temiz” anlamlarýna gelir. Ümmü’l-kitap ve Kitabu’llah terimleri yalnýz Kur’an-ý Kerim için kullanýlýr. Bu iki terimi ifade etmek için Fürkan, Nur, Zikr vb. deyimlerin kullanýldýðý da bilinmektedir. 2
Ehl-i Kitap terimi her ne kadar “dört mukaddes kitaptan birine iman eden, inanan, baðlý kalan” manalarýný ifade ediyorsa da, hususiyle Museviler’le Hristiyanlarý belirtmek için kullanýlýr. Genel manada Kütüb-i Semâviyye deyimi ile de Tevrat, Zebur, Ýncil ve Kur’an-ý Kerim kastedilir.
Bu tebliðimizde esas alacaðýmýz Kitabý Mukaddes tâbiri, ilâhiyat, özellikle de Dinler Tarihi terminolojisinde Kur’an-ý Kerim dýþýndaki üç ilâi kitabý (Tevrat, Zebur, Ýncil), Yahudi ve Hritiyanlarýn kutsal kabul ettiði dînî metinlerin tamamýný ifade etmek için kullanýlan bir terimdir.
Bilindiði üzere Hristiyanlýk’ta kutsal metinlerin tamamý Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid olmak üzere ikiye ayrýlýr. Buradaki “ahid” kelimesi antlaþma, muahade, ittifak anlamlarýna gelir. Eski Ahid, Yahudi ve Hristiyanlarýn inançlarýna göre Tanrý Yehova’nýn Yahudi kavmiyle yaptýðý ittifaký meydana getiren metinlerin hepsini, Yeni Ahid ise, Hz. Ýsa ile Tanrý arasýnda saðlanan ittifakla ilgili bütün metinleri ihtiva eder.
Kitab-ý Mukaddes, farklý tarihi dönemlerde deðiþik yazarlar tarafýndan kaleme alýnmýþ bir derlemedir. Yahudi an’anesine göre bu kitaplar 39 adettir. Hristiyanlarýn kabul ettikleri Yeni Ahid ise 27 kitaptan teþekkül etmekte, Hristiyanlarca Tanrý sözü sayýlmaktadýr. 3
Kitab-ý Mukaddes Türkçe’ye ilk olarak Sultan IV. Mehmed’ýn baþ tercümaný, mühtedi Polonyalý Ali Bey tarafýndan 1666 yýlýnda tercüme edilmiþtir. Yeni harflerle Türkçe ilk Kitab-ý Mukaddes tercümesi ise Ýstanbul’da 1951 yýlýnda neþredilmiþtir 4
Bediüzzaman Said Nrusi, Risalelerinin birçok yerinde alaka kurduðu ölçüde, Yahudilik, Hristiyanlýk, Tevrat, Ýncil, Zebur, Hristiyanlarýn dindarlýklarý, Ýslamiyet ve Hristiyanlýk arasýndaki münasebetler vb. mevzulardaki görüþlerini açýklamýþ, orjinal yorumlar getirmiþtir.
Bilindiði üzere Hz. Muhammed (s.a.)’in Peygamberliði’ni ve Hz. Ýsa’dan sonra geleceðini bizzat Kur’an-ý Kerim 5 açýkladýðý gibi, Hz. Ýsa da bugün Hristiyanlarýn ellerinde bulunan Ýncil’de bunu ifade etmiþtir. 6 Ýþte Üstad Bediüzzaman bu mühim mevzua “Risalet-i Ahmediyeye dairdir” baþlýðý altýnda Ýmam-ý Rabbânî’nin “Ben sözlerimle Muhammed’i övmüþ olmadým, aslýnda sözlerimi Muhammed’le övmüþ ve güzelleþtirmiþ oldum” sözleriyle giriþ yaparak, “O nûrânî burhan-ý tevhid, nasýl ki iki cenahýn icma ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve Ýncil gibi kütüb-i semâviyenin yüzlerce iþarâtý ve irhâsatýn binler rumuzâtý ve hatiflerin meþhur beþârâtý ve kâhinlerin mütevatir þehâdâtý ve þakk-ý kamer gibi binlerce mucizatýn delâlâtý ve þeriatýn hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi... davasýnda nihayet derecede sadýk olduðunu güneþ gibi âþikâre gösteriyor 7 cümleleriyle görüþlerini belirtiyor. Yine ayni Söz’ün bir dua dipnotunda Hz. Peygamber (s.a.) Efendimizin geleceðinin Kitabý Mukaddes’te bildirildiðini, “Risaleti, tevrat, Ýncil ve Zebur’da müjdelenen, nübüvveti irhâsatla, cinlerin hatifleriyle, insanlýk âleminin evliyalarýyla beþerin kâhinleriyle müjdelenen, Efendimiz Muhammed’e salât ve selâm olsun” 8 sözleriyle vuzuha kavuþturuyor.
Kur’an-ý Kerim’in icaz vecihlerinin mufassalan açýklandýðý Külliyat’ta Bediüzzaman, Kur’an’ýn ümmi bir Zât’a nâzil olduðunu, O’nun lisanýyla mühim halât ve ehemmiyetli vukuatýn zikredildiðini bunu Tevrat ve Ýncil’in tasdik ettiðini þu sözleriyle dile getiriyor:
"Evet Kur’an-ý Hakîm, ümmî ve emin bir Zât’ýn ismiyle, zaman-ý Adem’den tâ Asr-ý Saâdet’e kadar enbiyanýn mühim halatýný ve ehemmiyetli vukuâtýný öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve Ýncil gibi kitaplarýn tasdiki altýnda gayet kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor.” 9
Sahabe-i Kiram’a karþý son derece tâzim gösteren bediüzzaman, peygamberlerden sonra nev-i beþerin en efdalinin sahabe olduðunu, bunu Tevrat ve Ýncil’in de tasdik ettiðini, “Sure-i Feth’in âhirinde sityiþkârâne tavsifat-ý Rabbaniye’ye mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarýndan yetiþilemez” 10 tarzýndaki ifadelerle onlara karþý olan hürmet duygularýný dile getiriyor.
Âhir zamanda Hz. Muhammed (s.a.)’in zuhur edeceði hususunun Tevrat, zebur ve Ýncil gibi semâvî kitaplar tarafýndan da defaatla teyid edildiðini vurgulayan Üstad: “Nass-ý Kur’an’la, Tevrat, Ýncil, Zebur ve suhuf-ý enbiyanýn, nübüvvet-i Ahmediye’ye dair verdikleri haberlere gelince, evet madem o kitaplar semâvidirler ve madem o kitap sahipleri enbiyadýrlar, elbette ve herhalde onlarýn dinlerini nesheden ve kâinatýn þeklini deðiþtiren ve yerin yarýsýný getirdiði bir nurla ýþýklandýran bir Zat’tan bahsetmeleri zaruri ve katidir. 11 vb. ifadeleriyle mantýkî ve muknî bir neticeye ulaþýyor.
Kitab-ý Mukaddes üzerinde vukufâne tahlillere giriþtikten sonra onlarýn nâzil olduklarý sýradaki durumlarýný muhafaza edemediklerini izahla, bu üç kitabýn Kur’an’a müþabih bir izah yönünün bulunmadýðýna dikkat çeken Bediüzzaman: “Tevrat, Ýncil ve Zebur’un Kur’an gibi icazlarý bulunmadýðýndan, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduðundan pek çok yabanî kelimeler içlerine karýþtý. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlýþ te’villeri onlarýn ayetleriyle iltibas edildi. Hem bazý nâdanlarýn ve bazý ehl,i garazýn tahrifatý da ilave edildi” 12 neticesine varýyor. Burada, bu mevzuda üzerinde ehemmiytle durulan noktalardan birinin Kitab,ý Mukaddes ayetleriyle müfessirlerin sözleri ve yanlýþ te’villerinin birbirinden ayýrdedilemeyecek þekilde iltibasýdýr ki, bu husus, ilâhî kitaplar için son derece mühimdir.
Kitab-ý Mukaddes, iltibastan ayrý olarak tahrifattan da masun kalamamýþtýr. Bunun en kat’i delillerinden birini, bugün elde mevcut metinler teþkil etmektedir. Bununla beraber, ne kadar tahrifata uðramýþ olursa olsun, Ýncil Hz. Muhammed (s.a.)’in geleceðini müjdelemiþtir: “Evet Hz. Ýsa Hz. Muhammed (s.a.)’den haber veriyor” 13 kýsa ve veciz cümleleriyle bu hakikatý Risale-i Nur da bizlere bildirmektedir.
Yaptýðý bu tesbitlerle iktifa etmeyerek meseleyi arîz-u amîk bir tarzda tetkik etmek maksadýyla Üstad Bediüzzaman, Hz. Muhammed (s.a.)’in zuhuruna dair Kitab-ý Mukaddes’teki metinlerin orjinallerini manalarýyla birlikte vermek suretiyle mevzuu daha vazýh bir þekilde üçüncü hüccet olarak þöyle takdim ediyor:
1. Zebur’da þöyle geçmektedir:
“Ya Rab! Bize Mukime’s-sünne’yi gönder. Burada geçen Mukime’s-sünne tâbiri “Ahmed”in karþýlýðýdýr. Bilindiði üzere Hz. muhammed (s.a.)’in bir adý da Ahmed’tir.
2. Ýncil’de þöyle bir ibare vardýr:
“Ben Baba’ya gidiyorum, tâ ki size Faraklit’i göndersin”. Bu cümlede geçen Faraklit kelimesinin tam karþýlýðý Ahmed’tir. 14 yine Ýncilde yer alan “Ben Rabbýmdan, hakký bâtýldan ayýran bir peygamberi istiyorum ki, sonsuza kadar beraberinizde bulunsun” 15 Yine bu ayette geçen Baba terimi bilindiði üzere Hristiyan ilâhiyat terminolojisinde Alah (hâþâ) karþýlýðýnda kullanýlmaktadýr.
3. Tevrat’ta ise durum þöyle açýklanmýþtýr:
Yahudilerin mukaddes kitabý Tevrat’ta Hz. Peygamber (s.a.) Efendimiz’in âhir zamanda geleceði ile alakalý olarak þöyle denilmektedir:
“Hz. Ýsmail’in annesi Hâcer evlad sahibi olacak ve O’nun evladýndan öyle birisi çýkacak ki, o çocuðun eli umumun üstünde olacak, umumun eli huþu ve itaatle O’na açýlacak”. Bilindiði üzere Hz. Muhammed (s.a.) soy itibariyle Hz. Ýbrahim’den gelmektedir. 16
Bediüzzaman Said Nursî, Hz. Muhammed (s.a.) isminin, o kitaplarda “Müþeffah”, “el-Münhamennâ” ve “Himyâta” gibi Süryânî isimler þeklinde “Muhammed” manasýndaki Ýbrânî isimle geldiðini yazmýþ, bu açýk ismi hasûd Yahudilerin tahrif ettiklerini açýklamýþtýr. 17 böylece Hz. peygamberin Süryanca ve Ýbranca dillerindeki karþýlýðýný öðrenmek imkâný bizler için de hasýl olmuþtur.
Yine Tevrat’ta, “Muhammed Allah’ýn Resulü’dýr. Mekke Onun doðum yeri, Medine hicret yurdu, Þam Onun mülküdür. Ümmeti ise hamdedici kimselerdir. 18 cümleleri geçmektedir. Üstad Bediüzzaman bu cümleyi, “Beni Ýshak’ýn kardeþleri olan Benî Ýsmail’den ve Hz. Musa’dan sonra gelen peygambere hitap ediyor” þeklinde yorumlamýþtýr ki, mantýkî olan da budur. Bu ve benzeri yorumlar Üstadýn Kitab-ý Mukaddes tetkikatý ile yakînen alakadar olduðunu bariz bir þekilde ortaya koymaktadýr.
Tevrat’ýn bir baþka yerinde geçen, “Muhtar kulum, katý kabli, huysuz deðildir” ayetini Said Nursî, “Ýþte bu Muhtar”ýn manasý Mustafa’dýr, hem Ýsm-i Nebevî’dir” tarzýnda yorumlayarak Muhtar kelimesinden Hz. Muhammed (s.a.)’in kastedildiðini açýklamaktadýr.
Üstad Tevrat’ýn, “Hak Taâlâ Tur-i Sina’dan ikbal edip bize Sair’den doðdu ve Faran daðlarýndan zâhir oldu” 19 ayetine de þu hayretengîz yorumu getirmektedir:
“Þu ayet nasýl ki, Tur-i Sina’da ikbal -i hak fýkrasýyla Nübüvvet-i Museviye’yi ve Þam daðlarýndan ibaret olan Sair’den tulu-ý Hak fýkrasýyla Nübüvvet-i Ýseviye’yi ihbar eder. Öylede Faran daðlarýnda zuhur-ý Hak fýkrasýyla bizzarure Risalet-i Ahmediye’yi haber veriyor. Günümüzde de bu ayeti çeþitli yönleriyle malalandýranlar, Üstad’ýn yýllar önce getirdiði yoruma müþabih açýklamalar yapmakta olduklarý görülmektedir.
4. Zebur’daki açýklama da þöyledir:
Bilindiði üzere Zebur Hz. Dâvud’a nâzil olmuþ dört ilâhî kitaptan biridir. Bugün Hz. Dâvud’un bir ümmeti olmadýðý gibi, yalnýz Zebur’u okuyan bir cemaat da yoktur. Kitab-ý Mukaddes içinde Mezmurlar adý ile yer alan ve 150 Mezmur’dan müteþekkil kitabý Yahudi ve Hýristiyanlar ibadetlerinde dua niyetiyle okumaktadýrlar. Ýþte bu kitapta da Hz. Muhammed (s.a.)’in, Hz. Dâvud’tan sonraki bir zamanda geleceðine dair þöyle buyurulmaktadýr: “Ya Dâvud! Senden sonra Ahmed, Muhammed, Sadýk ve Seyyid olarak anýlacak bir peygamber gelecek. Onun ümmeti Allah’ýn rahmetine mahzar olacak.” 20 Bediüzzaman Said Nursi, gayet net olan ve herhangi bir yoruma ihtiyacý bulunmayan bu ayeti sadece nakille iktifa etmiþ, eserlerinin bazý yerlerinde yaptýðý gibi okuyucuyu zaman zaman düþünmeye sevketmek istemiþtir.
Bediüzzaman, Kur’an-ý Kerim’ýn “Muhammed Allah’ýn elçisidir... Bu onlarýn Tevrat’taki vasýflarýdýr. Ýncil’deki vasýflarý da þöyledir: Onlar filizini yarýp çýkarmýþ, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalýnlaþmýþ, gövdesi üzerine dikilmiþ bir ekine benzerler ki...” 21 ayetine paralel olarak Ýncil’de geçen “Sahibu’s-seyf ve cihada memur bir Peygamber gelecektir” cümlesini yorumlarken “Muhammed (s.a.)’in kýlýç ve cihada memur oludðunu” açýklar, Gayet tabii olarak burada önce Allah’ýn dini teblið edilecek, Ýslâm’ý seçenler dýþýndakiler kendi dinleri üzere yaþamaya devam edeceklerse cizye ödeyecek, kýlýç ancak karþý koyanlara uygulanacaktýr.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî, “Artýk sizinle çok söyleþmem. Zira bu âlemin Reis’i geliyor ve bende Onun nesnesi asla yoktur.” 22 þeklindeki Ýncil cümlelerini þu veciz ve mânidar sözlerle tefsir etmektedir:
“Evet, o Zât öyle bir reis ve sultandýr ki, 1350 seneden ve ekser asýrlardan her bir asýrda lâakal 350 milyon tebaasý ve raiyeti var (þimdi bir milyardan fazla). Kemal-i teslim ve inkýyatla ev âmirine itaat ederler. Her gün Ona selam etmekle tecdid-i biat ederler.” 23
Burada Said Nursî, her geçen gün Ýslam’ýn bir çýð gibi büyüyeceðine, dünyanýn hemen her köþesinde müntesiplerinin çoðalacaðýna ve istikbalin Ýslam asrý olacaðýna dair görüþlerini bir kere daha vurgulamaktadýr. 24
Tevrat ve Ýncil’den ayrý olarak Zebur’da Onun hükümranlýðýna dair ayetler bulunmaktadýr. Nitekim Zebur’un bir yerinde þöyle buyurular: “Denizden denize kadar, ýrmaktan yerin uçlarýna kadar saltanat sürsün. Çöl halký önünde eðilsin ve düþmanlarý topraðý yalasýn.” 25 herhangi bir izahata ihtiyaç duyulmayacak kadar açýk olan bu cümleye bakýnýz Bediüzzaman nasýl bir yorum getiriyor:
“Ýþte þu ayet pek âþikar bir tarzda Fahr-i Âlem (s.a.)’i tavsif eder. Acaba Hz. Davud’tan sonra Muhammed-i Arabi’den baþka hangi nebi gelmiþ ki, þarktan garba kadar dinini neþretmiþ ve mülükü cizyeye baðlamýþ ve padiþahlarý kendine secde eder gibi bir inkýyad altýna almýþ ve her gün nev-i beþerin humsunun salavat ve dualarýný kendine kazanmýþ envar-ý Medine’den parlamýþ kim var? Kim gösterilebilir?” Ýþte bakýnýz Reis-i Âlem ve insanlara hakiki teselli veren, Muhammed-i Arabi’den baþka kimdir? 26
Hz. Ýsa üç yýl gibi çok kýsa süren peygamberlik döneminde zaman zaman kendisinden sonra Hz. Muhammed’in geleceðini müjdelemiþtir. Onun vahye dayanarak “... Muhammed arzusuna göre de konuþmaz” 27 ayetine telmihen tebligatta bulunacaðýna Kur’an-ý kerim’e uygun þekilde Ýncil’de açýklayarak þöyle demiþtir: “Amma O hakikat ruhu geldiði zaman sizi Bilcümle hakikate irþad edecektir. Zira kendiliðinden söylemiyor. bilcümle iþittiðini söyleyerek gelecek nesnelerden size haber verecek” 28
Gayet veciz bir þekilde anlaþýlabilen Hz. Ýsa’nýn bu mesajýný Üstad Bediüzzaman sual ve vurgulu hale getirerek þöyle tavzih ediyor: “Ýþte bu ayet sarihtir. Acaba umum insanlarý birden hakikate davet eden ve her birini vahiyden veren ve Cebrâil’den iþittiðini söyleyen ve kýyamet ve âhretten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabi’den baþka kimdir? Ve kim olabilir? 29
Der meyan olunan bu izahatla iktifa etmeyen Said Nursî, Hz. Peygamber’in Kitabý Mukaddes’te deðiþik kelimelerle geçen adý ile alakalý olarak da þunlarý yazýyor: “Hem kütüb-i enbiyada, resul-i Ekrem’in Muhammed, Ahmed, Muhtar manasýnda Süryânî ve Ýbrânî isimleri var. Ýþte Hz. Þuayb’ýn suhufunda ismi Muhammed manasýnda Müþeffahtýr. 30 Hem Tevrat’ta yine Muhammed manasýnda Ahyed, el-Hâtemü’l-hâtem, Mühamenna ve Himyâta, Zebur’da el-Muhtar ismiyle müsemmadýr. Hem Tevrat ve Zebur’da Mukîmu’s-sünne olarak geçmektedir. Hz. Ýbrahim’in suhufunda ise Mazmaz diye geçer.”
Bediüzzaman’ýn verdiði bu izahattan Hz. Muhammed (s.a.)’in Süryanice ve Ýbrânice’deki diðer isimlerini bir arada öðrenmek imkânýna kavuþmuþ oluyoruz.
Risale-i Nurda okuyucuyu daha tatminkâr bilgilerle teçhiz etmek gayesiyle zaman zaman diyalog usulüne de baþvurulduðu, bazý problemlerin sual-cevap þeklinde va’zedildiði bilinmektedir. Ýþte þimdi arz edeceðimiz ve hususan Hz. Ýsa’nýn, Hz. Peygamber Efnedimiz’i müjdelediði mevzuunda Üstad þöyle diyor:
Sual: Eðer desen, “Neden Hz. Ýsa her nebiden ziyade müjde veriyor, baþkalarý yalnýz haber veriyorlar, müjde sureti azdýr?”
Elcevap: Çünkü Ahmed (s.a.) Ýsa’yý Yahudilerin müthiþ iftiralarýndan ve dinini müthiþ tahrifattan kurtarmakla beraber, Ýsa’yý tanýmayan Beni Ýsrail’in suûbetli þeriatine mukabil, suhuletli ve câmi ve ahkâmca þeriat-i âliye’ye sahiptir. Ýþte onun için, çok defa, “Âlemlerin Reisi” geliyor diye müjde veriyor.
Gayet açýktýr ki, Hz. Ýsa’nýn, Hz. Peygamber (s.a.) Efendimiz hakkýndaki bu müjdeleri hakikaten aynen cereyan etmiþ. O Nebi-i Muhterem “Âlemlerin reisi” olma bahtiyarlýðýna mazhar olmuþtur. Günümüz dünyasýnýn her köþesinde, her geçen gün ihtidalarla sayýlarý hýzla artan Müslümanlarýn varlýðý bu gerçeði en güzel þekilde ispat etmektedir. Yýllar öncesinde Üstad Bediüzzaman “Ýstikbal Ýslam’ýn olacaktýr” dememiþ mi idi? O zamanlar hayal gibi telâkki edilen bu sözlerin günümüzde gerçekleþmeðe doðru emin bir þekilde yol aldýðýný görmek, herkesten çok Bediüzzaman’ý kûþe-i kabrinde mes’ud edecektir.
Üstad Bediüzzaman birçok Müslüman'ýn zihnini meþgul eden, Yahudi ve Hýristiyanlarý dost edinip edinmeme problemine çok güzel mantýkî ve tatmin edici cevaplar vermiþ, böylece hem Müslümanlarý rahatlatmýþ, hem de onlarýn geliþen dünya þartlarý muvacehesinde, Kur’an-ý kerim’de geçen [Mâide, 51) bu mühim meseleyi halletmiþtir. Burada da Said Nursî, Kur’an ayetini mealen vermiþ, problemi sual þeklinde va’zederek:
“Yahudi ve Nasâra ile muhabbetten Kuran’da nehiy var. Cenab-ý Hak “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hýristiyanlarý dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafýný tutarlar). Ýçinizden onlarý dost tutanlar, onlardandýr. Þüphesiz Allah, zâlimler topluluðuna yol göstermez” 31 buyurmuþtur. Bununla beraber nasýl dost olunuz dersiniz?” sözleriyle okuyucuyu hem düþündürmüþ, hem de bilgilendirmiþtir. Bu zihnî ve fikrî hazýrlýktan geçen meraklý okuyucu beklediði tatminkâr cevaba artýk kavuþmuþtur:
“Evvel delil kat’iyyül-metin olduðu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki te’vil ve ihtimalin mecali vardýr. Zira nehy-i Kur’an âmm deðildir, mutlaktýr. Mutlak ise takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir. Kaydýný izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müþtak üzerine olsa, me’haz-ý iþtikaký, illet-i hüküm gösterir. Demek bu vahiy, Yahudi ve Nasârâ ile Yahudi yet ve Nasrâni yet olan aynalarý hasebiyledir”
Hadd-i zâtýnda bu cevap kâfi olmakla beraber Bediüzzaman, problemi, yaþadýðýmýz asýrla da irtibatlandýrarak þöyle bir izahla noktalýyor: “Zaman-ý Saadette bir inkilab-ý azim-i dini vücuda geldi. Bütün zihinleri nokta-i dine çevirdiðinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayýp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için gayr,i Müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin þimdi... bütün zihinleri... meþgul eden... terakki ve dünyadýr. Zaten onlarýn ekserisi dinlerine o kadar mukayyet deðildirler. Binaenaleyh onlara dost olmamýz medeniyet ve terakkilerini istihzan ile iktibas etmektir. Ýþte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’an’ide dahil deðildir.” 32
Görülmektedir ki Said Nursî, bu meseleye getirdiði çözümde Kur’an-ý Kerim’in cihanþumüllüðünü ve verdiði mesajlarýn kýyamete kadar bâki kalacaðýný bu vesileyle bir kere daha teyit etmekte, geliþen dünya þartlarýnýn alacaðý pozisyonlara dikkatimizi çekerek, O’nun her zaman yeni yorumlarýnýn yapýlabileceðini göstermektedir.
Bediüzzaman’ýn, takriben 70 küsür yýl önce kehanet derecesindeki bir görüþüne, Ehl-i Kitap’la ilgisi açýsýndan temas etmekte sayýsýz faydalar mülahaza olunmaktadýr. Üstad bu mevzuda: “Misyonerler ve Hýristiyan rûhanilerinin çok dikkat etmelerinin elzem olduðunu, çünkü her halde þimal (Rusya) cereyaný, Ýslam ve Hýristiyan dininin hücumuna karþý kendini müdafaa etmek fikriyle, Ýslam ve misyonerlerin ittifaklarýný bozmaya çalýþacak...” 33 tarzýndaki isabetli tespitini yaptýktan sonra sözü asýl can alýcý noktaya getirerek þöyle demektedir:
“Ey birader! Âlem-i Hristiyanýn rüçhanýna sebebiyet veren, ihtiyarlamýþ olan esbaba tekabül edecek genç, dinç esbap bizde inkiþafa baþlamýþtýr.”
Bir bakýma XXI. yüzyýlýn dine dönüþ müjdesini veren bu ifadeler, hususiyle ülkemizin son 40-50 yýllýk döneminde genç neslin Ýslam’a yöneliþinin de bir tespitini aksettirmektedir. Bu satýrlarýn ardýndan bir Rus vatandaþý ile Tiflis’te aralarýnda geçen ve Sovyetler Birliðinde Gorbaçov’un gerçekleþtirdiði Glasnost ve Prestioka’sýna tâ o zamanlarda dikkat çekmesi Onun, dünya din ve tarih coðrafyasýný ne kadar yakýndan takip ettiðini, istikbalde cereyan edecek hadisata ne kadar isabetli teþhisler koyduðunu göstermesi açýsýndan mânidardýr:
“Asya’da âlem-i Ýslam’da üç nur birbiri arkasý sýra inkiþafa baþlýyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkiþafa baþlayacaktýr. Þu perde-i müstebidâne yýrtýlacak, takallüs edecek (çekilip büzülecek). Bu kýþýn devamýna ihtimal verilebilir mi? Her kýþýn bir baharý, her gecenin bir gündüzü vardýr.” 34
Bu izahattan sonra fazla söze hacet var mýdýr? Hakikaten Bediüzzaman’ýn teþhis ve tespiti kuvveden fiile çýkmýþ, hususiyle Sovyetler Birliði’nde 70 küsür yýl süren Komünizm rejiminin zulmü son bulmuþ, Onun edibâne tabiriyle kýþ bahara, gece gündüze inkýlap etmiþtir.
Ehl-i kitapla, hususiyle Müslüman-Hýristiyan diyaloðu’nda II. Vatikan Konsili (1962-65)’den sonra bir hayli mesafe katledildiði günümüzde, O takriben 60 küsür yýl kadar önce bu mühim probleme de Risale-i Nur’da temas etmiþ, sadece diyalogun ehemmiyetini vurgulamakla iktifa etmeyerek, bunun tarzýný da açýklamýþtýr:
“Biz deðil onlar gibi ehli diyanet ve tarikata mensup Müslümanlarla, þimdi bu acayip zamanda, imaný bulan ve hatta fýrak-ý dâlleden bile olsa onlarla uðraþmamak ve Allah’ý tanýyan ve âhreti tasdik eden Hýristiyan bile olsa, onlarla medar-ý niza noktalarý, medar-ý münakaþa etmemeyi, hem bu acaip zaman, hem mesleðimiz, hem kutsi hizmetimiz iktiza ediyor.” 35
Said Nusrî hususiyle ve evveliyetle mücadele edilmesi gereken kitlenin zýndýka (dinsizler) olduðuna dikkat çekerek, bu büyük âfetin insanlýðýn gündeminden çýkarýlmasý için Müslümanlarýn, samimi Hýristiyanlarla ittifaka giriþmeleri gerektiðine þu þekilde ýþýk tutmaktadýr: “Hatta hadis-i sahihle, âhir zamanda Ýsevilerin (Hýristiyanlarýn) hakiki dindarlarý ehli Kur’an ile ittifak edip, müþterek düþmanlarý olan zýndýkaya karþý dayanacaklarý gibi, þu zamanda dahi ehli diyanet ve ehli hakikat, deðil yalnýz dindaþý, meslektaþý, kardeþi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hýristiyanlarýn hakiki dindar ruhanileri ile dahi medar-ý ihtilaf noktalarý muvakkaten medar-ý münakaþa ve niza etmeyerek müþterek düþmanlarý olan mütecaviz dinsizlere karþý ittifaka muhtaçtýrlar.” 36
Memnuniyetle kaydedilmelidir ki, Üstad’ýn büyük bir vukufla temenni ettiði bu diyalog gerçekleþmiþ, taraflar çeþitli vesilelerle bir araya gelerek 37
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
BEDÝÜZZAMAN SAÝD NURSÎ’NÝN KÝTAPLARI IÞIÐINDA KUR'ÂN’DAKÝ TEKRARLARIN HÝKMETÝ
Matiürrahman Muhammed Halid 1
Ýnsanlýk tarihi, ümmet-i Muhammediye kadar kendine indirilen semavî kitabýna itinayla sarýlan bir baþka ümmetten bahsetmez. Çünkü Kur'ân, hidayet, ýslah, terbiye ve hüküm koyma cihetlerinden diðer enbiyâ ve resûllere indirilen kitaplar*dan daha üstün bir mevkidedir.
Allahu Teâlâ, bu ümmet-i Muhammediyeyi, en büyük ve ebedî mucize olan Kur'ân-ý Kerim’le þereflendirmiþtir. Ayný zamanda bu mukaddes kitabý her yönüyle tefsir edip açýklayacak ve onun çerçevesinde ortaya atýlan yanlýþ fikirleri izale edecek büyük âlimleri göndermesi ayrý bir lütuftur. Ýþte bu büyük âlimlerden birisi de, din hakkýnda ortaya atýlan þek ve þüphelerin yoðunluk kazandýðý bir zamanda Kur'ân’a hizmetkâr olan Bediüzzaman Said Nursî’dir.
Aþaðýdaki bölümlerde, çok önemli gördüðümüz bir konuyu, “Kur'ân-ý Kerim’deki tekrarlarýn hikmeti” hususunu ele almaya çalýþacaðýz. Elbette bu konuyu Said Nursî’nin kitaplarýnda asrýmýz insanýnýn anlayacaðý ve ikna olacaðý tarzda, mo*dern bir üslûpla ortaya koyduðu görüþleri ýþýðýnda inceleyeceðiz. Elbette ma*nasý, Bediüzzaman bu konuda ilk olarak görüþ ortaya atan kiþi deðil, böylesi önemli bir vazifeyi yerine getiren âlimlerimizden birisi olmasýdýr.
Gerçi, “Kur'ân-ý Kerim’deki tekrarlarýn hikmeti” hususu, büyük bir araþtýrmaya konu olacak özelliktedir. Ancak biz bu çalýþmada konunun bazý yönlerine eðileceðiz. Allah’tan dileðimiz bizlere doðru ve istikametli olaný göstermesidir.
Said Nursî, belâðat yönünden bir çok büyük âlimi geride býrakmýþ bir þahsiyettir. Kur'ân-ý Kerim’deki belâðat vecihlerini açýklamaya büyük önem vermiþtir. Bu konuda Kur'ân’a olan büyük hayranlýðý hemen dikkatleri çeker. Said Nursî, belâðat unsurunu Kur'ân-ý Kerim’in azametini beyan eden en büyük nokta*lardan birisi olarak görür. Risalelerinde, Kur'ân-ý Kerim’in azametini gösteren üç noktayý þöyle açýklar;
“Birinci Nokta: Nasýl ki Kur'ân, bütün mucizâtýyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmýn bir mucizesidir. Öyle de, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mucizâtýyla ve delâil-i nübüvvetiyle ve kemâlât-ý ilmîyesiyle, Kur'ân’ýn bir mucizesidir ve Kur'ân Kelâmullah olduðuna bir hüccet-i kâtýasýdýr.
Ýkinci Nokta: Kur'ân bu dünyada, öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir su*rette bir tebdil-i hayat-ý içtimâiye ile beraber, insanlarýn hem nefislerinde, hem kalp*lerinde, hem ruhlarýnda, hem akýllarýnda, hem hayat-ý þahsiyetlerinde ve hem hayat-ý ictimâiyelerinde, hem hayat-ý siyasiyelerinde öyle bir inkýlap yapmýþ ve idame etmiþ ve idare etmiþ ki. insanlarý terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye ediyor, ruhlara inkiþaf ve terakki ve akýllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve sa*adet veriyor...
Üçüncü Nokta: Kur'ân, o asýrdan tâ þimdiye kadar öyle bir belagat göstermiþ ki, Kâbe’nin duvarýnda altýnla yazýlan en meþhur ediplerin ‘Muallakât-ý Seb’a’ namýyla þöhret þiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kýzý, babasýnýn kasidesini Kâbe’den indirirken demiþ, ‘Âyâta karþý bunun kýymeti kalmadý.’
Hem bedevî bir edip, “Fesda’ bimâ tü’mer” âyeti okunurken iþittiði vakit secdeye kapanmýþ. Ona demiþler: ‘Sen Müslüman mý oldun?’ O demiþ: ‘Hayýr, ben bu âyetin belâðatine secde ettim.’
Hem ilm-i belâðatin dahilerinden Abdülkahir-i Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahþerî gibi binlerle dahi imamlar ve mütefennin edipler, icmâ ve ittifakla karar vermiþler ki, Kur'ân’ýn belâðati tâkat-ý beþerin fevkindedir, yetiþilmez.” 2
Belâðat yönlerine büyük bir dikkatle eðilen Said Nursî, Ýslâmý ve onun kutsal kitabýný cesaretle müdafaa eden bir âlim olarak, din ve Kur'ân-ý Kerim hakkýnda mülhitler ve zýndýka ehli tarafýndan ortaya atýlan þek ve þüphelere karþý koymuþtur. Hakikatte onun zamanýnda bu tür insanlar ve olumsuz faaliyetler azým sanmayacak seviyededir. Ayný zamanda bu insanlar güç ve kudretin zirvesinde bulunmaktadýrlar. Ýþte böyle insanlara karþý Said Nursî, ortaya atýlan itirazlara ce*vaplar getirmiþtir. Bu itirazlardan birisi de Kur'ân’daki tekrarlar hususundadýr. Bu konudaki yapýlan itirazlarý cevaplarken, önemli bir noktaya dikkat çeker:
“Bundan on iki sene evvel iþittim ki, en dehþetli ve muannid bir zýndýk, Kur'ân’a karþý suikastýný, tercümesiyle yapmaya baþlamýþ ve demiþ ki: ‘Kur'ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduðu bilinsin.’ Yani, lüzumsuz tekrarâtý herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun, diye dehþetli bir plan çevirmiþ.” 3
Kur'ân-ý Kerim’deki tekrarlarýn hikmetlerini açýklama gayretlerinin ardýndaki sebebi açýklarken ortaya atýlan bazý itirazlara da yer verir:
“Ýcâz ile i’câz sýfatlarýný havi Kur'ân-ý Azimüþþan’da, Bismillâhirrahmânirrahîm, Febieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân, Veylün yevmeizin lil-mükezzibîn gibi pek çok âyetler tekerrür etmektedir. Halbuki bu tekrarlar, belâðata münafîdir, usanç veriyor.” 4
Kur'ân-ý Kerim’deki tekrarlarýn kýsýmlarý
Tekrarlarýn kýsýmlarýný açýklamaya geçmeden önce, âyetlerin iki kýsma ayrýldýðýný belirtelim:
a) Ahkâm âyetleri.
b) Ahkâm âyetlerinin dýþýndaki, Allah’ýn nimetlerini beyan eden, O’nun kud*ret eserlerini hatýrlatan, O’nun azabýyla korkutan, haþir ve tevhidden bahseden âyet*ler.
Kur'ân-ý Kerim’de varid olan tekrarlar üzerinde derinlemesine bir araþtýrma yaptýðýmýzda, ahkâm bahislerinin çoðunda tekrarýn bulunmadýðýný görürüz. Tekrarlar daha ziyade Allah’ýn nimetlerini beyan eden, O’nun kudret eserlerini hatýrlatan, ölüm ve azaptan korkutan âyetlerde bulunmaktadýr. Çünkü ahkâmýn be*yanýndaki asýl maksat, insanýn bilmediði þeylerin mücerret olarak tâlim edilmesidir. Bunlarda muhatap, o hükmü duymadan önce bilmemekte, ancak hükmü iþittikten sonra kendisince meçhul olan bir þeyi öðrenmektedir. Bu sebepledir ki, ahkâm ba*hislerinde tekrar, istenmeyen bir özelliktir. Çünkü istenilen þeyin bir defa beyan edilmesiyle maksat hasýl olmuþ olur. 5
Kur'ân’da var olan tekrar çeþitli üslûplarla kendini gösterir. Tekrarlar ya ayný kelimelerin tekrarýyla, ya da mananýn tekrar edilmesiyle gerçekleþir.
1- Ayný kelimelerin tekrarý. Bu tekrar þekli de beþ þekilde ortaya çýkar.
a) Harflerin tekrarý: Bilmekteyiz ki, Kur'ân kelimeleri, sayýlarý 29 olan hecâ harflerinden oluþmuþtur. Þüphesiz ki Allahu Teâlâ, Kur'ân’da varid olan harflerin sayýsýna yeni harfler icad ederek ilave etmeye kadirdir. Kudret-i Ýlahiye bütün mümkinâta þamildir. “Þüphesiz ki Allah, her þeye Kadirdir.” (Bakara, 20) Ancak Allah, insanlarýn Kitâb’ý hýfzetmede, manalarýný ve kýraatýný daha iyi anlamada ko*laylýk saðlamak için böyle bir þey yapmamýþtýr.
b) Kelimelerin tekrarý: “Sümme inne Rabbeke lillezîne hêcerû min ba’di mâ fe*tenû sümme câhedû ve saberû inne Rabbeke min ba’dihâ le-Gafûrün Rahîm.” (Nahl, 110); “Evelem yesîrû fil-ardý fe-yenzurû keyfe kâne âkýbetüllezîne kânû min kablihim, kânû hüm eþedde minhüm kuvveten...” (Mü’min, 21)
Bu âyetlerde “Sümme” ve “Kânû” kelimeleri tekrarlanmýþtýr.
c) Bir âyetin cümle olarak tekrarý: Rahmân sûresindeki “Febieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân”, Þuarâ sûresindeki “Fettekullâhe ve atîûn”, Mürselât sûre*sindeki “Veylün yevmeizin lil-mükezzibhin” âyetlerinde olduðu gibi.
d) Belirli kýssalarýn deðiþik yerlerde tekrarý: Bu durum bütün kýssalar için geçerlidir. Bunun tek istisnasý Yusuf Aleyhisselâmýn kýssasýdýr.
e) Tekrar eden âyetlerdeki bazý kelimelerin farklý olarak kullanýlmasý: “Velâ taktulû evlâdeküm haþyete imlâkýn nahnü nerzukuküm ve iyyâhüm”, “Nahnü nerzükuhüm ve iyyâhüm” (Ýsrâ, 31) âyetinde olduðu gibi.
