Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
KUR’ÂN-I KERİM HER ZAMAN TAZE VE GENÇTİR.
Prof. Dr. Lütfullah Cebeci 1
Kâinat zaman içinde bir değişim ve gelişim geçirerek, Hak Teâlâ’nın onun için belirlediği sona doğru akıp gitmektedir. İşte bu değişim ve gelişim her doğanı büyütüp geliştirmekte, olgunlaştırmakta ve öldürmekte ve soldurmakta; her tazeyi bayatlatmakta; bugün yeteni, yarın yetmez hale getirmektedir. Velhâsıl zaman her şeyi bir değirmen gibi öğütmekte ve un-ufak etmektedir. Bu değirmen de kendiliğinden dönmüyor, onu bir döndüren var. Bu yüzden Hz. Peygamber (a.s.), zamanın bu yokedici halini görüp, ona kızanları uyararak, “Zamana sövmeyin, kızmayın. Çünkü Allah, zamanın kendisidir.” 2 buyurmuş ve esas öğütücünün zaman olmadığına işaret etmiştir. Öte yandan Cenab-ı Allah da, kulağı ve kalbi mühürlü, gözü perdeli insanların “Bizi zamandan başka birşey helak etmez.” diyerek, zamanı Tanrı sananların bilgisizliğine (Casiye, 23-24) işaret ederek aynı gerçeği anlatmış. Binaenaleyh zaman da, Allah’ın bir askeridir, vazifesi fani varlıkları öğütmektir.
Zaman, din, inanç ve düşünce sistemlerini de kuşatmakta ve öğütmeye çalışmaktadır. “Bir düşünce sisteminin, bir inanç ve uygulamalar manzumesinin zamana hükmedip edememesi; dirilik ve tazeliğini devam ettirmesi, kısacası, onun zaman boyutu ile yakından alâkalıdır. Her şeyi eskitici olan zaman içerisinde, bir düşünce, bir inanç, daha özel olarak da bir din ve onun mesajı, hâlâ taptaze ve yeni ise; bağlılarına, ebedî yeni ve taze iklim kokularını sunabiliyorsa, işte o, bütün insanlığın bir kızıl elması, dudaklarımızın özlediği bir ab-ı hayat tasıdır...” 3
Zaman tünelindeki ilk insan olan Hz. Âdem, aynı zamanda ilk peygamberdi. O ve eşi Havva annemizden diğer insanlar üreyip çoğalmışlardı (A’raf, 189) Bir kişi ile başlayan insanlık tarihi bir aile, bir boy, bir soy, derken bir millet ve bir çok millet haline dönüşüp, bugün milyarlara ulaştı. İşte bu yüzden Hz. Âdem ile başlayan peygamberlik ve âlim ve hâkim Allah’ın takdiri çerçevesinde bir değişim ve gelişim geçirmiş ilâhî hikmet ve yüce maksatlara müvafık olarak, bir tedricilik süreci içinde, en mükemmele doğru terakkî etmiş; nihai ve umumi, evrensel olan risalet gelinceye değin, olgunlaşa olgunlaşa devam etmiştir... 4 Meşîet-i ilâhiyye, en mükemmele ulaşıncaya kadar, insanları muvakkaten eğiten resulleri gönderdiği içindir ki, ebedî bir şeriat sahibi olmayan peygamberlerin kitapları, sahifeleri ve toplumlara örneklik görevi görmesi beklenen tutum ve davranışları, zaman karşısında yenik düşmüş; bu nedenle de ya tamamiyle unutulmuş, ya da katıksız ilâhîlik vasfının kaybolması anlamına gelen “tahrif” kazasına duçar olmuştur... Bu açıdan bakıldığında “Bugün, sizin için dininizi kemâle erdirdim ve size nimetimi tamamladım.” (Maide, 3) âyet-i kerimesi, tedrîciliğin sona erdiğine, suların durulup sislerin dağıldığına, ilâhî risaletin zirvesine ve en olgun noktasına ulaştığına işaret etmektedir.” 5 Bu iş son peygamber ve son kitaba kadar böyle devam etmiştir. “Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değil, fakat Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40) âyeti artık peygamberler zincirinin son halkasına ulaştığımızı haber vermiştir. 6
Gayesi fıtrattaki hayır, fazilet ve hak duygusunu inkişaf ile insanı saadete ulaştırmak olan İslam dini böylece Hazret-i Muhammed’de kemalini bulmuş ve Kur’ân-ı Kerim’in de her türlü ziyade ve noksandan, tahrif ve tebdilden mahfuz kalacağı Cenab-ı Hak tarafından kat’i bir ifade ile, “(Kur’ân’ı) Biz, evet Biz indirdik ve muhakkak ki Biz onu her halde muhafaza edeceğiz.” (Hicr, 9) diye beyan buyurulmuştur. Bu ifade ile O, Kur’ân’ı, herhangi bir surette bozulmaktan koruyacağını vaad etmektedir. Çünkü fıtratın artık kıyamet kopana dek ona bozulmamış olarak hep ihtiyacı olacaktır.
Bir dinin fıtrata dayanması demek, talimlerinin fıtrat ve tabiata muvafık bir şekilde olması, insanın fıtrî ve tabiî ihtiyaçları ile dinin hükümleri arasında bir uygunluk bulunması demektir. Binaenaley Kur’ân, akîde, ahlak ve şer’î hüküm alanlarında gerçek duruma, mahir bir terzi tarafından biçilip dikilmiş uygun bir elbise sunar. İnsanın yaratılışına tam gelir, ne dar, ne bol... Bu elbiseyi ne kadar incelersek inceleyelim, onda beşer toplumlarından hiçbirine veya herhangi bir İslâm Dini, yaratılışı itibariyle tekamüle müstenid olan insanı, en kısa ve en sağlam bir yoldan hedefine ulaştıran bir kanunlar mecmuası, bir “vaz’ı ilâhî” dir ve islâmın bu âlemde son, ebedî, cihanşümul olması da bundandır.” 7
Cihanşumullük, bir diğer ifadesi ile “Evrensellik, bir dinin, bir siyasi doktrinin, hukukî veya iktisadî bir sistemin yada bir felsefî öğretinin, insanlığın beklentilerine çağlar üstü boyutta cevap verebilmesidir. Bir dinin evrenselliği hukuk ve ahlâk ilkelerinin, topyekün dünya görüşünün, insanın fizyolojik ve psikolojik yapısına tam anlamıyla uygun olması gerekir.” 8
Kur’ân-ı Kerimin dünyayı ilk şereflendirişinden bugüne geçen on dört asır, insanların doğru bildiği birçok şeyi yanlış, yanlış bildiği birçok şeyi de doğruya çevirmiş, düşünceleri altüst etmiş, nice devleri ve devletleri yutmuş; gelenekleri, görenekleri, elbiseleri, ahlâkları, bilgileri değiştirmiş. Özellikle son yarım asırdaki başdöndürücü ilmi keşif ve gelişmeler, önceki dinlerin felsefelerin ve düşünce sistemlerinin birçok yanlışını ortaya koymuş. Bu ondört asır aynı zamanda Kur’ân’ın, ilk günkü gibi dimdik ayakta durmakta olduğunu da göstermiştir. Çünkü son asırda hızla gelişen modern ilim, mesela Tevrat ve İncil’in tahrifatını ortaya koyarken, Kur’ân’ın gerçeklerini pekiştirmiş, hâlâ yeni ve taze olduğunu ispat etmiştir.
Bunun en güzel anlatımlarından birini, Hıristiyan iken araştırmaları neticesi Müslüman olan Maurıce Bucaille’de görüyoruz. O diyor ki: “Kur’ân’ın çok bariz özelliği olan bu bilimsel tarafları, başlangıçta beni derin hayrete düşürdü. Zîra on üç asırdan fazla bir zaman önce kaleme alınan bir metinde, çağdaş bilimsel verilere tamamen uygun olarak, son derece çeşitli konulara ilişkin bilgilerin keşfedilebileceğine, o zaman kadar hiç inanmamıştım. İşe başlarken, İslâm’a hiç inanmıyordum. Her türlü peşin hükümden uzak olarak,tam bir tarafsızlıkla metinleri incelemeye giriştim. Beni etkileyen bir fikir var idiyse, o da gençliğimde almış olduğum eğitim idi. Bu eğitim, Müslümanlardan değil, Muhammedîlerden bahsederdi (yani Hıristiyan bir eğitim idi ve buna göre islâm Allah’ın dini değil, hâşâ Hz. Muhammed’in uydurduğu bir şey idi). 9
“Kur’ân metninin çağdaş bilimin verileriyle uygunluk derecesini araştırırken, önce Kur’ân vahyinin üzerine eğildim... Arapça metnini çok dikkatli bir biçimde incelemek suretiyle, Kur’ân’ın modern dönemde ilmî bakımdan tenkid edilebilecek hiç bir taraf ihtiva etmediğini kesin olarak kabule mecbur kaldım. Aynı tarafsızlıkla, yine aynı incelemeyi Eski Ahit (Tevrat) ile İnciller üzerinde de yaptım. Eski Ahid’i incelemede, onun birinci kısmı olan “Tekvin” babından ileri geçmeye lüzum kalmadı. Zira çağımız biliminin sağlam bir şekilde ortaya koyduğu bilimsel sonuçlarla bağdaştırılması mümkün olmayan hususlar bu kısımda yeterince bulunmaktaydı...” 10
“Bu araştırmamda Kur’ân’ı, çeşitli tabiî hadiselere dair yaptığı tavsiflere, büsbütün özel bir dikkat atfederek ele alıyordum: Kitabın bu konuları ilgilendiren açıklamaları ve ancak aslî metinde nüfuz edilebilecek tarafları beni iyiden iyiye etkiledi. Zira bu bilgiler çağımızdaki telakkilere uygun olmakla birlikte, Hz. Muhammed’in zamanındaki bir insanın hakkında en ufak bir fikir sahibi bile olamayacağı hususlar idi... Kitab-ı Mukaddes’te çok büyük bilimsel hatalar bulunduğu halde, burada tek bir yanlışa bile rastlayamıyordum. Bu da kendi kendime şu soruyu sormaya mecbur ediyordu: “Şâyet Kur’ân’ın müellifi bir insan ise, Hıristiyan takviminin yedinci yüzyılında, bütün çağdaş bilimsel sorulara uygunluğu ortaya çıkan hususları nasıl yazmıştı?” 11 Nasıl olur da başlangıçta ümmî olan şahıs, edebî kıymet bakımından, bütün Arap edebiyatının bir numaralı yazarı haline geldikten başka, o devirde hiçbir insanın bilemeyeceği bilimsel gerçekleri, hem de bu açıdan en ufak hatalı bir ifade kullanmaksızın anlatabilir?” 12
Maurice Bucaille’in araştırmaları da ortaya koymuştur ki Kur’ân aynı zamanda İslâm’ın zuhurundan kıyamete kadar bütün ilim tarihinin temel bir mucizesidir. 13 Zaman ondan herhangi bir şeyi iptal etmede, yanlış olduğunu ortaya koymada aciz kalmıştır. 14 Bu araştırmaları neticesinde Müslüman olan Bucaille, Kur’ân’ı takdir eden tek Batılı değildir. Müslüman olmamış bir çok batılı da Kur’ân’ın gücünü ve asrımızdaki tazeliğini itiraf etmektedir. batılıların kendi eserlerinden alıntılar yaparak, onların Kur’ân’a olan hayranlıklarını ortaya koyan İsmail Hami Danişmend, onlar namına şu neticelere ulaşıyor:
“Dünyada bütün beşeriyete hitab eden yegâne cihanşümûl din, Kur’ân-ı Kerim’in tebliğ ettiği İslâm Dinidir.”
“Kur’ân, aynı zamanda bütün ilimlerle fikir hareketlerinin ilhâm kaynağıdır.”
“Hiç bir ırk, renk ve milliyet farkı olmamak şartıyla insanlar arasında mutlak bir eşitlik esasını yalnız Kur’ân-ı Kerim ilan etmiştir.”
“İşte bundan dolayı yeryüzünde beşeriyete şamil ictimaî ve beynelmilel inkılâbın kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir.”
“Diğer dinlerin insanlar üzerindeki hakimiyetlerini gittikçe kaybedip zayıflamalarına mukabil, İslâmiyet’in bütün kuvvet ve kudretini devam ettirmesi de işte bundandır.”
“İnsanlık için en mühim ideal kaynağı da Kur’ân-ı Kerim’dir.”
“Bütün tarih boyunca Kur’ân’ın ekmeliyet seviyesine çıkılamamıştır ve bundan sonra da çıkılamayacaktır.” 15 Bütün bunlar insaflı batılıların itiraflarının neticelerinden bazılarıdır.
Kur’ân, artık kıyamete kadar yetecek bir kitap olduğuna göre, değişime ve zamana dayanması gerekiyordu ve âlemlerin rabbi, onu bu özellikte göndermişti. İlahîliği bir bakıma bu şekilde ispatlanmış olan bir kitabın, insanların müdahalelerinden korununca, ebediyen genç, taze, yeni ve parlak kalması da kaçınılamaz bir sonuç olacaktır. Hele bu kitap, son ilahî kitap olunca, kıyamete kadar savunulabilir ve en azından samimî inananlarınca mantıklı bulunabilir olması gerekir. Bu da yeni kalmasına bağlıdır. Aksi takdirde hiçbir yeni medeniyetin temeli olamaz. Çünkü temsil ettiği dünya görüşün artık savunulamaz bir hale gelen 16 bir kitap eskimiş ve bitmiş demektir...
Kur’ân’ın zaman karşısında eskimeyen yönlerinden biri de dil ve edebiyet yönünden mucize oluşudur. Bu bakımdan benzerini getirmeleri için bütün insan ve cinlere karşı yaptığı meydan okuyuş hâlâ bir cevap bulamamıştır “Zaten bu meydan okuyuş onların aczini tarihe kayd içindi. “Ve len tef alû” yani “Bunu yapamayacaksınız.” (Bakara, 24) fermanı, asırlar boyunca silinmez bir az mührü olarak kalacaktı. Onun bu icazı sayesinde Kur’ân’ın sesi, kulaklarını tıkayanlara bile âhengini duyuruyor, bu fesahat ve belâgât onların ruhlarına tesir ediyor... Kur’ân’ın harfleri bile öyle sıralanmış ki her harfin sesi kalbe bir musikî nağmesi gibi geliyor. Bu musiki tesiridir ki katı kalpleri yumuşatıyor, ruhları incizapla coşturuyor. Onun için Kur’ân’ın sâdâsını her duyan ondan ayrılamıyor. Onun tatlı âhengine doyum olmuyor... Arapça bilmeyen birisi bile Kur’ân’ı dinleyince onun sâdâsına bayılıyor, şuuru titriyor, kalbinin derinlikleri çalkalanıyor...” 17
Kur’ân’ın diğer özellikleri bir tarafa, okunuşundaki bu ahenk ve musikî 18 bile asırlardan beri, manasını anlayan-anlamayan milyarlarca insanı mestetmiş ve müzik zevkleri ve gelenekleri farklı insanı, aynı tazelikte etkileyen, eskimeyen ve etkisinden birşey kaybetmeyen başka bir ahenk destesi yoktur. Dört yaşında minik bir kız çocuğu, aynı mucizenin bir yansıması olarak o Kur’ân’ı baştan sona ezberleyebiliyor ve onun yanık sesiyle okuduğu Kur’ân, Müslüman olmasa da bir devlet başkanı olan Nelson Mandela’yı etkiliyebiliyor. 19 Regis Blachere, “Kur’ân’a Giriş” adlı eserinde, Kur’ân dinleyenlerin ne büyük bir heyecan içinde kaldıklarından bahsettikten sonra “Bu heyecan, bu vecd hali, Kur’ân’ın diline münhasır bir hususiyetten başka ne ile izah edilebilir? Hatta Arapça bilmeyen Avrupalı bir dinleyici bile, bazı sûreler okunurken heyecana gelmektedir.” diyor. Yine aynı yazar “Kur’ân” adlı eserinde de, “Vahyolunan bu Allah kelamının yüksek sesle okunması, dinleyenleri mucizevî bir tesir altında bırakır.” Diyor. 20 Kur’ân’ın ifadesinden, ses düzeninden ve lügavî güzelliğinden kaynaklanan büyüleyici ahengi 21 sayesinde, sanki şu anda gözlerimiz önünde yeni olarak nazil oluyor, kulaklarımız onu yeni duyuyor 22 gibidir.
Kur’ân’ın bu gücünden ve tazeliğinden uzun uzun bahseden islam alimlerinden biri de Bediüzzaman Said Nursî'dir. O, kitaplarında Kur’ân’ın i’câz yönlerini sayarken “şebabeti”ni de bu yönlerden biri olarak sayar 23 ve buna önem verir. Özellikle Sözler kitabının yirmibeşinci bölümünün, Mûcizât-ı Kur’âniyye Risalesi”; ana konusu Kur’ân’ın İ’câzı’dır. Bu kısmın hemen başında Bediüzzaman Kur’ân’ı tarif ederek işe başlar ve bu tariflerinde “Kur’ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi; ve âyât-ı tekviniyyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi; ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiridir...; ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakâikın miftahı...; ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi...; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi ve insaniyeti saadete sevkeden hakiki mürşidi ve hâdisi; hem bütün insanların bütün hâcat-ı maneviyesine merci’ olacak çok kitapları tazammun eden tek câmi’ bir kitab-ı mukaddestir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniyye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir.” 24 gibi ifadelere yer verir. Bu ifadeler çeşitli açılardan Kur’ân’ın ebedîliğine işaret ederken, eskimez bir kitap olduğunu da gösterir.
Yine o, “Benî Âdem’in en dâhî ediplerini, en hârika hatiplerini, en mütebahhir ûlemasını muarazaya davet edip binüçyüz senedir (şu an itibarıyla da bindörtyüz senedir) meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor Muarazaya davet ettiği halde, kibir ve gururlarından başı semâvata varan o dâhîler, ona muraza için ağız açamayıp kemal-i zilletle boyun eğdiler.” 25; “Hiç kimse onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş ise öyle o üslûblar taravetini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.” 26 derken Kur’ân’ın benzerini getirmesi ve meydan okuyuşlarına cevap verilememesi bakımından da ilk günkü gibi taze ve güçlü olduğunu anlatıyor. “İ’câzın, Kur’ân üzerindeki ilahî tuğra ve sikke” olduğunu gösteriyor. 27
Büyük Üstad Kur’ân-ı Kerimin fesahatinden bahsederken bir başka tazelik yönünü: “Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor, belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hafızasına ağır gelmiyor... Az bir sözden müteezzi olan en hastalıklı bir kulağa bile nahoş gelmiyor, hoş geliyor. sekârâtta olanın damağına şerbet gibi oluyor... Kulûbe kût ve gıda; ve ukûle kuvvet ve gınâ; ve ruha mâ ve ziya; ve nüfûsa deva ve şifa olduğundan usandırmıyor. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi her gün yesek, usandırır. Demek ki Kur’ân hak ve hakikat ve sıdk ve hidâyet ve harika bir fesahat olduğu için usandırmıyor, daima gençliğini muhafaza ettiği gibi, teravetini, halvetini de muhafaza ediyor...” 28 diyerek anlatıyor.
Üstadın da dediği gibi, Kur’ân her devirde farklı kafa yapılarına ve değişik gönüllere hitap edebilmiştir. Bu esnek üslûbu yüzünden, aralarındaki farklılıklara rağmen herkes ondan haz almış ve onda huzur bulmuşlardır; her devirde insanlığa yeni şeyler verebilmiştir. Bundan dolayı çağımızda özellikle son elli yılda ilim alanında, her zamankinden fazla gelişme olmasına rağmen, bu Kur’ân’a bir zarar verememiş, onun kutsiyet ve doğruluğuna halel getirememiştir. 29 Çünkü Kur’ân, her zaman ve zeminde insanlığa doğruyu göstermek ve insanlığın problemlerini çözmek için gelmiştir 30 ve bu güce sahiptir. Nitekim Fransız ilim adamlarından Raymond Lerouge, bir Hıristiyan olmasına rağmen, insanlığı, bugün geçirmekte olduğu buhranlardan Kur’ân-ı Kerim’in kurtarma gücü olduğunu ve Hz. Muhammed’in zamanımızda da günün adamı olduğunu söylüyor. 31
Bediüzzaman bunu şu veciz sözleri ile ifade eder: “Evet, Kur’ân, bu kâinatın Halik-ı zü’l-celâlinin kelamı olarak, rububiyyetinin mertebe-i a’zamından çıkarak... fehm ve zekaca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek, kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle manalarını saçmış olduğu halde kemal-i şebabetinden, gençliğinden zerre kadar zayi etmeyerek gâyet taravette, nihâyet telafette kalarak, gâyet sühûletli bir tarzda, sehl-i mümtenî bir surette, her âmiye anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste aynı sözlerle, fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip iknâ eden, işba’ eden bir kitaptır...” 32 O, “mazi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebahis-i külliyesini cemeden” 33 bir kitap olarak, onun gençliği eksilmemekte, âdetâ artmaktadır. Çünkü o, mazi ve müstakbele, ezel ve ebede, bir zaman-ı hazır gibi bakan 34 Allah Teâlâ’nın kitabıdır.
Binaenaleyh “Kur’ân-ı Azimüşşan, yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümûlü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına racidir. Binaenaleyh, herkes, her tabaka, her zaman fehmine, istidadına göre Kur’ân’ın hakâikından hisse alabilir ve hissedârdır. Halbuki nev-i beşer derece ihtibarıyla muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit ve keza meyl, istihsan, lezzet, tabiat itibarıyla birbirine uymuyor... Hülâsa: Kur’ân’ı Mu’cizü’l-Beyan, âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz’etmiştir ki her cihetin ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve istidatlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler... Bu nükteden anlaşılıyor ki Kur’ân’ın icâz vecihlerinden biri de şudur: Nazmı öyle bir üslûptadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.” 35 Belâgatı gereği mukteza-yı hale mutabık olarak, her asırdaki farklı tabakalarda bulunan muhatablarına en uygun şekilde konuşur. 36 “Murur-u zaman o üslûbu ihtiyarlatamaz, o daima genç ve tazedir.” 37
Üstad’ın işaret ettiği gibi, medeniyet-i hazıra Kur’ân karşısında sadece ilmî ve amelî bakımdan değil, edebiyat ve belâgat bakımından da aciz kalmış, onun solmayan, pörsümeyen, eskimeyen söz gücü ve güzelliği önünde eğilmek mecburiyetinde kalmıştır. Kur’ân bu tazeliği ile, “her asırdaki tabakat-ı beşerin her bir tabakasına, sanki doğrudan doğruya özel olarak müteveccihdir, hitab ediyor…” 38 Bunun için hep genç ve dinç kalabilmiştir. Çünkü mukteza-yı hal, her asırda değiştiği halde, bu kitap parlaklığını sürdürmüş, hiçbir zaman çağın dışında kalmamıştır.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin güzel ve veciz ifadesi ile; “(Kur’ân) her asırda yeni nazil oluyor gibi tazeliğini ve gençliğini muhafaza ediyor. Evet Kur’ân bir hutbe-i ezeliyye olarak umum asırlardaki umum tabakat-ı beşeriyeye birden hitab ettiği için öyle daimî bir şebabeti bulunmak lazımdır. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hatta efkârca muhtelif ve istidatça mütebayin asırlardan her asra göre güyâ (sanki) o asra mahsus gibi bakar, bastırır ve ders verir. Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor; değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihdir ki asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor...” 39
Kur’ân bu tazeliği ile her çağın olduğu gibi, bu çağın da ihtiyaçlarını karşılayacak güçte görünüyor. Onun böyle olması, ebedîliğinin bir göstergesidir. İnsanın kendinde ve kâinatta keşfettiği her âyet, Kur’ân’ın sonsuzluğunun ve hakikatinin görünen bir delilidir. Bilim, tabiat kanunları ve beşeri ilimlerde yapılan keşifler, Kur’ânî bakışın doğruluğuna daha fazla katkıda bulunmaktadır. 40
Kur’ân’ın ondört asır öncesinden gelen meydan okuyuşu karşısında “bütün nev’-i beşerin ve belki cinnilerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hazıra...” 41 “İnsanlar ve cinler şu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek için toplansa, yine de bunun bir benzerini getiremeyeceklerdir.” (İsrâ, 88) âyetini doğrulamaktan başka bir şey yapamamışlardır. Kur’ân’ın hayat-ı ictimaiyye-i beşeriyye için ortaya koyduğu prensipler ve sahip olduğu hikmetler ile, medeniyet-i hazıranın geliştirdiği prensipler felsefeler ve hikmet-i beşeriyye yanyana konduğunda bile, Kur’ân’ın tazeliği, medeniyet-i hazıranın her an eskiyecek aldatıcılığı gün gibi ortaya çıkmaktadır. 42 “Evet, Kur’ân’ın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden, ebede gidecektir; medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir; daima gençtir, kuvvetlidir...” 43 Eğer bir kitap düsturları ile her asra, taze ve genç olarak cevap verebiliyorsa, çağın gerisinde kalmıyorsa, her türlü gelişme ile irtibatını koruyorsa ebedî bir mucizedir.
İşte bundan dolayı, Üstad’a göre, “Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevkii almışlardır... Elbette umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hâkim, şunları mühmel bırakmaz. Evet bırakmamıştır. (rumuz ve işaretlerle ışık tutmuştur).” 44 Kur’ân bu açıdan da tazeliğini korumuş, keşifler ve icatlar karşısında afallayıp kalmamış, taraftarlarını çaresiz bırakmamıştır. “Elhasıl Kur’ân-ı Hâkim, hakîmdir. Her şeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’ân binüçyüz (bindörtyüz) sene evvel, istikbalin zulümâtında müstetir ve gaybî olan semerât ve terakkiyât-ı insaniyyeyi görüyor ve gördüğünüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösteriyor. Demek Kur’ân öyle bir zatın kelamıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.” 45 “Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’âniyye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bahusus bir ümmînin ilmine müstenid olmayıp, bir ilm-i muhîta istinad ediyor ve cemî eşyayı birden görebilen, ezel-ebed ortasında bütün hakâıkı bir anda müşahede eden bir zatın kelamıdır.” 46 Tarifler karşısında ilâhî garanti altına alınmış böyle bir kelam, elbette hep taze kalacaktır.
Velhasıl “Kur’ân’ın her zaman yeni kalması, her asırda yeniden nazil oluyor gibi olması, yeniliğini koruyup, eskimeyip pörsümemesi, ezelî bir hutbe olarak Kur’ân’ın bütün zamanlara ve her seviyedeki insanlara hitap etmesi Üstad Nursî’nin i’câz sınırları içindedir. Evet Nursî’ye göre Kur’ân, fikir ve kabiliyet cihetiyle farklı olan asırlara bakar, her asra lüzumlu olan ihtiyacını verir. Her asır kendi hissesini alır, daha sonraki asırların hissesine dokunmaz. böylece Kur’ân eskimez.” 47 Âdetâ zaman ihtiyarladıkça, Kur’ân gençleşir. 48 Dünyadaki muazzam değişimler, Kur’ân’ın kıymetli hakikatlerine, güzel üslûbuna halel getirmemiş, onu ihtiyarlatamamış ve kıymetten düşürüp güzelliklerini söndürümemiştir. 49
Tebliğimi gelecekteki problemlere karşı sığınağın Kur’ân olduğunu haber veren ve hep genç kalacağına işaret eden şu hadis ile bitireyim. Resulullah buyurur ki: “O (Kur’ân)da, sizden önce olan ve sonra olacak şeylerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü var. O (hak ile batılı, doğru ile yanlışı) ayıran kitaptır, asla bir oyun değildir. O öyle bir kitaptır ki, (büyüklenme sebebiyle) onu terkeden zorbanın, Allah boynunu kırar; hidâyeti ondan başkasında arayan kimseyi Allah saptırır. İşte o, Allah’ın sağlam ipidir; o, hikmet dolu zikirdir; o dosdoğru yoldur; o, kendisinden dolayı arzuların sapmayacağı, dillerin güçlüğe düşmeyeceği; kendisine âlimlerin doyamayacağı, çok tekrar edilmekten dolayı eskimeyen, enteresanlıkları tükenmeyen bir kitaptır. O kendisini dinledikleri zaman cinlerin, “Doğrusu biz, şaşırtıcı (olağanüstü güzel) bir Kur’ân diledik.” (Cin,1) demekten kendilerini alamadıkları bir sözdür. O öyle bir kitaptır ki, kim ona uygun görüş açıklarsa, doğru söylemiş olur; kim onunla hükmederse, adaletli davranmış olur; kim onunla amel ederse, sevaba erer; kim onu çağırırsa, dosdoğru yola iletilir.” 50 Binaenaleyh o hep taze ve genç kalacaktır.
____________________
1 Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesidir.
2 Müsned, 5/299, 311 (Ayrıca bkz. Buhari, tefsir-i sûre 45, 1; tevhid, 35, edeb, 101; Müslim elfaz, 1-6; Ebu Davud, edeb, 169).
3 Sadık Kılıç, “Risaletin zaman Boyutu ve Kur’ân’ı Derinliğine Okumak”, Ebedi risalet, 2/265, Işık yayınları, İzmir, 1993.
4 Ahmed Hamdi Akseki, İslâm, s.333, İrfan yayınevi, İstanbul, 1966
5 S.Kılıç, 2/271-272
6 M. Sait Ramazan el-Bûtî, “Hz. Muhammed’in Risaletinin Evrenselliği”, Ebedi risalet, 2/314-315, Işık yayınları, İzmir, 1993
7 A.H.Aksek, s. 355-357
8 Mahmut Kaya, “İslâmın Evrenselliği Üzerine, “Ebedî risalet, 2/301, Işık yayınları, İzmir, 1993; Akseki, s.335.
9 Maurice Bucaille, Kitab-ı Mukaddes, Kur’ân ve Bilim, ter. Suat Yıldırım, s. 179-180, Töv yayınları, İzmir, 1981
10 M. Bucaille, s. 12
11 M. Bucaille, s. 181
12 M. Bucaille, s. 188
13 Mustafa Sadık er-Rafi’î, İ’cazu’l-Kur’ân, s. 114-129, Daru’l Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1973
14 Suphî es-Salih, mebahis fi Ulûmi’l-Kur’ân, s. 320 vd., Daru’l İlim, Beyrut, 1874.
15 İsmail Hami Darüşmend, Garp İlminin Kur’ân-ı Kerim Hayranlığı, s. 66-68, Hareket Yayınları, İstanbul, 1973.
16 Dücane Cündioğlu, Sözün Özü, s. 7-8 Tibyan Yayınları, İstanbul, 1996
17 Osman Keskioğlu, Nüzülünden Günümüze Kur’ân-ı Kerim Bilgileri, s. 198-199, T.Diyanet Vakfı yayınları, Ankara, 1987; M.S. er-Rafi’î, s. 166-188.
18 M.S. er-Rafi’i, İ’câzu’l-Kur’ân, s. 212-220, daur’l kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1973; ses-Salih, 334-340
19 Yeni Şafak Gazetesi, “İslâm ve Toplum eki, s.12, Şubat, 1998
20 İ.H. danişmend, s. 55-56
21 Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Kerim ve Kur’ân İlimlerine Giriş, s. 130-131, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1983.
22 s.es-Salih, s. 342.
23 sözler, s. 404-407, Envâr Neşriyat, İstanbul, 1996.
24 Sözler, s.366-367; İşarâtü’l-İ’câz, s. 10-11, Envâr Neşriyat, İstanbul, 1996.
25 Sözler, s. 368.
26 Sözler, s. 374; İşarâtü’l-İ’câz, s. 34-35
27 Sözler, s. 382-384; Mehmet Kilerci, risale-i Nur’da Kur’ân Mucizesi, s. 37, İz yayınları, İstanbul 1997
28 Sözler, s. 378
29 M. Gazalî, Kur’ân’ı Anlamada Yöntem, s. 332, Sor yayıncılık, Ankara, 1993.
30 M. Gazalî, s. 131.
31 İ. H. Danişmend, s. 54-55, Vie de Mahomet, 1939, Paris, s. 21’den naklen.
32 Sözler, s. 390-395.
33 Sözler, s. 396
34 Sözler, s. 397
35 İşârâtü'l-İ'câz, s. 39-40
36 İşârâtü'l-İ'câz, s. 47; kilerci, s. 132-133
37 Mektubat, s. 181, Envâr Neşriyat, İstanbul, 1996
38 Sözler, s. 411-414
39 Sözler, s. 407
40 M. Gazalî, s. 330.
41 Sözler, s. 407
42 Sözler, s. 407-411, Ayrıca bkn. Kilerci, s. 261-266
43 Sözler, s. 407 vd.
44 Sözler, s. 252-253
45 Sözler, s. 267
46 Sözler, s. 141
47 Kilerci s. 39
48 Kilerci, s. 318 - 319
49 Kilerci, s. 319
50 Tirmîzî, fezâilip - Kur’ân, 14 (5/172)
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
KUR’ÂN-I KERİM VE SEMAVÎ KİTAPLAR
Prof. Dr. Muhammad Lagha 1
Mukaddeme
Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. Salât ve selâm Resûllerin Seyyidinin üzerine olsun. Allah, Müslümanların önderlerine ve âlimlerine rahmet eylesin. Onların ilim ve cehdini bizler için birer ışık eylesin. Ve Allah, büyük âlim Bediüzzaman Said Nursî’den razı olsun. Mekânını Cennet eylesin.
Büyük allâme Bediüzzaman Said Nursî’nin aklını en fazla meşgul eden şeylerden birisi, Allah Azze ve Celle'nin kitabının zayi olma endişesi, diğeri ise, bütün ümmetin zayi olmasını netice veren İslâm’ın ortadan kalkması korkusudur. Buradan hareketle O, bütün ilmî cehdini ve gayretini bu hususlar üzerinde yoğunlaştırmıştır. Üzerinde durduğu hususlardan bir diğeri de, bu araştırmaya konu olan “Kur’ân-ı Kerim ve semavî kitaplar”dır.
Bu çalışmaya başladığımızda gördük ki O, “ruhu imanın sırlarıyla dolup taşmış, kalbinden yakîn fışkıran ve başı akîdelerle ilgili fikirlerin dönüp dolaştığı bir şahsiyettir. O'nun dilinden en yüce ve en güzel fikirler dökülmüştür. O'nun ruh semasında çakan şimşekler, bizim o donmuş nefislerimizin tutuşmasına bir vesiledir. İçimizde Allah’a ulaşma şevkini de ateşlemekte, O’nun muhabbetiyle yakıp kül etmektedir.” 2
Aynı zamanda O, büyük bir âlim olmasının yanısıra, tarihin bir benzerine ender şahit olduğu kahraman mücahitlerden birisidir de. Rusya’da esarette iken, esir kampına gelen, aynı zamanda Rus Çarının dayısı olan komutan Nikola Nikolaviç’in karşısında söylediği sözler, onun hem cesaretini ve kahramanlığını, hem de en zor şartlar altında dahi îcaz ve belağatı terketmediğini göstermektedir.
‘Beni tanımadılar mı?’
O'nun şahsî özelliklerini, düşünce yapısını, metodunu ve önceliklerini verdiğimiz bu örnekle bir nebzecik de olsa ortaya koyduktan sonra, onun Kur’ân-ı Kerim ve semavî kitaplar hakkındaki görüşlerini ibraz edebiliriz.
Kur’ân-ı Kerim, her şeyden önce Bediüzzaman Said Nursî’nin bütün düşünce yapısının temelini teşkil etmektedir. Bütün fikirlerini onun üzerine kurmuştur. Bir çok eserinde ve bir çok ifadesinde meseleleri hep Kur’ân’a dayandırmakta, onun vasıflarını dile getirmekte, aynı zamanda onu her fırsatta senâ etmektedir. Kur’ân-ı Kerim’i bütün sıfatlarıyla şöyle tarif eder:
“İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakîm;
*Şu kitâb-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
*Şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı,
*Şu sutûr-u hadisâtın altında muzmer hakâikın miftâhı,
*Şu âlem-i şahâdet perdesi arkasındaki, âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliyenin hazinesi,
*Şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi,
*Âlem-i uhreviyenin haritası,
*Zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhân-ı nâtıkı, tercümân-ı sâtıı,
*Şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakîkîsi, mürşid ve hâdîsi,
*Hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi, bütün hâcât-ı manevîyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliya ve sıddîkînin, asfiyâ ve muhakkikînin herbirinin meşreblerine lâyık birer risâle ibraz eden bir kütüphâne-i mukaddesedir.” 3
Burada görüldüğü gibi dünya ve ahireti bir arada değerlendirmiştir. Çünkü Kur’ân, kalplerin ve akılların temel gıdasıdır. Aynı zamanda O, bir din kurucusu ve beşer için toplumsal değişimlerin yönlendiricisidir.
“Hem öyle mesâil-i azîme ve hakâik-ı dakîkadan bahsediyor ki, umumun kalplerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lazımdır. Bununla beraber, sûreten tekrardır. Fakat, mânen her bir ayetin çok manaları, çok faydaları, çok vücûh ve tabakatı vardır. Her bir makamda ayrı bir mana ve fayda ve maksatlar için zikrediliyor.” 4
Büyük âlim Bediüzzaman’a göre bu mesele, odak noktayı teşkil eder. Çünkü, “idam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir.” 5
Hayatı çevreleyen bütün zorluklar, insanları oradan oraya sürükleyen çalkantılar ve sıkıntılar, ancak Kur’ân’ın çeşmesinden içilen hayat kaynağıyla defedilebilir. Düşman-küffâr karşısında kurtuluşa erişebilme, ancak Allah’a iman ve O’na itaat ile olabilir. Kâfirleri bekleyen akıbet ise, onlar için bir sürpriz değil, beklenen bir neticedir.
“Kâfirlerin Müslümanlara ve ehl-i Kur’ân’a düşman olmaları, küfrün iktizâsındandır. Çünkü, küfür imana zıttır. Mââhâza Kur’ân kâfirleri ve âbâ ve ecdatlarını idam-ı ebediyle mahkum etmiştir.” 6
Diğer boyutlarıyla Kur’ân’ı tarif ederken Bediüzzaman, semavî kitaplarla olan alakası cihetine de temas eder ve birkaç eksende bu meseleyi ele alır.
Kur’ân-ı Kerim, geçmiş semavî kitapları ve ihtivâ ettikleri hakitaleri tasdik etme özelliğine sahiptir.
“Kur’ân’ın bir cenâhı mazide, bir cenâhı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatları olduğu ve bu onları tasdik ve teyit ettiği ve onlar dahi tevâfukun lisân-ı hâliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle şecere-i mübarekelerinin hayattar, feyizdâr ve hikmettâr olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarikatleri ve İslâmiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kur’ân’ın ayn-ı hak ve mecma-i hakâik ve câmiiyyette misilsiz bir harika olduğuna şehadet eder.” 7
Semavî kitapları tasdik etme konusunda, Allah-u Teâlâ mü’minlerin bir vasfına şöyle işarette bulunur:
“Onlar, sana indirilene ve senden önceki peygamberlere indirilene iman ederler; Onlar ahirete de yakînen inanırlar.” 8
Kur’ân-ı Kerim’in, önceki semavî kitapları tasdik etme özelliğini ifade eden, benzeri bir çok ayet bulunmaktadır. Birkaç örnek daha verecek olursak:
“Ellerinizdeki (Tevratın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur’ân’a) iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın. Ayetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun.” 9
“Kendilerine, Allah’ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat’a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o Kur’ân, kendi ellerinde bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır...” 10
“(Resulüm!) O, sana Kitab’ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş; daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil’i ve Furkân’ı indirmiştir...” 11
Semavî kitaplar Kur’ân-ı Kerim içinde yeralmaktadır.
Bakara sûresinin dördüncü ayeti olan, “Sana indirilene ve senden öncekilere indirilenlere iman edenler” ifadesini Said Nursî şöyle açıklar:
“Kur’ân, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavâid-i esâsiyelerini cemetmiş olduğundan, usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tâdil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekanın tegayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Evet, mevâsim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sâir ilaçların tebeddülüne lüzüm ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, tâlim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder.” 12
“Kur’ân, fer’î hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, demiştir.” 13
Bu hakikate, İngiliz filozof Thomas Carlyle’ın (1795-1881) bir sözünü şahit olarak gösterir. Carlyle, Kur’ân-ı Kerim üzerinde yaptığı tedkiklerin ardından, “Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?” sorusuna kendisi şöyle cevap vermiştir:
“Evet, Muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.”
Yine Carlyle demiştir ki: “Hakâik-i Kur’âniye tulû ettiği zaman, ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Nasârâ ve Yahudilerin hurafelerinden bir şey çıkmadı.” 14
Kur’ân-ı Kerim, geçmiş enbiyânın mucizelerini ortaya koymaktadır.
Burada Bediüzzaman’ın, peygamber mucizelerine getirdiği yorum çok ilginçtir. Zirâ, ona göre bu mucizeler çeşitli sanatların ve ilmî terakkîlerin öncülüğünü yapmıştır. Mucizelerin, ahirete dönük özellikleri olduğu gibi, dünyaya yönelik özellikleri de bulunmaktadır. Ahireti isteyen kimse, Allah’ın kâinatta koyduğu kanunlara da riayet etmesi, kendisi için yaratılan nimetlerden istifade etmesi, hatta kâinatta var olan tüm imkanları, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak kendi emri altında toplaması ve bütün bunları kendisi için Allah’ın birer emaneti olarak görmesi gerekir. Bu hususta Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim ve çok cahildir.” 15
Bu sebepten dolayıdır ki, Allah enbiyâ ve resulleri insanların hem maddî, hem manevî ilerlemeleri için insan toplumlarına birer örnek ve rehber olarak göndermiştir.
“İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemâatlerine terakkiyât-ı mânevîyye cihetinde birer pişdâr ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye sûretinde dahi, enbiyânın herbirisinin eline bazı harikalar verip, yine o insanlara birer ustabaşı ve üstâd etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâya emrediyor.
İşte, enbiyanın manevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mucizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşvik-i işmam ediyor. Hatta denilebilir ki, manevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mucize eli nev-i beşere hediye etmiştir.” 16
Bediüzzaman, konuya bu şekilde yaklaşırken, görüşlerini destekler tarzda bazı örnekler vermiştir. Örneğin, “sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgarı, Süleyman’a verdik...” 17 ayetini şöyle açıklar:
“İşte, bunda işaret vardır ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat etsin. Öyleyse, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenab-ı Hak, şu ayetin lisanıyla manen diyor: Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terkettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp, bazı kavânin-i âdetimden güzelce istifâde etseniz, siz de binebilirsiniz.”
Aynı şekilde, “Musâ’ya, ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” 18 ayeti hakkında şunları söyler:
“Bu ayet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hatta taş gibi sert bir yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir.” 19
Diğer yandan, Hz. İsa’nın bir mucizesini haber veren, “Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” 20 ayet-i kerimesini şöyle açıklar:
“İşte, şu ayet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyleyse, ey insan ve en musîbetzede benî Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hatta ölüme de muvakkat hayat rengi vermek mümkündür.” 21
Geçmiş kutsal kitaplar Hz. Muhammed’i (a.s.m.) müjdelemişlerdir.
Bediüzzaman, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) kemâlatından ve nübüvvetine olan delillerden bahsederken, en başta geçmiş mukaddes kitapları delil olarak gösterir. Der ki:
“Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pek çok tahrifâta maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair yüzondört işarî beşâretleri çıkarıp, Risâle-i Hamidiye’de göstermiştir.” 22
Bakara sûresinin 4. ayetinde geçen “Vemâ ünzile min kablik” cümlesini iki farklı yaklaşımla şöyle açıklar:
“1- Bu cümlenin mâkabline atfı , medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: Ey insanlar! Kur’ân’a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sâbıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur’ân, onların sıdkına delil ve şâhiddir.
2- Yahut o atıf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki: Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hz. Muhammed (a.s.m.) ile Kur’ân’a da iman ediniz. Zira onlar, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hz. Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur.” 23
Bu mesele Kitabullah’ta vâzıh bir şekilde ortaya konulmuştur. Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Meryem oğlu İsa; Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat O, kendilerine açık deliller getirince, bu apaçık bir büyüdür, dediler.” 24
Kurtubî tefsirinde şöyle denilmiştir:
“Ahmed; Peygamberimizin (S.A.V.) ismidir. Bu isim, ism-i tafdîl olarak türetilmiştir ve bir sıfat manası taşır. ‘Ahmed’in manası, Rabbine hamdedenlerin içinde en fazla hamdeden kişidir. Bütün Nebîler Allah’a hamdetmekte öncüydüler. Bizim Nebîmiz ise onlar için hamdetme açısından en fazla olanıdır. ‘Muhammed’ ise yine bir sıfattan nakledilmiştir. Manası ise ‘çok övülmüş olan kişi’dir. Ancak bu kelimede mübalağa ve tekrar manası da bulunmaktadır. Bu açıdan manası, ‘tekrar tekrar övülmüş kişi’dir... Bu açıdan Muhammed ismi taşıdığı mana ile Peygamberimiz hususunda tam bir mutabakat sergilemektedir. Hatta Allah-u Teâlâ O'nun ismini, henüz doğmadan önce vermiştir. Bu ise O'nun nübüvvetinin en belirgin nişanelerinden birisidir. Resûlüllah’ın (S.A.V.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: ‘Benim Tevrat’taki ismim Ahyed’dir. Çünkü ben insanları Cehennem ateşinden emniyete yöneltirim. Zebur’daki ismim el-Mâhî’dir. Çünkü, Allah benimle putlara tapmayı ortadan kaldırmıştır. İncildeki ismim Ahmed, Kur’ân’daki ismim Muhammed’dir. Çünkü, ben göklerde ve yerde övülmüşüm.” 25
Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nübüvvetine bir çok İsrail âlimlerinin, ondaki sıfatları ve halleri öğrendikten sonra iman etmeleri de önemli bir delildir. “Hatta, meşhur ulemâ-i benî İsrâiliyeden Abdullah İbni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem (a.s.m) simasını görmekle, ‘Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz’ diyerek imana gelmişlerdir.” 26
İşaratü’l-İ’câz isimli eserinde Said Nursî, “min kablik” kelimesiyle ilgili şu açıklamaları yapar:
“Ezcümle, ‘min kablik’ kelimesine bak. Bu ayetin her tarafından uçup bu kelime- nin başına konan letâifi gör. Zira bu ayet, nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet meselesinde beş maksat vardır. Bu maksatlar, beş nükte ve letâiften in’ikâs etmiştir. Bu letâif, ‘min kablike’nin sadefindedir. Maksatlar ise; Hz. Muhammed (a.s.m) resûldür. Ekmelü’r-Resul'dür. Hâtemü’l-Enbiyâdır. Risâleti, âmmedir. Şeriati, sair şeriatlerin mehâsinini cem ile onların nâsihidir.” 27
İsra ile ilgili şunları söyler:
“Bir abdini, bir seyahatte huzuruna davet edip, bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haram’dan, mecma-ı enbiyâ olan Mescid-i Aksâ’ya gönderip, enbiyâlarla görüştürüp, bütün enbiyâların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Kâb-ı Kavseyn’e kadar mülk ve melekûtünde gezdirdi.” 28
Hz. Muhammed’in (a.s.m.) geçmiş peygamberlerin bir vârisi oluşu konusu, çok geniş bir araştırmayı gerektirmektedir. Böyle bir araştırma sonucunda görülecektir ki, son din olan İslâm ana ve en geniş kapsamlı olan dindir. Yukarıda aktarmış olduğumuz fikirleri çerçevesinde Said Nursî, şu ayetleri açıklar gibidir:
“Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, sizin üzerinizdeki nimetlerimi tamamladım ve din olarak İslâm’dan razı oldum.” 29
“İslâmın dışında kim başka bir dini tercih ederse, Allah ondan bu dini kabul etmeyecektir ve o kimse, ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” 30
Said Nursî’nin sahip olduğu engin hikmet anlayışı, onu ele aldığımız konuda bazı telmih ve işaretlerde bulunmakla iktifa ettirmiş, bu yüzden fazlaca tafsilata girmemiştir. Daima Kur’ân-ı Kerim’e, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nübüvvetine ve İslâmî metoda olan bağlılığı ve imanı, dikkatleri dağıtmadan ön plana çıkarmıştır. Doğruları bütün açıklığıyla ortaya koymuş, tercihi kişinin kendi seçimine bırakmıştır.
Said Nursî, ehl-i kitabı muhatap olarak seçtiğinde ve onlara mutlak hakikati anlatma gereğini duyduğunda, önünde çok geniş bir hareket alanı bulmuştur. Özellikle İ’câz-ı Kur’âniye muarızlarının kullandığı bir takım itirazları ve yanlış yorumları ele alarak, son derece ikna edici cevaplar vermiştir. Günümüz batı medeniyetinin ve felsefesinin bir takım olumsuzluklarını nazara verdikten sonra, Kur’ân medeniyetin bazı önemli özelliklerine dikkat çekmiştir:
“Amma hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinâdı, kuvvet yerine ‘hakkı’ kabul eder. Gayede, menfaat yerine ‘fazîlet ve rızây-ı İlâhîyi kabul eder. Hayatta, ‘düstur-u cidâl’ yerine, ‘düstur-u teâvünü’ esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, ‘râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî’ kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsâniyenin nâmeşrû tecâvüzâtına set çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulvîsini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir.” 31
Said Nursî’nin bu yorumunu, şu ayet-i kerime çerçevesinde düşünebiliriz:
“Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit olan bir söze gelin.” 32
Bu uzun yolculuktan sonra, Hırıstiyanların velediyyet inancını tenkid ederken, İhlas sûresindeki “De ki, Allah birdir. Allah Sameddir. Doğurmamış ve doğmamıştır. Ona denk hiç bir şey yoktur” ayetlerinden istifade ederek, bu inanca sahip olanlara şöyle der:
“Cenab-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde naziri, küfvü, şebîhi, misli, misâli, mesîli yoktur. Yalnız; ef’âlinde, şuûnunda, teşbîhi ifade eden mesel var.” 33
Geçmiş mukaddes kitaplardaki müjdelerden iktibaslar.
Zamanımızın allâmesi Bediüzzaman Said Nursî, geçmiş kitapların Hz. Peygamber’den bahsetmesi hususunu mantık çerçevesinde irdeler ve şöyle der:
“Evet, madem o kitaplar semavîdirler ve madem o kitap sahipleri enbiyâdırlar. Elbette ve herhalde, onların dinlerini nesheden ve kâinatın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nurla ışıklandıran bir zattan bahsetmeleri zarurî ve kat’îdir. Evet, küçük hadiseleri haber veren o kitaplar, nev-i beşerin en büyük hadisesi olan hadise-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmı haber vermemek kâbil midir?” 34
Bu ifadeleri desteklemek için nasslardan ve diğer kaynaklardan bazı deliller sıralar.
Birinci hüccet:
Resûl-ü Âzam (S.A.V.), Kur’ân-ı Kerim lisanıyla, diğer din mensuplarına şöyle meydan okumuştur:
“De ki; Eğer davanızda sâdık iseniz, Tevratı getirin ve onu okuyun.” 35
“...De ki; Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.” 36
Bu meydan okumaya karşılık, hiçbir Yahudi ve Hristiyan âlimi ortaya çıkıp, İslâmiyetin aleyhine bir şey söyleyememiştir.
İkinci hüccet:
“Tevrat, İncil ve Zebur’un ibareleri, Kur’ân gibi i’câzları olmadığından, hem mütemâdiyen, tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabanî kelimeler içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış te’villeri, onların ayetleriyle iltibâs edildi. Hem bazı nâdanların ve bazı ehl-i garâzın tahrifâtı da ilave edildi. Şu sûrette, o kitaplarda tahrifât, tağyirât çoğaldı... İşte bu kadar tahrifatla beraber, şu zamanda dahi, meşhur Hüseyin Cisrî, o kitaplardan yüz on delil, nübüvvet-i Ahmediyeye dair çıkarmıştır...
Hem pek çok Yahudi uleması ve Nasârâ ulemâsı ikrar ve itiraf etmişler ki, ‘Kitaplarımızda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın evsâfı yazılıdır.’
Hem Yahûdun meşhur ulemâsından ve nasârânın meşhur kıssîslerinden, kütüb-ü sâbıkada evsâf-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) gördükten sonra, inadı terkedip imana gelenler, evsâfını Tevrat ve İncil’de göstermişler ve sair Yahudi ve Nasrânî ulemasını onunla ilzam etmişler...” 37
Üçüncü hüccet:
Tevrat, Zebur ve İncil’den bazı bölümler.
Allâme Bediüzzaman Said Nursî, bu konuda el-Hindî’nin “Izhâru’l-Hak” isimli eserine çokça müracaatta bulunmuştur. Bizler burada konumuza delil olan ve buradaki bazı ayetlere müracaat edeceğiz.
Tekvîn Bâbında, Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlu İsmail’le birlikte, karısı Hacer’i uzak bir diyara bırakmasıyla ilgili olay anlatılır. Buna göre Hacer, içecek suyunun bitmesiyle, oğlunun ölmesinden korkar. Çocuğunun karşısına oturur ve yüksek sesle ağlamaya başlar. O esnada Allah, ona gökten seslenir ve şöyle der; “Sana ne oluyor ey Hacer? Korkma. Şüphesizki Allah çocuğun sesini işitti. Çocuğunu kucağına al ve onu sımsıkı sar. Çünkü ben ona büyük bir ümmet vereceğim.” (Tekvin Bâbı, 14:21) O anda Hacer bir su kuyusu gördü ve ona doğru koştu. Yanındaki kırbasını suyla doldurdu ve çocuğuna içirdi.
Tekvin Bâbında zikredilen bu va’din aynısı, oğlu Yusuf (a.s.) ile buluşmak için Ken’an ilinden ayrılıp Mısır’a doğru yol alan Hz. Yakup (a.s.) için de söz konusu olmuştur. “Allah İsrail’e gece rüyadayken konuştu ve dedi ki: ‘Yakup, Yakup!’ Hz. Yakup (a.s.) cevap verdi: ‘İşte ben buradayım’. Allah dedi ki: ‘Ben, senin babanın İlâhı olan Allah’ım. Mısır’a gitmekten sakın korkma. Çünkü ben sana büyük bir ümmet vereceğim.” (Tekvin Bâbı, 46:2-4)
Tesniye Bâbında şöyle zikredilir: “İlâhın olan Rab, senin ardından ve kardeşlerinin arasından bir nebî gönderir ki, herkes ona kulak verir.” Aynı bölümde, Hz. Musa’nın (a.s.) ağzından şöyle denilmiştir: “Rab bana dedi ki, konuştuğunuz zaman güzel konuşun. Onların sülalesi arasından çıkan bir nebîye bağlanın. Ki, ben kelâmımı o nebinin ağzına koymuşumdur ve ona tavsiye ettiğin şeyleri öylece konuşur.” (Tesniye Bâbı, 18:15-19)
Bu ayetlerde öncelikle ortaya çıkmıştır ki, Hacer’e oğlu Hz. İsmail hakkında haber verilen vaad ile Hz. Yakub’a verilen vaad aynıdır.
İkinci olarak, Rab, Hz. Musa’ya, onun kardeşlerinin oğulları arasından bir nebî göndereceğini haber vermiştir. Bunu da, “Kardeşlerinin arasından bir nebî” ifadesiyle belirtmiştir. Ayrıca, “onların sülalesi arasından” denilmekle, Hz. İsmail’in oğulları arasından geleceği vurgulanmıştır.
Prof. Abdülahad Davud der ki: “Şayet bu cümlelerin Hz. Muhammed’e (a.s.m.) tam manasıyla uymadığı kabul edilecek olursa, burada verilen haberlerin gerçekleşmediği ve ortaya çıkmadığı açıkça görülecektir. Hz. Mesih (a.s.), bu haberlerde işaret edilen nebînin kendisi olduğuna dair herhangi bir iddiada bulunmamıştır. Hatta havarileri dahi, böyle bir iddia ileri sürmemişlerdir. Çünkü onlar, Hz. İsa’nın (a.s.) tekrar döneceğine ve nübüvvetini tekrar yerine getireceğine inanmışlardır. Günümüz hırıstiyanlık düşüncesinde de bu vardır. Eksiksiz noksansız olan bir gerçek vardır ki, “Hz. Mesih’in birinci zuhuru”, “Onlara senin gibi bir nebi gönderirim” cümlesinde haber verilen hakikate tam delalet etmemektedir. Aynı durum, Hz. Mesih’in ikinci olarak dönüşü için de geçerlidir ve bu cümlelerdeki manayı taşımamaktadır...Şüphesiz ki Mesih, Kilisenin de inandığı gibi, bir şeriat ortaya koymak için değil, bir hâkim, yani hüküm belirleyici olarak ortaya çıkacaktır. “Geleceği vaadedilen” kişi ise, “Sağ elinde parıldayan şeriat meşalesi”ni taşır vaziyette gelecektir.”
Tekvîn Bâbında, Hz. İsmail’in (a.s.) Fârân Vadisinde iskan ettiği haber verilmiştir. (Bkz. Tekvîn Bâbı, 21:21) Çok büyük bir ihtimalle Fârân, Mekke’dir ve Hz. İsmail (a.s.) Mekke’de iskan etmiştir. Yine Tevrat’ta (Ishâh-ı Eş’ıyâ, 21:13-17) şöyle haber verilir: “Bilâd-ı Arap cihetinden bir vahâda, bilâd-ı Arabda çetin bir yerde, ey Dedânî kafileleri ve ey Arz-ı Teymâ sakinleri mekan tutun. Kaçışan insanları gördüğünüzde onlara ekmek verin. Şüphesiz ki onlar, kılıçların önünden kaçmaktadırlar. Onlar, harbin o şiddetli dehşetinden, okların ve yayların önünden kaçmaktadırlar. İşte, Efendi bana böyle söyledi. Bir ömür kadar uzun bir senede Kaydâr’ın bütün şerefinin kaybolduğu, Kaydâr oğullarının kahramanlarından Akvâmisin geride kalanlarının da yok olduğu bir senede.”
Şüphesiz ki Hz. İsmail (a.s.), Fârân’da iskan etmiştir. O'nun oğlu “Kaydâr (Adnan) doğdu. O, Arabın en yücelerinin atası ve selefidir. Kaydâr’ın evlatlarından birisine Allah’dan bir vahiy geleceği yazıldığı zaman...’Fârân’dan bir şahsın dışında bu kelâma mazhar olan kimse varmıdır? Ki o ‘Muhammed’dir.”
Yine Tevrat’ın bir başka yerinde denilmiştir ki: “Fârân dağından kutsanmış bir kişi. O'nun şânı gökleri ve yeri kaplamış, onun tesbihi her tarafı doldurmuştur.”
Yine Tesniye Bâbında şöyle denilmiştir: “Rab, Sinâ’dan geldi ve onlara bir aydınlık verdi. Fârân dağından bir ışık parıldadı. O'nunla birlikte onbin kadîs (mü’min) geldi. O'nun sağ elinde, şeriatinin ateşi göründü.” 38
Aktardığımız bu bilgiler ve nasslar ışığında şu gerçekler ortaya çıkmaktadır:
Dâru’n-Neşr tarafından Beyrut’ta, 1989 yılında yayınlanan Kitâb-ı Mukaddes’te, “...Fârân dağının ortasında, Kâdiş tepelerinden geldi” denilirken, Kitâb-ı Mukaddes Yayınevi’nce yayınlanan nüshada, “...Kudüs tepelerinden geldi” denilmiştir. Londra’da, İngiliz Cemiyeti tarafından 1857 yılında neşredilen Ahd-i Kadîm nüshasında ise, “...Kadîsî tepelerinden, sağ elinde onlar için bir kanun ile geldi” denilmiştir.
Bu farklılıklar, tıpkı büyük âlim Bediüzzaman Said Nursî’nin, Mektubat isimli eserinde de işaret ettiği gibi, bu kutsal kitaplar üzerinde oynamalar yapıldığını açıkça göstermektedir:
“Tevrat, İncil ve Zebur’un ibareleri, Kur’ân gibi i’câzları olmadığından, hem mütemâdiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabanî kelimeler içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış te’villeri, onların ayetleriyle iltibâs edildi.” 39
Abdülahad Davud’un naklettiği nüshada, “Onbin kadîs” denilirken, ikinci örnekte “Kâdiş tepelerinden geldi” ifadesi kullanılmış, üçüncü örnekte, “Kudüs tepelerinden geldi” denilmiş, dördüncüde ise, “Kadîsîlerin tepeleriyle birlikte” nitelemesi yapılmıştır.
Aynı tahrifatın Hz. Muhammed’le (a.s.m.) ilgili müjdeli haberler verirken İncil’de de yapıldığını görmekteyiz. Hacî Bâbında (2:7-9) şöyle denilmiştir: “Bütün ümmetleri zelil edeceğim. Ve her bir ümmet için bir övgü gelecek ve bu evi şerefle dolduracak. Bütün askerlerin Rabbi işte böyle buyurdu...” 40
Kitâb-ı mukaddes yayınevi’nin nüshasında şöyle denilmiştir: “...Bütün ümmetlerin sevgilisi gelir.”
1931’de, Beyrut’ta basılan bir başka nüshada, “Bütün ümmetlerin temennisi” denilirken, 1857 tarihli İngilizce nüshada ise “Bütün ümmetlerin sevdiği kişi gelir” denilmiştir.
Prof. Abdülahad Davud 41 der ki: “Tesniye Bâbında (33:2-3) şöyle ifade edilmiştir; Allah nurunu, onbin Kadîs (mü’min) ile birlikte Fârân’dan parlatır.”
Burada ifade edilen yer Mekke’den başkası değildir. Zira, Resûlüllah (S.A.V.) bu şehri, kendisine tâbi olan onbin mü’min ile fethetmiştir.” 42
Yukarıda aktardığımız Hacî Bâbında (2:7-9) geçen cümlenin o dinin mensuplarınca, kendi istek ve arzuları doğrultusunda tahrifata uğratılmasından dolayı, Saff sûresinin 6. ayetinin manasıyla tam mutabık değildir. Bu ayette şöyle buyurulmuştur: “...Benden sonra gelecek ismi Ahmed olan resûlü müjdeleyici olarak gönderildim..”
“Fârân”ın Mekke olduğunu daha yakîn olarak görmek isteyenler, Şaiyyâ Bâbını (60:1-8) okusunlar. Okudukları takdirde, bu şehrin Mekke, son gelecek peygamberin de Hz. Muhammed (a.s.m.) olduğunu açıkça göreceklerdir.
İncil'den müjdeler:
Bediüzzaman Said Nursî, İncil’den bazı nassları nazara vererek değerlendirmelerde bulunmuştur. Örneğin, Yuhanna’da yer alan (Ishâh:14) “Mesih dedi ki: Ben babama ve babanıza gidiyorum, tâ ki size Faraklît’i göndersin.” “Rabbimden size Faraklîti vermesini ve ebede kadar sizinle beraber olmasını diliyorum.”
Bu ifadeler hakkında Said Nursî şöyle der:
“Faraklit, ‘el-fârıku beyne’l-hakkı ve’l-bâtıl’ manasında, Peygamberin o kitaplarda ismidir.” 43
Said Nursî’nin naklettiği iktibaslar sahihtir. Gerçekten, tahrif işlemlerinin çoğunluğu tercümeler esnasında gerçekleştirilmiştir.
Dr. Franz Davidson başkanlığındaki bir papazlar kurulunca, telif edilen Kitab-ı Mukaddes tefsirinde (Beyrut Matbuat Merkezi Yayınlarınca, 1954 yılında neşredilmiştir) şöyle denilir: “Yunanca karşılığı ‘Paraklîtos’ olan ‘Ma’ziyy-i Âhar’, İncil’de dört defa kullanılmıştır. Bir defa da Birinci Yuhanna Mektubunda geçmektedir. Bu kelime, bir şahsın yanına davet edilen veya mahkeme huzuruna bir meselenin tahkîki için çağrılan kimse manalarına gelmektedir.”
Orta Doğu’daki Kitab-ı Mukaddes Yyyınevi nüshasının tercümesinde şöyle varid olmuştur: Yuhanna (14:16); ‘Bâbadan talep ediyorum ki, Ma’ziyy-i Âhar’ı, aranızda ebediyyen kalması için size göndersin.’ Yuhanna (14:26); ‘Bâbanın size benim ismimle göndereceği Ma’ziyy-i Ruhu’l-Kudüs ise, o size her şeyi öğretecek ve benim söylediklerimi size hatırlatacak.” İngilizce nüshada ise (1857) şöyle denilir: “Lakin, Bâbanın benim ismimle göndereceği Ma’ziyy-i Ruhu’l-Kudüs, size her şeyi öğretecek, söylediklerimi size hatırlatacaktır. Selâmı size emanet ediyorum, selâmımı size veriyorum...” (Yuhanna, 14:26-28)
Abdülahad Davud der ki: “Paraklîtos, lügat yönünden, en şerefli, en şöhretli ve övgüye en müstehak olan manalarına gelir.” 44
“Paraklît kelimesi, İbranicede, Parakloo fiilinden türetilen Parakloon kelimesi olarak kullanılır. Ermenice’de ise Paraklîtos kelimesi vardır ve ‘Çok övülmüş’ manasına gelir. Bu manasıyla, Arapça ‘Muhammed ve Ahmed’ kelimeleriyle, Yunanca ‘Paraklît’ kelimesinin manasıyla uyum içindedir.” 45
Yahudi ve Hırıstiyanların kendi kitaplarındaki Hz. Muhammed’i (a.s.m.) müjdeleyen haberleri ortadan kaldırmaları.
Bediüzzaman Said Nursî, Tevrat ve Zebur’dan, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bazan telmih, bazan da sarahaten müjdelendiği bazı ayetleri ortaya koymaktadır. Ancak bu aktardıklarından bir kısmı, tahrif olunmamış nüshalarda olduğu halde, günümüzdeki nüshalarda bulunmayan ayetlerdir. 46
Biz burada Ishâh-ı Sânî’den ve Eş’ıyâ Bâbından (9-13) iktibasta bulunacağız: “Şânımın ve hamd cevherimin en sonuncusunu verdi. İşte o geçmiş işler mazide kalmıştır. Ben size gelecekte olacaklardan haber veriyorum ve olmadan önce size bildiriyorum. Rabbi yeni bir tesbih ile tesbih edin ve arzın en ötelerinden hamdedin. Ey denizlere inenler ve ondaki her şeyde, adalarda ve sekenelerinde bulunanlar. Kayder’in iskan ettiği bütün şehirler ve köyler yücelsin...” 47
Aynı şekilde Bediüzzaman Said Nursî de Zebur’da geçen şu ayeti (72:8-18) iktibas etmiştir:
“Bahirden bahre malik ve nehirlerden, arzın makta’ ve müntehâsına kadarmâlik ola.., Ve kendisine Yemen ve Cezâir mülûkü hediyeler götüreler... Ve padişahlar ona inkayad ve secde edeler... Ve her vakit ona salât ve hergün kendisine bereketle dua oluna... Ve envârı, Medine’den münevver ola... Ve zikri, ebedü’l-âbâd devam ede... O'nun ismi, şemsin vücudundan evvel mevcuttur; onun adı güneş durdukça münteşir ola...” 48
Hz. Muhammed’i (a.s.m.) müjdelediği kesin olan “Ve envârı, Medine’den münevver ola” ifadesinin bir başkası olup olmayacağı ihtimali üzerinde de duran Said Nursî, bir soruyla böyle bir ihtimalin olmadığını ortaya koyar:
“Acaba Hz. Davud Aleyhisselâmdan sonra, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka hangi nebî gelmiş ki, şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûku cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi bir inkıyâd altına almış ve her gün nev-i beşerin humsunun salavât ve duâlarını kendine kazanmış ve envârı Medine’den parlamış kim var? Kim gösterebilir?” 49
Son olarak Said Nursî şöyle der:
“İşte, Tevrat, İncil, Zeburda ve sair suhuf-u enbiyâda çok ehemmiyetle âhirde gelecek bir peygamberden bahisler var, çok ayetler var -nasıl bir kısım numunelerini gösterdik. Hem çok nâmlarla o kitaplarda mezkurdur. Acaba bütün bu kütüb-ü enbiyâda, bu kadar ehemmiyetle, mükerrer ayetlerde bahsettikleri Ahirzaman Peygamberi, Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselamdan başkası kim olabilir?” 50
Kur’ân-ı Kerim’i tefsiri ve İsrâiliyât.
Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân-ı Kerim’in Tevrat, Zebur ve İncil nasslarıyla tefsir edilmesine karşı çıkar. Zira, Vehb ve Ka’b gibi “ulemâ-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazâin-i hayalâtına bir mecrâ ve menfez bularak o efkâr-ı sâfiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ulemâ-i ehl-i kitaptan İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celâlet ve tekemmül ettiklerinden, mâlumat-ı muzahrefe-i sâbıkaları makbûle ve müselleme gibi oldular, reddedilmedi. Çünkü, İslâmiyetin usûlüne müsâdim olmadığından, hikâyât gibi rivayet olunurken, ehemmiyetsizliği için tenkidsiz dinlenirlerdi. Fakat -hayfâ- sonra hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkâta sebebiyet verdiler.
Hem de, vaktâ ki şu İsrâiliyât, kitap ve sünnetin bazı imâatlarına merci ve bazı mefâhimlerine bir münâsebetle me’haz olabilirlerdi - fakat âyât ve hadîsin manaları değil. Belki, faraza doğru olsalardı, mâsadak ve efrâdından olmaları mümkün olduğundan, su-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazi bulunmayan veya atf-ı nazar etmeyen zâhirperestler, bazı âyât ve ehâdîsi o hikâyât-ı isrâiliyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki, Kur’ân’ı tefsir edecek, yine Kur’ân ve hadîs-i sahîhtir. Yoksa, ahkâmı mensûh olduğu gibi, kasası dahi muharref olan İncil ve Tevrat değildir.
Hem de, vaktâ ki hikmet-i Yunâniyyeyi Müslüman etmek için Me’mun’un asrında tercüme olundu. Fakat pek çok esâtir ve hurâfâtın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan, safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedâhül ettiğinden, bir derece efkarları karıştırdığı gibi, tahkikten taklide bir yol açtı.
Hem de âb-ı hayat olan İslâmiyetten kâriha-i fıtrıyeleriyle istinbat etmeye kabil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet, nasıl ki ihtilât-ı A’câm ile kelâm-ı Mudarî’nin melekesi fesâda yüz tutmakla muhakkikîn-i ulemâ, o melekeyi muhafaza etmek için, ulûm-u Arabiyenin kavâidini tedvin ettiler. Öyle de, şu hikmet ve isrâiliyât dahi, daire-i İslâmiyeye duhûlleriyle beraber, bazı nakkâd-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat -hayfâ- tamamıyla muvaffak olamadılar.”
Said Nursî, çeşitli hikayeler ve muharref rivayetlerle Kur’ân’ı tefsir etmeye düşkün insanlara şöyle seslenir:
“Süreyyâyı serâda değil, semâda aramak gerekir. Kur’ân’ın meânisini de esdâfında ara. Yoksa, karma karışık olan senin cebinden arama; zira bulamıyorsun. Bulsan da, sikke-i belâgat olmadığından, Kur’ân kabul etmez.”
Kur’ân’ın gerçek manada tefsir edilebilmesi için, Bediüzzaman’ın çok önemli bir teklifi vardır:
“Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahvâl ve vukuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek, yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyâsetinde, her biri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemâdan müntehab bir meclis-i mebusân-ı ilmiye teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair tefâsirdeki münkasım olan mehâsin ve kemâlâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem’etmelidirler.” 51
HATİME
Kur’ân-ı Azîm:
Kur’ân-ı Azîm, pak ve tertemiz bir hayatın menbaıdır. Allah yeryüzünü ayakta tuttuğu sürece böyle olmuştur ve böyle olacaktır. Aynı zamanda O, “kasâvet-i mücessemenin misâl-i müşahhası olan ‘ve’d-i benât’ (kız çocuklarının gömülmesi) gibi umurlardan kalplerini taskîl etmesi (cilalaması) ve rikkat-i letâfetin lem’ası olan hayvanâta merhamet, hatta karıncaya şefkat gibi umûr ile tezyîn etmesi, öyle bir inkılâb-ı azîmdir...” 52
Risâlet-i İslâmın taşıyıcısı olan Hz. Muhammed (a.s.m.), “görürsün ki, ümmî, tecrübe görmemiş, zaman ve zemin yardım etmemiş tek bir adam ki, yalnız zekâya değil, belki gayet kesîr tecârübün mahsulü olan fünûnun kavâniniyle öyle bir nizam ve adaleti tesis ediyor ki, istidâd-ı beşerin kâmeti, netâic-i efkârı teşerrübünden tekebbür ederse, o şeriat dahi tevessü ederek ebede teveccüh eder. Kelâm-ı Ezelîden geldiğini ilan etmekle beraber, iki âlemin saadetini temin eder.” 53
İşte, Bediüzzaman’ın düşünceleri bu çerçevededir. İşte sizler de, onun hedefi ve gayesini teşkil etmektesiniz.
Allah-u Teâlâ ona rahmet eylesin. Onu en geniş Cennetlerinde iskan eylesin. Ve onun ilminden, cehdinden ve hikmetinden bizleri de nasipdâr eylesin.
Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten, isteklere cevap verendir. Hamd yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.
Yazan, ilmin hizmetkârı: Ali Muhammed Lâğâ
____________________
1 1947 yılında Lübnan'ın Trablus ilçesine bağlı Sefire beldesinde doğdu. 1995 yılında Sudan'da Ümmü Derman İslam Üniversitesinde profesor oldu. Halen Beyrut'ta İslami İlimler alanında lisanüstü eğitim veren bir kuruluşta görev yapmaktadır.
2 Edîb İbrahim ed-Debbâğ, Hevâmiş alâ Fikri Bediüzzaman Said en-Nursî ve Sîratihi’z-Zâtiyye, 1992 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen “İslamî Düşüncenin Yenilenmesi” konulu sempozyumda sunulan tebliğ. Sözler Yayınevi, s. 12-13.
3 Said Nursî, s. 95.
4 Said Nursî, s. 96.
5 Said Nursî, s. 55.
6 Said Nursî, s. 1313.
7 Said Nursî, s. 912.
8 Bakara, 4
9 Bakara, 41
10 Bakara, 91
11 Âl-i İmran, 3
12 Said Nursî, s. 1175.
13 Said Nursî, s. 1175.
14 Said Nursî, s. 1228
15 Ahzâb, 72
16 Said Nursî, s. 101-102.
17 Sebe’, 12
18 Bakara, 60
19 Said Nursî, s. 102.
20 Âl-i İmrân, 49
21 Said Nursî, s. 102.
22 Said Nursî, s. 261.
23 Said Nursî, s. 1175
24 Saff, 6
25 El-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire-1387/1967, C. 18, s. 83-84.
26 Said Nursî, s. 388.
27 Said Nursî, s. 1175.
28 Said Nursî, s. 194.
29 Mâide, 3
30 Âl-i İmran, 85
31 Said Nursî, s. 183.
32 Âl-i İmrân, 64
33 Said Nursî, s. 186.
34 Said Nursî, s. 430.
35 Âl-i İmrân, 93
36 Âl-i İmrân, 61
37 Said Nursî, s. 431.
38 Aktarılan bu nasslar için bkz. Abdülahad Davud, Muhammed fi’l-Kitâbi’l-Mukaddes, Katar-1405/1985, s. 32.
39 Said Nursî, s. 430.
40 Abdülahad Davud’un eserinden naklen, s. 50.
41 Abdülahad Davud, Katolik Kilisesinde David James Keldânî isimli bir papaz iken sonradan Müslüman olmuş ve bu ismi almıştır.
42 Abdülahad Davud, A.g.e., s. 34.
43 Said Nursî, s. 432.
44 Abdülahad Davud, A.g.e., s. 207-229
45 Abdülahad Davud, A.g.e., s. 222-223
46 Said Nursî, s. 435.
47 Eş’ıyâ Babı, 42:9-13 (1857 nüshası)
48 Said Nursî, s. 434.
49 Said Nursî, s. 434.
50 Said Nursî, s. 435.
51 Said Nursî, s. 1989.
52 Said Nursî, s. 2032.
53 Said Nursî, s. 2033.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
RİSALE-İ NUR'A GÖRE KUR'ÂN-I KERİM'DEKİ TEKRAR ÜSLÛBUNUN HİKMETİ
Prof. Dr. Ghanim Qadduri al-Hamad 1
Mukaddime
Allah'a hamd, Elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e salât ve selam olsun..
Tekrar üslûbu, Kur'ân'da çokça varid olan bir üslûp olması hasebiyle, edebiyat bilgisi olmayan bazı kimseler, tekrarın fesahatı ihlâl ettiğini ve manaları ifade ederken başvurulmaması gereken bir üslûp olduğunu düşünmüşlerdir. İşte bu yanlış düşünce müfessirlerle Kur'ân ilimleri araştırmacılarının, Kur'ân'daki tekrarın hikmetini beyan etme konusuna özel bir önem vermelerine sebep olmuş ve tekrar üslûbunun, Arapça'da yaygın bir kullanıma sahip olan bir üslûp olduğunu, kelamın pekiştirilmesi ve manaların zihinde yerleşmesini sağlamak noktasında çokça başvurulduğunu, fesahatin bir yönü ve belâgatin bir nevi olduğunu ifade etmelerine bir vesile teşkil etmiştir.
Üstad Said Nursî de değişik yönlerden Kur'ân'ın i'câzını ortaya koyma noktasında büyük gayret sarfeden âlimlerdendi. Söz konusu i'caz yönlerinden biri de Bediüzzaman'a göre Kur'ân-ı Kerim'de tekrar mucizesi diye isimlendirdiği vecihtir. Bediüzzaman bu konuyu Risale'lerinin birçok yerinde ariz ve amîk bir şekilde ele almış ve onun getirdiği bakış açısı, okuyucunun, Kur'ân-ı Kerim'in beliğ tekrar üslûbuyla bedî bir i'câz vechini ortaya koyduğu fikrini kendisiyle paylaşmasını sağlamıştır.
Bu tebliğde Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar olgusunu tahlil ve tetkike tâbi tutmuş ve konuyu iki ana başlık çerçevesinde ele almış bulunuyorum.
Birinci Bahis: Kur'ân-ı Kerim'de tekrar olgusu ve müfessir ve Kur'ân araştırmacılarının konuya yaklaşımı.
İkinci Bahis: Risale-i Nur'a göre tekrar olgusu ve bu olgunun hikmeti.
Birinci bahsi, konu etrafında bazı zihinlerde varolan şüpheleri izale edecek şekilde Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrar olgusunun anlaşılmasında ve Said Nursî'nin düşüncesini ortaya koyulmasında bir katkısı olur ümidiyle, Risale-i Nur'a göre tekrar üslûbunun tahliline yönelik bir mukaddime mesabesinde kaldım, Tevfik Allah'tandır, dönüş sadece O'nadır.
Birinci Bahis: Kur'ân-ı Kerim'deTekrar Olgusu ve Müfessirlerle Kur'ân Araştırmacılarının Konuya Yaklaşımları Tekrar 2 Arapça'da, bir şeyi peyderpey iade etmek ve yenilemek manasına gelmektedir, onun için Arapça'da, kerrertü'ş-Şey'e 3../ bir şeyi tekrar ettim, şeklinde bir kullanıma yer verilir.
Tekrarın terim anlamını Bedreddin ez-Zerkeşî(794 h.) şöyle tarif etmiştir: Tekrar, manayı pekiştirmek maksadıyla, sözü aynısı veya müradifi ile yeniden söylemektir" 4
Kur'ân-ı Kerim'de tekrar üslûbunun geçtiği âyetlerden hareketle, tekrarı şu kısımlara ayırmak mümkündür:
1-Lafzî Tekrar: Lafzın aynısıyla tekrar edilmesine lafzi tekrar dendiği gibi, ibarenin veya âyetin aynısıyla tekrar edilmesine de lafzî tekrar denir. Lafzî tekrarı da iki kısma ayırmak mümkündür:
a) Muttasıl Lafzî Tekrar: Bu tekrar birinci ile ikinci ibare arasında bir fâsıla girmeksizin tekrar edilmesidir.
b) Munfasıl Lafzî Tekrar: Bu da, tekrar edilen ikinci ibarenin, uzun veya kısa bir fâsıla ile birinci ibareden ayrılarak tekrar edilmesidir.
2-Manevî Tekrar: Bu da bir mana veya bir kıssayı müteradif lafızlarla veya mütebâyin ibarelerle tekrar edilmesidir.
Şimdi önce Kur'ân-ı Kerim'de tekrar kabilinden yeralan âyetlere değinecek, arkasından da bu olgunun tetkikinde müfessirlerle Kur'ân araştırmacılarının ortaya koydukları gayretleri dile getirecek ve bu âyetlerle ilgili olarak ifade ettikleri görüşün özetini vereceğim.
Birinci olarak: Kur'ân-ı Kerim'de yeralan tekrar çeşitleri 1 Muttasıl Lafzi Tekrar:
Bu tekrar türü, kelime, cümle veya âyetin tümden tekrarını içine alır. 5
Kelime tekrarı türünde Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrara şu âyet-i kerimeleri misal verebiliriz:
1- Heyhâte heyhâte limâ tûadûn (Mü'minûn, 36)
2- Kânet kavârîrâ , kavârîra min fiddatin . (İnsan, 15-16)
3- İzâ dukkati'l ardu dekkan dekkâ, ve câe rabbüke ve'l meleku saffen saffâ (Fecr, 21-22)
Cümlenin tekrarı nevinde Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrarlara ise şu âyetleri verebiliriz:
1- Fekutile keyfe kaddere, sümme kutile keyfe kaddera (Müddessir 19-20)
2- Evlâ leke fe evlâ, sümme evlâ leke fe evlâ (Kıyamet 34-35)
3- Kellâ seya'lemûn, sümme kellâ seya'lemûn (Nebe' 4-5)
4- Vemâ edrâke mâ yevmu'd din, sümme mâ edrâke mâ yevmu'd din (İnfitâr 17-18)
5- Feinna maal usri yüsrâ, inne maal usri yüsrâ (İnşirâh, 5-6)
6- Kellâ sevfa te'lemûn, sümme kellâ sevfa te'lemûn (Tekâsür 3-4)
2- Munfasıl Lafzî Tekrar: Bu tekrar türü cümle veya bir âyet veya birden çok âyetin tekrarını içine alır. Bu türden Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrarlar için şu âyet-i kerimeleri zikredebiliriz:
1- İnne fî zâlike le âyeten ve mâ kâne ekseruhum mü'mimîn. Ve inne rabbeke lehuvel azizurrahîm (Şuara, 8,9) Bu iki âyet-i kerime sûrede bu yerden sonra yedi defa aynen tekrar edilmiştir. 6
2- Eilahun meallâh (Neml, 60). Bu cümle Neml sûresinde 60. âyetten sonra dört defa tekrar edilmiştir. Söz konusu âyetler 61-65. âyetlerdir.
3- Velekad yesserne'l-kur'âne liz-zikri fehel min müddekir (Kamer, 17) Bu âyet-i kerime burada geçtiği yerden sonra üç defa tekrar edilmiştir. Söz konusu âyetler 22, 32 ve 40. âyetlerdir.
4- Fe keyfe azabî ve nuzur. Bu âyet-i kerimede dört defa tekrar edilmiştir. (Kamer, 16, 18, 21, 30)
5- Fe bieyyi âlâ irabbikuma tükezzibhân (Rahmân, 13). Bu âyet-i kerimede, burada anılan ilk yerden sonra otuz defa tekrar edilmiştir.
6- Veylun yevmeizin lilmükezzibîn (Mürselât, 15). Bu âyet-i kerimeden sonra yedi defa tekrar edilmiştir.
7- Vela entum abidune ma a'bud (Kâfirun, 3,5)
3- Manevî tekrar: Kur'ân-ı Kerim'de Adem, Nuh, İbrahim ve Musa(a.s.) gibi peygamber kıssaları; kıyamet sahneleri, cennet ve cehennem ve bir takım kevnî hadiselerle tevhid delillerine dair konular değişik sûrelerde anlatılmıştır.
Sözkonusu konular hakkında varid olan âyet-i kerimeler, anlatılan bütün sûrelerde olduğu gibi, aynı lafızlarla tekrar edilmemekte, zira sözkonusu konular farklı ibare ve manalarla dile getirilmeye çalışılmaktadır ki, anlatımdaki bu çeşitlilik Kur'ân üslûbunu tamamen lafzi tekrar olgusunun dışına itmektedir. Burada beni, manevî tekrar başlığını koymaya sevkeden şey, selef âlimlerin Kur'ân-ı Kerim'de yer alan kıssaların tekrarına dair sözleri ve Bediüzzaman Said Nursî'nin bu konuya önem verip Risale'lerinin bir çoğunda bu konuya değinmiş olmasıdır.
Bu tekrar nevinin misalleri bu bağlamda ihâta edilmeyecek kadar çok olup ileride tekrarın hikmeti hakkında vereceğimiz misallerde, Allah izin verirse, bunların bazılarına işaret edeceğiz.
İkinci olarak: Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrar olgusunun tetkiki bağlamında selef âlimlerinin gayretleri
Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar olgusu selef âlimlerinden çok sayıda kimsenin dikkatini çekmiştir, onun için müfessir, Kur'ân i'câzı etrafında araştırma yapan âlimlerle belâgat âlimleri bu konuyu ele almışlardır. Anlaşıldığı kadarıyla, bazı mülhidlerin tekrar olgusu etrafında ileri sürdükleri şüpheler sözkonusu âlimleri, konuyla ilgilenmeye, gerekçelerini araştırmaya ve hikmetlerini ortaya koymaya sevketmiştir.
İbni Kuteybe( ö.276 h.), Kur'ân'a dil uzatan bazı mülhidlerin Kur'ân'daki tekrar olgusunu açık bir kapı şeklinde görmüş ve febieyyi alai rabbiküma tükezzibân ve peygamberlere dair zikredilen kıssaları, Kur'ân'ı taşlamak için vesile addetmişlerdir. 7 Hattabi(ö. 388 h.) onların şöyle dediğini nakleder: "Kur'ân-ı Kerim'de lafız ve manayı anlaşılmaz kılan çok sayıda hazif ve ihtisar mevcuttur... Daha sonra, Kur'ân-ı Kerim'de bunun tam tersine de birden çok kere tekrar edilen ifadeler mevcuttur, Rahmân sûresinde febieyyi alai rabbiküma tükezzibân, Mürselât sûresinde veylun yevmeizin lilmukezzibîn gibi.. Sözkonusu bu iki üslûp da dil bilginleri nezdinde övülen üslûplar değildir." 8 .Sekkâki de(ö.626 h.) söz konusu mülhid fırkaların Kur'ân'a yönelttikleri eleştirileri reddederken şöyle der: "Onlardan bir kısmı şöyle demektedir: Şüphe yok ki tekrar üslûbu ayıp ve faydadan hâli bir üslûptur, ve Kur'ân-ı Kerim'de tekrar kabilinden çok ifadelere yer verilmektedir, Onlar, Firavun kıssasını, febieyyi âlâi rabbikümâ tükezzibân, veylun yevmeizin lilmukezzibîn... ve buna benzer tekrarları bu bağlamda değerlendirmektedirler." 9
İşte bu şüpheler, müfessirlerin Kur'ân âyetlerindeki tekrarların hikmetini ortaya koyma noktasındaki ilgilerini arttırdı, aynı zamanda sözkonusu şüpheler daha başka kimseleri bu konu üzerinde durmaya sevketti. Böylece bu konu üzerinde araştırma yapan kimseler, Kur'ân-ı Kerim'deki bu olguyu ele alan ve Kur'ân-ı Kerim ve Arap dili çerçevesindeki esrârını ve delaletlerini ortaya koyma noktasında özel bir ilgi gösteren selef ûlemasına mensup ekoller bulmaktadırlar. Bu ekollerin en önemlileri şunlardır:
1- Müfessirler: Kur'ân-ı Kerim'i tefsir eden âlimler, tekrar âyetlerinin tefsiri ve tekrar edilmelerinin hikmetini ortaya koyma noktasında diğerlerinden daha çok önem veriyorlardı. Anlaşıldığı kadarıyla onların bu ilgileri çok erken tarihlerde ortaya çıkmıştır. Mesela el-Ferra(ö. 207 h.) Meani'l-Kur'ân adlı esirende çok sayıda tekrar edilen âyetler üzerinde durmuştur. 10 Müfessirlerin bu konuya olan ihtimamları farklı farklıdır, Beğavi(ö.516 h.) ve Kurtubi (ö.671 h.), Meâlimu't-Tenzil ve el-Câmiu li-Ahkâmi'-Kur'ân adlı eserlerinde müfessirlerden daha çok bu konu üzerinde durmuşlardır.
2- Müteşabihlere inananlar: Kur'ân araştırmalarında müteşabih kelimesinin iki manası vardır; birincisi, mana itibariyle müşkil manasındadır; ikincisi de benzer köke sahip olan kelimeler demektir. Tekrar olgusuyla ilgilenen müellifler bu iki manayı gözönünde bulundurmuşlardır. Sözkonusu teliflerin en meşhurlarından birisi İbn Kuteybe'ye(ö. 276 h.) ait olan Tevilu Müşkil'il Kur'ân ve el-Hatip el-İskâfî'ye(ö. 420 h.) ait olan Dürretü't-Tenzil ve Ğurretu't-Te'vil, Mahmud b Hamze el-Kirmâni'ye(ö.505 h.) ait olan el-Bürhân fi Müteşâbihi'l-Kur'ân (bu kitap Esrârü't-Tekrâr fi'l-Kur'ân diye basılmıştır) ve Ahmed b. İbrahim ez-Zübeyrî'ye (ö.708 h.) ait olan Milâkü't-Tevil'dir.
3- Belâgat alanında telif veren kimseler: Tekrar olgusu zamanla belâgat ilmi içerisinde yer alan itnâb üslûbunun bir alt bölümü haline geldi ve belâgat müellifleri konuyu ele alıp Kur'ân-ı Kerim'den bir takım âyetleri misal olarak arzediyorlardı, bunu Ebu Hilal El-Askerî'nin(ö.305 h.) es-Sinâateyn 11 adlı eseriyle, Celalüddin el-Kazvîni'nin(ö.739 h.) el-İzâh fi Ulûmi'l-Belâğa 12 adlı eserinde görmek mümkündür.
4- Kur'ân i'câzı konusunda telif verenler: Kur'ân i'câzı konusunda telif veren bazı müellifler, belâgat içerisinde bir üslûp ve beliğ bir bedî' çeşidi olması hasebiyle tekrar olgusuna değinmişlerdir. Ancak bu çok kısa olmuştur ki, bunu el-Hattabî'nin(ö.388 h.) Beyânü İ'câzü'l-Kur'ân 13, el-Bakillânî'nin(403 h.) İ'câzü'l-Kur'ân 14 adlı eserlerinde görmek mümkündür.
5- Dil alanında çalışma yapan müellifler: Bu alanda çalışma yapanlardan çok kimse, tekrar olgusunun Arap dilindeki yerine işaret etmiş ve Arap şiiri ile Kur'ân-ı Kerim'den misaller vermişlerdir ki bunu İbn Faris'in(395 h.) es-Sâhibî fi Fikhi'l-Luğa 15 adlı eseri ile, es-Seâlibî'nin(430 h.) Fikhu'l-Luğa ve Sirru'l-Arabiyye 16 adlı eserlerinde müşahede etmek mümkündür.
6- Kur'ân ilimleri alanında çalışma yapan müellifler: Kur'ân İlimleri terimi, Kur'ân-ı Kerim alanında yapılan çalışmaların erken bir zaman diliminde ortaya çıkmıştır, Kur'ân alanında tüm çalışmalara delâlet etmek üzere, bu olguyu hicri 377 yılanda telif edilen İbni Nedim'in el-Fihrist adlı eserinde gözlemlemek mümkündür. ez-Zerkeşî(794 h.)'nin el-Bürhân fi Ulûmi'l-Kur'ân adlı eseriyle, Suyûtî'nin(911 h.) el-İtkân fi Ulûmi'l-Kur'ân adlı telifinin kaleme alınmasından sonra Kur'ân ilimleri alanında yapılan telifler kendilerine has bir şekil almıştır. Bu iki âlim söz konusu eserleri Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar olgusu hakkında yazılanların çoğunu ihtiva etmiş ve söz konusu olgu etrafında artık zamanımıza kadar intikal etmeyen teliflerden söz ve alıntılar nakletmişlerdir. 17 İşte, Said Nursî'den önce, ulaşabildiğim kaynaklar çerçevesinde, Kur'ân'daki tekrar olgusunu tetkik eden selef âlimlerinin gayretlerine dair elde ettiğim en önemli tespitleri bunlardır, ulaşamadığım daha birtakım çalışma ve gayretlerin varlığını da itiraf etmek isterim. Ancak burada şu hususa işaret gerekir ki, sözkonusu gayretler derinleşip çeşitlenerek sonuçta müstakil telifleri sonuçlandırmıştır, tarih bu isimlerden bazılarını kaydetmiştir ki bunların içerisinden Bedreddin Muhammed b. İbrahim b. Cemâa'ya(733 h.) 18 ait el-Muktenas fi Fevâidi Tekrari'l-Kasas adlı eseriyle, İbn Atik(1088 h.) 19 diye bilinen Muhammed Abdullah'a ait Nuhbetu'l-Ezhân fimâ Vakaa mine't-Tekrâri fi'l-Kur'ân eserlerini verebiliriz.
Üçüncü Olarak: Selef âlimlerinin Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar olgusunun tefsiri karşısındaki tutumları.
Selef âlimleri(Allah rahmet eylesin), içerisinde tekrar olan her âyet-i kerimeyi yorumlamış ve tahlile tabi tutmuşlardır. Bu konuda söylediklerinin tümünü arzetmek bu makalenin hacmini aşar, diğer taraftan selef âlimlerinin tekrar olgusuna yaklaşımları konusu üzerinde durmamızın gayesi, Said Nursî'ye göre tekrarın hikmeti konusuna bir giriş yapmaktır. Onun için burada tekrar olgusunun yorumlanması konusunda ana terimleri özetle arzedecek ve muttasıl, munfasıl-lafzî tekrar ile manevî tekrar etrafında söylediklerini özetle dile getirmekle yetineceğiz:
1- Lafzî Muttasıl Tekrar: Tekrarın genel mânâya katkısı te'kiddir/pekiştirmedir. el-Ferrâ (207 h.) bu tekrar nevinin bulunduğu âyetleri yorumlarken bu hususu açıkça ifade etmiş ve: Kella sevfa te'lamûn, sümme kella sevfa te'lamûn (Tekâsür, 3-4) âyetini yorumlarken şöyle demiştir: "Araplar bazen daha kuvvetli bir mana ifade etmek ve mananın şiddetini dile getirmek üzere kelimeyi aynen tekrar ederler, bu da bu kabilden bir tekrardır." 20
Ferrâ aynı şekilde: Fe inne maal usri yüsrâ, inne maal usri yüsrâ âyetini bu bağlamda değerlendirmiş ve şöyle demiştir: "Pekiştirme üslûbunun yer aldığı âyetlereden birisi de: Kul yâ eyyuhel kâfirûn, lâ a'budu mâ ta'budûn sûresinde yer alan tekrardır, burada tekrar vuku bulmuştur ki bu tekrar mânâ itibariyle aynıdır" 21 Ebu'l Abbas Sa'leb'in(291 h.) bu nevi tekrarın tefsiri hakkında farklı bir görüşü vardır, kendisi buradaki tekrarı, lafızları aynı olsa da, ibarelerin yüklendiği mânâların taaddüdüne hamletmiştir, Sa'leb'in, Kul yâ eyyuhel kâfirûn, lâ a'budu mâ ta'budûn âyetlerinin tefsiri sadedinde şöyle dediği nakledilir: "Buradaki tekrar gâyet yerindedir, çünkü tekrar edilen her lafzın altında ikinci bir mana vardır." 22 İbni Kuteybe de(276 h.) muttasıl lafzi tekrarı te'kid/manayı pekiştirme anlamına hamletmiş ve şöyle demiştir: "Aynı cinsten kelamın tekrarına gelince, ki bu tekrar normalde birbirinin yerine geçer Kul yâ eyyuhal kâfirûn sûresinde olduğu gibi...daha önce ifade ettiğimiz üzere, Kur'ân-ı Kerim Arapça olarak inmiş ve Arap dilindeki kullanımları esas almıştır. İşte Arap dilinin özelliklerinden birisi de, pekiştirme ve mânâyı zihinlerde nakşetme maksadıyla yapılan tekrar üslûbudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: kella sevfe te'lemun sümme kella sevfe te'lemun, fe inne meal usri yusra inne meal usri yusra, evla leke feevla sümme evla leke feevla, vema edrake ma yevmuddin sümme ma edrake ma yevmüddin. Bütün bu âyet-i kerimelerde tekrar edilen lafızda mananın pekiştirilmesi murad edilmiştir" 23. Kur'ân-ı Kerim'deki müteşabih âyetlerin yorumlanması konusunda telif veren müellifler bu nevi tekrarın tefsiri konusunda Saleb'in görüşüne daha fazla yönelmişlerdir, mesela el-Hatib el-İskafi(420 h.): Feinne meal usri yusrâ âyetini yorumlarken şöyle demiştir: "Bu olmasaydı tekrar olmazdı." 24 Kirmâni(505 h.) ise aynı âyet hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunur:"Bu tekrar değildir" 25 Kul ya eyyuhel kâfirun sûresinde yer alan tekrar ile ilgili olarak el-Hatip el İskafi şöyle der: "Bu sûrede yer alan tekrar ile ilgili bir soru sorulacak olursa cevap şudur: Biz Câmiu't-Tefsir adlı eserde bu soruya birçok cevap verdik, burada birisini zikretmek istiyoruz... Buradaki tekrara göre, tekrar diye birşey söz konusu değildir, Câmiu't-Tefsir adlı eserde zikrettiğimiz diğer vecihlere göre de tekrar söz konusu değildir" 26. Ebu Cafer ez-Züheyri (708 h.) aynı konu hakkında şöyle der: "Bu sûrede yer alan tekrar hakkında bir soru sorulursa verilecek olan cevap şudur ki, sûrede yer alan her âyet-i kerime farklı bir mana ifade ettiği kabul edilirse, bu sûrede tekrar diye bir şey söz konusu değildir, dolayısıyla buradaki tekrarlar, lafız noktasında benzerlik ve tenasüp olsa da, farklı lafızları içeren ve farklı manaları ifade eden cümleler gibidir. Dolayısıyla farklı dört mana dört âyetle ifade edilmiş olmaktadır ki, sonuç itibariyle tekrar söz konusu değildir." 27. Ancak daha sonra gelen müfessirler, ahkâm âyetlerinin tefsiri ile ilgili olarak, öncekilerin söyledikleri görüşleri bir araya getirmeye başladılar ki, böylece görüşler çoğalmış ve konu etrafında yapılan münakaşalar dallanıp budaklanmıştır. Bu durum karşısında okuyucu anılan görüş ve deliller karşısında sağlıklı görüşe ulaşmak için konu üzerinde uzun uzadıya tefekkür etmek zorunda kalmıştır. Biz şimdi müfessirlerin kâfirun ve inşirâh sûresinde yer alan tekrar üslûbunu tefsir metotları üzerinde duracak ve çok özetle söylediklerini nakletmeye çalışacağım. Bunu, görüşleri ortaya koymak açısından değil, sadece metodu ortaya koymak açısından yapmaya çalışacağım.
el-Hâzin(725 h.) şöyle der: Lâ a'büdü mâ ta'büdûn âyetiyle ilgili olarak iki görüş mevcuttur:
Birincisi: Bu âyette tekrarın olmadığıdır...İkinci görüş ise âyette tekrarın varolduğudur..." 28. Ebu Hayyân ise şöyle der: "Bu cümleler ile ilgili olarak müfessirlerin değişik görüşleri vardır:
Birincisi: Bu tekrarın te'kid için olduğudur...
İkincisi ise, bunun te'kid ifade etmediğidir. Müfessirler bu konuda farklı görüşler ifade etmişlerdir. el-Ahfeş: Mana, şu an sizin ibadet ettiğinize ibadet etmem, siz de bu sene benim ibadet ettiğime ibadet etmiyorsunuz, ben de gelecekte sizin ibadet ettiğinize ibadet etmeyeceğim, siz de gelecekte benim ibadet ettiğime ibadet etmeyeceksiniz, şeklindedir der, buna göre tekrar te'kid ifade etmemektedir, zira böylece her cümle farklı bir zaman ile irtibatlandırılmiıştır.
Ebu Müslim şöyle dedi: İki âyet-i kerimede geçen mâ edatı, ellezi manasında olup ondan kasıt mâbudtur. Son iki âyette geçen aynı edat ise, masdar anlamında olup sizin ibadetinize ibadet etmem manasındadır...
İbn Atiyye şöyle der: (Bu kısım araştırmacı tarafından boş bırakılmıştır. İKV)
Zamehşerî şöyle der: (Bu kısım araştırmacı tarafından boş bırakılmıştır. İKV)
Bu görüşler arasında benim tercihim ise şudur..." 29
Bağavi(516 h.): Feinne maal usri yüsra âyetinin tefsirinde şöyle der: "...Âyet-i kerimede yer alan usr/zorluk kelimesi ta'rif edatıyla beraber tekrar edilmiştir, dolayısıyla aynı olması hasebiyle tek bir tane zorluk hükmündedir; yüsr/kolaylık kelimesi ise nekre olarak tekrar edilmiştir ve ayrı ayrı kolaylık hükmünde olduğu için iki kolaylık hükmündedir. Sanki âyet-i kerime: Zorlukla beraber kolaylık vardır, evet, zorlukla beraber ikinci bir kolaylık vardır, demek istemiştir.
Nazım teorisinin sahibi Ebu Ali el-Hüseyn b. Yahya b. Nasr el-Cürcâni şöyle der: "Söz konusu âyet-i kerime hakkında insanlar: Bir zorluk iki kolaylıkla asla baş edemez, şeklinde bir yorum yapmış ve bu yorumlarını, usr/zorluk kelimesinin marife, yusr/kolaylık kelimesi ise nekre kullanımına dayandırmışlardır, böylece âyet-i kerimenin zımnında bir zorluk, iki kolaylık söz konusu olduğu sonucuna varmışlardır. Doğrusu bu görüş isabetli bir görüş değildir, zira birisi: İnne maal fârisi seyfan, inne maal fârisi seyfan diyecek olsa, bu sözden, fâris'in bir, seyf'in iki olması gerekmez... Daha sonra Cürcâni şöyle der: İnne maal usri yüsra âyeti şöyle yorumlanabilir: Onların söyledikleri seni üzmesin, zira dünyada zorlukla beraber kolaylık vardır... Daha sonra ahirete müteallik bir başka ihsanını zikretmek üzere: inne maal usri yüsra/ zorlukla beraber kolaylık vardır... buyurmuştur" 30 Zamehşerî(538 h.) ise şöyle der: "..Âyet-i kerimede yer alan ikinci cümlenin tekrar olması muhtemeldir...İkinci bir ihtimal de şudur ki, birinci cümle zorlukla beraber mutlaka bir kolaylığın olduğunu ifade ederken, ikinci cümle de, zorluğun akabinde hemen bir kolaylığın olduğunu ifade eden müste'nef bir cümledir. Böylece isti'nâfın takdir edilmesi durumunda iki tane kolaylık söz konusudur" 31.
Ebu Hayyân(745 h.) ise aynı âyetin tefsirinde şöyle der: "Anlaşıldığı kadarıyla âyet-i kerimelerde yer alan tekrar, daha önce ifade ettiğimiz gibi te'kid içindir.
Zayıf bir görüşe göre ise yüsr/kolaylık mahal itibariyle tekrar edilmiştir, buna göre biri dünyada, diğeri ahirette olmak üzere iki kolaylık söz konusudur.
Bir başka görüşe göre ise, üsr kelimesinin ahd ifade eden ta'rif edatıyla bitişmiş olması ve yüsr kelimesinin nekre varid olması hasebiyle, her zorluk ile beraber iki kolaylık vardır, şeklinde bir yorum yapılmıştır, böylece birinci ile ikinci kolaylık birbirinden farklıdır, nitekim hadis-i şerifte de: "Bir zorluk iki kolaylığa asla galip gelemez" şeklinde bir ifadeye yer verilmiştir." 32
Munfasıl-Lafzî Tekrar: Bu nevi tekrarın yorumlanması konusunda âlimlerin ağır basan görüşü, söz konusu tekrarın pekiştirme ve takrir ifade etmesi yönünde olmuştur. Buna göre bağlam, söz konusu mükerrer âyetin tekrarını gerektirmiştir ve tekrar birinci âyette vârid olan tekrardan farklı bir tekrardır, böylece sadece zahiren bir tekrar vardır, hakikatte ise yeni bir mana tesis etme söz konusudur.
İbn Kuteybe(276 h.) şöyle der: "Febieyyi...âyetindeki tekrarın sırrı şudur: Allah Teâlâ bu sûrede nimetlerini anmış ve kudretine ve yaratıklarına olan inâyetine dikkat çekmiştir, daha sonra andığı her nimeti bu âyet-i kerimeyle noktalamış ve onu her iki nimet arasında bir fâsıla kılmıştır ki, insanlar anılan nimetlerin kadrini hakkıyla bilsin ve bu husus zihinlerinde pekişsin. Kamer sûresindeki fehel min muddekir âyetinin tekrarı da bu kabilden bir tekrardır, manası da: İbret ve öğüt alan yok mudur?!" 33
Hatib el-İskâfi(420 h.) şöyle der:" Veylün yevmeizin lilmukezzibin âyeti tasdiki gereken hususlara delalet eden kelamın devamı mahiyetinde olup manalar farklı ise, tekrar diye bir şey söz konusu değildir" 34
Nesefi, inne fi zâlike leâyeh vemâ kâne ekseruhüm mü'minîn ve inne rabbeke lehuval azizurrahim âyetinin tefsiri çerçevesinde şöyle der: "Bu âyeti kerimeler her kıssanın başında ve sonunda tekrar edilmiş ve böylece içerdiği manaların gönüllerde pekişmesini sağlamıştır, böylece vaaz ve tekdir/azar bağlamında daha güçlü bir üslûbun oluşmasını temin etmiştir, diğer taraftan sûrede yer alan her kıssa başlı başına bir Kur'ân hükmündedir ve diğerlerinde yer alan müstakil bir öğüt ve ibret sahnesidir. Böylece her kıssanın, diğerlerinin başlangıç ifadesiyle başlaması ve bittiği nokta ile de hitama ermesi uygun düşmüştür." 35 Kadı Beyzâvî(795 h.) velakad yessernal Kur'âna lizzikri fehel min müddekir âyetini tefsir ederken şöyle der: "Bu âyet-i kerime her elçiyi yalanlamanın, bir azabın inişini, ibret ve öğüt almaya kulak vermeyi ve gaflet ve unutkanlık baskın gelmesin diye yeniden uyarmayı ve ders almayı gerektirdiğini iş'ar etmek için her kıssada tekrar edilmiştir. Febi eyyi âlâi rabbikume tukezzibân, veylun yevmeizin lilmukezzibîn vb. tekrarlardaki sır da aynıdır" 36 Çok sayıda bilgin, Febi eyyi âlâi rabbikume tukezzibân, âyetinin 31 defa tekrarında olduğu gibi 37, belli âyetlerin tekrar edildiği sayısı üzerinde bir takım açıklamalarda bulunma yoluna gitmiş, ancak Fahreddin Razi(604 h.) söz konusu tahlillerde, sağlıklı bir yoruma delalet edecek bir şey bulamaz ve şöyle der: Söz konusu sayıda tekrarlara gelince bunlar tevkîfî'dir/vahye dayalıdır, dolayısıyla insanların akılları bu tür şeylerin esrârına vakıf olamaz. Onun için en sağlıklı yol, insanoğlunun Allah'ın kelamında çok uzak manaları istihraçta mübalağa etmemesidir." 38
3- Manevî tekrar Manevî tekrar, bir kıssayı veya bir konuyu değişik yerlerde farklı lafızlarla zikretmektir, böylece kıssa veya konu tekrar tekrar dile getirilmiş olmaktadır. Zahiren bir nevi tekrar söz konusu olmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar olgusunu ele alırken selef âlimleri bu nevî tekrarı yorumlamış ve ta'lil etmeye çalışmışlardır. İbni Kuteybe(276 h.) şöyle der: "Kıssalara ve geçmiş ümmetlere ait haberlere gelince, Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'i 23 yılda parça parça inzâl buyurmuştur... Diğer taraftan Arap kabilelere ait heyetler Müslüman olmak için Hz. Peygamber'in huzuruna geliyor ve Müslümanlar o kimselere bir parça Kur'ân öğretiyorlardı ki, bu miktar onlara kâfi geliyordu. Aynı şekilde Hz. Peygamber(s.a.v.) değişik kabilelere farklı sûreleri öğretmek üzere elçiler gönderiyordu. Böylece eğer geçmiş ümmetlere ait haber ve kıssalar değişik sûrelere serpiştirilmiş ve tekrar edilmiş olmasaydı, Musa(a.s.)'ın dile getirildiği kıssa bir topluluğa, İsa(a.s.)'ınki bir başkasına, Nuh(a.s.) 'ın kıssası bir ötekine, Lut(a.s.)'ın kıssası bir diğerine intikal edecek idi. Ancak Allah Teâlâ, lütuf ve rahmetinin bir eseri olarak, bunları serpiştirmek sûretiyle, sözkonusu kıssaları yeryüzünün dört bucağına duyurmuş, herkesin zihninde yer edinmesini sağlamış ve Kur'ân'ın çağdaşı olan herkese bu kıssalar çerçevesinde vermek istediği mesaj tecelli etmiştir" 39
İbn Fâris (395) şöyle der: (Geçmiş ümmetlere ait Kur'ân-ı Kerim'de yer alan haber ve kıssalar hakkında çok yorumlar yapılmıştır. Ancak bu bağlamda en sıhhatli yorumlardan biri de şudur: Allah Teâlâ, Kur'ân'ın bir benzerini getirmeleri konusunda Arapları âciz bırakması, Hz. Peygamber(s.a.v.)'in peygamberliğinin sıhhatine bir mucize kılmıştır. Arkasından Allah Teâlâ, hangi nazım şekliyle olursa olsun veya hangi ibareyle ifade edilmiş olursa olsun, Kur'ân'ın benzerini getiremeyecekleri konusundaki acizliklerini haber vermek üzere, tek bir kıssayı değişik yerlerde tekrar etmek sûretiyle Arapların bu konudaki aczini bildirmiştir. İşte bu yorum, bu çerçevede ifade edilen görüşlerin en sıhhatlisidir) 40 Aynı şekilde hem Zerkeşî(797 h.) Bürhan adlı kitabında, hem de Suyûtî (911) İtkân adlı eserinde Kur'ân-ı Kerim'de yer alan peygamber kıssalarının tekrarı konusu üzerinde durmuşlardır. Zerkeşî bu nevi tekrara dair birçok faydaları zikrederken, Suyutî bunların çoğunu aynen tekrar etmiş ve bunları Bedreddin b. Cemaa (733 h.)'ya ait El-Muktanas Fi Favaidi Tekrar-i'l-Kasas daha önce adı geçen eserinden iktibas ettiğini açık bir şekilde ifade etmiştir.
Zerkeşî ile Suyûtî'nin zikrettikleri hususları şu noktalarda özetlemek mümkündür. 41
1- Kıssada yer alana her tekrarın içerisinde, daha öncesinde var olmayan ziyade bir mana vardır, zahiren kıssa tekrar ediliyor gibi görünse de, gerçekte bir tekrar söz konusu değildir, ancak her tekrar edilen yerde bağlamın gerektirdiği miktarda bir tekrara yer verilir.
2- Yerleşim birimleri birbirinden uzakta olan ve çoğu Kur'ân'ın tüm sûrelerini öğrenmeye imkân bulamayan sahabilerin içinde bulundukları durumun nazarı itibara alınmış olması, böylece eğer kıssalar tekrar edilmemiş olsaydı Musa (a.s.)'ın kıssası bir topluluğa, İsa (a.s.)'ınki bir başkasına düşecek ve aynı durum diğer kıssalar için söz konusu olacaktı. Böylece Allah Teâlâ herkesin söz konusu kıssalardan nasiplenmesini murad etmiştir, böylece bir topluluk belli bir kıssayı yeni öğrenince diğeri de onu daha da pekiştirmiş oluyordu.
3- Daha önce İbn Fâris'in ifade ettiği ve Allah Teâlâ'nın Kur'ân-ı Kerim'i Hz. Peygamber (s.a.v.)'in nübüvvetinin sıhhatine delil kıldığı, tek bir kıssanın değişik üslûplarla dile getirildiği ve Arapların, değişik üslûplara sahip olmasına rağmen bir benzerini ifade etmekten aciz kaldıkları ve bu hususun onların aczini daha da açık bir şekilde ortaya koyduğunu ifade ettiği husus.
Bu bahsin sonunda, Kur'ân-ı Kerim'de tekrar olgusunun selef âlimleri tarafından tespit edilen en önemli noktalarını şöyle özetleyebiliriz:
1- Selef âlimleri üç nevî tekrarı işlemiş ve daha önce de isimlendirdiğimiz gibi muttasıl lafzî tekrar, munfasıl lafzi tekrar ve manevî tekrar olmak üzere.
2- Özellikle müteahhir selef âlimlerinin, tek bir olguya getirdikleri yorumların çeşitliliği okuyucuyu, sözkonusu yorumlardan birini tercih etme noktasında zor bir pozisyonda bırakmaktadır.
3- Muttasıl tekrarın yorumunda, te'kide delaleti ile yeni bir manaya delaleti arasında ikiye ayrılmışlardır. Munfasılın yorumunda çoğunluğun görüşü, yeni bir manaya delalet ettiğidir, dolayısıyla tekrar sadece zahiren söz konusudur. Manevi tekrara gelince, bazıları Ashâb-ı kiramın içinde bulundukları hale/duruma bağlı olarak yorumlamış ve gerçek anlamda bir tekrar olduğunu ifade etmiştir. Bazıları ise tekrarı birinde olmayan bir hususu diğerinin ihtiva etmesi şeklinde yorumlamış ve böylece bu yorumla tekrar olmaktan çıkmıştır.
4- Selef âlimlerinin tekrar olgusunun yorumuyla ilgili görüşlerini ayrıntılı bir şekilde ifade etmemiş bulunuyoruz. Çünkü bu makalenin hacmi buna müsait değildir, onun için Said Nursî'nin konu etrafındaki görüşlerine temhid olsun diye, bu olgu etrafında genel eğilimleri ortaya koymakla yetinmiş olduk.
İkinci Mebhas Risale-i Nur'a Göre Kur'ân-ı Kerim'deki Tekrar Olgusu Birinci Olarak: Said Nursî'nin Risalelerinin Kur'ân-ı Kerim'e İstinat Etmesi
Şu gerçeğe işaret etmek gerekir ki, Said Nursî, Kur'ân'ı bir ilham kaynağı ve aynı zamanda bir araştırma ve tetkik alanı olarak edinmiştir. Said Nursî, fikri hayatının ilk aşamasında takip edebileceği yolların çokluğu karşısında kendisini bir şaşkınlık içerisinde bulmuş ve sonunda Kur'ân yolunu keşfetmiştir, Mektubât adlı eserinde Bediüzzaman şöyle der: " hem kalben, hem aklen hakikate giden bazi büyük ehl-i hakikatin arkasinda gitmek istedi. Bakti, onlarin herbirinin ayri, câzibedar bir hassasi var. Hangisinin arkasindan gidecegine tahayyürde kaldi. Imam-i Rabbânî de ona gaybî bir tarzda "Tevhid-i kible et" demis. Yani, "Yalniz bir üstadin arkasindan git. O çok yarali Eski Said'in kalbine geldi ki:
"Üstad-i hakikî Kur'ân'dir. Tevhid-i kible bu üstadla olur" diye, yalniz o üstad-i kudsînin irsadiyla hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûke basladilar." 42
Böylece Bediüzzaman Said Nursî "hakiki mürşidinin sadece Kur'ân olduğunu" 43 açık bir şekilde ifade etmeye başlamış ve bu bağlamda şöyle demiştir: "Bil ki, ben hayatta sağ kaldıkça Mevlâna Celâleddin-i Rûmi (K.S.) Hazretlerinin dediği gibi derim: 'Hayatta olduğum sürece ben Kur'ân'ın hadimiyim ve ben Muhammedü'l-Muhtar'ın (a.s.m.) yolunun toprağıyım. Evet, çünkü ben Kur'ân-ı Hakîmi bütün feyz ve nurların menbaı görüyorum. Ve benim eserlerimde hakâikın güzelliklerinden her ne ki varsa, ancak Kur'ânın feyzinden muktebesdirler. İşte bunun içindir ki, bütün eserlerimin î'caz-ı Kur'ânın mezâyasından bir nebze zikretmesinden hâlî kalmasına kalbim razı olmuyor." 44 Kur'ân mürşidliği Nursî'yi Nur Risale'lerinin, Kur'ânın çok mükemmel bir tefsiri olduğunu ilan etmeye götürmüş 45 ve Risalelerde yer alan bütün güzelliklerin Kur'ân'ın feyzinden başka bir şey olmadığını ifade etmeye sevketmiştir. 46
Said Nursî'nin Kur'ân'a olan hizmetinin dışa yansıyan bir görüntüsü de Kur'ân'ın i'câzını ortaya koyma ve kendisine göre kırka varan vecihlerini ispat etme konusundaki aşırı gayretidir, 47 kendisi bu konu için, söz konusu kırk vecihten beşini ayrıntılı bir şekilde anlattığı el-Mu'cizâtü'l-Kur'âniyye diye bir kitap telif etmiştir 48, işte Said Nursî'nin Kur'ân'ı Kerim'deki tekrar üslûbunu ele alışı bu vecihler çerçevesinde gerçekleşmiştir, kendisi tekrar üslûbunu, bütün mucizelerin kaynağı olan Kur'ân mucizelerinden bir mucizesi olarak telakki etmiştir 49. Said Nursî'ye göre, Kur'ân'ın şumuliyyetinin miktarını ve hem ğayb hem şehadet, hem dünya hem ahiret, hem ins hem cinni içine alan câmiiyyetini tasvir eden hususlardan birisi de, Kur'ân' dan ve onun i'câz vecihlerinden söz ettiği her bölümde yerleştirmeye özen gösterdiği Kur'ân tarifidir, Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar mucizesini dile getirirken de bu tarife yer vermiştir, yer münasip olsaydı aynen metniyle vermek isterdim 50.
İkinci Olarak: Said Nursî'ye göre tekrar üslûbunun ana başlıkları:
Anlaşıldığı kadarıyla Bediüzzaman Said Nursî İslâm dinine ve kültürüne tavır alan kimseler içerisinde Kur'ân'ın belâgatı üzerinde şüphe yaratmaya ve Kur'ân'daki tekrar âyetleri etrafnda şüphe uyandırmaya çalışan kimselerle yüzyüze gelmiştir. Bu durum Bediüzzaman'ın Kur'ân'daki tekrarların hikmetini ortaya koymasına önem vermesine sebep olmuştur. Daha önceki mülhidlerin bu konuda ileri sürdükleri şüpheler selef âlimlerinin konuya ilgi duymalarına sebep olduğu gibi, Said Nursî'nin kaleme aldığı Risalelerinde takip ettiği metotlardan birisi de, söz konusu şüpheleri bertaraf etmeye verdiği önem kadar, ileri sürülen şüphelerin ortaya konmasında uzun uzadıya açıklamalara yer vermemesidir. İşârâtü'l-İ'câz adlı eserinde Bediüzzaman şöyle der: "Risale-i Nur'un meslegi odur ki, zihinlerde bir iz birakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarizlarin süphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz. Eski Said, bu tefsirde, Risale-i Nur gibi, zihinleri bulandirmamak için yalniz belâgat noktasinda lâfzin delâletine ve isârâtina ehemmiyet vermis." 51 el-Mu'cizâtü'l-Kur'âniyye de ise şöyle der: "Bulanti vermemek için, onlarin süpheleri zikredilmeden cevab-i kat'î verilmis." 52 Onun için Bediüzzaman Said Nursî'nin, Kur'ân'daki tekrarlardan bahsederken, konu etrafında ortaya atılan şüpheler üzerinde uzun uzadıya durmadığını görüyoruz, el-Mu'cizâtül Ahmediye de şöyle der: "Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratindaki lem'a-i i'câza bak" 53 Meyve adlı risalesinde ise konuyla ilgili şöyle der:"Tekrarat-i Kur'âniyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalâletin ufûnetli ve zehirli evhamlarini izale eder." 54. Yeri gelmişken şu hususa işaret etmek gerekir ki, bizim konu etrafındaki sözlerimiz, Bediüzzaman'ın Arapça veya Arapça'ya tercüme edilen eserlerinden muttali olduklarımıza dayanmaktadır. Muttali olduğum kısım Bediüzzaman'ın binlerce sayfalarla ifade edilen eserlerinin küçük bir kısmı olmasına rağmen, tekrar olgusu etrafında yaptığım mütaalâlar ve müttali olduğum bilgiler, Bediüzzaman'ın konuya bakış açısının genel çizgilerini açıklar mahiyettedir.
Bediüzzaman'ın Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar olgusu etrafındaki mütaalâları, ulaşabildiğim kadarıyla birçok kitabında mevzû bahis olmuştur. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Üstad Bediüzzaman'ın Mesnevi Nuriye'de yazdığı bölümdür ki, bu bölüm tekrar olgusunun yorumu çerçevesinde çok özet olarak geçmiş ve altı nokta etrafında mütaalâ edilmiştir. 55. Üstad bu altı noktayı El-Mu'cizâtu'l-Ahmediyye adlı kitabında da zikretmiştir.
2- Üstad'ın Meyve Risalesinin onuncu meselesinde, Emirdağ Çiçeği başlığı altında yazdığı bölüm ile: "Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar mucizesi: Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar üslûbu etrafında varid olan itirazlara muknî ve şafî bir cevap" başlığı altında yazdığı bölümlerdir 56.
Bediüzzaman bu meseleyi El-Mu'cizâtu'l-Kur'âniyye adlı eserin ikinci zeyli yapmıştır 57. Aynı şekilde Mesnevi de, El-Mu'cizâtu'l-Ahmediyye'de, İşârâtü'l-İcâz ve El-Mu'cizâtu'l-Kur'âniyye'de 58 serpiştirilmiş bir vaziyette özet bilgilere yer verilmiştir 59.
Söz konusu altı noktanın ele alınışından anlaşıldığı ve bizzat Emirdağ Çiçeği'nde Bediüzzaman'ın açıkça ifade ettiği üzere, konuyu genel çerçevede ele aldığı görülmüştür. Kendisi şöyle der: "Gerçi bu Mesele, perisan vaziyetimden müsevves ve letafetsiz olmus. Fakat o müsevves ibare altinda çok kiymetli bir nevi i'câzi kat'î bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadim. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur'ân'a ait olmak cihetiyle, hem ibadet-i tefekküriye, hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sedefidir. Yirtik libasina degil, elindeki elmasa bakilsin. Eger münasipse 'Onuncu Mesele' yapiniz. Degilse, sizin tebrik mektuplariniza mukabil bir mektup kabul ediniz. Hem bunu gayet hasta ve perisan ve gidasiz, bir iki gün Ramazan'da mecburiyetle, gayet mücmel ve kisa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddit hüccetleri derc ederek yazdim. Kusura bakilmasin." 60 Görüldüğü kadarıyla konunun birinci bahiste ifade edildiği gibi, lafzî manevî tekrar, muttasıl-munfasıl lafzî tekrar şeklinde sınıflandırılmasına uyulmamıştır Çünkü Üstad Nursî cüz'i misaller yerine, tekrarın genel çerçevede yorumlanmasıyla meşgul olmuştur. Tekrar üslûbunun geçtiği Kur'ân âyetlerine seri değinmeler bir tarafa bırakılırsa, selef âlimlerin bütün Kur'ân âyetleri üzerinde duran kapsamlı tefsirlerle mükerrer âyetlerini bütün ayrıntılarıyla yorumlama ve üzerinde durma imkanını bulmuşlarsa da, aynı imkân, İşârâtü'l-İ'câz adlı eseriyle Fatiha ve Bakara sûresinin sadece 30. âyetini tefsir edebilen Bediüzzaman için mümkün olmamıştır. Onun için biz Said Nursî'nin konuyu ele alış metodunu söz konusu altı noktada varid olan ve Emirdağ ile diğer eserlerindeki bilgileri birbiriyle irtibatlandıran tahlillerden hareketle ele alacağız.
Üçünçü olarak: Said Nursî'ye göre tekrar olgusunun tefsirinde temel düşünce. Araştırıcı Kur'ân-ı Kerim'deki tekrarın hikmetini ortaya koyma konusunda Nursî'nin istinad ettiği temel düşünceyi, O'nun çok sayıdaki risalelerinden istinbat etmesi mümkündür. Bu düşünce, genel anlamda tekrarın kelamdaki işlevini tahdit noktasına dayanmaktadır. Bediüzzaman bu düşünceyi iki işlevle sınırlamaktadır: Te'kid ve te'sis, yani tekrar edilen ikinci lafız ya birinci lafzı te'kid etmekte veya yeni bir mana te'sis etmektedir. Namazdan sonra otuz üç defa tekrar edilen sübhanallah, elhamdülillah ve Allahuekber ibarelerinden söz ederken Nursî'nin bu görüşünü açık bir şekilde gözlemleyebiliyoruz, Bediüzzaman şöyle der:"Namazlardan sonra tekrar edilen şu 'Allahuekber, elhamdülillah, sübhânallah, velâilâhe illallah' olan kelimat-ı mübarekeler, Bablarda isbat edildiği gibi gördüm ki; yalnız bir tekrar mes'elesi değildir. Belki bir te'sisdirler. Veyahut mânalarını te'sis etmek için müttehidâne değil; belki aldıkları mütesanidane vaziyet ile onları te'kid etmek içindir." 61. Zâkir Allahuekber Allahuekber Allahuekber diye zikrederken aynı sözleri tekrar etmektedir, ancak Nursî'ye göre tekrarla bunların manaları yenilenmektedir, dolayısıyla zikreden kimsenin ruh aleminde bu sözler aynı değildir, Bediüzzaman bu fikri bir başka ibareyle şöyle ifade eder: "Bu tekrarlar mana noktasında pekiştirme, maksat ve meyve noktasında da te'sis ifade etmektedir." 62
Zeyd, Zeyd, Zeyd! diye birine seslenen kişinin sözü üzerinde düşünürsek Said Nursî'nin bu fikrini daha kolay anlayabiliriz. Şöyleki buradaki ikinci ve üçüncü lafız yeni bir mana ifade etmemektedir, tam aksine birinci lafzın ifade ettiği manayı ifade etmektedirler Ancak bu iki lafzın tekrarından maksat, yeni bir mana te'sis etmek değil, birinci lafzın delaletini pekiştirmektir. Kapıyı üç defa çalanın hali de bundan farklı değildir. Zira ikinci ve üçüncü vuruş, şekil ve maksat itibariyle birincinin aynısıdır, ancak tekrar yine pekiştirme ifade etmektedir.
Yeni mânâ te'sis eden tekrara gelince, bu tekrar toprağı kazma ile vuran kimsenin vuruşuna benzer, ikinci, üçüncü ve daha sonraki vuruşlar şekil itibariyle birinci vuruşa benzer, ancak bunlar, birincinin gerçekleştirmediği yeni bir şeyi gerçekleştirirler; yemeği kaşıkla yiyen kimsenin hali de bundan farksızdır, zira kişi kaşığı ağzına doğru kaldırırken benzer şekilde ağzına götürür, ancak ikinci, üçüncü ve daha sonraki kaldırışlar birincikinden farklı bir şey gerçekleştirirler.
İşte bu düşünceye istinaden Said Nursî "sadece sûrette tekrarın varlığını" 63 açık bir şekilde ifade etmiştir.
Bediüzzaman şöyle der: "Güzel, tatli tekraratiyla birtek cümlede ve birtek kissada ayri ayri çok mânâlari, ayri ayri muhatap tabakalarina tefhim etmekte" 64. Risale-i Nur'daki tekrar üslûbunun yorumu genel anlamda bu çerçevededir, ancak dikkatli düşünen kimse tekrara yönelik ikinci bir mana sezebilir ki, bu da pekiştirme eksenli bir tekrardır. Bediüzzaman şöyle der: "Kur'an-ı hakîmdeki terdad tesbit için; tekrar da takrir için..." 65. Anlaşıldığı kadarıyla Said Nursî'nin bu işaretleri, kendisiyle pekiştirme kastedilen Kur'ân-ı Kerim'de geçen bazı tekrar misallerine dayanmaktadır, veyahut birçok delaletinin yanısıra tekrarın, dinleyicinin ruhunda imâ ettiği pekiştirme manasına istinad etmektedir.
Dördüncü olarak: Risale-i Nur'a göre tekrar üslûbunun hikmeti. Kanaatimiz şudur ki, tekrar olgusunun yorumlanması ve tahlili çerçevesinde Said Nursî'nin -Emirdağ Çiçeğinde arzedildiği şekliyle- zirketmiş olduğu söz konusu altı noktanın takdimi, konu ile ilgili zikredilen ana fikri teyid etmekte ve tekrar üslûbuna ait bir takım cüz'i misallerin, üslûbun bir takım incelik ve hikmetlerinin külli tasavvurla irtibatlandırması noktasında Said Nursî'nin düşüncesinin boyutunu ortaya koymaktadır. Hem de zihinlerde var olan şüpheleri izale edecek ve Kur'ânî tekrarın hikmet, belâgat ve i'câzını ortaya koyacak şekilde..
Birinci nokta:
Üstad Said Nursî şöyle der: "Kur'ân hem bir kitab-i zikir, hem bir kitab-i dua, hem bir kitab-i davet oldugundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblâgdir. Ehl-i kusurun zanni gibi degil. Zira, zikrin se'ni, tekrar ile tenvirdir. Duanin se'ni, terdad ile takrirdir. Emir ve davetin se'ni, tekrar ile tekittir." 66.
Bu nokta, Kur'ân konularının tabiatının, Kur'ân'ın içeriğini tekrar etmeyi gerektirdiğine işaret etmektedir, dolayısıyla bazı âyetlerle bir takım cümlelerin mükerrer varid olmasında hiçbir garabet yoktur.
İşte bu birinci noktanın içeriğinde yer alan söz konusu düşünce Said Nursî'nin zihnini her zaman meşgul etmiş ve her fırsatta zikredilmiştir, Mesnevi Nuriye'de Bediüzzaman şöyle der: "Ey birader, bilmiş ol ki; Kur'anın bazı eczasının tekrarını iktiza eden şey, zikir ve duaların mukteza-yı tekrarlarıdır. Çünkü Kur'an bir kitab-ı hakikat ve şeriat.. hem bir kitab-ı marifet ve hikmet olduğu gibi, aynı zamanda bir kitab-ı zikir ve dua ve davettir. Zikir ise terdad edilir, dua tekrar edilir, davet dahi tekrar ile te'kid edilir." 67. Emirdağ Çiçeğinde ise şöyle der: " Tekrari iktiza eden dua ve dâvet, zikir ve tevhid kitabi dahi oldugunu bildirmek sirriyla, güzel, tatli tekraratiyla birtek cümlede ve birtek kissada ayri ayri çok mânâlari, ayri ayri muhatap tabakalarina tefhim etmekte." 68
Ikinci nokta: "Hem herkes her vakit bütün Kur'ân'i okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makasid-i Kur'âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur'ân hükmüne geçmis. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve hasir ve kissa-i Mûsa gibi bazi maksatlar tekrar edilmis." 69.
Bu noktada yer alan tekrarın hikmeti, muhatabların hallerini nazar-ı itibare almakla bağlantılı olup, daha önce manevî tekrar diye isimlendirdiğimiz tekrar çeşidine işaret etmektedir. Bu nokta Risale-i Nur'un değişik yerlerinde daha da açıklanmış bir vaziyette zikredilmiştir, Said Nursî Mesnevi'de şöyle der: "Ey kardeş bil ki, Kur'anın her bir sûresi; Kur'anın umumuna dağılmış olan hakâikın mücmelini ve sâir sûrelerdeki ehemmiyetli makasıd ve kıssaları tazammun etmesi çok büyük bir hikmet içindir. Bir hikmeti şudur: Ta ki Kur'andan yalnız bir sûreyi okuyabilen veyahut yalnız kısa bir sûrenin kıraeti kendisine müyesser olmuş olanlar, tenzilin hitabından ona dahi olan hisseden mahrum kalmasın. Çünkü cemaât-i mükellefîn içinde ümmî ve gabîler daha çoktur. İşte bu lem'a-i i'cazdandır ki, bir tek sûre-i Kur'aniye, tam okuyabilen için tamam bir Kur'an oluyor." 70.
Bediüzzaman Emirdağ Çiçeğinde bu noktayı açıklamak üzere tekrar ele alır ve şöyle der: "Herkes her vakit bütün Kur'ân'i okumaya muktedir ve muvaffak olamadigindan, herbir uzun ve mutavassit sûreyi birer küçük Kur'ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkân-i imaniye gibi o kissalari tekrar etmesi, degil israf, belki mukteza-yi belâgattir ve hâdise-i Muhammediye (a.s.m.), bütün benî Âdemin en büyük hadisesi ve kâinatin en azametli meselesi oldugunu ders vermektir." 71.
Üçüncü nokta: " Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazisina insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazisina her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ... Demek, tekrar-i âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmis ve o ihtiyaca isaret ederek, uyandirip tesvik etmek, hem istiyaki ve istahi tahrik etmek için tekrar eder." 72.
Bu noktanın işaret ettiği tekrarın hikmeti, makamın tekrara olan ihtiyacıdır. Dolayısıyla tekrar, belâgatın ve muhatabların içinde bulunduğu halin gereği olmaktadır. Bediüzzaman Risale-i Nur'un daha başka yerlerinde bu noktayı daha da açıklamıştır. Bediüzzaman Mesnevi'de bu noktadaki lafızlara yakın ifadelerle şöyle der: (Bazı ibarelere daha da vuzuha kavuşturması sebebiyle sözünü aynen nakletmek istiyorum.) "Hem nasıl ki insan maddî hayatında her an havaya, her vakit suya, hergün gıdaya ve her hafta -ekseriyetle ziyaya- muhtaçdır. Şu hâlde bunların tekrarı tekrar değil, belki ihtiyacın tekerrüründen tekrarlanırlar. Öyle de insan, ruhanî hayatı cihetiyle dahi, Kur'andaki mânevi gıdaların çok çeşitlerine muhtaç oluyor. Bazısına ân-ı seyyâledeki her bir dakika ona muhtaç olup ruh onunla teneffüs eyler. 'hüve, bismillâh' gibi.. ve bazısına her saat muhtaçtır, 'bismillâh' gibi, ve bazısına her vakit ve bazısına her zaman muhtaçdır. İhtiyacın derecâtına göre, bunlar Kur'anda dercedilmiştir. Kur'an ise insanın hayat-ı kalbiyesinin iktiza ettiği derecede tekrar eder. Meselâ, 'bismillah' hava-yı nesîmi gibi dâhile girip bâtını tathîr ettiği misillû senin cisminde nefesin gibi hârice çıktığı vakit nefsin içinde semere verir." 73
Bediüzzaman Said Nursî mükerrer Kur'ânî âyetlerden bir çoğunu irad etmek sûretiyle bu hikmeti açıklarken Emirdağ Çiçeğinde şöyle der:(Metin, uzun da olsu burada nakletmek durumundayız, ta ki tekrar üslûbunun yorumu noktasında, araştırıcının etkisinde kalmaksızın, Bediüzzaman'ın bakış açısı bizzat kendi sözlerinden ortaya konsun ve O'nun sözlerindeki dikkat ve ifadelerindeki icmâl zahir olsun): "Evet, ihtiyacin tekerrürüyle tekrarin lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfinda pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayri ayri çok tabakalara ders veren ve koca kâinati parça parça edip kiyamette seklini degistirerek, dünyayi kaldirip onun yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan yildizlara kadar bütün cüz'iyat ve külliyatin tek bir Zâtin elinde ve tasarrufunda bulundugunu ispat edecek ve kâinati ve arzi ve semavati ve anâsiri kizdiran ve hiddete getiren nev-i beserin zulümlerine, kâinatin netice-i hilkati hesabina gazab-i Ilâhîyi ve hiddet-i Rabbâniyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehsetli ve genis bir inkilâbin tesisinde, binler netice kuvvetinde bazi cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kisim âyetleri tekrar etmek, degil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i'caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yi hâle gayet mutabik bir cezâlettir, bir fesâhattir.
Meselâ, birtek âyet olup yüz on dört defa tekrar edilen Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi, Risale-i Nur'un On Dördüncü Lem'asinda beyan edildigi gibi, Arsi ferse baglayan ve kâinati isiklandiran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardir. Degil yalniz ekmek gibi hergün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve istiyak vardir.
Hem meselâ, Sûre-i 'Tâ, Sîn, Mîm' de sekiz defa tekrar edilen su 'Rabbin ise, süphesiz ki, kudreti herseye galip olan ve rahmeti herseyi kusatan Allah'tir.' (Suarâ Sûresi, 26:9.) âyeti, o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarini ve kavimlerinin azaplarini, kâinatin netice-i hilkati hesabina ve rububiyet-i âmmenin nâmina o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbâniye, o zâlim kavimlerin azabini ve rahîmiyet-i Ilâhiye dahi enbiyanin necatlarini iktiza ettigini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve istiyak var ve îcazli ve i'cazli bir ulvî belâgattir.
Hem meselâ, Sûre-i Rahmân'da tekrar edilen 'Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?' (Rahmân Sûresi, 55:13.) âyeti ile Sûre-i Mürselât'ta 'Yaziklar olsun o gün yalanlayanlara!' (Mürselât Sûresi, 77:15.) âyeti, cin ve nev-i besere, kâinati kizdiran ve arz ve semâvâti hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve hasmet-i saltanat-i Ilâhiyeye karsi inkâr ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarini ve zulümlerini ve bütün mahlûkatin hukuklarina tecavüzlerini asirlara ve arza ve semâvâta tehditkârâne haykiran bu iki âyet, böyle binler hakikatlerle alâkadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir îcaz ve cemalli bir i'câz-i belâgattir.
Iste tekrarat-i Kur'aniye bu gibi esaslara bakiyor. Hattâ bazen bir sayfada iktiza-yi makam ve ihtiyac-i ifham ve belâgat-i beyan cihetiyle yirmi defa sarîhan ve zimnen tevhid hakikatini ifade eder; degil usanç, belki kuvvet ve sevk verir. Risale-i Nur'da, tekrarat-i Kur'âniye ne kadar yerinde ve münasip ve belâgatça makbul oldugu, hüccetleriyle beyan edilmis." 74
Dördüncü Nokta: "Hem Kur'ân müessistir, bir din-i mübînin esasidir ve su âlem-i Islâmiyetin temelleridir ve hayat-i içtimaiye-i beseriyeyi degistirip muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptir. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzimdir. Tekit için terdad lâzimdir. Teyit için takrir, tahkik, tekrir lâzimdir." 75
Besinci Nokta: "Hem öyle mesâil-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerlestirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzimdir." 76
Dördüncü ve beşinci nokta arasında maksat ve mana noktasında tekemmül hususlarında bir nevi irtibat söz konusudur. Zirâ: tekrar olgusunu, hem Kur'ân-ı Kerim'in dini hakikatlerin pekişmesindeki rolünden, hem de insanlarnın kalplerinde yerleşmesini arzuladığı ve akıllarında pekişmesini istediği büyük meselenin tabiatından hareketle yorumlamaktadır. Kanaatimce Said Nursî'nin Emirdağ Çiçeğinde varid olan suale cevaben yaptığı açıklama bu noktadan ne kastettiğini açık bir şeklide ortaya koymaktadır, Bediüzzaman orada şöyle der: "Ikinci bir sual: 'Kur'ân'da sarîhan ve zimnen ve isareten, âhiret ve tevhidi ve beserin mükâfat ve mücâzâtini binler defa ispat edip nazara vermenin ve her sûrede, her sayfada, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?'
Elcevap: Daire-i imkânda ve kâinatin sergüzestine ait inkilâplarda ve emanet-i kübrayi ve hilâfet-i arziyeyi omuzuna alan nev-i beserin sekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehsetli meselelerinde, en azametlilerini ders vermek ve hadsiz süpheleri izale etmek ve gayet siddetli inkârlari ve inatlari kirmak cihetinde, elbette o dehsetli inkilâplari tasdik ettirmek ve o inkilâplarin azametinde büyük ve besere en elzem ve en zaruri meseleleri teslim ettirmek için, Kur'ân, binler defa degil, belki milyonlar defa onlara baktirsa yine israf degil ki, milyonlar kere tekrarla o bahisler Kur'ân'da okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez. Meselâ, 'imân eden ve güzel isler yapanlar için ise, altindan irmaklar akan Cennetler vardir. Bu ise pek büyük bir kurtulustur.' (Bürûc Sûresi, 85:11.) âyetinin gösterdigi müjde-i saadet-i ebediye hakikati, bîçare besere her dakika kendini gösteren hakikat-i mevtin, 'Hem insani, hem dünyasini, hem bütün ahbabini idam-i ebedîsinden kurtarip ebedî bir saltanati kazandirir' dediginden milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse, yine israf olmaz, kiymetten düsmez.
Iste bu çesit hadsiz kiymettar meseleleri ders veren ve kâinati bir hane gibi degistiren ve seklini bozan dehsetli inkilâplari tesis etmekte iknaa ve inandirmaya ve ispata çalisan Kur'ân-i Mucizü'l-Beyan, elbette sarîhan ve zimnen ve isareten binler defa o meselelere nazar-i dikkati celbetmek, degil israf, belki ekmek, ilâç, hava ve ziya gibi birer hâcet-i zaruriye hükmünde ihsanini tazelendirir.
Hem meselâ, 'Inkâr edenler için ise Cehennem atesi vardir.' (Fâtir Sûresi, 35:36.) 'Zâlimlerin hakki süphesiz ki pek aci bir azaptir.' (Ibrahim Sûresi, 14:22.) gibi tehdit âyetlerini Kur'ân gayet siddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise, Risale-i Nur'da kat'î ispat edildigi gibi, beserin küfrü, kâinatin ve ekser mahlûkatin hukuklarina öyle bir tecavüzdür ki, semavati ve arzi kizdiriyor ve anâsiri hiddete getirip tufanlarla o zâlimleri tokatliyor.
'Oraya atildiklarinda Cehennemin gürleyisini isitirler ki, kaynayip duruyor. Neredeyse öfkeden parçalanacak!' (Mülk Sûresi, 67:7-8.) âyetinin sarahatiyle, o zâlim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. Iste böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karsi beserin küçüklük ve ehemmiyetsizligi noktasinda degil, belki zâlimâne cinayetinin azametine ve kâfirâne tecavüzünün dehsetine karsi, Sultan-i Kâinat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinligini göstermek hikmetiyle, fermaninda gayet hiddet ve siddetle o cinayeti ve cezasini degil bin defa, belki milyonlar ve milyarlarla tekrar etse, yine israf ve kusur degil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemâl-i istiyakla ve ihtiyaçla okurlar.
" 77
Altinci Nokta: "Bununla beraber, sureten tekrardir. Fakat, mânen herbir âyetin çok mânâlari, çok faydalari, çok vücuh ve tabakati vardir. Herbir makamda ayri bir mânâ ve fayda ve maksatlar için zikrediliyor." 78
Bu noktanın işaret ettiği tekrarın hikmeti, daha önce manevî tekrar diye isimlendirdiğimiz tekrar çeşidiyle irtibatlı olup özellikle peygamber kıssalarını içermektedir, Said Nursî Risale'lerinin değişik yerlerinde peygamber kıssalarının tekrar edilişinin hikmetine işaret etmiştir. Bediüzzaman tefsirinde şöyle der: "Kissa-i Mûsâ, çok meziyetleri ve hikmetleri müstemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-i belâgattir. Evet, Kur'ân-i Azîmüssan, o kissa-i meshureyi, gümüs iken, yed-i beyzâsina alarak altin sekline ifragiyla öyle bir naks-i belâgate mazhar etmistir ki, bütün ehl-i belâgat, onun belâgatine hayran olmuslar, secdeye varmislardir." 79. Emirdağ Çiçeğinde ise şöyle der: "Hem meselâ, Asâ-yi Mûsâ gibi çok hikmetleri ve faydalari bulunan kissa-i Mûsâ'nin (a.s.) ve sair enbiyanin (a.s.) kissalarini çok tekrarinda, risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) hakkaniyetine bütün enbiyanin nübüvvetlerini bir hüccet gösterip, 'Onlarin umumunu inkâr edemeyen, bu zâtin risaletini hakikat noktasinda inkâr edemez'" 80.
Altı noktada yer alan ve Kuran-ı Kerim'deki tekrar ile ilgili olan bilgilerin yanısıra, araştırıcı, Bediüzzaman Said Nursî'nin Kur'ân tilavetinin tekrarına özel bir önem verdiğini, Kur'ân'daki i'câz vecihlerinden birinin onu tilavet etme arzusu ve tekrarından bıkmama şeklinde bir görüşe sahip olduğunu farkeder, Bediüzzaman şöyle der: "Hattâ, mânâyi da fehmetmeyen cahil âmi tabakaya karsi da, Kur'ân-i Hakîm, usandirmamak suretiyle i'câzini gösterir. Evet, o âmi, cahil adam der ki: 'En güzel, en meshur bir beyti iki üç defa isitsem, bana usanç veriyor. Su Kur'ân ise hiç usandirmiyor; gittikçe daha ziyade dinlemesi hosuma gidiyor. Öyleyse bu insan sözü degildir.'" 81 Bediüzzaman Kur'ân'ın hususiyetlerinden birinin şu olduğunu ifade eder: "Her zaman milyonlar hâfizlarin kalblerinde zevkle yazilmasi; ve çok tekrarla ve kesretli tekraratiyla usandirmamasi; ve çok iltibas yerleri ve cümleleriyle beraber çocuklarin nazik ve basit kafalarinda mükemmel yerlesmesi;" 82.
Böylece Kur'ân-ı Kerim "zaman yenilendikçe yenilendiğini, tekrar edildikçe daha da tatlılaştığını" 83, "tekrar tekrar okundukça inci gibi parlamaya başladığını ve her tarafından hak ve hakikat şuâlarının parıldamaya başladığını" 84 ifade etmiştir.
Tebliğin hatimesi ve sonuçları: 1- Selef âlimleri tekrarın hikmetini beyan etmek, onun Arap dilinde yaygın bir kullanıma sahip fasih bir üslûp olduğunu ortaya koymak ve buradan hareketle bu olgu etrafında mülhidlerin kopardığı şüpheleri bertaraf etmek için Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar üslûbunu tetkik etmiş ve araştırmışlardır.
2- Onlar lafzî tekrarı, muttasıl ve munfasıl çeşitleriyle lafzî tekrarı ve manevî tekrarı yorum ve tahlile tabi tutmuşlardır; muttasıl lafzî tekrarı tekid veya siyakın belirlediği yeni bir manaya delalet şeklinde talil ederken, munfasıl tekrarı müteallakların taaddüdü ile ta'lil etmişlerdir, manevi tekrarı ise birinci bağlamda yer almayan yeni bir manaya delalet şeklinde yorumlamışlardır.
3- Bediüzzaman Said Nursî hayatında bir çok problemle karşılaşmasına ve imanî hakikatleri gönüllere zerketme uğrunda verdiği uzun bir cihad sürecinde birçok sıkıntı çekmesine rağmen, Kur'ân'daki tekrar olgusunu tahlil ve tetkike tabi tutmuş ve konuyu genel çerçevede seviyeli ve kapsamlı nitelenebilecek türde ele almıştır.
4- Üstad Said Nursî Kur'ân'daki tekrar olgusuna, hem de ibadet ve zikir lafızlarıyla, genel bir yorum getirmiş, bu yorumu da, tekrarın yeni bir mana tesisine ve Kur'ân-ı Kerim'de tekrar edilen her mana ve kıssanın yeni bir mana ve yeni bir ders içerdiği temeline oturtmuştur.
5- Üstad Nursî Kur'ân mevzularının tabiatı, gayesi ve kalp ve gönüllerde yerleştirmeye çalıştığı temel mekâsıd, bunların iadesini ve defalarca tekrar edilmesini gerektirdiğini beyan etmiştir. O'na göre bunlar binlerce, milyonlarca hatta milyarlarca defa tekrar edilse, israf olmadığı gibi, belagat açısından da bir ayıp değildir!
6- Bediüzzaman Said Nursî, muhatapların içinde bulunduğu halin ve istidatlarının farklı farklı oluşunun, Kur'ân sûrelerinin tevhid, nübüvvet, ahiret gibi ana maksatları içermesini gerektirdiğine işaret etmiştir Tâ ki sadece birkaç sûreyi okuma imkânı olan kimseler de Kur'ân'dan nasiplerini alabilsinler.
7- Said Nursî'ye göre Kur'ân-ı Kerim'deki tekrarların ana sebeplerinden birisi de, insanların manevî ihtiyaçlarının yenilenmesidir. İnsanın maddî ihtiyaçları belirli vakitlerde yenilendiği gibi, onun manevî hayatının gerektirdiği ihtiyaçlar da yenilenmektedir. İşte Kur'ân-ı Kerim bu ihtiyaca cevap vermiş ve bu ihtiyaca binaen birtakım tekrarlar etmiştir.
8- Üstad Said Nursî Kur'ân-ı Kerim'deki peygamber kıssalarının tekrar edilişini, kıssanın tekrar edildiği her yerde ayrı bir manaya delalet etmekle yorumlamıştır. Böylece kıssa bir yerde belli bir manayı zikrederken, bir başka yerde daha başka vecihlere değinmektedir. Bir sûrede belli bir maksadı dile getirirken bir başka sûrede başka bir maksadı arzetmektedir.
9- Risale-i Nur'un değişik yerlerinde Kur'ân-ı Kerim'deki tekrarın hikmeti açıklanmış, hüccetleri beyan edilmiş ve tekrarın belâgat ile ne denli insicam içinde olduğu, ne kadar güzel ve mükemmel bir şekilde oturtulduğu ispat edilmiştir... Zira tekrar edilen Kur'ân hakikatleri böylesine üstün bir kıymete sahip olup birden çok hikmetleri ihtiva etmektedir. Dolayısıyla selim fıtrat, Kur'ân'daki tekrarların güçlü bir manevî mucize olduklarına şehadet etmektedir. Ancak ne yazık ki, kalpleri hasta, vicdanları materyalizmin taûnu ile mübtelâ olmuş kimseler hakkında şu kural geçerlidir:
Göz üzerine düşen çapaktan dolayı güneşin ışığını inkar etmeye kalkar/
Damak da hastalıktan dolayı suyun tatsız olduğunu iddia etmeye kalkar (*) 85
10- Son olarak Bediüzzaman Said Nursî'nin Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar olgusunu ele alış metodu, insanı, tekrarın hikmetini anlama noktasında tereddüt ve kararsız bir tavır sergilemekten kurtarmakta, onu, dua ve zikir lafızlarını içine alacak şekilde genel ve kapsayıcı bir düşünce ile başbaşa bırakmakta ve insanı şu ifadeleri terennüm etmeye sevketmektedir: Bu âyet veya bu ibare binlerce defa tekrar edilse, bu tekrar belâgat noktasında bir eksiklik olmadığı gibi, fesahati de ihlal etmez. Aynı şekilde Kur'ân'ı devamlı tilavet etmek insanda herhangi bir bıkkınlığa ve usanmaya meydan vermez, zîrâ Kur'ân tekrar edildikçe parıldar, tatlılaşır ve her tarafından hak ve hakikat şuâları ışıldamaya başlar, çünkü O sadece vahyedilen bir vahiydir.
Son duamız, "Elhamdü lillahi rabbi'l alemin"dir. Allahım, Efendimiz Muhammed(s.a.v.) 'e, O'nun âl ve ashabına salât ve selam eyle!.
KAYNAKLAR
* el-Bâkillânî, Ebu Bekr Muhammed b. et-Tayyib, İ'câzu'l-Kur'ân, Tah. es-Seyyid Ahmed Sakr, Dârü'l-Maârif, Mısır, 5. Baskı, 1981.
* el-Badâdi, İsmail Paşa, Hediyyetu'l-Arifîn fi Esmâi'l-Müellifîn ve Asâri'l-Musannifîn, Muhammed Şerafettin Yalıtkaya ve Rıfat Bilge el-Kilisî'nin tashihiyle, İstanbul, 1945,1947.
* Begavî, Ebu Muhammed el-Hüseyn b. Mesud el-Ferrâ, Meâlimu't-Tenzîl, Hâzin tefsirinin kenarında, Matbaatü'l-İstikame, Kâhire 1381 hicri.
* Beyzâvî, Ebu Said Abdullah b. Ömer, Envârü't-Tenzî ve Esrârü't-Te'vîl, Daru'l-Kutub el-İlmiyye, Beyrut, Birinci bs. 1408 h/1988 m.
* es-Seâlibî, Ebu Mansur Abdülmelik b. Muhammed, Fikhu'l-Luğa ve Sirru'l-Arabiyye, Tah. Mustafa es-Sekkâ ve diğerleri, Mustafa el-Bâni el-Halebî, İkinci bs 1373 h./ 1954 m.
* Ebu Hayyân, Muhamed b. Yusuf, el-Bahru'l-Muhit, Dâru'l-Fikr, İkinci bs. 1398 h/ 1978 m.
* al-Hâzin, Ali b. Muhammed el-Bağdâdî, Lübâbu't-Te'vil fi Meâni't-Tenzil, Matbaatü'l-İstikame, Kahire 1381 h.
* el-Hattâbî, Hamed b.Muhammed, Beyânu İ'câzi'l-Kur'ân, Tah. Muhammed Halefullah ve Muhammed Zağlül Sellam(Üç risale halinde), Dârü'l-Maârif, İkinci bs. 1387 h./1968 m.
* el-Hatib el-İskâfi, Muhammed bl Abdullah, Dürretü't-Tenzil ve Ğurretü't-Te'vil, Dârü'-Afâk el-Cedide, Beyrut, Birinci bs. 1393 h./1973 m.
* er-Radî, Muhammed b. el-Hasen el-İstirbâzi, Şerhu Şâfiyeti İbni Hâcib, Tah. Muhammed ez-Zefzâf ve diğerleri, Mecâzi Mat. Kahire.
* ez-Zübeyrî, Ebu Ca'fer Ahmed b. İbrahim, Milâkü't-Te'vil el-Kâti' Bizevi'l-İlhâd ve't-Ta'tîl fi Tevcîhi'l-Müteşâbihi'l-Lafzi min âyi't-Tenzil, Tah. Said el-Fellâh, Darü'l-Ğarb el-İslâmî, Beyrit, Birinci bs. 1403 h./ 1983 m.
* ez-Zerkeşi, Bedreddin Muhammed b. Abdullah, el-Burhan fi Ulûmi'l-Kur'ân, Tah. MuhammedEbu'l-Fadl İbrahim, İsa el-Bani el-Halebi matbaası, İkinci bs. Kahire, 1972.
*ez-Zirikli, Hayreddin, el-A'lâm, Darü'l-İlm Lilmelâyîn, Beşinci bs. Beyrut, 1980.
* ez-Zemahşerî, Cârullah Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki't-Tenzil ve Uyûni'l-Akâvîl fi Vucûhi't-Te'vil, Darü'l-Fikr.
*es-Sekkâkî, Ebu Yakub b. Muhammed, Miftâhu'l-Ulûm, Darü'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut Birinci bs. 1403 h./ 1983 b.
* Sibeveyhi, Ebu Bişr Amr b. Osman, el-Kitâb, Tah. Abdüsselam Harun, Kahire.
* es-Suyûti, Celalüddin Abdurrahman b. Ebi Bekr, el-İtkân fi Ulûmi'l-Kur'ân, Tah. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim, Matbaatü'l-Meşhed el-Hüseyni, Birinci bs. Kahire, 1967.
* es-Suyuti, el-Müzhir fi Ulumi'l-Lüğa, Tah. Muhammed Ahmed Câdü'l-Mevla ve diğerleri, İsa el-Bani el-Halebî, Kahire.
* İbn Faris, Ahmed b. Faris, es-Sâhibi fi Fikhi'l-Arabiyye ve Süneni'l-Arab fi Kelamiha, Tah. es-Seyyid Ahmed Sakr, İsa el-Bani el-Halebî, Kahire, 1977.
* el-Fahr er-Râzi, muhammed b. Ömer, et-Tefsiru'l-Kebir, Darü'l-Fikr, Üçüncü bs. 1405 h./1985 m.
* el-Ferrâ, Ebu Zekeriyya Yahya b. Ziyad, Meâni'l-Kur'ân, Tah. Muhammed Ali en-Neccar ve diğerleri, Kahire.
* İbn Kuteybe, Abdullah b. Müslim , Te'vilu Müşkili'l-Kur'ân, Tah.es-SeyyidAhmed Sakr, üçüncü bs. el-Mektebe'l-İlmiyye, Medine-i Münevvere,1980.
* Kazvini, Celalüddin Muhammed b. Abdurrahman,el-İdâh fi Ulûmi'l-Belâğa, Dârü'l-Kütubi'l-İlmiyye, Birincibs. 1405 h./ 1983 m.
* el-Kirmâni Tâcü'l-Kurrâ, Mahmud b. Hamza, Esrârü't-Tekrâri'l-Kur'ân, Tah. Abdülkadir Ahmet Atâ, Dar bu Selame, Tunus, 1983.
* Muhammed el-Hasnâvî, el-Fâsıla fi'l-Kur'ân, el-Mektebü'l-İslâmi, Beyrut, 1983.
* el-Murtaza, Şerif Ali b. el-Hüseyn, Emâli'l-Murtaza, Tah. Ahmed eş-Şinkiti, Matbaatü's-Seâde, Mısır, 1325 h./ 1907 m.
* İbnu Manzur, Muhammedb. Mükerrem, Lisanü'l-Arab, Bulak bs.
* Nesefi, Abdullah b. Ahmed, Medariku't-Tenzil ve Hakaiki't-Te'vil, Darü'l-Kütübi'l-Arabi, Beyrut.
* Nursî, Said, İşârâtü'l-İ'câz fi Mazânni'l-İcâz, Tah. İhsan Kâsım es-Sâlihi, Darü'l-Enbâr, Birinci Bs. Bağdad, 1409 h./1989 m.
* Nursî, Said, el-Mesnevi'l-Arabi'n-Nûrî, Tah. İhsan Kâsım es-Sâlihi, Matbaatü'z-Zehrâ, Birinci Bs. Musul, 1409 h./1988 m.
* Nursî, Said, el-Mu'cizâtü'l-Ahmediyye ala Sâhibiha Efdalü's-Salât ve Etemmü't-Teslim, , Ter. İhsan Kâsım es-Sâlihi, İkinci Bs. Bağdad, 1411 h./1990 m.
* Nursî, Said, el-Mu'cizâtü'l-Kur'âniyye, Ter. İhsan Kâsım es-Sâlihi, Birinci Bs.1419 h./1990 m.
* Ebu Hilâl el-Askeri, el-Hasan bl Abdullah, Kitabü's-Sınaateyn, Tah. Ali b. Muhammed el-Becâvi ve Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim, Matbaatü İsa el-Bani el-Halebi, Kahire, 1971.
____________________
1 1950 yılında Irak'ın Tikrit şehrinde doğdu. 1976 yılında Yüksek Lisans öğrenimini Kahire Üniversitesinde tamamladı. 1985 yılında Bağdat Üniversitesinde Doktorasını bitirdi. Bağdat Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev yaptı. Halen Tikrit Üniversitesinde çalışmaktadır. 5 kitap telif eden müellif, 14 kitap tahkik etmiş ve 15'i aşkın tebliğ kaleme almıştır.
2 Kerrare fiilinin kurallı masdarı, tekrîr'dir. Tekrâr masdarının ise Tekrîr masdarından dönüştürülmüş olduğunu söyleyenler olduğu gibi, mübalağa ve çokluk ifade eden Kerrare bâbından alındığını söyleyenler vardır. (bk. Sibeveyh, el-Kitâb, 4/79, er-Radî, Şerhu'ş-Şâfiye, 1/167)
3 Bk. Lisânü'l-Arab, kerrare md.
4 el-Bürhân, 3/10.
5 Zerkeşî, el-Bürhân, 3/9; Suyutî, el-İtkân, 3/197.
6 Sözkonusu âyetler, sûrenin 67-68,103-104, 121-122, 139-140,158-159,174-175,190-191 numaralı âyetleridir.
7 Te'vilu Müşkili'l-Kur'ân, s.32.
8 Beyânü İ'câzi'l-Kur'ân, s. 39-40.
9 Miftâhü'l-Ulûm, s.592.
10 Meânî'l-Kur'ân, 3/287-288.
11 es-Sınaateyn, s. 199.
12 el-İzâh, s. 198.
13 Beyânü İ'câzi'l-Kur'ân, s. 52.
14 İ'câzi'l-Kur'ân, s.106.
15 es-Sahibi, s.341; Suyûtî, el-Müzhir, 1/332.
16 es-Sahibi, Fikhu'l-Luğa, s.350.
17 el-Bürhan 3/8-34; el-İtkân 3/193-206.
18 Suyuti, el-İtkan 3/204; el-Bağdadi, Hediyyetü'l-Arifîn, 2/148.
19 Zirikli, el-A'lâm, 6/210; Muhammed el-Hasnâvî, el-Fâsıla fi'l-Kur'ân, s.263.
20 Meâni'l-Kur'ân, 3/287.
21 Meâni'l-Kur'ân, 3/288.
22 Emâli el-Murtaza, 1/83.
23 Te'vilu Müşkil'i-Kur'ân, s.235, 236.
24 Düretü't-Tenzil, s.533.
25 Esrârü't-Tekrar, 221.
26 Düretü't-Tenzil, s.536.
27 Milâkü't-Te'vil, s. 1150-1151.
28 Lübâbü't-Te'vil, 7/254.
29 el-Bahrü'l-Muhît, 8/521.
30 Meâlimu't-Tenzil, 7/219-220.
31 el-Keşşâf, 4/267.
32 el-Bahrü'l-Muhît, 8/488.
33 Te'vilu Müşkil'i-Kur'ân, s.239.
34 Düretü't-Tenzil, s.533; el-Kirmâni, Esrârü't-Tekrar, s.213.
35 Medâriku't-Tenzil, 3/195.
36 Envârü't-Tenzil, 2/449.
37 el-Hatib el-İskâfî, Dürretü't-Tenzil, s. 463; el-Kirmânî, Esrârü't-Tekrar, s. 198; Nesefi, Medarikü't-Tenzil, 4/214.
38 et-Tefsiru'l-Kebir, 29/97.
39 Te'vilu Müşkil'i-Kur'ân, s.232, 234.
40 es-Sahibî, s.343.
41 el-Bürhan, 3/25; el-İtkân, 3/204.
42 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1277.
43 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1277.
44 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 144.
45 el-Mu'cizâtü'l-Kur'âniyye, s.166.
46 Mesnevi, s.206.
47 el-Mu'cizâtü'l-Ahmediyye, s.25,155,186,201; Mesnevi, s. 77,156,230,374.
48 el-Mu'cizâtü'l-Kur'âniyye, s.7.
49 el-Mu'cizâtü'l-Ahmediyye, s. 186.
50 el-Mu'cizâtü'l-Kur'âniyye, Mesnevi, s.374; İşârâtü'l-İ'câz, s 28; s.8; el-Mu'cizâtü'l-Ahmediyye, s.186.
51 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1155.
52 Risale-i Nur Külliyatı, s. 160.
53 Risale-i Nur Külliyatı, s. 95.
54 Risale-i Nur Külliyatı, s. 972.
55
56 el-Mu'cizâtü'l-Ahmediyye, s.187.
57 Meyve, s.81-98.
58 el-Mu'cizâtü'l-Kur'âniyye, s.179-204.
59 Mesnevi'de (s.230-231) Bediüzzaman'nın Kur'ân İ'câz'ını işlediği ve Lemalar adlı eserinde tekrarın hikmetine değindiğine dair bir işaret vardır, ancak ben müttali olamadım.
60 Risale-i Nur Külliyatı, s. 972.
61 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 125.
62 Mesnevi, s.142.
63 el-Mu'cizâtü'l-Ahmediyye, s.188; Mesnevi, s. 376.
64 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973,
65 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 393.
66 Risale-i Nur Külliyatı, s. 95.
67 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 541.
68 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
69 Risale-i Niur Külliyatı, s. 95-96.
70 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 220.
71 Risale-i Nur Külliyatı, s. 976.
72 Risale-i Nur Külliyatı, s. 96.
73 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 254.
74 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
75 Risale-i Nur Külliyatı, s. 96.
76 Risale-i Nur Külliyatı, s. 96.
77 Risale-i Nur Külliyatı, s. 975.
78 Risale-i Nur Külliyatı, s. 96.
79 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1167.
80 Risale-i Nur Külliyatı, s. 976.
81 Risale-i Nur Külliyatı, s. 441.
82 Risale-i Nur Külliyatı, s. 972.
83 İşârâtü'l-İ'câz, s 277.
84 İşârâtü'l-İ'câz, s 49.
85 el-Mu'cizâtü'l-Kur'âniyye, s.188 ve 199.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
RİSALE-İ NURA GÖRE KUR'ÂN-I KERİMDEKİ TEKRARIN EDEBÎ YÖNÜ
Prof. Dr. Hasan al-Amrani 1
Mukaddimeler:
Birinci Mukaddime: Tekrarın lügat ve terim anlamı
Kâf ve râ harfleri Arap dilinde, bir araya getirme ve tekrar etme manalarına delalet eder. Bu bağlamda olmak üzere: Kerertü, yani, daha önce yapılan bir şeye dönüp onu yeniden ele aldım, denir. İfade ettiğimiz gibi, fiil bu manasıyla, bir şeyi tekrar tekrar yapmak anlamına gelmektedir. 2
Masdar olan ve kerra(aleyhi) yekirru, kerran şeklinde çekimlenen el-kerru, hurma ağacına çıkmak için kendisine tutunulan ip/urgan manasına gelmektedir. Çoğulu kurûr olan bu masdar aynı zamanda yelken ipleri manasına gelmektedir. 3
Yine el-kerru dönüş/ rücû manasına gelmektedir. Kerrare el-şey'e ve kerra-kerrahü, bir şeyi tekrar tekrar yaptı, anlamına gelmektedir. El-kerratü: Bir defa manasına gelmektedir ki, çoğulu kerrât şeklinde kullanılmaktadır. Aynı şekilde kerrartü aleyhi el-hadîse ve kerkartühü: "Olayı karşı tarafa tekrar tekrar anlattım manasına gelmektedir."
El-Cevheri şöyle der: Fiil, kerrartü eş-şey'e tekrîren ve tekrâren şeklinde kullanılır. Ebu Said ed-Darîr: Ebu Amr'a şöyle bir soru soruldu: Tef'âl ve Tif'âl vezinleri arasındaki fark nedir? Ebu Amr cevaben: Tif'âl isim vezni iken, tef'âl masdardır. 4
Râğıb'ın Müfredât'ında şöyle bir ibareye yer verilir: el-Kerru, katlamak ve dürmek manalarına gelir, dürülen ve katlanan ipe kerrun denir. Bu kullanım aslında masdar olup sonradan isim halini almıştır, çoğulu kurûr şeklindedir. Arkasından Râğıb el-İsfehânî şu ayetlere yer verir: (Bunun ardından sizi onlara tekrar galip getireceğiz)(keşke tekrar geriye bir dönüşümüz olsa da inananlardan olsak derler.)( Uyanlar: "Keşke bizim için dünyaya tekrar bir dönüş olsa da..)( "Keşke benim için tekrar bir dönüş imkanı bulunsa da iyilerden olsam" ) 5
Bu fiil Kur'ân-ı Kerim'in değişik yerlerinde geçmiştir: Derler ki: "O takdirde bu zararına bir dönüştür." (Nâziât, 12); Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak; ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer.(Mülk, 4)
Sözlüklerde geçen manalar dikkatle incelendikten sonra, kerra fiilinin bir araya getirme, tekrar etme, dönüp yeniden ele alma ve bir şeyi başka bir şeye sarma ve dolama gibi manalar etrafında dönüp dolaştığını görürüz. Konuştuğumuz kelam için de aynı şey söz konusudur; zira kelam da tekrar edilir ve ip vasıtasıyla hurma ağacının tepesine ulaşılmaya çalışıldığı gibi, kastedilen manayı kuvvetli bir şekilde ifade etmek için sözler bir araya getirilir.
İkinci Mukaddime: Tekrar, lafız ve mana eksenli bir olgudur:
Tekrar üslûbunun önemine ve cahiliyye döneminden beri kelam içerisinde çok kullanılan bir üslûp olmasına rağmen, belağat/edebîyat araştırmacıları bu üslûbun manası üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmamışlardır; onlar bu üslûbun önemini vurgulamış ve çeşitleri üzerinde biraz ayrıntılara girmişlerse de, söz konusu üslûbun delaleti çok vâzıh olduğu için, konu üzerinde istenilen oranda durmayıp genel şeyler söylemişlerdir. Nitekim İbn Reşîk el-Umde adlı eserinde konuya değinmiş ve şu kısa açıklamada bulunmuştur: "Tekrar üslûbunun gayet uygun olduğu yerler olduğu gibi, uygun düşmediği yerler de vardır. Bu üslûp manalardan ziyade, lafızlarda daha çok görülür, manalarda görüldüğü yerler daha azdır. Lafız ve mana bir arada tekrar edilecek olursa, bu bir musibet demektir." 6
İbn Reşik, Kur'ân-ı Kerim'den ve Arap şiirinden bazı örnekler vermiştir; Arap şiirinden manaların tekrarına yönelik misalleri İmruu'l-Kays'tan, 7 beyitlerin tekrarına yönelik misalleri Ebu Kebir el-Huzeli'den 8, hoş olmayan ve ayıp kabul edilen misalleri de Ebu Temmâm'ın 9 şiirlerinden vermiştir. İbn Reşik, İbnu'l-Mu'tez'in el-Bedî' adlı kitabında işaret ettiği ve Ebu Osman el-Câhiz'a nisbet edip kelamda tekellüf ifadesi olduğunu savunduğu el-mezhebu'l-kelami 10 diye bilinen tekrar türüne değinmemiştir. Onun için Kur'ân-ı Kerimde bu tür misallere rastlamıyoruz.
Üçüncü Mukaddime: Şiirde Tekrar
Cahiliyye döneminden beri Arap şiiri tekrar üslûbuna çokça yer vermiştir, dolayısıyla bu üslûp Arapça'da bilinen bir üslûp olup değişik kullanımları ve farklı sebepleri olan bir üslûptur. Muasır araştırmacılardan değerli hocamız Abdullah et-Tayyib'i, Arap şiirinde tekrar üslûbu üzerinde en çok duran kişi olarak görüyoruz, değerli hocamız bu üslûbun bir taraftan îkâ/melodi ile bağlantısını kurarken, diğer taraftan da mana ile münasebetini ortaya koymaktadır, kendileri bu üslûbu şöyle açıklamaya çalışır: "Kelamdaki akıcılık ve ahenk(insicam), üslûptaki renklilik ve tekrar ekseninde gerçekleştiğine göre, tekrar üslûbunun dışa yansıyan şekilleri, tekrar ve cinâs'tan öteye geçemez. Aynı şekilde üslûptaki renklilik/çeşitlilik de, tıbâk ve taksimden başka bir şey olamaz. Vezin ve kafiyeden sonra beyitteki musikinin bina edildiği dört nevi bunlardan ibarettir." 11
Tekrar üslûbunun mana boyutunu ise İbn Reşik şöyle ifade eder: "Tekrar üslûbunun ana maksadı hitabedîr, hitabeden kastımız da: Şairin tekrar üslûbuna başvurmak sûretiyle kompozisyonunun daha da güçlü bir hale gelmesini amaçlamasıdır." 12
İbn Reşik'a göre, tekrar üslûbunun çeşitlerini şöyle sıralamak mümkündür: "Şairlerin şiirlerinde başvurdukları tekrar üslûbunu aşağıdaki nevilerle sıralamak mümkündür:
1- Nağmelerin güçlendirilmesi amacına yönelik tekrar
3- Sûrî manaların güçlendirilmesine yönelik tekrar
3- Tafsili manaların güçlendirilmesi amacına yönelik tekrar" 13
Cahiliyye döneminde meşhur olan tekrar çeşitlerinden biri, beyitin bir dizesinin tümden tekrarıdır. El-Hâris b. Hillize'nin, kasidenin bir çok beyitinde yaptığı şu tekrar buna güzel bir misaldir:
Karribâ merbitu'n-neâmeti minnî
El-Muhelhel de ona karşılık vermek üzere şöyle der:
Karribâ merbitu'l-meşheri minnî
El-Muhelhel bu üslûba çokça başvuran şâirlerdendir. Onun:
Yâ buceyra'l-hayrâti lâ sulha hattâ dizesi ile, meşhur "r" kafiyeli râiyyesindeki:
Alâ en leyse adlen min kuleybin dizesi bu bağlamda zikredilebilecek misallerdir.
Dr. Abdullah et-Tayyib bunu nağme/melodi eksenli tekrarlar içerisinde mütala etmiş ve günümüz şiirlerinden, kasidenin kısımlarını birbirinden ayırmak üzere bir veya iki beyitin tümden tekrar edildiği tekrarları bu sınıfa dahil etmiştir. "Anlaşıldığı kadarıyla Arapça bu tür tekrarı tâ ilk dönemlerinde tanımıştır.. Arapçanın bu tür tekrar üslûbunu daha öncelerden tanıdığına işaret eden iki husus vardır: Birincisi, biz bu üslûbun benzerini Rahmân sûresinde geçen: O halde Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız! ayetiyle, Kamer sûresinde geçen: Biz Kurânı öğüt için kolaylaştırdık, hiç öğüt alan var mı! gibi Mekkî sûrelerin bazılarında görmekteyiz. Kur'ân-ı Kerim'in yeni bir üslûp çeşidiyle Araplara sürpriz yaptığı kanaatinde değilim, çünkü Kur'ân-ı Kerim bu tekrarı bu iki sûrede benimsediği, belli bir kural çerçevesinde kullandığı gibi, diğer sûrelerde de benzer tekrarları kullanmıştır... İkinci husus: Biz bu üslûbun izlerini cahiliyye dönemine ait mirastan elimizde bulunan şiirlerle, İslâm hatta İslâm öncesi döneme ait bazı şiirlerde rastlıyoruz." 14
Tekrar üslûbu günümüz şiirinde yeni bir boyut kazanmıştır. Söz konusu yeni boyut, Nâzik el-Melâike'nin dikkatini çekmiş ve kendileri bu konuyu Kadâya el-Şi'ri'l-Muâsır adlı eserlerinde tahlile tabi tutmuşlardır. Nazik el-Melâike şu tespitte bulunmuştur: "Günümüz şiirinde mevcut olan geniş çerçevesiyle tekrar üslûbu, dil ve üslûp araştırmalarında kendilerine dayandığımız klasik belagat kitaplarında işlenmemiş bir konudur." 15 Doğrusu bu tespit genel anlamda doğrudur, çünkü edebî bir üslûp olması hasebiyle tekrar, klasik belagat kitaplarında, beyan ve bedî'de yer alan üslûp ve ifade şekillerine kıyasla çok az bir yer tutmaktadır. Nazik el-Melâike tekrarın çeşitlerinden şunları saymaktadır:
1- Her beytin başında tek kelimenin tekrarı.
2- İbarenin tekrarı.
3- Bir beyitin tümden tekrarı.
4- Bir pasajın tümden tekrarı.
5- Harfin tekrarı.
Aynı şekilde araştırmacı Nâzik değişik çeşitleri ile tekrarın mana boyutu üzerinde de durmuştur. 16
Dördüncü mukaddime: İ'câz alimlerine göre tekrar
Tekrar üslûbu, Kur'ân-ı Kerim'de değişik formlarla yer alan belağî/edebî bir üslûp olunca, i‘câz alimleri -özellikle edebî(beyani) i'câzla ilgilenenler- konuyu ele alıp ayrıntılı bir şekilde tahlil etmeye herkesten daha çok muvaffak olmuşlardır, ancak şu kadarı var ki, İ'câz ile ilgili kitaplara göz atanlar, bu konuyla ilgili sadra şifa olacak bilgilere rastlamamaktadırlar. Kimisi tekrar üslûbuna çok seri bir şekilde değinip geçmiş, kimisi hiç dokunmamıştır. Konuya özel bir ilgi atfeden kimseler ise parmakla sayılacak kadar azdır.
Söylediklerimize misal olmak üzere el-Bakillâni'nin İ'cazü'l-Kur'ân adlı eserinde tekrar üslûbu ile ilgili kaydettiği hususları ele alacak olursak, kendisinin konuyu çok hızlı bir şekilde geçtiğini görürüz. Oysa el-Bakillâni, edebî i'câz noktaları üzerinde durmaya büyük bir önem veren müelliftir. Ebu Bekir el-Bakillâni şöyle der: (Belagat alimleri nezdinde bedî üslûplardan biri de tekrardır, bu bağlamda şâir şöyle der:
Hellâ seelte cumûa kindete yevme vellev eyne eyne?
Bir başka şâir ise şöyle der:
Ve kânet fizâretu teslâ binâ
Feevlâ fizârete evlâ fizârâ
Benzer kullanımı Kur'ân-ı Kerim'de de buluyoruz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Zorlukla beraber kolaylık vardır, evet zorlukla beraber kolaylık vardır. Aynı şekilde 'kul yâ eyyuhel kâfirûn' sûresinde de benzer tekrarlar vardır. Bu kullanımda tekrardan öte bir mana vardır; zira burada sonradan vuku bulacak hadiseleri önceden haber verme (gaybi ihbar) manası vardır.) 17
Görüldüğü üzere bu kullanım, çok dakik işaretler içermektedir; ancak konu çok özet ve veciz bir şekilde ele alındığı için, okuyucu bu konuyla daha çok ilgilenme ihtiyacı duymuştur.
Bediüzzaman ve Kur'ân-ı Kerim'deki Tekrarın Edebîliği
Tekrar üslûbu bir mucizedir:
Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrar üslûbu etrafında Bediüzzaman Said Nursî'nin yazdıkları inceleyecek ve i'caz alimlerinin tespitleriyle kıyaslayacak olursak, Bediüzzaman'ın onlardan bir kaç noktada daha öne çıktığı sonucuna ulaşırız.
Bunlardan birincisi, Bediüzzaman'ın Kur'ân-ı Kerim'deki tekrarın mucize olduğunu farketmesi.
İkinci olarak, Bediüzzaman'ın tekrar üslûbunu daha öncekilerden farklı ve onların ulaşamadığı bir tarzda açıklamasıdır.
Üçüncü olarak, Bediüzzaman, tekrar üslûbunun belagat/mana yönünü çok güzel tespit etmiş, nevîlerini sınırlamış, sebeplerini araştırmış, farklı formlarını zikretmiş ve hikmet yönünü istinbat etmeye çalışmıştır.
Dördüncü olarak, Bediüzzaman Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrarların, sadece şekil itibariyle bir tekrardan ibaret olduğunu ortaya koymuştur.
Bütün bunlar, bilebildiğim kadarıyla, daha öncekilerin değinmediği farklı hususlardır.
Bediüzzaman, bütün mucizelerin kaynağı Hz. Peygamber (s.a.v.)'in en büyük mucizesi olan Kur'ân-ı Kerim'in tahdit edilemeyen i'câz vecihlerinden kırk tanesine işaret etmiş ve tekrar üslûbunu da bu icâz vecizelerinden biri olarak değerlendirmiştir.
Bediüzzaman şöyle der: "Tekrarı iktiza eden dua ve dâvet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla, güzel, tatlı tekraratıyla birtek cümlede ve birtek kıssada ayrı ayrı çok mânâları, ayrı ayrı muhatap tabakalarına tefhim etmekte… bir nevi i’câzını gösterir.” 18 Bir başka ifadesinde Bediüzzaman tekrar üslûbunu şöyle vurgular: "Gayet kuvvetli bir i’câz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hâle gayet mutabık bir cezâlettir, bir fesâhattir." 19
Acaba bu i'câzın tezahür ve tecellileri nelerdir?
Tekrar çeşitleri
Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrar üslûbu iki çeşittir:
1 Cümle tekrarı
2 Kıssaların tekrarı
Birinci çeşit: Bu çeşit İbn'u Reşik'in lafzi tekrar diye isimlendirdiği ve "çoğunlukla manadan ziyade lafızlarda vuku bulduğunu ifade ettiği" 20 çeşittir, "O halde Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz", şeklinde Rahman sûresinde yer alan bu ayet-i kerime, bu neviden zikredilecek mu'ciz bir tekrardır ki, Allah Teâlâ insan ve cinlere olan nimetlerini andıkça bu ayeti tekrar etmiştir." 21 Bu lafzi tekrar veya Bediüzzaman'ın ifadesiyle cümle tekrarı, mana ile sıkı irtibatı olan bir tekrardır, çünkü bu tekrar "yüksek i’câzı ve şümulü gösterir" 22.
Dolayısıyla cümle tekrarı, nesillerin ve asırların yenilenmesiyle söze bir yenilik kazandırmaktadır, zira sadece Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde yaşayan nesillere yönelmekle kalmıyor aynı zamanda "Belki bir küllî düsturun efradı olarak her asırda ve her tabakaya hitap ederek taze nazil oluyor" 23.
Aynı şekilde ayetlerin sonlarında çokça tekrar edilen kelime ve ifadeler de bu nevidendir "Ve bilhassa çok tekrarla ‘ezzâlimîn…, ezzâlimîn…’ deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine, kavm-i Âd ve Semûd ve Fir’avunun başlarına gelen azaplarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Mûsâ Aleyhimesselâm gibi enbiyanın necatlarıyla tesellî veriyor." 24.
Böylece bu bağlamda yer alan tekrar üslûbu ikili bir işlev görmektedir, bir taraftan mantûk olan(lafzen anılan) ezzalimin... ezzalimin... şeklinde irad edilen tekrar kâfirlerin başına tokmak gibi inerken, diğer taraftan da mefhumun delaletiyle (mana boyutuyla) mü'minleri teskin ve teselli etmektedir.
İşte bu mu'ciz tekrar üslûbu, Müslûman olmayanın ve özellikle Arap olmayanın idrak edemeyeceği bir üslûptur. Thomas Charlayr Kahramanlar adlı kitabında, Resûl görünümünde kahraman diye isimlendirdiği nefis bir bölümde Hz. Peygamber(s.a.v.)'in kişiliğini ele almış, ona uygun gördüğü bütün faziletleri nispet etmiş ve batının bâtıl olarak ileri sürdüğü birçok iftirayı reddetmiştir. Bu müellif Kur'ân-ı Kerim'e gelince, Kur'ân-ı Kerim'in fesahat ehli Araplar üzerindeki tesiri ile batılılar üzerindeki tesirini birbirinden ayırma ihtiyacını hissetmiş, bu bağlamda Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar üslûbuna dikkat çekmiş ve şöyle demiştir: "Kur'ân'a gelince, Müslûmanların ona aşırı hayranlıkları ve onun mu'ciz bir kelam olduğunu söylemeleri değişik toplumlarda farklı zevklerin varlığına en büyük delildir. Bir de şu da var ki, tercümenin, edebî sanat ihtiva eden kompozisyonun güzelliklerinin bir çoğunu alıp götürdüğü de bir gerçektir, onun için Avrupalı, Kur'ân okurken büyük bir meşakkat çeker diyecek olsam, bu hiç kimseye garip gelmemelidir, zira o gazeteleri okuduğu gibi Kur'ân'ı okur, bu kimse, anlayabileceği bir cümle bulayım diye, gazetelerde sıkıcı ve yorucu sözlerle dolu uzun uzun sayfalar karıştırır. Ama Araplar bunun tam aksi istikametinde Kur'ân'a bakarlar, çünkü Kur'ân ayetleriyle kendi zevkleri arasında bir örtüşme söz konusudur. Ve çünkü tercüme, Kur'ân'ın güzelliğini ve revnakını alıp götürür. Onun için Arap, Kur'ân-ı Kerim'i muciz bir kelam olarak görmüş ve en dindar Hıristiyanın İncil'e atfetmediği övgüleri Kur'ân'a atfetmiştir" 25.
Şu halde Charlil, batılıların, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrar üslûbunun bir sıkıntıya sebep olduğunu ve sözü sıkıcı ve çekilmez hale getirdiğini itiraf etmektedir. Ancak arkasından, bunun sebebinin, tercümeyle yok olan ve asıl metindeki hüsün ve revnakı alıp götüren şey olduğunu ortaya koyar. Bu noktadan hareketle, Kur'ân tercümesinin gerçekte Kur'ân olmadığı ve Kur'ân'ın belagatını ve edebî i'câzını -ki tekrar üslûbu bunlardan biridir- ancak Arapça'dan büyük bir nasibi olan kimselerin anlayabileceğini anlamış bulunuyoruz.
Charlil'in andığı, Bediüzzaman hazretlerinin de tespit edip açıkladığı ve üzerinde çok durduğu iki husus vardır; birincisi, tekrardan kaynaklanan bıkkınlık meselesiyle irtibatlıdır. Doğrusu, herhangi bir söz çok tekrar edilirse, bu bıkkınlığa ve sıkıntıya sebep olur, ancak Allah'ın kelamı böyle değildir, zira O, tekrar edildikçe eskimeyen Kitap'tır. Hadis-i Şerif'te ifade edildiği gibi, hatta tekrar edildikçe yenilenen, güzelliği ve büyüklüğü daha da artan bir kitaptır, bu tekrar onun i'câz vecihlerinden biri haline gelir. Bu bağlamda Bediüzzaman şöyle der: "Kur’ân öyle hakikatli bir halâvet göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ân’ı tilâvet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş." 26. Bu alıntıda Bediüzzaman'a ait benzersiz bir üslûp ile karşılaşmaktayız, kendisi burada derin bir manayı çok somut bir şekilde ortaya koymaktadır. Ortaya koyduğu fikri pekiştirmek ve çok somut bir şekilde ortaya koymak için bize somut misaller arzetmektedir, böylece soyut ile somut noktaları bir araya getirmiş ve kullanmıştır. Zira Bediüzzaman, kaynağı Kur'ândaki tekrar üslûbu olan aklî bir lezzeti açıklarken, tekrar edilmesi ve çok yapılması halinde en lezzetli şeylerin dahi, bıkkınlığa sebebiyet vereceği hususuna işaret ediyordu. Bu anlatım çerçevesinde, en lezzetli şeyler diye andığı şey, hissi/somut kavramlar içerisinde değerlendirilmekteydi. Bu çerçeve içerisinde hemen zihinlerimiz, Allah Teâlânın İsrailoğullarına yemek olarak verdiği kudret helvası ve bıldırcın etinden müteşekkil en güzel nimetin, içine düştükleri küfürden dolayı, ondan bıkmaya ve sıkılmaya başladıklarını ve Musa (a.s)'a: "Biz tek çeşit yemeğe dayanamayacağız" dedikleri hususunu hatırlamaktadır. 27
İkinci husus ise, Kur'ân-ı Kerim'in tercümesinin mümkün olmadığıdır. Bediüzzaman bu gerçeği Risale'lerinin bir çok yerinde uygulamış ve Kur'ân-ı Kerim'i tercüme etmek isteyen bazı kimselerin 28, Kur'ân'ın zaruri olmayan tekrarları insanlar tarafından görülsün diye, kötü niyetlerini açığa vurmuş ve onları kararlı bir şekilde ve kesin dille onları reddederek şöyle demiştir: "Kur’ân’ın hakikî tercümesi kabil değil, ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mucizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz" 29. Malumdur ki, kelam lafız ve manalardan oluşmaktadır. Tercüme dediğimiz şey de manayı nakletme gayretinden ibarettir; lafız ve lafzın imâ ettiği hususlar ise tercümesi mümkün olmayan şeylerdir. Nitekim el-Câhiz da, şiirin tercüme edilemeyeceğine dikkat çekmiştir, zira "şiir (Arabın hikmeti) başka bir kelema tercüme edilecek olursa, bütün manalar tercüme edilen dile yansıtılsa da, kelamın mu'ciz yönünü temsil eden vezin yok olacaktır." 30. Geometri, matematik , astroloji ve dilbillim ile ilgili kitaplarda da aynı durum söz konusudur, "durum böyle olunca, Allah Teâla hakkında caiz olan ve olmayan bilgileri nakleden din ile ilgili bilgiler veren Kitap'lar nasıl böyle olmasın ki.." 31
Tilavetin Tekrarı:
Bediüzzaman Said Nursî, kendisinden önceki müelliflerde hiç rastlamadığım önemli bir hususu gündeme getirmektedir, o husus da, tercümenin bizzat Kur'ân'ı konu edinmesi durumunda sadece lafız ve mana ile sınırlı kalmayacağını, aynı zamanda üçüncü önemli ve latif bir hususun devreye gireceğini, bu hususun da tekrar üslûbuyla ilgili bir husus olduğunu vurgulamaktadır, ancak bu tekrar farklı bir tekrardır: Tilavetin tekrarıdır. Muhatabına iman eksenli manevî bir esinti kazandıran tekrar, bu tekrardır ve bu tekrarın muhataba kazandırdığını hiçbir tercümenin kazandıramaz, zira bu durumda tilavet edilen Allah Kelamıdır. Böylece bu kelamın tilavetinden bir takım feyiz ve bereketler neş'et etmektedir ki, indirildiği apaçık Arapça dışında okunması durumunda söz konusu feyiz ve bereketlerin asgari miktarda gerçekleşmesi hiç mümkün müdür?! Bu tilavet manaya sûret niteliğinde olan lafzı bir adım öteye götüren bir tilavettir, bu tilavet, aynı zamanda manayı da bir adım geçip ruhun derinliklerine kadar sızan bir tilavettir. İşte bütün bunlar tekrar ile perçinleşmektedir. Üstad Nursî kendi şahsi tecrübesini nakletme bağlamında bize şunları ifade eder: "Sûre-i ihlası Arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki, bendeki mânevî duyguların bir kısmı, birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mânâ tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, mânevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder.
Ve hâkezâ, git gide, o tekrarda yalnız bir kısım letâif kalır ki, pek geç usanıyor; devam eder, daha mânâya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lâfız ve lâfz-i müşebbi’ olduğu bir meâl-i icmâlî ile ve isim ve alem bulundukları mânâ-yı örfî onlara kâfi geliyor. Eğer mânâyı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir.
Ve o devam eden lâtifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cilt hükmündeki lâzıfları onlara kâfi geliyor ve mânâ vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lâfızlar ile, kelâmullah ve tekellüm-ü İlâhî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.
İşte, kendim tecrübe ettiğim şu hâlet gösteriyor ki, ezan gibi ve namazın tesbihâtı gibi ve her vakit tekrar edilen Fâtiha ve Sûre-i İhlâs gibi hakaikleri başka lisanla ifade etmek çok zararlıdır." 32
Son derece önemli olduğu için, uzun olmasına rağmen bu alıntıyı nakletme ihtiyacı hissettiğimi ifade etmek isterim. Yukarıda alıntı yaptığımız metinde Kur'ân-ı Kerim'in tekrar tekrar tilavet edilişinin faziletini beyan ve bunun insanın manevî dünyasında yarattığı rahmâni feyizleri dile getirilmektedir. Aynı şekilde metinde histen akla, oradan kalbe, oradan da bütün bunların ötesinde var olan gizli latifelere uzanan idrak dereceleri tahdid edilmektedir. Buna göre his âlemi duyma safasına gelip durduğunda, akıl manadan hissesini alıp bıkkınlık duymaya başladığında ve kalp de tekrardan nasibini alıp sükûna erdiğinde, söz konusu gizli latifeler canlı ve diri kalır, tekrar onun sadece ışıldamasını arttırır. Bütün bunlar da sadece Allahın Kelam'ını, Peygamber'ine indiği şekilde aynı lafızla okunmasından kaynaklanmaktadır. İşte bunlardan dolayı her tercüme "eksik manalıdır, hatta nakıs ve asıl metni ifade etmekten acizdir" 33
İkinci çeşit tekrar: Kıssaların tekrarıdır, 34 Kur'ân-ı Kerim kıssaları, davet için edebî bir üslûp olarak kabul edilir: "Sana bu Kur’ân’da vahyettiklerimizle, kıssaların en güzellerini anlatıyoruz. Daha önce ise sen bunları bilmiyordun." 35
Davetin merkez noktasında yer aldıkları için Kur'ân-ı Kerim'de en çok yer alan kıssalar peygamber kıssalarıdır. İsrailoğullarının sergilediği inat, küfür ve nankörlükleri tasvir eden Musa (a.s) ile ilgili kıssalar muhtemelen Kur'ân-ı Kerim'de en çok tekrar edilen kıssalardır. Musa (a.s) Kur'ân-ı Kerim sûrelerinin otuzdördünde zikredilmekte olup, O'nunla ilgili kıssalar bazen özet, bazen ayrıntılı bir şekilde verilmektedir. O'nunla ilgili kıssaların ayrıntılı bir şekilde zikredildiği sûreler Tâhâ, Kasas, Bakara, A'râf ve Şuarâ sûreleridir. Bu sûrelerde geçen kıssaları derin bir şekilde teemmül eden kimse, Bediüzzaman'ın "sadece sûrette tekrar vardır" şeklinde tespit ettiği görüşe ulaşır. Dolayısıyla, her sûre bize kıssanın farklı yönlerini sunmakta ve daha önce yer verilmeyen sahneleri işlemektedir. Diğer taraftan, her tekrarda kıssanın farklı bir yönü üzerinde vurgu yapılır; bazen bir kıssada Musa (a.s)'ın doğuşu, yetişmesi, büyümesi ve peygamberliğe mazhar olması üzerinde vurgu yapılırken, bir diğerinde kâfirlerin sergiledikleri inat ve uğradıkları akıbetin tasviri üzerinde yoğunlaşılır, bazen çok farklı bir sahne -Firavun ailesinden eden kimseye ait olan sahne- mü'min sûresinde belirirken, bazen de Tâhâ sûresinde Sâmirî ve İsrailoğullarının buzağısı daha ön plana çıkar ve böylece her anlatımda farklı noktalar üzerinde vurgu yapılır.
Böylece, kıssanın tekrar edildiği her yerde yeni bir mana gündeme gelmekte, tasvir edilen her sahnede yeni bir ibret sahnesi sunulmakta ve her defasında farklı bir mana üzerinde vurgu yapılmaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Musa (a.s) kıssası, mesela değişik sûrelerde bir çok defa tekrar edilmektedir, ama bu tekrarların birinde asıl maksat tevhid anlayışını ve duru akideyi perçinlemek şeklinde tecelli ederken, bir diğerinde ilâhî kudretin ispatı ön plana çıkmaktadır. Bazen de kıssa hak ile bâtıl arasında cereyan eden mücadeleyi tasvir edip mü'minlerin elde ettiği sonuç ile, kâfirlerin duçar olduğu akibet daha ön plana çıkarılmaktadır. Bazen de Allah Teâlâ'nın müttakilere inayeti anlatılırken, bir başka yerde dinin bir olduğu ve ilâhî mesajların birden çok olduğu ortaya konmaktadır, bir başka kıssada ise, Allah'a yapılan çağrı metodudun birliği üzerinde durulmaktadır...
Tekrar Üslûbunun Sırları:
İnsan, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrar üslûbunun sırrı ve bu üslûbun diğer beşeri üslûplarda olduğu gibi, bıkkınlığa neden yol açmadığını kendi kendine sorabilir.. Risale-i Nur Külliyatını dikkatli bir şekilde tetkik etmemiz sonucunda, Kur'ân'daki tekrar üslûbunun arkasında birtakım sır, sebep ve etkenlerin varlığını anlarız ki, bunları şöyle özetlemek mümkündür:
Modern edebîyat teorileri edebî bir metni ele aldığı zaman, onu, edebî metnin unsurları olan hitab/söz, sözü söyleyen ve sözü algılayan gibi unsurlardan ayrı olarak ele almamaktadır. Yani sözü, muhatap ve muhatabın sözü algılayış süreci bağlamında ele almaktadır. Tekrar üslûbunun, Said-i Nursî'nin ifade ettiği veçhile, edebî yönünü tahlil ederken, O'nun bu yukarıda saydığımız unsurlara büyük önem verdiğini ve tekrar üslûbundaki i'cazın buna râci olduğunu görürüz.
1-Hitabın/sözün kaynağı: Sözün kaynağının, yani söz sahibinin, bizzat sözün tabiatı üzerinde büyük bir önemi vardır, onun için söz, evvela gücünü sözü söyleyenden alır, sözü söyleyen/söz sahibi Allah Teâlâ olunca da, sözün son derece büyük bir kuvveti ve tesiri söz konusudur. İşte tekrar üslûbu böyle bir kaynaktan gelince, ki o da Allah Teâlâ'dır, o zaman başkasından sâdır olması durumunda aynı tesiri icra edemeyecek büyük bir tesiri olur.
Said-i Nursî, özellikle Kur'ânî hitap şeklinden bahsederken, bu husus üzerinde çok durmuş, ayrıntılı açıklamalarda bulunmuş ve "Tabaka-i kelâmın ulviyeti, kuvveti, hüsnü ve cemâlinin menbaı dörttür: Mütekellim, muhatab, maksat ve makamdır; ediblerin yanıldıkları gibi, sadece makam değildir. Sen, kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Hangi makamda söylemiş? olduğuna bak" şeklinde izah etmiştir. 36 Onun için Bediüzzaman "Kur’ân-ı Kerîm başka kelamlara kıyas edilmez" şeklinde bir sonuca varmıştır 37, çünkü, "Hakiki ve nâfiz bir emir, kudret ve iradeyi tazammun eder." 38
2- Hitabın tabiatı: Sözün kaynağı ile irtibatlı olan ikinci hususta hitabın/sözün tabiatıdır. Sözün kaynağı Allah Teâlâ olunca, sözün tabiatı da İlâhî olmaktadır. Bundan dolayı da söz hem kuşatıcı hem de çok çeşitli olmuştur. Tekrar üslûbu da bu çeşitliliğin ve kuşatıcılığın tabii bir sonucu olarak varid olmuştur, zira Kur'ân-Kerim "Tekrarı iktiza eden dua ve dâvet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla… bir nevi i’câzını göstermiştir." 39
3- Hitabın / sözün yenilenmesi: Kıyamet gününü yalanlayan kâfirler Hz. Peygamber’i (s.a.v.) farklı yalanlama üslûplarıyla karşılıyorlardı: Bazen mükerrer veya birbirine benzer sorular soruyorlardı ki, bu tür bâtıl şüphelere karşılık vermek ve şekil itibariyle mükerrer, içerik itibariyle yeni olan bu sorulara cevap vermek gerekiyordu. Söz konusu inatçı kâfirlerin en çok karıştırdıkları şüphelerden biri de öldükten sonra dirilme meselesidir. Biz meseleyi tetkik ettiğimizde, Kur'ân-ı Kerim'in bu konuda çok ayrıntılı bilgilere yer verdiğini ve söz konusu sapık ve kâfir kimselerin iddialarını çok somut şekillerde çürüttüğünü görürüz. Misal olmak üzere şu ayetleri zikredebîliriz: İnsan: "Çürümüş kemikleri kim yaratacak" diyerek, Bize misal vermeye kalkar? De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir." (Yâsin, 78-79); Şaşacaksan, onların: "Biz toprak olunca mı yeniden yaratılacağız?" demelerine şaşmak gerekir.(Ra'd, 5); Puta tapanlar: "Toprağa karışıp yok olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?" derler. Evet; onlar, Rab'lerine kavuşmayı inkar edenlerdir.(Secde, 10); Biz ilk yaratışta yorulduk mu? Hayır; onlar yeniden yaratılmaktan şüphe etmektedirler. (Kâf, 15); İnkar edenler, insanlara: "Size, siz parça parça dağılıp yok olduğunuz zaman yeniden dirileceğinizi haber veren bir adam gösterelim mi?(Sebe', 7); . "Biz kemik ve ufalanmış toprak olduğumuz zaman, yeniden mutlaka dirilecek miyiz? derler. (İsrâ, 49 ve 78)
Bediüzzaman şöyle der: "İhtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere (Kur’ân-ı Kerîm) cevap vermiştir." 40
4- Muhatabın yenilenmesi: Hitap muhatabın yenilenmesiyle yenilendiği gibi, soruların yenilenmesiyle de yenilenir. Kur'ân-ı Kerim asırlar boyu bütün insanlık için bir hidayet Kitabıdır. Onun ayetlerini inkar eden inatçı kâfirler de her asır yenilenmektedir. İşte mekan ve zaman itibariyle uzakta bulunan bu gruplara hitap etmek üzere Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar üslûbu sanki yenilenmiş olmaktadır, onun için Kur'ân-ı Kerîm'i "mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren" 41 bir kitap olarak buluyoruz.
5- Mana ve ibretlerin yenilenmesi: Kur'ân-ı Kerim, beliğ tek bir cümleyi veya herhangi bir kıssayı tekrar etmek sûretiyle mana ve ibretleri bir daha yenilemektedir."O halde Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin veya kıssalarının her tekrarında yeni bir mânâ ve yeni bir ibret vardır." 42
6- İfade şeklinin yenilenmesi: Kur'ân-ı Kerim'in ele aldığı cüz'i hadiselerin sadece belli zaman ve şahıslarla irtibatlı olduğu düşünülebilir. Ancak derin bir tetkik Kur'ân-ı Kerim'de yer alan i'caz vecihlerinden birinin "Cüz’î ve âdi bir hâdisede en cüz’î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyette ve tedvin-i şeriatta Sahabelerin cüz’î hadiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında, hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyetin ve şeriatın tesisinde o cüz’î hadiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i’câzını gösterir." 43 olduğunu ortaya koyar. Böylece, şartların, zamanın ve insanların yenilenmesiyle, ifade şeklinin yenilendiği görülür.
Tekrar üslûbunun formları:
Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar üslûbu, hitap ettiği kimseler noktasında bir takım aşamalar halinde varid olmuştur ki, bu formları şöyle sıralayabiliriz:
1- İspat: Bu formda ifade edilen hitap, inatçı münkirlere yöneltilmiştir. Tekrar üslûbu bu formda, söz konusu kimselerin inkar ettiği hususları ispat etme maksadıyla, ancak azar ve tektir üslûbuyla ifade edilir. Bu formda ispat edilmeye çalışılan en önemli husus, Allah Teâlâ'nın Uluhiyyeti, Vahdaniyyeti, Kudreti ve İhatasıdır. Böylece Kur'ân-ı Kerim "Zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatın tek bir Zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu ispat edecek." 44
Mananın pekişmesi: Burada hitap mü'minlere yöneltilmekte olup, bir takım manaları zihinlerine yerleştirmeyi ve imanlarını arttırmayı hedeflemektedir. Kur'ân-ı Kerim kendi irşadlarını insanlara defalarca tekrar etme yoluna gider. Meselâ şu mânâyı zihinlere yerleştirmek ve kalblere tespit ettirmek için defalarca tekrar eder: "Koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek, dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak” 45
3- Beyan/izah: Tekrar üslûbu İbn Raşik'in ifade ettiği gibi, beşer kelamında bazen iyi bazen de kötü kabul edildiği halde, değişik formlarıyla Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrar, edebî formların en iyisini temsil eder. Onun için Kur'ân-ı Kerim, söz konusu cümle ve ayetleri "Kâinatı ve arzı ve semavatı ve anâsırı kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati hesabına gazab-ı İlâhiyi ve hiddet-i Rabbâniyeyi gösterecek." 46 İşte bunun gibi yerlerde de tekrar eder. Bu noktadan hareketle şu sonuca varıyoruz: "Binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i’caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hâle gayet mutabık bir cezâlettir, bir fesâhattir." 47
Tekrar üslûbunun hikmeti:
Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar üslûbunun tamamen belagat dolu olduğunu, tekrarın sadece lafızdan ibaret olduğunu ve herhangi bir bıkkınlığa sebep olmadığını ortaya koyduktan sonra, bu edebî hakikatin hikmetinin ne olduğunu kendi kendimize sormamız gerekir. İşte bu soruya cevap olarak Risale-i Nur'un değişik yerlerinde ayrıntılı ve doyurucu cevaplar bulabiliriz: Cümle ve ayetlerin tekrarının arkasında hikmet vardır, kıssaların tekrarının arkasında yatan bir hikmet vardır, Kur'ân-ı Kerim'in ahiret meselelerini ispat etmek, tevhidi telkin etmek ve beşeri ödüllendirmeye yönelik ileri sürülen binlerce delillerin arkasında hikmet vardır...
Kur'ân-ı Kerim tek bir sayfada, açıkça veya zımnen, tevhid gerçeğini yirmiden fazla vurgular. Bunu da makam gerektirdiği, muhatap ihtiyaç duyduğu ve beyan-ı belagat iktiza ettiği için gerçekleştirir. Bunun zımnında yatan hikmet, tekrar üslûbu ile, okuyucuyu tekrar tekrar kendisini tilavet etmeye şevklendirmektir, edebî gücü ve üstün belâgatı ile hiçbir bıkkınlığa meydan vermeden yerine getirir. 48
Daha sonra "Herbiri birer küçük Kur’ân olan ekser uzun sûre ve mutavassıtlarda ve çok sayfa ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kur’ân, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir ve iman ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun eder." 49 Onun altında yatan hikmet de şudur:"Rububiyet-i İlâhiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin bir nevi kıraati olan Kur’ân, elbette her makamda, hattâ bazen bir sayfada çok maksatları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlerinden ders verir." 50
Kur'ân-ı Kerim: küfredenler için cehennem ateşi vardır (Fatır, 36); zalimler için elim bir azap vardır (İbrahim, 22) gibi ve benzeri inzâr ve tehdit ayetleri defalarca tekrar eder.