2- Manalarýn tekrarý. Burada da çeþitli üslûplar vardýr.
a) Mananýn önce emirle, sonra zýddý olan nehiyle tekrarý. “Ve izâ tal*laktümünnisâe fe-belaðne ecelehünne fe-emsikûhünne bi-ma’rûfin ev ser*rihûhünne bi-ma’rûfin” Bu âyetin hemen devamýnda “Velâ tümsikûhünne dýrâran li-ta’tedû” buyurulmuþtur. Burada önce boþanýlan kadýnlarýn iyilikle tutul*masý emredilmiþ (Emsikûhünne), ardýndan ayný kelime zýddýyla tekrarlanmýþtýr.
b) Mananýn ayný neticeyi eda edecek þekilde iki surette arz edilmesi. “Kul men yerzükuküm mines-semâi vel-ardý emmen yemlikü’s-sem’a vel-ebsâra ve men yah*rucul-hayye minel-meyyiti ve yahrucu meyyite minel-hayyi ve men yüdebbirul-emr..” (Yunus, 31) Bu âyetin ardýndan þöyle buyrulur: “Kul hel min þürakêiküm men yebdeül-halka sümme yuîdühû, kulillâhü yebdeül-halka sümme yuîdühû fe-ennâ yü’fekûn. Kul hel min þürakêiküm men yehdî ilel-hakk...” (Yunus, 34-35)
Ýlk âyetteki istifham (soru yöneltme), Allah’ýn böyle bir þeye Kadir olduðunu ikrar ettirmek içindir. Bundan dolayýdýr ki O, ibadete müstahaktýr. Ardýndan gelen iki âyetteki murad, Allah’a ortak koþulan þeylerde ulûhiyet sýfatlarýnýn olmadýðýnýn ikrar ettirilmesi maksadý vardýr. Buradan hareketle ortaya çýkan netice, Sadece Allah’ýn ibadete layýk ve ulûhiyette tek olduðunun ikrar edilmesi gerekliliðidir.
c) Bir mananýn farklý suretlerde, her biri diðerini te'kid eder tarzda ifade edil*mesidir ki, bu da tekrar olarak kabul edilmiþtir. Allahu Teâlâ, Ýbrahim Aleyhisselâmýn kýssasýnda þöyle buyurur: “Gecenin karanlýðý onu kaplayýnca bir yýldýz gördü. Rabbim budur, dedi. Yýldýz batýnca, batanlarý sevmem, dedi. Ay’ý doðarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batýnca, Rabbim bana doðru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi. Güneþi doðarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batýnca, dedi ki; Ey kav*mim! Ben sizin ortak koþtuðunuz þeylerden uzaðým.” (En’am, 76-78) Bu üç âyette ýsrarla üzerinde durulan mana, “þirkten uzaklaþma”dýr. Hemen ardýndan da doðru olan akîde esasý ortaya konulur. “Ben hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müþriklerden deðilim.” (En’am, 79)
Said Nursî eserlerinde ayný noktalara iþaretlerde bulunmuþtur. Þu ifadelerin*den bu manayý çýkarmak mümkündür:
“Bazen bir sayfada ihtiyac-ý makam ve ihtiyac-ý ifhâm ve belagat-ý beyan cihe*tiyle yirmi defa sarîhan ve zýmnen tevhid hakikatini ifade eder; deðil usanç, belki kuvvet ve þevk verir...” 6
Tekrarýn kýsýmlarý
Bir kelamýn tekrarý iki grupta deðerlendirilir. Bunlardan birincisi tenkit edilen ve kötü karþýlanan tekrardýr. Bir sözün anlamsýz ve maksatsýz yere tekrarlanmasý, tekrarlanan sözün bir öncekine herhangi bir katký saðlamamasý halidir. Çünkü bu durumda bir fazlalýk ve lüzumsuzluk söz konusudur. Ýkinci grup tekrar ise ilkinden çok farklýdýr.
Said Nursî, Kur'ân’daki tekrarlara yöneltilen itirazlara cevap verdikten sonra, bu iki tür tekrara veciz bir cümleyle þöyle iþaret eder:
“Her parlayan þey, yakýcý ateþ deðildir. Evet, tekrar ve tekerrür bazan usanç ve*riyor, fakat umumî deðildir. Her yere, her kelama ve her kitaba þamil deðildir. Usanç verici addedilen pek çok zahirî tekrarlar, belâðatçe istihsan ve takdir edilmektedir.” 7
Özetle Kur'ân’da çirkinlik söz konusu deðildir. Çünkü Kur'ân, düþmanlarýnýn dahi itiraf ettiði gibi gayet belîð bir kitaptýr.
Belâðat yönüyle benzersiz olan Kur'ân-ý Kerim, bütün Arap belagatçýlarýna þöyle meydan okur; “Eðer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir þüpheye düþüyorsanýz, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eðer iddianýzda doðru iseniz Allah’tan gayri þahitlerinizi de çaðýrýn.” 8
Âyette de ifade edildiði gibi, Kur'ân muarýzlarý onun bir benzerini getirmeye çok meraklý ve istekli olduklarý halde, buna imkânlarý yoktur. Bir benzerini þu ana kadar getirememiþlerdir, getiremeyeceklerdir de. Bu gerçeðe karþý mukavemet göstermek için, böylesi bir meydan okumaya karþýlýk verememenin ezikliði ile baþka bir yol tercih etmiþlerdir. Bu yol, insanlarýn zihinlerine çeþitli þek ve þüpheleri yerleþtirmektir. Ýþte bu þek ve þüphe konularýndan birisi de Kur'ân’ýn tekrarlarla dolu oluþu fikridir. Said Nursî bu iddia sahiplerinin içine düþtükleri sýkýntýyý ve on*larca tercih edilen yolun (þüpheye düþürme yolunun) Kur'ân’ýn i’câzýna bir delil olduðunu þöyle dile getirir:
“... O asrýn muannit beliðleri bir tek sûrenin mislini getirmekle kýsa bir yol olan muarazayý býrakýp, uzun olan, can ve mallarýný tehlikeye atan muharebe yo*lunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki, o kýsa yolda gitmek mümkün deðildir.” 9
Bir çok ilmî delille, bu insanlarýn tekrarlar konusundaki itirazlarýnýn gerçekçi olmadýðý ortaya konulmuþtur. Yine ilmî olarak tekrarlarýn belagatta önemli bir yeri olduðu açýklýða kavuþturulmuþtur. Ayný zamanda bu tekrarlar Kur'ân-ý Kerim’in i’câzýna dair en büyük delillerdendir. Bizler burada tekrarlardaki bazý yönler ve hikmetler ile tekrarlarýn dildeki yeri üzerinde duracaðýz. Çünkü bu mesele özellikle zamanýmýz müsteþrikleri, mülhidleri ve zýndýka ehli tarafýndan üzerinde durulan bir mesele haline gelmiþtir.
Ýþte bu tehlikeli durumdandýr ki Said Nursî ve diðer âlimler, ehl-i bâtýlýn saldýrýlarý karþýsýnda bu meseleyi en iyi þekilde açýklamaya çalýþmýþlardýr.
Belâðat ve dil açýsýndan tekrar
Tekrar, Arap dilindeki fesahat üslûplarýndan birisidir. Ayný zamanda belagat ve fesahat ustalarýnýn çokça kullandýðý bir üslûptur. Araplarýn edebiyat alanýnda adet haline getirdikleri bu tarzý Kur'ân da kullanmýþtýr. Bu durumda tekrar bahsi nasýl fesahat ve belâðat kaidelerine ters düþebilir? Bizler burada, Arap dili kaynak*larýndan konuyla ilgili bazý örnekler sunacaðýz.
Said Nursî, tekrarýn fesahat üslûplarýndan birisi, hatta belagatýn bir gereði olduðuna þöyle iþaret eder:
“...Binler netice kuvvetinde bazý cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kýsým âyetleri tekrar etmek, deðil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i’caz ve gayet yüksek bir belâðat ve muktezây-ý hâle gayet mutabýk bir cezâlettir, bir fesahattir.” 10
Ýmam ez-Zerkeþî, “El-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’ân” isimli kitabýnda þöyle der:
“Tekrarýn faydasýz olduðunu zannederek fesahat üslûplarýndan birisi olduðunu inkâr eden kiþi hata etmiþ olur. Durum asla böyle deðildir. Tam tersine kelâmýn güzelliklerindendir. Özellikle de birbiri arasýnda bir alaka varsa.” 11
Bazý âlimler tekrarý Kur'ân-ý Kerim’deki i’câz-ý belâðî (belagata dair mucizelik) arasýnda saymýþlardýr. Bunlardan birisi de Said Nursî’dir. Þöyle der:
Kur'ân, “güzel, tatlý tekraratýyla bir tek cümlede ve bir tek kýssada ayrý ayrý çok manalarý, ayrý ayrý muhatap tabakalarýna tefhim etmekte ve cüz’î ve âdi bir hadi*sede en cüz’î ve ehemmiyetsiz þeyler dahi nazar-ý merhametinde ve daire-i tedbir ve idaresinde bulunmasýný bildirmek suretiyle o cüz’î hadiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i’câzýný gösterir.” 12
Ayný þekilde bir baþka eserinde yapýlan tekrarlarýn ardýndaki faydalar ve gerek*lilik çerçevesinde Kur'ân-ý Kerim’in belagat yönünü açýklamýþtýr. 13
Mennâ’ el-Kattân, Kur'ân-ý Kerim’deki tekrarlarýn hikmetini açýklarken þunlarý söyler:
“Kur'ân’daki belagat en yüksek mertebesindedir. Belagatýn özelliklerinden bi*risi de bir mananýn muhtelif suretlerle ibraz edilmesidir. Bir kaç yerde ifade edilen bir kýssa, her birisi diðerinden farklý üslûplarla aktarýlmýþtýr. Her birisi farklý kalýpla ele alýnmýþtýr. Ýnsan bu tekrarlardan asla usanmaz, bilâkis her birisinde, diðerini okurken hâsýl olmayan manalar kendi nefsinde tekrar ortaya çýkar. Bir mananýn müteaddit suretlerde ortaya konulmasý i’câzýn kuvvetinden ileri gelir. Böyle bir þeyin benzerini ortaya koymada, Arap belagatçýlarý aciz kalmýþlardýr.” 14
Daha önce de ifade edildiði gibi tekrar, Arap dilinde kullanýlan üslûplar arasýndadýr. Bu durumu cahiliyet dönemi þiirinde, eski ve yeni Arap edebiyatýnda da açýkça görebiliriz. 15
Tekrar ve Kur'ân
Tekrarýn Arap edebiyatý üslûplarýndan ve belagat kaidelerinden birisi olduðu anlaþýldýðýna göre, bütün dillerin yaratýcýsýnýn kitabýnda, konumuza iþaret eden âyet*lere baþvurabiliriz. Allahu Teâlâ þöyle buyurur:
“Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve býkýlmadan tekrar tekrar oku*nan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanlarýn, bu Kitabýn etkisinden tüyleri ürperir...” 16
Zemahþerî, bu âyeti tefsir ederken þunlarý söyler:
“Âyetteki ‘mesâniye’ kelimesi ‘müteþâbihen’ kelimesini açýklamaktadýr. Çünkü Kur'ân’da tekrar edilen kýssalar birbirlerine benzemektedir. ‘El-Mesânî’ ke*limesi ‘mesnâ’ kelimesinin çoðuludur. Buradaki manasý, tekrarlanan kýssadaki hükümlerin, emir ve nehiylerin vaad ve vahitlerin (azabý vadetmeye dair ifadele*rin) ve öðütlerin birbirlerine benzemesidir.” 17
Kur'ân-ý Kerim’deki tekrarlarýn hikmetleri
Malûmdur ki, hikmet sahiplerinin sözleri hikmetten hali olmayacaðý gibi, belagatçýlarýn sözlerinde abes bir þey tekrarlanmaz. Tekrarýn olmasý halinde mutlaka bir fayda ve yeni bir mana vardýr. Ýnsanlarýn sözleri faydasýz ve abes olabilir mi? Kur'ân’da tekrarlanan bir kelime veya bir âyet mutlaka bir hikmet ve faydaya binaen tekrarlanmýþtýr. Tekrarlarýn hikmetlerini þöyle sýralayabiliriz;
1) Takrir ve te’kid.
Kur'ân, insan hakkýnda istediklerinin sabit olmasýný irade etmektedir. Çünkü Kur'ân bir akîde ve bir zikir kitabýdýr. Akîde ise ancak tekrarla saðlam temellere oturtulabilir. Çünkü tekrar edilen þeyde bir karar kýlma ve te’kid söz konusudur. Said Nursî bu manayý eserlerinin bir çok yerinde deðinmiþtir. Bir risalesinde þöyle der:
“Tekrarý iktiza eden duâ ve davet, zikir ve tevhit kitabý dahi olduðunu bil*dirmek sýrrýyla, güzel, tatlý tekraratýyla bir tek cümlede ve bir tek kýssada ayrý ayrý çok manalarý, ayrý ayrý muhatap tabakalarýna tefhim etmekte”dir. 18
Bu hakikat Kur'ân’da da açýklanmýþtýr. Allahu Teâlâ, Kur'ân’daki kýssa ve ha*berlerin tekrarlanma sebebini þu âyetlerde ifade buyurmuþtur:
“And olsun ki biz, düþünüp öðüt alsýnlar diye, sözü (vahyi) birbiri ardýnca yetiþtirmiþizdir.” 19
“Biz onu böylece Arapça bir Kur'ân olarak indirdik ve ondan ikazlarý tekrar tekrar açýkladýk...” 20
Dr. Ahmed Bedevî konu hakkýnda þöyle der:
“Kur'ân, tekrarla yapýlan te’kidi, mananýn okuyucu nefsinde sabitleþtirilmesi ve kalplerinde karar kýlýnmasý için bir vesile olarak istihdam etmiþtir. Kur'ân’da cümleler halinde tekrarla te’kid edilen manalar, insan nefsinde tesir uyandýrmaktadýr.” 21
Bir þey üzerinde yapýlan te’kid, nefiste o mananýn karar kýlmasýný saðlar. Allah’a ve O’nun kudretine iman, O’nun nimetlerini hatýrlama, hiç bir malýn ve evladýn olmadýðý ve fayda etmediði günden korkma, risâletin ispatý gibi kavramlar, Müslüman insanýn üzerinde odaklaþmasý gereken konulardýr. Bu yüzden zikredilen hususlar Kur'ân’da çokça tekrar edilmiþtir. Çünkü tekrar insanlarýn dikkatini bu hu*suslara çeker ve maksuda ulaþtýrýr.
Dr. Abdülgani Muhammed Said Bereke bu hususu þöyle açýklar:
“Þüphesiz ki bir husus üzerine yapýlan te'kid ve bunun tekrarý insan ruhunda büyük bir tesire sahiptir. Bu insan fýtratýna yerleþtirilmiþ bir özellikten kaynaklanýr. Çoðu insan, sözünü iþitenlere söylediklerinin daha fazla etkili olabilmesi, ifade ettiði manalarýn ve fikirlerin kabullenilmesi için te'kid ve tekrara sýðýnýr.” 22
Dr. Abdülgani, Gustav Lebon’un “Toplumlarýn Ruhu” isimli eserinden þöyle nakleder:
“Manalarýn kalplerde yerleþmesi, insan ruhuna yayýlmasý, tasdik ve iman mer*tebesine çýkabilmesi için te’kid çok önemli araçlardandýr. Te’kidin, mümkün olduðunca bir tek ibareyle tekrar edilmesi dýþýnda baþka bir yolla gerçek bir nüfûzu ve etkisi olmaz. Te'kid edilecek hususun tekrarlanmasý halinde ruhta yerleþmesi ve hakiki manada sabitleþmesi neticesi doðar. Bir humum tekrarlandýðýnda, þuurun en derinlerine kadar o hakikat karar kýlmýþ olur.” 23
Zemahþerî, tefsiri olan Keþþaf’ta, “Ýnne Rabbeke lehüve Azîzü’r-Rahîm” âyeti*nin tekrarýna yöneltilen bir itiraza cevap verdikten sonra þöyle der:
“Çünkü manalarýn ruhlarda karar kýlmasý ve kalplerde sebat bulmasý için tek*rar gereklidir... Tekrar ile umulur ki bir kulak açýlýr, bir akýl cilâlanýr. Aklýn kavra*yamadýðý bir husus açýða çýkar veya üzerine bilinmezlik tozlarý biriken akýl bu kir*lerden temizlenir.” 24
Müfessirlerin çoðunun tekrarlara ayný manayý yüklediklerini görüyoruz. Bu tür yorumlar genelde þu iki âyetin tefsiri çerçevesinde yapýlmýþtýr:
“Kezâlike yübeyyinullâhü lekümü’l-âyâti vallâhü Alîmün Hakîm... Kezâlike yübeyyinüllâhü lekümü’l-âyâti vallâhü Alîmün Hakîm.” 25
Ebu’s-Suûd el-Imâdî tekrarlar hususunda þöyle der:
“Tekrar, âyetlerdeki hükümlerin te'kidi ve öneminin anlaþýlmasý için yapýlmýþtýr.” 26
Alûsî’nin görüþü þöyledir:
“Tekrar te’kidin artýrýlmasý için yapýlmýþtýr.” 27
Beydâvî der ki:
“Bu tekrarlar te’kidin artýrýlmasý için yapýlmýþtýr.” 28
Ayný þekilde, þu âyetin tefsirinde de benzer yorumlar yapýlmýþtýr:
“...Velâ yezîdü’l-kâfirîne küfruhüm ýnde Rabbihim illâ maktê. Velâ yezîdü’l-kâfirîne küfruhüm illâ hasêrâ.” 29
Ebu’s-Suûd el-Imâdî âyetteki tekrar hakkýnda þöyle der:
“Bu âyetteki tekrarlar, küfrün her bir insan için helâk edici bir son, çok çirkin bir iþ olduðunu insanlara takrir ve tembih etme manalarýný taþýmaktadýr.” 30
Said Nursî’nin þu görüþleri, ayný manayý aksettirmektedir:
“Hem Kur'ân müessistir, bir din-i mübînin esasýdýr ve þu âlem-i Ýslâmiyetin temelleridir ve hayat-ý içtimâiye-i beþeriye yi deðiþtirip muhtelif tabakâta, mükerrer suallerine cevaptýr. Müessise, tespit etmek için tekrar lazýmdýr. Te’kid için terdâd lazýmdýr. Teyit için takrir, tahkik, takrir lazýmdýr.” 31
Âlimler mananýn takrir ve te'kidinin ayný anda ifadesi için yapýlan tekrara dik*kat çekmiþlerdir. Bazý örnekler verecek olursak:
a) Vaîd ve tehdit âyetleri. “Kellâ sevfe ta’lemûne sümme kellâ sevfe ta’*lemûn”, “Vemâ edrâke mâ yevmüddîn, sümme mâ edrâke mâ yevmüddîn” âyetle*rinde olduðu gibi.
b) Ta’zim ve teaccüb makamýnda bulunan âyetler. “El-Kâriatü mel-kâriatü”, “El-Hâkkatü mel-hâkkatü vemâ edrâke mel-hâkkatü” âyetlerinde görüldüðü gibi.
c) Ý’tizâm (yüceltme) makamýnda ifade edilen âyetler. “Ve lekad yessernâ’l-Kur’âne liz-zikri fe hel min müddekir” âyetinde olduðu gibi.
d) Allah’ýn kullarýna verdiði nimetleri ifade ve kudretini beyan eden ma*kamýnda olan âyetler. “Efe raeytüm mâ tahrusûne efe raeytümü’l-mâellezi teþrabûn” âyetinde olduðu gibi. 32
2- Yeni bir mananýn ifade edilmesi
Yukarýda da zikredildiði üzere, tekrar hikmetten hali deðildir. Özellikle yeni bir mananýn ifade edilmesi durumunda tekrarda önemli bir hikmetin varlýðý anlaþýlacaktýr. Kur'ân, tekrar konusunda öyle belið ve bedî’ (harika) bir üslûp seçmiþtir ki, yeni yeni faydalar ve harika hikmetler hemen kendisini gösterir. Hatta bu ciheti gözönüne alýnarak, “Kur'ân’da tekrar yoktur” denilmiþtir. Said Nursî bu cihete iþaret ederek þöyle der:
“Tekrarý iktiza eden duâ ve davet, zikir ve tevhid kitabý dahi olduðunu dahi bildirmek sýrrýyla, güzel, tatlý tekrâratýyla bir tek cümlede ve bir tek kýssada ayrý ayrý çok manalarý, ayrý ayrý muhatap tabakalarýna tefhim etmekte”dir. 33
Bu manayý destekler tarzda, bir baþka eserinde þöyle der:
“Her âyet için bir zahir var, bir batýn var; bir had var, bir muttala’ var. Ve her bir kýssa için çok vecihler, hükümler, faydalar, maksatlar vardýr. Binaenaleyh, mu*ayyen bir âyet her yerde öbür münasip vecih için, bir fayda için zikredilebilir. Bu iti*barla, zahiren tekrar görünse bile hakikatte tekrar deðildir.” 34
Malumdur ki, Kur'ân’daki kýssalarýn tekrarlanmasýndaki gaye, insanlara bazý hakikatlerin hatýrlatýlmasý ve delil olarak sunulmasýdýr. Hatýrlatma ve istidlal hu*susunda çeþitli yollar olabilir. Zira bir tek kýssadan muhtelif noktalara istidlal mümkündür ve çeþitli faydalarýn hasýl olmasýna bu yolla imkân saðlanabilir. Bu du*rumda bir kýssa muhtelif gayeler için tekrarlanabilir ve birden fazla yerde zikredile*bilir. Bu tekrarlar üzerine dikkatle eðilen kimse, farklý yerlerde zikredilen bu kýssalarýn her birinde yeni bir faydanýn olduðunu görecektir. Bunun içindir ki, bir kýssanýn muhtelif sûrelerde yer aldýðýný, ancak her bir yerde yeni bir üslûpla ve farklý bir ibareyle ifade edildiðini görürüz.
Kur'ân’da mükerrer olarak yer verilen bahislere dikkat edildiðinde, bu önemli özellik aþikar bir þekilde ortaya çýkacaktýr. Bunun en güzel örnekleri, tevhid ve risâlet bahisleridir. Bu konular defalarca tekrarlanmýþtýr. Ancak her bir yerde bu ko*nularýn diðerinden farklý bir üslûpla ele alýndýðý ortaya çýkacaktýr. Kur'ân bir yerde tevhidi zikrederken, tevhide itikad etmenin insan tabiatýnýn temeli olduðunu ve geçmiþ bütün peygamberlerin insanlarý bu hakikate davet ettiðini beyan ederken, bir baþka yerde tevhidin Allahu Teâlânýn verdiði nimetlerin bir gereði olduðunu zik*reder. Bir baþka yerde ise, kâinattaki ve bütün varlýklardaki nizam ve insicamýn, bir*birleri arasýndaki uyumun açýk bir çaðrý ile insanlarý Tevhid-i Rubûbiyete davet ettiðini belirtir. 35
Ayný þekilde, çok sayýda tekrar edilen âyetler vardýr. Örneðin, Rahmân sûre*sindeki “Fe bieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân” âyeti 31 defa, Mürselât sûresindeki “Veylün yevmeizin lil-mükezzibîn” âyeti 10 defa tekrarlanmýþtýr. “Ýnne Rabbeke lehüve’l-Azîzü’r-Rahîm” âyeti de çok tekrarlanan âyetler arasýndadýr. Dikkatlice bakýldýðýnda her bir tekrarda yeni bir mana ifade idildiði görülecektir. Çünkü her de*fasýnda diðerinden farklý bir bahisle alakalýdýrlar. Âyetlerin hepsi lafýzlarý itibarýyle ortak olsalar da, hakikatte farklýdýrlar.
Tâcü’l-Kurrâ Mahmud b. Hamza b. Nasr el-Kirmân, bir eserinde þöyle der:
“Veylün yevmeizin lil-mükezzibîn, âyet-i kerimesi on defa tekrarlanmýþtýr. Çünkü her bir âyet, birbirinden farklý âyetlerin akabinde gelmiþtir. Bu durumda bize göre tekrar söz konusu deðildir. Eðer bir tekrar yoksa, her bir âyet diðerinden farklýdýr demektir.” 36
Ayný müellif, “Fe bieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân” âyetiyle ilgili þunlarý söylemiþtir:
“Bu âyet 31 defa tekrarlanmýþtýr. Bunlardan 8 tanesi Allah’ýn yarattýðý þaþýrtýcý eserlerden, harika sanatlardan, yaratýlýþýn baþlangýcý ve sonundan bahseden âyetlerin akabinde gelmiþtir. 7 tanesi Cehennem ateþi ve þiddetinden, Cehennemin kapýlarýndan bahseden âyetlerden sonra gelmiþtir. 8 tanesi Cennetlerin ve ehlinin vasýflarýndan ve Cennet kapýlarýndan bahseden âyetlerin ardýndan gelmiþtir. Son olarak 8 tanesi de diðerlerinden farklý iki Cennetten bahseden âyetlerden sonra gelmiþtir. Ýlk 8 âyete inanan kimse diðer iki 8 âyette ifade edilenlere hak kazanýr ve 7 âyette belirtilen azaptan kurtulmuþ olur.” 37
Ebu Süleyman Ahmed b. Muhammed b. Ýbrahim el-Hýtâbî de ayný tarz yaklaþýmý benimsemiþtir. “Beyânü Ý’câzi’l-Kur’ân” isimli eserinde þöyle der:
“Rahmân sûresinde Allahu Teâlâ, cin ve insanlara ayný anda hitap etmiþtir. Onlar için yarattýðý nimetleri sýralamýþ, saydýðý her bir nimetin ardýndan, onlarýn kendisine þükretmeleri gerektiðini ikrar ettirmek için ayný âyeti tekrarlamýþtýr. Ayný þekilde, Mürselât sûresinde kýyâmet gününün halleri ve korkunç hadiseleri zik*retmiþ, insanlarý gelecek azap ile korkutmuþ ve ayný âyeti tekrarlamak suretiyle uyarmýþtýr. Her iki sûrede de âyetlerin tekrarlanmasý belagata son derece uygundur ve saðlam bir hüccetin ikâmesi için te’kidde bulunulmuþtur.” 38
Ýmam er-Râzî, “Ve alallâhi fel-yetevekkelil-mü’minûn” ve “Ve alallâhi fil-ye*tevekkeli’l-mütevekkilûn” 39 âyetlerini yorumlarken þöyle der:
“Birinci âyette tevekkülde bulunmanýn lüzumu, ikincisinde ise tevekkül eden insanlarýn bu tevekküle devam etmeleri manasý vurgulandýðýndan, iki âyette tekrar olmuþtur.” 40
Ayný manayý Zemahþerî de el-Keþþâf isimli tefsirinde dile getirmiþtir. 41
3- Kur'ân’ýn i’câz ve belagatýnýn Araplara beyaný.
Kur'ân-ý Kerim, kâfirlere yönelik olarak bir sûresinin veya bir âyetinin benze*rini getirmeleri için meydan okumuþtur. Bunun içine elbette tekrar edilen âyetler de girmektedir. Buna raðmen onlar hem lafýz, hem mana itibariyle bir sûrenin veya bir âyetin benzerini getirmekten acizdirler ve buna imkân bulamamýþlardýr.
Tekrar, -yukarýda da ifade edildiði gibi- Araplarda kullanýlan belagat üslûplarýndandýr. Said Nursî, Kur'ân-ý Kerim’deki belagat-ý beyana iþaret ederken, tekrarýn sebeplerine de temas etmiþ, tekrarý Kur'ân’ýn belagatý ve fesahati deðerlendirmiþtir:
“...Bazen bir sayfada iktizây-ý makam ve ihtiyaç-ý ifhâm ve belagat-ý beyan cihe*tiyle yirmi defa sârihan ve zýmnen tevhid hakikatini ifade eder; deðil usanç, belki kuvvet ve þevk verir.” 42
“Fe bieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân” ile “Veylün yevmeizin lil-mükezzibîn” âyetlerinin tekrarý hakkýnda þunlarý söyler:
Bu iki âyet, “cin ve nev-i beþere, kâinatý kýzdýran ve arz ve semâvâtý hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve haþmet-i saltanat-ý Ýlahiyeye karþý inkâr ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarýný ve zulümlerini ve bütün mahlukatýn hukuklarýna tecavüzlerini asýrlara ve arza ve semavâta tehditkârâne haykýran bu iki âyet, böyle binler hakikatlerle alakadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir îcaz ve cemâlli bir i’câz-ý belagattýr.” 43
“Kur'ân öyle hakikatli bir halâvet göstermiþ ki, en tatlý bir þeyden dahi usandýran çok tekrar, Kur'ân’ý tilâvet edenler için deðil usandýrmak, belki kalbi çürümemiþ ve zevki bozulmamýþ adamlara tekrâr-ý tilâveti halâvetini ziya*deleþtirdiði eski zamandan beri herkesçe müsellem olup, darb-ý mesel hükmüne geçmiþ.” 44
Þeyh Mennâ’ el-Kattân, tekrarýn faydalarýný açýklarken þöyle der:
“Tekrarýn faydalarýndan birisi de, i’câzýn kuvvetini artýrmaktýr. Araplarýn bir tek sûresini bile ortaya koymaktan aciz olmalarýnýn yanýsýra, bir tek mananýn müteaddit sûrelerde irad edilmesi, Kur'ân’ýn meydan okumasýnýn sebeplerinden bi*risini açýkça göstermektedir.” 45
4- Tekrarýn büyük bir hakîkatin beyanýný içermesi
Bir akîde kitabý olmasý hasebiyle Kur'ân-ý Kerim’de, tevhid delillerini ve ahire*tin, risâletin ispatýna dair hükümleri, dalâlet fýrkalarýnýn iddialarýnýn reddi, Allah’ýn razý olduðu veya olmadýðý þeylerin beyaný ve bunlardan her birinin karþýlaþacaðý iyi veya kötü akýbetin açýklanmasý gibi hususlar tekrar edilmiþtir. Çünkü bu konular insanlýk hayatýnda çok büyük inkýlâplarýn meydana gelmesine sebep olan büyük meselelerdir. Ahiret, bütün varlýk âlemlerinin ve imkân dairesinin görebileceði en büyük inkýlâptýr. Tevhid, insanýn ebedî saadet ve þekavedinin etrafýndan döndüðü en büyük meseledir. Ýnsanýn Cennete nâil olmasý, insaný ölüm ve idam-ý ebedî ta*savvurlarýndan kurtaran, ona ebedî bir saltanat ve daimî bir saadet kazandýran çok önemli bir neticedir. Ýnsanýn küfre düþmesi ise baþlý baþýna bir þekâvet, göklerin ve yerin gazabýný celbeden büyük bir tecâvüzdür.
Said Nursî, bu hususlara eserlerinde çokça yer vermiþtir. Þunlarý söyler:
“Bilirsiniz ki, Kur'ân pek büyük meselelerden bahseder. Ve kalpleri iman ve tasdike davet eder. Ve çok ince hakikatlerden bahis açar. Akýllarý marifete, dikkate tahrik eder. Binaenaleyh o mesâilin, o ince hakâikin kalplerde, efkârda tespit ve takrîri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslûplarla tekrara ihtiyaç vardýr.” 46
5- Risâletin ispatý ve mü'minlerin, kýssalardaki tekrarýn önemli faydalarýndan yararlanmalarý.
Þüphesiz ki Allahu Teâlâ, Hz. Nebî Aleyhisselâmýn Risâletini bu kýssalarla is*pat etmektedir. Bütün enbiyânýn nübüvvetleri Risâlet-i Ahmediye’nin hak olduðuna ve sýdkýna bir hüccettir. Zira Onun nübüvvetini inkâr edebilmek için bütün enbiyanýn nübüvvetini inkâr etmek gerekecektir. Ayný zamanda bu kýssalar mü’minlere, o peygamberlerin sonuçta nasýl kurtuluþa erdikleri ve azgýn güruhlarýn nasýl kötü akýbetlerle yüz yüze kaldýklarýný göstererek teselli vermektedir. Þüphesiz ki Allah, kendine düþmanlýk yapanlardan intikamýný alacaktýr. Týpký Âd ve Semûd kavminden aldýðý intikam gibi.
“Ve bilhassa çok tekrarla ‘ez-zâlimîn... ez-zâlimîn...’ deyip tehditleri ve zulümlerinin cezasý olan musibet-i semâviye ve arziyeyi þiddetle beyaný, bu asrýn emsalsiz zulümlerine, kavm-i Âd ve Semûd ve Fir’avunun baþlarýna gelen azap*larla baktýrýyor. Ve mazlu ehl-i imana, Ýbrahim ve Musa Aleyhimesselâm gibi enbi*yanýn necatlarýyla teselli veriyor.” 47
6- Kur'ân’ýn tamamýný okumaya güç yetiremeyenlere bir fýrsat sunma.
Tekrarlar, Kur'ân-ý Kerim’i baþtan sona kadar okumaya güç yetiremeyen kim*selere fýrsat sunmaktadýr. Bu özelliði ortaya koyan bir çok örnek sunabiliriz. Mesela, Hz. Nebî (S.A.V.) çeþitli kabilelere muhtelif sûrelerden bölümler gönderiyordu. Hatta bunlarda tekrar olmasa da, bazý bölümler bir kavme, bazýlarý da diðer kavme düþebiliyordu. Buradan hareketle, bütün Kur'ân’ý okumaya güç yetiremeyen insan, bir bölümünü okumakla, tamamýný okumuþ sevabýný kazanýyordu. Çünkü bili*yordu ki, Kur'ân’ýn tamamý benzer mefhumlarý ve esaslarý ihtiva etmektedir. Said Nursî bu özelliðe üstün bir belagatla þöyle iþaret eder:
“Kur'ân bütün beþerin tabakatýna hitap ve deva olduðu için, zeki-gabî, takî-þakî, zâhid-gayr-ý zâhid, bütün insan tabakalarý þu hitâb-ý Ýlâhiyeye mazhar ve eczâhane-i Rahmâniyeden ilaç almaya haklarý vardýr. Halbuki, Kur'ân’ý tamamen ve daima okumak herkese müyesser deðildir. Bunun için, lüzumlu olan maksatlar, hüccetler bilhassa uzun sûrelerde tekrar edilmiþtir ki, her bir sûre hemen hemen bir küçük Kur'ân hükmünde olsun ki, herkes suhûletle istediði vakit istediði sûreyi okumakla tam Kur'ân’ýn sevabýný kazanabilsin. Evet, ‘Ve lekad yesserna’l-Kur’âne liz-zikri’ (Kamer, 32) olan âyet-i kerime bu hakikati ispat ediyor.” 48
Hiçbir kimsenin mahrum kalmayacaðý þekilde, bu kolaylýk herkese tanýnmýþtýr. Tevhid, haþir ve Musa Aleyhisselâm kýssalarý tekrar edilmiþtir. Bunlarýn dýþýnda çok lüzumlu olan mefhumlar da tekrarlanmýþtýr. Bu manayý Said Nursî, Sözler isimli eserinde þöyle açýklar:
“Üslûb-u Kur'ân’ýn o kadar acîb bir cem’iyyeti vardýr ki, bir tek sûre, kâinatý içine alan bahr-ý muhît-i Kur’ânî’yi içine alýr. Bir tek âyet, o sûrenin hazinesini içine alýr. Âyetlerin çoðu, her birisi birer küçük sûre; sûrelerin çoðu, her birisi birer küçük Kur'ân’dýr.
Ýþte þu i’câzkârâne îcâzdan, büyük bir lütf-u irþaddýr ve güzel bir teshildir. Çünkü herkes, her vakit Kur'ân’a muhtaç olduðu halde, ya gabâvetinden veya baþka esbâba binaen, her vakit bütün Kur'ân’ý okumayan veyahut okumaya vakit ve fýrsat bulamayan adamlar Kur'ândan mahrum kalmamak için, her bir sûre birer küçük Kur'ân hükmüne. hatta her bir uzun âyet birer kýsa sûre makamýna geçer. Hatta Kur'ân Fatiha’da, Fatiha dahi Besmelede münderiç olduðuna ehl-i keþif müttefiktirler. Þu hakikate burhan ise, ehl-i tahkikin icmâýdýr.” 49
7- Umumun anlamasýný saðlama.
Kur'ân-ý Kerim âvâm ve havas bütün insanlara hitap eder. Bu yüzden âvâmýn da anlamasýný saðlayacak özelliklere sahiptir. Çünkü o mürþiddir. Ýrþadýn en önemli hususiyetlerinden birisi, âvâmýn nazarýný kendine çekmek, âvâmýn hislerine riâyet etmek ve cumhurun fikrine yakýn olmaktýr. Bu özellikten dolayýdýr ki, Allahu Teâlâ bazý hususlarý tekrar etmiþtir.
Said Nursî hazretleri bu konuda þöyle der:
“Bil ki, Kur'ân-ý Mucizü’l-Beyân’ýn ifadesinde çok þefkat ve merhamet var. Çünkü, muhataplarýn ekserisi, cumhur-u avâmdýr. Onlarýn zihinleri basittir. Nazarlarý daha dakik þeyleri görmediðinden, onlarýn besâtet-i efkârýný okþamak için, tekrarla, semâvat ve arzýn yüzlerine yazýlan âyetleri tekrar ediyor, o büyük harfleri kolaylýkla okutturuyor.” 50
“...Hem dünya ve ahiretin, arz ve semâvâtýn, ezel ve ebedin ve Hâlýk-ý Kâinatýn rububiyetine ve bütün mahlukâtýn tedbirine dair kavânin-i Ýlâhiyenin gayet yüksek ihâtalý beyanâtýnýn makamýndan aldýðý vüs’at ve ulviyet ve ihâta cihe*tiyle, o hitap öyle bir yüksek i’câzý ve þümûlü gösterir ki, ders-i Kur’ân’ýn, muhatap*larýndan en kesretli taife olan tabaka-i avâmýn basit fehimlerini okþayan zahirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayý da tam hissedar eder.” 51
Tâcülkurrâ el-Kirmânî ayný özelliðe iþarette bulunur ve “Veylün yevmeizin lil-mükezzibîn” âyetini yorumlarken þöyle der:
“Terðîb ve terhîbde (bir þeye teþvik etme ve korkutmada) kelâmýn basit olmasý umumun idrakini kolaylaþtýran bir husustur.” 52
HATÝME
Buraya kadar anlattýklarýmýz ýþýðýnda görüldü ki, Kur'ân-ý Kerim’deki tekrarlar hikmetten hali deðildir. Bu konuda muarýzlar tarafýndan bazý itirazlar yöneltilmiþtir. Hemen zikretmemiz gerekir ki, Said Nursî bu tür itirazlara karþý tek*rarlardaki hikmetleri beyan eden mümtaz âlimlerdendir. Bediüzzaman kýssalar ve lafzý tekrarlar üzerinde geniþ olarak durmuþ, tekrarýn bütün kýsýmlarý ve hikmetle*rini ihtiva eden açýklamalar yapmýþtýr. Onun geniþ ilmînin ve muhakemesinin göstergesi olan ve tekrarlar konusuna geniþçe yer verdiði eserlerinin çoðunu hapiste yazmasý dikkat çekici bir husustur. Ancak kitaplarý, bütün bunlara raðmen, cumhu*run kabulüne mazhar olmuþtur. Allahu Teâlâ’dan dileðimiz odur ki, bu azîm pýnardan kana kana içelim ve bu kýymetli kitaplardan alabildiðine faydalanabilelim.
TEÞEKKÜR
Bu sempozyumu tertipleyenlere en içten teþekkürlerimi sunuyorum. Buradan hareketle böylesi bir faaliyet için sarf edilen gayretleri, Üstad Bediüzzaman’ýn þu duâsýnýn ve çaðrýsýnýn birer meyvesi olarak görüyorum:
“...Kâleme aldýðým þu Ýþârâtü’l-Ý’câz adlý eserimi, hakiki bir tefsir niyetiyle yapmadým. Ancak ulemâ-i Ýslâmdan ehl-i tahkîkin takdirlerine mazhar olduðu tak*dirde, uzak bir istikbalde yapýlacak yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me’haz olmak üzere, o zamanlarýn insanlarýna bir yadigar maksadýyla yaptým.” 53
Bu çalýþmamý, Said Nursî’nin Kur'ân’daki tekrarlara itiraz yöneltenlere ve bu yolla Kur'ân’ýn i’câzý hususunda insanlarý þüpheye düþürme gayreti içinde olanlara yönelik söylediði sözlerle bitirmek istiyorum. Risalelerinin bir yerinde tekrarlarýn hikmetlerini açýkladýktan, bu konudaki hüccetleri beyan ettikten, tekrarlar arasýndaki uyum ve insicâmý belâðat kurallarý çerçevesinde beyan ettikten, ifadedeki güzelliði ve harikalýðý artýrdýðýna iþaret ettikten sonra þöyle der:
“Ýþte Kur'ân’ýn tekrar edilen hakikatleri bu kýymette olduðundan , tekraratýnda kuvvetli ve geniþ bir mu’cize-i manevîye bulunmasýna fýtrat-ý selime þahadet eder, meðer maddiyunluk tâunuyla maraz-ý kalbe ve vicdan hastalýðýna müptela ola!
‘Kad yünkirul-mer’ü dav’eþ-þemsi min râmed.
Ve yünkirul-femü ta’mel-mâi min sakam’
(Kör adam, güneþin ýþýðýný bilmez. Hasta aðýz da suyun tadýný almaz) kaidesine dahil olur.” 54
____________________
1 1973 yýlýnda Pakistan'da dünyaya geldi. Pakistan Ýslamabad El Hakkaniye Üniversitesinde öðretim üyesidir. Ayrýca Pakistan'da Öðrenci Ýþleri Baþkaný olarak görev yapmaktadýr.
2 Bediüzzaman Said Nursî, Kaynaklý-Ýndeksli-Lügatli Risâle-i Nur Külliyatý, C. 1-2, Ýstanbul-1996, s. 911.
3 Said Nursî, s. 977.
4 Said Nursî, s. 1167.
5 Veliyyullah ed-Dehlevî, el-Feyzül-Kebîr, Karaçi, s. 68.
6 Said Nursî, s. 975.
7 Said Nursî, s. 1167.
8 Bakara, 23.
9 Said Nursî, s. 911.
10 Said Nursî, s. 973.
11 Ez-Zerkeþî, El-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 1957, C. 3, s. 9.
12 Said Nursî, s. 973.
13 Said Nursî, s. 972.
14 Mennâ’ El-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mýsýr-1990, s. 380.
15 Örnekler için bkz. Eyyâmül-Arab el-Câhiliyye, s. 142, Cem’iyyetü’l-Buhûs el-Ýslâmiyye, sayý: 23, s. 339; Muhammed Ahmed el-Câlî, Eyyâmül-Arab fil-Câhiliyye, s. 161-162.
16 Zümer, 23
17 Zemahþerî, el-Keþþâf, 1973, C. 3, s. 295.
18 Said Nursî, s. 973.
19 Kasas, 21
20 Tâhâ, 113
21 Dr. Ahmed Bedevî, Min Belâðatil-Kur’ân, s. 143.
22 Dr. Abdülgani Muhammed Said Bereke, Üslûbü’d-Da’vei’l-Kur’âniyye, Mektebetü Vehbe, s. 35.)
23 Dr. Abdülgani Muhammed Said Bereke, A.g.e., s. 35.
24 Zemahþerî, C. 3, s. 334.
25 Nur, 58-59
26 Ebu’s-Suud, Tefsîr, C. 4, s. 75.
27 Alûsî, Rûhu’l-Meânî, C. 18, s. 222.
28 el-Beydâvî, C. 2, s. 89.
29 Fâtýr, 39
30 Ebu’s-Suûd, C. 4, s. 246.
31 Said Nursî, s. 96.
32 Konu hakkýnda daha geniþ bilgi için bkz. Dr. Hüseyin Matâvi’ et-Tertûrî, El-Ý’câzü’l-Beyânî lil-Kur’âni’l-Kerîm, Mecelletü’l-Buhûsi’l-Ýslâmiyye, sayý: 241, s. 33.
33 Said Nursî, s. 973.
34 Said Nursî, s. 1362.
35 Ebulleys en-Nedvî, el-Ba’sü’l-Ýslâmî, sayý: 3, H. 1415, s. 24.
36 Mahmud b. Hamza b. Nasr el-Kirmân, Esrâru’t-Tekrâr fi’l-Kur’ân, Dâr’ul-Ý’tisâm, s. 213.
37 Mahmud b. Hamza, A.g.e., s. 198.
38 Beyânü Ý’câzi’l-Kur’ân, Selâsü Resâilin fi’l-Ý’câzi’l-Kur’ânî, s. 53.
39 Ýbrahim, 11-12
40 Er-Râzî, Mesâil, s. 159.
41 Bkz. Zemahþerî, Keþþâf, C. 2, s. 544.
42 Said Nursî, s. 973.
43 Said Nursî, s. 973.
44 Said Nursî, s. 912.
45 Þeyh Mennâ’, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, s. 308.
46 Said Nursî, s. 1362.
47 Said Nursî, s. 972.
48 Said Nursî, s. 1361-1362.
49 Said Nursî, s. 178.
50 Said Nursî, s. 650-651.
51 Said Nursî, s. 972.
52 El-Kirmânî, Esrârü’t-Tekrâr fi’l-Kur’ân, s. 213.
53 Said Nursî, s. 1157.
54 Said Nursî, s. 976.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
SAÝD NURSÝ’NIN ESERLERÝNDE
KUR’ÂN YORUMU, KAMU ALANI VE DÝNDAR ENTELLEKTÜELLER
Prof. Dr. Dale F. Eickelman 1
“Örnek” þahsiyetlerin tarihçe-i hayatlarý, yazýlarý ve sözleri; edebiyatýn veya dinin büyük eserleri gibi “temel” bir paradoksu da ortaya koyarlar. Muvaffak olmak için [öncelikle] yakýnlýk ve önemleri itibariyle ortaya çýktýklarý zaman ve zemindeki muhataplarýnýn tasavvurlarýný cezbetmelidirler. Eðer bu düþünce metinleri muhataplarýnýn içtimai þartlarýna yeterli derecede bir berraklýk kazandýramazsa büyük bir ihtimalle muhataplarý tarafýndan “ilgisiz, gerçekdýþý, yapmacýk ve oldukça mücerret” 2 olarak telakki edileceklerdir. Bu metinler içinde bulunduklarý zaman ve mekana çok yakýndan baðýmlý olurlarsa, bu kez kýsa bir sure sonra ilk muhataplarý için ne kadar ikna edici olmalarý bir yana býrakýlarak, “muhtemelen dar görüþlü, zamana baðýmlý olarak telakki edilecek; daha geniþ ve daha sürekli muhataplarýn ilgisini cezbetmede baþarýsýz olacaklardýr".3 Bu gün kim New York eyaletinin üst kesimlerinde yer alan 1840’larýn Milletlerini veya dini “uyanýþ” hareketlerini hatýrlýyor? Bunlardan sadece Joseph Smith tarafýndan kurulaný baþarýlý ve geliþen bir hareket olarak bilinmekte, diðerleri ise sadece konunun uzmanlarý tarafýndan bilinmektedir. 4 Temel metinler ve ileri sürdükleri fikirler ortaya çýktýklarý ve hitap ettikleri zaman ve zeminini aþmalý ve gelecek nesillerin farklý taleplerine de hitap etmelidirler.
Robert Wuthnow Avrupa tecrübesinin sonucu olan üç önemli düþünceyi -Reform, Aydýnlanma ve Avrupa sosyalizm - incelerken bu “hitap” problemini ele alýr. Benim Müslüman dünyasý için hareket noktam ise dindar bir aydýn olan ve eserleri ve tecrübeleri hilafetin son yýllarý ile Türkiye Cumhuriyetinin hýzla geliþmekte olan siyaset ve ekonomisi arasýnda köprü vazifesi gören Bediüzzaman Said Nursi’nin (1876-1960), Kur’ân tefsiridir. Hem Nur Hareketine intisap edenler ve Nur hareketini izleyenler Osmanlý’nýn baskýcý politikalarýný “Ýslam adýna” eleþtiren; Ýslam ve anayasacýlýðýn telif edilebilirliðini savunan “Eski Said’in” (1887-1923) devrimciliði ile, “birey ve adil bir toplumun teþekkülünde imanýn rolü” uzerinde odaklanmýþ “Yeni Said”den bahsederler. 5
Kur’an tefsirlerinin uslüp ve metodu - kim yazmýþ, hangi baðlamda yazmýþ ve hangi muhataplar için yazmýþ - kutsal metinler de dahil temel metinlerin yorumcusunun farklý zaman ve durumlarý nasýl birbiriyle telif ettiði, topluluk ve toplumun yeni anlamýný nasýl þekillendirdiðiyle ilgili kavrayýþlar sunar. Said Nursi’nin düþünceleri ve bunlarý sunma tarzý zamanla önemli þekilde geliþti ve hem hayatýnda hem de vefatýndan sonra farklý zamanlarda oldukça farklý muhataplara ulaþtý. Nursi’nin düþüncelerinin incelenmesi, Türkiye’de ayný zamanda deðiþmekte olan kamu alanýyla ilgili önemli fikirler sunar.
Bin yýlýn son yarýsýnda Avrupa'da ortaya çýkan temel metinleri Kur’ân yorumuyla ilgili son metinlerle karþýlaþtýrma, ilk bakýþta geliþmekte olan kamu alanýnýn tabiatý ve çaðdaþ toplumlarda entelektüellerin rolünü ortaya çýkarma baðlamýnda birbiriyle telifi mümkün olmayan iki konu gibi görünebilir. Bununla birlikte, Müslüman alimler geçmiþteki yorum, gelenekteki birbirinden ayrýlmaz ve özgün fikirlerin kesintisiz aktarýcýlarý/temsilcileri olarak övünürler. Bu öðrenme geleneðini deðiþtirme ve yeni fikirleri bunlara ilka’ etme/aþýlama öyle zor bir görevdir ki, geleneðe katkýda bulunan bir çok kiþi yeni yaklaþýmlar önerdiklerini inkar ederler. 6 Nursi üzerine odaklaþmanýn tüm sebepleri de iþte tam burada yatmaktadýr. Nursi ve onun hayatýný yazanlar onun eserlerinin ve düþüncesinin çaðdaþ yönlerini vurgularlarken- özellikle de onun metinlere eleþtirel ve akli tavri- Nursi örneði, birçok taraftarý tarafýndan da yorumlandýðý gibi, geleneksel temel öðrenme kalýplarýnýn meþru zemini üzerine bina etmektedirler. Böylece, hayatýný yazanlardan biri þunu nakleder: Nursi Bitlis Valisinin misafiri olarak Bitlis'te iki yýl kaldýðý sýralarda “Kur’an’ýn büyük bir bölümünü” ezberlemeye baþlar ancak bunu tamamlamaz. Bununla beraber, ayný dönemde “Kur’an’in hakikatlerine anahtar” mesabesindeki Ýslami ilimler ile felsefeye ait 40 kitabý ezberler. 7 Ayný þekilde, onun Sufi tarikatlerle olan baðlantýsý bir safhada onlarý dini hakikatlere “tanýklýk etme” makamý olarak görüp saygý ile yaklaþýrken, diðer yandan Kur’an ve vahye bel baðlamada onlara daha alt bir makam vermesiyle de yapýcý bir göstermektedir. 8
Nursi’nin Kur’an yorumunun yenilikçi üslubunun en mükemmel örneði Risale-i Nur’da tecessüm etmiþtir. Risale-i Nur, Müslüman toplumlarda tezahür etmeye baþlayan ve çok sayýda bireyin medeni, dini deðerler ve mesuliyetlerle ilgili tartýþma ve konuþmalarda daha çok yer aldýðý kamu alaný ile, genelde dindar entelektüellerin çaðdaþ toplumlardaki rolü ile ilgili kavrayýþlar sunmaktadýr. Risale-i Nur, ayrýca Avrupa toplumlarýnda hala devam eden dindar entelektüellerin kamu alanýna ve sivil topluma katkýlarýný anlamada da önemli ipuçlarýný ihtiva etmektedir. 1940'larýn sonlarýndan 1970'li yýllara kadar hakim olan ve günümüzde de hala etkisini sürdüren hakim bir düþünce tarzý olan modernleþme teorisinin erken versiyonlarý Nursi gibi dindar entelektüellerin toplumdaki rollerini anlamayý savsakladý. Böylece, Avrupa sosyal düþüncesine önemli katkýlarda bulunan Eward Shils entelektuellerin daha çok modern öncesi dönemde toplumun kutsal merkezlerinde etkili olduklarýný, bununla beraber “modern” zamanlardaki dini yönlendirmelerin “yaklaþmakta olan entelektüel seçkinlerin yaratýcý kapasitelerinin azalan bir bölümünü” cezbettigini yazdý. 9 En son yaklaþýmlar 1950'li ve 1960'li yýllarda bazý düþünürlerce benimsenen modernliðin tek bir yolundan/yorumundan ziyade, “çok yönlü modern iteleri” düþünmenin deðerini yeniden ileri sürdüler. 10 Nursi’nin mesaisinin ve örneðinin önemi iste bu son yaklaþýmlarla ortaya çýkmaktadýr.
Nursi ve “Toplumsal Baðlamý Ýfade” Konusu
Said Nursi’nin eserleri ve hayatý, modern dünyada dini anlama ile düþüncelerin ortaya çýktýklarý tarihi durum ve toplumsal baðlamlarýn ötesine nasýl geçebilecekleriyle ilgili son derece enteresan ve zengin bir bakýþ açýsý sunar. Fikirlerinin büyük ekseriyeti ortaya çýktýklarý tarihe irca edilebildiði; böylece belirli zaman ve durumlar içerisine yerleþtirilebildikleri için bu fikirler daha bir önem kazanmaktadýrlar. Nursi’nin fikirleri ve eserleriyle ilk kez tanýþmam dostum ve arkadaþým olan Þerif Mardin’le olan konuþmalarýmla baþladý. Önce 1970'li yýllarýn sonunda ve daha sonra ise 1980'li yýllarýn ortalarýnda yazdýðý kitabýn müsveddesini okumamý istedi. Kitap ancak 1989’da yayýnlanabildi. Bu gecikmenin sebepleri, Mardin’in Türk toplumunda dini entelektüellerin rolüyle ilgili deðerlendirmede Nursi’nin hayatýný tercih etmesinin önemi hakkýnda çok þey söylemektedir. 11 Kitabýn yayýnlanmasýndan önce ve sonra Mardin'le yaptýðýmýz mektuplaþma ve konuþmalar, kendisi için böyle bir kitabý yazmasýnýn niçin bu kadar zor olduðunu, ancak son zamanlarda ortaya çýkarmýþ bulunmaktadýr. Birincisi, kendisinin yaklaþýmý 1950'li ve 1960'li yýllarda hakim olan ve “modernleþen” bir toplumda dini düþünce ve uygulamalarýn etkisinin tedricen azaldýðýný varsayan siyasi ‘modernleþme’ teorisinin temel ilkelerinden farklýlýk arz etmekteydi. Bu, Mardin’in de bir akademisyen olarak içerisinde yetiþtiði siyaset bilimi geleneði idi. Bu hakim anlayýþýn tersine, Mardin tedricen modernleþmeyi din ve kültürün çok hassas bir þekilde ekonomik geliþme ile modern toplumlarýn diðer talepleriyle içiçe geçtiði karmaþýk bir etkileþim süreci olarak görmeye baþladý. 12
Mardýn ayrýca ikinci bir meydan okumayla da karþýlaþtý. Onun Nursi’nin misyonu ile ilgili çalýþmasý 19. Yüzyýlýn son dönemlerinden 20. Yüzyýlýn ortalarýna kadar Türkiye’nin temel toplumsal ve siyasal deðiþmelerini de müþahhaslaþtýrmaktadýr. Bu deðiþimde önemli bir dini entelektüelin rolünü incelemekle, Mardin sadece toplumsal teorideki bir kavramlaþtýrmanýn üstesinden gelmemekte, ayný zamanda Türk entelektüellerle modern Türk toplumunun belirleyici özellikleri konusunda yoðun ve politik bir tartýþmaya da katýlmaktaydý. Mardin’in kitabý hem geleneksel siyaset bilimi teorilerinden ayrýldýðý, hem de Türk ve diðer aydýnlara modern Türk toplumuyla ilgili geleneksel varsayýmlarýný yeniden gözden geçirmeleri konusunda bir meydan okuma olduðundan, kitap Mardin’in uzun meslek hayatýnýn en yenilikçi ürünlerinden birisidir. Dahasý, Mardin’in kitabý yayýnladýðý zaman, Nur hareketi de hem geliþme ve hem de parçalanmanýn yeni bir dönemine girmekteydi. Bu, bir yandan geliþen bir kamu ve yurttaþlýk rolünü, diðer yandan da Nursi’nin mirasý üzerinde bir yarýþmayý ihtiva etmekteydi. 13 Böylece, Mardin’in kitabý sadece akademik bir kitleye deðil, belki bugün Türkiye’nin anahtar konularýndan birisi olan kamu alanýnda dinin rolüne de hitap etmekteydi.
Nursi’nin erken dönem eserlerinden olan 1911’deki Hutbe-i Þamiye’den, Risale-i Nur Külliyatýndaki 14 son Kur’an yorumlarýna kadar yazýlarýnýn uslübundaki temel bir unsur, bu eserlerin bariz bir þekilde modern olmasý; okuyucuyu metni sorgulamaya, metinle aktif ve eleþtirel bir diyaloga girmeye teþvik etmesidir. Bazý takipçileri Sufi zühdünün bazý niteliklerine saygý gösterebilir, hatta Nursi’nin gösterdiði bazý kerametlere iþaret edebilirler; ancak onun mirasýnýn özü Ýslami iman, takva ve uygulama çerçevesinde aklýn geliþimidir. Geleneksel Kur’an tefsirleri metnin temel deðerlerini ve konusunu ciddiyetle ele alýp ancak metnin yorumunu ve pratikte uygulamasýný belirleyen toplumsal ve siyasi baðlamý inkar ederek sadece metni ve filolojik yönlerini vurguladýlar. “Modern” bir yaklaþýmda ise, nesilden nesile nakledilmiþ saðlam ve el deðmemiþ tam bir bütünden ziyade, bilginin çeþitli biçimleri hakikat arayýcýlarý tarafýndan duruma göre birleþtirilerek ve yeniden birleþtirilerek vucüda getirilmektedir. Bu modern yaklaþým Nursi’nin mesleðinin daha baþlangýcýnda açýktýr. Bir talebe olarak, hiç dinlenmeden bir medreseden bir baþka medreseye gitti ve Doðu Bayezýt’ta Þeyh Mehmed Celâlî’den aldýðý üç aylýk bir dersle talebeliði bitirdi. Þerif Mardin Nursi’nin Celali’ye Þöyle dediðini nakleder: “Sizin kontrol ettiðiniz bilgi saðlam bir kutunun içerisindedir. Anahtarý ise sizdedir. Benim muhtaç olduðum tek þey muhtevalarýyla ilgili bir ipucudur. Uygun bulduðumu kendim seçeceðim.” 15
Mardin, Said’in meþhur ve muhterem bir alime karþý “gerçekten böyle doðrudan bir dil kullandýðýndan” þüphe eder, 16 ancak Nursi’nin açýkça modern olan yaklaþýmý Kur’ani yorumlarý da çok barizdir. Nursi’in bilgiye yaklaþýmý, hem doðrudan Kur’an ayetleriyle ilgili yorumlarýnda ve hem de diðer yazýlarýnda, bilginin çeþitli biçimleri ile tefsirleri telif etmeye yaptýðý büyük vurgunun üzerinde daha önceleri hiç düþünülmemiþti. Tam aksine, geleneksel tefsir “modern Batý bilimine ait bir þey olan deðiþtirme ve birleþtirmeye müsaade etmemekteydi.” 17
Ýslami eski eðitim gelenekleri daha çok, öðrenme ve öðretmede yüz yüze temasa, ezberlemeye ve þeyh ile talebe arasýndaki kiþisel vurguya büyük önem vermekteydiler. 18 Bu unsurlarýn bir kýsmý popüler olarak uygulandýðý þekliyle Nursi’nin geleneðinde de mevcut. Bununla beraber Nursi’nin bizzat kendisi, metinle doðrudan temasýn önemini vurgulamakta ve talebelerini Ýslami geleneðin dýþýnda olanlar da dahil, bilginin çeþitli þekillerini birleþtirmeyi vurgulayan kendine ait olan bu yöntemi benimsemeye teþvik etmiþtir. 1910 yýlýnda Tiflis’te bir Rus polis memuru Nursi’ye medresesini inþa etme planýyla ilgili soru sorar ve daha sonra da “parça parça olmuþ” Müslüman dünyasýnýn ittihadýný tasavvur etmeyle ilgili þaþkýnlýðýný belirtir. Nursi þöyle cevap verir: "Tahsile gitmiþler. Ýþte Hindistan, Ýslâmýn müstait bir veledidir; Ýngiliz mekteb-i idadîsinde çalýþýyor. Mýsýr, Ýslâmýn zeki bir mahdumudur; Ýngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alýyor. Kafkas ve Türkistan, Ýslâmýn iki bahadýr oðullarýdýr; Rus mekteb-i har biyesinde talim alýyor. Ýlâ âhir…” 19
Büyük ölçüde mecaz ve temsillere dayanan bu doðrudan yaklaþým Nursi’nin Kur’an yorumlarýna nufüz eder. Örneðin, Nursi’nin Fetih suresindeki (48:27-9) gaybla ilgili yedi on veçhi, kelime kelime zikredilen ayetlere bina edilmekte ve ayetlerin anlamýný iyice belirleþtirmek için de tarihi baðlam ilave edilmektedir. 20 Diðer yorumlarýnda da, örneðin A’raf Suresi (7:31), “Yiyiniz ve içiniz, ancak israf etmeyiniz”, Nursi hikayeler, kendi hayatýndan olaylar ve Ibn Sina’nin týbbi deðerlendirmelerinden hareketle fazla yemekten kaçýnmayý yorumlamaktadýr. 21
Nursi’nin yazýlarýndaki diðer bir unsur ise onu Muhammed Abduh (1849-1905) ve Cemaleddin Afgani (1838/9-1897) gibi dini entellektüellerden ayýrýr. Bu iki zat söz konusu olduðunda, bunlarýn daha çok Müslüman dünyasýndaki okumuþ kesimlere yönelmiþler ve mesajlarýný popülerleþtirmek istediklerinde ise yine temel muhataplarý okumuþ kesimler ve þehirli elit tabaka olmuþtur. Nursi ise, bunlarýn tam aksine, hiçbir zaman kýrsal köklerini unutmamýþ, Türkiye’nin taþra nufüsunu sýk sýk mecaz ve imgelerinde kullanmýþtýr. Diðer dini modernistler ise, bunun tam aksine, kendilerini popüler inançtan ve etkileyici üsluplardan uzak tutmuþlardýr. Nursi, modern bilimin yapý ve içeriðine vakýf olmakla beraber, mesajýný þekillendirmede hikaye ve mecazin deðerinin farkýndaydý. Ayrýca hikaye ve temsilleri kullanmasý mesajýnýn farklý toplumsal ve tarihsel baðlamlarda anlaþýlmasýný kolaylaþtýrmaktaydý. Böylece, Nursi’nin mesleðinin ilk döneminde, onun yazýlarý ve mesajlarý muhataplarý tarafýndan okunmaktan ziyade, ya doðrudan Nursi’den veya talebelerinden veya “halihazýrda dini bir prestij kazanmýþ kiþilerden” dinlendi. Dahasý, 1920'li ve 1930'lu yýllarda Osmanlýca ile yazýlmýþ bu kitaplarý okurken veya öðretirken yakalananlara karþý uygulanan “resmi terör ve zulümlere” raðmen bu uygulamalar devam etti. 22 Risale-i Nur “binlerce” kadýn ve erkek, genç ve yaþlýnýn elle çoðalttýklarý nüshalarla ve 1946 veya 1947’de teksir makinesi ile çoðaltýlarak yayýldý. 23 1956’dan sonra Said Nursi’nin eserleri yasak kitaplar listesinden çýkarýldýðý ve modern Türkçe ile basýldýðýnda, Risale-i Nurun muhataplarý arasýna, daha önceki dönemdeki gibi yüz-yüze veya ele-ele bir iliþkiden ziyade, temel kontaklarý okuma olan okuyucular da eklendi. 24
Risale-i Nur, metinlerinin [muhataplarýný] toplum ve millet üzerinde düþünmeye teþvik etmesi bakýmýndan da moderndir. Türkiye’den farklý ülkelerdeki dini entelektüeller de anayasacýlýk, adalet ve Ýslam inancýnýn modern bilim, ahlak, kamu sorumluluðu ve inancýn kamu hayatýna ve ruhi geliþmeye uygulanmasýndan söz etmekteydiler. Dahasý, 1923 sonrasý “yeni” Said kamu alaný kavramýna ayýrt edici bir katkýda bulundu. Said Nursi’nin Suriyeli çevirmenlerinden Said Ramazan al-Buti bu sonuca ulaþmak için yorumlayýcý bir yöntem kullanmakta, ancak Said’in ilk donem siyasi faaliyetleri ile 1923 sonrasý belirli ve zaman ve zemin baðlamýnda herhangi bir siyasi eylemi tanýmlamadan; temel ahlaki ve dini deðerler üzerinde düþünmeyi ve hareket etmeyi teþvik eden yazýlarý ve faaliyetleri arasýndaki farklýlýðý da aksettirmektedir. 25 Dahasý, Nursi’nin mesajý çaðdaþlarýnýn hepsinden daha çok sadece dini eðilimi olan eðitimli bir azýnlýk tarafýndan deðil, ayný zamanda Said’in mesajýnda inanç ile modernlik, milliyetçilik ve toplumsal canlanma arasýnda tam bir bütünlük gören daha az eðitimli insanlar tarafýndan da kabul gördü.
Nursi'nin mesajýnýn diðer belirleyici bir özelliði ise, özellikle de bu asrýn ilk bölümünde, Türk toplumunun, özellikle yerel liderlerin konumlarýnýn etkili bir devlet aygýtýna hýzlý bir þekilde yol verdiði bir zamanda, kýrsal kesimin durumunu net olarak dile getirmesindeki baþarýdýr. [Risale-i Nur’un] mesajý hem yapý ve hem de muhteva olarak kolayca benimsenecek bir nitelikteydi, bununla beraber, sonuçta daha sonraki dönemlerdeki Türkiye ile ve artan bir þekilde de uluslararasý okuyuculara da hitap etmektedir. Ýlk dönemlerde müsveddeler halinde olan ve resmi yasaða raðmen Nur Talebelerince inançla çoðaltýlan Nursi’nin eserleri þimdi bir çok dile çevrilmiþ; Türkçe, Ýngilizce ve Arapça olarak Web Sitesinde de hizmet sunmaktadýr. (Nesil Åžirketler Grubu). Nursi’nin üslubu bu çoklu okuyucular için kolaylýkla eriþilebilecek niteliktedir ve özellikle kadýnlar artan bir þekilde bu mesajý takdim etmede aktif görev almaktadýrlar. Türkiye’nin tarihsel geliþiminin ayrýntýlarý bazý okuyucular için belli bölümlerin nüanslarýný anlama ve bu bölümlerin niçin yazýldýðýnýn özgün baðlamýný açýklamaya yardým edebilir. Bununla beraber, bazý okuyucular için Risalelerin zengin mecaz ve sembolizmi dini bir kavrayýþ için hareket noktasý sunarken, bunlar için Risale-i Nurun ortaya çýktýðý yer olarak Türkiye’nin belli zaman ve zemindeki durumu ile ilgili asgari bir bilgi yeterlidir.
Eðitim ve Otorite
Risale-i Nur, Türkiye’nin siyaset, eðitim ve sos yo-ekonomik olarak hýzlý bir deðiþim yasadýðý bir zamanda ortaya çýktý. Bu deðiþimin erken bir unsuru geleneksel eðitimin Tanzimat reformlarý ile hýzlý bir þekilde deðiþmeye baþladýðý ve 19. Yüzyýlýn son dönemlerinde ortaya çýkmaya baþlayan bir devlet eðitim sistemiydi. Yirminci yüzyýlýn ortalarýndan baþlayan ve daha sonraki onlu yýllarda hýz kazanan diðer bir deðiþim kitle eðitimi ile kitle iletiþim þekillerini de içerisine aldý. 26 Eðitim seviyelerindeki yükselme ve iletiþim kanallarýndaki çoðulculuk insanlar için dini ve siyasi otoriteler ile yeniden konuþma ve geleneksel þekilleri yeni anlamlar ve baðlamlarla anlamlandýrmada daha önceleri benzeri görülmemiþ fýrsatlar ortaya çýkardý. Söylemin alaný öyle deðiþti ki, hatta tamamen sýnýrlý bir Ýslami entelektüel geliþmeyi savunanlar bile bunu yaparken Ýslami olmayan fikir ve kurumlarýn bilgisini de gerektiren bir dil ve üslup kullanmak zorunda kaldýlar. Nursi, fen bilimleri dahil bilginin bir çok þeklinden istifade ettiði gibi, talebelerine de bunu tavsiye ederek bu yolun cesur öncülerinden birisiydi. Dini öðretim gören insanlarýn da zorunlu olarak “fen” metinlerini okuduðu þu andaki durum daha önceki zamanlardaki durumdan oldukça farklýdýr. Hatta Said Nursi’den daha çok geleneksel dini bilimlerin yorumunu savunan muasýr dindar düþünürler bile bugün laik konularýn üstesinden nasýl gelebileceklerini gösterirken seçtikleri yol, Said Nursi’nin bu asrýn baþlarýnda temsil ettiði tarza çok benzemektedir.
Sonuç: Tezahür Etmekte Olan Kamu Alaný
Risale-i Nur ile Suriyeli Muhammed Sahrur, Iran’lý Abdülkerim Surus ve hatta Umman’ýn gelenekselci Müftüsü Ahmed bin Muhammed al-Halil’e kadar farklýlýk gösteren diðer dini yorumlar, Müslümanlarýn çoðunlukta bulunduðu dünyada kamu ve dini hayatýn sýnýrlarýnýn yeniden çizilmesinde katkýda bulunuyorlar. Geleneksel dini otoritelere meydan okuyarak, müminleri “temel” metinleri yorumlama konusunda teþvik etmektedirler. Kitle yüksek öðreniminin ortaya çýkmasýyla beraber müminlerin gözünde Ýslami geleneðin nesnelleþmesi de ortaya çýktý. Öyle ki: “Ýslam nedir?” “Hayatýmý yönlendirmede nasýl etkide bulunmaktadýr?” ve “Ýnancýn temel esaslarý nelerdir?” gibi sorular bir çok müminin bilincinde yer etti; ve benzeri konular daha önceki zamanlarda benzeri görülmemiþ bir þekilde farklý katýlýmcýlarýn büyük bir ekseriyeti ile kendi aralarýnda açýkça tartýþýldý. Bu sürecin önemli sonuçlarýndan birisi dini otoritenin “demokratikleþmesi” ve kitle yüksek öðrenimi, kitle iletiþim araçlarý, seyahat ve emek göçü ile aþýlanan standart bir dilin geliþmesi oldu.
Müslümanlarýn ekseriyette olduðu ülkelerle diðer Müslüman topluluklarda yeni bir kamu alaný düþüncesi tezahür etmeye baþlýyor. Bu belirgin kamu alaný dini, siyasi ve toplumsal hayatýn kesiþtiði noktalarda vardýr ve sivil bir toplumun oluþturulmasýna da katkýda bulunmaktadýr. Bugün Müslümanlarýn da, týpký Hýristiyanlar, Hindular, Yahudiler, Sihler ve diðerleri gibi iletiþimin çeþitli biçimlerine eriþme imkanlarý bulunmaktadýr. Bunlar basýn ve yayýn medyasýndan fax makinalarýna, teyp ve video kasetlerine; telefondan Ýnternet’e kadar bir çeþitlilik arz etmektedir. Ýletiþim biçimlerinin bu çokluðu bundan bir kaç onlu yýl öncesiyle kýyaslandýðýnda taraftarlarla daha hýzlý ve esnek iletiþim kurmaya ve onlarýn fikirlerini paylaþmaya imkan tanýmaktadýr. Yeni medyanýn bu birleþimi ile dini ve siyasi tartýþmalara yaptýðý katký, tüm kiþilere Ýslam ve Ýslami deðerlerin oluþturulabileceði farklý tarz ve yöntemlerin farkýnda olma bilincini yerleþtirmektedir. Bu da tartýþmacý, faal ve katýlýmcý bir kamu alanýný beslemektedir.
Týpký modernite için birden fazla yolun bulunduðu ile ilgili umumi bir ilmi kanaat bulunduðu gibi, 27fazileti belirleme ile ilgili olarak da 28 -din adýna halkýn katýlýmýnýn da dahil olduðu- çokçu bir anlayýþla ilgili pratik bir bilinç bulunmaktadýr. Bu bakýmdan, Müslüman eylemciler Michael Warner’in sömürgecilik dönemindeki Amerika için “cumhuriyetçi deðerler” olarak adlandýrdýðý deðerlere yaklaþmýþ bulunmaktadýrlar. 29 Basýlý ve diðer medya araçlarý [ferdin] bilincini, bir topluluðun üyesi, bir milletin vatandaþý olma gibi sivilliðin belirli þekillerine yönlendirmekte ve hepsi de asaðý-yukarý baðlýlýk ve beklentilerin ortak bir anlayýþýna dayanmaktadýr. 30
Bu tür baðlýlýklarda halk olarak benimsenen topluluk, kimlik ve liderlik gibi fikirler yeni þekiller almakta, hatta bazý topluluk ve otoriteler mazi ile deðiþmeyen bir süreklilik içinde olduklarýný iddia etmektedirler. Daha önceki dönemlerde milliyetçi ve devletçi anlayýþ için çok önemli olan kitle eðitimi, 31 medya ve iletiþim araçlarý, bugün çeþitli topluluklar ile bunlar arasýnda aðlar oluþturma, daha önceleri var olan yer ve uzaklýk engellerini aþma, etkileþim ve tanýnma ile ilgili yeni yer açmada etkili olmaktadýr.
Diyalog, medeni münazara ve tartýþma olarak Ýslam tedricen güç kazanmaktadýr. Bununla beraber, Nur hareketinin beklenmeyen yükseliþinin de örneklediði gibi sýra dýþlýklar da yok deðil. Kur’an yorumunun biçimi ile Risale-i Nur gibi eserlerin temsil ettiði dini otoritedeki deðiþim sadece mazi ile kýyaslandýðýnda ne kadar orijinal olduðu görülebilir. Said Nursi’nin Kur’an yorumlarýnýn ve diðer eserlerin belirginleþmesi sorununu bu asrýn baþlarýna kadar götürebiliriz.
Son derece modern olan Risale-i Nur, asrýn idrakine hitap etmedeki ustalýðýyla, mevcut temel ekonomik, siyasi ve eðitimle ilgili deðiþimleri etkilemiþtir. Bununla beraber, diðer yenilikçi metinlerin yapýsý da, her ne kadar muhataplarý Risale-i Nurunkiler ile kýyaslanacak kadar olmasa da, modern geleneðin özü olan metin ve kiþisel otoritede derin ve önemli bir deðiþimi göstermektedirler. Riale-i Nur ve takip eden yorumlar ayný zamanda dindar entelektüellerin ve dini hareketlerin çoðulcu ve enerjik bir kamu alaný ile güçlü bir sivil toplumu zenginleþtirmedeki önemli rolünü göstermektedirler.
____________________
1 Prof. Dr. Dale F. Eickelman
Dale F. Eickelman, ABD, New Hampshire'de Dartmouth College Antropoloji Bölümünde, Ralph ve Richard Lazarus Antropoloji ve Ýnsan Ýliþkileri Profesörü'dür.
1968'den beri Fas ve Oman Saltanatýnda uzun süreli araþtýrmalar sürdürmekle birlikte Orta Doðuda geniþ çapta çalýþmalarý vardýr.
Neþredilmiþ eserleri arasýnda: Moroccan Islam (1976) (Arapçaya tercüme edilmiþ); The Middle East and Central Asia: An Anthropological Approach (1981); Knowledge and Power In Morocco (1985); Muslim Travellers: Pilgrimage, Migration and the Religious Image (1990);Russia's Muslim Frontiers: New Directions in Cross-Culture (1993); Muslim Politics (1996); ve çok sayýda akademik makaleler ve yayýna hazýrladýðý kitaplarý vardýr.
2 Robert Wuthnow, Communities of Discourse: Ideology and Social Structure in the Reformation, The Enlightenment, and European Socialism (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1989), 3.
3 Ibid., 3-5.
4 Michael Barkun, Crucible of the Millennium: The Burned-over District of New York in the 1840s (Syracuse: Syracuse University Press.)
5 M. Hakan Yavuz, “Print-Based Islamic Discourse and Modernity: The Nur Movement,” The Third International Symposium on Beduizzman Said Nursi0 The Reconstruction of Islamic Thought in the Twentieth Century and Bediüzzman Said Nursi. 24th-25th September 1995, vol. 2 (Istanbul: Sözler Press, 1997), s. 335.
6 Bu konunun erken bir tartýþmasý için bkz.: Dale F. Eickelman, “Islamic Religious Commentaries and Lesson Circles: Is There a Copernican Revolution?” Aporemata, 4, basým aþamasýnda.
7 Sükran Vahide, The Author of the Risale-i Nur: Beduizzman Said Nursi (Istanbul: Sözler publications, 1992), 21-22.
8 Bilal Kupinar, “Nursi’s Evaluation of Sufism,” Third International Symposium on Beduizzman Said Nursi, vol. 2., icinde.
9 Edward Shils, The Intellectuals and the Powers and Other Essays (Chicago: University of Chicago Press, 1972), 16.
10 Bu konuyla ilgili mukemmel bir deðerlendirme icin bkz.: Robert W. Hefner, “Multiple Modernities: Christianity, Islam and Hinduism in a Globalizing Age,” Annual Review of Anthropology, 27 (1988): 83-104.
11 Sherif Mardin, Religion and Social Change in Modern Turkey: The Case of Beduizzman Said Nursi (Albany: State University of New York Press, 1989). Ayrica bkz.: Vahide, The Author of the Risale-i Nur.
12 Turkiye ve Iran dahil Muslumanlarin cogunlikta bulundugu toplumlardaki modenrnlesme teorilerinin bir degerlendirmesi icin bkz.: Dale F. Eickelman and James Piscatori., Muslim Politics (Princeton University Press, 1996), 22-28; and Myron Weiner and Samuel P. huntington, Understanding Political Development: An Analytical Study (New Yok: HarperCollins, 1987).
13 Yavuz, “Print-Based Islamic Discourse,” 342-50.
14 Said Nursi, The Damascus, Ikinci baski, ed. (Istanbul: Sözler Publications, 1955),
15 Mardin, Religion and Society, 68.
16 Ibid,
17 Ibid,
18 Fas icin bkz.: Dale F. Eickleman, Knowledge and Power in Morocco: The Education of a Twentieth Century Notable (Princeton University Press, 1985), ozellikle 57-106; Turkiye icin bkz.: Mardin, Religion and Social Change, 119.
19 Vahide, The Author of the Risale-i Nur, 89-90.
20 Nursi, Risale-i Nur Kulliyati, Nesil, Istanbul, 1996. s. 591-594.
21 Ibid, 189-99
22 Vahide, The Author of, 217.
23 Ibid, 219.
24 Mardin, religion and Society, 6.
25 Muhammad Said Ramadan al-Buti, “Beduizzman Said nursi’s Experience of Serving Islam by Means of Politics,”Third International Symposium, c. 1, 111-21, icerisinde.
26 See Dale F. Eickelman, “Mass Higher Education and the Religious Imagination in Contemporary Arab Societies.” American Ethnologist 19, no. 4 (november 1992): 645-46; ayrica bkz.: Dale F. Eickelman and Jon Anderson, “Print, Islam, and the Prospects for Civil Pluralism: New Religious Writings and Their Audiences,” Journal of Islamic Studies 8, no. 1 (January 1997):43-62.
27 Shmuel Eisenstadt, Japanese Ciivilization: A Comparative View (Chicago: University of Chicago Press, 1996), 396-426.
28 Armando Salvatore, “Staging Virtue: The Disembodiment of Self-Correctedness and the Making of Islam as Public Norm,” Yearbook of the Sociology of Islam 1 (1998), 89-90.
29 Michael Warner, The Letters of the Republic (Cambridge MA: Harvard University Press, 1990), 42-43.
30 Armando Salvatore, ‹slam and the Political Discourse of Modernity (Reading UK: Ithaca Press, 1997), 55-56.
31 Ernest Gellner, Nations and Nationalism (Ithaca: Cornell University Press, 1983), 28-29.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
RÝSALE-Ý NUR’A GÖRE KUR’ÂN-I KERÝM’DEKÝ TEKRARLARIN HÝKMETÝ
Dr. Ahmad Khalid Shukrî 1
MUKADDÝME
Þüphe yok ki, ýslah edici, müceddid imam Bediüzzaman Said Nursî, bu dîn-i azîme hizmet etmede gâyet mümtâz bir þahsiyettir. Onun hayatýný okuyan bir kimse, böyle fýrtýnalý bir asýrda tek baþýna ayakta duran bir dava adamýný karþýsýnda bulacaktýr. O, karanlýklarýn her tarafý sardýðý, Türkiye’nin dininden ve bütün kutsal deðerlerinden koparýlmak istendiði bir dönemde, nur saçan bir lamba olmuþtur. O, eþsiz kahramanlýðý ve zâlim mahkemelerde sarf ettiði ihlâslý sözleri, onu gören ve iþitenlerde çok büyük etkiler býrakmýþ, böylelikle etrafýnda sevgi çemberleri oluþmuþtur. Onun bu hâli bizlere, zulmün karþýsýnda kahramanca mücadele veren nice davâ adamlarýný hatýrlatýr. Onlarýn sözleri hidâyette olanlar için bir nûr, zâlimler için bir ateþtir.