Bu tekrarın altında yatan hikmette "Beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlûkatın hukuklarına öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anâsırı hiddete getirip tufanlarla o zâlimleri tokatlıyor." 51
Kıssaların, özellikle peygamber kıssalarının tekrarına gelince, Bediüzzaman bu hikmeti şöyle ifade etmiştir: "Asâ-yı Mûsâ gibi çok hikmetleri ve faydaları bulunan kıssa-I Mûsâ’nın (a.s.) ve sair enbiyanın (a.s.) kıssalarını çok tekrarında, risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) hakkaniyetine bütün enbiyanın nübüvvetlerini bir hüccet gösterip ‘onların umumunu inkar edemeyen, bu zâtın risaletini hakikat noktasında inkâr edemez" 52 O halde onların zikredilmesi, risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) ispatı için delildir.
Bu birinci hikmetten sonra diğer bir hikmet vardır ki, o da şudur: "Herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, herbir uzun ve mutavassıt sûreyi birer küçük Kur’ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkân-ı imâniye gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki muktaza-yı belâgattir ve hâdise-i Muhammediye (a.s.m.) bütün benî Âdemin en büyük hadisesi ve kâinatın en azametli meselesi olduğunu ders vermektir." 53 Böylece Bediüzzaman Said Nursî'nin istimbat ettiği üzere tekrar üslûbunun en önemli özellikleri şunlar olmaktadır:
1- Kur'ân'daki tekrar, usanma ve bıkkınlık vermeyen, tam aksine tekrar edildikçe güzelliği ve revnaklığı artan bir tekrardır.
2- Sadece lafız ve sûret noktasında tekrar söz konusu olup gerçekte, mana itibariyle tekrar yoktur ve söz konusu tekrar üslûba devamlı bir yenilenme ve aktivite kazandırmaktadır.
3- Üslûb'da yer alan tekrarların hepsi mu'cizdir ki, o da mu'ciz olan beyan vecihlerinden bir vecihtir.
Kanaatimce bu konuyu en güzel bir şekilde noktalayacak olan, yine Bediüzzaman'ın bizzat kendisidir: "İşte Kur’ân’nın tekrar edilen hakikatleri bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mucize-i mâneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder-meğer maddiyunluk tâunuyla marız-ı kalbe ve vicdan hastalığına müptelâ ola! ‘Kör adam, güneşin ışığını bilmez. Hasta ağız da suyun tadını almaz’ kaidesine dahil olur." 54
____________________
1949 yılında Vecde'de doğdu. 1981 yılında yüksek lisansını ve 1988 yılında Doktorasını tamamladı. Halen Vecde-Mağrib'te bulunan ve Muhammed el-Evvel Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Arap Dili ve Edebiyatı bölüm başkanıdır. Aynı zamanda Rabitatü'l-Edebi'l-İslami'nin üyesi ve Mağrib'te yayınlanan el-Mişkât dergisinin editörüdür. Çok sayıda telifleri ve divanları vardır.
2 Mu'cemu Mekâyîsi'l-Luğa, kerra maddesi.
3 İslâhu'l-Mantık, kerra maddesi.
4 Lisânü'l-Arab, kerra maddesi.
5 Mu'cem Müfredât elfâz el-Kur'ân, kerra maddesi.
6 el-Umde, s.683.
7 A.g.e, s.690
8 A.g.e, s.686
9 A.g.e, s.693
10 A.g.e, s. 691 vd.
11 el-Mürşid ilâ Fehmi Eş'âr el-Arab, s.494
12 A.g.e, s.495
13 A.g.e ve yer.
14 A.g.e, s.496
15 Kadâya eş-Şi'ri'l-Muâsır, s. 241
16 Daha geniş bilgi için adı geçen eserin ikinci bölümünde yer alan ikinci ve üçüncü başlıklara müracat edilebilir.
17 İ'câzü'l-Kur'ân, s.106.
18 Risale-i Nur Külliyatı, s. 972.
19 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
20 El-Umde, s. 683.
21 A.g.e, s.685.
22 Risale-i Nur Külliyatı, s. 972.
23 A.g.e ve yer.
24 Risale-i Nur Külliyatı, s. 972.
25 Kitâbü'l-Ebtâl, s. 91-92.
26 Risale-i Nur Külliyatı, s. 912.
27 "Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize, yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarmısak, mercimek ve soğan yetiştirsin" (Bakara, 2:61)
28 Said Nursî, şöyle der: “Bundan 12 sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kur’ân’a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: ‘Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.’ Yani, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş… Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı.” Risale- Nur Külliyatı, s.976.
29 Risale- Nur Külliyatı, s. 976.
30 el-Hayavân, 1/75.
31 A.g.e, 1/77.
32 Risale-i Nur Külliyatı, s. 508.
33 A.g.e ve yer. Yine Bediüzzaman şöyle der: “Kur’ân-ı Hakîmin hakikî tercümesi kabil olmadığını Yirmi Beşinci Söz ispat etmiştir. Hem mânevî i’câzındaki ulviyet-i üslûp ise tercümeye gelmez. Mânevî i’câzında olan ulviyet-i üslûp cihetinden gelen zevk ve hakikati beyan ve ifham etmek pek müşkül.” Risale-i Nur Külliyatı, s. 534.
34 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
35 Yusuf Sûresi, 12:3.
36 Arapça Mesnevî-i Nuriye, s. 78.
37 A.g.e ve yer.
38 A.g.e ve yer.
39 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
40 A.g.e ve yer.
41 A.g.e ve yer.
42 A.g.e ve yer.
43 A.g.e ve yer.
44 A.g.e ve yer.
45 A.g.e ve yer
46 A.g.e ve yer
47 A.g.e ve yer.
48 A.g.e ve yer.
49 Risale-i Nur Külliyatı, s. 975.
50 A.g.e ve yer.
51 A.g.e ve yer.
52 A.g.e, s. 976.
53 A.g.e, s. 537.
54 A.g.e ve yer.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
KUR'ÂN'IN EVRENSELLİĞİ VE BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ
Prof. Dr. Wahba Zuhayli 1
Alemlere uyarıcı olması için kulu Hz. Muhammed (a.s)'e Kur'ân'ı indiren Allah'a hamd olsun. Yüce Rabbi tarafından bütün insanlık için bir yol gsterici, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderilen güvenilir elçi Hz. Peygamber (a.s.)'e, onun âl ve ashabına salat-u selam olsun.
Bu "tebliğ", Kur'ân-ı Kerim'in Evrenselliği konusunu işlemeyi hedeflemektedir ki, bu husus, İslâmın önemli özelliklerinden ve Allah'ın kitabı Kur'ân'ın değer ölçülerinden biridir. Kur'ân-ı Kerim'i inceleyen herkes, derin bir araştırma ihtiyacını duymaksızın, ebedî bir dinin kaynağı olan Kur'ân'ın bu özelliğini kolayca idrak edebilir.
Her Müslümanın, bilhassa ilim adamlarının, Kur'ân'ın evrenselliğini iyice anlayıp içlerine sindirmeleri, güçleri nisbetinde her türlü imkânı kullanarak, onu pratik hayata geçirmek için, samimi bir gayret içerisinde olmaları ve böylece Allah'ın davetini bütün insanlara ulaştırmaları en başta gelen bir görevidir.
Böyle bir hizmet, Kur'ân'ı -arapça bilmeyenler için- tercüme etmek onun öğretilerinin güzelliğini anlatmak, tevhid inancına dayalı olan İslâmın o tertemiz inanç sistemini yaymak, İnsanların gücü nisbetinde Allah'a kulluk yapmalarını ve onun emirleri doğrultusunda hayatlarını tanzim etmelerine yönelik çaba göstermekle olur. Bu hususta, gerek fert ve gerekse toplum olarak ciddî bir gayretin içerisinde olmak kaçınılmazdır. İslâmın cihan-şümul öğretileri ile diğer beşeri doktirinler arasında yapılacak bir karşılaştırmada İslâm dininin üstünlüğü, fazileti ve meziyeti gözler önüne serilmiş olacaktır. Hiç şüphe yok ki, hakkı ve adaleti esas alan, insanın yaratılışını, psikolojik yapısını göz önünde bulunduran, ayrıca kendisine yöneltilecek her türlü itiraza karşı koyabilecek ilmî ve aklî donanıma sahip olan bir dinin en büyük özelliği, onun ebedî, her zaman ve her mekânda geçerli bir din olmasıdır.
Samimî, gayretli, Rabbanî âlim Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân'ın evrensel ufkunun anlaşılması için gerekli çabaların gösterilmesinin zorunlu olduğuna inanan, gönülleri tertemiz, akılları uyanık çok değerli ve pek mümtaz âlimlerden biridir.
Nursî (1293-1379 h. /1876-1960 m.) hicrî 14, miladî 20. asırda -İslâma, onun düşünce sistemine ve İslâm devletine her türlü hücumların yapıldığı en kötü bir devirde- yaşamıştır. Bilindiği üzere o devirde, Sultan II. Abdulhamid'in başında bulunduğu Osmanlı Devleti "hasta adam" olarak kabul edilmiş, ölmesi için türlü türlü hilelere başvurulmuş, şark meselesi gibi problemler, tekrar tekrar ısıtılıp ortaya getirilmiştir.
Nursî, birinci ve ikinci dünya savaşlarının trajedik sonuçlarını, Osmanlı Devletinin, Balkan ve Ortadoğudaki topraklarını kaybettiği, yüzbinlerce vatan evladının öldüğü, doğudan batıya uzanan İslâm devletinin küçülüp kabuğuna çekildiği ve en sonunda yıkılıp tarih sahnesinden çekildiği o acı günleri yaşamış bir kimsedir. (M.K.A. tarafından 1924'te gerçekleştirilen hilafetin kaldırılması, şapkanın getirilmesi, arapça ezanın yasaklanması ve devletin laikleşmesi gibi hadiseleri de yakından müşahede etmiştir). Bütün bunlara rağmen Nursî (r.a.), hiç bir zaman bu olaylar karşısında pes etmemiş, aksine daima bunların üstesinden gelmeyi başarmıştır.
İslâm ümmetinin çektiği acıları kalbinin derinliklerinde hisseden Nursî, onu birlik ve beraberliğe davet ederek, her türlü zaman ve mekân kayıtlarından kurtarmaya; Kur'ân'ın ve İslâmın evrensel mesaj ve kavramlarını yeniden canlandırmaya; mevcut problemleri emsalsiz bir iman ve cesaret, eşsiz bir ilim ve hikmet, üstün bir akıl ve ferasetle tedavi etmeye çalışmıştır. Bu mücadeleyi, ittihat ve terakkiye ve Sekülarist düşüncelere karşı yaptığı gibi, sömürgecilerin temel fikir babaları sayılan müsteşriklere karşı da sürdürmüştür.
Şüphesiz, olumsuz hadiseler, Nursî'nin kalbinde öyle derin yaralar açmıştır ki, İslâmı ve Müslümanları eski izzetlerine yeniden kavuşturmak, İslâm kardeşliği ruhunu canlandırmak, İslâmın evrensel mesajını, İslâm âleminde olduğu gibi, dünyanın diğer ülkelerinde de neşretmek için âdetâ içten içe yanıp tutuşmasında, Müslümanlara yönelik olarak cereyan eden sözkonusu acı dolu olayların çok büyük rolü olmuştur.
O, hayatı boyunca İslâm karşıtı iç ve dış güçlere karşı hiçbir zaman zaaf göstermemiş ve ümitsizliğe kapılmamıştır. Kur'ân'ın kıyamete kadar bütün insanların ihtiyaçlarını karşılayacak güçte olduğuna inanan Nursî, "İstikbal inkılabatı içerisinde en gür ve en yüksek sada İslâmın ve Kur'ân'ın sâdâsı olacaktır" diyerek, gelecekte insanların yeniden Kur'ân'ı anlayıp ona sarılacakları müjdesini vermiştir. Bilindiği gibi öyle musibetler varki, gelecek saadetlerin birer mukaddimesi hükmündedir.
Bediüzzaman Said Nursî de Osmanlı Devletinin maddî ve askerî açıdan bir hezimete uğramasına karşılık, Kur'ân'ın evrensel davetine dayanarak O'nun mânevî gücünü korumaya çalışmıştır. İngiliz ve yandaşlarının, İslâm âlemini ve islâmiyeti maddî alanda olduğu gibi, manevî, ilmî ve aklî yönden de hiçbir zaman ayağa kalkamayacak şekilde mağlup edecekleri ümidiyle yaptıkları hücumlarına karşı O, bütün kuvvetiyle İslâmın ortaya koyduğu evrensel değer ölçüleriyle daima dimdik ayakta kalmaya devam edeceğini göstermeye çalışmıştır. Nursî'nin, asrının insanlarına göstermeye çalıştığı önemli bir husus da şudur: İslâm âleminin de içinde bulunduğu şark dünyasını ayağa kaldıracak, maddî ve manevî yönden onu ileriye götürecek tek formül -akıl ile felsefe değil- kalp ile dindir. Çünkü, felsefe ve akıl yolu, hem bütün insanlığı kuşatıcı değil hem daha çok maddî ihtiyaçlara bakar. Halbuki din, evrensel prensipleriyle insanın ebede uzanan arzularını da tatmin edecek özelliğe sahiptir. Milletin dine olan ihtiyacı, geçim kaynağı olan maddî şeylere olan ihtiyacından daha fazladır.
Bu inancından dolayıdır ki Nursî, kardeşleri ve talebeleriyle Ruslara karşı maddî cihadın gereğini yerine getirdiği bir zamanda, Müslümanların dinî ihtiyacını hiçbir zaman unutmadı. İşârâtü'l -İ'caz tefsirini savaş esnasında kaleme alması onun bu samimî inancının bir göstergesidir.
Araştırma planı
Araştırmamda şu konuları inceledim:
-Evrensellik kavramı, Alanı ve Değer Ölçüsü
-Bediüzzaman Said Nursî ve Kur'ân'ın Evrenselliği
-Evrenselliğin Sebepleri, Uzak Hedefleri, Kur'ân ve Sünnetten Delilleri
-Evrensellik ve Kavmiyetçilik
-Evrensellik ve Milliyetçilik
-Evrensellik ve Irkçılık
-Evrensellik ve Batı medeniyeti "Medeniyetler Arası Çatışma"
-Evrensellik ve Ferdiyetçilik
-Evrensellik ve Diğer Dinler
-Evrensellik ve Cihad
-Kur'ân'ın Evrensellik Kavramını Ortaya koyan Çağdaş Metot ve Uslûp
-Kur'ân'ın Evrenselliği ve İslâm Ümmetinin Birliği
-İslâm Ümmetinin Diğer İnsanlarla Olan İlişkisi
EVRENSELLİK KAVRAMI, ALANI VE DEĞER ÖLÇÜSÜ
Evrensellik kavramı
Evrensellik kavramı: Kuzeyden güneye, doğudan batıya tüm yeryüzünü kuşatan herhangi bir husus demektir. Buna göre "Kur'ân'ın evrenselliği" tabiri, insanların Allah'ın birliğine inanmalarını ve onun emirleri istikametinde hareket etmelerini sağlamayı hedeflemiş olan Kur'ân'ın ebedî mesajının herkese hitap ettiğini, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi zaman ve mekânda bulunursa bulunsun, tüm insanları ve cinleri muhatap kabul ettiğini, zaman ve mekân üstü bir konuma sahip olduğunu ifade etmektedir.
Çünkü Kur'ân'ın asıl maksadı: insan ve cinleri karanlıktan aydınlığa çıkarmaktır. "Şüphesiz Allah'tan size bir nur ve her şeyi açıklayan bir kitap gelmiştir. Allah onunla rızâsına tâbi olanları selâmet yollarına yönlendirir, onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola iletir"(el-Mâide, 5/15-16) âyeti bunu ifade etmektedir.
Evrenselliğin Alanı
Kur'ân'ın evrensellik alanı, Arap olanı Arap olmayandan ayırmadan, hiç bir millet ve hiçbir ülke veya bölge farkı gözetmeden yeryüzünün her yanı ve her yöresidir. Çünkü Kur'ân'ı indiren yüce Allah, bütün kullarının iyiliğini istiyor; onların doğru istikameti ve uygun bir hayat tarzını benimsemelerinden hoşnut oluyor. Bunu istemekle beraber Allah, -âdil ve hür bir imtihanın gereği olarak - insanları dinine girmeleri için zorlamıyor, onları serbest bırakıyor. "Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbet iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? Halbuki, Allah'ın izni olmadan hiçbir kimse iman edemez. O akıllarını kullanmayanların başlarına "Rics" 2getirir" (Yunus, 10/99-100) âyeti, bu gerçeğe işaret etmektedir.
İslâm ya da Kur'ân, din, milliyet ve görüş farklılığı gibi hususları engellemez, aksine varolan realiteyi olduğu gibi kabul eder. "Bir toplum diğer bir toplumdan (sayıca ve malca) 3 daha üstün olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı 4 edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, onu çözüp bozan kadın gibi olmayın. Allah bununla sizi imtihan etmektedir. Şüphesiz ki O, kıyamet gününde ihtilaf ettiğiniz şeylerin gerçek yüzünü size açıklayacaktır"(en-Nahl, 16/92) âyeti, bu hususu teyid etmektedir. Yâni bir din seçmek, insanların özgür iradelerine bırakılmıştır. Sağlam din mensuplarının, nüfuslarının az veya çok olması bu prensibi değiştirmez. Sonuçta herkes hesabını Allah'a verecektir.
Özetlersek: İslâm ya da Kur'ân'ın evrenselliğinden maksat ırk, renk, zaman ve bölge farkı gözetmeksizin onun, insanların bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir kabiliyete ve insanlık cemiyetini yönetebilecek bir donanıma sahip olduğudur.
DEĞER ÖLÇÜSÜ
Kur'ân'ın bütün insanlığın mutlu bir hayat yaşaması için, vazgeçilmez ve değişmez büyük değerlere sahip olarak gönderilmiş bir davet kitabı olması, onun değer ölçülerinin ne kadar evrensel olduğunu da göstermektedir.
Kur'ân'ın çağrı yaptığı evrensel değerler: tevhid inancı, samimî kulluk, hak yolundan ayrılmama, adalet, hürriyet, istişare etme, eşitlik ilkesi, iyiliği emir, kötülükten sakındırma, muamelelerde padişah ile halk, zengin-fakir, işçi-işveren, güçlü-güçsüz, dost-düşman, Müslüman-Müslüman olmayan kesimleri arasında ayırım yapmadan, hepsine karşı güzel ahlâk prensiplerine göre hareket etmek gibi hususlardır. Bilindiği üzere Kur'ân'ın kabul ettiği medeniyetin temel dayanağı, sağlam ve derin bir ilim ve aklı kullanmak, varoluş ve gâyeler bakımından kâinatın değişik yönlerine yönelik fikir üretmektir.
Bediüzzaman Said Nursî'nin, İslâm Medeniyeti ile ilgili görüşleri şöyledir 5: Müspet esasları ihtiva eden İslâm medeniyeti, olumsuz temeller üzerine kurulmuş olan şimdiki medeniyetin defolup gitmesiyle ortaya çıkacaktır. Çünkü, bu iki medeniyet birbirinin zıddı olup bir arada bulunamazlar.
İslâm medeniyetinin esasları şunlardır:
Dayanak noktası: Kuvvete bedel haktır. Hak ise adaleti temin eder ve sosyal dengeyi sağlar.
Hedefi: Menfaat yerine fazilettir. Fazilet ise kaynaşmayı öngörür. İnsanlar arasındaki bağı ise: ırkçılık yerine din, vatan ve meslekî / sınıf bağıdır. Bu bağ ile samimi kardeşlik tesis edilir; huzur ve barış sağlanır; düşmanlara karşı tüm ülke insanının katılımıyla vatan korunur.
Hayatta düsturu: Cidal-kavga yerine yardımlaşmadır. Bu prensiple birlik, beraberlik ve dayanışma sağlanmış olur.
Hedef ve gayesi: Heva-heves yerine hudâ'yı (dosdoğru yolu) ikame etmektir. Bununla insanlar, nefsin kötü isteklerinden kurtulup, aklın, kalbin ve ruhun yüksek arzuları doğrultusunda mükemmelleşir, maddî ve manevî alanda istenilen terakkiyi sağlamış olurlar.
Bundan anlaşılıyor ki, gerek İslâm ümmetinin birliği için ve gerekse dünya milletlerinin birliği ve uzlaşıp antlaşmaları için olsun, sözkonusu evrensellik kavramı İslâma âit bir özelliktir. Bu evrensellik: iyilik, sevgi, dürüstlük, fazilet, ilim, özgürlük, insan hakları, meşveret, adâlet, uzlaşma, dayanışma, barış ve güven temelleri üzerine kurulmuştur.
Bediüzzaman Said Nursî ve Kur'ân'ın Evrenselliği:
Büyük ıslahatçı Bediüzzaman, Allah'a davet ve cihad uğrunda çok büyük olaylarla karşılaşmıştır. Birinci Dünya Savaşında bir gurup fedâîleriyle birlikte Ruslara karşı giriştiği savaşta esir düşmüş, yaklaşık iki buçuk yıl Rusya'nın doğusunda yer alan Kosturma'da bir esir kampında kalmıştır. Daha sonra, ümitsizliğe düşmüş bir çok insanın ümidini canlandırmak üzere döndüğü Türkiye'de, -büyük hatıralarla dolu Barla'nın da dahil olduğu- bir çok beldeye sürgün edilmiştir. Kur'ân'ın manevî bir tefsiri, kalp ve ruhun gıdası olan Nur Risalelerinin çoğu, yaklaşık sekiz buçuk yıl sürgün kaldığı Barla'da telif edilmiştir.
Bu eserler gerçekten birer Akâid ve şeriat; dua ve hikmet; ubudiyet ve davet; zikir ve fikir kitabıdır. Kur'ânî tasavvuf ve hakikat; Kelâm ve mantık ilmi; kulluğa teşvik formülü, şüpheleri yok edip muarızları susturan gerçekler, bu eserlerdedir.
Bediüzzaman gerek bu eserlerinde, gerekse daha önce telif ettiği İşârâtü'l-İ'câz ve Hutuvât-ı sitte gibi diğer eserlerinde olsun, ortaya koyduğu hakikatlerle kendisinin gerçekten Kur'ân'ın hâlis bir hizmetkârı olduğunu ispat ettiği gibi, Kur'ân-ı Kerimin bir mu'cize-i mâneviyesi olan Nur risalelerinin cihan-şümul uslûbu ile ışığın güneşe delâleti katiyetinde, Kur'ân'ın evrenselliğini de hakkıyle ortaya koymuş bir allâmedir. 6
Nursî'nin, Kur'ân'ın evrenselliğini ilan eden sözlerinden biri de, Britanyanın sömürge bakanı Gladiston'un o zamanki gazetelerde yer almış olan "Kur'ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapıp, ya Kur'ân'ı ortadan kaldırmalı, ya da Müslümanların onunla olan irtibatlarını kesmeliyiz" şeklindeki sözlerine karşı söylediği şu sözüdür: "Ben Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edip göstereceğim."
Gerçeklerin şahidi olan tarih , fitne-fesadın kaynağı olan sömürgeciliğin yok olup gittiğine, her türlü iyilik ve güzelliğin kaynağı olan Kur'ân'ın ise daha şaşaalı, daha parlak bir şekilde dünyanın her yerinde, radyo ve televizyonlarda okunmaya devam ettiğine tanık oldu. Kur'ân, iyilik ve güzelliğin kaynağı olduğu için, bâkî kaldı ve kalmaya devam edecektir. Sömürgeciliğin yıldızı ise, fitne fesat kaynağı olduğundan sönmeye yüz tuttu.
Kur'ân'ın daveti, dünyanın bütün milletlerini içine alan evrensel bir boyutta olduğu -biraz sonra değineceğim gibi- bizzat Kur'ân'ın kendi ifadelerinden kolayca anlaşılmaktadır. Ancak Bediüzzaman, İslâm ümmetinin var olmaya devam etmesi ve bu prensibin sürekli olarak gelişip bütün dünyayı kapsayacak şekilde evrensel boyut kazanması için, çok güçlü bir şekilde yeniden onu vurgulayıp harekete geçirmiştir. Ve bunun bir sonucu olarak da İslâm düşmanları gerçek manada mağlup edilmişlerdir.
Sık sık karşılaştığı "Gizli Cemiyet" kurma ithamlarını şiddetle reddeden Nursî'nin şu sözleri de onun, hizmetinde bulunduğu Kur'ân'ın evrenselliğini açıkça ortaya koyacak niteliktedir: " Biz, her asırda en az 350 milyon mensubu bulunan mukaddes İslâm dininin üyeleriyiz. Düsturumuz: "Mü'minler ancak kardeştir" (el-Hucurat, 49/10) şeklindeki âyettir. Bu evrensel cemiyetin içinde bize düşen vazife ise, Evvela: Kur'ân'ın ders verdiği imân hakikatlerini, doğru ve nezih bir surette hak ve hakikatı arayanlara ulaştırmaktır. İkinci olarak: kendimizi idam-ı ebedîden ve kabrin habs-i münferidinden kurtarmaktır." 7
Evrenselliğin Sebepleri, Uzun vadeli Hedefleri, Kur'ân ve Sünnetten Delilleri:
Yahudilik ve Hıristiyanlık dini, İsrailoğullarına mahsus olduğu için evrensel değerleri tam olarak ihtiva edememiştir. Özellikle Hz. Musa'dan sonra Yahudilerde ortaya çıkan ırkçılık damarı, bu dinin dışa karşı kapılarını bütün bütün kapamıştır.
Halbuki Kur'ân-ı Mecidin daveti, Arap kavmine mahsus olmayıp bütün insanlığı kucaklayan evrensel bir mesajdır. Kur'ân'ın kendi dilleriyle indiği Araplar dahil, bu davette hiçbir kavmin diğerine karşı bir üstünlüğü söz konusu değildir. Üstünlüğün tek ölçüsü takvadır. Açık bir gerçektir ki, Kur'ân'ın evrenselliğini temin eden faktörler, onun temel gayeleri arasında yer alan karşılıklı saygı-sevgi, kardeşlik, hoşgörü, yardımlaşma, adalet ve muamelelerde bütün insanları eşit tutan ilkeleridir.
Ayrıca Kur'ân'ın çağrısında insanlar hakikî bir medeniyete -ruh ile maddeyi din ile devleti, ibadet ile hayatı birleştiren, barıştıran bir medeniyete- davet edilmektedir. Akl-ı selimin kabul ettiği tevhid inancı, insan fıtratına uygun olan hoşgörü, tolerans ve kolaylığı esas alan prensipler; akıl-mantık ve ilmin verilerine karşı saygılı; güzel öğütler ihtiva eden hikmet dolu davet uslûbu; değişmez İslâm prensipleri yanında, içtihada bağlı, sahih örfe bakan ve zamanın değişmesiyle değişebilen orta yolu tâkip eden perspektif; hükümleri hem oyuncak olmaktan hem de donukluktan kurtaran, ciddiyetle elastikiyeti birleştiren çizgi, Kur'ân'ın evrenselliğini pekiştiren faktörlerden bazılarıdır.
Kur'ân davetinin evrenselliğini pekiştiren bir özelliği de onun, maddî menfaat yerine yüksek gayeleri tâkip etmesi, ırkçılık yerine insanlığı esas alması, toplumun menfaatini fertlerin menfaatinden önde tutması, âhireti dünyaya tercih etmesi, kâinatı tamir etmesi, ilerlemeye düşkün olması, her türlü zulüm, anarşi, ve haksızlığa karşı olup hakkı, adaleti ve barışı esas alması, tartışmaya açık konuları Kur'ân-sünnet ekseninde çözmeye çalışmasıdır.
Kur'ân'ın evrenselliğinin delilleri pek çoktur. Şu âyet ve hadisler, misal olarak zikredilebilir: "Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren Allah, yüceler yücesidir."(Furkan, 25/1); "De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize (gönderilen) Allah'ın elçisiyim" (Araf, 7/158); "(Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya, 21/107); "Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik" (Sebe', 34/ 28).
Hz. Peygamber (a.s.)'ın sünnetinde de evrensellik, değişik ifadelerle teyit edilmiştir. Buhârî, Müslim ve Nesâî gibi muhaddislerin rivayet ettiği bir hadiste efendimiz şöyle buyurmuştur: "Benden önceki peygamberlerin hiç birine verilmeyen beş şey bana verildi.. Onlardan biri de şudur: diğer peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderilmişken, ben bütün insanlara gönderildim"; Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği diğer bir hadiste ise, efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ben önce size, sonra bütün insanlara gönderilmiş bir peygamberim"; Yine Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ben tüm insanlara gönderildim ve peygamberlik benimle tamamlanıp sona ermiştir"; yine Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi'nin rivayete ettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah, benim için yeri toplayıp 8 da onun hem doğusunu hem batısını gördüm. Hiç şüphe yok ki, ümmetimin mülkü benim için toplatılıp gösterilen yerlere kadar ulaşacaktır." ve bu hususlar gerçekten bir mucize olarak gerçekleşmiştir. 9
Evrensellik ve Kavmiyetçilik:
Kavmiyetçilik: aynı soy, aynı dil, yahut aynı inancı paylaşan insanların meydana getirdiği bağımsız bir siyasî kitleye bağlanmaktır. Böyle bir düşünce, sürekli olarak farklı kavimler arasında tefrika, ihtilaf ve kavgaların olmasına neden olur. Kur'ân-ı Kerim, İslâm öncesi cahilliye döneminde olduğu gibi, sürekli düşmanlık tohumlarını eken ve insanlığa hep zarar veren ırkçılık düşüncesini şiddetle reddetmiştir.
"O zaman inkâr edenler, kalplerine cahilliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve inananlara sükûnet ve güvenini indirdi, onların takvâ sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir." (Fetih, 48/26). âyeti ile, "Biz, ırkçılığa davet eden bizden değildir. Irkçılık yolunda savaşan bizden değildir, ırkçılık uğruna ölen bizden değildir." 10 hadis-i şerifin her ikiside ırkçılığı şiddetle reddetmektedir.
Kur'ân'ın evrenselliği ise, karşılıklı saygı, sevgi, merhamet, yardımlaşma, hoşgörü, kardeşlik, temelleri üzerine kurulmuş, tüm insanları mutlu kılacak ortak güzelliklerin gerçekleşmesini gaye edinmiştir. "Ey İnsanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en değerli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır."(el-Hucurât, 49/13.) âyeti ile, Hz. Peygamber (a.s)in "Bizi ırkçılığa davet eden bizden değildir. Irkçılık uğruna ölen bizden değildir." 11 hadisi, ırkçılığı yasaklamaktadır.
Said Nursî, İslâmın evrenselliğini kabul ederken, ırkçılığı şiddetle reddetmiştir. O, milliyetçilik konusunda menfi ve müspet ayrımını yaptığı gibi, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği sağlamak için de İslâm milliyetçiliğini esas alınıp, bölücülük ve ayırımcılığı beraberinde getiren ırkçılıktan kaçınılmasının gereğine işaret etmiştir. Yukarıdaki âyette geçen "sizi milletler ve kabileler halinde yarattık ki, birbirinizi tanıyasınız" şeklindeki Kur'ân'ın ifadesi, müspet milliyetçiliği kabul ediyor. Buna göre Allah, insanları farklı kavimler halinde yaratmakla, onlara karşılıklı tanışma, sosyal ilişkileri geliştirme, anlaşıp uzlaşma yolunu göstermiş, yoksa birbirini inkâr edip düşman kamplara ayrılmalarını istememiştir.
Said Nursî, menfi milliyetçiliği reddederken yukarıda geçen, "O zaman inkâr edenler, kalplerine cahilliye taassubunu yerleştirmişlerdi" âyeti ile, hadiste geçen "İslâm kendisinden önceki cahilliye âdetlerini reddeder" (10) ifadesini delil göstermiştir. Ona göre, söz konusu âyet ile hadis-i şerifin her ikisi de menfi milliyetçiliği ve ırkçılığı kesin bir dille reddediyorlar. Kaldı ki, İslâm'ın müspet ve yapıcı düşüncesinin hazırladığı bir ortamda, yıkıcı özelliğe sahip olan ırkçılığa hiç ihtiyaç da yoktur. 12
Gerek Arap ve gerek Türk ırkçılarını uyaran Nursî, İslâm milliyetçiliğinin yüzlerce faydalarından misal olarak iki hususu zikr ediyor: Birincisi: İslâm hamiyeti, Avrupa'nın tüm büyük devletlerine karşı, Müslüman ülkelerin hayatını ve onların varlığını muhafaza etmiştir. İkincisi; İslâm ümmetini bir tek vücut haline getirmiştir.
Nursî'ye göre, Türkler de Araplar gibi İslâmın ayrılmaz parçasıdır. Avrupalılar Müslümanlar arasında ırkçılığı yaymak suretiyle, onları bölüp parçalayarak küçük lokmalar halinde yutmak istiyor. 13
Ancak şunu diyebiliriz ki, bugün Arap milliyetçiliği ırkçılıktan çok Yahudilere karşı Arap birliğini sağlamaya yönelik bir harekettir.
Nursî'ye göre, Sekülarist ırkçılar, "Allah, Rabb, Hâlık (Yaratıcı) ve İslâm kelimeleri yerine "tabiat, ilericilik, ırkçılık-milliyetçilik" sözcüklerini yerleştirmişlerdir. 14
Evrensellik ve Milliyetçilik:
"Milliyetçilik" kavramı, dünyada var olan bütün milletlere nispet edilen bir tabirdir. Bunun içindir ki, Birinci Dünya Savaşından sonra kurulan uluslararası siyasî teşekküle, "Milletler cemiyeti" adı verildi. İkinci Dünya Savaşından sonra 26 Haziran 1945'te, şimdiki "Birleşmiş Milletler Teşkilatı" onun yerine geçti. Hemen şunu belirtmeliyim ki adı geçen her iki teşkilatın da, zaman içerisinde ancak büyük devletlerin menfaatı söz konusu olduğu bazı işler yapmıştır. 15 Komünist blok ise şimdiye kadar uygulama alanı bulamamış, onun yerine sosyalizm prensiplerini tatbik etmiştir. Yetmiş yıllık bir ömürden sonra, 1989'da siyasî çalkantılar geçiren Sovyetler Birliği, 1991'de dağılma sürecine girmiştir.
Bediüzzaman Said Nursî Birinci Dünya Savaşında, talebelerinden oluşturduğu milis kuvvetlerin komutanı olarak Ruslara karşı çarpışmış, esir düşmüş, 1917'deki komünist ihtilalinden dolayı ortaya çıkan karışıklıktan istifade ederek firar etmiş ve İstanbul'a dönmüştür. Bundan böyle artık "milletler cemiyeti" gölgesinde İslâm ülkelerini istila eden Batı işgal kuvvetlerine karşı mücadelesini sürdürmüştür. 16 Diğer bir çok İslâm düşünürleri gibi Nursî de komünizme karşı mücadele etmiş, onun insanın fıtratına ters düşen bir sistem olduğunu ve insanın haysiyet ve şerefini çiğneyen bir yapıya sahip bulunduğunu vurgulamıştır. Gerçekten komünizm yıkılıp gitti, fakat İslâmın evrensel mesajları dünyanın her tarafında yankılanmaya devam etmektedir.
Evrensellik ve Irkçılık:
Irkçılık: Belli bir unsura bağlılığın ifadesidir. İnsanları renk ve saçın şekli gibi (kafatasının) fizyonomik bazı farklılıkları ölçü alarak, insanları taksime tâbi tutan ırkçılık düşüncesi 19. asırda oldukça yaygınlaşmıştır. İnsanların farklı kökene bağlı olduğu iddiası, ilmî delillerden yoksun olmakla beraber, 20. asırda en önemli bir ülkü olarak boy gösterdi. 17
Evrensel ilkelere sahip Kur'ân-ı Kerim 14 asır önce, -indiği günden itibaren- bu düşünceyi tamamen yıkmıştır.
"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan Rabbinize karşı saygılı olun " (Nisa, 4/1) âyeti, bu hakikate açık bir misaldir.
Hz. Peygamber (a.s.) de insanların aynı köke bağlı olduklarını vedâ' hutbesinde şu sözleriyle açıkça ortaya koymuştur: "Ey insanlar! İyi bilin ki Rabbiniz birdir, babanız da birdir; Hepiniz Adem'in çocuğusunuz; Adem ise topraktan yaratılmıştır. Şüphesiz, Allah katında en şerefliniz en çok takvalı olanınızdır. Takva dışında hiçbir Arap'ın Arap olmayana karşı bir üstünlüğü yoktur." 18
Bir çok düşünür gibi Allame Said Nursî de ırkçılığı şiddetle eleştirmiştir. Ona göre ırkçılık, bir Freng illetidir. Bu hastalık gayr-ı müslimlerin çabaları sonucu İslâm âlemine bulaşmıştır. Onların maksadı, Müslümanları bölüp parçalamak ve onların güçlü bir birlik oluşturmalarına engel olmaktır. 19
Said Nursî milliyetçiliğin zararlarına değinirken de şunları söylüyor: Emeviler, bir parça milliyetçiliği siyasetlerine karıştırdıkları için, dahilî bir çok kargaşalığa sebebiyet vedikleri gibi, İslâm âlemini de küstürdüler.
Avrupa devletleri de milliyetçiliğe çağırdıklarında, bu fikrin neticesinde koca bir cihan harbine sürüklenen insanlık, korkunç bir zarar ve yıkıma uğramış, ayrıca Almanlar ile Fransızlar arasında var olan tarihî düşmanlık da yeniden filizlenmişti.
Bizim kendi içimizdeki durumumuz da bundan pek farklı değildi. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte değişik isimler altında, özellikle Rum ve Ermenilere âit bir çok azınlık cemiyetleri kuruldu. Tarih içerisinde Bâbil kalesinin yıkılmasından sonra tebelbül-ü akvam denilen değişik kavimler meydana geldiği gibi, İslâm âleminde kurulan bu cemiyetler de, Müslüman fertlerin kalplerine ayrılık tohumlarını ektikleri için, İslâm birliğinin bozulmasına ve dış güçler için yutulması kolay birer lokma haline gelmesine sebep oldular. Bunlardan bazıları ise, açıkça ihanet etmekten kaçınmadılar. İşte bunların tümü, milliyetçiliğin zararlarını ve doğuracağı menfi sonuçları gözler önüne sermektedir. 20
Evrensellik ve Batı medeniyeti (Medeniyetler Arası Çatışma)
Uygarlık: Öncesi ve sonrasıyla dünya hayatını ilgilendiren ve her millet için özelliği söz konusu olan anlayışlar bütünüdür.
Medeniyet: Hayatın sorunlarını çözmeyi, kolaylaştırmayı sağlayan araç ve vasıtalardan ibarettir. Herhangi bir topluma has olmayan, dolayısıyla evrensel olan medeniyetin inançlarla bir ilgisi yoktur.
Buna göre, uygarlığın iki boyutu vardır: a. Ahlâkî ve ruhî boyutu, b. Maddî boyutu: Medeniyet, uygarlığın maddî boyutunu teşkil eder.
Malik b. Nebi'nin dediği gibi, uygarlık: Belirli bir toplumda, hayatın her döneminde, çocukluktan yaşlılığa gelişimin her evresinde, bireylerin kendi varlıklarını sürdürmeleri için gereken ortamı ve yaşama kolaylığını sağlayan maddî ve ahlâkî ilkeler bütünüdür.
O halde uygarlık, sadece bilimsel ve aklî verilerle yetinmemeli, insanlığın kalkınması ve gelişmesi için buna can verecek ruha da gereken önem vermelidir.
İslâm ve batı medeniyetleri arasındaki farka gelince; İslâm medeniyeti, İlâhî ahlâk çerçevesinde dünya-âhiret, maddî-mânevî yapılanmayı esasa alan; hayatı bu istikamette devam ettiren; iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındıran, toplumun huzur ve güvenliğini gerçekleştirmeye dayanan bir medeniyettir.
Allah Teâlâ'nın şu âyet-i celile'de belirttiği gibi, bu uygarlığın 4 temel unsuru vardır: "a. Allahın sana verdiği nimetlerle âhiret yurdunu dile, b. Dünyadan nasibini unutma! c. Allah, sana ihsanda bulunduğu gibi sen de iyilik yap. d. Yeryüzünde bozgunculuk yapma. Allah bozgunculardan hoşlanmaz." (el-Kasas, 28/77).
Asr Sûresinde de; a. âhiret için iman ve salih amel, b. sürekli olarak faydalı iş ve iyilik yapma, c. dünyayı tamir, hakkı ve sabrı tavsiye etme, d. kötülüklerden sakınma, şeklinde yine bu dört esasa işaret edilmektedir: " Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak, imân edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır." (el-Asr, 103/1-3)
Batı medeniyeti ise, insanların maddî duygularını, şehvânî arzularını tatmin etmeyi gaye edinen ve genellikle sekülarist bir düşünce sistemini benimseyen bir yapıya sahiptir. Bu medeniyet, mâneviyattan uzaklaştığı için, orada bütün ahlâkî değerler sadece menfaat olarak düşünülür. Bu emperyalist düşünce ile diğer milletleri sömürmek büyük marifet kabul edilir.
Bediüzzaman Said Nursî, bu iki medeniyeti karşılaştırmış, kokuşmuş batı medeniyetinin tek alternatifi, İslâm medeniyeti olduğunu vurgulamış ve bundan böyle insanlığın, Kur'ân'ın medeniyeti karşısında bîgâne kalamayacağını haykırmıştır. 21
İki medeniyet arasındaki çatışmalara dikkat çeken Nursî'ye göre, batı medeniyetinde iyiliklerin yanında kötülükler fazlasıyla söz konusudur. Bu medeniyet İslâmın da malı olan bir kısım güzel unsurları ihtiva ettiği gibi, Roma ve Yunan felsefesinin tesirinde kalarak ortaya koyduğu bir çok olumsuz yönleri de vardır. O halde Müslümanlar, bu medeniyetin güzel olan yanlarından istifade etmelidir. Çünkü, her şeyin en güzel yanını almak aklın gereğidir. "Hikmet mü'minin yitik malıdır, nerede bulursa onu alır" nebevî prensibe göre mü'min herkesten daha çok hikmetli ve güzel şeyleri almaya lâyıktır.
İnsanların toplumsal hayatı açısından Kur'ân'ın hikmeti ile, batının lâik felsefesini karşılaştıran Said Nrusi'ye göre: Batı medeniyetin dayanak noktası kuvvettir; hedefi menfaattır; hayattaki düstûru cidaldir; kitleler arasındaki bağı ırkçılıktır. Bu medeniyetin yaptığı iş, nefsin heva ve hevesini kamçılamak, süflî arzuları tatmin etmek ve insanların ihtiyaçlarını çoğaltmaktır. Bununla beraber, bu medeniyetin prensip olarak kabul ettiği kuvvetten saldırganlık; mefaatperestlikten kavga doğar. Bundan dolayıdır ki, bu medeniyet insanlığın huzurunu bozmuş, bir avuç mutlu azınlığın dışında herkesi mutsuz yapmıştır.
Kur'ân medeniyeti ise, kuvvet yerine ittifakın çekim merkezi olan hakkı; menfaat yerine dayanışmanın kaynağı olan erdemliği; kavgayı netice veren cidal yerine insan onuruna yakışan yardımlaşmayı; ırkçılık yerine kardeşliği doğuran din, vatan ve meslekî sınıf bağını esas alır. Bu medeniyetin gayesi, nefsânî-süflî arzuları frenlemek, buna karşılık ruhun yüksek ideallerinin gerçekleşmesine imkân tanımak, böylece ruhî ihtiyaçları tatmin edilmiş ve kemâlatın zirvesine çıkmış bir nesli yetiştirip, kendilerine dünya ve ahiret saadetinin kapılarını ardına kadar açmaktır. 22
Nursî'ye göre, şimdiki medeniyette büyük çoğunluğu teşkil eden halk kesimi, bir avuç mutlu elit azınlığın menfaati uğrunda, feda etmekte hiçbir sakınca görmemektedir.
Özetlersek: Yahudîlik gibi Yahudîler de ırkçıdır. Hıristiyanlık, hoşgörülü olarak anılsa bile, Hıristiyanlar hiçte hoşgörülü değiller. İslâm ise, Hak bir din olarak adaletle birlikte anılır; hoşgörüyü gerçekleştirir; barış, güven, istikrar ve huzuru temin eder. Bununla beraber Müslümanlar, günümüzde medeniyet ve teknoloji açısından çağın gerisinde kaldıkları için üstünlüğü batı dünyasına kaptırdılar. Eski haşmetlerine yeniden kavuşmaları için, yeni bir uyanışa ihtiyaçları vardır.
İşte Said Nursî'nin Batı medeniyetine karşı tavrı, Müslümanların mevcut hayat şartlarını gözönünde bulundurarak dünyaya ayak uydurmak, mâddî-mânevî her sahada ilerlemek için gereken her türlü meşrû imkânlardan istifade etmelerini temin etmek üzere onları şuurlandırmaktır. Bu tavır, İslâmın kendisine yüklediği sorumluluğunun idrakinde olan bir şahsiyetin tavrıdır.
"Kalbin ziyası dinî ilimler; aklın nuru ise, müspet ilimlerdir. Bu ikisinin birleşmesinden hakikat doğar. Ayrı düştükleri takdirde birincisinden taassup, ikincisinden ise, hîle ve şüphe doğar." 23 şeklindeki ifadeleri bu konudaki düşüncelerinin bir özeti gibidir.
Evrensellik ve Ferdiyetçilik (İndividualism)
Kur'ân'ın evrenselliği, fert, toplum ve ümmetin tümünü kucaklamaktadır. Toplumun ıslahı, fertlerin ıslahına bağlıdır. Fertleri mükemmel olan bir toplum da mükemmeldir. Toplumlar mükemmel olurlarsa, bütün ümmet mükemmelleşir. İslâm ümmeti, Allah'ın rızasını esas alarak güzel ahlâkî prensipleri yaygınlaştıracak olursa, bundan bütün varlık istifade edecektir.
Bunun içindir ki İslâm, fert ve cemaatin ıslahına büyük önem atfeder. Toplumlarda evrensel ahlâkî normlar çerçevesinde, karşılıklı saygı ve sevginin, başkalarına karşı iyi niyet besleme duygusunun canlı tutulmasını sağlamaya çalışır.
Kur'ân ve sünnetin tavsiyelerinin bir çoğu, genel iyilikler çerçevesinde içtimâî, iktisâdî, ahlâkî, siyasî ve insanî boyutlarıyla fert ve toplumun ıslahına, toplumsal barış ve güvenin sağlanmasına yöneliktir.
"İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar.."(el-Bakara, 2/177) âyet-i celilesi, bu evrenselliğin açık bir belgesidir.
Hz. Peygamber (a.s.) de şöyle buyurmuştur: "Sizden hiçbiriniz kendisi için istediği şeyi, kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olamaz." 24
"Din nasihattir. -Kim için ya Resulallah! dediğimizde-buyurduki: Allah için, kitabı için, elçisi için, Müslümanların önderleri için ve bütün Müslümanlar için." 25
Bu konuda en uç bir misal de, bedevî bir arabın konumudur. Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamberle birlikte namaza durmuştuk. Bedevîlerden bir adam şöyle dua etmeye başladı: "Allah'ım! bana ve Muhammed (a.s.)'e merhamet et ve bizimle birlikte başka hiç kimseye merhamet etme." Hz. Peygamber (a.s.) selam verince bedevîye hitaben: "Sen geniş olan bir şeyi - Allah'ın rahmetini kast ediyor- dar bir çerçeveye sıkıştırdın" buyurdu. 26
Hz. Peygamber (a.s.) insanları, ferdî arzu ve indî görüşlerden sakındırmış, toplumu güçlendirmeye, içtimaî ruhu (kollektif şuuru) geliştirmeye çağırmıştır. Rivayet edildiğine göre: Ebu Ümeyye eş-Şa'bânî, bir gün sahabîlerden Ebu sa'lebe el-Haşenî'ye: "Ey iman edenler! Siz kendi nefsinizi düzelttikten sonra başkasının sapıklığı size zarar vermez" (el-Mâide, 5/105) âyetinin mânâsını sormuş; Ebu Sâlebe de: Vallahi sen, tam bilen bir kimseden sordun, demiş ve ilave etmiştir: Ben bu âyeti bizzat Hz. Peygamber (a.s.)'den sordum. Buyurdu ki: Siz birbirinize karşı iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaya devam edin! Ne zaman ki, itaat gören bir hırsı, peşine takılan bir hevesi, âhirete tercih edilmiş bir dünyayı ve her görüş sahibinin kendi görüşünü beğendiği bir dönemi görürsen, bu takdirde başkalarını bırak, artık yalnız kendi nefsini düzeltmeye bak. Şüphesiz önünüzde öyle günler gelecek ki, o devirde sabretmek, ateş közünü avuca almak gibidir. Şu varki, o günlerde salih amel yapan bir kimse, sizden elli kişinin ameli kadar sevap kazanır." 27
Abdullah b. Ömer (r.a.)'in bildirdiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphesiz yüce Allah, ümmetimi dalâlet üzerinde birleştirmez. Allah'ın eli cemaatin üzerindedir. Cemaatten ayrılan, ateşe yönelmeye ayrılır." 28
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, toplumlarda ferdî çıkışlar hem fertlere, hem de topluma zarar verir. Cemaatin tepkileri, evrensel boyuttaki çıkışları ise, hem fert için, hem toplum için faydalıdır.
Kapitalizmde olduğu gibi, yalnız ferdin arzuları ön plana çıktığı takdirde toplumda, çekememezlik, haset, kin ve nefret tohumları yayılmış olur; sınıflar arasında kavgalar başgöstermeye başlar.
Eğer Kur'ân'ın rehberliğinde cemaat şuuru gelişir de evrensel ahlâkî normlar güçlenmeye başlarsa, bu taktirde toplumda, karşılıklı saygı, sevgi, şefkat, merhamet, yardımlaşma, kardeşlik, huzur ve barış hâkim olur.
Bediüzzaman'a göre, milyonlarca insanların ölümüne sebep olan cihan savaşının en büyük nedeni, materyalist düşünceden, hayvânî hürriyet ve nefsin tahakkümünden çıkan dalâlettir. 29
Kur'ân'ın rehberliğinin önemini vurgulayan Nursî, şunları söylüyor: Kur'ân-ı Kerim -bilindiği üzere-bir cahilliye toplumundan yepyeni bir toplum çıkarmıştır. İnsanları benlikten, nefsin esaretinden kurtarmış, tevazu ve fedakârlık gibi toplumun hayrına olan güzel hasletlerle donatmıştır. 30
Evrensellik ve Diğer Dinler:
Kur'ân-ı Kerim, evrensel görüşleriyle bütün insanlığı kuşatmış, dünya ve âhiret mutluluğuna götürecek prensipleri ortaya koymuştur. Ona imân edip öğretilerini tasdik edenler kurtuluşa ererler. Ondan yüz çeviren kimselerin durumu ise, onların Rablerine havale edilir. Hiçbir kimse onları zorla inançlarından koparıp, İslâm dinine sokma hakkına sahip değildir. "Dinde asla zorlama yoktur."(Bakar, 2/256) âyeti bu hususu açıkça ortaya koymuştur.
İslâm ve Kur'ân'ın diğer dinlerle ilişkisi, iki temele dayanır: Birincisi: Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberler ile, onların getirdiği semâvî kitapları tasdik edip desteklemek.. "Elinizdekini (Tevratın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime(Kur'ân'a)imân edin"( Bakara, 2/41), "O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedrîcen indirmiştir" (Al-i İmrân, 3/3), "Ey ehl-i Kitap! Size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kur'ân'a) iman edin" (Nisâ, 4/47), "Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'ân'ı) gönderdik"( Mâide, 5/48) şeklindeki âyetler, bu gerçeğin altını çizmişlerdir. Bu husus, İslâmın diğer dinlere karşı takındığı tavrının doğru ve insaflı olduğunu gösterir. Müslümanların da bu emir ve tavsiyelere saygı duymaları gerekir. "Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, Yakub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa'ya verilenler ile Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk, deyiniz"(el-Bakar, 2/136) âyeti, bunu emretmektedir.
İkincisi: Var olan durumu bir realite olarak kabul etme, Müslümanlarla gayr-ı Müslimlerin birlikte yaşayabileceklerini gösteren, hoşgörü ortamını hazırlama ilişkisidir. İslâm dini gerçekten bizi diğer dinlere karşı uygun davranmaya, dinlerine karışmamaya, mevcut sosyolojik realiteler çerçevesinde birlikte yaşamaya çağırır. Hatta İmam Malik, Evzâî, Sevrî ve Şam fâkihlerine göre bu konuda ehl-i kitap ile, bir çeşit putperestler gibi olan diğer gayr-ı Müslimler arasında bir fark yoktur.
Kur'ân'ın uygun gördüğü bu ilişki, semâvî dinlerin elde mevcut olan sağlam yönlerine bir tasdik, içine sokulmuş yanlış kısımlarını da düzeltme ilişkisidir. 31
Said Nursî, eserlerinde Kur'ân'ın bu prensiplerine sımsıkı bağlı olmakla beraber, Müslüman ülkelere yönelik sömürgecilik politikasını izleyenlere şiddetle karşı çıkmıştır. O ayrıca, haricî ve dahilî din düşmanlarına karşı da sürekli olarak ilmî metotla mücadele etmiştir. 32
Özetlersek: Ne İslâm dini, ne İslâm medeniyeti ve ne de bu dinin mensupları açısından diğer dinler ve mensupları için bir tehlike söz konusudur. Herhangi bir dinin, yahut o dinin mensubu bulunan insanları ortadan kaldırmak gibi bir düşünce İslâmın hedefinde yoktur. Bu Allah'ın onları vâretmedeki hikmetine de ters düşmektedir. Zıtlar dünyası olan bu âlemde iyilik- güzellik gibi, çirkinlik ve kötülük de var olmaya devam edecektir. Hak ile bâtıl arasındaki mücadele ve imtihan bu çeşit zıtlıkların varlığını ister. Bunun içindir ki, İslâm dininin ön gördüğü imtihanda zorbalık değil, özgürlük esastır.
Evrensellik ve Cihad:
Kur'ân'ın evrensel çağrısı, yumuşak, güzel ve yapıcı bir uslûp ile, ikna etmeyi hedefleyen aklî deliller üzerinde yükselir. İslâmdaki cihad anlayışı ister maddî, ister mânevî boyutlu olsun, hiçbir zaman diğer insanları zorla İslâma sokmaya yönelik bir hareket değildir. Aksine bu cihad, İslâm toplumunu korumak, İslâmı müdafaa etmek, hikmet ve güzel ahlâkı ders veren Müslüman davetçileri himaye etmek, her türlü zulüm ve istipdâdı ortadan kaldırıp, en geniş şekliyle insanlığa yakışır bir özgürlük ortamını meydana getirmeye yönelik bir savunma stratejisidir.
Şüphesiz Kur'ân'ın, genelde Müslümanlara ve özelde İslâm davetçilerine yapılacak saldırılara karşı bir tedbir almaması, mensuplarının haklarını koruyacak bir stratejiyi ortaya koymaması düşünülemez. Müslümanlar, "Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Al-i İman, 3/104) âyetinin emrine uyarak ve Hz. Peygamber (a.s.)'in "Allah'ın bir tek insanı senin vasıtanla hidayete erdirmesi, senin için, güneşin üzerinden doğup battığı herşeyden daha hayırlıdır" 33 şeklindeki teşviklerini gözönünde bulundurarak, yüksek insanlık görevlerini yerine getirirken maruz kaldıkları tehlikeler karşısında, onların korunmalarına yönelik tedbirlerin ortaya konmaması mümkün müdür?
Bütün İslâmî fetihler, bir saldırıyı geri çevirmek, bir tehlikeyi defetmek, ortak düşmanların gücünü azaltmak, zulmü bertaraf edip zayıf insanları himaye etmek, dinî gerçeklerin özgür bir ortamda tetkik edilip incelenmesine engel olanların bu davranışlarına mâni olmak gibi evrensel, insanî görevlerin yerine getirilmesi için güzel bir ortam hazırlamaya yönelik olmuştur.
İmam Şafii'nin de ifade ettiği gibi "Her savaş bir öldürme aracı değildir. Bazen, birileriyle savaşmak caiz olduğu halde, onları öldürmek caiz olmayabilir." Demek oluyor ki, İslâm cihad anlayışında, barışsever, güvenilir insanlara karşı maddî savaşı sürdürmek diye bir şey sözkonusu değildir. İbn Teymiyye'nin ifadesiyle: "Bizim savaşımız ancak bizimle savaşmak istiyenlere karşıdır"
Kaldı ki cihad, silahla yapıldığı gibi, can, mal ve dil ile de yapılır. Bunların herbirisinin kendine has şartları vardır.
Bediüzzaman Said Nursî, cihadın bütün çeşitlerini yerine getirmiş bir şahsiyettir. O, Ruslara karşı silahlı mücadele yaptığı gibi, nefis heva ve heveslere karşı da cihad yapmış, kalemi ve diliyle de mülhit ve münafıkların ortaya attıkları şüpheleri bertaraf etmeye çalışmıştır. Onun "Silahlı mücadele yalnız haricî düşmana karşı yapılır. Dahilde kılıç kullanılmaz. Dahilî kavgalar İslâm düşmanlarının kolladığı bir fırsattır. Asıl cihad fikirleri, aydınlatan, kalpleri ıslah eden ruhları parlatan ilmî-mânevî cihaddır. Böyle bir cihad, mânevî tahribatı tamir etmeye yöneliktir. Burada silahlar yerine kalem, ilim, akıl ve ihlâs konuşur. Günümüzde dahilî cihad ile haricî cihat arasında çok büyük bir fark vardır." 34 Şeklindeki sözleri, onun bu konudaki görüşlerini güzelce ortaya koymaktadır.
Kur'ân'ın Evrensel Anlayışı ve Çağdaş Metot
Kur'ân'ın Evrensel anlayışını gerçekleştirmek için, çağdaş uslûp ve çağdaş metot kullanılmalıdır.
İslâm davetini dünyanın her tarafına ulaştırmak için, her asrın kendine mahsus bir tebliğ metodu ve uslûbu vardır. Herşeyden önce çağımızda bu uslûbun güzel, doyurucu, mesaj yüklü, muhatabı ikna edici, insanın fıtratına uygun, zaman ve zeminin şartlarını gözeten ilmî ve aklî bir özelliğe sahip olması gerekmektedir.
Bütün bu hususlar, İslâm davetinin üzerinde kurulduğu temel esasları teşkil eden gerçeklerdir. "(Resulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de en iyi bilir" (Nahl,16/125), "İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i Kitabla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin tanrınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur" (Ankebût, 29/46) şeklindeki âyetler bu hakikatleri ders vermektedir.
İslâm akıl fikir dinidir. Kur'ân, Allah'ın varlığı ve birliğinin delillerini getirirken hep akla hitap ediyor. İnsanları, kâinattaki tevhidin belgeleri olan hârika düzen üzerinde düşünmeye çağırıyor. İman ışığının merkezi ruhtur. Aklın aydınlanması ve insanın mutluluğa kavuşmasının tek yolu rûhânî duyguların uyarılmasıdır. İslâm, fıtrat dinidir. Bütün prensipleri insan fıtratına uygun, her türlü zorluklardan uzak, tolerans dolu bir elastikiyete sahiptir. İlim ise, İslâm dininin temelini teşkil eder. Kur'ân, ilimlerin kaynağı olduğu gibi, ilmi yaymak ve ilim adamlarını yönlendirmek için de en önemli bir rehberdir.
Said Nursî de aynı görüşleri belirtmiştir. Bununla beraber, Kur'ân'ın evrensel mesajının her tarafa ulaşması için, çağdaş bilim metotlarının kullanılması bir zarurettir. Bu yüzdendir ki Said Nursî, hayatı boyunca eğitim ve öğretime önem vermiş, dinî ilimler ile müspet ilimlerin beraber okutulmasına gayret göstermiştir.
Said Nursî (r.a.) Kur'ân'ın evrenselliğini ve İslâm dininin temel hedeflerini çok iyi kavramış bir kimse olarak, toplumda İslâm akidesinin doğru bir şekilde anlaşılmasını ve buna bağlı olarak kulluk görevinin hakkıyla yerine getirilmesini, yüksek ahlâkî prensiplerin yerleşmesini sağlayacak bir davet metodunu esas almıştır. Bunu yaparken asayiş ve emniyeti ihlâl edecek davranışlardan uzak durmuş, müspet hareketi esas almış, ilmin rehberliğinde ikna metodunu kullanmıştır. Salâbet-i diniyesinden asla taviz vermeyen Nursî, hârika ilmiyle dinsizlere meydan okuduğu gibi, İslâm düşmanlarına karşı eşsiz bir cesaret örneğini de göstermiştir.
"Ey dinini dünyaya satan bedbahtlar! Ne yaparsanız yapın, bu dünya elbet bir gün size bir çok günâhı yükleyerek sizden yüz çevirecektir. Milyonlarca başların feda olduğu bu kutsal da'vaya biz de canımızı vermeye hazırız. Çünkü biz haramların işlendiği bir ortamı görmektense, yüz defa hapse girmeye razıyız. Bu kadar baskıların olduğu bir ortamda ilim, vicdan, ifade ve din hürriyetinden sözetmek mümkün değildir. Böyle bir durumda özgürlüğü savunanlar için ölmek, yahut Allah'a sığınarak ve "Allah bize yeter o ne güzel vekildir" diyerek hapse girmekten başka bir seçenek yoktur. 35
Yine Nursî, Risale-i Nurları savunma sadedinde şunları söylemiştir: "Mühim bir hakikate işaret etmem gerekiyor. O da şudur ki: Hiçbir milletin dinsiz yaşaması mümkün değildir. Bu genel bir kuraldır ve bütün dünyada kabul edilmiştir. Çünkü küfür, sahibine dünyada Cehennem azabından daha büyük bir azap yaşatır." 36
Said Nursî İslâm dininin gerçeklerini, delillere dayalı olarak neşretmek suretiyle salih, sağlam inançlı bir nesil oluşturmaya çalışmıştır. İslâma ve Müslümanlara yönelen menfi akımların tehlikelerine karşı İslâmî şuuru yayarak, ümmeti dinsizlik akımlarına karşı -ilmî metotlarla- mukavemet göstermeye hazırlamış ve İslâmî eğitimi evlere taşıyarak "Yeni Said" değişim nazariyesini tatbik etmeye devam etmiştir. 37
Said Nursî'nin uslûp ve metodu gerçekten başarılı olmuştur. Onun risaleleri ve eserleri hayatında ve ölümünden sonra Türkiye için, maddî-mânevî bereket ve hayır kaynağı olmuştur. Kendisinden sonra da talebeleri onun mesajını yaymaya devam ettiler.
Özellikle Fethullah Gülen, ilmî ve sosyal sahalarda ve geniş halk kitleleri bazında Türkiye'de ve Türkiye dışında ilim yoluyla üstadı Said Nursî'nin fikirlerini tatbikte büyük hizmetler yaptı. Fethullah Gülen, Türkiye dışında, mesela Arnavutluk, Bosna-Hersek, Moğolistan, Yakutistan, Yunanistan ve Tayland gibi ülkelerde dikkatleri üzerine çekecek şekilde iki yüzden fazla okul açtı. 38
Said Nursî, bu doğru yolla Kur'ân'ın evrenselliğini insanlık camiasında yerleştirmek için çalışan ilim, aksiyon, cihad ve davet önderlerinden biriydi. Tevhid akidesini evrensel bir akide haline getirdi. Çünkü ruhlar, tevhid akidesiyle uyum halindedir. Zira, tevhid akidesi fıtrata uygundur ve selim akıl birazcık düşünmeyle ve kolaylıkla tevhidi kabul eder.
Kur'ân'ın Evrenselliği ve İslâm ümmetinin Birliği
Kur'ân'ın evrenselliği ile İslâm ümmetinin birliğine çağrı yapma arasında bir tezat söz konusu değildir. Çünkü bu birlik, ırk unsuruna dayalı değildir. Ayrıca İslâm'da diğer milletlere ve dinlere karşı bir taassup da söz konusu değildir. İslâm ümmetinin birliği, çıkarların korunması, karşılıklı menfaat ve bizzat İslâm varlığını koruma esasına dayalıdır. Bu birlikte Müslüman olmayanlara karşı müsamaha ve aynı zamanda onlardan gelebilecek tehlikelere karşı korunma da söz konusudur.
Kur'ân-ı Kerim, bu iki durumu birleştirmiş ve mensuplarını, ümmetin düşmanlarına karşı birleşmeye çağırmıştır: "Hakikaten bu (bütün peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin" (Enbiya, 21/92), " Şüphesiz bu (insanlar) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise benden korkun." (Mü'minun, 23/52), "Allah'ın ipine toptan sarılın, ayrılığa düşmeyin." (Al-i İmran, 3/103)
Kur'ân'ın bu yönlendirmesi, bütün milletler için geçerlidir. Şüphesiz bu yönlendirmeye en lâyık olan kesim Müslümanlardır. Çünkü Müslümanların ortak inançları, bir olan kitap ve sünnetleri, iman kardeşliği bağıyla birbirine bağlı olmaları ve ortak problemleri, dolayısıyla her kesimden daha çok birleşmeye muhtaçtır.
Said Nursî de, diğer İslâm önderleri, ilim ve İslâmi hareket liderleri gibi, devamlı surette Müslümanları birliğe ve aralarındaki ihtilafları bir kenara bırakmaya çağırmıştır. Çünkü, ihtilaflar Müslümanları zayıflatmaktadır. Said Nursî, Volkan gazetesindeki makalelerinde sürekli olarak kardeşliğe çağırmakta, aşırı hareketlerden, tefrikadan uzak durmaya ve birleşmeye davet etmekteydi. Çünkü Cenab-ı Allah "Mü'minler ancak kardeştir"(Hucurât, 15/10) buyurmaktadır.
Said Nursî ayrıca, sözkonusu makalelerinde İslâm düşmanlarının bazı zaaf, cehalet, gaflet ve ayrılık noktalarını kullanarak devletler, halklar ya da fertler bazında Müslümanlar arasında yaymaya çalıştıkları ihtilafların yayılmaması için çeşitli uyarılarda bulunuyordu.
Onun devamlı söylediği şuydu: "Ey İslâm âlemi! Senin yaşaman, birlik olmana bağlıdır. Ayrılık ve ihtilaf çıkarmak senin için ölüm demektir." 39
İslâm ümmetinin diğer milletler ve halklarla ilişkileri
İslâm ümmeti dünyadaki en büyük ümmetlerden birisidir. İslâm ümmeti ilâhî bir mesaja sahiptir ve bu mesajı söz, fiil ya da tercüme yoluyla eski ve yeni metotları kullanarak dünyaya ulaştırmak, muhtevasını açıklamak ve ahkâmını bildirmekle yükümlüdür. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bu Kur'ân sana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarman için vahyolundu"(En'am, 6/19). Şüphesiz ilk tebliğçi, yüce Allah'ın şu sözündeki emri dolayısıyla Resulullahtır: "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez." (Maide,5/ 67)
İslâm ümmetinin diğer milletler ve halklarla ilişkilerinde asıl olan savaş değil, barış; nefret ve uzaklaşma değil, anlayış ve uzlaşmadır. Diğer milletlerden ya da devletlerden bir düşmanlık söz konusu olmadığı zaman Müslümanlar yardımlaşmaya, insanlığı ileri götürecek şeylere yönelmeye, problemleri çözmeye herkesten önce koşarlar. Çünkü, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah bilendir, her şeyden hakkıyla haberdardır." (Hucuret, 49/13)
Müslümanların diğer insanlarla olan ilişkilerindeki temel kaideyi Cenab-ı Hakk'ın şu sözü belirlemektedir: "Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasaklamaz; doğrusu Allah âdil olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerdir." (Mümtehine, 60/8-9).
İşte İslâmın arzuladığı bir ortamda siyaset, basın, iktisat, sanayi, kültür ya da bilim v.b. sahalardaki ilişkiler her iki tarafın da faydasına olarak gelişebilir.