Said Nursî’nin davasý, vefatýnýn ardýndan sona ermemiþ, tam tersine geniþleyerek büyümüþtür. Türkiye dahilinde ve haricinde ona tâbi olanlar hýzla artmýþtýr. Onun fikirlerinin yayýlmasý için, bütün imkanlar seferber edilmiþtir. Risâleleri muhtelif dillere tercüme edilerek neþredilmiþtir. Risâle-i Nur Külliyatý, Arapçaya tercüme edilmiþ, týpký içindeki bilgiler gibi, dýþý da harika bir görünümle basýlmýþtýr. Ayný þekilde Said Nursî’nin kendisi, risâleleri, fikri, metodu ve davâsý konusunda bir çok araþtýrmalar yapýlmýþ, kitaplar yazýlmýþtýr. Çeþitli gazete makalelerine konu olmuþ, bu konuda sempozyumlar düzenlenmiþtir. Bütün bunlar Said Nursî’nin ayrýcalýklý konumunun ve gördüðü yüksek kabûlün göstergeleridir.
Gerek Risâle-i Nur eserlerini, gerekse Said Nursî hakkýnda yazýlan bir çok kitabý okurken büyük zevk aldým. “Kur’ân’ý Anlamada Risâle-i Nur Örneði” konulu sempozyuma katýlmak üzere davet edildiðimde, istenilen konular üzerinde bir hayli düþündüm. En sonunda, “Kur’ân’daki Tekrarlarýn Hikmeti” baþlýðý altýnda bir çalýþma yapmaya karar verdim. Bu çalýþmamýn kabule mahzar olmasýný ümit ediyorum. Allah, sevdiði ve razý olduðu iþlerde muvaffak eylesin. Evvel ve âhirde bütün hamd ü senâlar yalnýz O’nadýr.
....
“Risâle-i Nur, Kur’ân’ýn ve Kur’ân’dan çýkan bürhanî bir tefsir olduðundan, Kur’ân’ýn nükteli, hikmetli, lüzumlu, usandýrmayan tekrârâtý gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlý tekrârâtý vardýr. Hem Risâle-i Nur, zevk ve þevkle dillerde usandýrmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasýndan, zarurî tekrârâtý kusur deðil; usandýrmaz ve usandýrmamalý.” 2
Bediüzzaman Said Nursî, Risâlelerinde farklý bir te’lif üslûbu sergilemiþtir. Bu Risâlelerin, Kur’ân tefsiri olduðunu te'kid eden bir çok önemli özellikler mevcuttur. Onu okuyan herkes, karþýsýnda Kur’ân’ýn hakiki bir tefsirini, iç içe geçmiþ fikir ve görüþleri bulacaktýr.
Eserlerinin çoðu yerinde Said Nursî, sözlerine bir anahtar gibi, Allah’ýn Kitabýn’dan bir veya daha fazla âyetle baþlar. O risalesi için bu âyet, odak noktayý teþkil eder. O risalenin konusu, yine o âyetten iktibas edilmiþtir.
Risâle-i Nur’da bütün tefsirlerin bir özeti, âyetlerin adeta birer fihristesi ve bütün Kur’ân ilimlerinden bahisler vardýr. 3 Said Nursî’nin üzerinde durduðu ve eserlerinin bir çok yerinde görüþlerini beyan ettiði konular arasýnda, Kur’ân-ý Kerim’deki tekrarlar da bulunmaktadýr. Bu çalýþmamda, Said Nursî’nin Kur’ân’daki tekrarlar konusunda yaptýðý yorumlarý inceledim ve bu yorumlarýn iki önemli noktada odaklaþtýðýný gördüm:
a) Kur’ân-ý Kerim’de tekrarlarýn var olmasýndaki hikmetler.
b) Müteaddit yerlerde tekrarlanan Kur’ân lafýzlarýnýn açýklanmasý ve beyan edilmesi.
Bu iki noktayý açýklamaya geçmeden önce, “Tekrar” lafzýnýn manasý üzerinde durmayý ve çeþitli âlimlerin Kur’ân’da tekrarýn olup olmadýðý konusundaki görüþlerini arzetmeyi gerekli görüyorum.
BÝRÝNCÝ BÖLÜM Tekrarýn manasý
Bu kavram, günlük yaþantýmýzda en fazla kullandýðýmýz kavramlar arasýndadýr. Tekrar kelimesi, en geniþ manasýyla çevremizdeki hemen her þey için kullanýlabilir. En baþta, söylediðimiz bir çok kelime ve cümleler harflerin tekrarýyla oluþmaktadýr. Ayný þekilde kullandýðýmýz bazý lafýzlar vardýr ki, dilimizden tekrar tekrar dökülür. Her birimizin þahid olduðu þeyler için de tekrar söz konusudur.
Bu kavramýn manasý hakkýnda, âlimlerimizin sözlerine müracaat edecek olursak, birbirine yakýn þu tariflerle karþýlaþýrýz: “Bir þeyin geri dönüþümünün peþ peþe olmasýdýr.” 4 “Bir þeyin birden fazla defa ortaya çýkmasýdýr.” 5 “Bir þeyin birden fazla defa veya defalarca kendini göstermesi, ortaya çýkmasýdýr.” 6 Bu tariflerden belki en çok kullanýlaný ise, “Bir þeyin faydasýndan dolayý, yeniden ortaya konmasýdýr.” 7
“Kerrera” filinin masdar-ý kýyâsîsi “Tekrîr”, masdar-ý semâîsi veya Tefâul vezniyle kullanýmý “Tekrâr”dýr. Bu açýdan “Kerrera” fiiliyle çoðaltma ve mübalaða manasý kastedilmiþ olmaktadýr. 8 Ancak bu iki kavram üzerinde âlimler birbirinden farklý görüþler ileri sürmüþlerdir. Bir kýsým âlimler iki kavramýn farklý manalar ifade ettiðini söylerken, bazý âlimler de aralarýnda hiçbir farkýn bulunmadýðýný ifade etmiþlerdir. Tehânevî der ki: “Tekrîr, bir þeyi belirli aralýklarla aynen söylemektir. Tekrar kelimesi de ayný manayý ifade eder.” 9
Ehl-i ilmin, tekrar kavramýnýn manasýný geniþletme veya daraltmaya yönelik bu farklý yaklaþýmlarýna muttali olan bir kimse, ayný zamanda, âlimlerden çoðunun bu kavramýn manasýný geniþletme yönüne meyilli olduðunu görecektir. Buna göre tekrar, bir lafzýn veya mananýn bir fayda bekleyerek veya beklemeksizin birden fazla söylenmesi demektir. Bu kavramýn içine lafzýn, cümlenin veya bir hükmün tekrarý girer. Ýbn Raþîk tekrarý üç kýsma ayýrýr:
1) Lafýz ve mananýn birarada tekrarý.
2) Lafýz ve mananýn birbirine muhtelif olarak tekrarlanmasý.
3) Lafýz olmaksýzýn mananýn tekrarý. 10
Bazý âlimler, bu taksimatý aynen kabul ederlerken 11, bazý âlimler bunlara aþaðýdaki unsurlarý da ilave etmiþlerdir:
1) Tekrar, lafýz ve manaya yönelik olarak ifade edilir. Bir tek manaya delâlet eder. Kasdedilen maksad ise farklýdýr.
2) Tekrar, lafýz ve manaya yönelik olarak ifade edilir. Bir tek manaya delâlet eder. Kasdedilen mana tektir.
3) Tekrar, lafýz olmaksýzýn manaya yönelik ifade edilir. Farklý iki manaya delalet eder.
4) Tekrar, lafýz olmaksýzýn manaya yönelik ifade edilir. Sadece bir tek manaya delalet eder.
5) Tekrar ifade edilmez, ancak tekrar manasý lafýz ve manada bulunur.
6) Tekrar ifade edilmez, ancak lafýz olmaksýzýn manada bulunur. 12
Bütün bu aktarýlanlar, tekrar kavramýnýn en geniþ ve en genel manada ele alýndýðýný gösterir. Bunlar doðrultusunda tekrar kavramý, terâdüf, temâsül, teþâbüh (benzerlik manasýný ifade eden çeþitli kavramlar), itnâb (az sözle çok mana ifade etmek) ve tevkîd (bir meseleyi saðlamlaþtýrma) kavramlarýný kuþatan bir mahiyet almaktadýr. Binaenaleyh, faydasýz olmadýkça ayýplanan bir durum deðildir. Bu görüþte olan âlimler, tekrarýn faydalarýný, sebeplerini, sözü güzelleþtirmedeki önemini, maksadý açýklamadaki yerini bir bir ele almýþlardýr. 13
Diðer görüþte olanlar, tekrar kavramýnýn manasýný sýkýþtýrmaya gayret etmiþler, tekrarý, bir lafzý ayný þekilde yinelemek þeklinde tanýmlamýþlardýr. 14 Bu görüþteki âlimlere göre, sözde yapýlan tekrar ayýp kabul edilir ve makbul bir þey deðildir. Dolayýsýyla, tekrar kavramý içine tevkîd, teþâbüh veya temâsül kavramlarý yeralmaz. Eðer bir lafýz, baþka bir siyâka (önceden söylenen söze) atfediliyorsa, bu tekrar sayýlmaz. Bu görüþü savunan veya meyleden âlimlerin sayýsý oldukça azdýr. Bunlardan birisi olan et-Taberî’ye göre, âyetlerde peþpeþe yada birbirine yakýn olmak üzere bir tekrar söz konusu deðildir. Þöyle der: “Kitâbullah’ta bir tek lafýz ve bir tek mana olarak tekrar edilmiþ birbirine mücavir iki âyet mevcut deðildir. Ýllâki arasýna bir kelâm girer ve iki âyetin manalarýný deðiþtirir. Elbette bir sûrede tamamý ayný olan birden fazla âyet bulunabilir. Ancak aralarýný ayýran bir fasýla vardýr. Dolayýsýyla o tekrar eden âyetlere, farklý manalar yüklenmektedir.” 15
Kur’ân’da tekrar olmadýðýný savunan görüþü, Seyyid Kutup þu sözleriyle destekler: “Ýnsanlar, Kur’ân’daki kýssalarda tekrarlarýn bulunduðunu zanneder. Çünkü, bir kýssanýn çeþitli yönleri birden fazla sûrede tekrarlanmýþtýr. Ancak çok dikkatli bir nazar, bunun bir tek kýssa veya bir tek sûrede tekrarlanan bir kýssanýn halkasý olmadýðýný görecektir. Herbirisi yeni bir mana ifade eden farklý birer halkadýr. Bu durumda tekrar sözkonusu deðildir.” 16
Muhammed Kutup da ayný görüþleri paylaþmaktadýr. Þöyle der: “Kur’ân’daki hakiki görünüm, tekrarýn deðil çeþitliliðin olduðudur. Bu Kitab’ýn i’câzýndan birisi de, tekrarla zikrettiði konularý, insanlarý düþündürme, hatýrlatma, terbiye ve yönlendirmeyi hedeflemesidir. Dolayýsýyla, Kur’ân’da birbirine benzer sûrette tekrarlarýn olmasý deðil, çeþitliliðin olmasý söz konusudur.” 17
Bu iki görüþü arzettikten sonra, buradan Said Nursî’nin tekrar konusundaki ibarelere bakýþ açýsýna geçmek istiyorum. Görülen odur ki, Said Nursî ilk görüþü tercih etmiþtir. Kur’ân’daki tekrar konusundan bahsederken, bunun i’câz vecihlerinden birisi olduðunu söyler. 18 Ona göre tekrarlar akîde, terðîb ve terhîb (teþvik ve korkutma) ve kýssalarýn yeraldýðý âyetlerde bulunmaktadýr. Bunlarýn yanýsýra Said Nursî, Kur’ân’da tekrarlarýn var olmasýndaki hikmetler üzerinde durur. 19 Tekrarlar konusunda yaptýðý açýklamalarýn ardýndan þunlarý söyler: “...Bununla beraber, sûreten tekrardýr. Fakat, mânen her bir âyetin çok manalarý, çok faydalarý, çok vücûh ve tabakatý vardýr...” 20 “Usanç verici addedilen pek çok zahirî tekrarlar, belâðatça istihsan ve takdir edilmektedir.” 21 Said Nursî, bazý ifadelerinde, bazen ikinci görüþe meyleder tarzda fikirlerini beyan eder. Ancak, çoðu zaman aðýrlýk birinci görüþten yanadýr. Kur’ân’daki tekrarlar konusuna temas ederken, risâlelerinin birçok yerinde, tekrarlarýn var olmasýndaki hikmetler üzerinde durmuþtur. Onun görüþlerini 2. bölümde iþleyeceðimiz için bu bilgilerle iktifa ediyoruz.
2. BÖLÜM Kur’ândaki tekrarlarýn hikmeti Said Nursî, Kur’ân-ý Kerim’de tekrarlarýn var oluþunda bir hikmetin bulunduðunu söyler. Bu konuda bazen peþpeþe bazý noktalarý sýralar. Bazen de, baþka sebepleri dile getirir. Bazen de, farklý konularý iþlerken yeri geldikçe bu konudan bahseder. Bu bölümde, Kur’ân’daki tekrarlar konusunda onun görüþlerine yer vereceðiz. Belirlediðimiz her bir noktayý onun görüþleri doðrultusunda, yine onun isimlendirmesini 22 muhafaza ederek açýklayacaðýz.
Birinci Nokta: Takrir ve Te’kid
Said Nursî, Kur’ân-ý Kerim’in zikir, dua ve daveti ihtiva eden bir kitap olduðunu söyler. Bu özellikler ise, içerdiði hakikatlerin takrir ve te’kid edilebilmesi için tekrara ihtiyaç duyurur. Þunlarý söyler:
“Kur’ân bir zikir kitabý, bir dua kitabý, bir davet kitabý olduðuna nazaran, sûrelerinde vukua gelen tekrar, belâðatça ayn-ý isabet ve ayn-ý hikmettir. Çünkü, zikir ve duâdan maksat sevaptýr ve merhamet-i Ýlâhiyeyi celbetmektir. Malumdur ki bu gibi hususlarda fazlasýyla tekrar lazýmdýr ki, o nisbette sevap kazanýlsýn ve merhamet celbedilsin. Hem de zikrin tekrarý kalbi tenvir eder. Duânýn tekrarý bir takrirdir. Davet dahi, tekrarý nisbetinde tesiri, te’kidi vardýr.” 23
“Hem Kur’ân müessistir, bir din-i mübînin esâsâtýdýr ve þu âlem-i Ýslâmiyetin temelleridir ve içtimaât-ý beþeriyeyi deðiþtirip, muhtelif tabakâtýn mükerrer suallerine cevaptýr. Müessise, tesis için tekrar lazýmdýr. Te'kid için terdâd lazýmdýr. Teyid için takrir, tahkîk, tekrir lazýmdýr.” 24
Bu ibareler göstermektedir ki, Said Nursî, Kur’ân-ý Kerim’deki tekrarlarýn hikmetlerinden birincisi olarak takrir ve te’kidi göstermektedir. Ayný görüþü baþka âlimler de paylaþmaktadýrlar. Ýbn Âbidîn þöyle der: “Bil ki, sözde yapýlan tekrar, o sözü te’kid etmeyi ifade eder. Tekrarlanan bir þey, o hususa daha fazla önem verildiði fikrini ortaya koyar.” 25 “Deriz ki, tekrar, bir þeye verilen önem çerçevesinde, o mananýn saðlamlaþtýrýlmasý ve teyid edilmesi maksadýyla yapýlýr.” 26
Ez-Zerkeþî der ki: “Ondördüncü kýsým; te’kid için kullanýlan tekrar... Fesahat üslûplarýndan birisi olan tekrarý, faydasýz zannederek inkar eden kimse yanýlmýþ olur. Tekrar faydasýz deðil, bilakis fesahatýn güzelliklerindendir. Özellikle tekrar edilen þeyle arasýnda bir taalluk varsa. Araplarýn adetindendir ki, konuþtuklarý zaman, gerçekleþmesini diledikleri bir þeyin önemini göstermek, vukûunun yakýnlýðýný vurgulamak veya bir þeye çaðrýda bulunmak için te’kidle tekrar ederler.” 27
Bu konuda âlimlerin görüþleri bir hayli çoktur. 28 Tefsir kitaplarýnda da benzeri ifadelere rastlamaktayýz. Birkaç örnek verecek olursak:
“Len yudýrrullâhe þey’en” âyet-i kerimesi hakkýnda Kurtubî, “Te’kid için tekrar edilmiþtir” 29 der. Ayný þekilde, “Ülâike aleyhim salavâtün min Rabbihim ve rahmetün” 30 âyet-i kerimesini tefsir ederken, “Rahmet kelimesi, her ne kadar lafzen farklý da olsa, manayý te’kid etmek ve zenginleþtirmek için tekrar edilmiþtir” der. Ebû Hayyân ise, “Li külli cealnâ minküm þir’aten ve minhâcen” âyet-i kerimesinin tefsirinde, “Þir’at ve Minhâc bir tek manayý, yani ‘yol’ manasýný ifade eden iki lafýzdýr. Te’kid için tekrar edilmiþtir.” 31
Bu birinci nokta üzerinde âlimler arasýnda icmâýn varlýðýndan sözedebiliriz. O halde, Said Nursî’nin takdim ettiði bu nokta gerçektir. Büyük âlimlerin sözleri ise bunun þahididir.
Ýkinci Nokta: Kur’ân Okuyana Kolaylýk Saðlamak
“Kur’ân’ý tamamen ve daima okumak herkese müyesser deðildir. Bunun için, lüzumlu olan maksatlar, hüccetler bilhassa uzun sûrelerde tekrar edilmiþtir ki, her bir sûre hemen hemen bir küçük Kur’ân hükmünde olsun ki, herkes suhûletle istediði vakit istediði sûreyi okumakla tek Kur’ân’ýn sevabýný kazanabilsin.” 32
“Herkes, her vakit bütün Kur’ân’ý okumaya muktedir ve muvaffak olamadýðýndan, her bir uzun ve mutavassýt sûreyi birer küçük Kur’ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkân-ý imaniye gibi o kýssalarýn tekrar edilmesi, deðil israf, belki muktezây-ý belâgattýr...” 33
Bediüzzaman’ýn iþaret ettiði bu hikmete, diðer âlimlerin de yorumlarýnda yer verdiðini görmekteyiz. Bunlardan birisi Ýbn Kuteybe’dir. Þöyle der: “Arap kabilelerinden gruplar halinde, Resûlüllah’a (S.A.V.) Ýslâmiyet hakkýnda bilgi edinebilmek için elçiler geliyordu. Müslümanlar onlara Kur’ân’dan bazý bölümler okuyorlardý. Bu okunanlar onlara kâfi geliyor, öðrendikleri muhtelif sûreleri diðer kabilelere ulaþtýrýyorlardý. Eðer geçmiþe dair bazý haberler ve kýssalar çeþitli sûrelerde tekrarlanmamýþ olsaydý, bu durumda, Hz. Musa kýssasý bir kavme, Hz. Ýsa kýssasý bir kavme, Hz. Nuh kýssasý bir kavme, Hz. Lût kýssasý bir kavme düþecekti. Halbuki Allah, lütfu ve rahmetiyle bu kýssalarýn yeryüzünün her tarafýna yayýlmasýný, bütün kulaklara ulaþmasýný ve bütün kalplerde yer bulmasýný dilemiþtir...” 34
Diðer yandan, Kur’ân-ý Kerim âyetleri ve konularý tekrarlanýrken, her zaman ayný lafýzlarla tekrarlanmamýþtýr. Her defasýnda o meseleye yeni bir þey veya açýklama ilave edilmiþtir. -Said Nursî’nin bu hususla ilgili görüþleri aþaðýda gelecektir- Kaldý ki Kur’ân’ý okuyan avam kesimi, bu nüktelere ve inceliklere fazla dikkat etmez. Onlar için meselenin aslýný anlamak, konu hakkýnda gâyet kolay þartlarda fikir edinebilmek önemlidir. Bu durumda, Kur’ân-ý Kerim sûrelerinde anlatýlanlardan anlayabildikleri ve ihtiyaçlarýna kâfi geldiði ölçüde istifade etmektedirler. Ancak, yine de Kur’ân’ýn umûmi maksatlarýný ve ana konularýný kavramaktan mahrum kalmazlar.
Said Nursî’nin “Birer Küçük Kur’ân” tabirine gelince; seleften bazý âlimler, herhangi bir sûrenin “küçük” olarak sýfatlandýrýlmasýnýn kerâhetine dair fikir beyan etmiþlerdir. Ebu’l-Âliye, bir sûreyi küçük olarak sýfatlandýran adama þöyle demiþtir: “Sen ondan daha küçüksün. Kur’ân ise her þeyiyle büyüktür.” 35 Diðer yandan bazý âlimler, bazý sûreleri küçük olarak vasfetmiþlerdir. Amr Ýbn Þuay babasýndan, o da dedesinden þöyle aktarmýþtýr: “Küçük veya büyük sûreler hakkýnda bir ayýrým yoktur. Ancak, Resûlüllah’ýn (S.A.V.) Vakit namazlarýnda bu sûrelerle imamlýk yaptýðýný iþitmiþtim.” 36
Elbette Said Nursî, yaptýðý bu nitelemede sûreyi okuyana yaklaþtýrmak ve okumaya teþvik etme maksadýný gütmektedir. Özellikle Kur’ân-ý Kerim’deki uzun sûrelerden her birinin, ana maksatlarý çoðunluk itibarýyle ihtiva etmeleri açýsýndan Kur’ân’ýn makamýna çýkarmýþtýr. Yoksa Kur’ân’ý küçümsemek gibi bir maksadý yoktur.
Üçüncü Nokta: Ýhtiyaçlarýn Tekrarlanmasýna Uygunluk
“Cismanî ihtiyaçlar, vakitlerin ihtilaflarýyla tebeddül eder, noksan ve fazlalaþýr... Kezâlik manevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda Allah kelimesine ihtiyaç vardýr. Her vakit besmeleye, her saatte Lâ ilâhe illallâh’a ihtiyaç vardýr. Ve hâkezâ...
“Binaenaleyh, âyetlerin, kelimelerin tekrarý, ihtiyaçlarýn tekrarýndan ileri geliyor. Ve kezâ, o gibi hükümlere olan ihtiyacýn þiddetine iþarettir. 37
Said Nursî bu Nokta’da, insanlarýn manevî ihtiyaçlarýnýn çeþitliliði ile cismanî ihtiyaçlarýnýn çeþitliliði arasýnda güzel bir kýyaslama yapmaktadýr. Týpký beden gibi ruhun da gýdaya ihtiyacý vardýr. Ruhun gýdasý zikrullahtýr. Bu gýdaya olan ihtiyacý çok büyüktür. Ruha bu gýdasý ne kadar çok saðlanýrsa, insan o derece yükselecek ve ruhu geniþleyecektir. Bu yüzdendir ki, Kur’ân-ý Kerim’de Allah’ýn isimleri ve sýfatlarý tekrar tekrar zikredilmiþtir.
Ýnsanlarýn ihtiyaçlarýnýn tekrarý, ihtiyaçlarýnýn da ayný oranda karþýlanmasýný ve isteklerine cevap verilmesini gerektirir. Ýrþadýn ve bazý mühim meselelerin izahýnýn tekrarlanmasý belli bir ihtiyaçtan kaynaklanmaktadýr. Ayný zamanda, insanýn esas ve mühim meseleleri unutmasý, daima bu meselelerin hatýrlatýlmasýný ve nazarýnýn onlara çevrilmesini iktiza eder. O halde, kýyametle bu kâinatýn baþýna gelecek olaylarýn tekrar tekrar tasvir edilmesi, Allah’ýn azametinin ve bu kâinatta geçerli olan hakimiyetinin sürekli beyan edilmesi, kafirlere ve zâlimlere olan gazabýnýn büyüklüðünün dile getirilmesi 38 lüzumsuz deðildir. Bütün bu hatýrlatmalar ve tekrarlar, insanlarýn ahiret hayatýný unutmalarýndan, dünyaya dört elle sarýlmalarýndan kaynaklanmaktadýr. O halde devamlý hatýrlatmaya ihtiyacý vardýr. “Hakikaten biz, bu Kur’ân’da insanlar için her türlü misali sayýp dökmüþüzdür...” 39
Dördüncü Nokta: Temellerin Saðlamlaþtýrýlmasý
“Kur’ân bu metîn dîn-i azîmin esâsâtýný ve Ýslâmiyetin erkânýný tesis ettiði gibi, içtimâat-ý beþeriyeyi tebdil eden bir kitaptýr. Malumdur ki, müessis olan zât, vaz’ ettiði esaslarý güzelce yerleþtirmek için tekrarlara çok ihtiyacý olur. Evet, tekrar edilen þey sâbit kalýr, takarrur eder, unutulmaz...” 40
Bu Nokta’yý, Birinci Nokta’nýn bir kolu olarak deðerlendirebiliriz. Esaslarýn saðlamlaþtýrýlmasý takrir ve te’kid için yapýlan tekrarlar dahilinde münderiçtir. Ancak Said Nursî, esaslarýn önemini, ona gösterdiði itinayý ve ruhlarda yerleþmesi için tekrara ihtiyaç duyulmasýný teyid etmek maksadýyla, bu hususu hususî bir Nokta altýnda ele almýþtýr. Dördüncü Nokta’da, Kur’ân-ý Kerim’in bu dinin esasý olduðunu açýklar. Ayný zamanda bu yüce Kitap, Ýslâm aleminin de temelidir. Müslümanlar akîdelerini ve hayat tarzlarýný Kur’ân’dan elde edebilirler. Eðer böyle bir Kitap olmasaydý, bu mümkün olmayacaktý. Ayrýca Kur’ân-ý Kerim, indiði zamandan itibaren beþer toplumlarýný deðiþtirmiþtir. Nice kalpler deðiþmiþ, Kelâmullah’tan âyetler iþittikten sonra iman etmiþtir. Nice küfür ve cehâlet zulümâtýna garkolmuþ toplumlar, bu Kitâb-ý Azîm’in âyetlerinin tesiriyle iman ve hidâyet nuruna ulaþmýþtýr. Çünkü Kur’ân bu dinin esasýdýr. Onda, insanlýðýn her dönemde sorduðu ve cevap aradýðý bütün suallerin cevabý vardýr: Niçin yaratýldýk? Bizi kim yarattý? Vazifemiz nedir? Ölümden sonra ne olacak? Bu ve benzeri daha nice sorular Kur’ân-ý Kerim’de tafsilatlý olarak, gâyet açýk bir þekilde cevaplanmýþtýr. O halde, bu yüce manalarýn ve ihtiva ettiði esaslarýn tekrarýnda bir lüzumsuzluk olamaz.
Beþinci Nokta: Üslûp Zenginliði
“Bilirsiniz ki, Kur’ân pek büyük meselelerden bahseder. Ve kalpleri, iman ve tasdike davet eder. Ve çok ince hakikatlerden bahis açar. Akýllarý marifete, dikkate davet eder. Binaenaleyh, o mesâilin, o ince hakâikin, kalplerde, efkârda tespit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslûplarla tekrara ihtiyacý vardýr.” 41
Âlimler, tekrarýn faydalarýndan bahsederken bir çok hususa iþaret etmiþlerdir. Bu Nokta zýmnýnda ele alabileceðimiz bazý üslûplar þöyle sýralanabilir: Ta’zîm, Tehvîl (korkutma), Vaîd (kötü akýbetle korkutma) ve Tehdid, Tenviye ve Ýþâde (niyetlendirme ve yüceltme), Teþvik ve Te’nîs (ünsiyet kurma), Tevbîh (kötüleme) ve Taccüb, Tehekküm (hafife alma) ve Ýzdirâ’ (tahkir etme), Tefhîm (büyültme) ve Ta’zîm, Mübâlaða ve Tahrîd (Teþvik etme) 42... Bütün bu üslûplar, kelâmýn güzelleþtirmesine yönelik kullanýlýr. Ayný þekilde, Kur’ân-ý Kerim’in kullandýðý üslûplar gâyet geniþ bir çeþitlilik göstermektedir. Bu üslûplarý daha ziyade kýssalarda, ahiret gününü anlatan ve ispatlayan âyetlerde görmek mümkündür. Bu hususlar, Kur’ân’ýn insanlar tarafýndan kabul edilmesini ve kalplere yerleþtirilmesini istediði hususlardýr. Bu yüzden çeþitli üslûplara çokça yer verilmiþtir. Tâ ki, bu çeþitliliðin nefislerdeki tesiri büyük olabilsin.
Altýncý Nokta: Kur’ân’ýn Maksatlarýný Ýfade Etme
“Bilirsiniz ki, her âyet için bir zahir var, bir bâtýn var; bir had var bir muttala’ var. 43 Ve her bir kýssa için çok vecihler, hükümler, faydalar, maksatlar vardýr. Binaenaleyh, muayyen bir âyet her yerde öbür münâsib bir vecih için, bir fayda için zikredilebilir. Bu itibarla, zahiren tekrar görünse bile, hakikatte tekrar deðildir.” 44
Said Nursî’nin bu kýymetli sözleri, Kur’ân-ý Kerim’in bir çok yerinde vârid olan mevzûlar ve kýssalarýn birbirine yakýn hakikatlerden bahsetmesini açýklar. Ýki mevzu arasýndaki benzerlik varsa, aslen bu tam bir benzerlik deðildir. Bu hakikate dair Kur’ân’dan bir çok âyeti örnek olarak gösterebiliriz. Özellikle, ahir zamanda, kýyamet öncesi vaki olacak olaylarý anlatan âyetler bu gruba dahildir. Ýfade edilen þeylerde bir yakýnlýk olsa da, her bir âyetteki üslub ve kullanýlan lafýzlar farklý farklýdýr. O günde daðlarla ilgili meydana gelecek hâdiseleri anlatan âyetlerden bir demet sunalým:
“Daðlar atýlmýþ yüne döner.” (Meâric, 9); “O gün yeryüzü ve daðlar sarsýlýr; daðlar çöküntü ile akýp giden kum yýðýnýna döner.” (Müzzemmil, 14); “Daðlar ufalanýp savrulduðu zaman.” (Mürselât, 10); “Sana daðlar hakkýnda sorarlar. De ki: Rabbim onlarý ufalayýp savuracak.” (Tâhâ, 105); “O gün daðlarý yerinden götürürüz ve yeryüzünün çýrýlçýplak olduðunu görürsün...” (Kehf, 47); “Daðlar yürüdükçe yürür.” (Tûr, 10); “Daðlar parçalandýðý zaman.” (Vâkýa, 5); “Yeryüzü ve daðlar kaldýrýlýp birbirine tek çarpýþla çarpýlýp darmadaðýn edildiði zaman.” (Hâkka, 14); “Daðlar yürütülür, serap haline gelir.” (Nebe’, 20); “Daðlar yürütüldüðünde.” (Tekvîr, 3); “O gün daðlar atýlmýþ yüne döner.” (Kâria, 5); “Sen daðlarý görürsün de, onlarý yerinde durur sanýrsýn. Oysa onlar bulutlarýn yürümesi gibi yürümektedirler.” (Neml, 88)
Bu âyetlerin hepsi ayný konudan, ama farklý zaviyelerden bahsetmektedir. Her birisi o gün meydana gelecek hadiselerin bir Cüzü’nü beyan etmektedir. Hepsini bir araya getirdiðimizde bir bütün meydana gelmektedir. Hiç birisi diðerinin tekrarý deðildir. Bu konuda Râzî þöyle der:
“Bil ki: Allah-u Teâlâ, Kitabýnýn muhtelif yerlerinde daðlarýn baþýna gelecek muhtelif halleri zikretmiþtir. Bütün bunlarý bir araya getirdiðimizde þu merhaleler karþýmýza çýkar: Daðlarýn yaþayacaðý hallerden ilki, büyük bir sarsýntýdýr... Ýkinci hal, daðlarýn atýlmýþ yüne dönmesidir... Üçüncü halde, atýlmýþ yüne dönen daðlar bu kez toz haline gelir... Dördüncü halde, ufalanan daðlar etrafa savrulur. Çünkü, önceki hallerde daðlar hâlâ yerinde durmaktadýr. Güçlü rüzgarlarýn gönderilmesiyle toz olmuþ daðlar etrafa savrulur... Beþinci halde, rüzgar toz haline gelen daðlarý havaya uçurur, bu durumda týpký bir bulutu andýrýrlar. O durumda ona bakan kimse, câmid ve hareketsiz zanneder. Ama hakikatte hareketlidir. Ancak onun hareketi rüzgarýn hareketlendirmesiyle olur. “Temurru merra’s-sehâb” (Bulutlar gibi hareket eder) âyetinde ifade buyurulduðu gibi. Sonra bu hareket Allah-u Teâlâ’nýn kahrý ve teshîri ile meydana gelir. “O gün daðlarý yerinden götürürüz ve yeryüzünün çýrýlçýplak olduðunu görürsün...” âyeti ise altýncý hal olan, hiç bir þey kalmaksýzýn daðlarýn serapa dönüþmesini ifade eder. O daðlarýn önceki yerlerine bakanlar, orada hiç bir iz bulamazlar. Týpký, serap gören bir kiþinin, gördüðü þeyin bulunduðu yere geldiðinde hiç bir þey görememesi gibi.” 45
Bu Nokta’ya, “Febieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân” âyetini de dahil edebiliriz. Bu âyetler sayý itibarýyle çok olmasýna raðmen, her birisi kendinden önceki âyetle alakalýdýr. Bu âyetlerle Allah-u Teâlâ cinlere ve insanlara hitap etmektedir. Ýnsanlar için yarattýðý nimetleri sýralamakta, nimetlerinden her birisini zikrettikten hemen sonra, onlardan bunu ikrar etmelerini ve üzerlerine þükretmenin þart olduðunu bildirmektedir. Bunu farklý türlerde ve sûretlerde ifade buyurmuþtur.” 46
Said Nursî’nin “...Muayyen bir âyet her yerde öbür münâsib bir vecih için, bir fayda için zikredilebilir” ibaresi, âyetlerdeki tekrarlarda îcaz yönlü bir belagatýn bulunduðunu da göstermektedir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Said Nursî’nin tekrar edilme hikmetlerini beyan ettiði hususlar
Said Nursî, Kur’ân-ý Kerim’deki tekrarlarýn hikmetini, yukarýda sýraladýðýmýz çeþitli Noktalar þeklinde açýklamýþtýr. Ancak Bediüzzaman, Risalelerinin tabiati gereði, Kitâbullah’ta tekrar eden âyetleri ve cümleleri uzun uzadýya açýklamaz. Bu yüzdendir ki, Said Nursî’nin tekrarlarýn hikmeti konusunda açýklama yaptýðý âyetler ve konular azdýr. Sadece, Besmele, “Febieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân” âyeti, “Veylün yevmeizin lil-mükezzibîn” âyeti, “Ve inne Rabbeke lehüve’l-Azîzü’r-Rahîm” ve Peygamber kýssalarýnýn tekrarýndaki hikmetlerden bahsetmiþtir. Bu konuya daha tafsilatlý olarak girmeden önce, âyetlerde ve kýssalarda gözlemlenen tekrarlar hususunda Said Nursî’nin þu latîf ibaresine yer vermek istiyorum:
“Sual: Îcâz ile Ý’câz sýfatlarýný hâvi Kur’ân-ý Azîmüþþan’da, Bismillâhir- rahmânirrahîm, Febieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân, Veylün yevmeizin lil-mükezzibîn, gibi pek çok âyetler tekerrür etmektedir. Halbuki bu tekrarlar, belâgate münaâfidir, usanç veriyor.
Cevap: Ey Arkadaþ! Her parlayan þey, yakýcý ateþ deðildir. Evet, tekrar ve tekerrür bazen usanç veriyor, fakat umumî deðildir. Her yere, her kelama ve her kitaba þâmil deðildir. Usanç verici addedilen pek çok zahiri tekrarlar, belâgatçe istihsan ve takdir edilmektedir.
Evet, insanýn yediði yemekler, biri gýda, diðeri tefekküh (meyve) olmak üzere iki kýsýmdýr. Birinci kýsým, tekerrür ettikçe memnuniyet verir, kuvvet verir, kat kat teþekkürlere sebep olur. Ýkinci kýsmýn tekerrüründe usanç, teceddüdünde lezzet vardýr.
Kezâlik, kelamlar da iki kýsýmdýr. Bir kýsmý ruhlara kût, fikirlere kuvvet verici hakikatlerdir ki, tekerrür ettikçe güneþin ziyasý gibi, ruhlara, fikirlere hayat verir. Meyve kabilinden iþtihâyý açan kýsýmda tekerrür makbul deðildir, istihsan edilmez.
Buna binaen Kur’ân, heyet-i mecmuasýyla kalplere kût ve kuvvet olup, tekrarý usanç deðil, halâvet ve lezzet verdiði gibi, Kur’ân’ýn âyetlerinde de öyle bir kýsým vardýr ki, o kuvvetin ruhu hükmünde olup, tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarýný saçar. Hüve’l-miskü mâ kerrerathü yetedavva’. (O misktir ki, tekrar ettikçe kokusu yayýlýr)
Ezcümle: Bilmillahirrahmânirrahîm gibi âyetlerde bulunan ukde-i hayatiye ve nurânî esaslar, tekerrür ettikçe iþtahlarý açar; misk gibi, karýþtýrýldýkça kokar. Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür deðildir. Ancak, ‘Ve’tû bihî müteþâbihen’ (Rýzýklarý dünyadakine benzer þekilde kendilerine sunulur) kabilinden, o ayrý ayrý hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlý kelamlar, yalnýz ibârece, lafýzca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hatta, kýssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müþtemildir. Her makamda o makama münasib bir vecihle zikredilmesi, ayn-ý belâgattýr.
Evet, Kur’ân-ý Azîmüþþan, o kýssa-i meþhûreyi, gümüþ iken, yed-i beyzâsýna alarak altýn þekline ifraðýyla öyle bir nakþ-ý belâðata mazhar etmiþtir ki, bütün ehl-i belâðat, onun belâðatýna hayran olmuþlar, secdeye varmýþlardýr.” 47
Yukarýda zikrettiðimiz âyetler ve konular hakkýnda Said Nursî’nin görüþlerini ayrýntýlý olarak ele alalým.