Gerek Hz. Peygamberin değişik hükümdarları İslâm'a çağırırken uyguladığı ve gerekse ondan sonra diğer Müslümanların insanları Allah'a ve onun birliğine çağırmada kullandıkları metot, Cenab-ı Allah'ın şu sözüdür: "De ki: Ey ehl-i kitap! sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman; şahit olun ki biz Müslümanlarız! deyiniz." (Ali-İmran, 3/64)
Şüphesiz, bu yol aklın, mantığın ve hikmetin yoludur. Çünkü Kur'ân'ın çağrısı ve evrenselliği daha önce de geçtiği gibi insanın hayrınadır ve insanı dalâlet çukurundan kurtarıp mutluluk ve kurtuluşa doğru götürmek, kalbinde ve vicdanında huzur ve sükunu yerleştirmek içindir.
Said Nursî, hem iman-ibadetlerle ilgili olan, hem de İslâm ümmetinin eğitim ve islahına yönelik ders veren Kur'ân âyetlerini açıklamaya, onun mesajını yaymaya çalışırken, aynı zamanda ihlâsı, diğer insanların ayıplarıyla meşgul olmak yerine hakkı yaymayı, İslâm kardeşliğine sarılmayı ve ehl-i hakla ittifak etmeyi prensip edinmiştir.
Sonuç:
Kur'ân'ın evrenselliğinin boyutları ve diğer milletlerle ilişkiler sahasındaki öğretileri bunlardır. Bu öğretiler, iman ve tevhid akidesini yayma, yüce Allah ile olan alakayı ibadetle güçlendirme, fert fert ya da guruplar olarak, yöneten ve yönetilenler olarak bütün insanlığın kurtuluşu içindir.
Bu tür çalışmalarda maddî çıkarları aşan, sırf başka insanlara iyilik etmek ve Allah'ın mesajını tüm dünyaya ulaştırmak gibi samimi bir arzudan başka, herhangi bir şahsî menfaat söz konusu değildir.
Said Nursî'de diğer ıslahat ve değişim öncüleri gibi üstün ve sağlam olan bu usûle bağlı kalmıştır. Kur'ân'ın mesajını ve şeriatın taleplerini çok iyi anlamış biri olarak, ülkesinde ve ülkesi dışında hatta bütün dünyada hak, adâlet, iyilik ve sevgi sancağının yücelmesi için Allah'ın yoluna çağıran bir davetçidir. Kısaca söylemek gerekirse O, "Bir ferdî şahsiyeti temsil eden bir ümmet ve bir ümmeti temsil eden mü'min bir ferdî şahsiyettir."
İstifade Edilen Önemli Kaynaklar:
-Kur'ân-ı Kerim,
-İhsan Kasm, es-salihî, Bediüzzaman Said Nursî, Nazretün Amme an Hayatihi ve âsarihi, Sözler Yayınevi, Türkiye.
İbrahim Ali el-Avdî, Bediüzzaman Said Nursî, Fikruhu ve D'avetuhu, Amman.
- Orhan Muhammed Ali, Said Nursî, raculu'l-kaderi zi Hayati Ümmetin, Nesil, Yayın evi, İst.
- Nursî, El-mucizatu'l Ahmediye, -trc.İhsan Kasım- İst.
- Nursî, El-vahdetu'l-İslâmiye, muktetafat min külliyati Resâili'n-Nur, İst.
- Muhammed Allhuh, Alemiyetu'l-İslâm ve kadaya el-asr, Libya.
- Ahmed Ali el-Mulla, Alemiyetu'l-İslâm, Dımaşk.
· Vehbe Zuheyli, Asaru'l-harbi fi fıkhi'l-İslâmî.
· Abdullah Dıraz, ed-Din, Kahire.
____________________
1 Suriye Dimaşk Üniversitesi Şeriat Fakültesi İslâm Hukuku ve Mezhepleri Bölümü Başkanıdır. Bir çok yayınlanmış eseri vardır. İslam Fıkıh Ansiklopedisi en önemli eseridir.
2 Rics: azap veya hezimet demektir.
3 Ayette geçen "Erbâ"nın anlamı: sayıca daha çok demektir.
4 Ayette geçen "Dehalen"in mânâsı: hile, fitne-fesat demektir.
5 Orhan Muhammed Ali, Said Nursî; Reculu'l-kaderi fi hayati ümmetin, 89-90.
6 İhsan Kasım, es-Salihî, Bediüzzaman, hayatuhu ve âsâruhu, 148-156.
7 Orhan M.Ali, a.g.e, 208.
8 Hadiste geçen "ZVY" kelimesi, toplamak anlamındadır.
9 Ibn Esîr el-Cezerî, Câmiu'l-Usûl, XII/61, 217.
10 Hadisi Ebu Davud Cübeyr b. Mutim'den rivayet etmiştir. Hadis hasendir.
11 Hadisi Ibn Sa'd Tabakat adlı eserinde tahriç etmiştir.
12 el-Vahdetu'l-Islâmiye, Muktatafât min külliyyâti Resâili'n-Nûr,17-19.
13 bk. el-Ütaz el-Avdî, Bediüzzaman en-Nûrsî, fikruhu ve davetuhu, 168-173.
14 bk. Said Nursî, Reculu'l-Kaderi fi hayati ümmetin, 133, 148-149.
15 Birleşmiş Milletlerde Filistin konsunda şimdiye kadar alınan 225'ten fazla kararlardan hiç birisinin uygulanmaması bunun açıkbir örneğidir.
16 bk. Bediüzzaman, en-Nursî, fikruhu ve D'avetuhu, 34.
17 bk. el-Mevsûatu'l-Arabiyetu'l-Müyessere, II/1241.
18 Hadisi İmam Ahmed, Buhâri, Müslim, Ebu Davud ve Tirmiz Ebu Bekre'den rivayet etmişlerdir.
19 bk. Bediüzzaman, en-Nursî, fikruhu ve D'avetuhu, 40.
20 bk. el-Vahdetu'l-İslâmiye, Muktatafât min külliyyâti Resâili'n-Nûr, 20.
21 Bediüzzaman, en-Nursî, fikruhu ve D'avetuhu,39.
22 a.g.e, 37-38.
23 a.g.e, 138.
24 Hadisi Buhârî ve Müslim Hz. Enes'den tahriç etmişlerdir.
25 Müslim rivayet etmiştir.
26 Hadisi, Buhâri, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesâî tahriç etmiştir.
27 Hadisi, Tirmizi, Ebu Davud, İbn Mâce tahriç etmişlerdir.
28 Hâdisi Tirmizî rivayet etmiştir.
29 bk. Bediüzzaman, Firuhu ve Davetuhu, 152.
30 İhsan, Kasım es-Sâlhî, Bediüzzaman Said Nursî, 152.
31 bk.Muhammed Abdullah, Dıraz, ed-Dîn, 189.
32 Bediüzzaman, Fikruhu ve D'avetuhu, 125.
33 Hadisi Ahmed b. Hanbel ve Taberânhi tahriç etmiştir.
34 bk. Orhan M. Ali, Said Nursî, Raculu'l-Kader, 117.
35 a.g.e, 212.
36 a.g.e, 230.
37 a.g.e, 117.
38 Bediüzzaman, Fikruhu ve Davetuhu, 43.
39 a.g.e, 166; Said Nursî, Raculu'l-Kader, 44.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
İSLAMIN EVRENSELLİĞİ VE KUR’ÂN'IN EVRENSEL OKUNUŞUNDA RİSALE-İ NUR ÖRNEĞİ
Reşit Haylamaz 1
İSLAMIN EVRENSELLİĞİ
İnsan ve din, biribirinden ayrılması mümkün olmayan bir bütündür ve ilk insanla birlikte bir hayat tarzı olarak takdim edilen dinle beşerin arasını ayırmak mümkün değildir. Zira bu, fıtrata aykırıdır ve fert ve toplum açısından çok farklı komplikasyonların doğmasına sebebtir. Kainatın yaratılış gayesi ve herşeyin insan merkezli yaratılmış olması, kainat kitabıyla kendisine anlatılanlar yanında temelde aynı, ancak teferruatta bazı farklılıkları haiz kitaplarla desteklenmesi, bununla da kalınmayıp her iki kitabı izah edecek muallimlerle beşerin imdadına koşulması göstermektedir ki, Allah (c.c.) merhametinin bir neticesi olarak her dönemde insanları din merkezli bir yaşayışa davet etmiş ve etmektedir.
İbadetin gerçekleşmesi için, ibadet yapılacak şahsı tanımanın önemini de vurgulama açısından tanıyıp bilme olarak tefsirlerde yerini bulan,2 ancak metinde ibadet üzerine bina edilen yaratma hakkında Allah (c.c.), “İnsan ve cinni ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” 3 diyerek şuurlu varlığın yaratılmasındaki gerçek hedefin ibadet olduğunu vurgulamaktadır.
Kaynak ve hedefin aynı olması sebebiyle, teferruatta bazı farklılıklar olsa bile temel meseleler, bütün dinlerde aynıdır. 4 İlk insandan itibaren beşere rehber olarak takdim edilen her dinde Allah’a iman, ahiret inancı peygamberlik müessesesi ve meleklerin varlığı gibi temel meseleler, hep olagelmiştir. Bununla birlikte bir kısım özelliklerde farklılığın olduğu da bilinen bir gerçektir. İşte İslamda ondan önceki dinler arasında ayniyet arzetmeyip farklı olan bu hususlardan biri, şüphesiz ki özel manada İslamın evrensel oluşudur.
Üniversal, alemşumül, cihanşumül, tüm insanlığı ilgilendiren ve dünya çapında gibi anlamlara gelen 5 evrenselliği, bir din veya siyasi doktrinin, hukuki veya iktisadi bir sistemin, ,yada bir felsefi öğretinin, beklentilerine çağlarüstü boyutta cevap vermesi 6 şeklinde tarif edecek olursak, bu tarife bütünüyle uyan tek sistemin İslam olduğunu görürüz
Ancak, İslam, evrensellik ididasıyla ortaya çıkmış bir din de değildir. Onun bu özelliği, ortaya koyduğu prensiplerle kendini göstermektedir. Onun kaynaklarına müracaat eden herkes, hitaplarındaki umumiyetten, muhtevasındaki derinliğine, insan merkezli kurduğu dünyadan ilk zamanki orijinini korumasına, kaynağındaki kudsiyetten temel nassslara muhalif olmadığı müddetçe her toplumu kendi kültürüyle kabul etmesine kadar birçok meseleledeki gelen prensiplerini görererk bu hakikatı idrak edebilir.
İslam kemal noktasına ermiş bir din 7 ve onun tebliğ, temsil ve teşriinde merkezinde olan Rasûlullah da onun son peygamberidir. 8 O, beşer için son ve alternatifsiz çaredir. 9 Bu, insanlığın sonuna kadar bütün meselelerde beşerin ihtiyaçlarına cevap vereceği anlamına gelmektedir.
Sadece teorikte kalmaması için zikrettiğimiz hususlardan bazılarına değinerek konuyu açmaya çalışalım.
MUHATAP AÇISINDAN
Genel manada bütün dinlerin muhatabı, öncelikle insandır. Ancak İslam dışındaki dinlerde bu hitabın, bütün insanlığı kapsamadığı, belli kavim veya bölgelerle sınırlı kaldığı da bilinen bir gerçektir. Kemale doğru ilerleyen beşer için mükemmel ve noksansız olarak takdim edilen son din İslam ise, sadece insanlara hitabetmekle kalmamış, aynı zamada cinleri de için alacak bir hüviyetle şuurlu varlıkların 10 bütününü kucaklamıştır.
Önceki peygamberlerden sıkça bahseden Kur’an, onların hitaplarını aktarırken hep, kavim ve kabilelerine karşı sorumluluklarını yerine getirme gayretlerinden bahsetmektedir. Dolayısıyle hitaplarda, “Ey Kavmim, 11 Ey İsrailoğulları... 12” gibi ifadeler ağırlık kazanırken sıra İslam’a gelince, gerek Kur’an 13 gerekse hadislerde 14 hitap birden umumiyet kesbetmekte ve “Ey İnsanlar, Ey Ademoğulları...” genellemesiyle bütün insanlara seslenilmektedir. Ayrıca aynı manayı ifade eden, kul/kullar, 15 insan, 16 alemler 17 gibi kelimelerin de sık kullanılması, mesajın evrensel boyutunu te’yit eden önemli unsurlardır.
Bunun yanında Kur’an, hitabının bütün insanları kapsadığnı farklı ayetlerinde ele almış ve değişik vesilelerle bunu herkese ilan etmiştir. Kur’an’la biraz meşgul olan hemen herkesin ilk anda aklına gelebilecek olan, “De ki: Ey İnsanlar! Şüphe yok ki ben, sizin hepinize Allah’ın rasûlüyüm.” 18 “Şüphesiz ki sen, uyarıcısın ve her kavme hâdi (hidayet rehberi)sin.” 19 “Andolsun ki, biz seni, ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” 20 “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler.” 21 ve “Müşriklerin hoşuna gitmese de, rasûlünü hidayet ve hak din ile, bu dinin bütün dinlerin üstünde olduğunu göstermek üzere göndermiş olan O’dur.” 22 gibi ayetler bunu ifade etmektedir.
İlk bakışta bu manayı ifade etmiyor gibi görünen, “...Ümmü’l-Kurâ ve etrafındakileri uyarman için...” 23 mealindeki ayet de, dikkatle incelendiğinde bu evrensel yönü anlatmaktadır. Diğerlerinden farklı olan, sadece dinin başlangıç noktası olan yerlere öncelik överilmiş olmasıdır. Zira ayette kullanılan “Ve Men havlehâ” ifadesi, sadece etrafındaki dar bir bölgeyi değil, Ümmü’l-Kurâ başta olmak üzere, onun dışındaki bütün insanlığı uyarmayı da içine almayı gerektirmektedir. Kur’an’da, “Men’” kullanılarak ifade edilen hemen her yerde, bu umumiyet kendini göstermekte ve ardından gelen kelimenin tamamını kapsamaktadır. Mesela “Men fi’s Semâvât” 24 denilirken semalarda olan her canlı, “Men fi’l-Arz” 25 denilirken de yeryüzündeki bütün şuurlular bu hitaba muhatap olmaktadır.
Aslında sözkonusu ayet, tebliğdeki bir prensibi ortaya koymaktadır ve meseleye tebliğ açısından baktığımızda, sözünü ettiğimiz ayetin aynı zamanda, tebliğdeki tabii süreci de ortaya koyduğunu görürüz. Çünkü Kur’an, tebliğde ilk olarak yakın akrabalarından başlamasını Hz. Peygamber’e bildirmiş 26 ve O da, tarihen bilinen hitabını ilk olarak kitleler halinde akrabalarına tebliğ etmiştir. 27 Zaman ve mekan açısından bakıldığında, bunun aksini söylemek de mümkün değildir. Zira, eşyanın tabiatında olduğu gibi her düşünce, ilk olarak elbette kendi etrafını ilgilendirecek ve tezlerini yakınlarına arzedecektir.
Kur’an’ın ayetleri ve Hz. Peygamber’in ifadeleri göstermektedir ki, dinin muhatabı ne sadece Araplardır, ne de sadece belli bir zamana hitabetmektedir. Onun muhatabı, Ebu Bekir olduğu kadar aynı zamanda Ebu Cehil, Ömer olduğu kadar da Ebu Leheb’dir. Arap yarımadası onun ilgi alanına girdiği kadar o, Amerika’dan Rusya’ya, Japonya’dan Avusturalya’ya kadar dünyanın tamamına hitap etmektedir. Aradaki fark, bazılarının hitaba cevap verip onunla bütünleşmeleri, diğerlerinin ise, ilk dönemde olduğu gibi ya kulaklarını tıkayıp inat ve kavmiyet labirentlerine kurban gitmeleri veya bilgi eksikliğinden kaynaklanan peşin fikirliliktir.
KAYNAK AÇISINDAN
Sınırlı düşüncenin ürettiği her şey, eskimeye mahkumdur. Kendini yenilemeyen, yaşadığı asrın şartlarına ayak uydurmakta zorlanan her düşüncenin akıbeti de bundan farkıl değildir. Tesiri asırları aşan düşüncelerin temelinde, ya doğrudan vahiy veyay bir şekilde vahyin atmosferinden istifade yatmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında, beşer karihasının ürettiği en iddialı prensipler bile zamanla silikleşmekte ve başlangıçtaki orijinalliğini kaybetmektedir. Günümüz hukuk sistemlerinin sık sık değiştirilme gereksiniminin altındaki sebep de bu olsa gerek.
Akıp giden zamanın eskitemediği, hatta her geçen gün cazibe ve ilgi odağa haline gelme özelliğine sahip tek sistem ise İslamdır. 28 Zira onun kaynığı ilahi olduğu gibi tahrif ve tebdile karşı da ilahi teyidat altındadır. 29 Allah için zamanın bağlayıcılığından sözetmek mümkün olmadığına göre ki zamanı yaratan da O’dur. O’nun koyduğu prensiplerin, gelişen zamanın şartları karşısında değerini yitirmesi asla sözkonusu olamaz. Zira O, herşeye şahit olarak 30 hükmün konulduğu ortamı bildiği gibi, o hükmün geçerlilik süresince gelişecek olaylara da muttalidir. 31 Varlığında olduğu gibi ilminin de başlangıç ve sonu yoktur. daha yaratırken, en sonunu görebilen bir kudretin ortaya koyacağı her prensibin, daima canlı kalmasından daha tabii ne olabilir ki?
Sözü söyleyenin kimliği, söylediği ortam, muhatabın durumu ve sözün söylenmesini gerektiren atmosfer, onun değerinde etkin rol oynadığına göre, kelamullah olan bir kaynak ve Rasulullah’la temsil edilen bir dinin, bütün zamanları içine alması ve evrensel değeri ifade etmesi gayet tabiidir.
İslam sair dinlerde olduğu gibi peygamberlerine izafe edilerek anlatılmıuyor. 32 O, emin elçinin eliyle 33 en emin insana gönderen, 34 Rahman ve rahim olan Allah’tır. 35 Onu, göklerde ve yerdeki sırları bilen Zat indirmiştir. 36 Dolayısıyle hiçbir surette ona batıl elin ulaşması ve tahrifata kalkışması mümkün değildir. 37 Onu yıpratmak için zuhur ettiği günden buyana yapılan gayretler neticesiz kaldığı gibi bugün ve yarınlarda da atılacak çamurlar asla tutmayarak iz bırakmayacak, aksine onun, daha da canlı kalmasını netice verecektir.
İslamın evrenselliği, sadece onun birinci ve en önemli kaynağı Kur’an’la sınırlı tutulmamalıdır. Bu noktada Sünnetin de apayrı bir yeri olduğu gibi 38 her iki kaynaktan çıkarılmış istinbat metotlarının da büyük etkisi vardır. 39 Zaten o da, netice itibariyle vahye dayanmakta ve böylelikle bir kaynak bütünlüğü yaşanmaktadır. 40 Dolayısıyla bir bütün olarak aynı kaynaktan gelen ve o kaynak tarafından donuk değil de, temel nassların dışında yaşayan insanlara bıraktığı alanla daima canlı bir sistem olarak takdim edilen İslam, sadece bazı yönleriyle değil bir bütün olarak evrenseldir. 41
ORİJİNİNİ KORUMA AÇISINDAN
İslam, okuma emriyle başlayıp kalem ve onun yazdıklarına yeminle, her ikisinin de önemine ayrı ayrı dikkat çeken bir dindir. Bu iki emrin tabii bir neticesi olarak, Allah’tan gelen vahyi kendi orijini içinde koruyan tek sistem de yine İslam’dır. sebebi ne olursa olsun neticede bugün elimizde bulunan Tevrat ve İncil’le, Hz. Mûsâ ve Hz. İsa’ya indirilen Tevrat ve İcnil’in ayniyetinden bahsetmek mümkün değildir. 42 Hem nüzulü sırasında hem de sonraki dönemlerde gösterilen hassasiyet, adeta hıfz-ı ilahinin bir neticesi olarak sadece İslam’ın kaynağı olan Kur’anın kendi orijiniyle kalmasını netice vermiştir. 43 Yani ondaki ifadeler, birebir Allah’ın kelamıdır.
Vahyin bidayetinden son inen ayete kadar olabildiğince bir hassasiyetle kayda geçirilen ve hemen ezberlenerek hayatta uygulanmaya başlanan ayetlerin korunması hususunda gösterilen hassasiyetin bir benzerine tarih asla şahit olmamıştır. 44 Böylesine hassas koruma yanında her sene, o güne kadar nazil olan ayetlerin, vahiy meleği Cebrail’le birlikte tekrarlanması ve bilhassa Hz. peygamber’in vefatından önceki sene, arza tabir edilen bu hadisenin iki defa gerçekeşmesi, kıyamete kadar bütün insanlara hitabedecek bir dinin kanaklarında en ufak tereddüde yer verilmediğini göstermektedir.
Orijinini koruma açısından bakıldığında ikinci kaynak olan hadisler için de aynı şeyleri söylememiz mümkündür. Başlangıç itibariyle Kur’an’la karıştırılır endişesinden kaynaklanan bir yazı yasağı olsa bile 45 bu yasağın, risaletin tamamını ve herkesi kapsamadığı bilinmekte, 46 dolayısıyle hıfz ve kitabet olarak her iki yolla nakledilerek İslam kültürünü oluşturmaktadır.
Dönemin kültürünü intikal ettirmede etkin rolü olan ezber faktörü, 47 hadisler sözkonusu olduğunda olabildiğince değerlendirildiği ve neticede, birbirinden bağımsız ve farklı bölgelerde toplanan mecmualarda biraraya getirilen hadislerin benzerliği, hatta aynı kelimelerle aktarımı, dönem insanlarının gösterdikleri hassasiyeti ortaya koyma açısından oldukça çarpıcıdır.
Hadislerle ilgili olarak belli dönemlerde ve farklı maksatlarla yeni sözlerin ilavesi de bilinen bir gerçektir. 48 Ancak bunların, Hadis ilminde uzman sarraflar tarafından Alah Rasulü (sas)’nün sözleri arasına karıştırılmasına müsaade edilmediği ve kimlerin ne maksatla hangi sözleri uydurduklarını belirten müstakil eserlerin ortaya konulduğu da unutulmamalıdır.
EŞİTLİK İLKESİ AÇISINDAN
Evrensel değer iddiasında olan her sistemin şahıslar arasında mutlak eşitliği temin edici prensiplere sahip olması gerekmektedir. Zira, bu kadar farkı kültür ve fizyolojik renklilik karşısında ancak, bütün insanlığa hitab etme ufkuna ulaşan sistemler uzun soluklu ve geniş yelpazeli bir hayat hakkına sahip olabilirler. İnsanları, renk ve sosyal hayattaki ön kabullere göre değil, Allah katındaki değerlerine göre sınıflandırmaya tabi tutan yaklaşımlar, 49 beklenilen huzuru temin adına insanlara ümit verebilmektedir. Ancak bu tasnifin, hukuk açısından bağlayıcılığının olmadığı da 50 unutulmamalıdır.
Hitaplarını belli bir kavme veya düşünceye yönlendiren, 51 insanları renklerine göre tasnife tabi tutan, ait olduğu ekolün üstündüğünden dem vurarak diğer insanları hizmetçi, hatta köle gibi gören anlayışların, uzun vadede ve yeryüzünün tamamına hayat vermesi elbetteki düşünülemez.
Müslümanın kendi aleyhine bile olsa doğruyu söylemesi gerektiğini söyleyen Kur’an’ın, heva hevese uyulmadan, her halükarda adaletin yerine getirilmesini istemesi ve yapılacak bir yanlış tutum karşısında Allah’ın ilmi ve ahireti haırlatması da, 52 sadece zahiri anlamda değil, gerçek manada mutlak adaleti gerçekleştirmesi açısından onun evrenselliğini ortaya koyan önemli bir delildir.
Kur’an’ın bu yaklaşımını destekler mahiyette ve eşitlik ilkesinin gerçekleşmesinde önemli yeri olan adaleti gerçekleştirme gayreti açısından Hz. Peygamber’in, davada delilini güçlü takdim etmek suretiyle hakimin yanılmasına sebep olanlar için ahiret hayatındaki mutlak adaleti hatırlatması da oldukça önemlidir. 53
Hitaplarında bütün insanlığı kucaklayan, hükümlerinde genel prensipler ortaya koyarak ictihad, kıyas, örf, maslahat, zaruret gib yöntemlere itibar ettiğini vurgulayan, hukuk karşısında herkesi bir tarağın dişleri gibi eşit gören 54 ve fiili olarak insanlar arasındaki eşitlik ilkesini yerleştiren bir dinin tebliğcisi olarak Allah Rasûlü(sas) 55 milliyetçilik ve ırkçılık gibi sınıf farklılıklarının üstünlük vesilesi olamayacağını ilan ederek, ne Arab’ın Acem’e ne de Acem’in Arab’a, ne kırmızı tenlinin siyaha ne de siyah tenlinin kırmızıya herhangi bir üstünlüğünün sözkonusu olmadığını bildirmiştir. 56 Öndegelen birisinin kızı hırsızılk yaptığında, Efendimiz’e yakınlığı olan insanları devreye koyup iltimas talep edildiğinde celallenerek, kızı Fatıma bile aynı suçu işlemiş olsaydı cezadan geri durmayacağı kararlılığını gösteren Allah Rasulü’nden başkası değildir. 57 Böylelikle, mücrimin kimliği ne olursa olsun hukukun ilkelerinden taviz verilemeyceğini anlatan Hz. Peygamber (sas), aynı zamanda toplumda iltimaslı şahısların oluşmasını, adaletin önündeki en büyük engel olarak görmüş ve önceki ümmetlerin uzun soluklu olamamalarının altında da böyle bir iltimasın yaygınlığının olduğunu bildirmiştir.
Hukukun üstünlüğü bir esastır ve Allah Rasulü(sas) de bu ilkeye azami riayet etmektedir. Mesela yaptığı şakalarla insanları güldüren birisine Rasulullah (sas), elindeki asa ile dokunmuş ve canını incitmişti. Kısas isteyen bu Sahabi’ye karşı Allah Rasulü yumuşak davranmış ve kısas isteğini de kabul etmişti. Ancak, asanın vücuduna değdiği anda bedeninin çıplak olduğunu ileri süren bu şahıs, herkesin huzurunda Rasulullah’ın da elbisesini açmasını isteyince Rasulullah tarafından bu istek de kabul edilmiş ve adam alelacele yerinden kalkıp Allah Rasulü’nü kucaklayarak öpmeye başlamıştı. Ardından da, ‘Ey Allah’ın Rasulü! Aslında benim istediğim de budur’ diyerek, hem O’na olan bağlılığını ortaya koymuş hem de insanlar arasında olması gereken eşitlik ilkesini pratik hayatta yaşandığının güzel bir misalini oluşturmuştur. 58
Demek ki dinde sadece eşitliğin sözü edilmiyor, aynı zamanda onun gerçekleşmesi için gerekli olan prensipler ortaya konularak hukukun üstünlüğünün işlerlik kazanmasının üzerinde ısrarla duruluyor ve böylelikle pratik hayatta yaşananlarla sonrakilere emsal tablolar bırakılmış oluyor. Bu da onun başka sistemlerde olduğu gibi, tarihin eskitmesiyle yok olmayacağını, aksine her dönemde insanlara huzur vermeye devam edeceğini gösteren en belirgin husustur.
Ayrıca suçun ferdiliği ve sadece fiilden cürmün failinin mesul tutulması, 59 suç sabit olana kadar kimsenin zan altında bırakılamayacağı, 60 suçlunun değil, toplumun haklarını korumanın esas olduğu 61 gibi genel prensipler, İslamın evrensellik konusunda ne derece ileride olduğunu göstermektedir. Ancak 20. yüzyılın birinci yarısının sonlarına doğru konuşulmaya başlanan ve belli ülkelerce imzalanarak 10 Aralık 1948 tarihinde ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesiyle 62 bir kıyaslama yapılırsa mesele daha net anlaşılacaktır. Hatta bu beyannameyle, sadece Alla Rasulü (sas)’ün Veda Hutbesi 63 karşılaştırılsa, İslamın muhtevasındaki derinlik hakkında bir fikir vermeye yetecektir. Birisindeki ifadeler tavsiye niteliği arzederken diğerindekiler hayatın içinde ve uygulamaya yönelik canlılıktadır.Ayrıca uygulanabilirlik açısından bakıldığında, bugünün medeni geçinen ülkelerinde bile bu haklar zaman zaman askıya alınabilirken Asr-ı Saadette, anında uygulamaya geçirilmekte ve Hz. peygamber burada ilk nümuneyi oluşturmaktaydı. Hutbe içinde bulunan faiz ve kan davalarının kaldırılışıyla 64 kölelik uygulamaları karşısında alınan tavırlar 65 bunun en çarpıcı misalleridir.
MUHTEVA AÇISINDAN
Yaş ve kuru her şey, Kur’an’da mevcuttur. 66 ve her şey onda açıklığa kavuşturulmuştur. 67 Ancak herşeyin mevcut olması, detaylarıyla açıklanması anlamına da gelmemektedir. Zira Allah, onunla muhatab ettiği insana, şifreler halinde verdiği meseleleri çözebilecek kudret ve akıl vermiş, nesilden nesile intikal eden bilgi birikimini de kullanarak gönderdiği kitabı anlamalarını istemiştir. Ayrıca yanlış anlamalara neydan vermemek veya doğruyu anlatmak için beşere rehber olarak Rasûlünü gönderip O’nu tebliğ, tebyin, temsil ve tafsil gibi vazifelerle tavzif etmiştir. Dolayısıyle din, öz halinde gelen kaynakla onun pratik hayattaki yansıması olan geniş bir yelpaze hüviyetine kavuşmuştur.
Kur’an, öncelikle insanları evrensel ahlak ilkelerine ulaştırmak ve kamil insan hüviyeti kazandırmak istemektedir. Zira her yönüyle kamil insanlardan meydana gelen toplum harhangi bir mesele karşısında nasıl davranılması gerektiğini çözecek ve ona göre tavrını belirleyerek en doğru sonuca ulaşacaktır. Yasamayla ilgili olarak çok az sayıda ayetin indirilmiş olması yanında 68 yürütmenin şura ile olması, 69 akitlerin karşılıklı rızaya dayanması 70 adalet ve dengenin korunması, 71 hatta başkalarının yaptıkları kötülük ve haddi aşmalarda bile adaletten taviz verilmeden dengenin muhafaza edilmesi, 72 kıyas, ictihad, istihsan, istishab, istisna’, sedd-i zerai’ gibi ilgili fertlere geniş bir hareket alanının tanınmış olması, İslamın her dönemde canlı ve kendi gibi ilgili fertlere geniş bir hareket alanının tanınmış olması, İslamnın her dönemde canlı ve kendi orijini içinde yaşanabileceğinin açık belirtileridir. yani İslam, sanıldığı gibi belli sayfalardan oluşan kitaplarla sınırlı bir ilme sahip değil, bahsini ettiğimiz hususlarla sınırsızlığa ulaşan bir bilgiyi ihtiva etmektedir. Zaten Kur’an da, her dönemde ve farklı insanlara göre devamlı tazelenen ve her zaman çok televvünlü anlamlara müsait bir kitap değil midir?
Ahlaki ilkeler, ailevi ilişkiler, İman, ibadet, muamelat, önceki ümmetlerin haberi, kainatla ilgili hususlar ve ahiretle ilgili konuların hepsi, her dönemde herkesi ilgilendiren evrensel meselelerdir ve bunların sayısı oldukça çoktur. Bugün için bazı kimselerin kavramakta zorlandıkları nokta Kur’an’ın, zaman ve mekanın değişmesiyle değişkenlik arzeden değil, aksine her dönemde geçirliliği olan konulara yer vermiş olmasıdır. Zira o, zaman ve mekanla sınırlı olmayan Allah’ın, bütün zaman ve mekanları aynı anda görüp bilmesinin bir ürünüdür. Onu gönderen Zat tarihsel değildir ki, gönderdiği mesaj evrensel olmasın. 73 O mesaj, ilk gönderildiği orijinallikte bugün elimizde olduğuna göre Kur’an’da bizimle bizzat Müteal olan Allah konuşmaktadır. 74
Bilhassa felsefecilerin, çağlarboyu üzerinde durdukları ve ona ulaşmak için gayret sarfettikleri evrensel doğruları yakalama meselesinde İslam ,net bilgiler sunmuş ve sadece dünya hayatı değil aynı zamanda dünya sonrası hayat için de yanıltmaz mesajlar vermiştir. Düşünce adamlarının değişik dönemlerde mutlak doğru olarak gördükleri birçok mesele, zamanla geçerliliğini kaybedip, onun yerine mutlak doğru olarak bir başka konu üzerinde yoğunlaşıldığı görülmektedir. Mesela bir dönemde rasyonalizm tek doktrin olarak ele alınırken, bir başka zaman entüisyonizm geçerli tek akım olarak telakki edilmiştir. Halbuki ifrat ve tefritlerin ürünü olan her iki yaklaşım da İslamın ortaya koyduğu ilkelere göre tek doğru değildir. O, her ikisine de haklılık payı vermekle birlikte ne sadece akılcılıkla ne de sezgilere dayanarak mutlak doğrunun elde edilemeyeceğini, aksine aklı da sezgi ve hisleri de devreye sokarak orta yol olan sırat-ı müstakimin bulunması gerektiğini bildirmektedir. Aslında Allah’ın vermiş olduğu akıl düşünce, his ve kalp gibi önemli nimetler, Kur’an’ın isteği doğrultusunda ve onun bildirdiği noktalardan hareketle kullanılmış olsaydı, tarihte yerini alan bunca önemli fikir adamının ortaya koyacağı sonuçlar olduğundan çok daha farklı ve aynı çizginin farklı desenleri olarak tarihe geçerdi. Bugün için de henüz fırsat kaçmış değildir.
Muhteva itibariyle evrensel olduğunu ortaya koyan İslam hakkında bazı ithamların olduğu da bilinmektedir. Ancak bunlar, sadece ceza hukuyla ilgilidir ve hepsi de, uygun bir zemide tartılıp mecrasına oturtulabilecek keyfiyette ve çözümü belli yaklaşımlardır. Aynı zamanda bu yaklaşımlar, evrensel bir zemin yerine, belli bir kültürün neticesi ve yerine göre ona hayat hakkı bile tanımayan tarihsel yorumlar ihtiva etmektedir. Yani burada bir taraf olma meselesi sözkonusudur.
İslam ceza hukukunun öngördüğü meseleler, caydırıcılığı ön plana çıkaran ve suçluyu değil, toplumu suç unsurundan temizleyip korumayı hedef alan yaklaşımlardır. Bugün, İslamın ceza hukukuyla ilgili müeyyidelerini uygulanmaz bulanlar, meseleyi olay ve olayın etkilediği insanların durumlarını gözardı ederek ele almakta ve geciken adaletle etkisi unutulan meselede, adeta yeni bir tavırmış gibi suçluyu korur bir görüntü sergilemektedirler. Halbuki olay, sıcağı sıcağına değerlendirilse -ki benzeri olayların içinde olanların genel kanaatı da budur- İslamın öngördüğünün de ötesinde ibretli cezaların gündeme getirilmesi sözkonusudur. Yanlı tutumlardan uzak tarafsız bir ortamda değerlendirilidğinde ortaya çıkacak sonuç da, toplumun korunmasını netice veren her suça hakettiği karşılığın geciktirilmeden verilmesi şeklinde olacağı muhakkaktır.
KUR’AN’IN EVRENSEL OKUNUŞUNDA RİSALE-İ NUR YÖNTEMİ
Bilindiği gibi Risale-i Nur, İslamın günümüzdeki en önemli yorumlarından biridir ve elbetteki İslamın evrenselliği hususunda da yeni yaklaşımları olacaktır ve olmuştur da. Ancak, o, evrensellik başlığı altında değil, hemen her konuyu ele alış tarzındaki yaklaşımlarında ve özellikle de Kur’an’la ilgili bahislerde bu konuya değinmiş ve kendine özgü ikna metodlarını kullanarak İslamın evrenselliğini, zorlamalardan uzak tabii bir yaklaşımla ele almıştır.
Bediüzzaman’ın sadece Kur’an tarifi 75 bile başlı başına evrensel bir yaklaşımdır. O, kainatı bir bütün olarak telakki eder 76 ve Kur’an’da, maddi alemin dillerinden birşeyler anlayamayanlar için ayrıca gönderilmiş bir name, 77 yani kainat kitabının bir tercümanı 78 olarak değerlendirir.
Risale-i Nur’da ele alınan konular açısından meseleye bakılacak olursa bunların, Kur’an’ın ele aldığı konularla büyük ölçüde aniyet kesbettiği ve doğrudan bireyleri hedeflediği görülmektedir. Bilhassa ve özelikle üzerinde durulan imani meselelerin, her dönemde ve herkes için geçerli olduğu, dolayısıyle tarihsel bir zeminde mütalaa edilmelerinin mümkün olmadığı aşikardır. Bu açıdan bakıldığında Tabiat, Meyve ve Haşir risaleleriyle ve Nübüevvet meseleleri gibi bölümlerin güzel misaller teşvik etitği görülecektir.
Risale-i Nur, hemen her meselede dinin kaynağını ve onun en önemli unsuru olan Kur’an’ı nazara vermekte ve dikkatleri onun üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Mesela, Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır’ 79 diyen Bediüzzaman, ‘Müctehidlerin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’an’ı göstermeli, yoksa vekil ve gölge olmamalı’ 80 diyerek Kur’an’ı anlamak için kaleme alınan eserlerin bile ona göre olmamasını istemetedir. Ona göre her türlü problemin çözümü, müslümanların uyanıp Kur’an’a sarılmasındadır. 81 Çünkü, tercümanı olduğu kainatın tılsımını ancak Kur’an açacaktır. 82
Onun yaklaşımları sadece Kur’an’la sınırlı kalmamakta, zaman zaman genel ifadelere bürünerek İslamın bütününü kapsamaktadır. Mesela, ‘İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan,yalnız kendine gece yapar. 83 demekle, o, evrensel okumayı sadece Kur’an’la sınırlandırmamakta ve dinin geneline uyarlamakta, İslamın her zamanki canlılığına dikkat çekmektedir. Buna göre, onun canlı olmadığını sananlar araştırıp bulamayanlar değil, gözlerini hakikate kapattıkları için kendilerine dünyayı zindan yapanlardır.
Risale,i Nur’un değişik bölümlerinde ve özellikle 25. söz ve işaratü’l-İ’caz’da yoğunlaşan evrensellikle ilgili konular, dinin kaynağı, onun muhtevasındaki derinlik, muarazanın mümkün olmayışı, metnindeki üstünlük, herkese ve her asra hitabetmesi, üslubu, ikna hususiyeti ve Kur’an-kainat ilişkisi gibi başlıklarda yoğunlaşmaktadır.
KAYNAK AÇISINDAN
İslamın kaynağı Kur’an ve Sünnetle bunlara dayanan temel prensiplerdir. Dolayısıyle ilk iki kaynak ve özellikle Kur’an onun temelini oluşturmaktadır. Risale-i Nur, genel anlamda islamın evrenselliğini ortaya koymanın yanında özellikle onun ilk kaynağı üzerinde durarak dikkatleri Kur’an ve özellikle de Kur’an’ın kaynağına çekmektedir. Mesela, Kur’an, bir ümminin değil, ilm-i muhit sahibi olan Allah’ın kelamıdır. 84 O, öyle bir zatın kelamıdır ki, o bütün zamanları ve bütün eşyayı bir anda görüyor, 85 Evet, “Kur’an bir hutbe-i ezeliyedir 86 ve ancak Allah’ın kelamı olabilir. 87 Onu peygamber kelamı saymak büyük bir cinayettir. 88 gibi vurgularıyla Bediüzzaman, sözle onu söyleyen zat’ın arasıdaki münasebete, özellikle de sözdeki imzanın ehemmiyetine dikkat çekmektedir.
Kur’an’ın, herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verdiğinden bahseden Nursi, ‘Kur’an, öyle bir zâtın kelâmıdır ki; bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor’ 89 diyerek onu gönderen Zat’ın ilmindeki ihatayı vurgulamakta ve kelamının ihatasını anlatmaktadır.
İlm-i ilahi ve onun hatasının vüsatini birçok yerde ele alan Bediüzzaman, o ilimden gelen Kur’an için şunları söylemektedir; ‘Kur’an, başka kelamlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünki kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise sözde “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” ise bak. Yalnız söze bakıp durma. Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’anın menbaına dikkat edilse, Kur’anın derece-i belâgatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet madem kelâm, mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emr ve neyh ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemet-sûz olur; maddî elektrik gibi tesir eder, kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder. 90
Kur’anın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkum değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. diyen Nursi, mücerret bırakmamak için verdiği misallerle de konuya açıklık getirmiş, söylenenlerin kuru birer iddia değil gerçeğin ifadesi olduğunu göstermiştir. 91
Kur’an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez. Evet zaman geçtikçe, Kur’an-Hakim’in daha ziyade hakaiki inkişaf eder. Onlar nasstır, kat’idir, esastırlar, temeldirler 92 diyen Bediüzzaman, şu ifadeleriyle de, onun kaynağına dikkat çekmektedir;
Hem nev-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve amiden tut, ta en zeki ve alime kadar herbirisi, Kur’anın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatları fehmetmeleri ve yüzer fen ve ulum-u İslamiyenin ve bilhassa şeriat-ı kübranın büyük müçtehidleri ve Usul-üd Din ve İlm-i kelam’ın dahi muhakkikleri gibi her taife kendi ilmine ait bütün hacatını ve cevaplarını Kur’andan istihraç etmeleri, “Kur’anın menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır. 93
Ayrıca, ‘Kur’an bitarafane muhakkame edilemez’ diyen Bediüzzaman’ın, Kur’an hakkında akla gelebiecek şüphe ve vesveseleri ortadan kaldırmak için kaleme aldığı 26. Mektup, akıl ve kalbi tatmin eder mahiyette, onun ancak Allah kelamı olabilecğini isbat eden delillerle doludur. 94
MUHATAP AÇISINDAN
Kur’an’ın muhatabı, şuurlu varlıklar ve onların arasında elbette en önemlisi insandır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi onda konuşan herşeyi yaratıp elinde tutan Allah’tır. Ancak bu konuşma, insanın anlama seviyesinin üstünde bir mükaleme değil, aksine beşerin seviyesinde bir tekellümdür. Beediüzzaman, tarih içinde farklı kelimelerle ifade edilen bu hakikatı, ‘Kur’an’da tenezzülat-ı ilahi vardır’ 95 diyerek, kelam-ı ilahideki bu özelliğe dikkat çekmektedir. Beşere, takatının üzerinde yük yüklemeyen Allah, 96 gönderdiği kitabın anlaşılması noktasında da farklı davranmamış ve insanların anlayabilecekleri bir dille konuşmuştur. Ancak bu konuşma, zahiren sehl-i mümteni tabir edilen, ilk anda hemen herkes tarafından söylenebilecek bir tazda olduğu sanılsa bile, biraz derinleşildiğinde onun, benzerinin söylenmesi mümkün olmayan bir ifade üstünlüğüne sahip olduğu anlaşılacaktır ve aslında bu da, onun i’caz yönlerinden birini oluşturan önemli bir hususiyetidir.
Kur’an’ın bu hitap hususiyetini değerlendirirken Bediüzzaman, onun herkese, her tabakaya, her meslek grubuna, her meşrebe ve her asra göre ayrı bir hitabının olduğunu anlatmakta ve bunları farklı ayetleri temel alarak misallendirmektedir. Bilhassa, “Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i baki varken başka bürhan aramak aklına zaid görünür. Elde Kur’an gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme siklet mi gelir?” diyerek başladığı 25. Söz ve kapsamlı bir tefsir niyetiyle başladığı, ancak gelecekte yazılacak böyle bir tefsire misal teşkil etmesini istediği İşaratü’l-İ’caz adlı risaleler bunun örnekleriyle doludur.
Özelikle Kur’an’ın kaynağına dikkat çekerek ondaki üstün ifade gücünü vurgulayan Bediüzzaman, zihni melekleri itibariyle en aşağıda olanlara bile hitap eden ayetlerden en ileri seviyedeki insanların da istifade ettiklerini, tarihi birer hikaye gibi gözüken Kur’an kıssalarının, basit zihinlerde oluşturduğu etki kadar havas üzerinde de ciddi tesirler bıraktığını belli ayetleri misal göstererek anlatmaktadır. 97
‘Kur’an’ın kıymettar hakikatları geçen zamanla nazardan düşmedi’ 98 diyerek onun canlılığını vurgulayan Bediüzzaman, Kur’an’ın kanunları daima genç olduğunu 99 ve beşerin ortaya koyduklarının aksine asırların ilerlemesiyle bu faikiyetin kendisini daha da hissettirdiğini her fırsatta belirtmektedir. 100
“Madem Kur’an bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî-Âdeme hitab ediyor ders veriyer. Elbette o muhtelif efhama göre müteaddid manaları dercedip irade edecektir ve iradesine emareleri vaz’edecektir”. 101 gibi iadeleriyle Nursi, Kur’an’ın herkese, her tabakaya ve her asra ayrı ayrı hitaplarının olduğu üzerinde oldukça çok tahşidatta bulunmaktadır. Bunlara biraz daha yer verebilmek için herbirini müstakil ele alalım.
Evet, Kur’an şuurlu her varlığı birebir ilgilendirmektedir. Dolayısıyle onun ifadelerinden herkes istifade edebilmelidir ve etmektedir de. Ondaki ifade ve üslup farklılığı, beşer kelamlarının aksine her akla hitap etmeyi netice vermektedir.
Kur’an’ın yedi kıraat üzere nazil olduğunun üzerinde duran Bediüzzaman, 102 ‘Kur’an her asırda taze nazil oluyor gibi gençliğini muhafza ediyor’ 103 diyerek onun taravetine dikkat çekmekte, aynı zamanda, ‘Kur’an harfleri okunduğu zamana göre sünbüllenir’ 104 diyerek de ilahi beyandaki söz üstünlüğü ve canlılığa vurgu yapmaktadır.
Ancak Kur’an’dan, herkesin kendi kabiliyetine göre feyiz alacağı 105 üzerinde de duran Nursi, “Kur’an’ın i’cazını herkes ilmine göre anlar’ 106 diyerek, Kur’an’ın manalarının dağ gibi akılları doyurması yanında, sinek gibi küçük basit akılları dahi tatmin edeceği üzerinde durur 107 ve ‘Kur’an’dan İbn Sina da, ami bir mü’nin de ders alır 108 der. Her insanın istek ve beklentilerini de farklı olduğuna dikkat çektiği bir yerde, buna rağmen herkesin Kur’an’dan azami istifade etmesinin hem beşerin acziyetini ortaya koyduğunu hem de Kur’an’daki ifade üstünlüğünü ilan ettiğini anlatır. 109
Her Tabaka
İnsanların fıtratları farklı ve meşrebleri de muhteliftir. Dolayısıyle insanlar arasında meslek ve meşreblerine göre farklı anlayış ve kavrayışların olması tabiidir. Bunun tabii sonucu olarak her tabakanın anlayışları farklı ve herhangi bir metin karşısında takındıkları tavır da muhteliftir. İşte tabii olan bu farklılaşmaya riayet eden ilahi beyanda Allah (cc), her tabaka ve meşrebin anlayabileceği bir üslubla hitabetmiş, ancak bu hitapta herkesin istifade edebileceği bir üslup kullanılarak bu yönüyle de evrensel mesajın üstünlüğünü ortaya koymuştur.
Bu açıdan Risale,i Nur’a baktığımızda, ‘Kur’an her tabakaya karşı i’cazı vardır’ 110 diyen Bediüzzaman’ın, onun her tabakaya hitap eden ilahi bir sofra 111 olduğunu söylediğini ve insanlığın her tabakası Kur’an’dan tam ders alıyor’ 112 diyerek de onun bütün tabakalara şamil ebedi bir hitap 113 olduğunu vurguladığını görürüz.
Hemen her meselede olduğu gibi tezini mutlak ifadelere dayandırma yerine misallerle anlatmayı tercih eden Bediüzzaman, konuyla ilgili olarak da Kur’an’ın belâgat ehli ve fesehat tabakasından şiir ehli ve hitabet tabakasına kadar herkese karşı bir i’cazının oduğunu anlatır ve herkesin hoşuna gittiği halde, kimsenin onu taklit edemediğinden, zamanın geçmesiyle o üslûbun eskimeyip tazeliğinden hiçbir şey kaybetmediğinden bahseder. Ayrıca verdiği gaybi haberlerle kahinler ve gaibden haber verenler tabakasına karşı i’cazından, tarihçi ve antropolog tabakasına kadar Kur’an’ın her tabakaya ayrı hitabının olduğu üzerinde durur. Sosyoloji ve siyaset ilimleriyle meşgul olanlardan, maarif-i İlahiye ve hakaik-i kevniyede derinleşen tabakaya, ondan da ehl-i tarîkat ve velayete karşı, Kur’an’ın bir deniz gibi daima temevvücde olan âyatının esrarındaki i’cazını gösterdiğini anlatır. ‘Hattâ yalnız kulağı bulunan ve bir derece mana fehmeden avam tabakasına karşı, Kur’anın okunmasıyla başka kitablara benzemediğini, kulak sahibi tasdik eder’ diyen Nursi, ifadesindeki bu farklılıkla Kur’an’ın, diğer kitapların altında olamayacağını aklı en basit insanın bile tasdik ettiğini, öyleyse bütün kitapların üzerinde bir keyfiyetinin olduğunu, yani onun mu’cize olduğunu ifade eder. 114
‘Ehle-i marifet bir velinin fehmettiği i’caz ile, ehl-i aşk bir velinin müşahede ettiği cemal-i i’caz bir olmadığı gibi; muhtelif meşaribe göre cemal-i i’cazın cilveleri değişir. Bir İlm-i Usûl-üd Din allâmesinin ve bir imamının gördüğü vech-i i’caz ile füruat-ı şeriattaki bir müçtehidin gördüğü vech-i i’caz bir değil’ diyen Bediüzzaman, bir sınıflandırmaya giderek kulaklı tabaka tabir ettiği âmî avamın; yalnız kulak ile Kur’anı dinlediğini ve sadece kulak vasıtasıyla onun i’cazını anladığını ve neticede, “Bu işittiğim Kur’an, başka kitablara benzemez. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkınde olacak. Umumunun altındaki şık ise kimse diyemez ve dememiş, şeytan dahi diyemez. Öyle ise, umumun fevkındedir” diyeceğini anlatmaktadır. Gözlü tabakası tabir ettiği aklı gözüne inmiş maddiyyunlar tabakasına karşı da, Kur’anın göz ile görünecek bir işaret-i i’caziyesi bulunduğunu ifade eden Nursi, aynı i’cazın burada da geçerli olduğunu vurgulamaktadır. 115
Fikirlerini teoride bırakmayıp misaller vermek suretiyle pratiğe indiren Nursi dersin ayrı ayrı değil de bir olmasına rağmen o dersi dinleyen herbir fert ve tabakanın aynı dersten tam hisse aldıklarını özellikle vurgulayarak Kur’an’ın bu noktadaki üstünlüğünü ortaya koymaktadır. 116
Her Asır
Kur’an’ın, sadece 7. Asır arap toplumuna hitap etmediği bilinen bir gerçektir. O, dünya varolduğu müddetçe yaşayacak bütün şuurlu varlıklara seslenmekte ve bu noktada herhangi bir sınır tanımamaktadır. Bu açıdan bakıldığında Risale-i Nur’un, Kur’an’ın muhatapları olarak herkese ayrı bir hitabının olduğu söylediği ve hitaplarının herkesi ilgilendirdiğini ifade ettiğine şahit olmaktayız. Defaatla ve ısrarla Kur’an’ın her asır insanına hitap ettiğini vurgulayan 117 Bediüzzaman, her asrın Kur’an’dan hissesini alacağını söylemekte 118 ve Kur’an’ın bütün asırlara bir rahmet olduğunu 119 ifade etmektedir.
Kur‘an-ı Hakîm’in, her asırdaki tabakat-ı beşerin herbir tabakasına güya doğrudan doğruya o tabakaya hususî müteveccih olup hitab ettiğini 120 söyleyen Bediüzzaman İslamın her asra hitap ettiğini sadece Kur’an’la sınırlı tutmamakta, Kur’an’ı tefsir etmede Kur’an kadar ehemmiyeti olan sahih hadislere 121 dikkat çekmekte ve aynı zamanda, ‘hem öyle yüksek, kuvvetli hitab ediyor ki; bütün asırlar onu dinler. Evet aks-i sadâsını herbir asır işitiyor’ 122 diyerek Kur’an’ın tebliğ, teşri’ ve temsil makamında Hz. Peygamber’in de bütün asırlara seslendiğini anlatmaktadır.
Bediüzzaman, dua ve kulluğuyla saadetin vücut ve icadına vesile olduğunu söylediği Hz. Peygamber (sas)’in konumunu ise şöyle tasvir etmektedir: ‘Evet bak! O zât, nev’i beşere imamdır. Mescidi, yalnız Ceziret-ül Arab değildir, küre-i arzdır. Cemaati de yalnız o zamanın insanları değildir. Belki Âdem zamanından kıyamete kadar her bir asrın halkı bir saf olup, bütün asırlar safları onun arkasında, onun duasına “Âmîn” diyorlar O’nun duasına, yalnız o cemaat değil belki arz ve sema ve bütün mevcudat “Âmîn” söyler. Yani “Ya Rabbena! Onun duasını kabul eyle. Biz de o duayı ediyoruz. Biz de Onun talep ettiğini ediyoruz.” 123
Hz. Peygamber’in vasıflarını anlatıp nokta-i istinadını zikrettikten sonra ise O’nun hitaplarındaki derinliği şu şekilde tasvir etmektedir: ‘Alem-i şehadete mütevecih olarak, âlem-i gayb namına, cinn ve insin başları üzerine ilan ederek; istikbalde gelecek asırlar arkasında duran akvama ve milletlere hitab edip öyle bir nida eder ki; umum cinn ve inse, umum yerlere, umum asırlara işittiriyor. Evet, işitiyoruz!. Hem öyle yüksek, kuvvetli hitab ediyor ki; bütün asırlar onu dinler. Evet aks-i sadasını herbir asır işitiyor. 124
Allah Rasulü’nün nübüvvetine delil olması açısından, konuyu da ilgilendiren bir yaklaşımında ise şu sözlere yer verdiğini görmekteyiz: ‘Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki; adi bir insan da olsa, hatta çocuk da olsa, hatta küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dava hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba pek büyük bir haysiyet sahibi, alemşümul bir davada, pek inadlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmi yani okur-yuzur sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten aciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle aleme neşr ü ilân etmesi onun sıdkına delil olduğu gibi, o mes’elenin Allah’tan olduğuna da bir bürhan olmaz mı? 125
Bediüzzaman’ın bu üslubu, etrafındakilere de siyaret etmiş olacak ki, üstadına yazdığı bir mektupta Mehmed isimli bir talebesi konuyla ilgili olarak şu ifadeleri kullanmaktadır; “Kur’an-ı Azîmüşşan’dan dersimi okurken Sure-i Lokman’daki "Kim tam bir ihlas ile Allah'a yönelir ve Ona teslim olursa, kopmaz kırılmaz, sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah'a varır."(Lokman, 22) âyetini kıraat ederken -gayr-ı ihtiyarî-kalbim, ruhum, aklım bu kudsi kelâmın pek derin, pek ulvi manasına saplandı. Başta asr-ı pak-i muhammedî (A.S.M.) olduğu halde bütün asırlarla konuşan bu âyet-i kerime, asrımıza da elbette bakmaktadır...” 126
Kur’an’ın bütün zamanları tenvir ve bütün insanları irşad eden bir kitap olduğunu anlatan Bediüzzaman, irşadın belagâtı gereği bedihi olan meselelerde muğalataya girmediğini, ekser insanlar için lüzumlu olmayan konularda icmali tercih ettiğini onun vazifesinin, şemsin zâtından, mahiyetinden bahsetmek olmadığını ancak, âlemi tenvir etmekle, hilkatin nizam merkezi ve âleme mihver olması gibi harika şeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlıkın azamet-i kudretini efkâr-ı âmmeye ibraz etmek olduğunu misallerle vurgulamaktadır. 127
Kaderin ayrı bir tecellisidir ki, üslupta Kur’anî bir çizgi tutturan Risale-i Nur da, benzeri bir kader yaşamaktadır. Onu en aliminden, fikir itibariyle en düşük bir insan da okumakta ve kendine göre herkes hissesini almaktadır. 128 Üstadlarından aldıkları derslerle Kur’an anlayışlarındaki değişiklik ve derinliği ifade eden talebeleri Tahirî, Zübeyr, Sungur, Ziya, Ceylan, Bayram imzalı bir mektupta 129 bu hususa da değinilmiş ve bir vesile-i iftihar olarak tarihe not düşülmüştür. Değişik vesilelerle Bediüzzaman da bu noktayı ifade ederek, çoğu zaman kendisine izafe etmekten kaçındığı eserlerindeki faikiyete dikkat çekmiştir. 130
MUHTEVA AÇISINDAN
İlm-i ilahiden gelen ve her dönemde herkese hitap eden Kur’an’ın muhtevası da, onun evrensel olduğunu gösteren çok önemli bir noktadır. Bu açıdan Risalelere bakıldığında, çoğunlukla Kur’an’ın mana, 131 bahis, 132 lafız 133 ve ilmindeki külliyet ve camiiyete 134 dikkat çektiğini, Kur’an’ın da dediği gibi yaş ve kuru herşeyin onda mevcut olduğunu, 135 ancak bunların ya çiçek, ya da gonca halinde 136 bulunduğunu, zira onun herşeyi kıymeti nispetinde ders verdiğini, 137 bilhassa batın ilimlerine vakıf kimselerce Kur’an’ın baştan başa bir gaybi hazineler manzumesi 138 olduğu, pekçok cüzi hadisenin arkasında külli düsturların gizlendiği, 139 münderecatının herbir surede olduğu, 140 herbir ayetinin bir necm-i sakip gibi 141 herbir kelamının bir kaziyeyi içine aldığı 142 ve herbir harfinin mühim hakikatlerle yüklü oludğu 143 gibi konuları dile getirdiği görülmektedir.
Bediüzzaman, surelerin başlarındaki mukatta harflerinin bile mühim mesajlarla yüklü olduğunu vurgulayarak, 144 aralarında münasebet olmadığı için Kur’an başka kelamlarla kabil-i kıyas olamaycağını, zira kelamın kuvvet, ulviyet, hüsün ve cemaline kuvvet veren şeyin, ediplerin anladıkları gibi yalnız makam değil mütekellim, muhatap, maksat ve makam olmak üzere dört unsur olduğu, dolayısıyle bir kelamın kuvvet ve derecesini anlamak için fail, muhatap, gaye ve mevzuuna bakmanın gerekli olduğu 145 gibi konulara da değinerek, ezeli bir hutbe olması açısından Kur’an’ın, insanlığın bütün tabaka ve ehl-i ibadetin bütün taifeleriyle konuştuğunu, dolayısıyle ona göre farklı ama ve külli düsturlarla çok mertebelerinin bulunmasının tabii olduğunu israrla anlatmaktadır. 146
‘Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur’an gibi bir nazar-ı küllî lazım ki, ihata etsin’ diyen Bediüzzaman, Kur’an’ın her türlü konudan bahsettiği halde muvazenesini daima koruduğunu, ondan istifadeyle yazılan kitaplarda bile böyle bir dengenin olmadığını, zira denizden çıkarılan bir hazine gibi herkesin, kendi eline geçenle onu tasvir ve tavsife çalıştıklarını, Kur’an’ın ise hazineyi bir bütün olarak ortaya koyduğunu anlatır ve bunu, onun ulviyet ve i’cazına önemli bir delil olarak kabul eder. 147
Kur’an’ın, hakiki ilimleri havi bir kitap ve her asırdaki insanlarla konuşan ezeli bir hitap oduğundan bahisle, onu tefsir edecek kimselerde bulunması gerken özelliklere de değinilen külliyatta, bu konuda şöyle denilmektedir: ‘Kur’anı tefsir ederken, hakikatın safi olarak ifade edilmesi ve böylece hakiki bir tefsir olması için, müfessirin kendi hususi meslek ve meşrebinin tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lazımdır. Ve hem de Kur’anın manalarını keşf ile tezahür eden Kur’an hakikatlarının tesbiti için elzemdir ki: O müfessir zât, herbir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlasa mâlik bir allâme ve hem gayet ali bir deha ve nüfuzla, derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye sahib olsun...’ 148
METNİNDEKİ ÜSTÜNLÜK VE MUARAZA
İlm-i ilahiden gelen ve kendi orijinini hiç kaybetmeden sonraki nesillere aktarılan Kur’an’ın metninde hiçbir kelamla kıyaslanmayacak bir üstünlük vardır ve bu, elbette gayet tabiidir. Bu açıdan Risale-i Nur’a bakıldığında, baştan aşağıya nazil olduğu heyet üzere baki olduğunu 149 söylediği Kur’an ayetlerinin sağlam bir şekilde tanzim edilmesinden 150 dizilişindeki intizama, 151 bir defada nazil olmuş gibi tenasüp ve uyumundan 152 taklit edilememe hususiyetine 153 kadar bu alanda da oldukça ilginç cümleler içerdiği görülmektedir.
‘Kur’an bütün kelamlardan ziyadesiyle üstündür’ 154 diyen Bediüzzaman, onun beşer kelamına benzediğini 155 ancak beşer kelamı olamayacağı ve olmadığının 156 üzerinde hikmetlerine değinerek 157 durur ve Kur’an’ı taklit edip 158 ona benzer getirebilmenin mümkün olmadığını 159 anlatır. 160 Kur’an’ın, kendi kendini himaye ederek hakimiyetini devam ettirdiğinden de bahsederek 161 onun i’cazının, tahrifine bir set olduğunu 162 ifade eder.
Metin itibariyle beşer kelamına benzediği halde üstünlüğü müsellem olan Kur’an’ın, muarızlarına meydan okuduğundan da 163 bahseden Nursi bunun, ta’ciz için yapıldığı 164 üzerinde durarak Kur’an’a muarazanın mümkün olmadığnı 165 ve ona nazire yapılmayacağını 166 anlatır. Bunun sebep 167 ve neticeleri 168 üzerinde de duran Bediüzzaman, Kur’an’ın ihtiva ettiği üstünlüklerden kaynaklanan i’cazına karşı gelmenin ve nazire getirmenin imkansızlığını, tarihi şahit göstererek ortaya koyar. Tahaddilerle damarlarına dokunduğu halde Kur’an’ın ifadelerine karşı nazire yapamadıkları için müşriklerin, kılıca sarılarak şiddete yöneldiklerinin altını çizer ve, ‘muaraza-i bulhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyufa mecbur oldular’ der. Muaraza edilmediğini nereden biliyoruz? Şeklindeki bir soruya karşılık da, ‘eğer muaraza mümkün olsaydı, alaküllihal kat-i teşebbüs edileckti. Çünki izzet ve namus mes’elesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alaküllihal kat’i tarafdar pek çok bulunacaktı. Çünki hakka muarız ve muannid daima kesretli idi. Eğer tarafdar bulsaydı, alâküllihal iştihar bulacaktı. Çünki küçük bir mücadele, beşerin nazar-ı istiğrabını celbedip destanlarda iştiar eder. Şöyle acib bir mücedele ve vukuat ise gizli kalamaz. İslamiyet aleyhinde ta en çirkin ve en şeni şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki muarazaya dair Müseylime-i Kezzab’ın bir - iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime’de çendan belâgat varmış. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemale mâlik olan beyan-ı Kur’ana nisbet edildiği için onun sözleri hezeyan suretinde tarihlere geçmiştir’ diyerek Kur’an’ın belağatındaki i’cazın ulviyetine dikkat çeker. 169
Kelâmın, “kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymet, ulviyet ve belâgatının açığa çıkacağını vurgulayan Nursi, kağnağına dikkat çekerek Kur’an’ın mu’cize ve fevkalbeşer bir hitap olduğu üzerinde ısrarla durur. 170
ÜSLUP AÇISINDAN
Muhtevasındaki derinlik ve ifade üstünlüğü yanında Kur’an’ın kullandığı üslup da ayrıca dikkat çekmektedir. Risale-i Nur’un, zaman zaman bu üsluba işaret ederek 171 üslubunda muhatabı esas alan Kur’an’ın, 172 fevkabeşer bir hitap olduğunun altını çizdiğine ve meseleyi misallerle renklendirerek dikkatlere arzettiğine şahit olmaktayız. Bu noktada, anlatımda en kısa yolu takip ederek 173 bir denizi bir ibrikte göstermesi yanında 174 herkesin anlayabileceği misallerle 175 avama karşı hakikatleri basitleştirip veren Kur’an’ın, 176 muhataplarının anlayış ve seviyesini esas aldığı, 177 ancak Kur’an’da Allah’ın kastettiği mananın hak olduğunu, 178 açıklarken sükut geçmesinin bile geniş bir söz olduğu 179 gibi hususlara değinmesi ayrıca dikkat çekmektedir.
Kur’an’ın gösterdiği yolun kestirme oludğunu 180 söyleyen Bediüzzaman, onun afak ve enfüste ülfeti dağıtmak istediğinden bahsederek 181 bir bahisten başka bir bahse atlanılmasının hikmetleri üzerinde durur. 182 Kur’an’ın, akılları afak ve enfüsün hakikatlarına yönelttiğini de 183 vurgulayarak onun, güneşten güneşin mahiyeti için bahsetmediğini 184 bir şeyin çok gayelerinden bazen birinden bahsetmekle yetinerek maksadını ifade ettiğini anlatır. 185
“Kur’an ayetleri bir iki manaya inhisar edilemez 186 diyerek onun manasındaki zenginliğe de dikkat çeken Nursi, ayetlerin sonundaki ifadelerin de küllî kanunları içerdiğini söyleyerek 187 üslup açısından Kur'ân'ın renkliliğini ifade etmekdedir. Benzeri bir yaklaşımla Kur’an’daki tekrarların, muhataplarını usandırmak şöyle dursun her defasında ona olan iştiyaklarının artmasına vesile olduğudunu da anlatan Bediüzzaman, 188 farklı zamanlarda ve farklı sebeplere istinaden inmesine rağmen onun, adeta tek bir sebep için bir anda inmiş gibi bir tenasüp ve uygunluk arzetmesine dikkatleri çekmektedir. 189 ‘Sair kelâmların Kur’anın âyatına nisbeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçükcük akisleriyle yıldızların aynına nisbeti gibidir’ diyen Nursi, edebi seviyesi ne olursa olsun hiçbir beşer sözünün Kur’an’la kabil-i kıyas olamayacağnı, nazil olduğu günden beri dünyanın dörtbir yanındaki millet ve devletlerin ondan istifadelerine rağmen taravet ve tazeliğinden zerre miktar bir kaybın mevzubahis olmadığını ısrarla vurgular. 190 O, ‘Kur’anın üslûbları hem garibdir, hem bedi’dir, hem acibdir, hem mukni’dir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemiş. Hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öle o üslûblar taravetini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor’ diyerek Kur’an’ın lafzındaki harikalığa dikkat çeker ve esrarının bitmeyeceğini anlatır. 191 Bediüzzaman, basit bir çocuğun zihnine ağır gelmediği gibi en zekilerin yanında da hafif kalmadığını vurgulayarak, ona olan ihtiyacın bıkma ve usanma kapılarını kapattığını anlatmaktadır. 192
‘Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, çok hakaik-i gamızayı nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir surette basitane ve zahirane söylüyor, ders veriyor’ diyen Bediüzzaman, verdiği misallerle meseleyi derinleştirmekte ve aynı kelamın herbir ferde nasıl hitabettiğini basit ve basit oluduğu kadar da akıcı bir üslupla ortaya koymaktadır. 193
KUR’AN - KAİNAT MÜNASEBETİ AÇISINDAN
İlk bakışta Kur’an-kainat münasebetinin evrensellikle alakasının olmadığı sanılsa bile Bediüzzaman’ın yaklaşımlarında bu ilginin kurulduğu ve Kur’an’la kainatın bir bütün olarak telakki edildiği görülmektedir. Onu göre, insanların okuyup anlayarak kullukta derinleşmeleri için Allah’ın gönderdiği iki ayrı name olarak baktığı Kur’an’la kainat, biri diğerini anlatan külli dillerdir ve mutlaka beraber değerlendirilmelidir.
Sık sık Kur’an’ın kainata bakışından 194 bahseden Nursi, Kur’an’ın hedefinin, manay-ı harfi tabir ettiği şekliyle Saniini anlatmak olduğu üzerinde durur. 195 O, Kur’an’ı kainatın konuşan dili olarak tasvir eder 196 ve, ‘Kainat mescid-i kebirinde Kur’an kainatı okuyor’ 197 diyerek Kur’an’ı kudret kalemiyle kainat sayfalarında yazılan ayetleri okuyan bir hafız olarak değerlendirmektedir. 198
Kur’an’ın hükümlerini kainatla alakadar 199 gören Nursi, ‘hem zikirdir, hem fikirdir’ 200 teziyle yaklaştığı Kur’an için, ‘hayattar hakikatlarının şehadetiyle kainatın hayatının ruhudur, kainatın şuurunun aklıdır. 201 diyerek onun hem bir hikmet, hem bir şeriat, hem de bir dua kitabı olduğunu söylemektedir. 202
Saatle kainat arasında münasebet kurarak, zahiren sabit gibi duran saatin hareketlerinde olduğu gibi kudret-i İlahiyenin bir saat-ı kübrası olan şu dünyanın da, zahiri sabitiyetiyle beraber daimi zelzele ve tegayyürde, fena ve zevalde yuvarlandığını anlatmakta ve ‘dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-ı kübranın saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir. Asır ise, o saatin saatlerini ta’dad eden bir iğnedir. 203 demekte ve bütün efradıyla kainatı, Allah’a kullukta yarışan aynı safın müdavimleri olarak telakki etmektedir. 204
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Birkaç yönüyle ele aldığımız ve geneli hakkında zihinlerde belli menfezler açmaya çalıştığmız İslamın, bütün asırları ve herkesi ilgilendiren evrensel bir mesaj olduğu aşikardır. Onun ihtiva ettiği konu ve genel prensipler, bu yönünü anlatmaya yeter mahiyette bir zenginlik arzetmektedir. O, sadece birincil kaynağı Kur’an’la değil aynı zamanda temeli vahye dayanan hadisler ve bu iki kaynaktan hareketle ortaya konulan genel prensiplerle evrenseldir.
İslamın son asırlardaki en önemli yorumlarından biri olan Risale-i Nur da, onun evrenselliği üzerinde durmuş ve sanıldığının aksine onun herkese, her meslek grubuna ve her asra ayrı ayrı hitabının olduğunu özellikle vurgulamıştır. Bediüzzaman’ın, hemen her meseleyi ele alış tarzında kendini hissettiren bu evrensel yaklaşımı, kendisinden önceki ulema ve eserlerinden oldukça farklı ve kendine özgü orijinalliktedir. Kainat kitabını yaratıp kusursuzca ve intizamla devam ettiren Zat, onun tercümanı olan kelamını da aynı nizam ve mükemmelikte ortaya koymuş ve birinci kitap mevcut olduğu müddetçe, herkesin ihtiyaçlarına cevap verecek bir keyfiyet vermiştir. Evren ne kadar geniş ve herkesi tatmin eder bir özellikteyse evrensel mesaj da aynı vüsat ve canlılıkla her beyne hitap ederek herkesi doyurmakta, başka kelamların aksine herhangi bir boşluğa meydan vermemektedir.
Evet, İslam, tarihsel şartlarla ihata edilemeyecek kadar evrenseldir. Çıkış maksadı ne olursa olsun onu, tarihin cidarlarına sıkıştırma adına türeyen he türlü eğilim sanıldığı gibi evrensellik üretmemekte aksine evrenseli tarihsel kılmaktadır. Unutulmamalı ki, bugün bu gayreti sergieleyenleri de onların bu düşüncelerinde kullandıkları beyinlerini de, İslamı evrensel mesaj olarak gönderen Allah yaratmış, birine neredeyse sınırsız bir ifade üstünlüğü kazandırırken -ki, ezeli ilmine dayanmaktadır- diğerine tarihi şartlarla sınırlı bir hareket alanı vermiştir. Sınırlının sınırsızı ihatası mümkün müdür ki, evrenseli kendi tarihsel ortamına çekerek evrensel ilkelere ulaşabilsin!
BİBLİYOGRAFYA
- Abdülhâlı, Abdülgânî, Sünnet ve Dindeki Yeri, Tercüme: Mehmet Erdoğan, Koba Yayınları, İstanbul, 1992, (Abdülhâlık, Sünnet)
-Aclûnî, İsmail ibn Muhammed (1162-1748), Keşfu’l-Hafa ve Müzilu’l-İlbas amma’ştehara mine’l-Ehadisi ala Elsineti’n-Nas, I-II, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, beyrut, 1988 OACluni, Keşfül-Hafa)
- Ahmed b. Hanbel (241/855), Müsned, I-VI, Beyrut, trs, (Müsned)
- Aymaz, Abdullah, El Yazması Defter, (Aymaz, Notlar)
- Baljon, J.M.S. Kur’an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, Çeviren: Şaban Ali Düzgün, Fecr Yayınevi, Ankara, 1994 (Baljon Çağdaş Yönelimler)
- Bediüzzaman, Said nursi, (Bediüzzaman’ın eserlerindeki dipnotlar, Envar Neşriyat ve Redos bilgisayar firmasının ortaklaşa çıkardıkları CD’den alınmıştır.
-Emirdağ Lahikası, I-II, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991 (Emirdağ lahikası)
- İşaratü’l-İ’caz, Envar Neşriayt, İstanbul, 1991, (İşaratü’l-İ’caz)
- Kastamonu Lahikası, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991 (kastamonu lahikası)
- Lem’alar, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991 ( lem’alar)
- Mektubat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991, (Mektubat)
-Mesnevi-i Nuriye, Envar Neşriyat, İstanbul, 19912 ( Mesnevi-i Nuriye)
- Meyve Risalesi, Envar Neşriyat, İstanbul 1991 ( Meyve risalesi)
- Mirkatü’s-Sünnet, Envar Neşriyat, İstanbul, 1191, (Muhâkemat)
-Muhakemat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991, (muhakemat)
-Munazarat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991 (Münazarat)
-Nur’un İlk Kapısı, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991, (Nur’un İlk Kapısı)
- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991 (Sikke-i tasdik-Gaybi)
- Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991 (Sözler)
Sünuhat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991 (Tarihçe-i Hayat)
- Tarihçe-i Hayat Envar Neşriyat, İstanbul, 1991 (Tarihçe-i Hayat)
- Yirmiüçüncü Söz, Envar neşriyat, İstanbul, 1991. (Yirmiüçüncü Söz)
- Buhari, Ebu Abdillah Muhammed İbn İsmail (256/870), Sahihu’l-Buhari, I-VIII, el Mektebetü’l-İslamiyye, İstanbul, trs. (Buhari)
-Buti, Said ramazan, Hz. Muhammed’in Risaletinin Evrenselliği, Ebedi risalet 1, Işık Yayınları, İzmir, 1993, (Buti, Evrensellik)
-Darimi, Ebu Muhammed Abdullah İbn Abdirrahman (255/868), Sünenü’d-Darimi, Daru’l-Kütübi’l-Ilmiye, trs. (Darimi)
-Ebu davud, Süleyman b. Eş’as es-Sicistani el-Ezdi (275/888), Senenü Ebu Davud I-IV, el?Mektebeü’l-İslamiyye, İstanbul, trs. (Ebu Davud)
-Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an dili, I-IX, Eser Neşriyat ve Dağıtım, İstanbul, 1979, (Elmalılı, Hak dini)
- Feyruzabadi, Ebu Tahir muhammed İbn yakub, tenviru’l-Mikbas min Tefsiri İbni Abbas, I-VI, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1984 (Feyruzabadi-Tefsirü İbn Abbas)
- Gülen, M.Fethullah, Prizma 1, Nil Yayınları, İzmir, 1995 (Gülen, Prizma)
- Hakim, Ebu Abdillah Muhammed İbn Muhammed en-Neysaburi (956/1549), el Müsdetrek ale’s Sahihayn, I-IV, Beyrut, trs. (Hakim, müstedrek)
- Hamidullan, Muhammed, Kur’an-ı kerim tarihi, tercüme: Salih Tuğ, İFAV, İst. 1993. (Hamidullah, Kur’an Tarihi)
- Hançerlioğlu, orhan, Türk Dili Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul,1995 (Hançerlioğlu, Türk Dili)
- Hey’et, mecelle (Mecelle-i Ahkam-ı Adliye), Sadeleştirenler: İbrahim Ural ve Salih Özcan, Fey Vakfı, İstanbul, 1995, (mecelle)
- Hey’et (Hasan Eren; Nevzat Gözaydın, İsmail Parlatır, Talat Tekin, Hamza Zülfikar), Atatrük Kültür, Dil ve Tarih Yüksek kurumu Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, I-II, Türk Dil Kurumu basımevi, Ankara, 1988, (Türk Dil Kurumu, Sözlük)
- el-Hindî, Alâuddin Ali el-Müttaki İbn Hüsamiddin (975/1567), Kenzü’l-Ummâl fi Süneni’l-Akvali ve’l-Efâl, I-XVI, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 1985, (Hindi, Kenz)
- İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdülmelik el-Meafiri, es-Siretu’n-nebeviyye, I-IV, daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, beyrut, trs. (İbn hişam)
- İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail ed-Dımeki (77461372), tefsiru’l-kur’ani’l-Azim, IVIII, Kahraman Yayınarı, İstanbul, 1992 (İbn Kesir)
- İbn Mace, el-Hafız Ebu Abdillah Muhammed İbn Yezid el-Kazvini (275/888), Sünenü İbni Mace, I-II, tahkik: M.Fuad Abdülbaki, el-Mektebetü’l-İslamiyye, İstanbul, trs. (İbn Mace)
____________________
1 1965 yılında Kastamonu'nun Araç ilçesine bağlı Avlağıçayırı köyünde doğdu. Kastamonu Endüstri Meslek Lisesini bitirdi. 1989 yılında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Zaman gazetesinde yayın danışmanı olarak görev yapmaktadır.
Eserleri
Türkiye'de Domuz Gerçeği
İslam Hukukuna Göre Organ ve Doku Nakli
İstanbul
2 Bkz. Feyrûzâbâdî, Tefsîru İbn Abbâs. Mecmau’t-Tefâsîr, 6/86. 87: İbn Kesîr. Tefs®iru Kur’ân’i’l-Azim. 7/401: Zuhaylî, et-Tefsîru’l-Münîr, 27/46.
3 Zâriyât, 51/56.
4 Bunu ifade eden bir ayette, “ O size, dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya tavsiye ettiğimizi bir hukuk düzeni yaptı” (Şûrâ, 42/13) denilmektedir. Ayrıca, “Allah katında din, İslamdır” (Âl-i İmrân, 3/19) ayeti de bunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber’in şu sözü de bunu destekler mahiyettedir: “Peygamberler, baba bir kardeştirler. Anneleri muhtelif, dinleri ise birdir.” Buhârî Enbiyâ 48: Müslim, Fezâil, 145: Ayrıca bkz. Bakara, 2/285; Âl-i İmrân, 3/84.
5 Hey’et (Hasan Eren; Nevzat Gözaydın, İsmail Parlatır, Talat Tekin, Hamza Zülfikar), Türk Dil Kurumu, 1/480; Hançerlioğlu, Orhan, Türk Dili Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İst. 1995, s. 217.
6 Kaya, Mahmut, İslâm’ın Evrenselliği Üzerine, Ebedi Risalet 1, Işık Yayınları, İzmir, 1993, s. 301.
7 “Bugün dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tammaladım, ve din olarak da İslam’ı seçtim.” Maide, 5/3.
8 “Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allah’ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” Ahzâb, 33/40.
9 Kim İslam’dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse, ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” Âl-i İmrân, 3/85.
10 Kur’an’ın hitabı insanlar yanında cinleri de kapsamaktadır. Genelde bütün çoğul sîğalarında, insanlarla birlikte cinlere de hitap edilirken özel olarak da, ‘ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız’ (Rahmân, 55/31) denilmektedir. Aynı zamanda onda, cinlerle ilgili müstakil bir sure bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in cinlerle buluşması ve onların Allah Rasûlü’ne iman etmeleri de bilinen bir gerçektir. (Teferruat için, Cinn, 72/1 ayeti ve tefsirlerine müracaat edilebilir.).
11 Bu konuda çok ayet vardır. Örnek olması açısından bkz. Bakara, 2/54; Mâde, 5/21; En’âm, 6/78, 135; A’râf, 7/59, 61, 65, 67, 73, 79, 85, 93; Yûnus, 10/71, 83; Hûd, 11/28, 29, 30, 50, 51, 52, 61..
12 Bkz. Bakara, 2/40, 47, 122; Âl-i İmrân, 3/49; Mâide, 5/72, 78; İsrâ, 17/2, 4, 101, 104; Tâ-Hâ, 20/8; Zuhruf, 43/59; Saff, 61/6..
13 Bkz. Bakara, 2/21, 168, 187, 221; Âl-i İmrân, 3/ 138; Nisâ, 4/1, 79, 105, 133, 165, 170, 174; A’râf, 7/158; Tevbe, 9/3; Yûnus, 10/2, 23, 57, 104, 108; İbrâhim, 14/1, 44, 52; Nahl, 16/44; Hacc, 22/1, -5, 49, 73; Lokmân, 31/33; Fâtır, 53/3, 5, 15; Hucurât, 49/13; A’râf, 7/26, 27, 31, 35, 172; İsâr, 17/70; Yâ-Sin, 36/60.
14 Başta Veda Hutbesi olmak üzere birçok hadislerinde Allah Rasûlü, münferit olayları bile genellemelerle ele alarak şahıslara değil, herkesi muhatap almakta ve ‘Ey İnsanlar... Ey Ademoğulları...’ diyerek bütün insanlara hitabetmektedir.
15 Bkz. Bakara, 2/207; Âl-i İmrân, 3/15, 20, 30; İbrâhim, 14/31; Hıcr, 15/39; İsrâ, 17/53; Furkân, 25/63; Ankebût 29/56; Sebe’, 34/9; Zümer, 39/10, 16, 53; Ğâfir, 40/31, 44; Zuhruf, 43,/68; Duhân, 44/18; Kâf, 50/8; Meryem, 19/94;
16 Bkz, Bakara, 2/187, 189, 221, 243; Al-i İmran, 3/4, 97, 138; Nisa, 4/58, 79, 105, 165; Tevbe, 9/3; Yunus, 10/2, 60, 99; Ra’d, 13/6; İbrâhîm, 14/1, 44, 52; Nahl, 16/44; İsrâ, 17/60, 89, 106; Kehf, 18/54..
17 Furkân, 25/1.
18 A’râf, 7/158.
19 Ra’d, 13/7.
20 Seb’e, 34/27.
21 Saff, 61/9.
22 En’âm, 6/92.
23 Bkz, Âl-i İmrân, 3/83; Yûnus, 10/66; İsâr, 17/55; Meryeme, 19/93; Enbiyâ, 21/19; Hacc, 22/18; Nûr, 24/41; Neml, 27/65, 87; Rûm, 3/26; Zümer, 39/68; Rahmân, 55/29.
24 Bkz. Âl-i İmrân, 3/83; Yûnus, 10/66; İsâr, 17/55; Meryem, 19/93; Enbiyâ, 21/19; Hacc, 22/18; Nûr, 24/41; Neml, 27/65, 87; Rûm, 36/26, Zümer, 39/68; Rahmân, 55/29.
25 Bkz. Âl-i İmrân, 3/83; Yûnus, 10/66; İsâr, 17/55; Meryem, 19/93; Enbiyâ, 21/19; Hacc, 22/18; Nûr, 24/41; Neml, 27/65, 87; Rûm, 36/26, Zümer, 39/68; Rahmân, 55/29.
26 Şuarâ, 26/214.
27 İbn Hişâm, Sîre, 1/262.
28 İslâm dışındaki dinlerin evrensel olmayışlarının altında, böyle bir hedefin güdülmemesi yanında zamanla ilahi olan ifadelerin, çoğunlukla beşeri bir hüviyete girmiş olması, yani tahrif ve tebdil yaşamış olmaları yatmaktadır.
29 “Kur’ân’ı biz indirdik biz... Onun koruyucuları da biziz.” Hicr, 15/9.
30 Hacc, 22/17; Sebe’, 34/47; Fussilet, 41/53; Mücâdele, 58/6...
31 Meseleye hidayet noktasından yaklaşan bir ayette, “o halde hakka hidayet eden mi uyulmaya daha layıktır; yoksa hidayet olmadıkça asla kendiliğinden hidayeti bulamayacak olan kimse mi?” denilmektedir. Yunus, 10/35.
32 Genellikle müşteşriklerin, İslamı ‘Muhammedilik’ olarak ifade etmeleri, tamamen ideolojik ve bir çarpıtmanın neticesidir. Evet, Hz. Peygamber’in konumu oldukça önemlidir. Ancak, İslamın kaynağı o olmadığı gibi Kur’ân da onun fikir mahsulü değildir. Bkz. Nahl, 16/44; Tekvîr, 81/19-21; Traz, Muhammed A. En Mühim Mesaj Kur’ân, Terc. Suat Yıldırım, Işık Yayınları, İzmir, 1994, s. 13.
33 Tekvîr, 81/21.
34 Bilindiği gibi emanet, peygamberlerin ortak sıfatıdır ve tebliğde önemli bir esastır. Onun için genelde peygamberler bu vasıflarını ön plana çıkararak haklılıklarını ortaya koymaya çalışmışlardır. Bkz. A’râf, 7/18; Şuarâ, 26/108, 125, 143, 162, 178, 193; Duhhan, 44/18. Hz. Peygamber’e ise bu vasıf, hem de risaletten önce, bizzat içinde yaşadığı toplum tarafından verilmiş ve O da tebliğinde bunu kullanmıştır. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 1/262.
35 Fussilet, 41/1-6.
36 Furkân, 25/4-6.
37 Zikr (Kur’ân) kendilerine gelince onu inkar etmişlerdir. Halbuki, o aziz bir kitaptır. Hiçbir surette ona batılın ulaşması sözkonusu değildir. Çünkü o, Hâmid ve Hakîm (olan Allah) katından indirilmedir.’ Fussılet, 41/41, 42 ; Bir başka ayette de, Kur’ân’ın kaynağındaki vahdete dikkat çekilerek şu ifadeler yeralmaktadır: “eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.” Nisâ, 4/82.
38 Risaletin evrenselliği ile ilgili olarak bkz. Ramazan el-Bûtî, Hz. Muhammed’in Risaletinin Evrenselliği, 311 vd; Özemre, Hz. Peygamber (sas)’in risaletinin Evrenselliği, 331 vd. Ebedi Risalet, 1, Işık Yayınları, İzmir, 1993.
39 Benzeri ifadeler için bkz. Gülen, Prizma, 89 vd.
40 Necm, 53/2-4.
41 İslam’ın evrenselliği konusunda ayrıca bkz. kaya, İslam’ın Evrenselliği Üzerine, Ebedi Risalet, 1, Işık Yayınları, İzmir, 1993, s. 301 vd.
42 Kur’ân, Tevrat ve İncil cemaatinin, zaman zaman tahrif (Bakara, 2/75; Nisâ, 4/46; Mâide, 5/13, 41) ve tebdil (Bakara, 2/59, 181; A’râf, 7/62; Fetih, 48/15 gibi fiiler içinde bulunduklarından bahsetmektedir. Konsüller gibi tarih içinde cereyan eden farklı uygulamalar da bunu göstermektedir. Muhammed Hamidullah’ın da dediği gibi bunlar, olsa olsa Allah Rasûlü’nün sîresi mesabesinde biyografik haberler içermektedir. Bkz. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, Terc. Salih Tuğ. İFAV, İst. 1993, s. 20,21. Onun için Allah Rasûlü (sas), Tevrat ve İncil’den gelen herhangi bir haberin, alelacele tasdik veya tekzib edilmemesini, yoksa ya bir doğrunun yalanlanması veya bir yanlışın tasdik edilmesinin sözkonusu olabileceğini bildirmiş ve neticenin Allah’a havalesini eslem yol olarak bildirmiştir. Bkz, Buhharî, Şehâdât, 29; Tefsiru Sûre (2), 11; Ebû D^vûd, İlim, 2; Müsned, 4/136.
43 Yüce Allah, son gönderdiği kitabı kendisinin koruyacağını (Hıcr, 15/9) bildirmenin yanında aynı zamanda onda tebdil ve tahrifin olamayacağını değişik ayetlerinde de ifade etmiştir. (En’âm, 6/34, 115; Yûnus, 10/64; Kehf, 18/27; Rûm, 30/30).
44 Kur’ân-ı Kerim’in herhangi bir parçası nazil oluduğunda, bir yandan vahiy katipleri tarafından yazılırken diğer taraftan sahabiler tarafından hemen ezberleniyordu. İnmeye devam ettikçe Rasulullah (sas), hangi ayetin nereye konulacağını bildiriyor ve böylelikle sureler oluşturuluyordu. kaydedilenlerin okunmasını isteyen Allah Rasûlü, şayet bir hata vuku bulduysa onu hemen oracıkta düzeltiyor ve yanlışa meydan vermiyordu. Müneccemen indiği için Rasûlullah zamanında kitap halne getirilemeyen Kur’an, Efendimiz’in vefatının hemen akabinde ilk halife Hz. Ebû Bekr (ra) döneminde toplanmış ve hassas bir çalışma neticesinde bugünkü halini almıştır. Bkz. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 4; Hamidullah, a.g.e. s. 42. Ayrıca Kur’ân ilimleriyle ilgili kaleme alınan bütün eserlerde konuyla ilgili tafsilatlı bilgiye ulaşmak mümkündür.
45 Ebu Said el-Hudrî, bir yerde, ‘Biz kitabet mevzuunda peygamberden izin istedik de, bize izin vermedi’ (Tirmizî, İlim, 11; Bağdâdî, Takyîdü’l-İlm, 32, 33) derken bir başka yerde de Rasûlullah’tan şu hadisi rivayet etmektedir; “Benden birşey yazmayınız. Kim, benden Kur’ân dışında birşey yazmışsa, onu imha etsin” (Müslim, Zühd, 72; Dârimî, Mukaddime, 42; Müsned, 3/12) Başka bir hadislerinde Allah rasûlü (sas), yazma yasağının gerçek sebebini de bildirmektedir. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor; ‘Allah Rasûlü (sas) yanımıza geldi. bazı arkadaşlarımız, Hadisle ilgili bazı şeyler yazıyorlardı. “ne yapıyorsunuz?” diye sordular. Onlar da, ‘Sizden duyduğumuz hadisleri yazıyoruz’ diye cevap verince Rasûlullah (sas) şöyle buyurdular, “Sizden önceki ümmetlerin, Allah’ın kitabının yanı sıra başka kitaplardan da birşeyler yazdıkları (başkalarının sözlerini de kayda geçirdikleri) için sapıttıklarını biliyor musunuz?” (Bağdâdî, Takyîdü’l-İlm, 34).
46 Ebu Hureyre (ra), Abdullah İbn Anır İbnü’l-Âs’ın hadisleri yazdığı için kendisinden daha çok hadis bildiğini söylerken (Buhârî, İlm, 39), Abdullah İbn Amr da, Rasûlullah’ın her halinin aynı olmayacağı, dolayısiyle öfkelendiği veya hoşnut olmadığı zamanlar da olabileceğini söyleyerek kendisini çok hadis yazdığı için kınayanlar karşısında yazmayı bıraktığını, ancak durumdan haberdar olduğunda Rasûlullah’ın, “Yaz; hayatım yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim, ki, bu ağızdan haktan başkası çıkmaz” buyurduğunu nakletmeketedir. (Ebû Dâvûd; İlm, 3; Müsned, 2/162; Dârimî, Mukaddime, 43). Ayrıca, Huzur’u risalete gelen ve duyduklarını unuttuğunu söyleyen birisine Allah Rasûlü (sas), “Sağ elinden yardım iste” dediği bilinmektedir. (Tirmizî, İlm, 12/. Aynı şekilde, duyduklarını yazma hususunda soru soran Râfi’ İbn Hadic’e Allah Rasûlü (sas), “Yazın, hiç mahsuru yok” buyurmuşlardır (Kenzü’l-Ummâl, 10/232; Benzer rivayetler için bkz. Müsned, 2/215). Ziyaret için gelenler arasındaki Ebû Şâh için de Rasûlullah’ın hadisleri yazdırdığı gelen rivayetler arasındadır (Ebû Dâvûd, İlm, 3; Tirmizî İlm, 12). Zaten genel manadaki, “İlmi yazarak kaydedin” (Dârimî, Mukaddime, 43) sözü Efendimiz’e aittir ve hadis ilminin kaydedilmesi hususunda da önemli ipuçları vermektedir. Ayrıca Efendimiz döneminde yazılan, Abdullah b. Amr b. Âs ile Hemmâm İbn Münebbih’in es-Sahîfetü’s-Sâdıka’ları ve Zed b. Alî İbn Hüseyin’in Mecmu’u gibi kitapların varlığı da bunu göstermektedir.
47 Cahiliye toplumunda, yazılı kültür yerine ezbere dayanan sözlü kültür hakimdi. Dolayısıyle zihinler çok uyanık ve duyduklarını hafızada tutma melekesi oldukça gelişmişti. Hz. Ömer gibi kimselerin, hiç durmadan bir gün boyunca şiir okuyabileceğini deklare etmeleri de bunu ortaya koymaktadır.
48 Hadis kültüründe Mevzu Hadis tabir edilen ve gerek insanları dine teşvik için iyi niyetle söylenmiş gerekse kendi meşrebini yaymak veya ticari kaygılarla ortaya konulmuş olsun sonradan ortaya çıkan bütün bu ürünler, Hadis ilimlerinde otorite kimseler tarafından değerlendirilmiş ve aslından ayıklanarak uydurulma sebepleriyle birlikte ayrı mecmua ve kitaplarda toplanmıştır. Suyûti’nin el-Leali’l-Masnuası, İbn Arrâk’ın Tenzîhü’ş-Şerîası, Aliyyü’l-Kâri’nin Mevzûâtı ve Türkçe olarak M. Yaşar Kandemir’in Mevzu Hadisleri gibi kitaplar bu kültürün ürünüdür.
49 Bkz. Hucurât, 49/13.
50 İslam’ın ilkelerine göre, takva dışında hiç kimsenin bir diğeri üzerinde üstünlüğü sözkonsu değildir ve takva da hukuk alanında işlerliği olmayan bir kavramdır. yani bunun neticesi, büyük çoğunlukla uhrevidir. dolayısıyle insanın, müttaki olması sebebiyle hukukta herhangi bir üstünlük elde etmesi düşünülemez.
51 Kendilerini Allah’ın zatına dayandırarak O’nun sevgilileri olduklarını söyleyen (Mâide, 5/18) ve bu nedenle diğer insanlardan farklı ve üstün olduklarını iddia eden, dolayısıyle de hep belli kavimleri dinlerine davet edenlerin evrensellik iddia etmeleri elbetteki mümkün değildir.
52 Bunu ifade eden bir ayette, “Ey iman edenler! Allah için şahitlik ederek adaleti ayakta tutanlar olun, Kendiniz veya ana-babanız ve akrabanız aleyhinde bile olsa. Hakkında şahitlik yapacağınız kimse zengin de olsa fakir de olsa. Adaleti yerine getirebilmek için heva ve hevesinize uymayın. Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz, şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır” (Nisâ, 4/135) denilmektedir. Bir başka ayet ise, “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların heva ve heveslerine uyma. Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın” (Mâide, 5/49) şeklindedir.
53 Ümmü Seleme (r.anha) anlatıyor: Rasûlullah (sas), şöyle buyurdular; “Şüphesiz ki, siz aranızdaki anlaşmazlıklar sebebiyle bana geliyorsunuz. Şayet sizden biriniz, delilini diğerinden daha güçlü takdim eder de ben onun sözüne binaen kardeşinin hakkından onun lehine hüküm verirsem, bilsin ki ona cehennemden bir parça vermişim demektir. Sakın ondan birşey almasın” Bkz. Buhârî, Şehâdât, 27, Hıyel, 10, Ahkâm, 20; Müslim, Akdıye, 4; Ebû Dâvûd, Akdıye, 7, Edeb, 87; Tirmizî, Ahkâm, 11...
54 Bu mealdeki bir hadisi Deylemî şu şekilde rivayet etmektedir: “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir.” Enes İbn Malik’den gelen başka bir rivayet ise, “İnsanlar, tarağın dişleri gibi eşittirler; takva dışında kimsenin bir üstünlüğü yoktur.
55 Bkz. Buhârî, Hudûd, 12; Müslim, Hudûd, 8.
56 Müsned, 5/411.
57 Zengin bir kadının hırsızlık yapması sonucu ceza görmesinden endişe edenlerin, sözkonusu cezayı iptal etmek için Üsâme (ra)’ı devreye sokarak af istemeleri karşısında Allah Rasûlü (sas) celallenmiş ve, “Sizden önceki ümmetlerin helak olmasının sebebi, içlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptığında onun cezasız bırakıp zayıf biri aynı suçu işleyince onun cezalandırmalarıdır. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma da hırsızlık etse, elini keserdim ve cezasız bırakmazdım” (Buhârî, Hudûd, 12; Müslim, Hudûd, 8) buyurmuştur.
58 Ebû Dâvûd, Edeb, 149; Müsned, 3/67.
59 Kur’an’ın 5 ayrı ayetinde, suçun ferdiliği anlatılarak, “Kimse, bir başkasının suçundan mesul tutulamaz” (En’ham, 6/164; İsrâ, 17/15; Fâtır, 35 /18; Zümer, 39/7; Necm, 53/38 denilmektedir.
60 “Beraat-ı zimmet asıldır” şeklinde Mecelle’de kanun haline getirilen İslam Hukukunun bir prensibidir.
61 İslam Hukukunun ortaya koyduğu cezalarda, caydırıcılık esas alınmış ve toplumun suçlulardan temizlenmisi hedeflenmiştir. Onun içindir ki, kısasta velinin affı dışında genelde cezaların, suçu işleyenin kendi bünyesinde tatbik edilmesi öngörülmüş ve bir başka bedelle değişimine imkân tanınmamıştır.
62 Bu anlaşma 30 maddeden oluşmakta ve hürriyet, eşitlik, hukuk, mülkiyet hakkı, inanç, düşünce, fikir ve din hürriyeti, sosyal güvenlik, seçme ve seçilme gibi temel hakları ihtiva etmektedir. Türkiye bu anlaşmayı 6 Nisan 1949’da 3/9119 sayılı kanunla kabul etmiş ve 27 Mayıs 1949’da 7217 sayılı resmi Gazete Gazete’de yayınlanarak okul ve diğer eğitim kurumlarında okutulup yorumlanması tavsiye edilmiştir.
63 Veda Hutbesi, tarih ve zaman itibariyle 7. asırda araplara hitabetmektedir. Ancak o, hitaplarındaki umumiyet ve getirdiği hükümlerdeki evrensellikle zaman ve mekanı aşarak kıyamete kadar bütün zamanlara ve mekanlara hitabettiğini göstermektedir. O günkü muhatapları aşan bir genellemeyle hitap eden Allah Rasûlü (sas), “Ey insanlar, ey insanlar...” demekte, faiz, kan davaları, insan hakları ve genel ahlak esaslarında evrensel ilkeler takdim etmektedir.
64 Hz. Peygamber (sas), sadece tebliğ etmekle kalmıyor, aynı zamanda tebliğ ettiği hususların tatbikini de yapıyordu. Faiz ve kan davalarını kaldırğını ilan ettikten sonra, kendisine en yakın insan, amcası Abbas’la ilgili olarak ilk kaldırdığı faiz uygulaması ve kan davası anlayışının ona ait olduğunu gösteriyor, emir ve nehiyleri anında pratiğe yansıtıyordu. (Müslim, Hacc, 147; Ebû Dâvûd, Büyû’, 5; Menâsik, 56; Tirmizî, Tefsîru Sûre (9), 2).
65 Köleliğin kaldırılışı da, sadece bir tavsiye ve emirlerle kalmamış, cahili toplumun dem ve damarlarına işlemiş olan uygulamalar, pratiği yaptırılarak toplum yapısından uzaklaştırılmıştır. Efendimiz’in hürriyetine kavuşturduğu azatlı Zeyd (ra)ın hür ve asil Hz. Zeynep’le evlendirilmesi ve uzun zaman yürümeyen bu evliliğin son bulmasından sonra Zeynep Validemizin nikahının Rasulullah’la kıyıldığının Allah tarafından bildirilmesi çarpıcı bir misaldir. Ayni şekilde Hz. Zeyd’in oğlu Üsâme’nin, içinde sahabenin ileri gelenlerinin bulunduğu topluluğun başına emir tayin edilmesi de burada zikredilmeye değer önemli bir misaldir.
66 En’âm, 6/59.
67 Nahl, 16/89; İsrâ, 17/12.
68 Tedriciliği esas alan Kur’ân’da yasamayla ilgili sadece katl, zina, hırsızlık, iftira, anarşi gibi çok az sayıdaki suç ve buna bağlı olarak da az sayıdaki cezadan bahsedilmektedir. Anlaşılan Kur’ân’ın hedefi, toplumda suç ve suçlu üretmek değil, aksine bunu en alt seviyeye çekmektir. Mevcut cezaları se, herşeye rağmen fıtrat kayması içinde olan kimseleri cürümden caydırmayı hedeflemektedir.
69 Bkz. Âl-i İmrân, 3/159; Şûra, 42/38; Bakara, 2/233.
70 Bakara, 2/233, 282; Nisâ, 4/29, 58; Nahl, 16/90; Hucurât, 49/9.
71 Mâide, 5/8; Şûrâ, 42/15.
72 Bu konudaki bir ayet, “Ey inananlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi adeletsizliğe sürüklemesin; adil olun. Çünkü bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’tan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden haberdardır” (Mâide, 5/8) şeklindedir.
73 Burada, ‘Daha önceki peygamberlere, mesela Hz. Mûsâ veya Hz. İsâ’ya gönderilen kitaplar neden evrensel değildir? Zira, onları gönderen Zat da aynı değil midir?’ gibi bir soru akla gelebilir. Öncelikle şu hakkın tesbitinde fayda var; Tevrat ve İncil, hitabettikleri toplumlar itibariyle evrensel değlidirler; yoksa onlarda konu edilen ve herkesi ilgilendiren, aynı zamanda Kur’ân’la ayniyet arzeden öyle meseleler vardır ki, bunların evrensel olmadığını söylemek mümkün değildir. Tevrat ve İncil’in ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, önceki peygamberlerin, Son Nebi’nin müjdesiyle geldikleri de bir gerçektir. Dolayısıyle onlar, her yönüyle evrensel mesaja zemin hazırlamışlardır. Yani mesele, ilm-i ilahinin evrensel olup olmaması meselesi değil, kainatta cari kanunlarda olduğu gibi tedricilik esasların ariayet meselesidir. O günü coğrafi yapısı ve iletişim imkanlarının gerektirdiği ölçüde Allah, toplumları rehbersiz bırakmamış ve zaman zaman aynı anda birden çok peygamberle insanların ufkunu aydınlatmış ve onlara bütün insanları ilgilendiren evrensel bir hüviyet vermiştir.
74 Burada dikkat çeken ayrı bir husus var; o da, bilhassa ‘öncelikle Kutsal Kitab’ın otoritesinin nerede başlayıp bittiğini belirlemekten (Bkz. Baljon, Çağdaş Yönelimler, 10) bahsederek İslama yaklaşan müşteşriklerin ortaya koydukları, çoğu itibariyle gereksiz tartışmaların anlaşılmasına kafa yorulduğu kadar ilahi beyanın anlaşılmasına çalışılmaması gerçeğidir. Onların maksat ve ifadelerine hakim olma yanında Allah’ın maksatlarını da anlama gibi ciddi bir problemimiz olsaydı, Kur’an bize de kapılarını açacak ve çok televvünlü bir mana zenginliği sunacaktı. Öyleyse bizim için en büyük husus, öncelikle neyi nerede arayacağımızı bilme, yani iradenin bizde olma meselesidir.
75 Bediüzzaman, Kuran Nedir? Tarifi Nasıldır? diyerek başladığı Kur’an tarifiyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Kur’an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevî hazinelerinin keşşafı ve sutür-u hâdisatın altında muzmer hakaikin miftahı ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan ve âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası ve zât ve sıfât ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı katıı, tercüman-ı satıı ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ’ ve ziyası ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi ve insaniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hâdisi ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr ü davet, hem bir kitab-I zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci’ olacak çok kitabları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddes hem bütün evliya ve sıddıkînin ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafik ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir kitab-ı semavîdir.
Kur’an arş-ı a’zamdan, ism-i a’zamdan, her ismin mertebe-i a’zamından geldiği için, Onikinci Söz’de beyan ve isbat edildiği gibi; Kur’an, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın İlahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem bütün Semavat ve Arz’ın Hâlıkı namına bir hitabdır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vasia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muharebe mecmuasıdır. Hem ism-i â’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir Kitab-ı Mukaddes’tir. Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı kemal-i liyakatla Kur’âna verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’ândan sonra sair enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimat-ı İlahiyenin ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir ünvan ile, hususî bir tecelli ile, cüz’î bir isim ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibariyle çok muhteliftir.
Kur’an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kitablarını ve meşrebleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfıyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham u şübehatın zulümatından musaffa ve nokta-i istinadı bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî ve hedefî ve gayesi, bilmüşahede saadet,i ebediye, içi, bilbedahe hâlis hidayet üstü, bizzarure envâr-ı iman, altı, biilmelyakîn delil ve bürhan, sağı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan, solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz’an, meyvesi bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan, makamı ve revacı, bilhads-is sadık makbul-ü melek ve ins ü cânn bir kitab-ı semavîdir.” İşaratü’l İ’caz, 10; Sözler, 366, 25. Söz; Benzeri ifadeler için bkz. Mesnevi-i Nuriye, 230.
76 Sözler, 103, 10. Söz, Zeylin 2. par.
77 Sözler, 36-648; Lem’alar, 132; Mesnevi-i Nûriye, 142; Kastamonu Lâhikası, 129.
78 İşârâtü’l-İ’câz, 10; Sözler, 366, 25. Söz; Mesnevi-i Nûriye, 230.
79 Münâzarât, 99.
80 Sünûhat, 44.
81 Tarihçe-i Hayat, 140.
82 Sözler, 400, 25. Söz, 2. Şule, 1. Ziya.
83 Münâzarât, 9.
84 Sözler, 401, 25. Söz, 3. Şule, 1. Ziya.
85 Sözler, 242, 20. Söz, 2. Mak. 2. Sual.
86 Emirdağ Lâhikası, 2/89.
87 Sözler, 361, 25. Söz, 2. Şua, 4. Lem’a.
88 Sözler, 172, 15. Söz, Zeyl.
89 Sözler, 267.
90 Sözler, 25. Söz, 430.
91 Misal olarak Kur’ân’ın iki emri olan, alışverişi helal, faizi de haram kılmasının getirdiği toplumsal faydalara dikkat çeker ve bugünkü yönetimlerin, ellerindeki bütün imkanları kullanmalarına karşılık, Kur’ân’ın iki emirle hallettiği meselede muvaffak olamadıklarını anlatır. Ayrıca taaddüt-ü zevcat ve kadının mirasıyla ilgili olarak da Kur’ân’ın sunduğu reçetenin isabetine dikkat çekerek ictimai dengenin oluşmasında İslamın koyduğu prensiplerin üstünlüğü üzerinde durur. Sözler, 25. Söz, 430 vd.
92 Mektûbât, 388.
93 Sözler, 25. Söz, 448.
94 Mektûbât, 26, Mektup. 309 vd.
95 Muhâkemât, 40, 1. makale, 10. muk. Ayrıca Lemaat arasında el yazmalarında yerini alan ve nesirden ziyade şiir havasında kaleme alınan bir bahisteki şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir; ‘Kur’ân ise, zahiren o Nebi-i muhatabı gösterir, muhatab sahib-i kelama perde. Zira bir Vacib-i l’ücud ki, bî nefâd ve bî nihâye hitap ve kelimat-ı Sübhânî lâ yahadd muhatabane Ezelden ta Ebede birden teveccüh etmiş ve ediyor. Şöyle mahdut kelamın, arkasında ezel ebed Sultanı, yalnız bir lem’â-i tecellisi, kabildir sıkışması. Eğer bütün o bî nihayet kelimat defaten dinlenmesi daire-i imkanda olsaydı, bir mekanı yahut bütün muhatabîn, zerrat-ı kainat suretinde tek bir kulak olsaydı, o üzün-ü cihanî, hem bir nur-u imanî, hem bir hads-i vicdanî, belki kelam-ı bî nihayet arkasında ya içinde bî nihayet Celâl, Azameti içinde o haşmet-i Sultânî, görürdü timsalini. Demek TENZİL’in esâlibinde tenevvu‘ ilahî tenezzülat, tecelli-i esma, sıfattır ki, kelamın arkasında görüyor onu, bir nazar-ı imanî. Her adamı diyebilir, “Şems benim için yakılmış” evim olan dünyada. Şu âyinede güneş, bana tebessüm eder, bakıyor o ayn-ı âsumânî. Allah, eğer şuuru, hem de sözü verse idi, o nâzenin sema benimle konuşurdu, âyine de olurdu, vasıta-i beyanî. İnhisar-ı zihniyet ona bu hakkı verir, hem dahi diyebilir: “Rabbim benimle konuşur” Kelamın arkasında görüyorum imanla, bir Rahman-i nuranî. Bütün zî ruh, hem de bütün kainat birden böyle derler. Zira onda tezahum yoktur, inhisar da olamaz, o sermedîdir, lâ mekânî.’ (A.Aymaz’ın el yazması defterinden alınmıştır. S.195, 196).
96 Bakara, 2/286, 233; En’âm, 6/105; A’râf, 7/43; Mü’minûn, 23/62; Talâk, 65/7.
97 Sözler, 25. Söz, 451, 452; Şualar, 244; Meyve Risalesi, 103.
98 Sözler, 398, 25. Söz, 2. Şule, 3. Nur.
99 Sözler, 368, 25. Söz, 1. Şule, 3. Şua, 2. Cilve.
100 Bediüzzaman, ‘Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’anın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve rasihtir ki, asırlar geçitikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor’ diyerek bu tazeliğine dikkat çekmektedir. Sözler, 25. Söz, 407.
101 Sözler, 25. Söz, 395.
102 Lem’alar, 73, 12. Lem’a, 2. Mes.
103 Sözler, 375, 25. Söz, 1. Şule, 3. Şua, 2. Cilve.
104 Sözler, 312, 24. Siz, 3. dal, 9. Asıl.
105 İşârâtü’l-İ’caz, 239.
106 Mektûbât, 394, 29. Mektup, 3. Kısım, 1. Mesele.
107 Sözler, 354, 25. Söz, 1. Şule, 1. Şua, 5. Nokta.
108 Mektûbât, 188, 19. Mektup, 18. İşa.
109 Konuyla ilgili olarak şu cümleler de oldukça dikkat çekicidir: ‘Malûmdur ki, Kur’an-i Azîmüşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nâzil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-i beşere şumûlü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına raci’dir. Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman fehmine, istidadına göre Kur’anın hakaikindan hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev’-i beşere derece itibariyle muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit ve keza meyl, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor. Meselâ: Bir taifenin istihsan ettiği bir şey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği bir şeyden, öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kur’ân-i Kerim günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış; âmm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin.’ İşârâtü’l-İcâz, 39, 40.
110 Mektûbât, 181, 19. Mektup, 18. İşaret, 1. Nükte.
111 Sözler, 354, 25. Söz, 1. Şule, 1. Şua, 5. Nokta.
112 Sözler, 413, 25. söz, Zeyl 6.
113 Sünûhât, 20.
114 Mektûbât, 181.
115 Mektûbât, 405, 406.
116 Bunun için iki misal veren Bediüzzaman, verdiği misallerde meseleye şöyle yaklaşmaktadır: ‘Mesela: Kasretli tabaka olan avam tabakasının şundan hisse-i fehmi: “Cenab-ı Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir.” daha mutavassıt bir tabaka, şundan “isa Aleyhisselâm’ın ve melaikelerin ve tevellüde mazhar şeylerin uluhiyetini nefyetmektir.” Çünkü muhal bir şeyi nefyetmek, zahiren faidesiz olduğundan belâgatta medar-ı faide olacak bir lâzım- ı hüküm murad olunur. İşte cismaniyete mahsus veled ve vâlidi nefyetmekten murad ise, veled ve vâlidi ve küfvü bulunanların, nefy-i uluhiyetleridir ve mabud olmaya lâyık olmadıklarını göstermektir. Şu sırdandır ki, Sure-i İhlas herkese, hem her vekit faide verebilir. Daha bir parça ileri bir tabakanın hisse-i fehmi: “Cenab-ı Hak mevcudata karşı tevlid ve tevellüdü işmam edecek bütün rabıtalardan münezzehtir. Şerik ve muinden ve hemcinsten müberradır. Belki mevcudata karşı nisbeti, Hallakıyettir. “Emr-i kün feyekûn” ile, irade-i ezeliyesiyle, ihtiyarıyla icad eder. Îcabî ve ızdırarî ve sudûr-u gayr-ı ihtiyarî gibi münafî-i kemal herbir rabıtadan münezzehtir.”Daha yüksek bir tabakanın hisse-i fehmi: Cenab-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zâtında, ne sıfâtında, ne efalinde naziri, küfvü, şebihi, misli, misali, mesîli yoktur. Yalnız efalinde, şuununda teşbihi ifade eden mesel var: Bu tabakata; ârifin tabakası, ehl-i aşk tabakası, sıddıkîn tabakası gibi ayrı ayrı hisse sahiblerini kıyas edebilirsin.
İkinci misal: Mesela Tabaka-i ûlânın şundan hisse-i fehmi şudur ki: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hizmetkârı veya “Veledim” hitabına mazhar olan Zeyd, izzetli zevcesini kendine küfüv bulmadığı için tatlik etmiş. Allah’ın emriyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almış. Âyet der: “Peygamber size evlâdım dese, risalet cihetiyle söyler. Şahsiyet itibariyle pederiniz değil ki, aldığı kadınlar ona münasib düşmesin.” İkinci tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Bir büyük âmir, raiyetine pederane şefkatle bakar. Eğer o âmir, zahir ve bâtın bir Padişah-ı Ruhanî olsa , o vakit merhameti pederin yüz defa şefkatinden ileri gittiğinden o raiyetin efradı onun hakikî evlâdı gibi ona peder nazarıyla bakarlar. Peder nazarı, zevce nazarına inkılab edemediğinden; kız nazarı da zevce nazarına kolayca değişmediğinden, efkâr-ı âmmede Peygamber (A.S.M.), mü’minlerin kızlarını alması şu sırra uygun gelmediğinden Kur’an der: “Peygamber (A.S.M.), merhamet-i İlahiye nazarıyla size şefkat eder, pederane muamele yapar. Risalet namna siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insaniyet itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasib düşmesin.” Üçüncü kısım şöyle fehmeder ki: peygamber’e (A.S.M.) intisab edip onun kemalâtına istinad ederek onun pederane şefkatine itimad edip kusur ve hatiat etmemelisiniz, demektir. Evet çoklar var ki, büyüklerine ve mürşidlerine itimad edip tenbellik eder. Hattâ bazan, “Namazımız kılınmış” der. (Bir kısım Alevîler gibi) Dördüncü Nûkte: Bir kısım şu âyetten şöyle bir işaret-i gaybiye fehmeder ki: Peygamber’in (A.S.M.) evlad-ı züküru, rical derecesinde kalmayıp, rical olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yalnız “rical” tabirinin ifadesiyle, nisanın pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisa olarak nesli devam edecektir. Felillahilhamd Hazret-i Fatıma’nın nesl-i mübareki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurani silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nübüvvet’in manevî ve maddî neslini idame ediyorlar. ‘Bkz. Sözler, 25. Söz, 412, 413; Hz. Zeyneb’ini izdivacıyla ilgili kısım, Mektûbât, 28 ve 29. sayfalarla Hanımlar Rehberi 62 ve 63. sayfalarda bu bahse atıfta bulunularak ele alınıyor.
117 Sözler, 375, 25. Söz, 1. Şule, 3. Şua, 3. Cilve; 685, Lemaât; İşârâtü’l-İ’câz, 11,44,50; Kastamonu Lâhikası, 126.
118 Mektûbât, 377, 29. Mektup, 1. Nükte Hizbü’l-Kur’han; Emirdağ Lâhikası, 1/33.
119 Mesnevi-i Nûriye, 120, Zey. Habbe.
120 Sözler, 25. Söz, 412.
121 Muhakemât, 17, 1. Makale, 3. Mukaddime.
122 Mektûbât, 194.
123 Mesnev-i Nûriye, 28.
124 Mirkât’s-Sünnet, 161.
125 İşârâtü’l-İ’câz, 108.
126 Nûr’un İlk Kapası, 170.
127 Mesnevi-i Nûriye, 233.
128 Aslında Risale-i Nur’un, yazıldığı günlerden bugünlere kadar geçen zaman bu açıdan değerlendirildiğinde, köyünde sabanın kulpunu bırakıp gelenlerle üniversitede kalem koşturanların aynı çizgide birleşmeleri ve ondan hakkıyla istifade etmeleri, canlı bir tarih olarak bu renkliliği ortaya koyduğu görülecektir.
129 İşârâtü’l-İ’câz, 7.
130 Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 249; Âsâ-yı Mûsâ, 247; Gençlik Rehberi, 269; Konferans, 127; Ayrıca eserleri için Bediüzzaman’ın şu ifadeleri kullandığını da müşahede etmekteyiz: ‘Kur’ânın ehl-i ukûlü hayrette bırakan i’cazı, belâgat ve fesahatı, nihayet derecedeki yüksek ûslûbu, selaset-i beyanı, elhasıl sonsuz bedayi’ ve câmiiyeti ile ins ü cinnin kıyamete kadar gelecek ihtiyacatına ekmeliyetle kâfî gelmesi dünya ve hahiret saadetinin rehberi bulunması ve bütün asırlardaki tabakat-ı beşere hitab etmesi ve kâinat Hâlıkının marziyatını kullarına bildirecek âyât u beyyinatı tefsir ve izah edecek mütehassıs ehl-i ilmin bulunması zaruretine binaen her asırda gelen binler müdakkik ehl-i ilim, yüz binlerle Kur’ân tefsirlerini meydana getirmişler; bütün asırları Kur’ânın nuruyla ışıklandırmışlardır.
İşte Risale-i Nur da; bu asırda Kur’ânın feyziyle vücud bulan, beşeri tekemmülâtına uygun olarak Kur’anın gösterdiği mu’cizeli hakikatların, bu tekâmül ile saha-yı fiile konulduğunu bildiren ve asrın idrakine hitab eden gayet kudsî bir tefsirdir. Kur’an baştan başa tevhid-i İlahîyi ilân ediyor. Risale-i Nur da, iman-ı billahı gösteren ve hakaiki imaniyeyi ders veren âyetleri tefsir ediyor.’ İşârâtü’l-İ’câz, 226.
131 İşârâtü’l-İ’câz, 6, 11; Sözler, 360, 2. Şua, 2. Lem’a
132 Sözler, 360, 2, Şua, 3. Lem’a.
133 Kur’ân’ın lafzındaki camiiyyet üzerinde ısrarla duran Nursi, konuyu bol misallerle zenginleştirmektedir. Yer ve göklerin, başlangıçta aynı olup sonradan ayrılmasından güneşin belli bir yörüngede dönmesine, felah ehlinin necatlarından tevhide, ondan da Kur’an kıssalarına kadar birçok misal zikreden Bediüzzaman, bunlardan birinde şöyle demektedir: ‘Meselâ yani: “Dağları zemininize kazı ve direk yaptım” bir kelâmdır. bir âminin şu kelâmdan hissesi: Zahiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menafî’ini ve nimetlerini düşünür, Hâlıkına şükreder.
Bir şâirin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i sema, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır, ufkî bir daire suretinde ve semanın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misalinde tahayyül eder. Sâni’-i Zülcelaline hayretkârane perestiş eder.
Hayme-nişin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahra; dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevi çadırları gibi, güya tabaka-i türabiye, yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türabiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pek çok muhtelif mahlukatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük azametli mahlukları, böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelaline karşı secde-i hayret eder.
Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin, bahr-ı muhit-i havaîde veya esiride yüzen bir sefine ve dağları, o sefinenin üstünde tesbit ve müvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini, muntazam bir gemi giyi yapıp, bizleri içine koyup, aktar-ı âlemde gezdiren Kadir-i Zülkemal’e karşı der.
Medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini, bir hane ve o hanenin direği, hayat-ı hayvaniye ve hayat-ı hayvaniye direği, şerait-i hayat olan, su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı, dağlardır. Zira dağlar, suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersib edip, havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan vedenizin istilâsından muhafaza eder) ve sair levazımat-ı hayatı insaniyenin hazinesi olarak fehmeder. Şu koca dağları, şu suretle hane-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize hazinedar tayin eden Sâni-i Zülcelal ve ikram’a, kemal-i ta’zim ile hamd ü sena eder.
Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılabat ve imtizacatı neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizazatı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar ve mihverindei istikrarına ve zelzelenin irticacıyla medar-ı senevisinden çıkmamasına sebeb, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menafiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir der.’ Sözler, 391 vd. 25. Söz, 2. Şua, 1. Lem’a.
134 Sözler, 360, 25. Söz, 2. Şua, 3. Lem'a
135 Bkz. Sözler, 229, 20. Söz, 2. Mak. Bu hakikat, hemen hemen aynı lafızlarla (En'âm, 6/59) Kur'ân'da da ifadesini bulmaktadır.
136 Muhâkemât, 112, 3. Makale, 1. Maksat
137 Sözler, 242, 20. Söz, 2. Makam, 2. Sual
138 Sözler, 363, 25. Söz, 3. Şua, 1. Cilve
139 Sözler, 223, 20. Söz, 1. Makam, 1. Nükte.
140 Mesnevi-i Nûriye, 93, Zeylü’l-Hübab.
141 Sözler, 127, 13. Söz.
142 İşârâtü’l-İ’câz, 68.
143 Mektûbât, 384, 29. Mektup, 1. Kıs. 6. Nükte..
144 Mektûbât, 390.
145 Mesnevi-i Nûriye, 234.
146 Şualar, 298.
147 Sözler, 25. Söz, 439, 440.
148 Sözler, Konferans, 750; Yirmiüçüncü Söz, 68.
149 İşârâtü’l-İ’câz, 39.
150 Sözler, 150, 14. Söz.
151 Sözler, 342. 25. Söz, 1. Şule, 1. Şua, 4. Nokta.
152 Sözler, 378, 25. Söz, 2. Şule, 1. Nur.
153 Sözler, 367, 25. Söz, 1. Şule, 2. Şua, 5. Lem’a.
154 Sözler, 123, 12. Söz, 4. Esas.
155 Sözler, 169, 15. Söz, Zeyl.
156 Mektubat, 299, 26. Mektup, 1. Mebhas; Sözler, 170, 15. Söz, Zeyl.
157 Mektûbât, 299, 26. mektup, 1. Mebhas
158 Sözler, 367, 25. Söz, 1. Şule, 2. Şua, 5. lem’a.
159 İşârâtü’-İ’câz, 176; Sözler, 685, Lemaât; Kastamonu Lâhikası, 126.
160 Bu konuda oldukça sık tahşidatta bulunan Bediüzzaman, muarazaya muhatap olanların, bunu yapmak için çok sebeplerinin olduğunu, tahaddi ayetlerini tefsir ederken şöyle izah etmektedir: ‘Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan diyor: “Ey ins ve cin! Eğer Kur’an, Kelâm-ı İlahî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammed-ül Emin dediğiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmiden bu Kur’an gibi bir kitab getiriniz, yaptırınız. Bunu yapamazsanız, haydi ümmi olmasın, en meşhur bir edib, bir âlim olsun. bunu da yapamazsanız, haydi birtek olmasın, bütün büleganız, hutebanız, belki bütün geçmiş beliglerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardımlarını ve ilahlarınızın himmetlerini beraber alınız. Bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’âna bir nazire yapınız. Bunu da yapamazsanız, haydi kabil-i taklid olmayan hakaik-i Kur’aniyeden ve manevî çok mu’cizatından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatına nazire olarak bir eser yapınız” ilzamıyla der: “Haydi sizden mananın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun. Bunu da yapamıyorsunuz, Haydi bütün Kur’an kadar olmasın, yalnız on suresine nazire getiriniz. Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek suresine nazire getiriniz. Bu da çoktur. Haydi, kısa bir suresine bir nazire ibraz ediniz. Hattâ madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde; çünkü haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz, buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde,can ve malınız halâkette mahvolup ve âhirette Cehennem’de haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz. Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa Kur’an dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehennem’e gidiniz!” İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın makam-ı ifhamdaki ilzamına bak ve de: Evet beyan-ı Kur’andan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.’ Sözler, 25. Söz, 3383, 384.
161 Sözler, 671, Lemaât.
162 Mesnevi-i Nûriye, 81, Hubbe; Mektûbât, 357, 28. Mektup, 7. Mesele.
163 Sözler, 347, 348, 25. Söz, 1. Şule, 1. Şua, 5. Nokta; Mektûbât, 181, 19. Mektup, 18. İşaret.
164 İşârâtü’l-İ’câz, 183.
165 Sözler, 347, 348, 25. Söz, 1. Şule, 1. Şua 5. Nokta; Mektûbât, 181, 19. Mektup, 18. İşaret; 148, 19. Mektup, 18. İşaret, 2. Nükte; İşârâtü’l-İ’câz, 175, 179.
166 Sözler, 398, 25. Söz, 2, Şule, 3. Nur.
167 Mektubat, 185, 186, 19. Mektup, l7 ve 18. İşaret.
168 İşârâtü’l-İ’câz, 179.
169 Sözler, 368, 25. Söz.
170 Konuyla ilgili olarak şu ifadeler, oldukça dikkat çekicidir: ‘Kur’an, bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın Hâlıkının hitabı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek hiçbir emare bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanların belki bütün mahlukatın namına meb’us ve nev’-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı, koca İslâmiyeti tereşşuh edip sahibini Kab-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyeye mazhariyetle nüzul eden ve saadet-i dâreyne dair ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbanî maksadlara ait mesaili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden ve koca kâinatı bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip çevirip, onları yapan san’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’cazına yetişilmez.’ Sözler, 25. Söz, 448, 449.
171 Lem’alar, 132, 17. Lem’a, 11. Nota; Mesnevi-i Nûriye, 142, Zühre, 11. Nota; Sözler, 338, 354, 25. Söz, 1. Şule, 1. Şua, 3. ve 5. Nokta; 362, 25. Söz, 2. Şua, 5. Lem’a.
172 İşârâtü’l-İ’câz, 170, 209; Mesnevi-i Nûriye, 163, Temme; 68, Katrenin Zeyli.
173 Muhâkemât, 12, 1. Mak. 1. Muk.
174 Sözler, 365, 25. Söz, 1. Şule, 2. şua, 5. lem’a.
175 İşârâtü’l-İ’câz, 206, 210, 211, 219.
176 Sözler, 225, 20. Söz, 1. Mak. 3. Nükte; Bunun gerekçesine de değinen Bediüzzaman’ın şu açıklamaları da oldukça dikkat çekicidir. ‘Belâgat-ı irşadiyenin şe’nindendir ki, avamın nazarına, âmmenin hissine cumhurun fehmine göre hareket yapılsın ki; nazarları tevahhuş, fikirleri kabulden imtina’ etmesin. Binaenaleyh cumhura olan hitabın en beligi zahir, basit, sehl olmasıdır ki âciz olmasınlar. Muhtasar olsun ki, melûl olmasınlar. Mücmel olsun ki, lüzumlu olmayn tafsilden nefret etmesinler.’ Mesnevi-i Nuriye, 233.
177 Muhâkemât, 12, 1. Makale, 1. Mukaddime; Nursi’nin şu ifadeleri de oldukça dikkat çekicidir; ‘Kur’an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır, cinn ve inse mürşiddir, ehl-i kemale rehberdir, ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslûbu tarzında olmak zarurî ve kat’îdir. Çünkü cinn ve ins münacatını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesailini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşereti onda taallüm ediyor ve hâkezâ... Herkes onu merci yapıyor. Öyle ise eğer Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın tur-i Sina’da işittiği Kelâmullah tarzında olsa idi, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci’ edemezdi. Hazret-i Musa Aleyhisselâm gibi bir ulü-I azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir.’ Mektûbât, 311.
178 İşârâtü’l-İ’câz, 68.
179 Sünûhât, 20.
180 Mesnevi-i Nûriye, 70, Katrenin Zeyli.
181 Muhâkemât, 43, 1. maka, 12. Mukaddime.
182 Mektûbât, 304, 26. Mektup, 1. Mebhas, 2. İti; Sözler, 174, 15. Söz, 2. Bir İti..
183 Muhâkemât, 43, 1. makam, 2. Mukaddime.
184 Mektûbât, 201, 19. mektup, 1. zeyl, 14. Reşha, 187; Sözler, 341, 25. Söz, 1. Şule, 1. Şua, 3. Nokta.
185 Mesnevi-i Nûriye, 184, Şemme, 10. Risale.
186 Lem’alar, 40, 7. Lem’a, Tetimme, 1. Nükte.
187 İşârâtü’l-İ’câz,189.
188 Sözler, 25. Söz, 447; Mesnevi-i Nuriye, 231
189 Bediüzzaman’ın konuyu anlatırken kullandığı üslup ve selaseti göstermesi açısından şu sözlerini zikretmekte fayda olduğu kanaatindeyim; ‘Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın heyet-i mecmuasında raik bir selaset, faik bir selâmet, metin bir tesanüd, muhkem bir tenasüb, cümleleri ve heyetleri mabeyninde kavî bir teavün; ve âyetler ve maksadları mabeyninde ulvi bir tecavüb olduğunu İlm-i Beyan ve Fenn-i Maânî ve Beyanî’nin Zemahşerî, Sekkakî, Abdülkahiri Cürcanî gibi binlerle dâhî imamların şehadetiyle sabit olduğu halde, o tecavüb ve teavün ve tesanüdü ve selaset ve selâmeti kıracak, bozacak sekiz-dokuz mühim esbab bulunurken, o esbab bozmağa değil, belki selasetine, selâmetine, tesanüdüne kuvvet vermiştir. Yalnız, o esbab bir derece hükmünü icra edip, başlarını perde-i nizam ve selasetten çıkarmışlar. Fakat nasılki yeknesak, düz bir ağacın gövdesinden bir kısım çıkıntılar, sivricikler çıkar. Lâkin ağacın tenasübünü bozmak için çıkmıyorlar. Belki, o ağacın zinetli tekemmülüne ve cemaline medar olan meyveyi vermek için çıkıyorlar. Aynen bunun gibi, şu esbab dahi, Kur’anın selaset-i nazmına kıymetdar manaları ifade için sivri başlarını çıkarıyorlar. İşte o Kur’an-ı Mübin, yirmi senede hacetlerin mevkileri itibariyle necim necim olarak, müteferrik parça parça nüzul ettiği halde, öyle bir kemal-i tenasübü vardır ki, güya bir defada nâzil olmuş gibi bir münasebet gösteriyor.
Hem o Kur’an, yirmi senede, hem muhtelif, mütebayin esbab-ı nüzule göre geldiği halde, tesanüdün kemalini öyle gösteriyor; güya bir sebeb-i vâhidle nüzul etmiştir. Hem o Kur’an, mütefavit ve mükerrer suallerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizac ve ittihadı gösteriyor. Güya bir sual-i vâhidin cevabıdır. Hem Kur’an mütegayyir, müteaddid hâdisatın ahkâmını beyan için geldiği halde, öyle bir kemal-i intizamı gösteriyor ki, güya bir hâdise-i vâhidin beyanıdır. Hem Kur’an mütehalif, mütenevvi halette hadsiz muhatabların fehimlerine münasib üslûblarda tenezzülât-ı kelâmiye ile nâzil olduğu halde, öyle bir hüsn-ü temasül ve güzel bir selaset gösteriyor ki, güya halet birdir, bir derece-i fehimdir; su gibi akar bir selaset gösteriyor. Hem o Kur’an mütebaid, müteaddid muhatabin esnafına müteveccihen mütekellim olduğu halde, öyle bir sühulet-i beyanı, bir cezalet-i nizamı, bir vuzuhu ifhamı var ki; güya muhatabı bir sınıftır. Hattâ herbir sınıf zanneder ki, bil’asale muhatab yalnız kendisidir. Hem kur’an,mütefavit mütederric irşadî bazı gayelere isal ve hidayet etmek için nâzil olduğu halde, öyle bir kemal-i istikamet, öyle bir dikkat-i müvazenet, öyle bir hüsn-ü intizam vardır ki; güya maksad birdir. İşte bu esbablar, müşevveşiyetin esbabı iken, Kur’anın i’caz-ı beyanında, selaset ve tenasübünde istihdam edilmişlerdir. Evet kalbi sekamsiz, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim her adam Kur’anın beyanında güzel bir selaset, rânâ bir tenasüb, hoş bir ahenk, yekta bir fesahat görür. Hem basiresinde selim bir gözü olan görür ki, Kur’anda yöle bir göz vardır ki, o göz bütün kâinatı zahir ve bâtını ile vâzıh, göz önünde bir sahife gibi görür, istediği gibi çevirir, istediği bir tarzda o sahifenin manalarını söyler. Şu Birinci Nur’un hakikatini misaller ile tavzih etsek, birkaç mücelled lhazım. Öyle ise, sair risale-i arabiyemde ve “İşarat-ül İ’caz”da ve şu yirmibeş aded Sözlerde şu hakikatın isbatına dair olan izahatla iktifa edip misal olarak mecmu-u Kur’anı birden gösteriyorum.’ Sözler, 25. Söz, 413 414.
190 Sözler, 25. Söz, 432 vd.
191 Sözler, 25. Söz, 374.
192 Verdiği misal ve kıyaslamaların görülmesi açısından şu parçanın takdiminde fayda olacağı kanaatiyle aynen aktarıyorum; ‘Binler defa tekrar edilse usandırmıyor, belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor, hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzi olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. zemzeme-i Kur’an onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor. Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur’an, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınadır ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa deva ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi her gün yesek, usandıracak. Demek Kur’an, hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve hârika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor, daima gençliğini muhafaza ettiği gibi taravetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyş’in rüessasından müdakkik bir belig, müşrikler tarafından, Kur’anı dinlemek için gitmiş. dinlemiş, dönmüş, demiş ki: Şu kelâmın öyle bir halâveti ve taraveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbaımızı kandırmak için sihir demeliyiz.” İşte Kur’an-ı Hakim’in en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar.’ Sözler, 25. Söz, 378.
193 Misal olması açısından şu kıyaslamaları aktaralım: ‘nasıl “Elhamdülillah” gibi bir lafz-ı Kur’anî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi; aynı lafz, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de: Kur’anın manaları, dağ gibi akılları işba’ ettiği gibi, sinek gibi küçücük basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kur’an, bütün ins ü cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. Hem umumuna imanın ulûmunu talim eder, isbat eder. Öyle ise, avamın en ümmisi havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur’aniyi dinleyip istifade edecekler. Demek kur’an-ı Kerim, öyle bir maide-i Semaviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdaların buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar. Arzuları yerine gelir.’ Sözler, 25. Söz, 390.
194 Sözler, 677, Lemaât; Mesnevi-i Nûriye, 234.
195 Sözler, 121, 12. Söz, 1. Esas; Risalelerde sık kullanılan bu ifadeye misal olması açısından şu cümleler dikkat çekicidir: Kur’an, istidradî ve tebaî olarak Cenab-ı Hakk’ın zâtına, sıfatına istidlal için kâinattan bahsediyor. İstidlalin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malûm olması lazımdır. Eğer fencilerin iştihası gibi “Şemsin sükûnuna, arzın hareketine bakmakla Allah’ın azametini anlayınız” demiş olsaydı, delil müddeadan daha hafi olurdu. Ve insanların ekserisi, ekser zamanlarda fehmedemediklerinden inkâra zehab ederlerdi. Halbuki, irşad ve hidayet zamanlarında cumhurin derece-i fehimleri nazara alınarak ona göre söz söylemek icabeder. Maahaza ekseriyete yapılan müraattan, ekaliyette kalanın mahrumiyeti neş’et etmez. Çünkü onlar da istifade ediyorlar. Amma mes’ele makuse olursa, ekseriyet mahrum kalır, istifade edemez. Çünkü fehimleri kasırdır.’ Mesnevi-i Nuriye, 232, 233.