1 Besmele:
Yukarýda yer verdiðimiz Üçüncü Nokta’da, Said Nursî, ihtiyaçlarýn tekerrürü ile âyetlerdeki tekrar arasýnda bað kurmuþtu. Besmelenin tekrarý ile ilgili açýklamalarda bulunurken, önce “Bismillâhirrahmânirrahim gibi âyetlerde bulunan ukde-i hayatiye ve nuranî esaslar, tekerrür etkikçe iþtahlarý açar” der ve ardýndan bu tespitini þöyle açýklar: “Teyemmün, teberrük ve istiâne gibi çok vecihleri havî; ve tevhid, tenzih, senâ, celâl ve cemal ve ihsan gibi çok makamlarý tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haþir ve adalet gibi makâsýd-ý erbaaya iþaret eden besmele, zikredilen yerlerin her birisinde, bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibarýyle zikredilmiþ ve edilmektedir.” 48
Bir baþka yerde Besmele hakkýnda þunlarý söyler:
“Bir tek âyet olup yüzondört defa tekrar edilen Bismillahirrahmânirrahîm cümlesi, Risâle-i Nur’un Ondördüncü Lem’asýnda beyan edildiði gibi, Arþý ferþe baðlayan ve kâinatý ýþýklandýran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardýr. Deðil yalnýz ekmek gibi her gün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iþtiyak vardýr.” 49
Bu ibareler göstermektedir ki, Said Nursî, Besmele’yi muhtevâsý gâyet azim ve manasý alabildiðine geniþ bir cümle olarak görmektedir. Onun bu yorumlarýný okuyan ve dikkatle inceleyen bir kimse, bir çok makamlar, hükümler ve maksatlar çýkarabilir. Ýhtiyacýn büyüklüðü sebebiyle bu cümle tekrarlanmýþtýr. Bu durumda þöyle denebilir: Bütün sûrelerin baþýnda bulunan Besmele, baþýnda bulunduðu sûreye ve mevzularýna has bir mana taþýr. Said Nursî’nin yukarýda aktardýðýmýz latif kelâmý, el-Bukâî ve Tantâvî Cevherî tarafýndan uygulamalý olarak ortaya konulmuþtur. Zira bu iki âlim bir sûrenin tefsirine baþlarken, en baþta bulunan besmeleyi o sûreye uygun þekilde yorumlamýþlardýr. Duhân sûresine baþlarken el-Bukâî þöyle der:
“Sûreden maksud olan, Zikr-i Kerîm-i Hakîm’de bulunan ve yaratýlmýþ bütün varlýklarý kuþatan hayýr, bereket ve rahmeti kabul etmeyenlerin uðrayacaðý helâka karþý insanlarý uyarmaktýr. Besmeleden baþlarsak; ‘Bismillâhi’l-Meliki’l-Cebbâri’l-Vâhidi’r-’Rahmâni’llezî amme bi-ni’metihi’n-nezzâretir‘Rahîmi’llezî hassa ehle vidâdihî bi-rahmetihi’l-beþþâre. (Melik, Cebbâr, Vâhid, Kahhâr, nimetlerini umumen sunan Rahmân ve müjdeli rahmetini sevdiði insanlara tahsis eden Rahîm olan Allah’ýn adýyla)” 50
Tâhâ sûresi tefsirinin baþlangýcýnda þunlarý söyler:
“Bismi’l-Vâsiu’l-Hýlmi’t-tâmm’il-kudreti’llâhi’l-Meliki’l-A’zami’r- Rahmâni’llezî istevâ fî asli ni’metihî cemîa halkýhi’r-Rahîmi’llezî etemme’n-ni’mete alâ ehli tevfîkihî ve lutfihî. (Hilmi ve Kudreti çok geniþ, Melik-i A’zam, bütün yarattýklarýna nimetlerinin aslýný kuþatan Rahmân ve nimetlerini ehl-i tevfîk ve ehl-i lütuf üzerine tamamlayan Rahîm olan Allah’ýn adýyla.)” 51
Tantâvî Cevherî de, her bir sûrenin tefsirini yaparken, baþtaki Besmeleyi o sûrenin konusuna uygun þekilde yorumlamýþtýr. Hatta bazen bu hususa uzunca yer ayýrdýðý olmuþtur. 52
Bu yorumlar, görüleceði gibi, Said Nursî’nin sözleriyle büyük bir uyum ve insicam sergilemektedir. Tantâvî Cevherî ile el-Bukâî’nin Kur’ân’daki sûreleri tefsir ederken yaptýklarý uygulama ile Said Nursî’nin görüþleri büyük paralellik arzeder.
Burada hemen belirtmek gerekir ki, âlimler arasýnda râcih olan görüþe göre, Fatiha sûresi dýþýndaki diðer sûrelerin baþýnda yeralan Besmeleler, o sûrenin âyeti olarak deðerlendirilmez. Besmele, sûreleri birbirinden ayýrmak fonksiyonunu görmektedir. Kûfe ve Mekke âlimlerine göre Fatiha sûresindeki Besmele, bu sûrenin ilk âyetidir. Bazý âlimler ise, týpký diðer sûrelerde olduðu gibi, Besmelenin Fatiha sûresine dahil olmadýðý görüþünü ileri sürmüþlerdir. 53
2- “Ve inne Rabbeke lehüve’l-Azîzü’r-Rahîm” 54 âyet-i kerimesi: Þuarâ sûresinde “sekiz defa tekrar edilen þu, ‘Ve inne Rabbeke lehüve’l-Azîzü’r-Rahîm’ âyeti, o sûrede hikaye edilen peygamberlerin necatlarýný ve kavimlerinin azaplarýný, kâinatýn netice-i hilkati hesabýna ve rubhubiyet-i âmmenin namýna, o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbaniye, o zâlim kavimlerin azabýný ve rahimiyet-i Ýlahiye dahi enbiyânýn necatlarýný iktizâ ettiðini ders vermek için binler defa tekrar olsa, yine ihtiyaç ve iþtiyak var ve îcazlý ve i’cazlý bir ulvî belâðattýr.” 55
Görülmektedir ki, Said Nursî, zikrettiðimiz âyetle birlikte, hemen bir öncesinde sekiz defa tekrarlanan “Ýnne fîhi zâlike le-âyâtün ve mâ ekseruhüm mü’minîn” (Þüphesiz bunda âyetler vardýr ama onlarýn çoðu buna iman etmezler) âyetini yorumlamamýþtýr. Ancak Said Nursî, bu âyetin Þuarâ sûresinde zikredilen her peygamber kýssasýnýn ardýndan tekrarlanmasýnýn, o peygamberlerin kavimleri tarafýndan yalanlanmasýndaki þenaati gösterme açýsýndan taþýdýðý önem üzerinde durur. Ayný zamanda bu sûrede, Allah-u Teâlâ’nýn diðer resûllere kavimleri tarafýndan yapýlan yalanlamalardan haber verdiði þekilde, sûrede belirtilen kavimlerin iþledikleri diðer þenaatlere de iþaretler vardýr. 56 Bu kavimlerin kendilerine gönderilen resûlleri yalanlamalarýnýn yanýsýra, çok daha azîm bir þeneat daha vardýr ki, o da bütün peygamberleri yalanlamalarýdýr.
Þuarâ sûresindeki kýssalarýn bu inceliklerine ve önemine müfessirlerden bazýlarý iþaret etmiþlerdir. Bunlardan birisi Zemahþerî’dir. Konu hakkýnda þöyle der:
“Bu kýssada bulunan her kýssa, müstakil bir bölüm gibidir. Her birisinde, diðerlerinde olduðu gibi dikkate alýnacak yönler vardýr. Her birisi, okuyan kimseye yeni yeni manalarýn kapýlarýný aralar. Her okuyan kimse, kendi seviyesine göre sonuçlar çýkarýr. Çünkü, tekrarda, manalarýn ruhlarda yer etmesi, kalplerde sebât bulmasý neticesi vardýr... Çünkü bu kýssalar kulaklara yerleþmekte, hakkýn sesini iþittirmektedir. Kalpler tedebbüre (derin derin düþünmeye) yönelir, ibret ve nasihat þerbetini içer. Yapýlan tekrarlar ve yinelemeler belki kapalý kalan bir kulaðý açacak, bir zihni aralayacak, bir aklý parlatacaktýr. Veya anlayýþlarýn üzerinde biriken paslarý temizleyip cilalayacaktýr.” 57
Ýbn Âþûr’un konuyla ilgili görüþleri þöyledir:
“Bu sûrede, yalanlayýcý müþriklerle ilgili ortaya konulan bilgilerin hemen ardýndan, ‘Ýnne fî zâlike le-âyât...” âyet-i kerimesinin gelmesi göstermektedir ki, Vahdâniyet âyetleri (delilleri) ve Resûllerin tasdik edilmesi, hakka taraftar olan ve hakký talep eden kimseler için bu anlatýlanlar yeterlidir. Ancak müþriklerin çoðu buna inanmazlar. Þüphesiz ki Allah Azîzdir ve böyle inkarcýlarý azaba terk etmeye Kâdir’dir. Þüphesiz ki O, gönderdiði elçilerine karþý Rahîm’dir ve düþmanlarýna karþý onlarýn yardýmcýsýdýr.” 58
3- “Fe bieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân” âyet-i kerimesi: 4- “Veylün yevmeizin lil-mükezzibîn” âyet-i kerimesi: Said Nursî, bu iki âyeti birarada yorumlamýþtýr. Þöyle der:
“Sûre-i Rahmân’da tekrar edilen ‘Fe bieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân’ âyeti ile, Sûre-i Mürselât’ta ‘Veylün yevmeizin lil-mükezzibîn’ âyeti, cin ve nev-i beþere, kâinatý kýzdýran ve arz ve semâvâtý hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve haþmet-i saltanat-ý Ýlâhiyeye karþý inkar ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarýný ve zulümlerini ve bütün mahlûkâtýn hukuklarýna tecâvüzlerini asýrlara ve arza ve semâvâta tehditkârâne haykýran bu iki âyet, böyle binler hakikatlerle alakadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umûmîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir îcaz ve cemalli bir i’câz-ý belâgattir.” 59
Bir baþka yerde ilk âyetle ilgili þunlarý söyler:
“Kur’ân-ý Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri tâdât ederken, ‘Fe bieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân’ âyet-i celilesi tekrarla zikredilmekte olduðundan, þöyle bir delâlet vardýr ki: Cin ve insin en çok isyanlarýný, en þedit tuðyanlarýný, en azim küfranlarýný tevlid eden þöyle bir vaziyetleridir ki, nimet içinde in’âmý görmüyorlar. Ýn’âmý görmediklerinden, Mün’im-i Hakîkî’den gaflet ederler. Mün’imden gafletleri sâikasýyla, o nimetleri esbâba veya tesâdüfe isnâd ederek, Allah’tan o nimetlerin geldiðini tekzîb ediyorlar. Binaenaleyh, her bir nimetin bidâyetinde, mü’min olan kimse besmele okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduðunu kastetmekle, kendisi ancak Allah’ýn ismiyle, Allah’ýn hesâbýna aldýðýný bilerek, Allah’a minnet ve þükranla mukabelede bulunsun.” 60
Rahman sûresi, 13. âyetten itibaren her bir veya iki âyetten sonra, o âyet ve âyetlerin manasýyla baðlantýlý olarak “Fe bieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân” âyetinin gelmesiyle diðer sûrelerden farklý bir konumdadýr. Ayrýca bu âyetler, zahiri nimetleri ifade eden âyetlerin hemen ardýndan gelmektedir. Said Nursî’nin yukarýdaki yorumu, bu hususu gâyet güzel açýklamaktadýr. Ayný zamanda Said Nursî, azâb ve tehdit âyetlerinden sonra da bu âyetlerin vârid olmasýna dikkat çeker. Diðer müfessirler arasýnda da benzer yorumlarý yapanlar olmuþtur. Bunlardan birisi olan el-Bukâî þeyle der:
“Bu âyet, sûrenin belirli bir yerinden itibaren, hemen her âyetten sonra tekrar edilmiþtir. Bir inkarcýnýn, büyük bir inatla o inkarýný tekrarlamasý karþýsýnda, o inkar ettiði þeyleri en güzel þekilde ortaya koymak gerekir. Münkir kiþiye konuþma esnasýnda, bütün ikna çabalarýna raðmen, o fikrinde kararlýysa ve inadýna devam ediyorsa, ‘Neyi inkar ediyorsun?’ sorusu tekrar tekrar sorulacaktýr. Bu tarz bir hitapla, onun inkarýnýn haddini aþma manasýný taþýdýðý bildirilmiþ olur. Özellikle bu inkar, kendisine sunulan nice nimetlere raðmen varsa ve devam ediyorsa, bu þekildeki bir tekrarýn önemi daha da artacaktýr. Diðer yandan, bu sûrede insanlara verilen nimetlerin sayýlmasýnýn yanýsýra, azap ve cezâ âyetleri de vardýr. Bu âyetlerden sonra da ayný âyet gelmiþtir. Ancak, azabýn insandan uzaklaþtýrýlmasý veya inkarcýlar için tehir edilmesi de ayrý bir nimettir.” 61
El-Kasýmî þöyle der:
“Þâyet, bu sûrede geçen þu âyetlerde zikredilenlerin nasýl nimet olduðu sorulursa: ‘Senefrüðu leküm eyyühe’s-sakalân’ (Ey insanlar ve cinler, sizin de hesabýnýzý ele alacaðýz); ‘Yu’rafü’l-mücrimûne bi-sîmâhüm’ (Mücrimler yüzlerinden bilinir); ‘Hâzihî Cehennemü’lletî yükezzibü bihe’l-mücrimûn’ (Günahkarlarýn yalanladýðý Cehennem iþte budur); ‘Yürselü aleykümâ þüvûzun min nârin ve nühâsün felâ tentasýrân’ (Üzerinize ateþten alev ve duman gönderilir de, birbirinizi kurtaramaz ve yardýmlaþamazsýnýz); ‘Yatûfûne beynehâ ve beyne hamîmin ân’ (Onlar Cehennemle kaynar su arasýnda dolaþýr dururlar). Bu suâle karþý deriz ki: Bütün bunlar aslýnda gâyet cesim birer nimettirler. Çünkü Allah bu âyetlerle kullarýný, küfür, tuðyan, fýsk ve isyan bataðýndan çýkýp, tâat, iman, inkýyâd ve iz’an sahiline ulaþýp ýslah olmalarý için korkutmakta, tehdit etmektedir. Eðer bu uyarýlar dikkate alýnmazsa, karþýlaþacaklarý ezâ ve cezâ ortaya konmuþtur. Bu yolla, insanlar selâmet ve kurtuluþ yoluna teþvik edilmiþtir. Bu da, týpký diðer nimetler gibi büyük bir nimet, diðer ihsanlar gibi büyük bir ihsandýr.” 62
El-Âlûsî ise, tekrar eden bu âyetlerden her birisini, bir önceki âyete uygun þekilde tefsir etmiþtir. “Rabbü’l-maþrýkayni ve Rabbü’l-maðribeyn. Fe bieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân” âyetlerini yorumlarken þöyle der: “Ýlk âyetin manasý arasýnda insanlar için saðlanan pek çok mana vardýr. Havanýn mu’tedil olmasý, mevsimlerin farklý farklý oluþu ve her bir mevsimin en münasib vakitte gerçekleþmesi gibi.” “Senefrüðu leküm eyyühe’s-sakalân. Fe bieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân” âyetlerinin tefsirinde þunlarý söylemiþtir: “Burada insanlarýn ve cinlerin kýyamet gününde karþýlaþacaklarý þeylere karþý bir uyarý vardýr ve kötü hesaba sebep olacak davranýþlardan sakýnýlmasý istenmektedir.” “Feize’nþakkati’s-semâü fekânet verdeten ke’d-dihân. Fe bieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân” âyetlerini ise þöyle der: “Þerre karþý insanlarýn zecredilmesine yönelik verilen haber insanlar için büyük bir lütuf ve büyük bir nimettir.” 63
Mezkur âyetin sûredeki tekrar sayýsýndaki hikmet üzerinde el-Kirmânî þunlarý söyler: “Bu âyet sûre içinde otuz bir defa tekrar edilmiþtir. Bunlardan sekizi, Allah’ýn yarattýklarýndaki harikulade özellikler ve sanatýnýn güzelliklerini ifade eden, yaratýlýþýn baþlangýcý ve sonucundan bahseden âyetlerden sonra gelmiþtir. Sonra yedi tanesi, Cehennem ateþinden, þiddetinden ve kapýlarýnýn sayýsýndan bahseden âyetlerinin ardýndan gelmiþtir. Böyle azab bildiren âyetlerden sonra, güzel nimetlerden bahsedilmesi, insanlarýn Cehennem azabýndan uzak durmalarý ve sakýnmalarýnýn, týpký diðer nimetler gibi birer nimet olmasýndandýr. Hatta bu diðer nimetlerden daha büyük bir nimettir. Bu yedi âyetten sonra gelen sekiz âyette Cennet ve Cennet ehlinin vasýflarý anlatýlmýþtýr. Bunun ardýndan gelen sekiz âyette ise iki Cennetten bahsedilir. Bu âyetlerden ilk sekizine i’tikad eden ve mucibince amel eden, ayrýca diðer yedi âyetteki bahsedilenlere dikkat eden kimse, sonraki iki sekizleri elde etmeye müstehak olur. Allah-u Teâlâ her þeyi en iyi bilendir.” 64
____________________
1 1960 yýlýnda Ürdün’ün Amman þehrinde doðdu. 1977 yýlýnda Kur’ân hýfzýný tamamladý ve tecvid konusunda icâzet aldý. 1983 yýlýnda Medine-i Münevvere Ýslâm Üniversitesi Kur’ân-ý Kerim ve Ýslâmî Ýlimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1987 yýlýnda ayný üniversitenin yüksek lisans bölü*münü “el-Bahru’l-muhît tefsirinde kýraat” adlý master teziyle tamamladý. 1991 yýlýnda da ayný üniversitede doktorasýný bitirdi. Hikâye ve tiyatro dalýnda eserleri bulunmaktadýr.. Gazetelerde birçok ilmî makalesi yayýnlanmýþtýr. 1993-1994 yýllarý arasýnda Kur’ân-ý Kerim’i Koruma Cemiyeti’nde danýþmanlýk ve idare heyeti azalýðý görevinde bulunmuþtur. 1990 yýlýnda Medine-i Münevvere Ýslâm Üniversitesi tarafýndan dinî hizmetler için ABD’nin çeþitli þehirlerine gönderilmiþtir. 1988 yýlýnda bir müddet Almanya’*da bulunmuþtur. Ürdün’de birçok sempozyum ve panellere katýlmýþtýr.
2 Bediüzzaman Said Nursî, Kaynaklý, Ýndeksli, Lügatli Risale-i Nur Külliyatý, C. l-ll, Ýstanbul-1996, s. 883.
3 Daha geniþ bilgi için bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Fikruhû ve Da’vetühû, el-Ma’hedü’l-Âlemî lil-Fikri’l-Ýslâmî, s. 81-97.
4 Ýbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, “Kerrera” Maddesi.
5 El-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 41.
6 El-Fîruzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, “Kerrera” Maddesi.
7 Hüseyin b. Muhammed et-Tayyî, Et-Tibyân fî Ýlmi’l-Meânî ve’l-Bedî’ ve’l-Beyân, s. 360.
8 Halef el-Cerâdât, Zâhiretü’t-Tekrîr fi’t-Terâkîbü’n-Nahviyye, Master Tezi, Mu’te Üniversitesi, Ürdün, s. 21.
9 Et-Tehânevî, Keþfü Istýlahâti’l-Fünûn, C. lll, s. 1237.
10 Ýbn Raþîk el-Kayravânî, el-Umdetü fî Sýnâati’þ-þi’r, C.ll, s. 72.
11 Bkz. Ziyâüddîn Ýbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-Sêir fî Edebi’l-Kâtibi ve’þ-þâir, C. ll, s. 344-345.; Ýbn Kayyim el-Cevziyye, el-Fevâidi’l-Müþevvik ilâ Ulûmi’l-Kur’ân, s. 111, 112.; ez-Zerkeþî, el-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, C. lll, s. 10.; Mustafa Sâdýk er-Rufâî, Ý’câzü’l-Kur'ân ve’l-Belâðati’n-Nebeviyye, s. 193.
12 Bkz. Yahya b. Hamza el-Ulvî, et-Týrâzü’l-Mütedammin li-Esrâri’l-Belâða ve Ulûmi Hakâiký’l-Ý’câz, Matbaatü’l-Muktataf, Mýsýr, 1914, C. ll, s. 177-190.; Ýbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-Sêir, C. lll, s. 3-40.; Ýbn Âbidîn, et-Takrîr fi’t-Tekrâr, s. 26-28, 36.
13 Bkz. Ez-Zerkeþî, el-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, C. lll, s. 11-33.; Dr. Mahmûd es-Seyyid þeyhûn, Esrâru’t-Tekrâr fî Lügati’l-Kur’ân, s. 21-30.; Dr. Ýzzüddin es-Seyyid, et-Tekrîr Beyne’l-Mesîr ve’t-Te’sîr, Âlemü’l-Kütüb, 2. Baský, 1986, s. 117-197.
14 Dr. Fazl Hasan Abbâs, “Kadýyyetü’t-Tekrâr fî Kitâbillâh ve Sýlatühâ bi’l-Ý’câz”, Mecelletü Külliyeti’þ-þeria, Sayý: 7, 1987, s. 5.
15 Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiü’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Mýsýr- 1968, 3. Baský, C. l, s. 64.
16 Seyyid Kutub, Fî Zýlâli’l-Kur’ân, Dâru Ýhyaü’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut-1971, 7. Baský, C. l, s. 64.
17 Muhammed Kutub, Dirâsât Kur’âniyye, Dâru’þ-þurûk, 2. Baský, 1980, s. 261.
18 Said Nursî, A.g.e., s. 972.
19 Said Nursî, A.g.e., s. 622.
20 Said Nursî, A.g.e., s. 96.
21 Said Nursî, A.g.e., s. 1167.
22 Said Nursî, A.g.e., s. 1361.
23 Said Nursî, A.g.e., s. 1361.
24 Said Nursî, A.g.e., s. 1404.
25 Muhammed Ebu’l-Hayr Ýbn Âbidîn, et-Takrîr vet-Tekrîr, s. 27.
26 Ýbn Âbidîn, A.g.e., s. 33.
27 Ez-Zerkeþî, el-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, C. lll, s. 7, 9.
28 Bu görüþler için bkz. Halef el-Cerâdât, Zâhiratü’t-Tekrîr fi’t-Terâkîbü’n-Nahviyye, s. 63-88.
29 El-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, C. 4, s. 286. (Tefsir edilen cümle Âl-i Ýmrân Suresi 177. âyette geçmektedir)
30 el-Kurtubî, A.g.e., C. ll, s. 177. (Tefsir edilen cümle Bakara Suresi 157. âyette geçmekte-dir.)
31 Ebu Hayyân el-Endelûsî, el-Bahru’l-Muhît, C. lll, s. 502. (Tefsir edilen cümle Mâide Suresi 48. âyette geçmektedir.)
32 Said Nursî, A.g.e., s. 1362.
33 Said Nursî, A.g.e., s. 976.
34 Abdullah b. Müslim Ýbn Kuteybe, Te’vîlü Müþkili’l-Kur’ân, s. 181.
35 El-Kurtubî, et-Tezkâr fî Efdali’l-Ezkâr, Dâru’t-Tevhîd, s. 121. (El-Kurtubî bu hadiseyi Mekkî’den nakleder.)
36 Ebû Davud, Kitâbü’s-Salât, Hadis no: 814.
37 Said Nursî, A.g.e., s. 1362.
38 Said Nursî, A.g.e., s. 973.
39 Kehf, 54.
40 Said Nursî, A.g.e., s. 1362.
41 Said Nursî, A.g.e., s. 1362.
42 Ez-Zerkeþî, el-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, C. lll, s. 17-18.
43 Bu ibareler, “Kur'ân yedi harf üzere inmiþtir” hadis-i þerifinin bir yönünü ifade eder. Taberânî’de ayný manayý ifade eden þu hadis-i þerif bulunmaktadýr: “Her bir harfin bir zahir ve bir bâtýný vardýr. Her bir harfin bir haddi ve muttalaý vardýr.” Bkz. Keþfü’l-Hafâ, C. l, s. 209. Ayrýca Taberânî’nin el-Mu’cemü’l-Kebîr’inde þu hadis vardýr: “Her bir âyetin zahir ve bâtýný vardýr.” Hadis no: 10108, C. X, s. 130. Ayný ifadeler el-Mu’cemü’l-Evsat’ta da vardýr. Bkz. Hadis no: 777, C. l, s. 433 Muhaddis Ahmad Muhammed Þâkir, Tâberî’nin Câmiü’l-Beyân, C.l, s. 22’de naklettiði bu hadisi zayýf bulmuþtur.
44 Said Nursî, A.g.e., s. 1362.
45 El-Fahru’r-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, 31/11, 12.
46 Ez-Zerkeþî, el-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, C. lll, s. 18.
47 Said Nursî, A.g.e., s. 1167.
48 Said Nursî, A.g.e., s. 1167.
49 Said Nursî, A.g.e., s. 973
50 Ýbrahim b. Ömer el-Bukâî, Nazmü’d-Dürer fî Tenâsübi’l-Âyâti ve’-Suver, Dâru’l-Kütübi’l-Ýlmiyye, Beyrut, C. Vll, s. 62.
51 el-Bukâî, A.g.e., C. V, s. 4.
52 Tantâvî Cevherî, el-Cevâhiru fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Kerîm, el-Mektebetü’l-Ýslâmiyye, Mýsýr, 17/4-9, 18/144-150, 20/3-6.
53 Ebû Amr ed-Dânî, el-Beyân fî Addi Âyi’l-Kur’ân, Merkezü’l-Mahtûtât ve’l-Vesâik, Kuveyt, s. 50-57, 139.
54 Þuarâ, 9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191.
55 Said Nursî, A.g.e., s. 973.
56 Þu âyet-i kerimede buyurulduðu gibi: “Kezzebet kavmu Nûhini’l-Mürselîn” (Nuh kavmi kendilerine gönderilen elçileri yalanladý.) þuarâ, 105. Ayrýca bkz. Ayný sûrenin 123., 141., 160. ve 176. âyetleri.
57 Zemahþerî, el-Keþþâf, C. lll, s. 126.
58 Ýbn Âþûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 19/90.
59 Said Nursî, A.g.e., s. 973.
60 Said Nursî, A.g.e., s. 1316.
61 El-Bukâî, Nazmü’d-Dürer, C. Vll, s. 378.
62 Muhammed Cemâlüddin El-Kâsýmî, Mehâsinü’t-Te’vîl, C. l, s. 160.
63 El-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 27/105, 112, 114.
64 Mahmud b. Hamza El-Kirmânî, Esrâru’t-tekrâr fi’l-Kur'ân, Dâru’l-Ý’tisâm, s. 198.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
SAÝD NURSÎ VE EHL-Ý KÝTAP
Dr. Mustafa Abu Sway 1
Kur'ân'ýn, bütün þiddeti ve kuvvetiyle, bütün tazeliði ve gençliðiyle yedi kat göklerde ve yerde yankýlanan þu nidâsý dikkat çekicidir;
“Ey Ehl-i Kitap!.. Sizinle bizim aramýzda ortak olan bir kelimeye geliniz.” 2
Bediüzzaman’ýn Kitap ehli ile muasýr medeniyet ehli arasýnda kurduðu baðlantýya tah*lilci bir nazarla baktýðýmýzda, söz konusu muasýr medeniyetin de temelleri itibarýyle Ýslâma yabancý olduðunu, ictimaî bir boþluðu temsil ettiðini, Ýslâmýn insana, kâinata ve hayata bakýþ açýsýyla ve tevhid akîdesiyle çeliþtiðini görürüz. Bu açýdan, ortak bir kelimeye davetin ifade ettiði mânâ, bir tek Allah’a ibadet olmaktadýr.
Modern kültür ve medeniyet, Ehl-i Kitabýn bir takým zorlamalarýyla âdeta bu*landýrýlmýþ, yani saf tevhid inancýndan alabildiðine uzaklaþtýrýlmýþtýr. Bu sebepledir ki modernizm, þirkin bütün boyutlarýyla irtibatlandýrýlýr olmuþtur.
Burada Bediüzzaman’ýn bu tür þirke dayalý anlayýþlar ve bunlarýn geçmiþ ve gelecekteki menfî tesirleri hakkýndaki görüþlerine bakabiliriz. Mektubat isimli ese*rinde Said Nursî, Hýristiyanlarýn Hz. Ýsa’ya (a.s.) muhabbette ifrata düþtüklerini, hatta meþrû sýnýrý aþarak onun (hâþâ) “Allah’ýn oðlu” yakýþtýrmasýnda bulunduklarýný söyler. Bunun ardýndan Yahudilerin, tefrîte düþerek Hz. Ýsa’ya (a.s.) düþmanlýk beslediklerini, onun peygamberliðini ve yüksek derecesini inkâr ettiklerini ifade eder. 3
Bir baþka yerde Bediüzzaman, Hýristiyan akîdesinde meydana gelen tahrifatýn, yani tevhid inancýnýn yerine teslîsin kabul edilmesi prensibinin bu dinin hezime*tine sebep olacaðýný söyler ve en sonunda tevhide, dolayýsýyla Ýslâma teslim olacaðýný þöyle ifade eder:
“Ya intifâ bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasýný câmi olan hakaik-ý Ýslâmiyeyi karþýsýnda görecek, teslim olacaktýr.” 4
Hýristiyan akîdesindeki sapmalardan birisi olarak gösterdiði “velediyet” esasý hakkýnda Said Nursî þöyle der: “Þimdiki Hýristiyanlýk dini velediyet akîdesini kabul ettiði için, vesâit ve esbaba tesir-i hakîkî verir.” 5
Said Nursî’nin bu tespiti, Hz. Mesîh’in (a.s.) Allah’ýn izniyle hastalarý iyileþtirmesi ve ölüleri diriltmesini ifade eden þu âyet-i kerimenin ýþýðýnda daha iyi anlaþýlacaktýr:
“O Ýsrailoðullarýna bir elçi olacak (ve onlara þöyle der:) Size Rabbinizden bir mu*cize getirdim. Size çamurdan bir kuþ sureti yapar, ona üflerim ve Allah’ýn izniyle o kuþ oluverir. Yine Allah’ýn izniyle körü ve alacalýyý iyileþtirir, ölüleri diriltirim...” 6
Bu âyette görüldüðü gibi, Hz. Mesih (a.s.) Allah’tan baþka güç ve kudret sahibi olmadýðýný, kendisinden sudûr eden hallerin ise Allah’ýn dilemesiyle gerçekleþtiðini açýkça itiraf etmektedir. Hýristiyanlýk ise, özellikle günümüz Katolik mezhebinde olduðu gibi, Hz. Mesih’in (a.s.) bu fiillerinin kendi kuvvet ve iradesinin ürünü olduðunu kabul etmektedir. 7
Hýristiyanlýðýn bu konumu, Milâdî 325 yýlýnda gerçekleþen Ýznik Konsili es*nasýnda ortaya konulan akîde metninde de vurgulandýðý üzere, Hz. Mesih’i (a.s.) hâkîkî bir ilâh olarak kabullenmeleriyle tamamen uyum göstermektedir.
Ancak Hýristiyanlýk bu küfür dairesinde daima kalýcý deðildir. Yani, týpký baþlangýcýnda olduðu gibi hâlis tevhid inancýna er-geç dönecektir. Said Nursî, Hýristiyanlarýn hakikî ruhanîlerinin böyle bir yola yöneldiklerine dair kuvvetli ema*relerin olduðunu söyler ve þöyle der:
“Nasraniyet ya intifâ veya ýstýfâ edip Ýslâmiyete karþý terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yýrtýldý, Protestanlýða geldi. Protestanlýk da yýrtýldý, tevhide yaklaþtý. Tekrar yýrtýlmaya hazýrlanýyor. Ya intifâ bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasýný câmi olan hakaik-ý Ýslâmiyeyi karþýsýnda görecek, teslim ola*caktýr.” 8
Ýstikbâlde Hz. Mesih’in (a.s.) zuhur edeceði zaman diliminde, Said Nursî’nin “Müslüman Ýsevîleri” olarak adlandýrdýðý bir topluluk çýkacaktýr. Bu cemiyet, Hz. Ýsa’nýn (a.s.) hakikî dini ile Ýslâm hakikatlerini biraraya getirmeye çalýþacaktýr.
Bu cemiyet ayrýca “Deccal komitesini, Hz. Ýsa Aleyhisselâmýn riyaseti altýnda öldürecek ve daðýtacak, beþeri inkâr-ý ulûhiyetten kurtaracak”týr. 9
Bu çerçevede görüþlerini beyan ederken Said Nursî hiç bir surette, týpký Hýristiyanlar için kullandýðý gibi, “Müslüman Yahudiler” vasfýný taþýyan bir topluluðun ortaya çýkacaðýndan, Yahudiliðin intifâ edeceðinden veya Ýslâma teslim olacaðýndan bahsetmez. Bunlarýn yerine, özellikle Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nübüvvetini kabul etme ve birçoklarýnýn da iman etmeleri hususunda Yahudi ve Hýristiyan âlimler ayný anda zikredilerek, eþit deðer verilmiþtir.
Açýkça görülmektedir ki, Said Nursî, Hýristiyanlýk âlemine gelecekteki ortak olarak bakmaktadýr. Tabii bu durum Hýristiyanlýðýn þu anki yanlýþ esaslarýndan kur*tulmasýyla olacaktýr. Ona göre Hýristiyanlýk ve Ýslâmiyet tek baþlarýna kalamazlar. Yani, dinsizlik cereyanýna karþý tek baþlarýna duramazlar.
Dinsizlik cereyanýnýn “pek kuvvetli göründüðü bir zamanda, Hz. Ýsa Aleyhisselâmýn þahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî Ýsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i Ýlâhiyenin semâsýndan nüzûl edecek, halihazýr Hýristiyanlýk dini o hakikate karþý tasaffî edecek, hurâfattan ve tahrifattan sýyrýlacak, hakâik-ý Ýslâmiye ile birleþecek, mânen Hýristiyanlýk bir nevi Ýslâmiyete inkýlâp edecektir. Ve Kur'ân’a iktidâ ederek, o Ýsevîlik þahs-ý manevîsi tâbi ve Ýslâmiyet metbû ma*kamýnda kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktýr.” 10
“Müslüman Ýsevîleri”, Hz. Ýsa (a.s.) ve dinine böylesine sarýlýrken, yine Bediüzzaman’a göre, Yahudiler Deccal’ýn en büyük kuvveti, destekçisi ve gönüllü takipçisi olacaktýr. 11
Bediüzzaman’ýn bu yorumu, Müslim’in Enes b. Malik’ten rivâyet ettiði þu hadis-i þerifi teyit etmektedir;
“Deccal'ýn mühim kuvveti Yahudidir. Yahudiler severek tabi olurlar.” 12
Bu Hadis-i Þerifin benzeri mahiyette baþka hadisler de vardýr. Bunlardan birisi, müttefekun aleyh olan Ýbn Sayyad’ýn rivâyetidir ve Deccal’ýn Yahudiler arasýnda doðacaðýný haber vermektedir.
Said Nursî, Yahudilerin Deccal'a verecekleri destek konusuna þöyle temas eder;
“Deccal, Yahudinin Ýslâm ve Hýristiyan aleyhinde þiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini...., hatta Ýslâm deccalý masonlarýn komitelerini al*datýp müzâheretlerini kazandýklarýndan, dehþetli bir iktidar zannedilir...” 13
Sonuç hakkýnda Bediüzzaman’ýn tespiti þöyledir:
“Þahs-ý Ýsa Aleyhisselâmýn kýlýncýyla maktul olan þahs-ý Deccalýn, teþkil ettiði dehþetli mâddîyunluk ve dinsizliðin azametli heykeli ve þahs-ý manevîsini öldürecek ve inkâr-ý ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak Ýsevî ru*hanîleridir ki, o ruhanîler din-i Ýsevînin hakikatini hakikat-i Ýslâmiye ile mezcede*rek o kuvvetle onu daðýtacak, manen öldürecek.” 14
Malumdur ki, Hýristiyanlýk hemen her açýdan Batýyla irtibatlýdýr. Buradan ha*reketle Bediüzzaman, istikbâldeki hadiselerle ilgili Ýslâmî tasavvur kaynaðýný hare*kete geçirerek ilginç tespitlerde bulunmuþtur. Ýslâm âleminin en büyük temsilcisi Osmanlý devletinin akýbeti ve Hýristiyanlýðýn temsilcisi konumundaki Avrupa’nýn geleceði hakkýndaki þu yorumu çok önemlidir:
“Osmanlý hükümeti Avrupa ile hamiledir; Avrupa gibi bir hükümeti doðuracak. Avrupa da Ýslâmiyete hamiledir; o da bir Ýslâm devleti doðuracak... Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asýr Avrupa'dan daha dinden uzak... Ýkinci tevellüd de, inþaallah yirmi otuz sene sonra çýkacak. Çok emarelerle, hem þarkta, hem garpta Avrupa içinde bir Ýslâm devleti çýkacak.” 15
Bediüzzaman’ýn bu öngörüsü, Avrupa ve önde gelen isimleri hakkýnda gerçekçi bir yaklaþýmdýr. Said Nursî Avrupa’yý “Umum Hýristiyanýn kilisesi ve mâden-i hayatý” 16 olarak niteler. Önde gelen siyasî liderler gibi, orada yetiþen seçkin kimseler Hýristiyanlýða mutaassýp bir þekilde baðlýdýrlar. Bu konuda, Ýngiliz Baþbakaný Lloyd George’u ve Amerika Baþkaný Wilson’u Batýnýn yetiþtirdiði Hýristiyan seçkinlere örnek olarak gösterir ve þöyle der:
“..Dünyaca en büyük makam iþgal eden Hýristiyan havaslarý tam dindar olabi*lirler... Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nadiren tam dindar ve salâbetli kalýrlar...” 17
Bir baþka yerde ise, “Frengistan diyarý”nýn Hýristiyanlýðýn þevketi dairesi olduðunu söyler ve bu ecnebî diyarýna þeriat lisanýnda “Dâr’ul-Harb” denildiðini vurgular. 18
Avrupadaki medeniyetin dinle baðlantýsý ve Ýslâm âlemine etkileri konusuna Said Nursî eserlerinin bir çok yerinde temas etmiþtir. Ona göre Avrupa ikidir: Birincisi, “Ýsevîlik din-i hakîkîsinden aldýðý feyizle hayat-ý içtimâiye-i beþerîyeye nâfi san’atlarý ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunlarý takip eden”, diðeri ise, “felsefe-i tabiiyyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatýný mehâsin zannederek beþeri sefahate ve dalâlete sevkeden” 19 Avrupa’dýr.
Açýktýr ki, Avrupa’daki din, gerçek Hýristiyanlýktan alabildiðine uzaklaþtýrýlmýþ bir dindir ve bir çok tahrifata uðramýþtýr. Hatta dinin ýslah edilmesi çerçevesindeki çalýþmalar Protestanlýk gibi bir mezhebin ortaya çýkmasýna sebep olmuþtur. Said Nursî bu geliþmeyi þimdiki Hýristiyanlýðýn Ýslâmiyete doðru bir adým atmasý þeklinde deðerlendirmiþtir. Bu geliþmeler karþýsýnda Protestanlýðýn gördüðü þiddetli tepkileri þöyle deðerlendirir:
“..Serseri tabir ettikleri âvam tabakasýnda intibaha gelen hamiyetperverlerini ve havas zâlimlerin istibdadýna karþý hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kýsýmlarýný ezmeye vasýta olduðundan ve dörtyüz seneye yakýn Frengistanda ihtilâl*lerle istirahat-i beþeriyeyi zîrüzeber etmeye bir sebep telakkî edildiðinden, o mezhebe (Protestanlýða), dinsizlik namýna deðil, belki Hýristiyanlýðýn diðer bir mezhebi namýna hücum edildi.” 20
Aslýnda bu þiddetli çatýþmalar hâlen günümüzde de devam etmektedir. Kuzey Ýrlanda’da Katoliklerle Protestanlar arasýnda kanlý çatýþmalar gözlenmektedir. 1998 yýlýnýn baþlarýnda, “Din, Toplum ve Çatýþma Problemi” konulu bir konferansa katýlmak için bu ülkeye ziyarette bulunmuþtum. Konferansýn devam ettiði günlerde, bu ülkenin çeþitli yerlerinde korkunç patlamalar oldu. Bu olaylar, iki mezhep arasýndaki çatýþmanýn þiddetini açýkça gösteriyordu. Hatta, bu ülkede Katolikler ve Protestanlarýn meskûn yerlerinden, okullarýna ve diðer alanlara kadar her þeylerinin ayrý olduðunu orada öðrenmiþtik.
Bediüzzaman, diðer yandan, Türkiye’de bir takým bid’a ve hevâ ehli insanlarýn Protestanlýk hareketini örnek göstererek, dinde ýslahat yapma gayretlerine þiddetle karþý çýkar. Bu görüþte olanlar Arapça aslý yerine ezaný ve Fatihâ'yý deðiþtirme yoluna gitmiþlerdir. Bediüzzaman’a göre ehl-i bid’a, dinsizliklerine ve ilhadlarýna þöyle bir ba*hane bulmaktadýrlar:
“Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisâtýna sebep olan Fransýz Ýhtilâl-i Kebîrinde, papazlara ve rüesâ-yý ruhaniyeye ve onlarýn mezheb-i hâssý olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrip edildi. Frenkler dahi ondan sonra daha ziyade te*rakkî ettiler.”