196 Sözler, 648, Lemaât; Kastamonu Lâhikası, 129.
197 Sözler, 36, 7. Söz.
198 Lem’alar, 132, 17. Lem’a, 11. Nota; Mesnevi-i Nûriye, 142, Zühre, 11. Nota.
199 Lem’alar, 304, 30. Lem’a 2. Nükte.
200 Mesnevi-i Nûriye, 109, Habbe.
201 Sözler, 103, 10. Söz, Zeylin 2. Par.
202 Mektûbât, 200, 19. Mektup, 1. Zeyl, 14. Reşha.
203 Sözler, 25. Söz, 436, 437.
204 Mektûbât, 393, 394, 395.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
MÜSLÜMANLARA UYGULANAN ULUSLARARASI
EKONOMİK AMBARGOLAR
Prof. Dr. Amer al-Roubaie 1
Bu araştırmanın gayesi; Müslümanlar’ın hâli hazırdaki Batıya olan ekonomik bağımlılıkları noktasından, onların asıl ihtiyaçlarını tespit etmek için Bediüzzaman’ın bazı görüşlerini mütalaa etmektir. Batı ülkeleri ve uluslararası organizasyonlar tarafından Müslümanlar’a karşı uygulanan mevcut ekonomik ve malî baskılar, Müslüman ülkelerin istikbaldeki gelişmeleri ve ekonomik refahları açısından önemli bir tehdit unsurudur. Said Nursî’nin önerisi, diğerlerine bağımlılığı azaltmak ve kendi kendine yeterlilik için, mevcut kaynaklar ile insan ihtiyaçları arasında bir denge oluşturmayı içeren makul bir çözümdür. Said Nursî yaptırımlar konusu üzerinde durmamakla birlikte, onun Müslümanlar’ın karşılaştıkları ekonomik problemler hakkındaki analizi, Müslüman ülkelere karşı uygulanan mevcut dış boykotlara da uyarlanabilir.
Müslümanlar’a karşı uygulanan ekonomik baskı, Müslümanlar’ın kalkınma için harcadıkları çabaya engel olmak kadar, aynı zamanda onları Batının gündemini takip etmeye de zorlayan bir çabadır. Yaptırımlar, bu ülkeleri ticarete girmekten alıkoymaktadır. Özellikle son derece önemli ve gerekli ürünler ile Müslümanlar’ın kendi alt yapılarını inşa etmeleri için ihtiyaç duyulan hammaddeler alanında. Böylece, üretim kapasitesinin sınırlanmasıyla, Müslümanlar temel ihtiyaçlarının karşılanması için Batıya bağımlı olmaya devam edeceklerdir. Ayrıca, zayıf ekonomi ve teknolojik alt yapıya bağlı olan ulusal borçların artışı, Müslüman dünyada kendi kendine yeterliliği ve büyümeyi ciddi şekilde baltalamaktadır. International Herald Tribune, Endonozya’daki mevcut malî krize gönderme yaparak “yabancı yatırımcılarla işbirliği yapabilen zenginlerin çok daha fazla zenginleştiğini” beyan ediyor.
Yabancı yatırımcılar genellikle IMF ile birlikte, Endonezya gibi bir toplumda menfaatlerini beslemeyi çok iyi becerirler. Bazı yoksullar da bundan faydalanır. Yoksulların daha büyük bir kısmı, geleneksel geçim yollarının yok edilmesi, kontrolsüz şehirleşme ve ulusal kaynakların zorla alınması sebebiyle hâlâ daha fakir durumdadırlar. Nikilo-kapitalizmin doğal eğilimi; sosyal yapıları yok etmek, insanları kültürel köklerinden ayırmak, tüketici pazarında ve popülerleştirilen kültürde fakirleştiren bir enternasyonalleşme ikâme etmektir. 2 Batı, dinin taraflar arasında güçlü bir bağ oluşturduğunu ve Müslümanlar’ı diğerlerine bağlı olmaya zorlamanın muhtemelen onların birleşmesini etkilediğini anladı.
Son yıllarda İslâm ekonomisi, Müslümanlar’ın karşılaştıkları bazı sosyo-ekonomik problemlerin izahında gelişen metodolojik bir analiz oluşturmuştur. Said Nursînin ekonomik meseleler üzerindeki görüşlerinin dahil edilmesi İslâm ekonomisinin gelişimini önemli ölçüde yükseltecektir. Bu araştırma Nursî’nin İslâmî ekonomik modelin yapılanması için zemin oluşturmak konusundaki fikirlerini sunma çabasıdır. 3
GENEL BİR BAKIŞ: MÜSLÜMANLAR’IN EKONOMİK DURUMLARI
Müslümanlar dünya nüfusunun beşte birinden fazlasını oluşturmaktadır. Bu nüfus Kuzeydoğu Asya’da Endonezya’dan Kuzey Afrika’da Morocco’ya kadar uzanan bir arazide, genel arazinin yaklaşık % 22’sini işgal etmektedir. Kültür, coğrafya ve dil farklarına rağmen, İslâm dininde inanç bağı Müslümanlar’ı birbirine bağlar. Bilimsel olarak Müslümanlar bilimin bütün alanlarına katkıda bulunmuşlardır ve onların medeniyeti hâla insanlığın ulaştığı en büyük medeniyetlerden birisidir. Ne yazık ki, iç güçlerin zayıflaması ve dış etkiler sebebiyle Müslümanlar, miraslarının büyük bir kısmını kaybettiler ve şu anda da dünyadaki pozisyonları gittikçe zayıflar hâle gelmiştir. Ekonomik olarak, mevcudiyetlerini devam ettirmek için ihtiyaç duyulan bazı temel zarurî şeyleri tedarik etme noktasında kendi kendilerine yeterli olamamaktadırlar. Bilâkis, onlar korunmakta olduğu kadar günlük besinlerini sağlama noktasında bile başkalarına bağımlıdırlar. Geçen son iki yüzyıl içinde Müslümanlar üzerindeki batı hakimiyeti onların kültürlerinde bir bozulma, dillerinde sekülerleşme, kaynakların istismar edilmesi ve parçalanmış ulus-devletlere indirgenmesi sonuçlarını vermiştir.
Bundan başka yasal, politik, ekonomik ve eğitimle ilgili batı durumlarının girişi, bireyselliğin, materyalizmin, tüketimin ve Müslümanlar arasında batı tarzı düşünmenin nüfuzunu teşvik etmiştir. Bu batı değerlerinin ve hayat tarzının yazılışı modern teknolojinin ilerlemesi ve elektronik medya yayınları tarafından teşvik edilmektedir. Hızlı taşımacılık ve küreselleşme Müslümanları dünyanın geri kalan kısmıyla aynı yola girmeye sevk etmiştir. Küreselleşmenin Müslüman toplumları, batı sosyal ve kültürel değerlerinin daha geniş bir alanına sokarak etkilemesi beklenmektedir. Müslümanlar dünyanın geri kalan kısmıyla eşit düzeyde yarışabilecek durumda olmadıkları gibi, ne bilimsel ne de ekonomik yönden yeni çağın gereksinimlerini karşılayabilecek kadar gelişmiş de değillerdir.
Müslüman ülkeler önemli ölçüde insan gücü ve doğal kaynaklara sahiptirler. Verimli bir işletme ve bu kaynakların iyi yönetimi, bölgesel talebin karşılanması ve diğer ülkelere bağımlılığın azalmasında ihtiyaç duyulan endüstriyel ürünlerin ve besin maddelerinin önemli ölçüde artışını netice verebilir. Petrol, gaz, mineraller gibi yeniden dönüşümü mümkün olmayan doğal kaynakların çoğu hammadde hâlinde -bu süreç içerisinde stokların elverişliliği azalarak- diğerlerine satılmaktadır. Mukabilinde, Müslümanlar gıda ihtiyaçlarını karşılamak ve batı tarzını talep eden şeçkinlere karşılık verebilmek için lüks eşyalar ve tüketim malzemeleri ithâl ederler. Uzun vadede, artan bağımlılık; ödemeler dengesinin bozulması, devalüasyon, enflasyon baskısı, capital outflow, gelir eşitsizlikleri ve politik dengesizliğe sebep olur. Kuzeydoğu Asya’da devam eden ekonomik kriz, büyük çapta ekonomik bağımlılık ve küreselleşmenin önemli ekonomik, sosyal ve politik zararlara sebep olduğunu göstermiştir. Muhammed Ruşdi Ubeyd’in Said Nursî’nin ekonomi üzerine görüşlerini referans vererek açıkladığı gibi, ekonomik açıdan bakıldığında, bu zamanda gereksiz şeylere bağımlılık şeklinde oluşan genel bir felaket söz konusudur. “İradenin yanlış yönde kullanılması, yasak arzular ve yanlış hareketlerin bir ürünü olan batı düzeni, üretimde ortak pazarı açmış ve İslâm’ın getirdiği sosyal huzur yerine birkaç kişinin rahatlığını tercih ederek ticarî gelirleri birkaç zalimin eline verdiğini açığa çıkarmıştır.” 4
Son yıllarda temel tarım ürünleri, dünya ticaretinde önemli bir rol oynamaya başladı. Toplam ticarette gıdanın payında artan talebi, ürün azalmasını ve dağılım sistemindeki verimsizliği yansıtan önemli bir artış söz konusu. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşamakta olduğu gelişme safhasındaki ülkelerde, bu durum hızla kötüleşmektedir. Bunlar arasında Müslümanlar’ın gıda üretimi gittikçe azalmakta ve bu da onları gıda ihtiyaçlarını karşılama noktasında Müslüman olmayan ülkelere gittikçe daha bağımlı hâle getirmektedir. Hâlihazırda, Müslüman ülkeler tarafından yapılan toplam ithâlatın üçte birini gıda ürünleri teşkil etmektedir. Ayrıca, nüfus artışı ile tarım ürünleri arasındaki fark gittikçe büyümektedir. Bu durumu aşmak için Müslüman ülkeler tarafından ciddi girişimler yapılmamaktadır. Bununla birlikte, eğer bu eğilim devam ederse, Müslümanlar’ın yaşamlarını tehdit edecek kıtlık ve açlık olması muhtemeldir. İnsan gücü, finans ve doğal kaynakların zenginliğine rağmen bölgesel ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli gıdayı üretme kapasitesine sahip değillerdir.
NURSİ’NİN EKONOMİ ÜZERİNE GÖRÜŞLERİ
Said Nursî modern ekonominin kavramları ile tam olarak karşılaşmamış olmasına rağmen, onun tüketim hakkındaki analizleri, Müslümanlar’ın karşılaştıkları bazı ekonomik problemlerin çözümünde önemli bir adımdır. Nursî’ye göre arz ve talep arasındaki mevcut dengesizlik; insanların yanlış yönetimleri, hırs ve ilâhî öğretilerin ihmalînden kaynaklanmaktadır. Nursî’nin izah ettiği gibi: “İsm-i Adl’ın cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor.” 5 Sure-i Rahman’da dört kez mizan kelimesi zikredilmiştir. Bu âyetler (35:7-9): “Gökyüzünü yükseltip âleme nizam ve ölçü verdi. Tâ ki, adaletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve ahiretteki mizanınızı ziyana düşürmeyin. “Diğer bir deyişle insan, havayı kirleterek, eşitsizlik oluşturarak, yenilenemeyen kaynakları tüketerek, ağaçsızlanmaya sebebiyet vererek, biyolojik ve hayvansal çeşitliliği tadil ederek zarar vermektedir. Nursî için ekonomi, ilâhi mahiyeti olan bir süreçtir; bir yöntemle kaynak işletimini gerektirir, insanın temel zaruretlerini karşılar ve gelişimini sağlar. Bu sebepten tüketim, israfı önlemek, yoksulluğu ortadan kaldırmak ve insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak için sınırlandırılmalıdır. Bu demektir ki, toplumun temel ihtiyaçları karşılanmıyorsa, lüks eşya üretimi gereksizdir. Nursî aşırı tüketimin hastalıklara, haksızlıklara ve yoksulluğa yol açtığını ve bu yüzden sağlığını korumak ve herkese eşit imkanlar oluşturmak için insanın, israfın her türlüsünü izale etmesi gerektiğini ileri sürer. Eserlerinden birinde şu cümleleri kullanır: “İktisat ve kanaat hikmet-i ilâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikiye kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kazibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.” 6 Tüketici daha az tüketerek daha fazla fayda sağlayabilir. Bu, marjinal fayda teorisi üzerine temellendirilen çağdaş tüketim yaklaşımına uygundur. Aynı şey (daha az tüketim) - lüks için yapılan aşırı harcamalarda topluma ait kaynakların bir sömürü aracı olarak kullanıldığı- devletin tüketim modellerine de uygulanmaktadır. Devletin sorumluluğu kişininkinden farklı değildir. Kaynakların kullanımı zarurî gereksinimler seviyesine indirilmelidir.
Mamafih, Nursî’nin kaynaklarla ihtiyaçları dengeleme yaklaşımı, Müslüman dünyada kendi kendine yeterliliğe doğru önemli bir adımdır. Modern makro ekonomide büyüme artan yatırımla mümkündür. Dolayısıyla tüketimi kısmakla biriktirilen uygun şeylerle yatırım yapılarak gelişme yolunda ilerlenmiş olur. Bölgesel kaynaklardan bu şekilde faydalanmak toplumu yabancı yardım ve malî bağımlılıktan kurtarır. Bundan başka, ülkenin borç problemleri azalır ki, pek çok Müslüman ülke bu gibi problemlerle uğraşıyor. Müslüman ülkelerin ulusal borçlarının 1995 yılında 650 milyar doların üstünde olduğu tahmin ediliyor. 7
Böylesine yüksek bir borç yükü, azalan malî kaynaklarla gösterilen kalkınma çabalarına engel olmakla kalmaz, sonraki nesilleri de ağır bir yük altına sokar. Yüksek borç birikimi aşırı tüketimin ve kaynakların gerek şahıslar, gerek devlet tarafından yanlış işletilmesinin ürünüdür. Eğer böyle bir eğilimin devam etmesine izin verilirse, bunun sonucunda yoksulluk, toplumsal huzursuzluk, ekonomik belirsizlik, politik dengesizlik ve toplumun kurumlarına güven kaybı ortaya çıkacaktır. Mesela; Kuzeydoğu Asya’da devam eden ekonomik kriz devletleri, malî yükümlülüklerini karşılayabilmek için kredi elde etmek yerine, uluslararası Para Fonu tarafından kabul ettirilen sıkı tedbirleri almaya zorlamıştır. Nüfus bakımından en büyük Müslüman ülke olan Endonezya, zayıflayan ülke egemenliği sebebiyle bu tedbirlere karşı hoşnutsuzluk göstermiştir. Nursî’nin öğretisine göre, eğer bu ülke kaynaklarını ihtiyaçlarına uygun kullansaydı, böyle bir baskı olmayabilirdi. Bu şu demektir; artan bağımlılık Müslümanlar’ın uluslararası platformlarda pazarlık konumunu zayıflatmaktadır. Müslümanlar Birleşmiş Milletler’in tüm üyelerinin yaklaşık dörtte birini oluşturuyorlar, ama karar alma noktasında çok az bir etki gösterilebiliyorlar.
Yüksek düzeyde bağımlı bir ülke demek, ulusal çıkarı konusunda politika belirleme tavrının uluslararası düzenleyici tedbirler sebebiyle kısıtlanması demektir. Merhum Profesör Fazlurrahman’ın belirttiği gibi Müslüman ülkelerin şimdiki politik, sosyal ve ekonomik durumları önceki siyasî iktidarlar tarafından uygulanan adaletsizliğe ve sömürgeci geçmişlerine bir reaksiyon olarak tarif edilebilir. Müslüman toplumlarda yaşanan mevcut sosyo-ekonomik paradoks, kötü idare ve sömürgecilerin arz-talep dengesi oluşturmada bir çıkarlarının olmamasından kaynaklanmaktadır. Bunun dışında, Müslüman ülkeler batının talebini karşılamanın dışında bir faaliyet için teşvik edilmemişlerdir.
Sonuç olarak, Müslümanlar’ın ivedî bir meselesi, bölgesel talebi karşılamak için tarım ürünlerini artıracak politikalar üzerinde yoğunlaşmaktır. Müslüman ülkelerde, çiftçiler devletin malî desteği olmaksızın yeterli gıdayı üretmekten yoksun ve fakirdirler. Birkaçı hariç Müslüman ülkelerin çoğunluğu büyük ölçüdeki gıda ihtiyaçlarını karşılamak için ithâlat yapmak durumundadırlar. Dünyadaki Müslüman nüfus 1950-1998 yılları arasında iki katına çıkmasına rağmen, tarım ürünleri yaklaşık % 25’lik bir artış göstermiştir. Şimdi Müslüman ülkelerde tüketilen toplam gıdanın dörtte birinden fazlası, Müslüman olmayan ülkelerden ithâl edilmektedir. Hızlı nüfus artışı, tarım teknolojilerinin eksikliği, doğal sebepler,yetersiz kaynak kullanımı, parasal güçlükler, devletin oluşturduğu engeller ve diğer sosyal ve ekonomik nedenlerle bu oranın daha da artması beklenmektedir.
Müslüman ülkelerin ekonomik faaliyetleri, özellikle batılı ülkelere ithâl edilmek üzere çıkarılan hammaddeye dayanır. Bu ülkeler çoğunlukla hammaddeyi işleyerek Müslüman ülkelere, işlenmemiş fiyatına kıyasla çok daha yüksek bir fiyatla tekrar ihraç etmektedirler. Bu kaynakların çok uluslu firmalar tarafından sömürülmesi, kullanılan teknoloji ve kabiliyetler de dahil olmak üzere tamamen batı kaynaklıdır. Buna ek olarak seçkin kimselerin, batı tarzı hayatın içine girmiş olmaları da lüks ürünleri tüketimini teşvik etmektedir. Bu ihtiyaçların karşılanabilmesi için devletin ithâl ürünlere harcamak üzere borç para alması gerekir. Bunun sonucu olarak da hem devletin borç yükü, hem de ihtiyaçlarını karşılama noktasında ülkenin başkalarına bağımlılığı artmaktadır. Nursî’nin önerdiği çözüm ise; ülkelerin kaynakları ile ihtiyaçları arasındaki dengeyi kurarak kendi kendilerine yetebilmeyi başarmalarıdır. Aynı zamanda kişinin günlük ihtiyacını karşılamak için çalışıp gayret etmesi gerektiğini söyler. 8 Çok çalışarak kişisel bağımsızlığını kazanmak gerektiği fikrini desteklemek için Kur’an-ı Kerim’den bir âyet de aktarır: “insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Suresi; 53:39). Nursî’ye göre kişinin geçimini sağlayabilmesi ticaret, endüstri ve tarım yoluyla olur. Devlet memuriyetleri ise bereketsiz ve sosyal değişimi teşvik etme konusunda pasiftir. 9
Nursî, indeptedness, sosyal hastalıklar, ahlâksızlık ve tembelliğin tamamen faizin geniş çaplı kullanımından dolayı olduğunu belirterek faizin her türlü şeklini reddeder. Faiz, kişinin kendi arkadaşlarını kullandığı en kötü sömürü biçimidir ve bu yüzden de Nursî, insanlığın her türlü faiz şeklini terketmesi gerektiğini söyler. Bununla birlikte, Müslümanlar’ın başarısızlığını, zekat emrini yerine getirmemelerine bağlar. Batılı toplumlarda parasal muamelelerdeki faiz ödemeleri, paranın birkaç kişinin elinde toplanmasına izin vererek eşitsizliklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Gelişmekte olan ülkelerde bu durum, onları ağır borç altında bırakarak hiçbir düzelmeye yol açmamıştır. Nursî’ye göre Müslüman toplumlarda bu tür durumların var olması, zekat verilmemesinin ve faizin geniş çapta kullanılıyor olmasının bir sonucudur. 10
Said Nursî Müslümanlar'ın bu bağımlı hâllerinden kurtulabilmeleri için, kaynakların verimliliği ile toplumun ihtiyaçları arasında kurulacak bir dengenin karşı karşıya kaldıkları problemlere anlamlı bir çözüm oluşturacağı görüşündedir. Müslümanlar’ın kendi aralarında mevcut kaynakları daha insaflı bir şekilde kullanmak ve paylaşmak amacıyla bir araya gelmeleri yönündeki çağrısı İslâm dünyasındaki yabancı ilişkilerin mevcut durumuna bağlıdır. Nursî’ye göre ekonomi ve üretim alanlarında yapılacak işbirliği, zenginleşmeyi sağlamak için önemli bir adımdır. Buradan da anlaşılacağı gibi tekellerin oluşması; kaynakların değerlendirilememesi ve gelirin eşitsiz dağılımı gibi sonuçlar doğurduğu için uygun olmayabilir. Aynı zamanda gelişme sürecinde zamandan tasarrufu sağlayabilmek için üretimde kollektif çalışma ve özelleşmeyi de teşvik etmektedir. Nursî düşüncelerini şu şekilde ifade eder: “Bu iştirak-i emvâl düsturu a’mal-i uhreviyeye girse; zararsız, azim menfaate medardır. Çünkü, bütün emval, o iştirak eden herbir ferdin eline tamamen geçmesinin sırrını taşıyor. Çünkü, nasıl ki dört beş adamdan iştirak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lamba, biri şişe, bir kibrit getirip lambayı yaktılar. Her biri tam bir lambaya malîk oluyor. O iştirak edenlerin her birinin bir duvarda büyük bir ayinesi varsa, her birinin noksansız, parçalanmadan birer lamba oda ile beraber ayinesine girer,” 11
Bu nazarla bakıldığında Müslümanlar’ın yoksuluğundan, tüketimi teşvik ettiği için, büyük ölçüde batı medeniyeti sorumludur. Nursî, yaşamını sürdürebilmenin sınırlı miktarda ürünün tüketimini gerektirdiğini ve bunu aşan her harcamanın aşırı tüketim olacağını ileri sürer. 12 Bu yüzden batı kaynaklı tüketim örnekleri, kişiyi her zaman ihtiyaç hâlinde bırakan ürünlerin talebini gözler önüne sermektedir. Nursî, Müslümanlar’ın zengin doğal kaynaklara sahip olmalarına rağmen içinde bulundukları yoksulluğun, batı usulü tüketim modellerinin etkisinden kaynaklandığını söyler. “Zanneder misin; bu milletin fakr-u hâli, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor. Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki; Çin ve Hind’deki Mecusi ve berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zarurî kûttan ziyade Müslümanlar’ın elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.” 13
Son otuz yıldır İslâm ekonomisinin çeşitli dallarında metodoloji geliştirmek amacıyla çok sayıda araştırma yönlendirilmiştir. Said Nursî’nin fikirleri, ekonomi konusunu zenginleştirmek ve Müslüman ülkelerde süregelen sistemlere bir alternatif sağlamak konularında daha çok araştırma yapmak için yeterlidir. Komünizmin çöküşü ve kapitalizmin acımasızlıkları, İslâmi öğretiyi ekonomi alanında geliştirmek konusunda Müslümanlar’ı teşvik edici bir işarettir. Nursî’nin yukarıda bahsedilen fikirlerinin çoğu, ortaya çıkan ve Müslümanlar’ın bugün yüzyüze olduğu birçok problemin çözümünde kullanılabilir. O, ekonomik problemi ihtiyaçlar ile kaynaklar arası dengesizlik olarak tanımlar. Müslümanlar eğer, sadece bu iki şey arasındaki dengeyi kurabilirse, ekonomik problemleri çözülecektir. İslâmî ekonominin amacı, arz ve talep arasındaki dengeyi korumak için kaynakları ayırmakla, beşerî ihtiyaçları karşılamaktır. İslâm’da iyi bir iş başarabilmek için özgüven şarttır. Benzer şekilde, iktisat, kanaata ve mutluluğa ulaştırır. 14 Hadis-i şerif’te denildiği gibi:
“Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir.”
MÜSLÜMANLAR’IN BOYKOTU
Bu bölümde Nursî’nin “zoraki kıtlık” tartışmasını genişleterek, Müslümanlar’a uygulanan ekonomik yaptırımların baskısı üzerinde duracağım. Ekonomik yaptırım veya boykot, uluslararası bir topluluk tarafından zorla kabul ettirilen, ölçülere baş kaldıran ülkelere karşı kullanılan bir ceza şeklidir. Mesela Birleşmiş Milleter Güvenlik Konseyi 1990’da Körfez Savaşı’nın hemen ardından Irak’a karşı ekonomik ve finansal yaptırım uygulama yolunu benimsemiştir. Boykotun amacı ülkeyi askerî açıdan zayıflatmak ve dünya ekonomisinden soyutlamaktı. Ayrıca bu yaptırımlarda gelişmesini engelleyerek ülke ekonomisine şiddetli bir darbe vurmak amaçlanıyordu. Ele-Raubaie ve Elali’nin de söylediği gibi ‘Yaptırımların hedefi, baş kaldıran devletleri bu inattan vazgeçirmekti. Yaptırımlar, sermaye giriş ve çıkışına set çekmekten, uluslararası teşebbüslerine engel olmaya, haberleşme ve taşımacılık alanlarında kısıtlamalar getirmeye ve en sık tercih edilen metot olan ithâlat ve ihracatına sınır koymaya kadar uzanan birçok yolla uygulanabilir. Dolayısıyla, yaptırımların endüstriyel üretime çok büyük etkisi olmuştur. Bu etkinin büyüklüğü endüstriyel ürünler,bunların ithâl parçalara gereksinimi, toplam GSMH yüzdesi, ekonominin ithâl ürünler yerine kendi ürünlerini sürebilme kapasitesi ve yerel endüstride kullanılan teknoloji düzeyi ile ölçülebilir.” 15
Hegemonya düşüncesiyle şekillenmiş batılı ülkeler, özellikle de Birleşmiş Milletler ve İngiltere, bu tür bir ambargoyla Ortadoğu’daki olaylar üzerinde daha güçlü bir etkiye sahip olabileceklerini ve bölgedeki zengin petrol ve gaz kaynaklarını kontrolleri altına alabileceklerini düşünmektedirler. Ekonomik, politik ve dinî kaygılardan dolayı Ortadoğu’nun, hakimiyetinin batı küresinde canlanması gereklidir. Batı hâla İslâm’ı seküler kurumları için bir tehdit olarak görmektedir. Bu yüzden de bölgedeki olayları kontrolü altına alarak “İslâm fundamentalizmi”nin İslâm dünyasındaki etkisini sona erdireceği kanısındadır. Samuel Huntington İslâm’dan duyulan korkuyu şu şekilde ifade eder: “Uzun vadede Muhammed’in dini kazanıyor. Hristiyanlık sadece din değiştirenler arasında yayılırken, İslâmiyet hem din değiştirenler, hem de Müslümanlar’ın kendi içlerindeki nüfus artışıyla yayılmaktadır. 1980’lerde Hristiyanlık dünya nüfusunun %30’unu içine alarak doruk noktasına ulaştı, ve orada kaldı. Şimdi ise bu oran git gide azalmakta. Büyük bir ihtimalle 2025’e kadar %25 civarlarına düşecek. Nüfus artışının büyük bir hızla devam etmesinin bir sonucu olarak Müslümanlar’ın dünya nüfusuna oranı ise artmaya devam edecek ve yüzyılın sonunda % 20’ye kadar ulaşacaktır. Daha sonraki yılarda da Hristiyanlar’ın sayısını geçerek 2025’e kadar %30’lara varacaktır.” 16 Batı, İslâm’ın bu meydan okumasını Müslümanlar’ın şanlı geçmişlerini yeniden canlandırmaya yönelik dinî bir hareket olarak değerlendirmektedir. Aynı sayıdaki Hindular ve Budistler ise batı medeniyeti için hiçbir tehdit unsuru taşımamaktadır.
Yakın geçmişte bazı Müslüman devletlere uygulanan ekonomik ve finansal yaptırımlarla amaçlanan, bu ülkelerdeki bölgesel talebi karşılayacak ürün ve hizmetlerin üretkenlik kapasitesini düşürmektir. Ambargonun amacı ülkeye, temel ihtiyaçlarla ekonominin üretim kapasitesini koruyacak hammaddenin girişine engel olmaktır. Kalkınmanın ilk dönemlerinde ülkelerin, besin ve sanayi üretimi için gerekli makina ve donanımı sağlamak amacıyla ithâlata yönelmesi oldukça doğaldır. Ancak, imkanların nisbeten kısıtlı oluşu ve ekonominin küçük çaplı olması sebebiyle ithâlat yoluyla gelen malların iç pazarda üretilebilmesi mümkün görünmemektedir. Bu yüzden de ticarî bir ambargo uygulanması hâlinde ülkenin altyapı yatırımları azalmaktadır. Ülkenin üretim kapasitesinin artması ve uzun vadede büyümenin sağlanması için sanayileşme çabalarının sonuç vermesi büyük ölçüde ticarete bağlıdır.
Gelir düzeyi, toplumun refah düzeyini artırmada bir ölçü kabul edilirse, o hâlde ekonomik ve finansal yaptırımların baskısı yoksulluğa götüren bir etken olabilir. Mesela, 1990’da Kuveyt’in işgalinden sonra Irak’a uygulanan ekonomik ve finansal yaptırım, GSMH’nın 1994’te üçte ikisine kadar azalmasına sebep olmuştur. 17 Sağlık, eğitim, tarım ürünleri ve hizmetler gibi önemli sektörleri de içine alan sosyo-ekonomik yapıda karşılaşılan sonuçlarda, böylesi bir düşüşün büyük payı vardır. Profesör Abbas Alnasravî’ye göre 1991 Körfez Savaşı’nın sebep olduğu altyapı hasarları ve ekonomik zararların malîyeti yaklaşık 232 milyar dolar değerinde. 18 Daha da ötesi Kuala Lumpur’da çıkan The Sun gazetesinde verilen habere göre, “750.000’i çocuk iki milyon insan -Liechstein nüfusunun dört katı- bu ambargo sebebiyle ölümle burun buruna gelmiştir. Enflasyon ise korkunç: 1993 ve 1995 yılları arasında buğday ununun fiyatı %1.600.000 artmış ve hormonlu yiyecekler yapılırken çoğunlukla kullanılan böylesi önemli bir besin maddesi artık kullanılamaz hâle gelmiştir. Diğer temel besinlerin fiyatları ise 5000 katına kadar artmıştır.” 19
Global ölçekte, ekonomik ve ticarî yaptırımlar, uluslararası örgütler vasıtasıyla desteklenmektedir. Maalesef bu örgütler, batılı güçler tarafından kendi gündemlerini oluşturmak için kontrol altına alınmışlardır. Son yıllarda bu tür yaptırımlar aralarında Irak, İran, Sudan, Libya, Afganistan ve yakın zamanda Pakistan’ın da bulunduğu Müslüman devletlere karşı uygulanmıştır. Böylelikle batılı devletler, bu ülkeleri gayr-i Müslimler’in kararlarıyla bağlayarak onlar üzerinde daha güçlü bir siyasî ve ekonomik etki oluşturmaya çalışmaktadırlar. İşte bu Said Nursî’nin “aç bırakma politikası” dediği, özellikle besin ihtiyaçlarının karşılanması hususunda batılı ülkelere bağımı kılma çabasıdır.
Batı’nın Müslümanlar’a karşı uyguladığı bu ekonomik ve ticâri yaptırımlar yeni olmayıp, geçmişi İslâm tarihinin ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır. İlk etkili ambargo Mekkeliler’in İslâm’ı kabul edenlere karşı onları saf dışı bırakmak için uyguladığı ambargoydu. Mekkeliler yeni Müslümanlar’la bütün alış-veriş, finansal, ekonomik ve sosyal ilişkilerini keserek böylece onları ekonomik yönden zayıflatma ve yoskulluğa sürükleme kararı almaşlardı. Peters’ın naklettiği gibi; “Şeytanî adam Ebu Cehil’in Mekkeliler’i kışkırtmasıyla yeni iman edenler sosyal baskı, ekonomik yaptırım ve işkence ile karşı karşıya kalıyorlardı. Ne zaman birinin Müslüman olduğunu duysa, eğer sosyal statüsü yüksek ve kendini koruyacak güce sahip biriyse onu kınayıp ‘Sen, senden çok daha iyi olan atalarının dinini terkettin. Bundan sonra sana hep aptal diyeceğiz. Seni ahmaklıkla damgalayacağız ve şanını ayaklar altına alacağız’ diyerek aşağılayıcı ifadeler kullanıyordu. Eğer Müslüman olan bir tüccar ise ‘Senin bütün malarını boykot edeceğiz ve seni dilenciliğe sürükleyeceğiz.’ gibi sözler söylüyordu. Hiçbir sosyal statüsü olmayan birine ise işkence ediyor ve insanları ona karşı kışkırtıyordu.” 20 Bu tür baskıların hepsi üst üste gelince, Müslümanlar açlıktan kurtulmak için Mekke’yi terketmek zorunda kaldılar. Fakat yine de şimdiki uygulanan yaptırımlarda ilk dönemlerdeki boykotlar arasında bir paralellik olduğu söylenebilir. Batı’da İslâm bir tehdit unsuru olarak görülmekte ve bunun sonucu olarak da ekonomi, Müslümanlar’ın sosyo-ekonomik gelişimini sınırlandırmak için bir silah olarak kulanılmaktadır. Ticarete kısıtlamalar getirerek ekonominin üretme kapasitesini, özellikle bölgesel talebi karşılayacak temel besinlerin üretiminde en aza indirerek gelişmeyi önleme gayesi gütmektedirler. Uzun vadede bu tür bir siyaset takip ederek, Müslümanlar’ın besin ihtiyaçlarını karşılamada gayr-i Müslimler’e bağlı kalma amaçlanmaktadır. Hangi toplum olursa olsun aç bırakma, uygulanacak en acımasız yöntemdir; insanın ahlâkının bozulması gibi bir sonuç doğurmaktadır. Nursî bu konudan bahsederken yoksuluğun, imanın zayıflamasına sebep olabileceğini vurgular. Hayatını sürdürebilmek için gereken şeylere sahip olmadığında insan, günlük sorunlarıyla uğraşmaktan dinî vazifelerine gerekli özeni gösteremeyecektir. Nursî’ye göre bir toplumda imanın kuvvetlenmesi için, besin ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda olması şarttır. Ona göre açlık insanı, Allah’ı düşünmekten alıkoyar. 21
Bütün bu açlığı doğuran sebeplerin altında, üretim kapasitesini sınırlama ve toplumun ustalaşmasını ve hammadde elde etmesini engelleme amaçlı ticarî ve finansal kısıtlamaların baskısı yatmaktadır. Kendi kendine yeterliliği sağlamak için bilgi, önemli bir gerekliliktir; özellikle de besin üretimi ve temel ihtiyaçları karşılayabilmek için. Fakat ne yazık ki Müslümanlar, tarım üretimine uygun arazi ve diğer kaynaklara sahip olmalarına rağmen kendi besin ihtiyaçlarını karşılamak için başkalarına muhtaç durumdadırlar. Müslümanlar kendi besinlerini üretmedikleri taktirde güçsüz kalacaklar ve gayr-i Müslimler’in emellerine alet olacaklardır.
İnsan gücü ve doğal kaynakların zenginliğine rağmen, Müslümanlar’ın dünya gelirine katkısı oldukça küçük kalmaktadır. Örneğin 1995’te toplam dünya hasılatında Müslümanlar’ın payı %3.5 civarındadır(Şekil-1) Ancak bunun büyük bir kısmı hammadde ve yarı işlenmiş ürünlerin ihraç edilmesiyle elde edilen gelirlerdir. Müslüman ülkeler yerel ihtiyacı karşılamak üzere yararlanılabilecek zengin doğal kaynaklara sahiptirler. Maalesef bu kaynaklardan çoğunlukla işlenmemiş ihracat maddesi elde etmede yararlanılmaktadır. Bununla birlikte Müslüman ülkeler işlenmiş ürün ve tüketim malları ithâl etmektedirler. Müslümanlar’ın dünya ticaretine katkıları da oldukça kısıtlıdır. 1995’te toplam dünya ticaretindeki payları yüzde 5 civarında olmuştur. Buradan da anlaşılacağı gibi Müslümanlar acil ihtiyaçlarını karşılamada, özellikle temel tüketim mallarını sağlamada dünyanın geri kalan gayr-i Müslim kesimine büyük ölçüde bağımlı durumdadır. Uzun vadede bu tür bir eğilim Müslümanlar’ın hem zayıflamasına hem de bağımlılıklarının artmasına sebep olacaktır. Bu küçük pay, bu ülkelerin ekonomisini belirleyen düşük üretim seviyesini de beraberinde getirmektedir. Uluslararası ticaret, kalkınmakta olan ülkelerin gelişim sürecinde aktif bir rol oynamaktadır. Ticaret, yeni arz-talep alanları oluşturarak ekonominin üretim kapasitesinin artmasına olanak sağlar.
Nursî, Müslümanlar arasında işbirliğinin başkalarına, özellikle de Batıya bağımlılığı azaltacağı görüşündedir. Müslümanlar kalkınma için gerekli bütün kaynaklara sahiptirler fakat birlikte hareket edememek ve idaresizlik yüzünden bu kaynaklar tam anlamıyla kullanılamamaktadır. Coğrafî, politik, ekonomik ve kültürel çeşitliliğe rağmen Müslümanlar, kendi ekonomilerini birleştirerek daha fazla işbirliği yapabilecekleri teşebbüslerde bulunmalıdırlar. “İşte bu esaslara binâen, ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk etmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve asayişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teâvün düsturunun teshîline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takva ve salâbet-i diniye ile olur.” 22 Bu birleşme, İslâmî Ortak Pazar’ın oluşturulması, çok uluslu ticarî anlaşmalar, ortak bir para birimi, âmillerin taşınabilirliğinin kolaylaştırılması ve bu gibi bazı ölçülerin uyarlanması ile başarılabilir. İslâmî Ortak Pazar “Müslüman ülkelerin bazı seçili ticari mallar ve bazı üretim malzemeleriyle birlikte kendi içlerinde kalkınma için gerekli olan önemli endüstrilerin müzakereli dağıtımı ve dünyanın geri kalan kısmına karşı karşılaştırılabilir bir ticari politika hususunda serbestçe ya da daha az kısıtlamayla hareket etmelerini sağlayacak şekilde birleşmesi” 23 olarak tanımlanabilir. Böylesi ölçütler mallar, insanlar ve sermaye yoluyla Müslüman ülkelerdeki ekonomik faaliyetleri teşvik edecektir. Buna ilaveten Müslüman ülkelerin ekonomilerinin gelişmesi, aynı zamanda siyasî durumlarını da düzeltecek ve askerî güçlerini artıracaktır. Başka bir deyişle işbirliksizlik ve zayıf ekonomiler Müslüman devletleri temel ihtiyaçlarını karşılamada gayr-ı Müslimler’e dayanmaya mecbur bırakmaktadır.
Nursî’ye göre kaynaklardan istifade etmedeki yetersizlik ve idaresizlik, yüksek enflasyona sebep olmaktadır. Kaynakların yeterli şekilde kullanılamamasından dolayı ekonominin üretkenliği azalır ve talebi karşılayamaz hâle gelir. Bugünün ekonomisinde bu tür bir eğilim, fiyatların yükselmesine sebep olur. Bu yüzden enflasyon Müslüman toplumlarda alış gücünün düşmesi, eşitsizlikler, yolsuzluk, spekülasyonlar ve ekonomik belirsizlik gibi birçok sosyal problemin kaynağıdır. Nursî, bu durumdan kurtulmanın mevcut kaynaklardan istifade etmede ve bunları paylaşmada çok gayret sarf etmekle mümkün olduğunu söyler. 24
Tablo-1’deki makro ekonomik veriler, bazı Müslüman ülkelerin ekonomik performansı ile ilgili küçük çaplı bir değerlendirmeyi gösteriyor. Tablodan görüldüğü gibi bütün bu ülkeler ağır borç altında kalmaktan ve toplam gelirde ticaretin büyük pay almasından yakınmaktadırlar. Ticaretin yoğunluğu ekonominin, kendi kontrollerini aşan değişikliklere karşı hassaslaşmasına sebep olmaktadır. Bu tür dalgalanmaların azalmasını sağlamak için Müslüman devletler ekonomik çeşitliliği arttırıp, kendi aralarındaki işbirliğini genişleterek gayr-ı Müslimler’e bağımlılıklarını azaltmalıdırlar. İslâm dünyasında birçok finansal, ekonomik ve ticari fırsatlar mevcuttur. Amillerin taşınabilirliğini ve bilgi paylaşımını geliştirerek bu ülkeler, kendi besinlerini ve endüstriyel ihtiyaçlarını karşılayabilen dengeli bir ekonomiyi destekleyecek alt yapıyı oluşturabilirler.
SONUÇ
Bu tebliğde, Said Nursî’nin öğretilerinin ışığında Müslümanlar’a karşı uygulanan ekonomik ve ticari yaptırımlar tartışıldı. Nursî yazılarında yaptırımlar konusuna özel olarak eğilmemiştir fakat onun, yiyecek politikasının insanları aç bırakmak için kasıtlı olarak uygulandığı görüşü şimdiki yaptırımları içine alacak şekilde yorumlanabilir. Besinsiz hayatta kalmak mümkün olmadığına göre, Nursî’nin Müslümanlar’ın yiyecek üretiminde kendi kendilerine yeterli olmaları gerektiği şeklindeki teklifi, daha geniş çapta bağımsızlığa ve kendi kendine yeterliliğe doğru atılmış önemli bir adımdır. Nursî’nin bahsettiği diğer bir yön ise mevcut kaynaklara göre ihtiyaçların dengelenmesi -ki bu da kendi kendine yeterliliğe katkıda bulunur- fikridir. Böyle yaparak Müslümanlar fakirliği ve eşitsizliği azaltmak ve adaleti sağlamak için kendi sosyo-ekonomik kaynaklarını değerlendirmede serbest olacaklardır. Aslında, kişinin harcama tarzının Allah’ın ona verdikleriyle sınırlanması ilâhî bir emirdir: “Varlıklı kimse imkanına göre versin. Rızkı dar olan kimse de Allah’ın kendisine verdiğinden versin... Allah her zorluğun arkasından bir kolaylık yaratır.”(Talak Suresi; 65-7)
Müslüman ülkelere uygulanan boykotun amacı, gelişme aracı olarak ithâl edilen bilimsel ve teknolojik araçları elde etmelerine engel olarak onların sosyo-ekonomik ilerlemelerini yavaşlatmaktır. Mesela ziraî üretimdeki artış nüfusun hızlı büyümesini karşılamak ve de kendi kendine yeterlilik için gereklidir. Diğer ticari mallardan farklı olarak, yiyecek üretimi ülkenin millî güvenliğinin korunmasında ihmal edilemez bir unsurdur. Başkalarına bağımlı olmak ülkenin bağımsızlığının, uluslararası pazarda zayıf pazarlık posizyonundan dolayı tehlikede olduğunu gösterir. Küresel ekonomik sistemin şu anda geçerli olan kurallarıyla batı, dünya ticaretini ve yatırımını kayda değer bir şekilde etkilemektedir. Müslümanlar’ın durumlarını kuvvetlendirmek için bir yol şudur: Ekonomi, finans ve eğitim alanlarında işbirliği ve gelişmiş karşılıklı ilişki. Said Nursî bu gereklilik ihtiyacını sadece bağımlılığı azaltmak için bir araç olarak değil, fakat dinî bir görev olarak dile getirmiştir.
____________________
1 Malezya Uluslararası İslami Düşünce ve Medeniyeti Enstitüsünde öğretim üyesidir.
2 Bkz. William Pfft “Gambling with nihillio Capitalism”, International herald Tribune, 18 Mayıs 1998.
3 Said Nursî’nin ekonomiye dair görüşleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Khadijah al-Nibravvi, Dawr Kulluat Rasail al-Nur Fi yagzat al-Ummah (kahire% Almadani, 1993). Ayrıca Sabahaddin Zaim, “İktisat Risalesi”, Üçüncü Uluslararası Bediüzzaman Said Nursî Sempozyumu (İstanbul: Sözler Neşriyat Ticaret ve Sanayi, 1997), cilt 2, 174-184.
4 Muhammed rüşti Ubeyd, Üçüncü Uluslararası Bediüzzaman Said Nursî sempozyumu (İstanbul: Sözler Neşriyat, 1997), 146.
5 Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Otuzuncu Lem’a (İstanbul: Sözler yayınevi, 1976), 291.
6 Bediüzzaman Said Nursî, 19. Lem’a - 2. Nükte. Nursî’nin yazılarında tüketim kavramı hakkında daha fazla bilgi için bkz. Sabahaddin Zaim, “İktisat Risalesi’, Üçüncü Uluslararası Bediüzzaman Said Nursî sempozyumu, Cilt 2 (İstanbul: Sözler Neşriyat, 1997), 174-184.
7 Dünya bankası’ndan alınan bilgiler esas alınmıştır, 1997 Dünya gelişim Raporu (New York: Oxford Üniversity Press, 1997).
8 Bkz. Tamara Sonn, “Fazlur rahman’s Islamic Methodology”, Muslim World, 81, 1991, 212-230.
9 Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat
10 Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri (İstanbul: Sözler yayınevi, 1977), 440-451. Ayrıca bakınız, Sözler (İstanbul: Sözler Neşriyat, 1992), 421-422.
11 Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar
12 Bakınız Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ lahikası
13 Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar (İstanbul: Sözler yayınevi, 1976), Onyedinci lem’a, 113.
14 Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası.
15 Amer Al-Roubaie ve Wajeeh Elali “The Financial Implications of Economic Sanctions Against Iraq”, Arab Studies Quarterly, Cilt 17, Sayı 3, Yaz 1995, 54.
16 Samuel P. Huntington, The Clash of Civilizations and the remarking of World Order” (Simon & Schuster, New York, 1996), 66.
17 Bkz. Al-Roubaie ve Elali, a.g.e.
18 Abbas Alnasrawi, The Economy of Iraq: Oil, wars, destruction of Development and Prospects, 1950-2010 (Greenwood Press, westport, 1994).
19 F.E.Peters, Muhammad and the Originç of Islam (New York: State Üniversity of New York Press, 1994), 173.
20 Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu lahikası.
21 Bediüzzaman Said Nursî, lem’alar, 17. Lem’a.
22 Bediüzzaman Said Nursî, lem’alar, 17. Lem’a
23 A.H.M. Sadeq “Muslim and Economic Development: Present State and Future Potentials”, Kadir H. Din, Development ond the Muslims (Malezya: Penerbit Üniversity Kebangsaan malasia, 1993), 47.
24 Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
NURSÎ'YE GÖRE KUR'ÂN VE KÂİNAT KİTABI
Dr. Sami 'Afifi Hijazi 1
BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM
Bizlere İslâm nimetini bahşeden, imana eriştiren, okunan Kitab-ı Kur'ân-ı Kerim'de, temâşa edilen kitab-ı kâinatta yerleştirdiği ilim ve bilgi sayesinde hidayetin temel esaslarını muhafaza eden Allah Teâlâ'ya sonsuz hamd-ü senalar, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e, O'nun âl ve ashâbına salât ve selâm olsun!
İlâhî rahmeti tecelli ettiren rabbanî bir hidayet ve insan hayatının bütün alanlarını düzenleyen ilâhî bir din olması hasebiyle, Kur'ânî hitap, herşeyden önce beşerî aklı, hurâfe ve kuruntulardan kurtarmaya önem vermiş ve onu, insanın fıtratıyla örtüşen ve sağlam temellere oturan bir yöne tevcih etmiştir. Çünkü nassın delaleti ve murad edilen mânânın anlaşılması sağlıklı bir akıl yapısına bağlıdır ve vahiy dediğimiz Kur'ânî hitabın muhatabı sadece akıllı kimsedir, yani, aklî melekeleri, fiilen, fonksiyonunu icra eden kimsedir.
Evet, Kur'ânî hitap, akılları, putprestliğin dayattığı saplantılardan kurtardı, o gün mevcut olan bütün beşerî felsefeleri darmadağın etti ve Müslümanlara inanç ve düşünce özgürlüğünü bahşetti. Bunun sonucunda ilk Müslüman kuşak, kâinat Kitab'ının tercümesi ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakikatlerin anahtarı.. ve zât, sıfat ve esmâ-ı ilâhiyyenin kavl-i şârihi ve bürhân-ı kâtıı.. ve çok şümûllu ve güçlü öğreti ve esaslarıyla kâinatın hâlikı tarafından gönderilen bir Kitap olan 2 Kur'ân'ın öğretilerini öğrenip pratiğe aktardıkları oranda yeryüzünün önderleri oldular...Nitekim Said Nursî bu gerçeği şöyle ifade eder: "Kâinatı böylesine mükemmel bir nizam ve intizam üzere tanzim eden kudret, bu dinî böylesine mükemmel bir şekilde tanzim etmiştir. 3
Diğer taraftan Kur'ân, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hâcât-ı manevîyesine merci olacak, ona dünya ve ahiret mutluluğunu kazandırıcak çok kitapları tazammun eden bir Kitap'dır.
Onun için, değişik boyutları olan insanî hisleri uyarmada Kur'ânî hitabın tesiri çok bariz olmuştur ki, bunları şöyle özetleyebiliriz:
1- Vahiy ile inzâl olan Kitap'ta temsil edilen okunan kitap. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kur'ân'ı biz indirdik, onu koruyacak olan sadece biziz" 4
2- Bütün kâinatta temsil edilen ve görünür âlemi simgeleyen mahluk kitap. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Biz onlara âyetlerimizi hem hârici (âfâk) hem de dahili (enfüs) âlemde göstereceğiz". 5
3- Hz. Peygamber'in(s.a.v) örnek şahsiyetinin ve kavli-amelî sünnetinin temsil ettiği canlı varlık. Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey habibim! Biz seni âlemlere sadece rahmet olarak gönderdik" 6
Kur'ânî Hitabın Mahiyeti ve Önemi
İlâhî irade, dillerin, renklerin, bakış açılarının ve fikir farklılıklarının yanısıra, insanoğlunun farklı akıl ve idrak seviyelerinde yaratılmasını dilemiştir.
Söz konusu bu tabîi farklılıklar, farklı eğilim ve farklı hükümlerin varolmasını gerektirir, zira eğer farklı dil ve fizikî görüntülere sahip olmak Allah'ın âyetlerinden bir âyet ise, aynı şekilde idraklerimizin, akıllarımızın ve bunların meyveleri olan sonuçların farklı olması da, Allah Teâlâ'nın âyetlerinden bir âyettir ve onun sonsuz kudretine delalet eden bürhanlardan bir bürhandır.
Onun için Bediüzzaman, Kur'ân-ı Kerim'in bütün asırlarda yaşayan her insan tabakasına hitap ettiğini, hem de özellikle o tabakaya hitap ediyormuşcasına kelamını tevcih ettiğini ifade eder. Zira Kur'ân, farklı tabakalardaki insanları, en yüce ve en hassas mesele olan imana, marifetullaha ve bilgiyi en önemli ve en üst düzeyde temsil eden İslâmî hükümlere davet ettiğine göre, onun bu tabakalara tevcih ve telkin ettiği ders, bütün hepsine hitap edecek düzeyde olmasını gerektirmektedir. 7 Nitekim Bediüzzaman şöyle der: "Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi... âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı... Çok kitapları tazammun eden tek, câmi bir kitab-ı mukaddestir."8 Onun için Bediüzzaman, Kur'ân hitabının kendine has bir hitap olduğunu ve bütün beşerî tabakaları kapsadığını ifade bağlamında şöyle der: "Ders-i Kur'ân'ın, muhataplarından en kesretli taife olan tabaka-i avâmın basit fehimlerini okşayan zâhirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asırda ve her tabakaya hitap ederek taze nazil oluyor." 9
Diğer taraftan Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân-ı Kerim'in hitabında yer alan diyalogların tesadüfî ve gelişigüzel serdedilmediğini, tam aksine ferd ve toplumlara yönelik ıslah ve hayır gerçekleştirmeyi hedefleyen Kur'ân'ın temel gaye ve hedeflerini temsil edecek şekilde serdedilmiştir. Onun için Kur'ân-ı Kerim kendi usûl ve fürûunu beslemek için çok sayıda yardımcı araç kullanmıştır. 10 Onun için Kur'ân-ı Kerim'de hiçbir esas ve teklif yoktur ki, hemen peşinden, kullandığı çok sayıdaki araçlardan biriyle, onu ispat edecek, pekiştirecek, şayet hayır ise onu teşvik edecek, hayır dışında bir şey ise ondan sakındıracak husus zikredilmiş olmasın.
Buna göre, Kur'ân hitabının tecelli ettiği âyet-i kerimeleri inceleyen kimse, Kur'ân-ı Kerim'in, zengin bir üslûba sahip olduğunu, hem dünya hem ahiret meselelerine birlikte değinip, biri adına diğerini ihmal etme yoluna gitmediği noktasında yukarıda ifade ettiğimiz hususların doğru olduğunu görür.
Onun için Bediüzzaman, öğreti, âdâb ve hükümler noktasında içerdiği düşünce eksenini tevhid etmek için, Kur'ân hitabının, hayatın bütün alanlarına şamil olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır.
Şurası gayet açıktır ki, Kur'ânî hitap insanî tefekkürün temel çatısını ve beşerî aklın güzergâhını, masum diye nitelenen ve Allah Teâlâ'nın okunan ve müşâhede edilen kitabında temsil edilen ilahî vahiy üzerine oturtmuştur; böylece aklı, altından kalkamayacağı ve Kur'ân'ın ifadesiyle gayb meselelerini, felsefî tabiriyle metafizik boyutunu keşfedemeyeceği hususları kendi kendine keşfetmekten kurtarmıştır.
Böylece insanı doğru yola irşad etmek ve kendi aklıyla ulaşamayacağı meseleleri anlama konusunda onu en sağlıklı yola iletmekte Kur'ânî hitabın çok önemli bir rolü olmuştur, çünkü akıl, ulaşacağı sonuçlar noktasında bağlayıcılığı yakalayamaz, dolayısıyla onları pratiğe aktaramaz, bir başka ifadeyle akıl, bağlayıcı yasa ve davranışlarla ilgili hususlar ve kurallar ortaya koyamaz.
Akıl, vardığı hükümlerin uygulama alanını çizer, çerçevesini belirler, metodunu ortaya koyar ve bir takım sonuçlara ulaşabilir, ancak aynı akıl, ister ferdî ister toplumsal boyutuyla, bağlayıcılık unsuruna sahip değildir, dolayısıyla bu olmadan hiçbir başarılı yasanın veya yapıcı bir davranışın olması mümkün değildir, bağlayıcı yasa ve davranışları koyacak olan tek mercîi masum olan ilâhî hitaptır; o, kendisini uygulayacak olana bunları bahşeder. 11
Dolayısıyla Kur'ânî hitap ele aldığı herhangi bir konuyu işlemeye başlayınca onu hem başlangıç, hem dayanak, hem de istimdad noktasında onu vahiy çerçevesinde ele alır ve ulaşacağı sonuçlarda bu çerçevenin dışına çıkmaz.
Kur'âni hitaba has bu meziyet, ona çok önemli bir özellik kazandırmıştır, o özellik de, hiçbir çelişkiye düşmeden genel geçerleri ve değişkenleri ile tabiat ve tabiat ötesi/fizik-metafizik alanına giren çok farklı konuları ele almaya muktedir olmasıdır, eski ve yeni felsefelerle beşerî sistemlerin acze düştüğü özellik de budur, zaten.
İnsanın içinde bulunduğu dünya ile kâinatı, şehadet âlemiyle gayb âlemini, madde ile ruhu temiz, berrak ve nezih İslâm akîdesinin şemsiyesi altında bir arada mütâlâa etme, İslâm düşüncesinin özelliklerinden ve en önemli vasıflarındandır.
Kâinatın yaratılışının İlâhî gayesini ve bu yaratılışın nihaî hedefini açıklayan ilim, insanın dünyadaki görevi, vazifesi ve aynı zamanda ibadetinin ta kendisidir.
Onun için Kur'âni hitap akıl ve dikkatleri bu gayelere yönlendirir ve ilim ve terakki yoluyla insanı bu gerçeklere ulaşmaya teşvik eder. İşte bu noktadan hareketle, Kur'ân'ın ilim eksenli hitabı temelde, Aristo'nun temsil ettiği hareketsiz metodu benimsemediği gibi, Hegel'de gözlemleyebildiğimiz değişkenlik metoduna da uymamaktadır, Kur'ân'ın bu alanda kendine has bir metodu olup bu metot insanın çok sayıdaki kuvve ve idraklerini içine almaktadır. Dolayısıyla İslâmın ilim alanındaki metodu tamamen akla dayalı olmadığı gibi, tümden tecrübî veya idealist veya aşırı somut değildir.
İslâm düşüncesi dışında doğuda ve batıda, geçmişte olduğu gibi bugün de değişik felsefî ekoller tarafından temsil edilen bu metotlar, insan ile içinde yaşadığı kâinat, etkenler ve onu çevreleyen hadiseler şöyle dursun, insanın kendisinde varolan farklı meleke, eğilim ve infialleri uzlaştırmaktan aciz kalmışlardır.
Okunan kâinat ile müşahede edilen kâinat arasındaki irtibatın delilleri.
Evvela: Kur'âni hitap insanı ilme ve ilim tahsiline davet eden ilk imanî beyandır, bu gayeye ulaşmak için de, insanın maddî, manevî yapısına uygun olan bütün araçları kullanmıştır, bu araçların başında şunlar gelir:
1- Gördüğü ve idrak ettiği her şeyi öğrenme ve ona müttali olma sevgisi gibi, insanda gizli ve nüve halinde olan her şeyi harekete geçirme ve ona dikkat çekme.
2- İnsanın fıtratında ilim ile süslenme, bilim alanında derinleşme ve cehaletten hoşlanmama gibi, insanın fıtratında varolan hususları harekete geçirme.
3- Kendi varlığını sevme, hem cinsinin devamını arzulama ve ihtiyaçlarını gidermeye yönelik gayret etme gibi, fıtratında varolan bu özellikleri harekete geçirme...Kur'ân'ın, üzerinde düşünmesini istediği hususların kendisi için yaratıldığını ve kendisine yarar ve fayda sağlamak üzere hizmet ettirildiğini, tarif etmesi ve bunların asıl yaratılış gayelerinin, insanın ihtiyaçlarını karşılamak olduğunu bildirmesidir.
Birinci maddenin Kur'ân-ı Kerim'den delilleri:
Allah Teâlâ şöyle buyurur: Allah'ın geceyi gündüze ve gündüzü geceye kattığını, her biri belirli bir süreye kadar hareket edecek olan güneşi ve ayı buyruk altında tuttuğunu; Allah'ın, yaptıklarınızdan haberdar olduğunu bilmez misin? 12
Bir başka âyet-i kerimede ise şöyle buyurur: "Allah'ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur ki sen de onları sapsarı görürsün sonra da çer çöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için öğüt vardır. " 13
İkinci maddenin Kur'ân-ı Kerim'den delilleri:
Allah Teâlâ şöyle buyurur:" De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar." 14
Bir başka âyet-i kerimede ise şöyle buyurur:"Allah, içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah işlediklerinizden haberdardır." 15
Üçüncü maddenin Kur'ân-ı Kerim'den delilleri:
Yüce Allah şöyle buyurur: "İnsan, yiyeceğine bir baksın; doğrusu suyu bol bol indirmekteyiz. Sonra yeryüzünü iyice yarmakta ve orada taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları ve bahçelerde koca koca ağaçlı meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz. Bunlar sizin ve hayvanlarınız için geçimliktir." 16
Bir başka âyet-i kerimede ise Yüce Allah şöyle buyurur: "İşte onlara bir delil: Ölü yeri diriltir ve oradan taneler çıkarırız da ondan yerler. Orada hurmalıklar ve üzüm bağları var ederiz, aralarında pınarlar fışkırtırız. Onun ve elleriyle yaptıklarının ürünlerini yesinler; şükretmezler mi?" 17
İşte buradan hareketle Bediüzzaman insana hitaben şöyle der: "Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen, Cenâb-ı Hakkın marifetini kazan. Çünkü, bütün hakaik-ı mevcudat, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar." 18
Onun için Risale-i Nur, imanı tesis ederken, Kur'ân-ı Kerim'in imanı işleyen âyetlerini hareket noktası kabul etmiştir, bunu da, idrak araçlarını bir taraftan fıtrî şeriatla, diğer taraftan da kevnî şeriat ve tabiatla irtibatlandırarak yapmaya çalışmıştır. Bunu da fıtratı ön plana çıkararak, imanî şuuru uyandıracak çağrıda bulunarak ve imanî-amelî sorumluluk dairesi arasında tekamülü sağlama suretiyle mahluku halikiyle irtibatlandırarak yerine getirmeye çalışır.
Risale-i Nur'un bu açık ifadeleri bizi ve okuyucuyu şu sonuca ulaştırmaktadır: Biz fıtratın kanunlarını gerçek anlamda anlamak için, Kur'ân-ı Kerim âyetlerine müracaat etmeliyiz. Risale-i Nur'u okuduğumuz zaman Risale-i Nur'un üzerine bina edildiği temelin, hem kâinat hem de insan üzerinde geçerli olan fıtrat kanunlarını açıklamak olduğunu görürüz, Risale-i Nur Kur'ân'ın hakîkî ve manevî bir tefsiri olması hasebiyle, asıl gayesi kâinat kitabını okumak, fıtratın hedefini ve yaratılışın akîbetini beyan etmektir.
Çünkü Allah Teâlâ bu kâinatı insan için yaratmıştır, insanı da kendisini tanıması ve sevmesi için yaratmıştır.
Bedizzaman Said Nursî imanî hakikatleri beyan ederken, bir taraftan Kur'ân'ın feyzinden ruhun derinliklerine doğru hareket ederken, bir taraftan da aynı Kur'ânî feyzden ve "Allah yerin ve semâvâtın nûrudur.." 19 penceresinden müşahede edilen ve idrak olunan âfâk âlemine doğru hareket etmiştir.
Buradan hareketle Bediüzzaman Said Nursî, bu dünya memleketine misafir olarak gelen ve dünya misafirhanesinde ikamet etmek üzere gelen herkesin idrakini şu noktada uyarmaktadır: İnsan her gözünü açtığında, etrafa bakıp tefekkür ettiğinde, farklı noktalara açılan pencerelere ve çok sayıda düşünce, his ve duyguları taşıyan iman anahtarlarına ulaşacağı dersini vermeye çalışmıştır, hem de insan nefsinin farklı yönleri arasında hiçbir inkisama yer vermeden bir bütünlük arzeden bir çerçevede... Düşünce, his ve duyguların iç içe olduğu ve birbirlerini destekleyeceği bir şekilde...
Nursî'nin ortaya koyduğu bu gayretler, O'nun, hayatın ve varlığın gerçeklerine ilgi duyan bir ruha; din ve fıtratla örtüşmeyen sığ kavramlara ve peşin fikirlere dalmaktan alıkoyan sorumlu bir zihnî yapıya sahip olmasından kaynaklanmaktadır. 20 Aynı şekilde hakikate olan ilgisi onu bizzat söz konusu hakikati keşfetmeye sevketmiştir, zira hakikat müşahede edilen âlemden ibaret olup okunan kitap Kur'ân-ı Kerim onun bürhanlarını yorumlamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Bu Kitap, hiç şüphe yoktur ki, Allah katındandır ve müttakiler için bir hidayet rehberidir." 21 Yine Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Şüphesiz ki, bu Kur'ân en doğru yola iletir." 22
Dolayısıyla İslâm, hem müşahede edilen hem de okunan kitap olan Kur'ân-ı Kerim'i ihtiva eden ve Alah Teâlâ tarafından insanlara hatime olarak gönderilen ilâhî metodu içermektedir, Allah Teâlâ şöyla buyurur: "Doğrusu size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri onunla, selamet yollarına eriştirir ve onları, izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir." 23 İşte buradan, Bediüzzaman'ın, okunan kitap ile müşahede edilen kitabı birbiriyle irtibatlandırma ve bu ikisinden her birinin, diğerinin anahtarı niteliğinde olduğunu ifade eden bakış açısının ne kadar şümûllü/kapsamlı olduğu anlaşılmaktadır; ona göre gece, gündüz, ay, güneş... gibi sayısız âyetler üzerinde fikir yormanızı emreden Kur'ân-ı Kerim'dir, müşahede edilen kâinatın anahtarı; aynı şekilde Kur'ân-ı Kerim'in anahtarı bizzat insan ve âfâk/müşhede edilen âlemdir.
Bediüzzaman Said Nursî Risale-i Nur külliyatında, kıvrak zekası ve güçlü üslûbuyla İslâm dininin çoğu meselelerine değinmiş ve bunları kevnî şeriat ile Kur'ânî şeriati birbirleriyle irtibatlandırmaya dayanan bir araştırmaya, tetkik ve tahlile tabi tutarak ele almıştır, dinin temel kurallarını işleyen nefis bilgileri içeren Risale-i Nur, dolayısıyla, onun, imanın mahiyeti ile ilgili hususların zihinlere nakşedilmesi noktasındaki sözleri bir ilke imza atıyordu, aşağıdaki soru da bunlardan biridir:
Müslüman imandan hareketle ilme nasıl ulaşabilir? Veya ilimden hareketle imana nasıl ulaşabilir?
Daha açık bir ifadeyle:
Müslüman imandan ilime nasıl bir giriş yapabilir? İlimden de imana nasıl bir yol bulabilir?
Bu suale cevap, Bediüzzaman'ın çerçevesini çizdiği ve prensiplerini bina ettiği iman eksenli ilmi şu âyet-i kerimeden hareketle vermeye çalışır:
"Onlara, gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz-tâ ki Kur'ân'ın hak olduğu onlara iyice açıklanmış olsun." 24 Bu âyet-i kerime ışığında Bediüzzaman Said Nursî, zihnin uğraş alanına giren her bilginin, ilk esasları ve kuralları itibariyle şu üç bilgi alanından birisine raci olduğunu ifade eder:
1- Kevnî, kâinat eksenli ilimdir ki, bu yer ve gökte mevcut olan her şeyi kapsamaktadır.
2- İnsan eksenli bilgidir ki, bu ister ferd, ister cins düzleminde olsun insan ve insanla ilişkili her şeyi zahirî ve batınî anlamda içeren bilgidir.
3- İlah eksenli bilgidir ki, bu da Allah Teâlâ'nın varlığı, rububiyyeti ve yarattıklar üzerindeki tasarrufu ile ilgilidir.
Bu üç bilgi alanı içiçe olup birbirlerini destekler, birbirlerine delalet ederler ve devamlı bir irtibat halindedirler; şöyleki, mü'min olmam öğrenmemi gerektirir, çünkü bilgi beni güçlendirir ve bana bir takım şeyler öğretir, niçin mü'min olmam gerektiğini bana bildirir.
Hak ve doğruluk ölçüleri içerisinde bir şeyler biliyor olmak, benim bilgi derecemi yükseltir ve en yüce bilgi olan marifetullaha ulaştırır; aynı şekilde insan nevi içerisinde bir insan olmam, insanın problemleriyle, varlığıyla, akîbetiyle ilgilenmem ve cismen küçük olsa da, onun iç dünyasının sırlarını öğrenmeye çalışmam, bütün bunlar sonuçta beni insanın hâlik ve mûcid'ini tanımaya götürecektir.
Kevnî bilgi, insanî bilgi ve ilâhî bilgiden oluşan bu üç bilgi çeşidi, sebep sonuç ilişkisinde olduğu gibi, birbirleriyle sıkı bir ilişki içerisindedirler.
Yani, buna göre insan ve kâinat hakkındaki bilgimiz bizi imana götürmeli veya iman bizi kâinatı ve insanı tanımaya sevketmelidir.
Aklımız bunlardan hangisiyle bilgi yolculuğuna çıkarsa çıksın, sonuçta mutlaka diğer ikisine ulaşacaktır. Sanki bu bilgi alanları tek bir bilgi gibidir. 25Böylece okunan kitap ile müşahede edilen kitap tek bir hakikatin dışa yansıyan iki suretidir ve ikisi de Allah Teâlâ katındandır. Bu metoduyla Bediüzzaman, sanki her zaman ve mekânda yaşayan insanın dikkatini, Kur'ân'a dayalı bir metot ile kevnî delilin araştırılmasına yönlendirmektedir, bu Kur'ânî metot da birbirlerini destekleyecek şekilde bütün delilleri bir araya getirecek, bütün varlığa genel bir bakışı ortaya koyacak ve onun vahid ve ehad olan Allah'ın yaratması olduğunu tasdik edecek bir Kur'ânî metoddur.
Bu gayeye ulaşmak için Bediüzzaman Said Nursî bir ansiklopedi hükmünde olan Risale-i Nur'un değişik yerlerinde varlıktan ve kâinattan bahseder ve bize şu gerçeği hatırlatır: Kur'ân-ı Kerim kevnî âyetleri dikkatlerimize arzettiği zaman, onları yalnız başına değil, ya önceden zikredilen bir tembih/uyarı veya bilahare gelecek olan bir ta'kip cümlesiyle beraber arzeder ve bu âyetleri kendisiyle boy ölçüşülmeyecek mu'ciz ifadelerle insana takdim eder.