Bediüzzaman böyle bir iddiaya, yine kendi iddialarýyla cevap vermiþtir:
“Fransýzlarda havas ve hükümet adamlarý elinde çok zaman dîn-i Hýristiyanî, bahusus Katolik mezhebi bir vasýta-i tahakküm ve istibdat olmuþtu. Havas, o vasýtayla nüfuzlarýný âvam üzerinde idame ettiriyorlardý.” 21
16. Asrýn baþlarýnda ortaya çýkan Protestanlýk ile, 17. Asrýn sonlarýnda gerçekleþen Fransýz Ýhtilâli arasýnda büyük bir zaman farkýnýn bulunduðu gâyet açýktýr. Bu fark yaklaþýk iki asýrlýk bir süre demektir. Bununla birlikte Fransýz Ýhtilâli fiilen, Katolik Kilisesinin kurduðu otoriteye ve karar alma dairesine karþý gerçekleþtirilmiþtir. Nitekim bu ihtilâlin neticelerinden birisi de Kilise tarafýndan kamulaþtýrýlan bir çok mülkün satýlmasý olmuþtur.
Diðer yandan Fransýz Ýhtilâlinin baþlangýçta dine karþý yapýldýðý þeklinde bir yo*rum da yapýlabilir. Russo, Voltaire ve Monteskiyö gibi Fransýz Ýhtilâlinin fikir baba*larýnýn kaleme aldýklarý eserler böyle bir iddiayý desteklemektedir. Buna göre Katolik Kilisesi, ihtilâl öncesine kadar ilme ve âlimlere büyük düþmanlýk besleyerek, Cennetin anahtarlarýný ve tapularýný satarak, Engizisyon mahkemeleri kurarak, des*pot idarelere ve istibdatçý hükümetlere destek vererek, böyle bir harekete zemin hazýrlamýþtýr. Ýhtilâl öncesinde, bu olumsuz icraatlarýn halk arasýnda doðurduðu tepki ise zirve noktasýna ulaþmýþtý. Bu mezhep yoluyla dinin, toplum hayatýnýn en ince ayrýntýlarýna kadar tahakküm kurmasýna tepki olarak, Fransýz Ýhtilâli ile “laiklik” olarak bilinen düzen ortaya çýkmýþtýr. Buradan hareketle dine karþý bir takým fikir akýmlarý ve uygulamalar baþgöstermiþtir. Bütün bunlara raðmen bugün Fransa hâlen Katolik bir devlet olarak tanýmlanmaktadýr. Bu özelliði, Avrupa’daki bazý Protestan devletlerle arasýnda bazý çekiþmelerin çýkmasýna da sebep olabilmektedir.
Fransýz Ýhtilâli ile Protestanlýk arasýnda kurulan baðlantý konusuna gelince, okuduðum kaynaklarda Protestanlýðýn oynadýðý herhangi bir role rastlamadým. Hatta, bu ihtilâlle ilgili ayrýntýlý bilgiler aktaran kitaplarda Protestanlýktan herhangi bir þekilde bahsedilmemektedir. Bunun yanýsýra Fransýz Ýhtilâli ile din arasýndaki iliþki çok yaygýn olarak ele alýnmaktadýr. Bu durumda Protestanlýkla Fransýz Ýhtilâli arasýndaki iliþki çerçevesinde gelebilecek bir soruya cevap verilebilmesi için, konu hakkýnda çok ayrýntýlý bir araþtýrmaya ihtiyaç vardýr.
Fransýz Ýhtilâliyle ilgili olarak ortaya çýkan bir diðer konu, dolaylý da olsa, böyle bir olayla sanayi devrimi veya sýnaî kalkýnma arasýnda kurulan dolaylý baðlantýdýr. Ýkinci olarak, doðunun ýslahýna çalýþan ve kalkýnma yoluna koymak isteyen bazý ke*simler, modern asýrdaki Avrupa'nýn ilerleme sebepleri konusunu çok sathî bir na*zarla deðerlendirmiþlerdir.
Her þeyden önce, Avrupa'yý sanayi devrimine götüren büyük bilimsel buluþlar Fransýz Ýhtilâlinden öncesi gerçekleþmiþtir. Üretim araçlarýnýn bizzat Fransa’da geniþ bir alanda kullanýma baþlamasý ise yaklaþýk 1830 yýllarýna rastlar. Bu gerçek ise sathî na*zarlý kimselerin içine düþtükleri yanlýþlýðý gösterir. Sebebiyet noktasýnda Fransýz Ýhtilâli ile sanayi devrimini irtibatlandýrmaya çalýþanlarýn yaný sýra, geliþmeleri bir cihetle Monteskiyö, Russo ve Voltaire’in fikirlerine baðlayanlar, diðer bir cihetle sýnaî kalkýnmaya baðlayanlar da olmuþtur. Bu fikirleri ele alarak Ýslâmiyet ve Müslümanlar için kullanmaya çalýþan bazý Batý hayranlarý ise, Ýslâm âleminin ilerle*yebilmesi için dine düþman olmayý, toplum hayatýndaki rolünü, hatta bütün izlerini ortadan kaldýrmayý öngörerek büyük bir hataya düþmüþlerdir.
Bu gibi görüþler, ne yazýktýr ki, uygulamaya konulmuþ, Ýslâm dinine düþmanlýk ve ümmet-i Ýslâm'ýn hayatýndaki yerinin yok edilmesi gayretleri her alanda sergilenmiþtir. Bunlardan belki en önemlisi, 20. Yüzyýlýn ilk çeyreðinde hilâfet ku*rumunun yýkýlmasý ve ümmetin bir nevi baþsýz býrakýlmasýyla gerçekleþmiþtir. Bütün bu icraatlarýn baþarýsýzlýðý Ýslâm ümmetinin bugünkü hâlinde açýkça görülmektedir. Çünkü günümüzde Müslümanlar paramparça daðýlmýþlardýr. Çok istenilen o sýnaî kalkýnma, medenîleþme gerçekleþmemiþ, doðu ile Batý arasýndaki uçurum daha da açýlmýþtýr.
Medenî ilerleme, sebeplere sarýlmaya ve bu ilerlemeyi saðlayacak þartlarýn el*veriþli oluþuna baðlýdýr. Kehf Sûresinin sonunda Zülkarneyn kýssasýna yer verilir*ken, konuyla alâkalý temel þartlar açýklanmýþtýr. Allah Azze ve Celle, sebepleri in*sanýn önüne koymuþ, ondan nasýl istifade edeceðini de öðretmiþtir. Fazla ayrýntýya girmeksizin, insan için gerekli þartlarýn kendisine musahhar kýlýndýðýný bildirmiþtir. Zülkarneyn kýssasýnda birincil ve ikincil sebepleri, hammaddeleri, ihtiyacý, iradeyi, ilmi ve kâfi sayýdaki insaný seddin inþasý için gerekli þartlar olarak sýralanmýþtýr. Dikkat edilirse bunlar, kalkýnma ve medenî terakkî için en önemli þartlardýr.
Diðer yandan, örneðin kültür, bu çerçevede önemli bir konuma sahiptir. Muhtelif kültürlerin rekabeti, insanlýðý atom bombalarý oluþturmaya yöneltmiþtir. Her ne kadar böyle tehlikeli bir alandaki rekabet insanlýk için iyi deðilse de, yeryüzündeki farklý kültürlerin kendi aralarýnda rekabetin doðmasýna, dolayýsýyla da geliþmeye neden olduðu için bir örnek olarak veriyorum. Sosyalist Sovyetler Birliði ile kapitalist ABD, Hindu Hindistan ile Müslüman Pakistan, Müslüman Arap ülkeleri ile Yahudi Ýsrail potansiyel düþmanlýk beklentileri sonucu hep atom teknolojisine ulaþmýþlardýr.
Elbette Batý karþýtlýðý sonucu Batýdan gelen her þeyi reddetmek ve sýfýrdan baþlamak, istenilen bir þey deðildir. Hatta böyle bir þey imkânsýzdýr. Bizlere düþen görev, hedeflenen medeniyet seviyesine ulaþabilmek için, gerektiðinde ve gerektiði ka*dar Batý medeniyetinden istifade edebilmektir. Ancak bu medeniyetin temellerinin Kur'ân ve Sünnet ile yoðrulmasý gerekir. Týpký Ýslâmýn altýn asrýnda olduðu gibi. Öyle ki, o dönemlerde Ýslâm medeniyetinin ilmî metodu Batýya kadar ulaþmýþ, on*larý karanlýklardan ve cehâletten kurtarmýþ, böylelikle günümüzdeki seviyeye ge*linmiþtir. Haddizâtýnda þu an Batýdan alacaðýmýz bir þey, dolaylý olarak geçmiþte bizden alýnanlarýn birer meyvesi konumundadýr.
Ancak, bu çerçeve içinde vahiy varsa, ümmetin tüm kültür mirasýndan soyut*lanmasýný isteyen Batýlýlaþma cereyaný karþýsýnda durabilecek en saðlam kapý var demektir. Þüphesiz bizler, Batýdaki her þeye bir kudsiyet izafe edecek deðiliz. Mazide yaþamak istemediðimiz gibi, geçmiþten de tamamen sýyrýlma taraftarý deðiliz. Lâkin, bütün tecrübe ve asaletiyle birlikte Ýslâm ümmeti olarak bizler, Ýslâmýn insan, kâinat ve hayat tasavvurunun asrýn diliyle ifade edilmesine muhtacýz. Modernizmin problemlerin*den bahseden nice düþünürlerimiz bu ihtiyacý karþýlayacak bir çare ortaya koya*mamýþlardýr. Öte yandan Batýlý düþünürler, modernizmi yönelttikleri yoðun tenkid ve eleþtirilerle yerle bir edip, onun yerine “Post-modernizm”i ikame etme gayreti içindedirler. Burada düþünürlerimize bir sual yöneltmek istiyorum:
Bu fikirlerin asýl sahipleri onlarý terkettiði ve hatta saðlýklý bulmadýklarýný söyledikleri halde, ayný fikirleri toplum hayatýmýza ithal etmedeki bu ýsrarýnýz niye?
Hükümetlerimizin ve halklarýmýzýn cehdini ve vaktini zayi etmekten baþka iþe yaramayan bu fikirleri insanlara dayatma gayretleri niye?
Said Nursî, terakkî ile din arasýndaki iliþkiyle ilgili çok saðlýklý bir denge kur*maktadýr. Ona göre, Batý dinden uzaklaþtýkça ilerlemiþtir. Müslümanlarýn ilerleme*leri ise hep dinle baðlarý nisbetinde olmuþtur. Müslümanlar medeniyeti ve ilmi terketmeleri durumunda ise gerilemiþler, buna paralel olarak Ýslâm, zahirde zayýflamaya yüz tutmuþtur. 22 Bu sebeple fayda saðlayacak maddî sebepler ile, ümmet üzerinde büyük vebal doðuracak fikirlerin birbirine karýþtýrýlmamasý gerek*lidir.
Modernizmden çýkan fikirlerden birisi olan milliyetçilik konusunda Said Nursî’nin dile getirdiði görüþler, derin bir anlayýþ ve siyasî þuuru aksettirmektedir. Ona göre, “kavmiyet ve dava-yý unsuriyet azim bir tehlikedir”. Müslümanlar için din-i Ýslâm râbýtasý daha faziletlidir. Teavüne, tesânüde sebeptir; menfeatli bir kuv*vet temin eder, uhuvvet-i Ýslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasýta olur. 23
Medenileþme konusunu hülâsa edecek olursak, Bediüzzaman’ýn dediði gibi, “Ýslâmiyeti Hýristiyan dinine kýyas etmek, kýyas-ý maalfârýktýr; o kýyas yanlýþtýr.” 24 Ýslâmiyete sarýlarak dini yaþamak, medenileþmeyle son derece uyumludur. Hýristiyanlýkta ise, bunun tam tersi olmuþtur. Onlar bu konuda dini terketme ihtiyacý duymuþlardýr. Bizler ise tekrar dinimize dönmeye muhtacýz.
Her hâlükârda Said Nursî, bazýlarýnýn medenileþme için þart koþtuðu din*sizliðe karþý Ýslâm ile “hakikî” Hýristiyanlýðýn ittihad etmesi gerektiðini söyler.
Bediüzzaman’ýn Yahudilikle ilgili görüþlerine tekrar dönerek, biraz ayrýntýya girelim. Birçok sözlerinde Said Nursî, Yahudiliði Hýristiyanlýða nazaran daha aþaðý bir seviyede deðerlendirir. Örneðin daha önceden zikrettiðimiz “Müslüman Ýseviler” kavramýný, örneðin “Müslüman Yahudiler” þeklinde kullanmaz. Yahudîliðin Hýristiyanlýða nazaran böyle bir hakký yoktur. Yahudîliðin tahrifattan arýndýktan sonra istikbâlde bu din mensuplarýyla ortak hareket etme gibi bir durum sözkonusu deðildir... Fatihâ Sûresinde geçen “Gayri’l-maðdûbi” ifadesini tefsire baþlarken þöyle der:
“Ýkinci fýrka ise, kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüzüyle tecavüz ederek ahkâmýn terkiyle zulüm ve fýska düþmüþlerdir: Yahudilerin temerrüdü gibi.” 25
Yahudî þahsiyetinin resmini çekebilmek için, konuyla ilgili bazý âyetlerin tefsi*rine bakmak yeterli olacaktýr. “Eðer doðru iseniz mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksi*niz” 26 âyetinde olduðu gibi. Bu âyeti Bediüzzaman þöyle tefsir eder:
“Ýþte meclis-i Nebevîde, küçük bir cemaatin, cüz’î bir hadise ünvanýyla, milel-i insaniye içinde hýrs-ý hayat ve havf-ý mematla en meþhur olan millet-i Yehûdun tâ kýyamete kadar lisan-ý halleri mevti istemeyeceðini ve hayat hýrsýný býrakmayacaðýný ifade eder.
“Meselâ, ‘Ve duribet aleyhimü’z-zilletü ve’l-meskenetü’ 27 þu ünvanla, o mil*letin mukadderât-ý istikbâliyesini umumî bir surette ifade eder. Ýþte þu milletin seci*yelerinde ve mukadderatýnda münderiç olan þöyle müthiþ desâtir içindir ki, Kur'ân onlara karþý pek þiddetli davranýyor, dehþetli sille-i te’dib vuruyor.” 28
Genel mânâda Bediüzzaman, daha önceden de zikrettiðimiz gibi, Yahudileri hayata karþý bozgunculuk ve hýrs kavramlarýyla irtibatlandýrmaktadýr. Diðer yandan ayný mânâlarý daha geniþ ve ayrýntýlý olarak te’kid eden baþka âyetler bulunmaktadýr.
“Sen onlarý, hayata karþý insanlarýn en hýrslýsý olarak bulursun.” 29
“Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.” 30
Bu iki âyete Said Nursî’nin yaptýðý tefsir þöyledir:
“Yahudilere müteveccih þu iki hükm-ü Kur'ânî, o milletin hayat-ý içtimâiye-i insanîyede dolap hilesiyle çevirdikleri þu iki müthiþ düstur-u umumîyi tazammun eder ki, beþerîyeti sarsan ve sa’y ve ameli sermaye ile mübâreze ettirip fukarayý zen*ginlerle çarpýþtýran muzaaf ribâ yapýp bankalarý tesise sebebiyet veren ve hile ve hu*d’a ile cem-i mâl eden o millet olduðu gibi; mahrum kaldýklarý ve daima zulmünü gördükleri hükümetlerden ve galiplerden intikamlarýný almak için her çeþit fesat komitelerine karýþan ve her nevî ihtilâle parmak karýþtýran yine o millet olduðunu ifade ediyor.” 31
Ayný þekilde Said Nursî’nin, Yahudilere, sosyalizm ve kapitalizm düzenlerinin, ihtilâllerin, baþkaldýrý hareketlerinin, fesat komitelerinin mes’uliye*tini de yüklediðini görmekteyiz. Buna sebep olarak da, hâkimiyeti altýnda yaþadýklarý ülkelerde uðradýklarý zulümden doðan kinlerini gösterir. Muasýr Yahudi tarihinden bir örnek olarak Almanya’da yaþanan olaylarý gösterir:
“...Her hükümetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kes*retle toplanýp intikamlarýný almak için, komünist komitesinin tesisinde mühim bir rol ile Yahudi milletinden olan Troçki namýnda dehþetli bir adamý, Rusya’nýn baþkumandanlýðýna ve terbiyegerdeleri olan meþhur Lenin’inden sonra Rus hükümetinin baþýna geçirerek Rusya’nýn baþýný patlatýp bin senelik mahsulâtýný yaktýrdýlar.” 32
Avrupa, bizzat Yahudi düþünürler tarafýndan ortaya çýkarýlan -bu çerçevede Marks da fikirlerini kaleme almýþtýr- “Yahudi meselesi”yle yüz yüze geldiðinde, bu düþünürlerden her birisi meseleye kendilerince çözüm yollarý getirmiþlerdir. Herkesin bildiði gibi, Yahudiler çeþitli sebeplerden dolayý içinde yaþadýklarý toplumla bütünleþip erimemektedirler. Bu sebeplerden birisi , “Getto” olarak adlandýrýlan kendileri dýþýndakilere kapalý iskân alanlarýnda yaþamalarýdýr. Abdulvehhâb el Mesîrî, bir baþka sebep olarak, faizli kredi sistemi gibi bazý oluþumlarla güçlü toplu*luklar oluþturmalarýný gösterir. Bu durumda içinde bulunduklarý toplumda ra*hatsýzlýklar uyandýrdýklarýndan, Avrupalý toplumlardan dýþlanmýþlardýr. Buradan hareketle Siyonizm, Yahudi problemininin çözümünü Yahudilerin de, diðer bütün halklar gibi kendi devletleri içinde yaþayan bir halk olmasýnda görmüþtür. Ancak, Alman ýrkýnýn yüceliði ve seçkinliði fikrine dayalý Nazi ruhu onlarýn varlýðýna daha fazla sabredememiþ, temizlik harekâtýna giriþmiþtir.
Said Nursî, Yahudilerin maruz kaldýðý eski soykýrýmlarla, Nazi soykýrýmý arasýnda irtibat kurar. Þu âyeti zikrettikten sonra yaptýðý yorumu aktaralým:
“Kýzlarýnýzý sað býrakýp yeni doðan erkek çocuklarýnýzý kesiyorlardý.” 33
“Benî Ýsrail’in oðullarýnýn kesilip kadýn ve kýzlarýný hayatta býrakmak, bir Firavun zamanýnda yapýlan bir hadise ünvanýyla, Yahudi milletinin ekser memle*ketlerde, her asýrda maruz olduðu müteaddid katliamlarý, kadýn ve kýzlarý hayat-ý beþerîye-i sefihanede oynadýklarý rolü ifade eder.” 34
Bu ifadelerle Bediüzzaman Yahudilerin ifsad faaliyetleri ile maruz kaldýklarý soykýrýmlar arasýndaki iliþkiyi de vurgulamaktadýr. Bir baþka yerde ise, Said Nursî, Yahudilerdeki hýrs duygusunun kuvvetli oluþuna dikkat çeker:
“...Daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hýrsla dünyaya yapýþan ve aþk ile hayat-ý dünyeviyeye baðlanan Yahudi milleti, pek çok zahmetle kazandýðý, kendine faydasý az, yalnýz hazinedarlýk ettiði gayr-ý meþrû bir servet-i ribâ ile bütün milletler*den yedikleri sille-i zillet ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki, hýrs maden-i zillet ve hasârettir.” 35
Bediüzzaman’ýn farklý bir yorumu ise, zâlim insanlarýn sebebiyet verdiði harp*ler gibi bazý belâlar neticesi hayatýný mazlum ve suçsuz olarak kaybeden gayr-ý Müslimler hakkýndadýr. Þâyet bu insanlar on beþ yaþýndan küçükseler, hangi dinden olurlarsa olsunlar þehid hükmündedirler. On beþ yaþýný aþmýþ insanlar ise, eðer ma*sum ve mazlum ise mükâfatlarý büyüktür; belki onu Cehennemden kurtarýr. Bediüzzaman bunun sebebini þöyle açýklar:
“Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlýk perdesi gelmiþ. Ve madem âhirzamanda Hz. Ýsa’nýn (a.s.) din-i hakîkisi hükmedecek, Ýslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette þimdi, fetret gibi ka*ranlýkta kalan ve Hz. Ýsa’ya (a.s.) mensup Hýristiyanlarýn mazlumlarý, çektikleri fe*lâketler onlar hakkýnda bir nevi þehadet denilebilir.”
Said Nursî þöyle devam eder:
“Elbette o musibet onlar hakkýnda medeniyetin sefahatinden ve küfranýndan ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdýr diye hakîkatten haber aldým.” 36
Hahamlardan birçoðu, baþlarýna gelen onca azap ve sýkýntýyý, gidiþatlarýnýn bir neticesi olarak yorumlamýþtýr. Ancak, karþýlaþýlan bu tür belâ ve musîbetler berabe*rinde Lâhût 37 çerçevesinde “Hologost” olarak isimlendirilen yeni bir inancýn ortaya çýkmasýna sebep olmuþtur. Bu kavram Lâhût’ta ve Yahudi tarihinde de yeri bulunan “Allah’a yakýnlýk için yakýlarak verilen kurban”ý ifade etmektedir. Daha sonralarý bu kavram özellikle Nazi kamplarýnda yakýlarak öldürülen Yahudiler için kullanýlmaya baþlanmýþtýr.
Bu Yeni Lâhût, “Hologosttan sonraki Lâhût” olarak anýlmaya baþlanmýþtýr. Bu inanç sisteminin temelinde, yüceler yücesi olan Allah’ýn “dâire-i mutlakta kâmil, dâire-i mahdûdda ise nâkýs” olduðu inancý vardýr. Ýþte ikinci dâirede “Hologost” gerçekleþmiþtir. Çünkü Allah, Yahudilerin Nazi ve taraftarlarý tarafýndan öldürülmesine müsamaha etmiþ, böylesi seçkin bir milleti zafere ulaþtýrmaktan (hâþâ) aciz kalmýþtýr. Her hâlükârda, Nazilerin eliyle Yahudilerin maruz kaldýðý sýkýntýlar hâlâ devam etmekte ve neticede bu geliþmeler Yahudilerin bu inancýný desteklemektedir.
Müslümanlarla Yahudiler arasýndaki iliþkileri büyük çapta etkileyen hali*hazýrdaki en önemli mesele Filistin meselesidir. Þu önemli noktaya dikkat çekmek isterim ki, Filistin’de uygulanan siyonist politikalar ve Yahudi yerleþim alanlarýnýn açýlmasýna dair alýnan kararlar, Nazilerin Yahudilere yaptýklarýndan yaklaþýk 50 sene öncesine dayanýr. Ýlk siyonist konferansý Ýsviçre’nin Basel þehrinde, 1897 tari*hinde yapýlmamýþ mýydý?
Bediüzzaman’ýn konuya yaklaþýmýný görebilmek için, Bakara Sûresi 61. âyete getirdiði yoruma bakmak gerekir:
“Böylece onlarýn üzerine bir zillet ve yoksulluk damgasý vuruldu.” 38
“Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asýrda zillet ve meskenet tokadýný yemeye müstehak olmuþlar. Fakat bu Filistin mesele*sinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi deðil, belki enbiyâ-i Benî Ýsrâiliyenin mezaristaný olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunmasý cihetiyle bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasýndan, çabuk tokat ye*miyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktý, çabuk meske*nete girecekti.” 39
Tahlilci bir gözle bakýldýðýnda, Said Nursî’nin diðer Ýslâm âlimlerinin benzeri görüþler açýkladýðý görülür. Çünkü o da, Yahudilerin yeryüzünde yaptýklarý ifsatlar*dan dolayý Rabbanî bir ikâba ve cezaya çarptýrýldýklarýna inanmaktadýr. Filistin mese*lesinde takýndýklarý tavýrlar ise, Siyonist ideoloji ile irtibatlýdýr. Aslýnda bu da ifsadýn ayrý bir türüdür. Bu sebeple insanlarýn çoðunluðu Yahudilerin derhal bir ikâba uðramasýný beklemektedir. Çünkü hikmet-i Rabbanî þimdiye kadar ikâb zamanýný asla geciktirmemiþtir. Said Nursî’nin yukarýdaki sözlerinde, Yahudilere oranla çok daha fazla nüfusa ve alana sahip olan Araplar için dolaylý bir tenkid vardýr. Ancak bana göre bu ifadesi, Hz. Peygamber’in (a.s.m.), Ýslâm ümmetinin geleceðiyle ilgili konuþurken, düþmanlarýn hilelerini zayýf düþürebilmek için Müslümanlarýn çok büyük hazýrlýklar yapmalarýný istemesine iþaret etmektedir.
Yahudilerle ilgili yaptýðý bu ve benzeri yorumlarýnda Said Nursî’nin hep âyet-i kerimelere müracaat ettiðini görmekteyiz. Yukarýda verdiðimiz örneklerin yaný sýra, onun yorumlarýna dayanak teþkil eden bazý âyet meâllerini daha aktaralým:
“Onlardan bir çoðunun günah, düþmanlýk ve haram yemede yarýþtýklarýný görürsün. Yaptýklarý ne kadar kötüdür.” 40
“...Onlar yeryüzünde bozgunculuða koþarlar. Allah ise bozguncularý sev*mez.” 41
“Biz Kitap’ta Ýsrailoðullarýna: Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çýkaracaksýnýz ve azgýnlýk derecesinde bir kibre kapýlacaksýnýz, diye bildirdik.” 42
Bütün bunlarýn yanýsýra, Müslümanlar arasýnda zimmî olarak yaþamak iste*yen herkes için kapý açýktýr. Zimmî için en asgarî þart yeryüzündeki ifsadý terketme*sidir. Bunun ardýndan kendisine her zaman ihsân muâmelesi yapýlýr. Said Nursî, sözle de olsa zimmîlere ezâ verilmemesi gerektiði tenbihinde bulunur. 43
Kur'ân-ý Kerimin diðer kutsal kitaplardan Tevrat ve Ýncil ile iliþkisi çok önemlidir. Kur'ân birçok âyetiyle, geçmiþ peygamberler, ahvâl ve havâdisleriyle il*gili bilgiler vermiþtir. Bu konuda Bediüzzaman þöyle der:
“...Kütüb-ü sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvâfakat etmiþtir. Ýhtilâf et*tikleri bahislerde musahhihâne, hakikat-ý vakýayý faslediyor.” 44
Said Nursî’nin bu tespitini destekler tarzda bir örnek verelim. Tevrat’ýn Tekvin bölümünde anlatýldýðýna göre, Rab, yanýnda iki melekle birlikte Lût kav*mine giderlerken Ýbrahim’e (a.s.) görünür. Ýbrahim onlara yiyecek takdim eder.
“Sonra yanýndaki yað, süt ve buzaðýdan aldý ve onlarýn önüne koydu. Onlar aðacýn altýndaydýlar ve bunlarý yediler.” (Tekvin, 18:8)
Tekvin bölümünde yer alan bu ifadeler birçok yönüyle tahrif edilmiþ bilgiler içermektedir. Bunlardan birincisi Allah’ýn bir erkek suretinde görünmesidir. Bir diðer bariz tahrif ise, bir insan gibi, iki melekle birlikte Allah’ýn yemek yemesidir.
Bütün peygamberlere ve elçilere teblið edilmiþ olan Ýslâmýn tevhidî tasavvu*runa göre, Allah hiç bir suretle böyle veya bir baþka þekilde zuhur etmez. Kur'ân ayný zamanda meleklerin yeme içme özelliðini kabul etmez. Tevrat'ta anlatýlan bu hikâye, birçok âyet-i kerimede açýkça reddedilmiþtir.
“Andolsun ki elçilerimiz Ýbrahim’e müjde getirdiler ve ‘selâm sana’ dediler. O da: ‘Size de selâm’ dedi ve hemen kýzartýlmýþ bir buzaðý getirdi. Ellerini yemeðe uzatmadýklarýný görünce, onlarý yadýrgadý ve onlardan dolayý içine bir korku düþtü. Dediler ki: Korkma! Lût kavmine gönderildik.” 45
Bu bahsi Said Nursî’nin Ýslâmiyetle diðer dinler arasýndaki iliþkilerin ge*leceðiyle ilgili söylediði bazý sözleriyle bitireceðim.
“Hüvellezî ersele rasûlehû bi’l-hüdâ ve dîni’l-Hakký li-yüzhirahû ale’d-dîni küllihî, kemâl-i kat’iyetle ihbâr ediyor ki, ‘Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü ves*selâmýn getirdiði din, umum dinlere galebe çalacak’. Halbuki o zamanda yüzer milyon tebeasý bulunan Nasârâ ve Yahudi ve Mecûsi dinleri ve Roma, Çin ve Ýran hükümeti gibi yüzer milyon tebeasý bulunan cihangir devletlerin edyân-ý resmîleri iken, kendi küçük kabilesine karþý tam galebe edemeyen bir vaziyette bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmýn getirdiði din, umum dinlere galip ve umum devletlere muzaffer olacaðýný ihbar ediyor.
“Ýstikbâl, o haber-i gaybîyi, Bahr-i Muhît-i Þarkîden Bahr-i Muhît-i Garbîye kadar Ýslâm kýlýncýnýn uzamasýyla tasdik etmiþtir.” 46
Bu yorumdan da anlaþýlacaðý üzere, zikredilen âyet-i kerime bu dinin bütün dinlerin üzerinde bir konuma yükseleceðini gösterir. Ayný zamanda bu üstünlük, siyasî alandaki galibiyeti de içermektedir.
Ýslâmî rabýta, Müslümanlar için kavmiyet -ýrkçýlýk- gibi diðer rabýtalardan daha faziletlidir. Bu rabýtanýn en büyük faydasý ise her alanda muzafferiyettir. Diðer din mensuplarý Ýslâmýn hakikatlerini kabul etmeye muhtaçtýrlar.
Son olarak, çalýþmamý Bediüzzaman’ýn þu cümlesiyle bitiriyorum:
“Ýstikbâlin kýt’alarýnda hakîkî ve manevî hâkim olacak ve beþeri dünyevî ve uhrevî saadete sevkedecek yalnýz Ýslâmiyettir...” 47
____________________
1 1984 yýlýnda Bethlehem Universitesi Ýngiliz Edebiyatý Bölümünden mezun oldu. "el-Gazali’nin Epistemolojisinde Geliþim" adlý çalýþmasýyla tez hazýrladý. 1985 yýlýnda Boston Üniversitesi Felfese bölümünde master yaptý ve 1993 yýlýnda doktorasýný verdi. Halen Kudüs Üniversitesi öðretim üyesidir.
2 Âl-i Ýmrân, 64
3 Said Nursî, Kaynaklý, Ýndeksli, Lügatli Risale-i Nur Külliyatý, Nesil Basým Yayýn, Ýstanbul 1996, C. l, s.557.
4 Said Nursî, A.g.e., s. 571.
5 Said Nursî, A.g.e., s. 558.
6 Âl-i Ýmran, 49
7 El-Mitran Paul Markutso, Rûhu’l-Kudüs Kongresi, Deyrü’l-Armen-Kudüs, 1/5/1998
8 Said Nursî, A.g.e., s. 571.
9 Said Nursî, A.g.e., s. 560.
10 Said Nursî, A.g.e., s. 372.
11 Said Nursî, A.g.e., s. 888.
12 Müslim, Fiten: 124
13 Said Nursî, A.g.e., s. 890.
14 Said Nursî, A.g.e., s. 887.
15 Said Nursî, A.g.e., s. 1856.
16 Said Nursî, A.g.e., s. 2052.
17 Said Nursî, A.g.e., s. 558.
18 Said Nursî, A.g.e., s. 556.
19 Said Nursî, A.g.e., s. 642.
20 Said Nursî, A.g.e., s. 557.
21 Said Nursî, A.g.e., s. 557.
22 Said Nursî, A.g.e., s. 2052.
23 Said Nursî, A.g.e., s. 499.
24 Said Nursî, A.g.e., s. 500.
25 Said Nursî, A.g.e., s. 1165.
26 Bakara, 94-95
27 “Onlarýn üzerine bir zillet ve yoksulluk damgasý vuruldu.” Bakara, 61
28 Said Nursî, A.g.e., s. 180.
29 Bakara, 96
30 Bakara, 60
31 Said Nursî, A.g.e., s. 180.
32 Said Nursî, A.g.e., s. 888.
33 Bakara, 49
34 Said Nursî, A.g.e., s. 180.
35 Said Nursî, A.g.e., s. 474.
36 Said Nursî, A.g.e., s. 1615.
37 Müslümanlardaki Tevhid ilminin karþýlýðý bir ilimdir. Hâlýk’ýn sýfatlarý ve varlýklarla olan iliþkisini konu almaktadýr.
38 Bakara, 61
39 Said Nursî, A.g.e., s. 1085.
40 Mâide, 62
41 Mâide, 64
42 Ýsrâ, 4
43 Said Nursî, A.g.e., s. 1943.
44 Said Nursî, A.g.e., s. 181.
45 Hûd, 69-70
46 Said Nursî, A.g.e., s. 592.
47 Said Nursî, A.g.e., s. 1964.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
SAÝD NURSÎ’NÝN BAKIÞ AÇISIYLA KUR’ÂN-I KERÝM’ÝN MAKSATLARI
Dr. Qutb Mustafa Sanu 1
TAKDÝM
Elhamdülillahi Rabbil-âlemîn, vessalâtü vesselâmü alâ eþrefi’l-mürselîn ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn..
Bu çalýþma, Said Nursî’nin bakýþ açýsýyla yüce Kur’ân’ýn maksatlarýný arzetmeyi ve bu konu üzerinde tahlil yapma hedefiyle hazýrlanmýþ olup, Kur’ân sûreleri ve ayetlerindeki temel maksatlarý belirlemek ve belli bir çerçeve içinde sýralamak üzere eserler ortaya koymuþ olan muâsýr düþünürlerin görüþleriyle birlikte deðerlendirilmiþtir. Bu önemli meselede Said Nursî’nin ortaya koyduðu görüþlerindeki uyumu, birbiri arasýndaki irtibatý ve tamamlayýcýlýðý sergilemek sûretiyle konuyu ele almaya çalýþtým.
Genel olarak, bu çalýþma bir giriþ ve çeþitli konularýn iþlendiði iki temel bölümden oluþmaktadýr. Giriþ bölümünde Kur’ân’ýn maksatlarý kavramýndan kasdedilen manalara ýþýk tutmaya çalýþtýk. Birinci Bölümde, Said Nursî’nin bakýþ açýsýyla Kur’ân’ýn maksatlarýný arzetmeye ve yorumlamaya gayret ettik. Ýkinci bölümde ise fikrî alanda tartýþmasýz büyük tesirler meydana getiren muasýr düþünürlerin nazarýnda, Kur’ân’ýn maksatlarý konusunun nasýl deðerlendirildiðini inceledik. Çalýþmamýz boyunca diðer düþünürler ile Said Nursî’nin bakýþ açýlarýný arzederken, ilmî müvâzeneyi mümkün olduðunca saðlamaya gayret ettik. Ayrýca, incelik, kendi içinde uyum ve irtibat bakýmlarýndan Said Nursî’nin diðer düþünürlerden farklarýný sergilemeye çalýþtýk.
GÝRÝÞ
“Maksat” kavramý bu asýrda yaygýnlýk ve revaç bulma açýsýndan, usule ait en önde gelen kavramlar arasýndadýr. Muâsýr Ýslâm düþüncesinin çeþitli alanlarýnda farklý kullanýmlarý bulunmaktadýr. Bunlardan bir kýsmý bu kavramý, nasslar arasýnda teâruz (farklý manalar içerme) olmasý halinde maslahatýn ön plana çýkarýlmasý manasýný hedefleyerek kullanmýþlardýr. Bazýlarý ise bu bakýþ açýsýndan farklý bir yaklaþýmla, yine farklý bir metot seçmiþlerdir. Bu görüþte olanlara göre, Allah’ýn koyduðu bir hüküm maslahatýn ta kendisidir ve aksi olamaz.
Genel olarak, "maksat" kavramý hakkýnda fikir beyan edenlerin ortak kanaati, bu kavramdan kastedilen mana hakkýnda bir kiþinin muhkem bir çerçeve veya ince bir sýnýr koymasýnýn güç olduðu yönündedir. Þayet bir gün birisi, bu kavramýn tarifini, yada manasýný sýnýrlamanýn yolunu bulacak olursa, bu, tarifin vasfýnýn tasdiki imkansýz olan bir tasavvurdan ileri gitmeyecektir. Her ne kadar bazýlarýnca belirtilen kavramýn manasý gayet vazýh olsa da, hakikatte bu kavramdan murâd olunan mana, kesif bir kapalýlýk perdesine bürünmüþ durumdadýr. Ýþte bu yüzdendir ki, gerek fikir erbabý, gerekse fýkýh âlimleri arasýnda, genel kabul görmüþ bir tarif henüz mevcut deðildir.
Binaenaleyh, bizler Ýbn Âþur’un “maksat” kavramý hakkýnda çizdiði þu genel çerçeveyi kendimize daha yakýn görüyoruz:
“Teþrî-i âmmedeki (umuma yönelik hüküm koymadaki) maksatlar, Þârî'in (hüküm koyucunun, Allah’ýn) bütün ahvâl-i teþrîiyyede (hüküm konulan hallerde) veya çoðunluðunda gözönünde bulundurduðu mana ve hikmetlerdir. Buradan hareketle, þeriat hükümlerinden bir konuya mahsus bir mulahaza çýkarmak doðru olmaz...” 2
Bu tasavvurdaki mantýða göre “maksat”, bütün ahvâl-i teþrîiyede veya çoðunluðunda, Þârî’ (hüküm koyucu, Allah) tarafýndan öngörülen mana ve hikmetlerin tamamýdýr. Teþrî’ iþlemi bu mana ve hikmetlerden hâli deðildir. Bir emir, ayný zamanda Þârî’in abesiyetten ve hatadan uzak olduðunu da te’kid etmektedir. Teþrî’deki maksatlarýn manasý eðer böylesi geniþ bir çerçeve içindeyse, bizler Kur’ân-ý Kerim’in maksatlarý konusunda da böylesi geniþ bir tasavvuru kabul etmemiz gerekir. Buradan hareketle deriz ki, Kur’ân’ýn maksatlarý:
Þârî-i Kerîm’in Kur’ân’daki sûre ve âyetlerde öngördüðü manalarýn ve hikmetlerin tamamýdýr. Bu mana ve hikmetler bir tek sûreye veya bir tek ayete tahsis edilmemiþ, ya sarahaten veya zýmnen diðer sûre ve ayetlerde de zikredilmiþtir.
O halde, mana ve hikmetler bütün Kur’ân sûreleri ve ayetlerinde yayýlmýþ, intiþar etmiþ vaziyettedir. Bazý zamanlarda kiþi bunlarý toplu olarak bir tek sûrede bulabildiði gibi, bazan da, bir sûrenin ayetlerinden bir tek ayette bulabilir. Bazý zaman ise, ya sarahaten, ya telmihen, ya iþareten, ya da imanen bu mana ve hikmetler ifade edilmiþtir.
Bu tasavvurdan hareketle, yukarýda bir cihetle zikrettiðimiz ölçüler ve kýstaslar doðrultusunda, maksatlardaki mana ve hikmetlerin tahdid edilmesi yönüne gideceðiz.
BÝRÝNCÝ BÖLÜM
Said Nursî’nin Bakýþ Açýsýyla Kur’ân’ýn Maksatlarý
Kur’ân-ý Kerim Usûl âlimlerinin yaptýklarý tanýmlamaya göre Resulullah’a (s.a.v.) Arap lisanýyla nazil olmuþ, günümüze kadar rivayet ve kitâbet (yazý) yoluyla tevâtüren nakledilmiþtir. Mucizedir, tilâveti (okunmasý) dahi ibadettir. Fatiha sûresiyle baþlar, Nâs sûresiyle biter. 3 Said Nursî, eserlerinde bu tarifin biraz daha ötesine gider ve geçmiþ âlimlerden bazýlarýnca ileri sürülen Kur’ân-ý Kerim’in Kelâmullah olduðunu inkar edip, onun diðer varlýklar gibi “mahlûk” (yaratýlmýþ) olduðunu kabul edenlerin iddialarýný çürütür mahiyette açýklamalar yapar.
Bediüzzaman Said Nursî 4 Kur’ân-ý Kerim’i, Cenâb-ý Allah’ýn nice husûsiyetleri, gayeleri ve maksatlarý ibraz edici olarak Resûl-ü Ekremîn’e (s.a.v.) indirdiði bir kitap olarak tarif eder ve þöyle der:
“Kur’ân, þu kitâb-ý kebîr-i kâinatýn bir tercüme-i ezeliyesi ve hayât-ý tekviniyeyi okuyan mütenevvî dillerinin tercümân-ý ebedîsi ve þu âlem-i gayb ve þehadet kitabýnýn müfessiri ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i Ýlâhîyenin manevî hazinelerinin keþþâfý ve sutûr-u hâdisâtýn altýnda muzmer hakâikýn miftâhý ve âlem-i þehadette âlem-i gaybýn lisaný, ve þu âlem-i þehadet perdesi arkasýnda olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ý ebediye-i Rahmâniye ve hitâbat-ý ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi ve þu Ýslâmiyet âlem-i manevîsinin güneþi, temeli, hendesesi ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritasý ve Zât ve sýfât ve esmâ ve þuûn-u Ýlâhiyenin kavl-i þârihi, tefsir-i vâzýhý, burhân-ý kâtýý, tercümân-ý sâtýý ve þu âlem-i insâniyetin mürebbîsi ve insaniyet-i kübrâ olan Ýslâmiyetin mâ ve ziyâsý ve nev-i beþerin hikmet-i hakikiyesi ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürþidi ve hâdîsi ve insana hem bir kitâb-ý þeriat, hem bir kitab-ý dua, hem bir kitab-ý hikmet, hem bir kitab-ý ubudiyet, hem bir kitab-ý emir ve davet, hem bir kitab-ý zikir, hem bir kitab-ý fikir, hem bütün insanýn bütün hâcât-ý maneviyesine merci olacak kitaplarý tazammun eden, tek câmi bir kitâb-ý mukaddestir...” 5
Bir cihetle Kur’ân-ý Kerim’in hakikati hakkýndaki bu þumullü tasavvurda gözlemlenen düþünce derinliði, diðer cihetle bu Kitâb-ý Azîm’in mesajý, hedefleri ve gayeleri, kiþiyi þu noktaya getirmektedir: Bir þeyin hakikati hakkýnda ortaya bir tasavvur koyabilmek, çeþitli ýstýlahlar ve tarifleri çerçevesinde yaþanan ihtilaflarý ve tartýþmalarý aþabilmeyi gerektirmektedir. Tarifi yapýlan o þeyi, benzerlerinden ayýrdeden ince hususiyetleri ve temel hedeflerinin etrafýnda dikkatlerin odaklanmasý lazýmdýr. Çünkü, tasavvurlarýn muayyen vaziyetleriyle ele alýnmasý, murâd edilen þeyin ýstýlahlarla sýnýrlandýrýlmasý sonucunu ortaya çýkarýr. Buradan hareketle diyebiliriz ki, tasavvurlarýn ihtilaf ve tartýþmalardan uzak bir zeminde ifade edilmesi ölçüsünde, bu tasavvurlar insanlarýn umumunca kabule ve dikkate alýnmaya daha yakýn olacaktýr.
Kur’ân-ý Kerim’in hakikati, mesajý ve gayeleri hakkýnda Bediüzzaman tarafýndan ortaya konulan gayet þumullü bu tasavvur, yine Kur’ân’ýn râm olduðu âlî maksatlarý, temel prensipleri ve hakikî unsurlarý elde edebilmeye yönelik esaslý bir hareket noktasý ve saðlam bir zemin olma özelliðini taþýmaktadýr.
Geçmiþte ve yaþadýðýmýz dönemdeki bazý âlimler, Kur’ân-ý Kerim’in maksatlarýný sayýsal olarak geniþletme, en büyük hedeflerini belirleme konusunda ihtilafa düþmüþlerdir. Çünkü bazýlarý, Kur’ân-ý Kerim’in maksatlarýnýn yediden az olmadýðýný 6 söylerlerken, bazýlarý da konuyu beþ temel maksada 7 indirgemiþlerdir. Bunlardan her birisi, iddialarýný destekler mahiyette bir takým delil ve þahidlere sarýlmýþlardýr. Said Nursî ise, Zikr-i Hakîm’deki bir çok âyet-i kerime üzerinde yaptýðý tefekkür ve teemmüller neticesinde bazý önemli sonuçlara ulaþmýþtýr. Buna göre, Kur’ân’ýn esas maksatlarý ve bütün sûrelerinde, hatta bütün ayetlerinde kendisini gösteren aslî unsurlarý dört ana baþlýk altýnda toplanmaktadýr. Bu temel dört maksat ve dört mühim cevher 114 sûrede ve bütün ayetlerinde kendisini gösterir.
1. Said Nursî’nin Bakýþ Açýsýyla Kur’ân’ýn Dört Maksadý
Said Nursî’nin, bütün Kur’ân sûreleri ve ayetlerinde Þârî’in öngördüðü en önemli manalar ve hikmetler olarak deðerlendirdiði dört Kur’ânî maksatýn muhteviyatý ve unsurlarý hakkýnda ayrýntýya girmeye ihtiyaç vardýr. Ayrýca, Kitâbullah’ýn þiddetle üzerinde durduðu ve tekrar tekrar öne çýkardýðý bu manalarýn ve cevher noktalarýn belirlenmesi gerekir. Kur’ân sûreleri ve ayetlerinin içerdiði manalar üzerinde derin bir teemmül ve tam bir tefekkürle durduktan sonra Said Nursî, þöyle bir neticeye varmýþtýr: Bütün Kur’ân sûre ve ayetleri, þu dört mananýn isbatý için çeþitli üsluplarý, beyân ve belâðâta dair vesileleri kullanmýþtýr:
Sâni-i Vâhid’in ispâtý (Maksad-ý Tevhîd), Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nübüvvetinin ispâtý (Maksad-ý Risâlet), Haþr-i cismânînin gerçekleþmesi imkânýnýn ispâtý (Maksad-ý Ba’s ve Cezây-ý Yevmi Kýyâmet), Dünyada ve âhirette adâlet-i Ýlâhiyenin ispâtý (Maksad-ý Adl-i Mutlak).
Bütün Kur’ân sûre ve ayetlerinde Þârî’ tarafýndan öngörülen bu manalar, bütün maksatlarýn ve asýllarýnýn analarý olarak ön plana çýkmaktadýrlar. Ki, bu manalar Kur’ân-ý Kerim’i meydana getiren temel unsurlarý oluþturmaktadýrlar. Said Nursî, bu dört maksadý telif ettiði bir çok kýymetli eserinde zikretmiþtir. Burada çeþitli kitaplarýnda ve risâlelerinde vârid olan bazý ifadelerine yer vereceðiz. “Ýþârâtü’l-Ý’câz fî Mezânni’-Îcâz” isimli eserinde þöyle der:
“Kur’ân’daki anâsýr-ý esâsiye ve Kur’ân’ýn takip ettiði maksatlar tevhid, nübüvvet, haþir, adâlet ile ibâdet olmak üzere dörttür.” 8
Bir baþka yerde, bu tespiti destekler mahiyette þöyle der:
“Kur’ân-ý Kerim’de takip edilen maksad-ý aslî, ispât-ý Sâni, nübüvvet, haþir, adalet ile ibadet esaslarýna cumhûr-u nâsý irþâd ve îsâl etmektir...” 9
Saykalü’l-Ýslâm isimli nefis eserinde, Kur’ân’ýn bir çok sûre ve ayetlerinde bu dört maksadýn ön plana çýkarýldýðýný þöyle ifade eder:
“Kur’ân’ýn her bir tarafýnda intiþâr eden makâsýd-ý esâsiye ve anâsýr-ý asliye dörttür. Onlar da, ispat-ý Sâni-i Vâhid ve nübüvvet ve haþr-i cismânî ve adâlettir...” 10
Mesnevi-i Nuriye isimli eserinde, konuya daha fazla açýklýk getirerek þöyle der:
“Kur’ân’ýn takip ettiði makâsýd-ý esâsiyye ve anâsýr-ý asliyye, ubûdiyetle tevhid, risâlet, haþir, adâlet olmak üzere dörttür. Diðer bahsettiði meseleler ancak bu maksatlara vesilelerdir.” 11
Ýþte, Said Nursî’nin bakýþ açýsýyla Kur’ân’ýn dört temel maksadý bunlardýr. Söylemek gerekir ki, Bediüzzaman bu dört ýstýlahýn manalarý, Kur’ândaki sûre ve ayetlerin bu ýstýlahlara olan delâletleri üzerine ýþýk tutmuþ; her bir maksadý tafsilat, tavzîh ve tahkîk ile ele almýþtýr. Tevhid ve Sâni-i Vâhid’in ispâtýna dair maksada bir çok risale ve kitaplarýnda yer vermiþtir. Maksad-ý Nübüvvet ise, Said Nursî’nin çok geniþ olarak yer verdiði bir konu olmuþ, nübüvvetin sýhhati ve insanlýk için zaruretine dair delil ve bürhanlarý sýralamýþtýr. Maksad-ý Adl konusuyla ilgili Sözler, Mektubât, Lem’alar ve Þuhalar gibi eserlerinde önemli açýklamalar yapmýþtýr. Maksad-ý Haþre geldiðimizde, müellifin bütün eserlerinde, haþrin imkanýna ve hatta zarûretine dair sayýsýz deliller ve bürhanlarý her fýrsatta dile getirdiðini görmekteyiz.
Bu gerçeklerden hareketle, bahsettiðimiz dört maksatla alakalý mevzu ve bahisleri bütün ayrýntýlarýyla ele almak için ne yer, ne de zaman müsaittir. Burada Said Nursî’nin konu hakkýndaki sözlerinden baþlýcalarýna iþaret etmekle yetineceðiz. Bizim konuyla ilgili tespitlerimizden hareketle, kýymetli okuyucularýmýzýn Risâle-i Nur Külliyatý’na müracaat etmelerini, böylelikle bu dört maksadýn hakikati hakkýnda daha fazla vukuf kesbedebilmelerini ümit etmekteyiz.
En azýndan, bu çalýþmamýzla Bediüzzaman’ýn eserlerinin bir çok yerinde belirtilen dört maksada yer verirken sergilediði insicâmý, irtibâtý ve uyumu sergilemiþ olmak bizim için yeterli bir neticedir. Hakikaten, bu eserleri okuyan bir kimsenin konu hakkýnda serdedilen fikirler arasýnda bir çeliþki, bir fazlalýk veya eksiklik bulmasý imkansýzdýr. Her bir kitabýn ve risâlenin telif zamaný ve þartlarý farklý olsa da, ortaya konulan fikirler arasýnda müthiþ bir uyum vardýr.
2. Said Nursî’nin Kur’ân Maksatlarýný dörde inhisar etme sebepleri
Yukarýda da belirtildiði üzere, Bediüzzaman Said Nursî Kur’ân’ýn maksatlarýný dörde inhisar etmiþ, bunlarý eserlerinin bir çok yerinde bizzat Kur’ân-ý Kerim’ce te’kid edilen cevher unsurlar ve temel prensipler olarak deðerlendirmiþ ve bu maksatlarýn ispâtý üzerinde ýsrarla durmuþtur. Bu inhisar ve böylesi bir yorum, bir cihetle, vahiydeki murâd-ý Ýlâhîyi en güzel þekilde anlama özelliðinden; diðer cihetle de, Zikr-i Hakîm’in ayetlerinde gizli küllî unsurlar ve umûmî kurallar üzerindeki sarsýlmaz teemmül ve derin anlayýþýndan kaynaklanmýþtýr. Said Nursî’nin, bu maksatlarý ve temel prensipleri dörde hasretmesiyle ilgili ortaya koyduðu delil ve bürhanlar üzerinde, gayet hýzlý da olsa duran herkes bu dört maksadýn hakikatine inebilir. Bu gerçekten hareketle, Said Nursî’nin konu hakkýndaki bazý görüþlerine müracaat edelim:
“Kur’ân’daki anâsýr-ý esâsiye ve Kur’ân’ýn takip ettiði maksatlar tevhid, nübüvvet, haþir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür... Evet, benî Âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrâsýnda misafir olup, istikbalin yüksek daðlarýna ve müzeyyen baðlarýna müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatýn nazar-ý dikkatini celbetti. ‘Þu garip ve acip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?’ diye ahvâllerini anlamak üzere, fenn-i hikmeti karþýlarýna çýkardý ve aralarýnda þöyle bir muhavere baþladý:
Hikmet: ‘Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada iþiniz nedir? Reisiniz kimdir?’
Bu suale, benî Âdem namýna, emsâli olan bütün peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beþere vekâleten karþýsýna çýkararak þöyle cevapta bulundu:
‘Ey hikmet! Bu gördüðün insanlar, Sultân-ý Ezelî’nin kudretiyle, yokluk karanlýklarýndan, ziyadar varlýk âlemine çýkarýlan mahluklardýr. Sultân-ý Ezelî, bütün mevcudatý içinde biz insanlarý seçmiþ ve emânet-i kübrâyý bize vermiþtir. Biz, haþir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki iþimiz de, o saadet-i ebediye yollarýný temin etmekle re’sül-malýmýz olan istidatlarýmýzý nemalandýrmaktýr...’
Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmýn verdiði þu cevaplar, Kur’ân’dan muktebes ve Kur’ân lisanýyla söylenildiðinden, Kur’ân’ýn anâsýr-ý esâsiyesinin þu dört maksatta temerküz ettiði anlaþýlýyor.” 12
Bediüzzaman bu yorumunu Saykalü’l-Ýslâm isimli eserinde þu sözleriyle teyid etmektedir:
“...Hikmet tarafýndan kâinata irad olunan suallere (þöyle: ‘Ey kâinat, nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanýnýz kimdir? Delil ve hatîbiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?) kat’î cevap verecek, yalnýz Kur’ân’dýr. Öyleyse, Kur’ân’da makasýddan baþka olan kâinat bahsi ýttýrâdîdir. Tâ san’atýn intizhamýyla Sâni-i Zülcelâle istidlâl yolu gösterilsin.
Evet, intizam görünür. Ve kemâl-i vuzûh ile kendini gösterir. Sani’in vücûd ve kast ve iradesine kat’iyyen þehâdet eden intizâm-ý san’at, kâinatýn her bir cihetinde boynunu kaldýrarak her cânibinden lemean eden hüsn-ü hilkati nazar-ý hikmete gösteriyor. Güya her bir masnu birer lisan olup, Saniin hikmetini tesbih ediyor...” 13
Derin bir düþüncenin ürünü olan Said Nursî’nin bu yorumu bizlere, belirtilen dört noktanýn Kur’ân’ýn en önemli ve en parlak maksadý ve temel unsuru olduðunu göstermektedir. Yine bu dört nokta, ilk etapta dikkatli nazarlarýn önünde dahi çeþitli yönleriyle örtülü kalabilmektedir. Diðer yandan, Sâni-i Vâhid’in ispâtýna dair maksat, maksatlarýn anasý ve unsurlarýn temeli konumundadýr. Çünkü buna iman etmek, diðer prensipler ve unsurlara zarurî olarak iman etmeye zemin hazýrlamaktadýr. Çünkü Hâlýk-ý Vâhid-i Ehad’in vücûduna (varlýðýna) iman etmek, bir cihetle sadece O’na ibadet etmeyi, diðer cihetle O’ndan gelen ve O’nun emrettiði kurallara sýkýca baðlanmayý iktizâ etmektedir. Kur’ân-ý Kerim’de bu maksatla ilgili varid olan ayetleri araþtýrmak için fazla bir gayret göstermeye ihtiyaç yoktur. Zira, hiç bir sûre yoktur ki, sarih veya zamnî olarak bu maksattan bahsetmiyor olsun. Hatta, neredeyse her bir Kur’ân ayeti bu maksada dair manalar içermektedir.
Maksad-ý Nübüvvet’e gelecek olursak; nübüvvete iman, özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) içtimâî, siyasî, iktisâdi, ruhî, ahlâkî ve medeniyete dair bir çok alanda birer kanun olarak getirdiði her þeye iman ve tasdik etmeyi gerektirir. Çünkü O, Ýrâde-i Ýlâhiyye-i Uzmâ’nýn (En yüce Ýlâhî Ýrâdenin) ve yaratýlmýþlardaki maksûdunun tebliðcisidir. O, Allah’ýn emir ve nehiylerini insanlara ulaþtýrmakla görevlendirilmiþtir. Ýkinci olarak, bu prensibe iman etmek, fert ve toplum hayatýnda, Allah’ýn murâdýnýn gerçekleþmesine yönelik temel bir zemin oluþturur. Ayetlerde, bu maksadýn ispatý konusuna dair bilgilerin yer alýp almadýðý meselesine gelince, konuyla ilgili ipuçlarýný bulmakta zorlanmayacaðýmýz bir diðer unsurun bu olduðunu söylemeliyiz. Özellikle “Kul” (De ki) ibaresiyle baþlayan bütün Kur’ân sûre ve ayetleri sarahaten veya zýmnen bu maksada iþaret etmektedir. Neredeyse her bir sûre ve ayet bu mühim maksada iþaretten hâli deðildir.
Maksad-ý Adl, yukarýda geçen iki maksadý tasdik eden bir prensip hüviyetindedir. Çünkü bu maksat, varlýklara yönelik abesiyet, tesadüf ve geliþigüzellik fikrini ortadan kaldýrýp, yerine yaratýlýþta, kâinatta ve hayatta nizâmýn olduðu düþüncesini yerleþtirmektedir. Sevab olsun, ikâb olsun mahlûkat arasýnda verdiði hükümlere mukabil insanlarýn zihninde Zât-ý Ýlâhiye hakkýnda zulüm, haksýzlýk ve düþmanlýk besleyici fikirler yerine, ihsan ve ikrâm düþüncelerinin yerleþmesini saðlar. Peygamberlerin gönderilmesi ve kitaplarýn indirilmesindeki gaye, insanlarýn adaleti ikame etmeleridir. Ýçtimaî, siyâsî, iktisadî, kültürel ve medeniyete dair alanlarda adaletin gerçekleþtirilmesidir. Adalet prensibi gerçek yerini ve yüce makamýný elde edemediði müddetçe, uygulamada ‘Lâ ilâhe illallah’ýn gereklerini yerine getirmek mümkün olmayacaktýr. Buradan hareketle, Kur’ân-ý Kerim’deki bir çok ayette, çeþitli vesilelerle insanlar adalete davet edilmekte, Allah’a, nefse ve kullara karþý zulmün her sûretinden ve þeklinden sakýndýrýlmaktadýr.
Maksad-ý haþre gelince, bu prensip, hayatýn üzerine kurulu olduðu hilkatin tetimmesi mesâbesindedir. Sâni-i Vâhid’in vücûdu, risâlet ve adâlet prensiplerine imanýn olmasý halinde, haþir prensibine iman zarurî olacaktýr. Çünkü, muvahhidler ve Allah’ýn vahdaniyetine inananlar. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nübüvvetini tasdik edenler ve bu hayatta adâletle davranan insanlarýn nail olacaklarý ebedî ve daimî saadetin hâsýl olabilmesi, bu prensibin varlýðýna baðlýdýr. Said Nursî’nin de söylediði gibi, haþir, iþte bu saadet-i ebediyeye açýlan yoldur. Ýkinci olarak, bu prensibe iman etmek, bu dünya hayatýnda Allah’ýn rýzâsýna ve hoþnutluðuna nail olabilmek için gerekli þartlardan birisini teþkil eder. Ayný zamanda bu prensip, Rahmeten lil-Âlemîn olan meb’usu vasýtasýyla, kabirdeki insanlarý tekrar diriltmeye kâdir olduðunu haber veren Sâni-i Vâhid’in vücûduna imanda derinleþmeyi saðlar. Gerçekten bu dünya hayatý, daimî hayata geçiþ için bir köprü mesâbesindedir.
Kur’ân’daki bir çok sûre ve ayetlerde, özellikle Mekkî olanlarda bu prensibin önemini ve zarûretini te’kid eden ifadeler bulunmaktadýr. Çoðu Mekkî sûre ve ayetleri okurken, her defasýnda bu prensibin vurgulandýðý görülmektedir. Hatta, Kur’ân’ýn herhangi bir sûresini hýzlýca gözden geçiren herkes doðrudan veya dolaylý olarak bu prensibe atýfta bulunduðunu görecektir. Diðer yandan, Said Nursî’nin bu maksadý Kur’ân-ý Kerim’in en önemli maksatlarý ve unsurlarý arasýnda saymasý, onun ufkunun geniþliðine, ince mülahazasýna ve ilmî karîhasýnýn varlýðýna bir delildir.
3. Said Nursî’ye göre bu dört maksadýn Kur’ân’ýn diðer maksatlarýyla baðlantýsý
Her ne kadar, bizler buraya kadar verdiðimiz bilgiler doðrultusunda, Said Nursî’nin, Kur’ân’ýn maksatlarýný dörde inhisar etmesinin ardýndaki sebepleri açýklamýþ olsak da, bu dört maksatla Kur’ân’ýn diðer maksatlarý arasýndaki baðlantýyý ilmî bir çerçevede ortaya koymak gerekmektedir. Tâ ki, bu yolla eski ve yeni dönemlerdeki ulemâ arasýnda, Kur’ân’ýn maksatlarý ve prensipleri konusundaki fikirler arasýnda, her ne kadar aralarýnda bir ihtilaf bulunmasa da, ortak bir yol bulunabilsin. Hakikaten, bu konuda ulemâ arasýnda görülen esas ihtilâf, ana maksatlarýn ve prensiplerin tahdîdi ve belirlenmesi hususunda ortaya çýkmýþtýr.
Buradan hareketle, Bediüzzaman’ýn Kur’ân’ýn maksatlarýný dörtle sýnýrlandýrmasýnda etkili olan faktörleri iyi anlamak gerekmektedir. Bize göre, Bediüzzaman dört maksattan söz ederken, baþka bir maksadýn olmadýðý için deðil, bu dört maksadý Kur’ân’ýn ana maksatlarý ve unsurlarý olarak kabul ettiði için böyle bir yaklaþýmda bulunmuþtur.
Bu bâbda Said Nursî’nin görüþü, mezkur dört maksadýn dýþýndaki maksatlar, dört ana maksadýn isbatýna yönelik birer vesile ve vasýta olma özelliðine sahiptirler. Çünkü bu dört maksat, Kur’ânî birer maksat ve prensip olarak diðerlerini de içermektedir. Örnek verecek olursak, tezkiye-i nefs, insanlarýn Allah’a ibadet etmeye ve takvâya yöneltme gibi maksatlar Maksad-ý Tevhîd’in zýmnýnda yeralmaktadýr. Ailenin oluþturulmasý, kadýnlara insaflý davranma, insanlýða örnek bir toplumun oluþturulmasý gibi maksatlar ise, Maksad-ý Nübüvvet içinde münderiçtir. Ýnsanlarý salih bir aile oluþturmaya yöneltme, örnek bir ümmetin bina edilmesi nübüvvetin önemli fonksiyonlarýndandýr. Ýnsanlarýn taþýdýðý deðer ve hukuklarý, hürriyet, rahmet, müsamaha ve benzeri diðer maksatlar ise Maksad-ý Adaletin içinde münderiçtir.
Genel manada ifade etmek gerekirse, her bir âlimin karîhasý, her bir mütefekkirin muhayyilesi ile Kur’ân’ýn maksatlarý konusunda ortaya koyduðu bütün tespitleri, zikrettiðimiz dört maksat çerçevesinde ele almamýz mümkündür. Diðer bir ifadeyle, bu dört maksattan müstakil, bir baþka maksattan sözetmek imkansýz gibidir. Binaenaleyh, hulûs-u kalple diyebiliriz ki, eski ve yeni ulema tarafýndan ifade edilen sair maksat ve prensipler, gerçekte mezkur dört maksatýn füruatý arasýnda yeralmaktadýrlar. Bu dört maksadýn birer vesilesi ve dalýdýrlar. Konu hakkýnda Said Nursî þöyle der:
“Kur’ânýn takip ettiði makâsýd-ý esâsiye ve anâsýr-ý asliye, ubûdiyetle tevhid, risâlet, haþir, adalet olmak üzere dörttür. Diðer bahsettiði meseleler ancak bu maksatlara vesilelerdir. Bu itibarla, vesilelerde yapýlacak tafsilat, ol bâbdaki kavâide muhaliftir. Çünkü malayaniyle iþtigal, maksadý geri býrakýyor. Bunun içindir ki, bazý mesâil-i kevniyede Kur’ân-ý Mucizü’l-Beyân ihmâl veya ipham veya icmal yapmýþtýr...” 14
Bir baþka yerde ayný husus üzerinde þöyle durulur:
“Kur’ân-ý Kerim’de takip edilen maksad-ý aslî, ispât-ý Sâni, nübüvvet, haþir, adalet ve ibadet esaslarýna cumhûr-u nâsý irþâd ve îsâl etmektir. Binaenaleyh, Kur’ân-ý Kerim’in kâinattan yaptýðý bahis tebeîdir, kastî deðildir. Yani, ligayrihîdir, lizâtihî deðildir.
“Yani, Kur’ân-ý Kerim, Cenab-ý Hakkýn vücud, vahdet ve azametine istidlâl sûretiyle kâinattan bahsetmiþtir. Yoksa, kâinatýn bizzat keyfiyetini izah etmek için deðildir...” 15
Said Nursî’nin bakýþ açýsýný yansýtan bu ifadeler, konuyla ilgili diðer kitaplarda ve muhtelif tefsirlerde zikredilen maksatlarla mezkur dört maksat aralarýndaki iliþkileri açýkça ortaya koymaktadýr.
4. Dört maksadýn Kur’ân’ýn çeþitli sûre ve ayetlerine daðýlýmý
Yukarýda, Kur’ân’daki her bir sûrenin mezkur dört maksadý yansýttýðýný, her bir sûre ve ayetin bu maksatlardan hâli olmadýðýný ifade etmiþtik. Hatta, Bediüzzaman’a göre Kur’ân’daki her bir kelimede, ince bir sýrla bu maksatlara iþaret edilmektedir. Bu durum ise, mezkur maksatlarý bütün maksatlarýn anasý ve temeli yapmaktadýr. Hal böyle olunca, Kur’ân’daki bütün sûrelerin ve hatta bütün kelimelerin bu maksatlarý kuþatmasý, Kur’ân’ýn her bir cüz’ünün bir ayna gibi, ayný hakikatleri göstermesi hakikati ortaya çýkmaktadýr. Bu baðlamda, Bediüzzaman þöyle der:
“O anâsýr-ý erbaa, Kur’ân’ýn heyet-i mecmuasýnda bulunduðu gibi, Kur’ân’ýn sûrelerinde, ayetlerinde, kelâmlarýnda, hatta kelimelerinde bile sarahaten veya iþareten veya remzen bulunmaktadýr. Çünkü, Kur’ân’ýn küllü, cüzlerinde göründüðü gibi, cüzleri de, Kur’ân’ýn küllüne aynadýr. Bunun içindir ki Kur’ân, ‘müþahhas olduðu halde, efrad sahibi olan küllî’ gibi tarif edilir.” 16
O halde, Kur’ân-ý Kerim’in bu maksatlarýyla ilgili söz söylerken, en baþta kiþinin bu maksatlarýn her bir sûrede, hatta her bir ayette geçerli olduðunu ifade etmesi gerekmektedir. Kur’ân-ý Kerim’de hiç bir sûre ve hiç bir ayet yoktur ki, bu dört maksadý tamamen veya kýsmen yansýtmamýþ olsun. Bu durum, Kur’ân-ý Kerim’in dört maksadýnýn önemini ve Resûl-ü Ekrem’e (s.a.v.) indirilmesindeki Ýlâhî gayenin idrak edilmesinin zaruretini göstermektedir. Bu gerçeði destekler mahiyette Bediüzzaman þöyle der:
“Sual: ‘Bismillah’ ve ‘Elhamdülillah’ gibi ayetlerde makâsýd-ý erbaaya iþaretler var mýdýr?
Cevap: Evet, ‘Kul’ kelimesi, Kur’ân’ýn çok yerlerinde mezkur veya mukadderdir. Bu mezkur ve mukadder olan ‘Kul’ kelimelerine esas olmak üzere ‘Bismillah’tan evvel ‘Kul’ kelimesi mukadderdir. Yani, ‘Yâ Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve tâlim et.’ Demek besmelede Ýlâhî ve zýmnî bir emir var. Binaenaleyh, þu mukadder olan ‘Kul’ emri, risâlet ve nübüvvete iþarettir. Çünkü resûl olmasaydý, teblið ve tâlime memur olmazdý... Ve kezâ, ‘Errahmân’ nizâm ve adâlete, ‘Errahîm’ de haþre delâlet eder. Ve kezâ, “Elhamdülillah’taki ‘Lâm’ ihtisâsý ifade ettiðinden tevhide iþarettir. ‘Rabbil-Âlemîn’ adaletle nübüvvete remizdir. Çünkü terbiye, resuller vasýtasýyla olur. ‘Mâliki yevmiddîn’ zaten sarahaten haþir ve kýyamete delâlet eder. Ve kezâ, ‘Ýnnâ a’taynâ kelkevser’ sadefi de, o maksad-ý erbaa cevherlerini tazammun etmiþtir.” 17
Ýþte bu þekilde, Bediüzzaman, Kur’ân’ýn dört maksadýnýn ayetlere ve hatta kelimelere yayýlmasý konusuna açýklýk getirmeye çalýþýr. Buna göre, Besmele Tevhid ve Nübüvvet maksatlarýný tazammun etmektedir. “Errahmân” lafzý ise, Adâlet ve Ýhsân maksatlarýný gayet sâdýk bir þekilde göstermektedir. “Errahîm” lafzý ise Maksad-ý Haþrin açýk bir göstergesidir.
Fatiha sûresinin ilk ayetlerine baktýðýmýzda, bu ayetlerin telmîhan, iþâreten veya tavzîhan (âþikar olarak), týpký Bediüzzaman’ýn dediði gibi, bu dört maksadý tazammun ettiðini görürüz. Ýlk ayet olan “Elhamdü lillâhi Rabbi’l-Âlemîn”, Maksad-ý Tevhid’i gösterir. “Errahmânirrahim” Adâlet ve Haþir Maksatlarýna iþaret eder. Ayný þekilde “Mâliki Yevmiddîn” Maksad-ý Haþri gösterir.
Kur’ân’daki sûre ve ayetlere bu dört maksadýn yayýlmýþ olduðuna dair bu açýk ve uygulamalý temsilden hareket ederek, hemen herkes, týpký Said Nursî’nin yaptýðý gibi, selâmetle, tam bir teemmül ve tefekkür ile bu dört maksadýn Kur’ân’ýn en parlak ve en önemli maksatlarý olduðu sonucuna varabilir. Ayný ölçüyü dikkate almak sûretiyle, yine herkes Kur’ân’ýn diðer sûre ve ayetlerinde bu dört maksadý görebilir. Bu gerçeði ispat edebilmek için büyük gayret göstermeye, herhangi bir tekellüfe girmeye de gerek yoktur. Bu tespitimizin doðruluðunu gösterebilmek için, Nâs sûresinin ayetlerine hýzlýca göz atalým. Sonuçta göreceðiz ki, bu sûrenin her bir ayetine ve harfine mezkûr dört maksat yayýlmýþtýr.
“Kul” lafzý, Maksad-ý Nübüvvete iþaret eder. Hz. Nebî (s.a.v.) bu haberi bütün insanlara ulaþtýrmakla memurdur. “Eûzü birabbinnâs” lafzýnda Maksad-ý Tevhid ve Rubûbiyete telmîh vardýr. Çünkü, hiç bir insan Onun rubûbiyet dairesinden ne çýkabilir, ne de inkar etmeye hakký vardýr. “Melikinnâs”da ise Maksad-ý Haþre bir remiz vardýr. O’nun mülküne hiç bir varlýk müdahelede bulunamaz. “Min þerri’l-vesvâsi’l-hannâs, ellezî yüvesvisü fi sudûrinnâs, mine’l-cinneti ve’n-nâs” ifadelerinde ise Maksad-ý Adalete telmih vardýr. Mazlumlarýn hakkýnýn zâlimlerin elinden bihakkýn alýnmasý kuyamet gününde mutlaka gerçekleþecektir.
Bütün kýsa sûrelerin, bu dört maksada tamamýyla þâmil olmasý hususunun daha fazla açýklamaya ihtiyacý yoktur. Çünkü hiç bir sûre yoktur ki, iþaretle veya telmihle bu dört maksadý tazammun etmiþ olmasýn. Hatta bu sýr, Tevhid akidesine, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetine iman etmeye, zulüm, haksýzlýk ve baskýyý terketmeye, bunlara ilave olarak ahireti ve yeniden diriliþi düþünmeye davet ederek, bütün insanlýða örnek bir ümmet oluþturmayý öngören ve ayrýca Ýslâm’ýn ilk dönemlerinde nazil olan Kur’ân sûrelerinin ilk ayetlerinde daha çok bulunmaktadýr. Malumdur ki, bazý sûreler hakkýnda ihtilaf söz konusu olsa da, bu kýsa sûrelerin tamamý Mekkî’dir. Uzun sûrelerin mezkur dört maksada þâmil olup olmayýþý konusu, yine fazlaca bir cehd ve gayrete ihtiyaç duyulmaksýzýn anlaþýlabilecek bir özellik taþýr. Bakara sûresindeki ayet-i dîn ve Âl-i Ýmrân sûresindeki ayet-i mülk buna verilebilecek en iyi örnektir: “Kulillâhümme mâlike’l-mülki tü’ti’l-mülke men teþâü ve tenziul-mülke mimmen-teþâü ve tüýzzü men teþâü ve tüzillü men teþâü, bi-yedike’l-hayru, inneke alâ külli þey’in kadîr.” (De ki: Mâlikü’l-Mülk olan ey Allah’ým! Sen mülkü dilediðine verirsin, dilediðinden de geri alýrsýn. Dilediðini yüceltir, dilediðini zelil eylersin. Hayýr ancak senin elindedir. Þüphesiz ki, sen her þeye kâdirsin.)
Bu maksatlara þâmil olan ayetlerin tamamýný burada örnek olarak sýralamaya yer ve zaman müsait deðildir. Umuyoruz ki, zikrettiðimiz bu örnekler maksûdumuzu ifade etmeye, biiznillah, yeterli olacaktýr.
ÝKÝNCÝ BÖLÜM
Said Nursî ve diðer muâsýr düþünürlere göre Kur’ân’ýn maksatlarý: Tahlil ve mukayese
Said Nursî’nin, Kur’ân-ý Kerim’in dört maksada ve dört temel unsura þamil olduðu görüþünü dikkate aldýðýmýzda, onun mütemeyyiz tespitiyle, muâsýr ulemâdan buyük ve meþhur âlimlerin konuyla ilgili tespitleri arasýnda bir mukayese yapma gerekliliði ortaya çýkmaktadýr. Bu âlimlerden ilki, merhum Þeyh Muhammed el-Gazzâlî, ikincisi Þeyh Yusuf el-Kardâvî’dir. Özellikle bu muasýr iki âlimi seçmemizdeki sebep, bu âlimlerin konuyla ilgili görüþlerini, gayet açýk ve esaslý bir þekilde ortaya koymuþ olmalarýdýr. Ayrýca bu âlimlerin görüþleri, muasýr düþünce zeminlerinde büyük önem, kabul ve itibar görmüþtür. Yoksa bu âlimlerin, asrýmýzýn en büyük ve en meþhur âlimleri olduðu gibi bir iddiamýz yoktur. Binaenaleyh, mezkur âlimlerin görüþlerini öncelikle arzedeceðiz. Tâ ki, Said Nursî’nin tespitleriyle bir müvazene ve mukayese zemini hazýrlanmýþ olsun.
1. Þeyh el-Gazzâlî’ye göre Kur’ân’ýn Maksatlarý: Arz ve tahlîl
Þeyh Muhammed el-Gazzâlî, “el-Mehâviru’l-Hamse lil-Kur’âni’l-Kerîm (Kur’ân-ý Kerîm’in Beþ Ekseni)” isimli eserinde, Kur’ân-ý Kerim’in manalarýndaki derin feyizler, sûrelerindeki çokluk, ayetlerindeki ve konularýndaki benzerlik dikkate alýndýðýnda bütün bunlarýn “beþ eksen” etrafýnda döndüðünü söyler. El-Gazzâlî’ye göre bu eksenler Kur’ân’ýn en önemli ve en parlak meselelerini teþkil etmektedir. Bu konuda þöyle der:
“...Kur’ân-ý Kerim, manalarýndaki derin feyizler ve sûrelerindeki çokluk dikkate alýndýðýnda, bütün bunlarýn beþ eksen etrafýnda döndüðü söylenebilir. Ayný zamanda, ayetler arasýnda benzerlikler, manalarda tekrarlar ve gayelerde bir ünsiyet vardýr. ‘Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve býkýlmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanlarýn, bu Kitab’ýn etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah’ýn zikrine ýsýnýp yumuþar. Ýþte bu Kitap, Allah’ýn, dilediðini kendisiyle doðru yola ilettiði hidayet rehberidir. Allah kimi de saptýrýrsa artýk ona yol gösteren olmaz. (Zümer, 23)’ Bu ayette, Kur’ân’ýn mücerred bahisler veya aklî ihtilaflarýn yaþandýðý meseleleri ihtiva etmediðine iþaret edilmektedir...” 18
Þeyh el-Gazzâlî’nin belirlediði bu beþ eksen þunlardýr: Allah-u Vâhid ekseni (Tevhîd), Hâlýkýna Delil Olan Kâinat Ekseni, Kur’ânî Kýssalar Ekseni, Yeniden Diriliþ ve Cezâ Ekseni (Haþir), Terbiye ve Teþrî (kanun koyma) Ekseni.