Onun için Bediüzzaman Said Nursî Kur'ânî beyanın, sırat-ı müstakime ulaşmak için tüm akıl ve idraklere hitap edecek ve seviyelerine göre anlatacak şekilde değişik sürelerde yer aldığını ifade etmiştir ve konuyla ilgili Kur'ânî hitabın:
Ya, tefekkürü emreden emir sigasıyla, "bakın, düşünün" veya: "Niçin bakmıyorlar, niçin düşünmezler" gibi sadece tefekkürü teşvik eden ifadelerle dile getirilir.
Veya söz konusu âyetler, tefekkür, tezekkür, tedebbür ve ibret gibi bakma ve düşünme eylemlerinin sonuçları hükmünde olan kavramlarla noktalanır, Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ölüleri O diriltir. O her şeye Kadir'dir." 26
Bediüzzaman bu bağlamda Kur'ân-ı Kerim'in yıldızlarına ait nurlardan birine şöyle işaret eder: "Göz önündeki kâinat kitabı, kendi ayat-ı şuuniyesiyle Kur'anın bu gibi âyetlerini sana tefsir etmektedir. Ve bir çok meşhud nazirelerini; gece ve gündüz ihtilaâfının letâfifinde ve mevsim ve asırlar tahavvülâtının çevrilen yaprakları ve değişen satırlarının zamirleri arasında göstererek fehmine yaklaştırmaktadır." 27
" Kâinat terkiplerindeki intizam, cereyan-ı ahvaldeki nizam, suretlerdeki garabet, nakışlarındaki ziynet, yüksek hikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, câmidattaki muavenet, birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd, hikmet-i âmme, inayet-i tâmme, rahmet-i vâsia, rızk-ı âmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, tağyir, tanzim, imkân, hudus, ihtiyaç, zaaf, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat ve hâkezâ, pek çok sıfatlar lisanlarıyla Hâlık-ı Kadîm-i Kadîrin vücub ve vücuduna ve evsaf-ı kemaliyesine şehadet ettikleri gibi; Esmâ-i Hüsnâyı tilâvet ederek, Cenab-ı Hakka tesbih ve Kur'ân-ı Hakîmi tefsir ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) ihbaratını tasdik ediyorlar." 28
Şimdi yukarıda değindiğimiz misallerin bir kısmını arz etmek istiyoruz:
Birinci olarak: Tefekkürü emreden âyetlerden biri Yunus sûresinde yer alan şu âyet-i kerimedir: "Göklerde ve yerde neler var, bir bakın"de. İnanmayacak bir millete âyetler ve uyarmalar fayda vermez." 29
Tefekkürü teşvik eden âyet-i kerimeler için de şu âyet-i misal verebiliriz: "Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini düşünmüyorlar mı? Bundan sonra hangi söze inanacaklar?" 30
İkinci olarak: Tefekkürün sonuçlarına dikkat çeken âyetlerden biri de Nahl sûresinde peşpeşe gelen ve yerin ve göğün yaratılması, insan ve hayvanın yaratılışı, gökten yağmurun indirilmesi, gece ve gündüzün, güneş, ay, yıldız.. ve daha sayılamayacak kadar çok olan nimetlerin insanın emrine sunulmasını ifade etmek suretiyle, Allah Teâlâ'nın vahdaniyyet ve kudretini ortaya koyan çok sayıda delilin zikredildiği âyetleri verebiliriz. Allah Teâlâ söz konusu nimetleri andıktan sonra âyet-i kerimeyi şu cümleyle noktalar: "Bu saydıklarımda düşünen kimseler için ibretler vardır" , "bunlarda akleden kimseler için ibretler vardır" "bunda öğüt alan kimseler için ibretler vardır" 31 Tefekkürün vesile ve gayesini ibret alıp düşünmenin amacını dile getiren âyetlerden birisi de şudur: "Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişizdir bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur. Allah'a yönelen her kula öğüt ve bir belge olarak yeryüzünü yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her güzel türden yetiştirdik. Gökten bereketli bir su indirdik, kullara rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcukları olan boylu hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyledir." 32
" Beyanı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızık oluyor." 33
Yine Bediüzzaman şöyle der: "'İ'lem' Ey kardeş bil ki; Kur'an-ı Hakîmin ayetleri, nasıl ki bazısı bazısını tefsir ediyor. Öyle de kitab-ı âlemin bazı âyatı dahi, diğeör bazı âyâtını tefsir etmektedir. Meselâ nasıl ki maddî âlem, hakiki bir ihtiyaç ile bir güneşe muhtaçtır. Tâ ki güneşteki Cenab-ı Hakkın envar-ı nîmetinden feyz alsın." 34 Bir başka yerde ise şöyle der: "Bil ey arkadaş! Havass-ı hamse-i insaniyenin san'atında olan kemâl-i hikmet içindeki kemâl-i nimete ve kemâl-i nizam içindeki kemâl-i hikmete ve kemâl-i mizam içindeki kemâl-i nizama bak, gör, ibret al! Zira onların fatırı onları öyle bir vaziyette yaratmış ve onların sanii, onları öyle cihazlarla techiz etmiştir ki; o havas ile insan, umum enva-i semerat ve içekler ve ses ve kokular ve sairenin bütün hususiyatını hissedip zevk ediyor. İşte bu sırdandır ki, insanın câmiiyet-i fıtratı bu nisanı Cenab-ı fâtır-ı hakîmin (C.C.) hadsiz enva-i tecelliyat-ı esmasına mazhar etmiş ve onu Cenab-ı mün'imi kerîmin (Amme nevâlühü) sayısız elvan-ı nîmetlerini tadabilme derecesine iblağ etmiştir." 35
İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî hikmete dayalı açıklamalara başvurur ve sözün misalle vuzuha kavuşacağını ifade eder:"Bir bahçeye girsem iyisin intihab ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem 'Huz Mâ Safâ' derim. Muhatablarımı da öyle arzu ederim. Derler: 'Sözlerin iyi anlaşılmıyor.' Bilirim ki kâh minâre başında, kâh kuyu dibinde konuşuyorum. Neyliyeyim zuhurat öyle. 'Şuâat' ve şu kitapta mütekellim âciz kalbimdir. Muhatab âsi nefsimdir. Müstemi' müteharri-i hakikat bir Japon'dur. Temâşa eden bunu düşünmeli." 36 Bir başka yerde ise Bediüzzaman şöyle der: "Semânın yüzündeki mahlûkatın intizamını, dakik mizanlar içinde masnuatın mevzuniyetini gör ve anla ki, onların Sânii ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm olduğunu bil. Evet, muhtelif ve küçük cirimleri veyahut hayvanları döndüren ve bir vazife için çeviren ve bir mizan-ı mahsusla herbirini muayyen bir yolda sevk eden bir zâtın derece-i iktidar ve hikmetini ve hareket eden cirmlerin ona derece-i itaat ve musahhariyetlerini gösterdikleri gibi, koca semâvat o dehşetli azametiyle, hadsiz yıldızlarıyla ve o yıldızlar da dehşetli büyüklükleriyle ve gayet şiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hudutlarından tecavüz etmemeleri, bir âşire-i dakika kadar vazifelerinden geri kalmamaları, Sâni-i Zülcelâllerinin ne kadar dakik bir mizan-ı mahsusla rububiyetini icra ettiğini nazar-ı dikkate gösterirler." 37
İşte bu açıklamalardan Bediüzzaman Said Nursî'nin ifade ettiği gibi şu mesele gayet vuzuha kavuşmuştur: "Kâinatın mevcudatı, envâları en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet eder, birbirinin vazifesini tekmile çalışır. Öyle bir tesanüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevap vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücut teşkil ediyorlar ki, bir insanın cesedindeki unsurlar gibi, birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini zaptedemez." 38
Said Nursî değişik verilerle bu açıklamayı ortaya koyduktan sonra şu şuuru harekete geçirmeye çalışmaktadır: Varlık âleminde tek bir unsurun hakimi olan güç, bütün unsurların hakimidir; çünkü tek bir unsura hakim olamayan bütün unsurlara hakim olamaz.
Bediüzzaman şöyle der: "İşte, kâinatın simasındaki bu teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk, pek parlak bir sikke-i kübrâ-yı vahdettir." 39
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı üzere, insana yönelik imanî beyan, teklifle gerçekleştiğine göre, insan aklının, hidayeti kabul için yegâne uyarıcı güç olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Abbas Mahmud el-Akkad şöyle der: "İnsanoğluna teklif, mükellefiyet gibi bir meziyet bahşeden Kitap, akla yönelik hitaplarla dolu olan Kitap'tır; hatta sadece akla değil, aklın haiz olduğu her melekeye, aklın insanlar tarafından bilinen her türlü işlevine hitap eden Kitap'tır, hem de akıl daha araştırmalara konu olmadan..." 40
Bu da insan aklının, teklif/mükellefiyetin yapılmasına ve işlenmesine razı olmadığı hususları idrak mahalli olmasından kaynaklanmaktadır, nitekim şöyle meşhur bir söz vardır: Her şeyi ayakta tutan bir şey vardır, insanı ayakta tutan şey de akıldır.
İnsanı ilgilendiren her türlü hususta ve yer ve göğün yaratıcısına karşı sorumluluğunda, akıl merkez noktada yer almaktadır ve teklifin merkez noktasında o vardır.
Onun için akla göndermede bulunan âyet-i kerimeler Kur'ân-ı Kerim'de işaret ve telmih yoluyla zikredilmemiştir, tam aksine bu göndermeler zikredilen her âyette lafız ve mânâ noktasında üzerine vurgu yapılarak zikredilmişlerdir, aklı kullanmaya, yer-gök ve bunlar arasında Allah Teâlâ'nın yarattığı yaratıklar üzerinde düşünüp tefekkür etme yoluyla aklı çalıştırmaya davet eden âyetlerde olduğu gibi... Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerim selim akla ve müstakim tefekküre sahip olanların hislerini ve duygularını, kâinatta müşahede edilen âyet ve bürhanlara yönlendirmiştir.
Bu durum en büyük ulûhiyyet meselesinde aklın hakem olmasını zorunlu kılmıştır, tâ ki iman, kişinin kendi hür kanaatinin bir eseri olarak dışarıya yansısın ve atalardan gelen bir miras ve taklit veya birilerine körü körüne bağlanma sonucunda vücuda gelen bir şey olmasın... Nitekim İslâm imamlarından birisi şöyle der: İman ve tevhid delilleri iki alanla sınırlıdır: Âfâkî deliller ve enfüsî deliller olmak üzere 41
Hikmetli sözlerde aşağıdaki ifadelere yer verilmiştir: "Gözünü açıp dikkatli bir şekilde yıldızlara bak, onları böylesine ince bir hesapla yerleştireni düşün ve bu esrarengiz şeyleri dikkatli bir şekilde sezmeye çalış, kader gelip seni almadan ve düşünemeyecek zaman bulmadan önce onları böylesine tedbir eden kudretin hikmetini tedebbür etmeye çalış" 42
Şüphesiz ki, âfâk delilleri çok daha kuvvetli ve daha büyüktür, yüce Allah şöyle buyurur: "Göğün ve yerin yaratılışı, insanın yaratılışından daha büyüktür" Çünkü bu delillerin Allah Teâlâ'ya delaleti çok daha etkili ve çok daha büyüktür. 43
İşte buradan hareketle insanoğlundan, Allah Teâlânın müşahade edilen kâinatta yarattığı sahneleri ve ona yerleştirdiği genel-geçer kuralları duyularıyla irtibatlandırması talep edilmiştir, Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır." 44
Bu âyet-i kerimeyi teemmül eden kimse, onun, Allah Teâlâ'nın vahdaniyyeti, kudreti ve uluhiyyetini ispat hususunda his, idrak ve şuuru uyarmaya çalışıp, insanların dikkatlerini müşahede edilen kâinattaki âyet ve delillere dikkat çektiği sonucuna ulaşır. Böylece Kur'ân-ı Kerim insanda kâinat eksenli bir şuuru harekete geçirmiştir. Duyuları uyaran iman eksenli bu hitaplar, insanın gözünü ve basiretini, bu kâinattaki esrarengiz oluşumlara açması gâyet tabii bir sonuçtur. Söz konusu esrarengiz oluşumlar, tefekkür edilmediği ve içindeki bir çok öğüt ve ibret sezilmediği için, çoğu insanlar nezdinde alalade hadiseler şeklinde telakki edilmiştir. Hak Teâlâ ne kadar güzel buyurmuştur: "Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler." 45
Onun için Fahreddin Râzi şöyle der: "Bil ki nimetler iki kısımdır: Dünyevî nimetler ve dinî nimetler ... Söz konusu âyet-i kerimelerin, yerin ve göğün yaratılışı ile ilgili çok sayıda zikrettiği burhanlar, insan hayatında dünyevî nimetler babındandır, şayet bu âyetleri akıllı insan tefekkür eder ve onlardan hareketle yüce yaradanı tanımaya ulaşırsa, bu nimetler dinî nimetler olurlar. Ancak dünyevî nimet olmaları hasebiyle bu nimetlerden yararlanma, ancak duyuların sağlıklı, niyetin de samimi olmasıyla mümkündür.. Aynı şekilde dinî nimetler olmaları hasebiyle onlardan yararlanabilme, ancak insanda bulunan farklı idral ve melekelerin sağlıklı olmasıyla mümkündür, onun için söz konusu âyet-i kerimeler: "Akleden kimseler için.." ifadesiyle noktalanmıştır." 46. Bir başka âyet-i kerime ise: "Akıl sahipleri" şeklinde biter, Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah her şeye Kâdir'dir. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır." 47
Böylece Kuran-ı Kerim, İslâm medeniyetinin temel esaslarından bir esas olmak üzere, insanî aklın hidayet bulması için, iman eksenli bir hitap ortaya koymuştur. İnsanı, tefekkür ve tefekkürsüzlük doğan her türlü hurâfe ve bâtıldan kurtarmak için böyle bir hitap ortaya koymuştur. Kuran-ı Kerim her insanda kâinat eksenli bir şuur oluşturduğu gibi, yine her insanda ferdî bir şuur meydane getirmiştir; zira her insanı önce kendisine en yakın olan nefsi üzerinde tefekkür ve tedebbüre davet etmiştir, çünkü her nefis eşsiz bir kâinatı temsil etmektedir: "Kendi içinizde Allah'ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?" 48 Yani, her insanın başlangıcı ve bir aşamadan diğerine intikali, fıtratında meknuz olan zahirî ve batinî bir çok sırlar, yaratılış harikası olan şeyler ve akılları durduracak nitelikte mevcut olan bir takım mekânizmalar, bütün bunlar, yüce varlığı ispatlayan delillerdir. Sadece aklı düşünelim, onda sayısız idraklar ve envâ-ı çeşit mânâları içermektedir; aynı şekilde dil, onun işlevi olan konuşma, harflerin telâffuzu, birbiri ardınca dizilmesi.. bütün bunlar yüce müdebbirin hikmetine delalet eden âyetlerdir, yaratıcılık mertebelerinin en yücesinde olan en iyisi olan Allah ne yücedir! 49
İnsanın, bizzat kendi varlığı üzerinde düşünmeye davet edilmesi, her ne kadar insanoğlunda kuvve olarak var olan bir şeyi hatırlatma ve ibret almasını sağlama maksadına mâtuf ise de, aynı zamanda bu, Allah Teâlâ'nın insanı ne kadar dakik bir şekilde yarattığı ve yakînî imana ulaşma konusunda onu ne kadar mükemmel bir şekilde vücuda getirdiğine dair bir burhandır. 50 Bu imanî hitap, her insanî nefse, kâinat ve kâinat içinde bulunan varlıklara mukabil, kendi varlığını sezmesine imkan verir ve kendi varlığını değerlendirme konusunda herkesten çok daha önce olduğunu görmesine yardımcı olur; bu his onu, hayata ve canlılara karşı yürüteceği mücadelede yeryüzünün halifesi ve mükerrem varlığı olmaya sevkeder, bu da Kur'ân-ı Kerim'in bütün insanlığa ve yaratıklara gönderilmiş bir kitap olmasından kaynaklanmaktadır, zira Kur'ân-ı Kerim bir tabakayı dışlayıp diğerine hitap etme yoluna gitmemiştir, aynı şekilde o, bir grupla ilgilenmek yerine hepsine aynı ihtimamı göstermiş ve her nefse ferdî şuur aşılama yoluna gitmiştir, hem de bu şuuru, hayatı ve canlıları daha ileriye götürecek şekilde her insanî ferde kazandırmaya çalışmıştır.
Kâinat eksenli şuur ile ferdî şuurun kaynağı, Kur'ân-ı Kerim'in aklı bu yönde uyarmasından zuhur ettiğine göre, Kur'ân-ı Kerim'in insanda uyardığı vicdanî bir şuur da mevcuttur, ta ki insan kalbi ve hisleriyle kâinatttaki cemalin yansımalarını ve ilâhî yaratıklardaki kemali idrak etsin. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Yakın göğü ışıklarla donattık ve bozulmaktan koruduk. İşte bu, bilen, güçlü olan Allah'ın kanunudur." 51 Yani, biz dünya semâsını -size en yakın olan gök boşluğunu- ışık saçan yıldızlarla süsledik ve onu dengesini kaybedip düşmekten koruduk 52 Yine Allah Teâlâ şöyle buyurur: "And olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık." 53
Bu âyet-i kerime, ihtiva ettiği içeriğin, üzerinde dikkatle durulması gereken bir içerik olduğunu ifade için yeminle başlamıştır, mânâsı ise şöyledir: Allah'a yemin olsun ki, biz size en yakın olan semâyı/gök boşluğunu ışık saçan yıldızlarla adeta bir kandil gibi süsledik, büyük kudretimiz sayesinde, gökten bilgi çalmaya girişmeleri durumunda, bu yıldızları, şeytanı taşlayan ve yakan bir güç verdik, ve biz bu yıldızları üç şey için yarattık: Semâyı süslemeleri, şeytanı taşlamaları ve yön tayini. 54
Onun için Kur'ân-ı Kerim, bütün insanların dikkatlerini, dünya ve âhiret nimetlerine çekmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kulları için yarattığı zinet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?" "Bunlar, dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir" de. Bilen kimseler için âyetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz." 55
Bu âyet-i kerime mükemmel bir hayat metodunu içermektedir, insanı Allah Teâlâ'nın kendisi için yarattığı nimetlerden istifade etmesini mümkün kılmıştır, ancak israfa ve şımarıklığa meydan vermeden.. Onun için, Allah Teâlâ, kendisinin bol bol dağıttığı nimetleri kısıtlamaya çalışanları bu anlamda tasvip etmemiştir.
Âyet-i kerimede yer alan istifham/soru, dine ve fıtrata aykırı davranışta bulunanları yadırgayan bir sorudur, onun için Resûl'üne, söz konusu kimselere şu karşılığı vermesini istemiştir: "Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamette de yalnız onlar içindir" Mânâsı şudur ki: Ey Allah'ın Resûlü ümmetine şunu telkin et: Rızık adına verilen bu zinet ve nimetler, dünya hayatında mü'minlere ait olduğu kesindir, ancak müşrikler de onlara o rızıkta ortak olurlar, âhirette ise bu nimetler sadece mü'minlere has olup Allah'a ortak koşan kimseler bu nimetleri onlarla paylaşamayacaklardır. 56
İlâhî yaratma alanında cemâl yansımalarından biri de gayrı nâtık olan hayvan da girmektedir: "Getirirken de gönderirken de onlarda sizler için bir haz ve cemâl vardır" 57
Bu beyan-ı ilâhîde Allah Teâlânın bütün insanlara bahşettiği nimetlerden biri anılmakta ve hayvanların insanlara yönelik faydalarından biri dile getirilmektedir.
Allah Teâlâ: Getirirken de gönderirken de... fiillerini tekrar ve yenilenme mânâsı ifade etsin diye geniş (muzari) zaman kipi ile ifade buyurmuştur, bu ifade şekli insanın hayvanlardan aldığı maddî ve manevî hazzın devamlı yenilenen bir şey olduğunu ifade ediyor ve bol nimet ve ihsanından dolayı Allah Teâlâ'ya şükretmeye sevkediyor.
Yukarıda anlatılanlardan şunu anlıyoruz: Kur'ân-ı Kerim, Allah'a ve imana giden yolda fıtrî bir metot tesis etmiştir ve bu metot içerisinde, temel prensipler, ferdî, kevnî ve vicdanî şuura sahip olan insanın vicdanî ve aklî bütün özellikleri tecelli etmektedir. Bu akîdenin insan hayatında büyük bir tesiri olması hasebiyle, Yüce Yaradan, bu hususta insandan bir gevşeklik veya pazarlığı kabul etmemektedir, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur." 58 Buradan, Kur'ân-ı Kerim'in, insanın imanı, fıtrata aykırı olan kulluktan kurtarılması ve kulluğun sadece Allah'a ait olduğu ilân etmesi yönündeki ısrarını açık ve net bir şekilde anlamış oluyoruz.
Bediüzzaman şöyle der: "Bu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın herbir âyet-i tekvîniyesi, o âyetin noktaları ve hurufu adedince mucizeler gösterirler… İsm-i Hakemin tecellî-i âzamı şu kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiş ki, her sayfasında yüzer kitap yazılmış… Kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla, gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i ferdiyeti bilbedâhe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelâlin san'atı olduğunu ispat ediyor. Risale-I Nur Külliyatı, s. 802, 808." 59
Bütün bu anlatılanlardan, kıyamete kadar yaşayacak olan ve her asırda yenilenen Kur'ân mucizesinin ayrılmaz bir parçası olması hasebiyle, Kur'ânî hitabın, bizi, ilim ve kâinatla ilgili olarak, imanî hakikat ve bürhanların künhüne vâkıf kılan bilgilere ulaşmış bulunuyoruz. Aynı şekilde Kur'ânî hitabın, öznel kudretlere ilişkin içerdiği esasları ve okunan ve müşahede edilen kitaplarda temsil edilen bütün alanlara hitap etmeye muktedir aktif bir güce sahip olduğunu anlamış bulunuyoruz.
Tevfik Allahtandır...
Dr. Sâmi Afîfî Hicâzî
Ezher Üniversitesi
Usulu'd-Din Fakültesi
____________________
1 1949 yılında Mısır’ın Menufiyye şehrinde doğdu. Halen Ezher Üniversitesi Usuluddin Fakültesinde Akaid ve Felsefe Bölümünde öğretim üyesidir. Aynı zamanda Mısır Felsefe Cemiyeti üyesidir. Birçok eseri yayınlanmıştır. Eserlerinden bazıları şunlardır:
John Lock’un Bilgi Teorisini Tenkit
Kelâm İlmine Giriş
İnanç ve Ahlâk İlişkisi
2 Risale-i Nur külliyâti, İşârâtü'l-İ'câz cüz'ü, c. 5, s. 22
3 A.g.e; ayrica bk, Mektubât ve Lâhikalar'a
4 Hicr, 9
5 Fussilet, âyet 53
6 Enbiyâ, âyet 107
7 Bk. Risale-i Nur Külliyatı
8 Bk. Risale-i Nur Külliyatı, s. 161.
9 Bk. Risale-i Nur Külliyatı, s. 972.
10 Bu vasitalardan bazıları şunlardır, yemine başvurması, istidlal ve hükümlerde bulunması, emsallere başvurması, pekiştirme, tekrar, hükümlerin gerekçelendirilmesi, değişik üslûblara başvurması ve daha başka i'câz alanları kullanması gibi
11 Dr. Din Muhammed Mîra, Mefhûmu'l-Fikri'l-İslâmî
12 Lokman, âyet 29.
13 Zümer, âyet 21.
14 Zümer 9.
15 Mücadele, 11
16 Abese, 24-32
17 Yasin, 33-35
18 Risale-i Nur Külliyatı, s. 209.
19 Nûr, âyet 35, bk. 3. Uluslararası Sempozyum, Said Nursî düşüncesinde tevhid gerçeşine bakış, Dr. Sami Hicazî, s.70, 1.baskı 1996
20 Bk., Edip İbrahim ed-Debbaş, Mutarahat fi marifeti'l-imaniyye inde'n-Nursî, s. 7, 1. baskı, 1997
21 Bakara, 2.
22 İsra, 9
23 Maide, 16
24 Fussilet, 53.
25 Bk. Bediüzzaman Said Nursî, Kelimat; Edip İbrahim ed-Debbağ, Bediüzzaman Said Nusi ve bilgi teorisi
26 Rum, 50.
27 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 568.
28 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1298.
29 Yunus, âyet 101.
30 A'raf, âyet 185; bir başka âyet-i kerime ise, Sebe' süresinde yer alan: " Önlerinde ve ardlarında olan göşü ve yeri görmezler mi?" cümlesidir, Sebe, âyet, 9.
31 Nahl, 11,12ve 13. âyetler
32 Kâf, 6,11; ayrıca Lokman sûresi: ".." âyetine bakınız.
33 Risale-i Nur Külliyatı, s. 170.
34 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 277.
35 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 346.
36 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 618.
37 Risale-i Nur Külliyatı, s. 274.
38 Risale-i Nur Külliyatı, s. 806.
39 Risale-i Nur Külliyatı, s. 806.
40 Dr. Ahmed Es-Sâyih, Felsefetü'l-Hadara, s. 103, baskı 89.
41 Bk. Fahreddin er-Razi Tefsiri c. 9, s. 110; ve Said Nursî Külliyatına bk.
42 Bk. Keşaf Tefsiri, c. 1, s. 348, et-Tefsiru'l-Vasit, Muhammed es-Seyyid Tantavi, c. 2, s. 487, 3. baskı, 1990'dan naklen.
43 Fahreddin Razi, A.g.e
44 Bakara, âyet 164
45 45. Yusuf, 105.
46 Bk Fahreddin Râzi Tefsiri, c.3, s.229; et-Tefsîru'l-Vasît li'l-Kur'âni'l-Kerim, c1, s.425, 1989,baskısından naklen
47 Al-i İmrân, 120
48 Zâriyât, 21
49 Bk. Keşşaf Tefsiri, c.4, s. 399
50 Bk. Said Nursî,Risale-i Nur Külliyatı, Saykalü'l-İslâm
51 Fussilet, 12
52 Bk Dr. Muhammed Seyyid Tantavî, a.g.e, c.12, s. 436, 2. Baskı, 1989
53 Mülk, 5
54 A.g.e, c.15, s.15.
55 A'râf, 32
56 A.g.e
57 Nahl, 6
58 Nisâ, 8
59 Bk, Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, Lem'alar, c. 3, s.540,546.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
OTUZ YILLIK DİYALOGLARIN İZLENİMLERİ
KİLİSE TARAFINDAN YOĞRULMUŞ BİR TOPLUM İÇİNDE KİLİSESİZ BİR TOPLULUK
Dr. Wolf D. Ahmed Aries 1
Mohammed Arkoun, bir kaç yıl önce Oldenbur Üniversitesi’ndeki “Karl-Jasper Sohbetleri” esnasında, “Laik Hıristiyan toplumlardaki fikir alış verişlerinde ve orta Avrupa’daki Hıristiyanlık - İslâm teatilerindeki ilginçlik, İslâm âlimlerine ve düşünürlerine kulak vermemekteki sebebin onların modern teatiye bir katkıda bulunamayacaklarından değil müslüman oldukları içnidir” dedi. Bu ifade aynı zamanda uzun süredir, genel tartışmalarda eserleri neredeyse hiç yer almayan Said Nursî’yi de içine almaktadır.
Son olarak geçen yıl katolik bilgin Hans Küng, Almanya’daki diyaloğun durum tesbiti için Yahudi, Protestan ve Katolik Hıristiyanları ve aynı zamanda Müslümanları da davet etti ve her bir gruptan, geçmiş yıllar üzerine herkesin açık bilgiye sahip olması amaçlı; sorunlar, anlayış sınırları, karşısındakini anlamakta ve hatta kendisinin anlaşılmasındaki başarısızlığın sebepleri ve Said Nursî gibi bilginlerin ve İslâm reformcularının önemsenmemesi gibi zorlukların anlaşılması için kendi raporlarını ve görüşlerini sunmalarını rica etti.
Ancak buna aynı zamanda şu basit sorular da dahildi: Entellektüeller, Said Nursî’nin yazılarını niçin bir kaç sayfadan sonra sıkılmış olarak kenara koyuyorlar? Niçin bu çalışmaları ciddiye almıyorlar? Aynı üniversitelerde okuyan birçok Müslüman öğrenci, ki bu entellektüeller tarafından eğitiliyorlar, Risale-i Nur’u okumakla kalmayıp dikkatle çalışıyorlar.
Arkoun’un bu tespitini Müslümanlararası tartışmaların tamamını algılayacak bir şekilde genişletmek gerekir.
Zorluklar aslında Kur'ân’ın, meâlinin ve Müslümanlar arasında ilgili tartışmaların Hıristiyan teatilerin tecrübesiyle yargılanmasıda başlıyor. Orada en azından Cenevre’de bulunan ve Dünya Kiliseler Meclisini oluşturan 320 ayrı kilisenin çoğunda dikey bir karar mekanizması yapısı vardır. Bu yapı içerisinde her ne yoldan olursa olsun bir karara varılmış olunması halinde, buna riayet zorunluluğu vardır ve bu da yukarıdaki otoriteler tarafından uygulanır. Bu, gerekirse bir profesörün veya öğretmenin öğretim hakkının elinden alınması ve hatta o kiliseden aforoz edilmesi anlamına dahi gelir. İç Hıristiyanlık tartışmalarının büyük bir bölümü bu tür öğretim yasaklarının doğrudan veya dolaylı olarak uygulanıp uygulanmaması etrafında dolaşmaktadır. Bu bağlamda Hıristiyanlar Müslüman konuşmacı meslektaşlarına Said Nursî gibi bir düşünürün yazdıklarının ne kadar bağlayıcı olduğunu sorarlar. Onun ifadeleri İslâmın dinsel düşüncesini karakterize etmekte midir? İslâmî “Güçyapısı”nın dinsel yataylılığı, bir İslâm âliminin özgün karakteristik özellikleri hatta Said Nursî gibi sıradışı bir kişiliğin idrak edilmemesi, bu esnada ilk olarak hiç dikkat çekmemekte; doğrudan ilmî merkezlilik dahilindeki ifadeler, şimdiki zamandaki her tecrübenin ikna için kullanım yaklaşımı.
Nursî’de bu öyle biraraya geliyor ki, o modernliğin devrimci opsiyonlarına protesto ve muhalefet olarak Kur'ân da geçen vahyi ilahi’nin tarıznda yaşadı ve bunu ömürboyu sürdürdü.
Böylelikle Nursî yalnızca yüce Kur'ân’a yazılmış olan birçok övgüden bir tanesini daha yazmış olmamakta, insanlara varlığın insanla doğrudan ilişkisini sorgulayan antropolojik temel soruyu sorarak bunu modern bir radikallikle gerçekleştirmekteydi. Onun için ayetler yalnızca bir yazı kesiti değil, gerçek anlamda insanın varlığının transandantal bağlamda açıklığının bir işareti; ki, birey bunu algılamaya çalışmakta ancak bunu sanki bir doğa yasasıymış veya toplum içerisinde politik yapı yasası gibi tartışmamalı; varlığın gerçek anlamını ifade etmektedir. Dünya bir yaradılış ve insan da kul olmaya devam etmektedir. Bu, Weber’in dünyanın sihirinin bozmasının geriye dönüştürüldüğü anlamına değil, insan varlığının göreliğine sokularak hayret ve sevincin varolmasını sağlamaktadır.
Bu arada Said Nursî’yi ilgilendiren Otonomi ve Teonomi ilişkileri değil, daha çok çağdaşlarının kendi göreliklerinin bilinçlerine varması ve bunu “Sözler”de de bahsedildiği gibi bir işaret veya mühür olarak algılaması ve bunu Kur'ân’da geçen yazılar ile icraata dökmektir. Bunların arkasında yatan deneyim ise, Rus esaretinde geçirdiği, 1917/18 Kış felâketinin üzerinden gelmesi olarak görünmekte. Orada yaşanan düşsel vizyon yaşanmakta olan hali hazırdaki kış korkusuydu. Karanlıkta iki dağ arasında yalnızca daha sonra şuur olarak yorumlayacağı soluk bir meşale ile durmaktaydı. Ortam, irade gücünü ortaya koyduğu andan itibaren radikal bir şekilde değişmektedir. Şimdi güneş parlamakta ve manzara çok şirindir. Bu durum, her ne kadar şimdiye kadar yapılmamış ve bilimin bir eksikliği olsa da, psikoanalitik bir çalışma gerektirmekte. Esas itibariyle Nursî gelecek yıllarda irade gücünü sürdürmektedir. Radikal anlamda, herşeyde varoluşun mühürünü aramakta, irade gücüyle kendini buna zorlamaktadır. Buna Kur'ân’daki ifadelerde yardımcı olmaktadır.
Böylelikle, Anadolu’daki memleketinin gelenekleri ve bilginlerinin öğretilerinin geleneksel şekillerini kullanan eski bir eğitimin dilinde, kendisini şu şekilde ortaya koyan radikal modern bir talep ortaya çıkmakta: Bilimler, dünyanın sihirini çözemediler, yalnızca varlık olarak onu şeffaf hale getirdiler. Sonuçları dünyanın maddiyat olarak idare edilmesini sağlamış ve sağlamakta olması, nefse hâkimiyet görevinin yerine getirilmemesi için bir mazaret olmayıp, bunun için Kur'ân’dan başka bir yol yoktur.
“Din hayatta herbir şeyle ilgili değil ancak bütün herşeyle ilgilidir” diye yazmıştır Hermann Lübbe, Almanca dilinin konuşulduğu ortamlarda sıkı bir şekilde tartışılan “Aydınlanmadan sonra Din” adlı kitabında. Bu bağlamda Din modern rekabette ne bilim adamını ne de tüccarı ortaya çıkarır, ancak Kur'ân’ın sözlü ifadelerini hayat şekli olarak yaşayan bir birey, Risale-i Nur’u varlığı ile bağlantılı aktif olarak ortaya koyarsa kendisiyle var oluşu arasında bağlantı kurar.
Bunun üzerine konuşulabilir ve Said Nursî’nin vermekte yorulmadığı birçok örnekler ele alınabilir, ancak kimse uygulamada başarılmış dünyevî değerlerin üstüne çıkmayı toplumsal bir başarı olarak değerlendiremez veya zaten çökmüş olan düna görüşlerinin ve ideolojilerinin ürünü olarak gösteremez. Bu yüzden zaten Said Nursî hemen hiçbir zaman topluma yönelmemekte, bireye veya şu anda ilgili olarak anılabilecek kişiye hitab etmektedir. Düşünürümüz böyle bir başlangıç noktasında zaten ümmetin reformları arasında yalnız kalmış ve bunun neden böyle olduğu sorusunu ortaya çıkarmıştır.
Avrupalı bir Müslüman olarak ben eğer bunu doğru yargılıyorsam, yüzyılın ilk on yıllarında Türkiye’deki ve çoğunluğu Müslüman olan ülkelerdeki Müslümanlar şu iki tutum içerisindeydiler: Birinde ruhani ve eğitsel alanda (okul, yüksek okul) toplumun korunmasına ve Avrupanın medeniyet açısından ilerlemesiyle aradaki farkı kompanse etmeye odaklanılmış, diğerinde ise modern anlamda inancın yani İslâmın güvenceye alınması. Risale-i Nur’da, politik hayatı gösterdiği üzere, açıkca şüphe yarattığı gözlense de, ilkinden pek bahsedilmemekte. Yazar daha çok ikinciyi ele almakta. Açıkca hissetmekte ki, Müslümanın kimliği kendisinin nefsine hâkimiyetinin üzerine kurulu olmasıdır. İslâm düşünürünün teatisinde şimdiki zaman için bir tabir kullanılmakta, ki en azından Nur düşüncesine yön göstermekte, ve o da “Köklülük” “asala”dır. Ayrıca işlemeden, kimlik ile nefis arasındaki bağlantıya dikkat çekmekte. Buradan kimsenin bu konu üzerine gitmeyişini insan tahmin edebilmektedir. Bir gösterge de, Kur'ân için vahy-i ilâhînin ciddi bir şekilde sorgulanması anlamına gelen, birçok Müslümanın sosyal bilimlerle olan zorlukları ve karşılaştırma ve kanıt yöntemiyle insan davranışlarının tarihsel yönelimi ile sosyal göreliğin karşılaştırılması da olabilir.
Ancak Nursî’nin burada istidatı ise bu tür düşünceleri bir bayağılık olarak ortaya koymakta, çünkü “Sözler”de bahsettiği gibi nefsin ortadan kaldırılması, yani mühür, daha temel sorular ortaya çıkarmaktadır. Bunlardan bir tanesi, İslâmî irade gücünün toplumsal yaşam içerisindeki anlamıdır.
Avrupalı için bu kilise ve devlet arasıdaki ilişkiyi sorgulamak anlamına gelir. Böylelikle İbrahim'den gelen dinler olan Yahudilik ve İslâm inanç toplulukları ne ortak bir kilise düşünebilmekte ne de ortak bir inanç topluluğu organizasyonu oluşturabilmekte. Dolayısıyla, Almanya’daki Müslüman azınlık için bu, sosyal ortamda söz sahibi olabilmek için dernek aracılığıyla camiler kurmak olmuştur. Risale-i Nur herhangi bir engel olmaksızın inananların kendi kendihı organize olmalarını tartışmakta ve dolayısıyla, bu ifadeler orta Avrupa’nın birçok entellektüeli için temel bir dava teşkil etmektedir. Ancak burada geçerli olan, modern,-ortamda dinin Almanya için dikkat edilecek bir husus da*-Avrupada’da mevcut her iki model arasında da ayrım yapılmasıdır: Bir tarafta Fransız Katolik laikliği ve diğer tarafta Protestan ortak laikliği. Her iki model hakkında da Avrupa’da gerçekleşen politik davalar da karar kılınamamıştır.
Said Nursî tarafından Kur'ân’da da bahsedilen nefse hâkimiyet bir kilise yapısındaki bir sosyal olguya dayandırılamaz; daha çok insanın kendisinin toplumsal olarak nefsin kabulü veya reddi ile ilgili ortaya çıkacak sonuçları birey olarak bizzat değerlendirmesi ortaya koyacaktır. Resimlerinden bir tanesi, divana yani saraya sorulan soruya cevabı içermekte; topluma reddedilen veya karşı çıkılan iradenin sonucu ne olabilir? Burada düşünürümüzün eserini, düzen içerisinde değerlendirmeye almamız herhalde aşırı yorum kapsamına girecektir. Risale-i Nur’da ayırım sorusu değil, bireyin iradesine sahip olamaması halinde ortaya çıkacak sorumluluk ve yükümlülükleri olarak marjinalizasyonun sonuçları ele alınmaktadır. Burada ortaya çıkacak gerilim 33;72 âyetin meâlinden başka hiçbir yerde daha kesin ifade edilmemiştir:
“Gerçekten al-amana’ya cenneti, yeri ve dağları sunduk, ve onlar bundan korktular. Ancak insan bunları almaya hazırdı. İnsan doğal olarak ne kadar cürüme (Ozalum) ve budalalığa (gahul) eğilimli oluyor.”
Said Nursî bir taraftan açıklamalarının otuzuncu kelimesinde ilgili “ben” kelimesi değinerek insana sunulmuş olan göreve yönelirken, Tunuslu Mohamed Talbi çalışmasında al-amana’ya sorulan soruyu ön plana çıkarıyor.
Nursî’ye göre insan ancak kendisini bir hizmetkar olarak görmesi halinde ve kendisine değilde Allah’a hizmet ettiğini algıladığında görevini yerine getirebilir. Varlığı yalnızca göstermelik olarak anlam taşır. Bu bağlamda birey ancak iradesine ve nefsine hâkim olduğunda sorumlu davranma yeteneğine kavuşur.
Vahy-i ilâhîyi böyle değerlendirerek, yüce kitabı yorumlarken temel esasları unutmaksızın klâsik yorum şeklinden uzak kalmıştır. Tam aksine, yorumlarını bireye vahy-i ilâhîye cevap olarak nefse hâkimiyeti sunmak hedefiyle yaratıcı bir şekilde kullanmıştır.
Türk olmayan bir Müslüman olarak uzaktan bakıldığında, Nursî’nin düşünce dizinlerinin kendi zamanında yaşamış bazı Hıristiyan düşünürlerle paralellik taşıdığı gözlenmekte, Kur'ân’ın yerine Hıristiyanlıkta Meryem’in oğlu İsa bulunmakta. Burada da konu vahy-i îlâhiyi zamane doğal ve sosyal bilimden uzak tutmak üzere baskı altında tutmakdan bunları kabullenmek ve inancın sağlamlaşması için kendi varoluşları içerisinde görmekti. Düşünür, protestan Teolog Dietrich Bonhoeffer’in gösterdiği gibi Amerikanvari fundamentalizmin denominasyonları olmaksızın mümkün olduğunu göstermektedir.
Risale-i Nur kendi içinde, çalışma souçlarını toparlamak amacıyla ifade edeyi ki, radikal ifadesi içerisinde Kur'ân’da bahsedilen nefse hâkimiyetin modern bir cevabı olarak ortaya çıkmakta.
____________________
1 1938 yılında Almanya’da doğdu. 1953 yılında İslâmla şereflendi. Psikoloji tahsili yaptı. Ha*len yetişkinlerin eğitildiği bir kolejin müdürüdür. Sağlık eğitimi ile ilgili araştırmalar yaptı ve yayın faaliyetlerinde bulundu. 1972’den bu yana Almanya’da İslâmî faaliyetlere katılıyor. Halen Federal Almanya İslâm Konseyi üyesi ve Almanca Mozlemize Reuue dergisinde yazılar yazıyor. Ayrıca Paderborn Üniversitesinde İslâmî konularda öğretim üyeliği yapıyor.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
RISALE-I NUR'A GÖRE KUR'ÂN-I KERIM VE BILGI TEORISI
Prof. Dr. Muhsin 'Abd al-Hamid 1
Risale-i Nur, kâmil ve kusatici bütün ayrintilariyla, varlik konusunda Islâmin bakis açisini ortaya koymak gayesiyle Üstad Said Nursî'nin(r. aleyh) kaleme aldigi eserlerdir. Söz konusu kusaticilik, kâinat etrafinda yapilan tefekkürî gezintiden baslayip, yüce Yaradan ve O'nun kuvvetli iman, hâlis tevhid, ilâhi hükümranliga gönülden teslimiyyet, esmâülhüsna'dan tecelli edip varligi aydinlatan ve emanet 2 ve hilâfet 3 misyonunu ifâ etmesi ve ahsen-i takvim mertebesine ulasmasini amaçlayan yüce degerleri pratige aktarma ve onu bütün yaratiklarin en üst mertebesine çikarma 4 gibi.. insandan istekleri ile ilgili sözlerle noktalaniyor.
Dogrusu insan bu rolü/misyonu haketti; çünkü, kendisi kâinat agacinin bir meyvesidir. Malûmdur ki, meyve, agacin en uzak, en câmi ve latif cüzüdür. Onun için Allah Teâlâ insani, bütün bedî nakislarinin medâri ve koca kâinatin bir fihristi kilmistir. 5
Surasi bir gerçektir ki, Said Nursî'nin keskin ve kivrak zekâsi, üretken hayali, Allah Teâlâ'ya karsi besledigi büyük ihlâs ve genis bir Islâm kültürünün yanisira, farkli ilim dallari hakkinda kapsamli bilgisi, derin tefekküre yönelik üstün bir kudret ve kapasiteye sahip olmasi... bütün bunlar, yüz otuz'u askin Kur'ân-î-Nûrânî Risaleyi kaleme almasina zemin hazirlamistir.
Bu Risaleler çalakalem te'lif edilmis eserler degildir; insanin ve özellikle Müslümanin, arzedilen bilgi pazarinda kaybolmamasi ve nasil seçecegini bilmesi için bilgi teorisi çok dakik bir metoda yerlestirilmistir.
Said Nursî, yeryüzünde maddî menfaatleri ve insanî ihtiraslari temsil eden tarihî, ve zaman ve mekâna bagli olarak tarihin esliginde gündeme gelen bilgileri kendisine kaynak seçmedi. O, karanlik asirlarin Islâm dünyasinda sekillendirdigi bozuk ve kokusmus toplum yerine, bir agaç gibi yeserecek yeni bir toplumun yapilanmasini saglayacak hareket noktasini belirlemek için dogrudan Kur'ân'a iltica etti.
Nursî, yasadigi hicrî 14. asrin sorun ve dertleriyle baglantili olmadigi ve Kur'ân eksenli bir metoda oturmadigi için klasik ilm-î kelâmin verilerini kullanmadi. Çünkü kadîm ilm-î kelâm, malzemesini direkt Kur'ân'dan almiyordu. Çünkü, bu ilim dali, gerçegi yakalamayi degil, sadece hasmina karsi galip gelmeyi amaçliyor ve en üst seviyede sahsî menfaatleri gerçeklestirmeye çalisan ve münferit akli esas alan yabanci felsefe ve lahutî akimlarla tesrik-i mesâide bulunuyordu.
Ayni sekilde, varligi, sadece maddî akilla ve sehadet âlemiyle sinirli olarak anlamaya çalisan kadîm felsefenin metotlarini da reddetti. Zirâ bu felsefeler, varligi, zâhiri boyutuyla anlamaya çalisan ve insanin keremine lâyik olmayan putrerest felsefelerdir. 6
Oysa Kur'ânî metod bütün insanliga hitap eden ve onlardaki temiz fitrati uyaran berrak ve vâsitasiz bir metottur. 7
Ayni sekilde Bediüzzaman Said Nursî riyâzâta ve ferdî deneyimlere dayanan isrâkî bilgiye itimâd etmemistir. Zirâ bu bilgide, Rabbânî ilhamlarla seytâni vesveseler iç içedir ve ikisini birbirinden ayirmak mümkün degildir.
O halde Said Nursî bilgi ve ilim olarak varligin sorunlarini anlamaya dogru nasil bir metod takip edecekti?
Evet o insanî fitrata hitap eden Kur'ân-i Kerim'in herkesi kusatan ilkesinden hareket edecekti. Bu hareket noktasi, his, akil ve sezi arasina hiçbir ayirici engel koymuyor, tam aksine, kâinat eksenli bilgiyi en dakik bir sekilde anlamayi güçlendirmekte ve Allah Teâlâ'ya ulastiracak bu unsurlari Kur'ânî bir bütünlük içerisinde birbirleriyle yogurmaktadir. Çünkü bu metot Kur'ân'la beraber büyük kâinatin mescidinde kevnî âyetleri de okumaktadir. Mantikî kiyaslarla, maddî bakis açilariyla ve mistik hayallerle sinirli materyalist bilginin daracik alaninda degil, kâinatin büyük mescidinde okumaktadir.
Bu metot, düzenli hareketinden hareketle Allah Teâlâ'ya ulasmak için, kâinat Kur'ân'inin önünde duruyor ve mükemmel, akil almaz düzeni, gözleri kamastiran cemâlini, harikulâde sanatini, tek bir noktaya bakan kanununu kusatici ve derin bir okumaya tâbi tutar. Iste o zaman insan küçük hacmine avdet edip, fakrini, tezellülünü, küçüklügünü ve sadece bütün bunlarin yaraticisina niyazin gerekliligini hisseder. Böylece insan, yeryüzünde haksiz yere tekebbür tavri sergileyenlere karsi, kendi hacmini büyütmüs olur. " Cevâd-i Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasil elîm ve agir olabilir? " 8
Ancak kâinat kitabinin kapsamli, dikkatli ve derin boyutta okunmasi, ilmin semerelerine ihtiyaç duyar, çünkü varligin gerçeklerini kesfedecek, âlemin haritasini çizecek, milyonlarca ayrinti halinde esrarengiz nizami, insanin istidatlarina sunacak ve kendi özel diliyle yüce Yaradani arastiracak olan ilimdir. 9
Iste o zaman hikmet ismi tecelli eder ve kör kuvvet, sagir tabiat, saskin esbâb ve tesadüf bulutlari yok olur gider. 10
Kâinatin hareketini kesfeden ve Allah Azimussan'a fakrini/ihtiyacini ortaya koyan bu Rabbânî okuyus sayesinde kâinat nizaminin gözlemlenmesi, insanin benligine huzur ve itminan verecek yegâne seydir.
Birisi söyle bir soru yönlendirebilir: O halde Bediüzzaman Said Nursî Allah'a ulasma noktasinda nasil bir akil istemektedir?
Cevaben deriz ki:
Bediüzzaman, kendi nefsini Yaradanina satan, nefsini Allah'a karsi isyan eden bir muâriz telakki etmeyen bir akil istemektedir, çünkü sen aklini, Rabbâni hakikatleri kesfetme yolunda kullanmazsan, hatta onu azgin heva ve nefse teslim edersen, o zaman akil mes'um bir alete dönüsür. Zirâ bu durumda akil hem geçmisin aci anilarini, hem de gelecegin korkunç sahnelerini sirtina yükleyecektir.
Ancak akli Allah yolunda istihdam eder ve onu Allah'a satarsan, o zaman, akil ilâhî rahmetin hazineleriyle, Rabbâni hikmetin kenzlerinden sayisiz kapilari açan bir anahtar hükmüne geçer. Bu akil nereye baksa ve nasil düsünürse düsünsün, ilâhî hikmeti her seyde, her varlikta ve her hadisede görmeye baslar, ilahî rahmetin varliklar üzerinde tecelli ettigini müsâhede eder ve böylece akil, sahibine saadeti temin eden Rabbâni bir mürsid seviyesine terakki eder. 11
Said Nursî, aklin mahdut kriterleri ve münferit hatali çikislari ile varlik bilgisine ait esaslari kendi basina ortaya koymasi durumunda, yanlis yola sapmasi hususuna dikkat çeker.
Niçin?
Çünkü akil sapmasi ve yolunu kaybetmesi durumunda, sosyal hayatta kuvveti esas alacak, etrafinda kalabaliklar olusturmak için de, irka dayali bir taassubu benimseyecektir.
Bediüzzaman Said Nursî, mütemerrid aklin gelistirdigi medeniyete yönelik genis ve derin tetkiklerden sonra, kuvvetin tabiî sonucunun haksizlik; menfaatin tabiî sonucunun haksiz rekabet; mücadelenin tabiî sonucunun çekisme ve çatisma; irkçiligin tabiî sonucunun baskalarinin haklarina tecavüz oldugu sonucuna varmistir.
Oysa akil, kendi varligini temsil eden fitrî ortama dahil olursa, o zaman Kur'ân-i Kerim'in hikmetine istinad etmis olur ve hayata isyan eden ve ortami anarsiye dönüstürmek isteyen bakis yerine, sefkate ve rahmete dayali bir bakis açisi kazanir, siddeti birakip Hakk'a temessük eder, menfaatin yerine fazileti tercih eder, çatisma yerine dayanismayi esas kabül eder ve bununla insanlik bütün yaratiklarin âlemlerin Rabbi'ne kullugu sayesinde, en yüce mertebeyi ihraz etmis olur. 12
Evet insanî ortamda eriyen ve çesitli güç ve istidatlar çerçevesinde kemâle eren akil, bu dakik mânâ ile, gözleri önünde arzedilen kâinati, âfâk ve enfüs âleminde müsâhede edilen dakik sirlardan, beyaz bir sayfayi temsil eden açik bir kelâm ilmine dönüstürür, insan bu sayfada yüce Yaradana delalet eden kat'i bürhanlar bulur ve bütün kâinatla müthis bir ünsiyet kesbeder, çünkü daha önce, küfür, dalâlet, inhiraf, zulüm ve sirk karanliklarinda kaybulmus olan fitratini okuyacaktir.
Dönüp, riyâzât ve Allah Teâlâ'ya sülûk yoluyla inkisaf eden sezi veya ilham eksenli bilgi konusunda Nursî'nin görüsünün ne oldugunu bize sorarsan, sana su cevabi veririz:
Said Nursî bu yolun varligini onaylar ve zevk ve kesif ehli nezdinde bunun kesin bilgi ifade ettigini vurgular. 13
Ancak ayrintilari kesin bilgi ifade etmez, çünkü hiçbir kurali ve siniri olmayan sühûd halinde verilen herhangi bir hüküm ve icra edilen herhangi bir müsâhede ortaminda, bir takim hata ve yanlisliklarin olabilecegini vurgular. Söz konusu hatalari tashih edecek yegâne kriter de Kitap ve Sünnet'tir. Onun için Bediüzzaman söyle der: "Elbette o kisim ehl-i suhud dahi, asfiya makamina çiktiklari zaman, kitap ve sünnetin irsadiyla yanlislarini anlarlar, tashih ederler, hem etmisler." 14 “Sühûd mertebesi, gayba iman mertebesinden çok daha düsük bir mertebedir. Onun için hiçbir kurali olmayan ruhî haller, kesfiyât, zevkler ve müsâhedelerin tümü, Kur'ân ve Sünnet'e dayanan ve sühûda istinat etmeyen peygamberlerin vârisi olan muhakkikîn'in ve asfiyâ'nin verdigi hükümlerin seviyesine ulasamaz.” 15
Vahdet-i vücûd nazariyesine cevap baglaminda Bediüzzaman söyle der: "Evet, cadde-i kübrâ, Sahabe ve Tâbiîn ve asfiyanin caddesidir. “Hakâikü’l-esyâi sabitetün” (Varliklarin sabit birer hakikati vardir.) cümlesi, onlarin kaide-i külliyeleridir. Ve Cenâb-i Hakkin, “Onun benzeri hiçbir sey yoktur” (Sûrâ Sûresi, 42:11.) mazmunu üzere, hiçbir seyle müsabeheti yok. Tahayyüz ve tecezzîden münezzehtir. Mevcudatla alâkasi, Hâlikiyettir. Ehl-i vahdetü’l-vücudun dedikleri gibi mevcudat evham ve hayalât degil. Görünen esya dahi Cenâb-i Hakkin âsâridir." 16
Buna göre sirât-i müstakim, hatta Bediüzzaman'a göre velâyet-i kübrâ yolu, sadece Sahabe, asfiyâ, tâbiîn, ehl-i beyt imamlari ve müctehid imamlarin yolundan ibaret oldugunu ifade eder. Kur'ân-i Kerim'in ilk talebelerinin sülûk ettigi yol da budur.
Diger taraftan Said Nursî, Allah'a sülûk yolunda Kur'ân ve Sünnet'ten ayrilan ve bir takim hata ve inhiraflardan sâlim olmayan sûfî tarikatlarin yollarini da reddeder ve bunun için ferdî içtihadlara ve bâtil ilhamlara yer vermeyen ve Allah'a sülûku çok daha kisa bir mesâfede gerçeklestiren hâlis bir Kur'ân yolu önerir, Kur'ân-i Kerim'den aldigi dört âyet-i kerimeyle bu yolu Nursî dört adimda ifade eder. Bunlar: Acz, fakr, sefkat, tefekkürdür.
Acz, Allah'a giden yollarin en yakini ve en eslemidir, zirâ bu yol ubûdiyyet yoluyla insani mahbûbiyete ulastirir.
Fakr ise, acz gibi, insani Rahmân ismine ulastirir.
Sefkat ta, Allah'a ulastiran üçüncü bir yol olup, sülûk noktasinda fakrdan daha etkin ve daha genis boyutludur, zirâ bu Allah'in Rahîm ismine ulastirir.
Tefekkür ise ask gibidir, ancak asktan daha zengin, daha parlak ve daha genis bir yola sahiptir, zira bu yol sâliki Allah'in Hakîm ismine ulastirir.
Said Nursî bu gerçekleri su âyet-i kerimelerden istinbât eder:
“Nefsinizi temize çikarmayin..”
“Allah'i unuttuklarindan dolayi, Allah'in da kendilerine, kendi nefislerini unutturdugu kimseler gibi olmayin;”
“Basina bir iyilik isabet ettigi zaman Allah'tan, kötülük isâbet ettigi zaman da kendi nefsinden bil;”
“Allah'tan baska her sey helâk olacaktir.”
Bu dört adim, sufi bir tarikati ifade etmekten çok, ser'i hakikati temsil etmektedir.
Said Nursî açik bir sekilde söyle der:
"Yanlis anlasilmasin; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-i Hakka karsi görmek demektir. Yoksa onlari yapmak veya halka göstermek demek degildir.
Su kisa tarikin evrâdi, ittibâ-i sünnettir; ferâizi islemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazi tâdil-i erkânla kilmak, namazin arkasindaki tesbihati yapmaktir." 17
Dolayisiyla Bediüzzaman'a göre ilham, Kur'ân-i Kerim'deki ve Sünnet'teki ilahi vahiyden ayri ve bagimsiz bir kaynak degildir, ilhamin parlakligi, Kur'ân ve Sünnet'in bereketi ve ikisine baglilik oraninda meydane gelir.
Niçin?
Çünkü ilâhî vahiy akide, hüküm ve davranis itibariyle varligin esasidir. Dolayisiyla hissin kendine has bir alani, aklin sehâdet âleminde, insani Allah'a ulastirmada ve gayb âleminin gerçeklerine ve dakik meselelerine vâkif olma konusunda kendisine has bir alani vardir. Bu alandan sonra gayb sahasi devreye girer ki, onu ilmen ancak Allah Teâlâ ihata edebilir. Bütün varliklarin gerçegine yönelik insanin bilgisi tekâmül etsin diye, Allah Teâlâ, insani, nübüvvetle desteklemis ve vahy-i ilâhî yoluyla onu sonsuz gerçeklerin kaynagi kilmistir.
Diger taraftan Said Nursî, insan hayatinda gerçek degisimin bu önemli noktadan basladigini vurgular, zirâ insandaki "ene/ben"in mânâsi bununla baska bir mânâya dönüsür, varligi da baskasinin varligiyla kâim olur. Çünkü insanin esyaya mâlik olmasi vehmîdir, yani onun mâlikiyyeti, gerçek mâlik'in izniyle gerçeklesen zâhiri ve muvakkat bir mâlikiyettir. Hakikati tek bir hakikattir, vazifesi, Mevlasina itâati tam anlamda yerine getirmektir. Bu baglamda Yaradaninin sifatlarini bilecek ve onun tasarruflarini tanimaya çalisacaktir.
Ene/ben'in ikinci yönü, yani nefsini gerçek bir varlik olarak gördügü vecih ise, onun tam aksidir. Bir baska ifadeyle kulun kendine hakîki bir mahiyet biçmesi ve bunun Yaradandan gelmedigini düsünmesidir. Bu durumda kul kendini bagimsiz hisseder, varligini baska birisine bagli degil de, kendinden kaynaklanan bir varlik olarak görür. Kendine olan mâlikiyeti vehmî degil, hakîki telakkî eder, vazifesi de Yaradanina degil, kendi kendine kulluk olarak algilar. Iste baskasi için degil, sadece kendisi için çalisan, yolunu sasirmis karanlik felsefeyi sonuçlandiran azgin basibos ene, bu enedir, bir baska ifadeyle bu ene, hakîki varliktan ve hakiki mâlikten ayri bir kulvarda is görmeye çalisir. Onun için bu ene nübüvvet ve risâletle bulusmaz, onun hizmetine girmez ve hedeflerini kesfetme yoluna basvurmaz. 18
Su halde eger serir ve karanlik bu eneyi yoketmek istiyorsak, mutlaka boslugu bilgiyle doldurmamiz gerekmektedir. His ve akil bu bosluga ait gerçeklere cevap veremez. Buna yegâne cevap verecek olan kaynak Hz. Peygamber(s.a.v) ile noktalanan ve esmâülhüsnâ'dan tecelli eden kemâlâtlari sahsinda barindiran ilâhî vahiydir. Çünkü Hz. Peygamber(s.a.v)'in getirdigi prensipler ve esaslar, kemâlâtin tâ kendisi olup, onlari bir tarafa birakarak nûr ve kemâl ihrâz etmek mümkün degildir. Hatta bu kaynaktan uzak duran hakkinda mutlak bir manevî tedennî ve çöküs ile hükmedilir. Çünkü Hz. Peygamber(s.a.v) peygamberlerin hâtemi, enbiyâ ve mürselîn'in efendisi ve tüm insanligin Imamidir. 19
Dolayisiyla, Hz. Peygamber(s.a.v) kâinat kitabinin en büyük mucizesi olduguna göre, gayb âlemini tanima konusunda kendisi disinda hiçbir maddi bilgi kaynagina ihtiyaç söz konusu degildir. Hatta biz, kriterlerimizi insafli, ölçülü ve mantikli bir sekilde kullanirsak, söz konusu bilgi kaynaklariyla bu hak bürhani ispat ederiz. Çünkü onun seslendirdigi Kur'ân bütün nurlarin, bütün çagrilarin, dogru hikmetin ve bütün mânâlarin cevherlerine ait gerçeklerin tâ kendisidir. 20
Evet bu hatem olan Peygamber bürhandir, getirdigi nûr O'nun varligini teyid etmistir, o da Said Nursî'nin derin düsüncesi ve essiz duru üslûbuyla tarif ettigi Kur'ân-i Kerim'dir:
"Kur’ân-i Hakîm su kitab-i kebir-i kâinatin bir tercüme-i ezeliyesi; su sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i Ilâhiyenin kessafi; su sutûr-u hâdisâtin altinda muzmer hakaikin miftâhi; su âlem-i sehadet perdesi arkasindaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-i Rahmâniye ve hitâbât-i ezeliyenin hazinesi; su âlem-i mâneviye-i Islâmiyenin günesi, temeli, hendesesi; âlem-i uhreviyenin haritasi; Zât ve sifât ve suûn-u Ilâhiyenin kavl-i sârihi, tefsir-i vâzihi, burhan-i nâtiki, tercüman-i sâtii; su âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakikîsi, mürsid ve hâdîsi; hem bir kitab-i hikmet ve seriat; hem bir kitab-i dua ve ubudiyet; hem bir kitab-i emir ve davet; hem bir kitab-i zikir ve marifet gibi, bütün hâcât-i mâneviyesine karsi birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve mesârib olan evliya ve siddikînin, asfiya ve muhakkikînin herbirinin mesreplerine lâyik birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir." 21
Sadece his ve akli kaynak kabül eden ve bunlarin ötesine geçmeyen ve bu ikisi disindakilere inanmayan kuru beserî felsefeye gelince, Dünyaya sabit bir gözle baktigini görür; beseri felsefe, mevcudâtin mahiyeti ve özelliklerini uzun uzadiya anlatirken, Ayni mevcudatin Alahin birligine isaret eden vazifelerini anacak oldugu zaman ise çok özetle anar. Böylece beseri felsefe kâinatin nakislari ve harfleri üzerinde uzun uzadiya dururken, onlarin mânâ ve özü üzerinde gerektigi kadar pek durmaz.
Ancak Kur'ân-i Kerim, Dünyaya geçici ve oyalayici bir nesne olarak bakar, ona göre Dünya degisken bir özellige sahip olup sabit degildir. Onun için Kur'ân-i Kerim'in, mevcudatin özelliklerini ve zâhiri-maddî mahiyetlerini özetle zikrederken, mevcudâtin, yüce Yaratici'yla irtibatlandirilan ubûdiyyet yönüne isaret eden vazifelerini zikredince uzun uzadiya ayrintilara yer verdigini görüyoruz. Ayni sekilde söz konusu mevcudâtin tekvînî olan ilâhî emirlere ne derece boyun egdigi ve hangi yönden sânii'nin esmâülhüsnâ'sina delalet ettigini beyan ederken de tafsilatli açiklamalara yer verir. 22
Said Nursî, Kur'ân-i Kerimden ayri bir sekilde ele alinan cüz'i bilgiye onay vermedigini görüyoruz. Bediüzzaman bunu beserî aklin noksanligi seklinde telakkî etmektedir. Onun için kendisi meseleyi bunun aksi bir metotla ele almakta Kur'ân-i Kerim'den varligin cüzlerine dogru derinlesmeyi hedeflemektedir. Dogrusu, bu emin bir yoldur; çünkü birincide arastirici gerçegi kaybeder ve eksenin disina çikabililir, ancak ikinci noktada merkez bellidir, zemin de saglamdir. Dolayisiyla Kur'ân-i Kerim'i hareket noktasi kabül edenin hiçbir korkusu söz konusu olmaz. Çünkü o bütün dallari temsil eden bir agaçtir, oysa beserî düsüncenin dallari münferittir. 23
Zirâ Kur'ân-i Kerim esmâülhüsnâ'dan zuhûr ve tecelli eden gerçekleri, halkalari kopmayacak sekilde cem'etmistir, oysa beserî düsünce, zaman ve mekân unsurlarinin tesirinde kalarak münferit bir sekilde ortaya koyar. Dolayisiyla bir gün deger ifade eden bir sey , bir baska gün ayni degeri ifade etmemektedir. Belli bir yerde kabül gören sey, sahsi maslahatin ve degisken sartlarin baskisina binaen, baska bir yerde kabül görmemektedir. Durum böyle olduguna göre, Kur'ân-i Kerim yolu, insani Allah Teâlâ'ya ulastiracak olan yegâne yoldur. Çünkü bu yol insanin fitratini harekete geçirmeye, bir seyler arayan akillari, mâmur kalpleri devamli tesvik etmeye en yakin yoldur. Bu yol âfâk ve enfüs âyetleriyle en üst seviyede örtüsen bir metottur. 24
Su halde Said Nursî'nin benimsedigi bilgi kaynaklari, his ve akil noktasinda birbirlerini teyid eden Kur'ânî esaslarin tâ kendisidir. Ancak Kur'ân-i Kerim onlari Kur'ânî bir karisima tâbi tutmaktadir.
Iste Said Nursî'yi Risaleler'ini kaleme alirken köklü Kur'ânî bir metodu benimsemesine sevkeden buydu. Bu metod Islâm ümmeti üzerinde bir çati olusturan bir metottur. Ancak bu çati asrin dili ve mücaledesi ile yapilmistir.
Iste bu asirda imani kurtarma noktasinda Islâmî tebligde basarili olmasinin sirri budur. Çünkü Bediüzzaman Said Nursî geçmiste Islâm medeniyeti ile diger medeniyetler arasinda bir mücadeleden ibaret olan sig tarihî metotlardan hareket etmemistir. Söz konusu metotlar modern asirda gayeleri tükenmis ve onun yerine dahilî ve haricî sorunlar gündeme getirmistir ki bunlarin derinlemesine ve günümüz kriterlerine göre tedavi edilmemesi Islâmin gelecegi için büyük bir tehlike teskil etmektedir. Onun için Said Nursî, üç delille kâinati okuyan Kur'ân'in bütüncül metodundan hareket etmistir: Bu bürhanlar müsâhede edilen kâinat, okunan kitap olan Kur'ân-i Kerim ve nâtik olan bürhan Rasülullah(s.a.v)'dir.
____________________
1 1937 Irak-Kerkük doğumlu olan müellif, 1959 Bağdat Üniversitesi mezunudur. Yüksek Lisans öğrenimini Bir Müfessir olarak Alûsî, doktorasını da(1973'te) Bir Müfessir Olarak Râzî adlı çalışmaları ile Kahire Üniversitesinde tamamlamıştır. Misafir öğretim üyesi olarak bir çok defa Irak dışında çalışan müellif, şu an Bağdat Üniversitesi Eğitim Fakültesinde hocalık yapmaktadır. Müellifin on'u aşkın matbu eseri vardır.
2 Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Doğrusu Biz, sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zâlim ve çok câhil olan insan ise onu yüklenmiştir." (Ahzâb, 72)
3 Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Rabbin meleklere "Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti"(Bakara, 30)
4 Kelimât, s. 349.
5 Kelimât, s.134-140.
6 Kelimât, s.144, 644, 648.
7 Kelimât, s. 512,515.
8 Risale-i Nur Külliyatı, s. 11.
9 Kelimât, s. 175
10 Sözler, s. 179-184
11 Kelimât, s. 23.
12 Kelimât, s. 145.
13 Kelimât, s.24, 157, 255.
14 Risale-i Nur Külliyatı, s. 383.
15 Mektûbât, s. 105
16 Risale-i Nur Külliyatı, s. 384.
17 Risale-I Nur Küliyatı, s. 210-211. Said Nursî'nin hayatı, söz konusu fakr ve aczi tam anlamda temsil etmekteydi, zira o, ilahi kulluk ve taatte eriyen bir maneviyata sahipti, ama zâlimve cebbârlara karşı bir uludağ gibiydi.
18 Kelimât, s.637 vd.
19 Kelimât, 641-643
20 Kelimât 254-268; Lemalar, s. 196.
21 Risale-i Nur Külliyatı, s. 95.
22 Kelimât, s. 508.
23 Kelimât, s. 425.
24 Mesnevî Arabî Nûrî, s.428.