Tevhid Ekseniyle söze baþlamak gerekirse, Kur’ân-ý Kerim’in bütün sûreleri bu eksen etrafýnda dönmektedir. Özellikle eski insanlar, “Ulûhiyeti eksik ve yanlýþ bilgilerle tanýmaktaydýlar. Bu yüzden Allah’a olmasý gereken ibadetleri, kendi ellerinin mahsulü olan baþka ilahlara yapýyorlardý. Dahasý, bu birbirinden farklý ilahlara þiddetli bir taassupla baðlýydýlar. Korkma ve yönelme noktasýnda Ýlâh-ý Hakk’dan daha fazla bu ilahlara teveccüh etmiþlerdi. Resûl geldiðinde, o insanlarý sadece Allah’a ibadet etmeye çaðýrdý. Putlara yönelmeye, onlara tapmaya karþý þedid bir harp ilan etti...” 19
Ýkinci eksen, kâinatýn Hâlýkýna delil oluþudur. Bir çok ayet, insanlarýn nazarýný bu eksene çevirmektedir. Buradan hareketle Ýslâmî bakýþ açýsýna göre kâinat çok nefis ve kýymetlidir. “Sâni'nin indinde çok deðerlidir. Çünkü, onda her türlü san’atýný nakþetmiþtir, ona çok önem vermiþtir. ‘Allah bir þeyin olmasýný dilediði zaman ona ol der, o da hemen oluverir.’ Kâinatýn asýl deðeri ise, Hâlýkýna delâleti yönündedir. Kâinatýn her bir köþesi muhkem kanunlarla tanzim olunmuþtur. Onda Ýlâhî Kudret en mükemmel þekliyle tecelli etmiþtir.. Kur’ân-ý Kerim’e baktýðýmýzda, bir çok ayette kâinattaki Hâlýk’ýn azametine dair ifadeler görürüz. Böylelikle imanýmýz ve iz’anýmýz ziyadeleþmiþ olur...” 20
Üçüncü eksen, Kur’ânî Kýssalar Ekseni'dir. Bu belki Kur’ân’ýn en geniþ eksenlerinden birisidir. Hakikatte bu eksenin, terbiye için bir vasýta, insanlarý iyiliðe yöneltmek için bir vesile ve nasihat olduðu þeklinde yorumlanmýþtýr. Çünkü, her bir “kýssa, bulunduðu yerde bir maksûdu irad etmektedir. Ayrýca, bunu iþiten bir kimsenin bir yandan tarihî bir hakikate dair bilgisini, diðer yandan terbiye unsurunu ikmal etme ihtiyacýný karþýlamaktadýr.” 21 Kur’ân’ýn bir defa veya müteaddit yerlerde tekrarlayarak aktardýðý kýssalar, “fert ve topluma yönelik birer terbiye aracý, insanlarý yönlendirme vesilesi ve birer nasihattýrlar. Kur’ân kýssalarý, geçmiþteki hayattan birer kesiti ifade ederler. Vahiy yoluyla insanlara tâlimde bulunulmakta, ibret almalarý saðlanmaktadýr... Kur’ân-ý Kerim, bir kýssayý aktarýrken, yýkýlýp gitmiþ olan geçmiþ asýrlara sanki yeniden hayat üflemekte, bu sayede o dönemler sanki yeniden canlanmaktadýr. Bizler bu kýssalar yoluyla ehl-i hak ve ehl-i bâtýl arasýndaki o dehþetli mücadelelere sanki o anlarý yaþar gibi þahit olmaktayýz. Tarihte yaþanan o geçmiþ olaylar, sanki bir film þeridi gibi gözümüzün önünde tekrar canlanmaktadýr...” 22
Dördüncü eksen, Yeniden Diriliþ ve Cezâ Eksenidir. Kur’ân-ý Kerim’in bir çok yerinde, “dâr-ý âhiretten, oradaki ince hesaptan, kýymettar hediyelerinden ve devamlý azaplarýndan bahisler vardýr. Ýnsanlara, topraðýn üzerindeki bu dünya hayatlarýnýn çok kýsa süreceði, ondaki hüzünlerin veya sevinçlerin aldatýcý olduðu, seçilecek yegane yolun Allah’a ve ahiret gününe iman olduðu üzerinde ýsrarla durulmuþtur...” 23
Kitâbullah’ta yeniden diriliþ ve cezâ konusu üzerinde tekrar tekrar durulmasý, hatta hemen her sûrede bu konudan bahsedilmesi hususuna dikkat edildiðinde, ilginç noktalarla karþýlaþýlýr. “Kur’ân-ý Kerim’in ilk sûresinin hemen baþýnda âlemlerin Rabbine, din gününün yani ahiret gününün Mâlikine hamdedilmektedir. Bu sûre bir Müslüman’ýn her gün onlarca defa okuduðu bir sûredir. Bu durumun tam aksi, günümüze kadar tahrif olunarak gelmiþ Tevrat’ta söz konusudur. Yeniden diriliþ ve ahiret âlemiyle ilgili bilgilerden, Cennetle insanlarý teþvik edip, Cehennem ateþinden sakýndýrmayla ilgili bahislerden hâlîdir. Sanki bu kitabý, ünlü “Kapital”in yazarý Karl Marx yazmýþ gibidir. Bir dinin, insanlarý Allah’a kavuþma noktasýnda uyarmaktan ve ahiret âleminde karþýlaþýlacak bilgilerden hâlî olmasý ne kadar acîptir. Ýþte ahiretten bu gaflet halidir ki, Yahudileri dünyaya baðlamýþtýr. Bu yüzdendir ki, Cennet ve Cehennem yorumlarý sadece bu dünya hayatýyla sýnýrlý kalmýþtýr...” 24
Beþinci eksen ise, Terbiye ve Teþrî Eksenidir. Zikr-i Hakîm’in ayetlerini okurken, “Allahu yuhibbü, vallâhu lâ yuhibbü (Allah sever, Allah sevmez)” gibi ibarelerle karþýlaþýlýr. Bir ayette, “Düþmanlýk beslemeyin. Þüphesiz ki Allah düþmanlýk besleyenleri sevmez” buyurulurken, bir kaç satýr sonra, “Ýyi davranýn, Allah iyi davrananlarý sever” denilmiþtir. Bunlar aslýnda bütün insanlarýn takip etmesi gerekli önemli yollarýn iþaretleridir..” 25 Kur’ân-ý Kerim’de vârid olan bir çok ayet, burada ifade edildiði gibi, terbiyenin önemine delâlet etmekte, bunun ölçülerini ortaya koymaktadýr. En geniþ dairesiyle, Allah’ýn sevdiði þeylerde insanlarýn kemâl noktalarýna kadar ilerlemesi, yükselmesi; sevmediði þeylerde ise en dip noktalara kadar gerilemesi, düþmesi sözkonusudur..
El-Gazzâlî’ye göre, Kur’ân-ý Kerim ayetlerinin etrafýnda döndüðü beþ ekseni bu þekilde özetlemiþ olduk. Þeyh el-Gazzâlî, bu eksenleri ele alýrken, bunlarla ilgili misaller ve þahidler de sunmuþtur. Bu eksenlerdeki manalar ile günlük yük, yaþantý arasýndaki baðlarý gösterebilmek için büyük bir gayret göstermiþtir. Örneðin, birinci ekseni açýklarken, Hristiyanlýðýn inanç esaslarýndan, komünizmden, insanlarýn körü körüne inandýklarý bazý hurafelerden ve batýl inançlardan örnekler vermiþtir. Ýkinci ekseni ele alýrken, bazý fasit dini inanýþlardan, zühd, tevekkül ve ruhâniyet gibi kavramlarýn yanlýþ anlaþýlmasýndan kaynaklanan uygulamalardan, günümüz medeniyetindeki sapmalardan ve insanlarýn bu âlemin Allah’ýn yarattýðý bir eser olduðuna imanlarýný, ortadan kaldýran yanýltmacýlardan bahsetmiþtir. Üçüncü eksende ise, günümüz Müslümanlarýnýn Kur’ân kýssalarýndaki hakiki manalarý anlamakta ne derece gaflete düþtüklerini; geçmiþ nice medeniyetlerin sönüp gitmelerindeki, çöküþlerindeki illetleri idrakten aciz kaldýklarýný dile getirmiþtir. Ayný zamanda, Ýslâm tarihimizdeki siyasi yanlýþlardan, günümüzde de halen irtikap edilen ve Müslümanlarýn durmadan þikayet ettikleri, ama bir türlü geri dönmedikleri hatalardan bahsetmiþtir.
Dördüncü eksende, ne ilmî ne de dinî ölçülere uymayacak tarzda, dünya iþleriyle ahiret iþlerinin birbirinden ayrýlmasý konusuna geniþ yer ayýrmýþtýr. Gerçekte ise bu ikisine ait iþler birbiri içine geçmiþ durumdadýr. Bir tarafýn diðer tarafa galebe çalmasý halinde onun hükmü geçer. Ahiret hayatý aðýrlýk kazanýrsa, bu, dünya hayatýndan çekilmeye vesile olur. Fert ve toplum hayatýný yerle bir eden þehvet ve lezzet verici þeylerin ön plana çýkmasýyla da dünya hayatý aðýrlýk kazanýr.
Beþinci ekseni ele alýrken, muasýr medeniyeti araçlarý ve sonuçlarýyla incelemiþ, yer yer tenkidler yöneltmiþtir. Doðudan batýya, güneyden kuzeye bütün beþeriyetin yaþadýðý þekâvet ve baþýboþluðun sorumluluðunu bu medeniyete yüklemiþtir. Fert ve toplumlarý çöküntüye, dumura ve mahvolmaya yönelten ahlâkî zaafiyetler üzerinde durarak, Kur’ân-ý Kerim’in sýkça ifade buyurduðu “Lâ yuhibbullah veya Ýnnallâhe lâ yuhibbu (Allah sevmez veya Þüphesiz ki Allah sevmez)” gibi ibarelere dikkat çekmiþtir. Ýnsanlýk için sükûnet, saadet ve istikrârý gerçekleþtirecek ahlâkî esaslar ise, Kur’ân-ý Kerim’in bir çok yerinde zikredilen þu ibarelerde gizlidir: “Ýnnallâhe yuhibbü, ve yuhibbullah (Þüphesiz Allah sever, ve Allah sever)”.
Genel olarak, el-Gazzâlî, kýymetli eserinde Kur’ân’ýn esas maksatlarý konusunu ele alýp ve bu esaslarý ispatlarken, bir yönüyle diðer âlimlerden farklý bir özellik taþýmaktadýr. Bu eksenlerle yaþanan hayat arasýnda bað kurmasý onun en önemli ayrýcalýðýdýr. Müellif, bu yönüne öylesine aðýrlýk vermiþtir ki, bu eksenlerin en temel maksadý haline gelmiþ gibidir. Hatta bazý zaman olmaktadýr ki, okuyucu kendisini, siyasî, içtimaî, iktisadî ve fikrî zeminlerin tamamýnda Ýslâmî hayatýn yaygýnlaþmasý için yollar ve tasavvurlar içeren bir kitabý okuyor gibi hissetmektedir.
Hiç þüphe yoktur ki, her bir Eksen, bir önceki veya sonrakini tamamlar mahiyettedir. Diðerlerinden ayýrmak ve mustakil olarak düþünmek son derece zordur. Burada Said Nursî’nin ortaya koyduðu Maksad-ý Nübüvvet ile yukarýda zikredilen bazý Eksenler arasýnda bulunan baðlara iþaret edelim. Terbiye ve Teþrî Ekseni, Maksad-ý Nübüvvetten ayrýlmýþ bir baþka dal gibidir. Ýkisi de ayný noktada birleþmektedirler. Kur’ânî Kýssalar Ekseni ise, Maksad-ý Nübüvvetten fýþkýran bir diðer dal gibidir. Çünkü, bu maksada iman, Kur’ân’da geçmiþ ümmetler, sönüp giden medeniyetler ve sönüp gitme sebeplerine dair verilen haberlere iman etmeyi gerektirmektedir.
Genel olarak, el-Gazzâlî’nin konu hakkýnda vardýðý sonuçlar ile Said Nursî’nin tespitleri birbirine çok benzemektedir. Said Nursî’nin farký ise, konuya daha þumüllü, ihatalý, ama belirli noktalara dikkatle yoðunlaþarak yaklaþmasýdýr.
Bunlarýn yanýsýra, bir baþka yaklaþýma yer verelim. El-Kardâvî’nin görüþlerine temas ederek, diðer âlimlerle olan farklý yönlerine iþaret edelim. Ardýndan, bu âlimin görüþleriyle Said Nursî’nin gürüþlerinin buluþtuklarý noktalarý gözler önüne serelim.
2. El-Kardâvî’ye göre Kur’ân’ýn maksatlarý: Arz ve tahlil
Yusuf el-Kardâvî, Kur’ân-ý Kerim’in insanlýðý baþkalarýyla, asla salâha ulaþamayacaðý bazý prensip ve maksatlara çaðýrdýðýný ifade etmek sûretiyle diðerlerinden farklýlýk arzetmektedir. Bu doðrultuda Kur’ân-ý Kerim’in tekrar tekrar üzerinde durduðu ve büyük bir itina gösterdiði yedi tane prensip ve maksat bulunmaktadýr. Kur’ân’daki nasslar çerçevesinde, bu yedi maksat, bütün ayet ve sûrelerin þâmil olduðu prensip ve maksatlarýn en önemlileridir. Diðer maksatlarýn her birisi, bu yedi maksat ve prensipten herhangi birisi içinde münderiç bulunmaktadýr. Bu konuda Þeyh el-Kardâvî þöyle der:
“...Kur’ân-ý Kerim, insaniyetin gayrýyla salâha ulaþamayacaðý bir çok maksat ve prensibe davet etmektedir. Kur’ân’ýn tekrar tekrar üzerinde durduðu ve büyük önem atfettiði bu maksatlarý yedi baþlýk altýnda topladýk:
1- Akidelerin, Ulûhiyet tasavvurlarýnýn, risâlet ve cezâ inancýnýn tashîhi.
2- Ýnsan deðerinin ve hukukunun, özellikle de zayýflarýn haklarýnýn kabulü.
3- Ýnsanlýðýn Allah’a ibadet etmeye ve takvâya yöneltilmesi.
4- Ýnsanlýðýn tezkiye-i nefse davet edilmesi.
5- Salih bir aile yapýsýnýn oluþturulmasý ve kadýnlarýn haklarýnýn korunmasý.
6- Ýnsanlýða örnek bir ümmetin teþkili.
7- Yardýmlaþan bir insanlýk âlemine çaðrý” 26
Müellife göre bu yedi maksat, Kur’ân’ýn ana maksatlarý ve temellerini temsil etmektedir. Kur’ândaki sûre ve ayetler bu maksatlara þamildir. Bu doðrultuda her bir maksadý ele alýrken, o maksadýn hakikatine delâlet eden bir unsuru ele almýþtýr. Birinci maksat olan, akidelerin, Ulûhiyet, risâlet ve cezâ tasavvurlarýnýn tashih edilmesi üç unsur üzerine kuruludur. Bunlar:
a) Tevhid temellerinin saðlam oluþturulmasý unsuru. “Bu hakiki hürriyetin esâsýdýr. Çünkü, bir insaný takdis eden veya bir taþa ibadet eden kiþi için hürriyet sözkonusu deðildir. Ayrýca kardeþliðin ve eþitliðin de esâsý bu unsurdur. Çünkü, bütün insanlarýn bir tek Allah’ýn kullarý olduðuna, bir tek anne ve babadan geldiklerine dair inanç, her bir insanýn birbiriyle kardeþ olduðu fikrini güçlendirir...” 27
b) Nübüvvet ve risâlet akidesinin tashih edilmesi unsuru. Ýnsanlýðýn nübüvvet ve risâlete olan ihtiyaçlarýnýn, tebþîr ve inzâr (müjdeleme ve korkutma) noktasýnda resûllerin vazifelerinin beyân edilmesi; geçmiþ peygamberler hakkýnda insanlarý etkileyen bazý þüphelerin ortadan kaldýrýlmasý; peygamberleri tasdîk edenlerin veya onlarý yalanlayanlarýn akýbetlerinin açýklanmasý þeklinde ele alýnmýþtýr.
c) Ahiret ve amellerin karþýlýðýnýn görülmesine iman akidesinin saðlamlaþtýrýlmasý unsuru. Mekkî olsun, Medenî olsun Kur’ân’daki sûrelerin çoðu ahiretten, orada hesâba çekilmekten, Cennet ve Cehennem’den bahsetmektedir. Bu konuyu ele alýrken Kur’ân, ilk etapta varlýklarýn yeniden yaratýlmasýnýn týpký ilk yaratýlýþta olduðu gibi Allah’ýn kudretinin bir göstergesi olarak beyan etmiþ, böylelikle yeniden diriliþin imkanýna dair deliller ortaya koymuþtur. Güneþ, ay ve dünya gibi büyük cirimlerin yaradýlýþýna dikkat çekilmiþtir. Yapýlan amellerin karþýlýðýnýn verilmesinin hikmeti açýklanmýþ ve böylelikle iyilik yapanla kötülük yapanýn, sevap iþleyenle fâcir insanýn ayný olmayacaðý vurgulanmýþtýr. Bu doðrultuda, sevabý bol mü’minleri ahirette bekleyen güzel neticeler ve mükafatlar ise, inkarcýlarý bekleyen ceza ve hüsran beyan edilmiþtir. Ayrýca müþriklerin ahiretle ilgili yaymaya çalýþtýklarý yanlýþ vehimlerin iptaline dair açýklamalar yapýlmýþtýr. 28
Ýkinci maksad, insanýn deðerinin ve hukhukunun kabul edilmesini içerir. Kur’ân-ý Kerim bu konudan bahsederken, bu maksadýn hakikatini teþkil eden üç unsur üzerinde durur. Bunlar:
a) Kur’ân sûreleri ve ayetleri, Allah katýnda kýymetli bir varlýk olmasý, O’nun yeryüzündeki bir halifesi, emirlerine musahhar bir kulu olma özelliðiyle insanýn yüksek deðerini kabul etmektedir.
b) Görüþ ve düþüncede, itikatta, sözlerinde, emir ve nehiyde hür olmasý; insanlararasý eþitlik; güzel rýzýklardan yararlanma; evlenme ve aile yuvasý kurma; yeryüzünde yaþama, çalýþma ve hayatýný yönlerdirme; meskenin mahremiyeti; sahip olduðu þeyleri korumasý; adalet ve hoþgörü, ulü’l-emirle münakaþa; münkeri reddetme; fesadý ortadan kaldýrma ve zulme karþý koyma vs. hepsi insanlara tanýnan haklardandýr.
c) Kuvvetlilerin haksýzlýk yapmalarýnýn veya yöneticilerin ve sorumlu kiþilerin ihmalkarlýklarýnýn önünü alabilmek için zayýflarýn haklarýnýn korunmasý. Bu hassasiyet yetimlerin haklarýnýn korunmasý, onlara haksýzlýk yapmaktan kaçýnýlmasý, onlarýn mallarýnýn muhafazasý ve en güzel þekilde korunmasý için yapýlan çaðrýda açýkça görülmektedir.
Üçüncü maksad, kullarýn Allah’a en güzel sûrette ibadet etmeye ve takvâya yöneltilmesidir. Bu maksadýn Kur’ân’daki yerini keþfedebilmek için fazla bir gayrete ihtiyaç yoktur. “Fatiha’dan son sûreye kadar Kur’ân’da hiç bir bölüm yoktur ki, Allah-u Teâlâ’ya yönelik, O’nun Zât-ý Mukaddesesine layýk bir surette, bütün kemâl sýfatlarýyla senâ; O’nun Celâline ve Cemâline münâfî tarzda bütün noksanlýklardan tenzih edilmemiþ olsun. Kur’ân’daki bu özelliðin uygulamadaki örneði olan kâinatta, O’nun her þeyi nasýl en mükemmel þekilde yarattýðý açýkça görülmektedir...” 29 Buradan hareketle, “Kur’ân’daki birinci maksad, yarattýklarý vasýtasýyla Allah-u Teâlâ’yý tanýtmak, O’nun kopmaz ipine insanlarý ulaþtýrmak, O’nun nimetleri ve fazlýyla insanlara O’nu sevdirmek, satveti ve adâletiyle onlarý korkutmaktýr. Tâ ki, insanlar O’nu hakkýyla sevsin, O’nu sevsin, O’na yönelsin ve yol gösterici olarak Resûlüyle gönderdiði Kitab’ýnda gösterilen metotla yollarýna devam etsinler...” 30
Dördüncü maksad, insanlýðýn tezkiye-i nefse davet edilmesidir. Buna baðlantýlý olarak akýllarýn þirk hurafelerinden ve batýl düþüncelerden arýndýrýlmasý; kalplerin cahiliyet kasvetinden ve karanlýðýndan, iradelerin behîmî þehvetlerden ve hayvanî arzulardan temizlenmesi maksatlarý ifade edilebilir. Bu doðrultuda, akýllarýn mârifetle (Allah’ý tanýmakla), kalplerin imanla, iradelerin amel-i salihe yöneltilmesi ve adalet, ihsan ve mekârim-i ahlâk çizgisine getirilmesi sûretiyle geliþtirilmesi tamamlayýcý unsurlardýr. Genel olarak ifade etmek gerekirse, “nefsin ahlâkýndan, münafýklarýn rezilliklerinden temizlenmesi gerekir. Bu durum özellikle Tevbe, Bakara, Münâfikûn ve benzeri sûrelerde dile getirilmiþtir...” 31
Beþinci maksad, aile kurumunun oluþturulmasý ve kadýnlara iyi muamele edilmesidir. Kur’ân-ý Kerim aile kurumunun oluþturulmasýna, salih bir toplumun odak noktasý, salih bir ümmetin nüvesi olmasý açýsýndan yaklaþmýþtýr. Buradan hareketle, Kur’ân-ý Kerim’in, aile oluþturmanýn esasý olan evliliði Allah’ýn ayetlerinden bir ayet olarak deðerlendirmesi dikkat çekicidir. “Sukûnete ulaþmanýz için sizlere eþler yaratmasý ve onlarla aranýzda sevgi ve rahmet meydana getirmesi O’nun ayetlerindendir. Þüphesiz bunda düþünen bir kavim için ayetler vardýr.” Yine Kur’ân-ý Kerim’in, fýtrata aykýrý olarak evliliði yasaklayan ve kadýnlardan nefret ettiren bir ruhbâniyet anlayýþýný reddetmesi dikkat çekicidir. Ayný þekilde, hiç bir zapt'ü rabt olmaksýzýn kadýnlara sýnýrsýz bir serbestiyet tanýmak da yanlýþtýr. Bunlarýn yerine, aile kurumunun temeli, erkek ve kadýn arasýnda þer’î bir bað olan evliliðe çaðrý yapmaktadýr... Kur’ân’ýn kadýna deðer vermesi ve onu gerçek hürriyetine kavuþturmasý, onu cahiliyyet karanlýðýndan kurtarmak sûretiyle gerçekleþmektedir. Bir çok ayet, Kur’ân’ýn kadýna bir insan, bir eþ, bir kýz, bir anne ve toplumun temel bir unsuru olma vasýflarýyla deðer verdiði üzerinde durur...” 32
Altýncý maksat, insanlýða örnek bir ümmetin binâ edilmesidir. Kur’ân-ý Kerim böyle bir ümmetin vasýflarý üzerinde itinayla durmuþ, yeryüzündeki diðer ümmetlerden farklý yönlerini sýralamýþtýr. Bunlar:
a) Masdar (hareket noktasý, kaynak) ve yöneliþ bakýmýndan rabbâniyet. “Bu ümmet Allah-u Teâlâ’nýn vahyini hayata geçirmeye, tâlimatlarýný ve hükümlerini yerine getirmeye çalýþýr. Tâ ki bu yolla, Allah dinini kemâle erdirmiþ, nimetlerini tamamlamýþ olur. Þu ayette buyurulduðu gibi: ‘Bu gün sizin dininizi kemâle erdirdim ve sizin üzerinizdeki nimetlerimi tamamladým. Sizin için din olarak da Ýslâm’dan râzý oldum’ (Mâide, 3).” 33
b) Ýtikad ve tasavvurda, þeâir ve teabbüdde (kullukta), ahlâk ve gidiþatta, düzen ve kanun koymada, fikir ve þuurda, ruh ve madde arasýnda, teori ve pratik arasýnda, akýl ve vicdan arasýnda, fert ve toplum arasýnda, sebât ve geliþme arasýnda hep orta yolu tutmak. Bu orta yol, “bu ümmeti bütün insanlýða örnek hale getirecek ve bütün beþeriyete üstadlýk seviyesine çýkaracaktýr. Þu ayette buyurulduðu gibi: ‘Ýþte bu þekilde, insanlara örnek olmanýz, bu þekilde resûlün de size örnek olmasý için, sizleri vasat (orta yolu tutan) bir ümmet eyledik’ (Bakara, 143).” 34
c) Davet. Bu ümmet , “bir davet ve risâlet ümmetidir. Yoksa, hak, hayýr, ve hidayet mesajýný hakir görüp, insanlara neþretmek için çalýþmayan, sadece kendi nefsine düþkün bir ümmet deðildir. Çünkü, davet onun üzerine farzdýr. Allah’a imanla birlikte emr-i bilma’rûf ve nehy-i anilmünker, onu bütün ümmetlerden daha üstün hale getirecek birer esastýrlar. Þu ayette buyurulduðu gibi: ‘Sizler insanlar için ortaya çýkarýlmýþ, iyilikleri emredip, kötülüklerden nehyeden ve Allah’a iman eden en hayýrlý bir ümmet oldunuz.’ (Âl-i Ýmrân, 11).” 35
d) Vahdet. Ýslâmý isteyen bir ümmet, “Rabbi tek olan bir ümmettir, ki O Allahtýr. Nebîsi tektir, ki O Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). Kitâbý tektir, ki O Kur’ân’dýr. Kýblesi tektir, ki O Kâbe-i Beyt-i Harâm’dýr. Þeriatý tektir, ki o Ýslâm þeriatýdýr. Vataný tektir, ki O Dâru’l-Ýslâmdýr. Yönetimi tektir, ki o ümmetin siyasî birliðinin göstergesi olan Müslümanlarýn Halifesi ve Emîru’l-Mü’minîndir...” 36
Yedinci maksad, yardýmlaþma içinde olan bir insanlýk âlemine çaðrýdýr. Kur’ân-ý Kerim bu husus üzerinde, özellikle Ýslâm davetinin doðduðu günlerden itibaren durmuþtur. Ýslâmýn daveti, evrensel bir mesajdýr ve tüm insanlýða yönelik bir çaðrýdýr. Arap olsun Acem olsun, Allah’ýn tüm kullarý, doðu olsun batý olsun, Allah’ýn tüm beldeleri, beyaz olsun siyah olsun, her renkten insanlar için bir rahmettir. Kur’ân’ýn bir çok ayetinde, Kitabullah’ýn çaðrýsýnýn evrensel olduðuna dair açýk beyanlar vardýr. Þu örneklerde olduðu gibi: ‘Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.’ (Enbiyâ, 107). ‘Âlemlere uyarýcý olsun diye, kuluna Furkân’ý indiren Allah yüceler yücesidir.’ (Furkân, 1). 37
Ýslâm mesajýnýn evrenselliði, insaný insanlara, eþyâya, evhâma ve lezzetlere kulluktan kurtarýp gerçek hürriyete kavuþturmasýnda kendisini açýkça gösterir. Ayný zamanda Ýslâmiyet, bütün insanlarýn, bir tek Rabbe kulluk etmeleri üzerine kurulu kardeþlik ve eþitliðe daveti de hedeflemektedir. Ayný zamanda insanlar, her ne kadar renkleri farklý, vatanlarý farklý, lisanlarý farklý, konumlarý farklý da olsa bir tek babanýn ve annenin evlatlarýdýrlar. Ayrýca Ýslâmiyet, bütün insanlar için adaletin gerçekleþtirilmesine, evrensel barýþa, gayr-i Müslimlerle müsâmaha içinde yaþamaya davet eder.
Kur’ân-ý Azîm’deki ayetlerde ve sûrelerde kendini gösteren yedi küllî maksat bunlardan ibarettir. Þeyh el-Kardâvî, bu maksatlarý muhtelif Kur’ân ayetlerine dayanarak ortaya koymuþtur. Bütün enerjisini, bu maksatlarý ve prensipleri destekleyen, mü’minleri bu prensiplere çaðýran ve onlarla amel etmeyi teþvik eden ayetleri araþtýrmak için harcamýþtýr. Belki bu yönüyle, diðer âlimlerden farklý bir konumda olduðu söylenebilir. Ancak onun asýl farký, küllî maksatlarý cüz’î maksatlardan ayýrmada gösterdiði ýsrarýdýr. Diðer bir ifadeyle, bütün bu maksatlarý oluþturan ana unsurlarý ibrâz etmeye gayret etmiþtir. Bu durum ise, ortaya konulan küllî maksatlarýn anlaþýlmasý ve idrak edilmesini daha da kolaylaþtýrmýþtýr.
Genel olarak ele alýrsak, el-Kardâvî’nin Kur’ân’ýn maksatlarý konusuna yaklaþýmýnda, bizim tasavvurumuza göre, her bir maksatta cüz’iyata inildikçe görülen tekâmül ve birbiri arasýnda görülen baðlantýlar dikkat çekmektedir. Örnek vermek gerekirse, birinci maksadý oluþturan unsurlardan bazýlarýný, küllî birer maksat olarak deðerlendirmek mümkündür. Ayný durum, nübüvvet ve risâlet hakkýndaki akîdenin tashîhine dair ikinci maksat için de söz konusudur. Ahiret ve yeniden diriliþe dair olan üçüncü maksatta da benzer durumu görmekteyiz. Hakikatte bu unsurlar, küllî maksat olma özelliðine sahiptirler. Bilindiði gibi, yukarýda Said Nursî ile Þeyh el-Gazzâlî’nin yeniden diriliþe ve amellerin karþýlýðýnýn verileceðine iman maksadýnýn küllî bir maksat olma noktasýnda birleþtiklerini söylemiþtik. El-Kardâvî ise, bu hakikati Maksad-ý Tevhid’in bir unsuru olarak deðerlendirmiþtir. Hatta bu yaklaþýmla diðer maksatlarýn Maksad-ý Tevhîd içinde münderiç olduðu söylenebilir.
Sonuç olarak el-Kardâvî’nin yaklaþýmýnda cüz’iyâta inme söz konusudur. Seçtiði ve belirlediði bu maksatlarla mütenasib ayetleri delil olarak sýralar. Aslýnda en evlâ olaný, herhangi bir seçme iþlemine gitmeksizin küllî maksatlarýn keþfedilebilmesidir. Tâ ki kiþi, Kur’ân’ýn herhangi bir sûresi veya ayetinden bu maksatlarý rahatlýkla idrak edebilsin.
3. Said Nursî, el-Gazzâlî ve el-Kardâvî’nin görüþleri arasýnda bir mukayese
El-Gazzâlî ve el-Kardâvî’nin görüþleriyle Said Nursî’nin görüþleri arasýndaki farklarý aþaðýdaki þekilde maddelendirebiliriz.
a) Dikkat ve þumûl: Ýki âlimin görüþlerinden önce, Said Nursî’nin görüþlerine yer vermiþtik. Ýlk etapta söylenmesi gereken þey, Said Nursî’nin görüþlerinin dikkat ve þumûllü oluþ itibariyle diðerlerinden farklý oluþudur. Zira, onun belirlediði dört maksat, yukarýda ele aldýðýmýz beþ veya yedi maksadý içinde barýndýrmaktadýr. Buna ilave olarak onun belirlediði her bir maksat, Kur’ân-ý Kerim ayetleri ve sûrelerinin gerçek manada yorumlanmasý itibariyle, ondaki ince dikkati göstermektedir. Çünkü, sûrelerde ve ayetlerdeki bu maksatlara kolaylýkla vakýf olabilmek böyle bir dikkatin ürünü olabilir.
b) Baðlantý ve uyum: Said Nursî’nin görüþlerini okuyan herhangi bir kimse, bu dört maksadý birbirine baðlayan yüksek baðlarýn bulunduðunu, rahatlýkla görecektir. Örneðin Maksad-ý Tevhîd, çok saðlam baðlarla Maksad-ý Nübüvvet’e baðlýdýr. Maksad-ý Haþir ise, Maksad-ý Adaletle sýký sýkýya baðlantýlýdýr. Bu baðlantýlar ve uyum, diðer iki âlimin görüþlerinde pek görülmemektedir. Yani, el-Gazzâlî’nin görüþleri böyle bir özellikten mahrumdur. El-Kardâvî’nin görüþleri de, böylesi önemli bir boyutu üzerinde taþýmamaktadýr. Ýkinci olarak, Said Nursî, bir yandan bütün sûrelerdeki ayetler arasýnda, bir yandan her bir sûredeki ayetler arasýnda, bir yandan da her bir ayetteki kelimeler arasýnda bulunan nazmî uyumu ve organik baðlantýyý te’kid eder mahiyette görüþlerini ortaya koymuþtur.
c) Odaklanma ve kapsam: Said Nursî’nin, ele aldýðý maksatlarýn içerdiði manâlar üzerinde büyük bir dikkatle yoðunlaþmasý takdir edilecek bir durumdur. Diðer yandan, dört maksadýn dýþýndaki fer’î maksatlarý içeren bir kapsam ortaya koymasý da dikkat çekicidir. Yukarýda da ifade ettiðimiz gibi, dört maksattan her birisi, baþka maksatlarý içinde barýndýrmaktadýr. Örneðin, Allah’a ibadet ve takvâ maksadý, aile kurumunun oluþturulmasý ve kadýnlara iyi muamelede bulunma maksadý, terbiye ve teþrî ekseni, diðer eksenler ve maksatlar Said Nursî’ye göre Maksad-ý Nübüvvet zýmnýnda münderiçtir. Said Nursî’nin zikrettiði, bu dört maksattan herhangi birisinin, yer verdiðimiz iki âlimin zikrettiði maksatlar ve eksenlerin zýmnýnda yeraldýðýný söylemek ise mümkün deðildir. Bu durum da, Said Nursî’nin þümûllü, geniþ kapsamlý ve önemli noktalara odaklanmýþ görüþler ortaya koyduðunu göstermektedir.
d) Kur’ân sûrelerine ve ayetlerine çok sýký baðlýlýk ve irtibat: Kur’ân-ý Kerim sûrelerinden hiç bir sûre yoktur ki, Bediüzzaman’ýn ortaya koyduðu dört maksada þâmil olmasýn. Ayný durum Þeyh el-Gazzâlî’nin zikrettiði Beþ Eksen ile Þeyh el-Kardâvî’nin ortaya koyduðu Yedi Maksat için, söz konusu deðildir. Diðer yandan Said Nursî’nin görüþleri, sûrelerde ve ayetlerdeki gaye ve maksatlarý daha iyi yansýtmaktadýr.
Genel olarak, diðer iki âlime göre Said Nursî’nin görüþleri, üzerinde daha ciddi araþtýrmalar, tahkikler ve þerhler yapýlmasýna ihtiyaç doðurmaktadýr. Allah’tan dileriz ki, bu çalýþma böyle bir teþebbüs için yol gösterici olur.
Burada, araþtýrmamýzýn sonuna gelmiþ bulunuyoruz. Ortaya koyduðumuz tahlillerde ve deðerlendirmelerde, inþaallah muvaffak olmuþuzdur. Þüphesiz ki Allah, Ýslâm ümmetine yaptýðý hizmetlerden dolayý, Said Nursî’ye en güzel karþýlýðý verecektir. Dileriz bizler, onun ilminden, Kitâbullah ve Sünnet-i Resûl’den (s.a.v.) anladýklarýndan fazlasýyla istifade edebilelim. Ayrýca, Þeyh Muhammed el-Gazzâlî’ye Allah’tan rahmet diliyoruz.
Bu sempozyuma katýlanlara teþekkür ediyorum. Allah bu âlimleri ve diðer bütün ilmiyle amel eden âlimleri en güzel þekilde mükafatlandýrsýn.
____________________
1 1966 yýlýnda Gine doðumludur. Malezya’da Uluslararasý Ýslâm Üniversitesi Ýslâm Hukuku bölümünde öðretim görevlisidir. Ýslam Hukuku dalýnda birçok araþtýrmasý bulunmaktadýr. Bunlardan bazýlarý:
Uluslararasý Hukuk ve Ýslâm Hukukunda Hükmün Kaynaklarý.
Akademik Bir Araþtýrma: Ýçtihad.
2 Bkz. Muhammed et-Tâhir Ýbn Âþur, Makâsidü’þ-Þerîati’l-Ýslâmiyye, Tunus, Tarihsiz. s. 51
3 Ýmam Abdülaziz el Buharî, Keþfü’l-Esrâr isimle eserinde Kur’ân-i Kerîm Usûl âlimlerince yapýlmýþ tariflere bir cümleyle temas eder. Gerçekten bu tariflerden her birisi tenkid, tenkîs ve hatta reddedilmekten nasibini alacak mahiyettedir. Burada verdiðimiz tarif ise, yapýlan tariflerin çoðunluk itibariyle ittifak noktalarýný içine alan bir tariftir. Bu baðlamda, Ýmam eþ-Þevkânî, Ýrþâdü’l-Fuhûl isimli eserinde Kur’ân-ý Kerim hakkýnda þöyle demektedir: “Bu kitap, Resûl’e (s.a.v.) nâzil olmuþ bir kelâmdýr. Mushaflara yazýlmýþtýr. Bizlere mütevâtir olarak nakledilmiþtir...” Bkz. Muhammed b. Ali eþ-Þevkânî, Ýrþâdü’l-Fuhûl Ýlâ Tahkîki’l-Hakki Min Ýlmi’l-Usûl, Beyrut, Dâru’l-Fikr, Tarihsiz, s. 26. Genel hatlarý itibariyle Kur’ân’ýn tarifi konusunda yaþanan ihtilafýn sebebi, “Kelâm-ý Ýlâhî ile alakalý olarak, Kelâm ilmi dahilindeki itikadî meseleler ve onunla ilgili bazý Fýkhî meselelerdir. ‘Ondaki ayetler okunarak kýlýnan namaz caiz olur mu, olmaz mý?’, ‘Onu inkar eden kâfir olur mu, olmaz mý? O bir hüccet midir, diðil midir?’... gibi.” Geniþ bilgi için bkz. Abdülaziz el-Buharî, Keþfü’l-Esrâr an Usûli Fahri’l-Ýslâm el-Bezdevî, Beyrut, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1. Baský, 1991, s. 71.
4 Ýhsan Kasým es-Salihî’nin, “Bediüzzaman Said en-Nursî: Nazratün Âmmetün an Hayâtihî ve Âsârihî” isimli eserinde Said Nursî’nin hayatý, her okuyucunun yeteri kadar bilgi edinebileceði seviyede özet olarak anlatýlmýþtýr. Bizler burada, bu mücâhid âlimin hayatý hakkýnda daha fazla bilgi edinmek isteyenlere, adý geçen esere müracaat etmelerini tavsiye ederiz.
5 Bediüzzaman Said Nursî, Kaynaklý, Ýndeksli, Lügatli Risâle-i Nur Külliyatý, C. l-ll, Nesil Basým Yayýn, Ýstanbul-1996, s. 161.
6 Bu gruptaki âlimlerin temsilcisi Dr. Yusuf el-Kardâvî’dir. “Keyfe Neteâmelü mea’l-Kur’âni’l-Azîm / Kur’ân-ý Azîm’le Nasýl Amel Ederiz?” isimli eserinde þöyle der: “Þüphesiz ki Kur’ân-ý Kerim, insanlýðýn onlardan gayrýyla asla salâha ulaþamayacaðý çeþitli prensip ve maksatlara çaðýrmaktadýr. Bunlardan yedi tanesi üzerinde Kur’ân ýsrarla durmakta, tekrar etmekte, çok büyük deðer vermektedir. Bu yedi prensip ve maksat þunlardýr: Ulûhiyet, risâlet ve cezâ konularýndaki akâidin (inanç esaslarýnýn) ve tasavvurlarýn tashihi; Ýnsanýn yüksek derecesinin ve özellikle zayýflara karþý olmak üzere hukukunun kabul edilmesi; Ýnsanlýðýn Allah-u Teâlâya karþý ibadet ve takvâsýnýn en güzel seviyeye çýkarýlmasý; Nefs-i beþeriyenin nefsinin tezkiyesi (günahlardan arýndýrýlmasý); Salih bir aile oluþturulmasý ve kadýnlarýn haklarýnýn gözetilmesi; Bütün insanlýða örnek bir ümmetin oluþturulmasý; bütün insanlýk aleminin yardýmlaþmaya davet edilmesi..” el-Kardâvî eserinde, bu yedi maksattan her birisini tektek ele alarak, bu maksatlarý oluþturan unsurlarý açýklamýþtýr. Konu hakkýnda daha fazla bilgi sahibi olmak için bkz. Yusuf el-Kardâvî, Keyfe Neteâmel maa’l-Kur’ânil-Azîm, Katar, Katar Üniversitesi Sünnet ve Sîret Araþtýrmalarý Merkezi, 1. Baský, 1996, s. 65. Ýleriki bölümlerde el-Kardâvî’nin ifadelerine, Said Nursî’nin tespitleriyle kýyaslamalar yapabilmek için ayrýntýlý olarak tekrar yer verilecektir.
7 Bu görüþün temsilcisi Muhammed el-Gazalî’dir. Bu konudaki görüþleri için bkz. “el-Mehâviru’l-Hamse lil-Kur’âni’l-Kerîm / Kur’ân-ý Kerim’in Beþ Ekseni”, Dýmaþk, Dâru’l-Kalem, 1. Baský, 1991.
8 Said Nursî, s. 1159.
9 Said Nursî, s. 1231.
10 Said Nursî, s. 1986.
11 Said Nursî, s. 1363.
12 Said Nursî, s. 1159.
13 Said Nursî, s. 1986.
14 Said Nursî, s. 1363.
15 Said Nursî, s. 1231.
16 Said Nursî, s. 1159.
17 Said Nursî, s. 1159-1160.
18 El-Gazzâlî, El-Mehâviru’l-Hamse, s. 16.
19 El-Gazzâlî, s. 19.
20 El-Gazzâlî, s. 58 vd.
21 El-Gazzâlî, s. 93.
22 El-Gazzâlî, s. 100.
23 El-Gazzâlî, s. 144.
24 El-Gazzâlî, s. 145-146.
25 El-Gazzâlî, s. 187.
26 El-Kardâvî, Keyfe Neteâmelü Maa’l-Kur’âni’l-Azîm, s. 65 vd.
27 El-Kardâvî, s. 66.
28 El-Kardâvî, s. 67-69’dan özet.
29 El-Kardâvî, s. 77.
30 El-Kardâvî, s. 78.
31 El-Kardâvî, s. 84-85’ten özet.
32 El-Kardâvî, s. 86-95’ten özet.
33 El-Kardâvî, s. 98.
34 El-Kardâvî, s. 98.
35 El-Kardâvî, s. 99.
36 El-Kardâvî, s. 100.
37 El-Kardâvî, s. 103.