Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İnsanlar Haşir Yerine Üç Halde Gelirler
Hz. Peygamber (S.A.V) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “İnsanlar haşir yerine üç halde gelirler. Bir kısmı binitli olarak, bir kısmı yaya olarak, bir kısmı da yüz üstü sürünerek gelir.” (Buhari, Müslim, Tirmizi) Haşir meydanına, kendilerini ayakta tutacak kadar ameli olanlar, yaya olarak gelir ve yaya olarak kalırlar. Amelde ileri olanlar ise, hem gelirken hemde mahşerde binitli olurlar. Mahşerin insanları hayret ve şaşkınlık içinde bırakacak halleri çoktur. Bunlar takva ehli için sevinç, fısk ve günah ehli için ise, dehşet ve korkularla doludur.
Anne, baba, kardeş o gün herkes birbirinden kaçar. Anne, baba, kardeş o gün herkes birbirinden kaçar. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “O gün (takvasız yaşamış) kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. Çünkü o gün herkesin derdi ve telaşı başını aşmış durumdadır. O gün bazı yüzler aydınlık, güleç ve sevinçlidirler. Bazı yüzlerin ise, üzerinde keder bulutu ve ümitsizlik karanlığı vardır.” (Abese; 33-41)
Mahşerde çok büyük bir izdiham vardır. Burada nefesler birbirine karışıp ciğerleri ısıtırlar. Güneş, herkesin ameline göre yakın bir mesafeden üstüne hararet ve ateş yağdırır. Korku ve heyecan had safhadadır. Sıkıntı, telaş, yorgunluk sınırsızdır. Utanmak, mahçubiyet, pişmanlık, çaresizlik, ağrı ve sızılar cehennem gibidir. Orada vücutlar ter çeşmesi haline gelir. Bu sıcak, kirli ve pis kokulu terler göl haline gelir ve amellere göre insanların gırtlaklarına kadar yükselir.
Nitekim Hz. Peygamber (S.A.S.) şöyle buyurmuştur: “Mahkeme faslı başladığı zaman, kötü insanların (korku ve sıkıntıdan) çıkardığı terler, onların kulak memelerine kadar çıkar.” (Müttefekun Aleyh)
Başla bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “ Kıyamet günü güneş halka bir mil kadar yaklaşır. İnsanlar amellerinin nisbetinde tere gömülürler. Bir kısmı topuklarına kadar, bir kısmı dizlerine kadar, bir kısmı yarı beline kadar, bir kısmı da ağızlarına kadar tere gömülecek.” Resulullah (S.A.S.) bunu söylerken eliyle ağznı işaret etti. (Müslim) Ravilerden Amir oğlu Selim: “Hadiste geçen “mil” yer ölçüsü müdür, yoksa göze sürme çeken mil midir, bilemiyorum.” demiştir.
Abdullah b. Mes'ud (R.A.) der ki: “Kıyamet günü yeryüzü tamamıyla ateş halindedir. Cennet ise, cam gibi vücutlarının içi görünen genç hurileriyle onun arkasındadır. Abdullah'ı kudret ve iradesi ile yaşatan Allah'a yemin ederim ki, kişi yeryüzünde (mahşer yerinde) teri -sular gibi- akıncaya kadar terler. Daha sonra hesap başlamadan, teri yükselip burnuna ulaşır.” Kıyamet gününde az terleyenler ise, dünyada iken ibadette, Müslümanların ihtiyacı için dolaşmakta, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker görevini ifa etmekte terleyenlerdir.
Mahşer günü çok uzun bir gündür. Onun uzunluğu hesabı görülecek insanların çokluğundan dolayı değildir. O günün uzunluğu, müstehak olanların mahşer yerinde azap çekmeleri içindir. Kur'an-ı Kerim'de bu günün uzunluğu bin ve elli bin sene olarak gösterilmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala yarattıklarını bir savaşcının oklarını torbasında topladığı gibi, haşir yerinde toplar ve elli bin sene bekletir.” (Taberani)
Ancak bu uzunluk herkes için aynı değildir. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur : “Allah-u Teala hesap gününü bazı kulları için iki namaz arasındaki süre kadar kısaltır.” (Beyhaki, Ebu Ya'la) İnsanların çoğu bu upuzun günde aç ve susuzdurlar.
Hasan-ı Basri şöyle demiştir: “Düşünebiliyor musunuz? İnsanlar elli bin sene süren o günde hep ayakta kalırlar. Hiçbir şey yemez ve hiçbir şey içmezler. Sıcaktan boyun telleri kopar. Susuzluktan ciğerleri, açlıktan da mideleri parçalanır.” Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, haşir meydanı ve kıyamet günü çok dehşetlidir. Bu ikisini unutmamak gerekir. İnsan bu ikisini unuttuğu zaman ahireti için hazırlık yapmaktan gafil olacaktır. Bu ikisi hatırımızda olduğu zaman ise, bize devamlı olarak ahiret için hazırlık yapmak azmi, isteği gelecektir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve Cebrail (A.S.) Allah'ın yanında dereceleri çok büyük ve çok efdal olmalarına rağmen haşir ve kıyamet gününün dehşetinden ağlıyorlardı. Biz de onların bu halinden ibret almalıyız. Ahiretten gafil olup, sanki yoktur gibi davranmamalıyız. Unutmayalım! insanın dünyada yaşadığı hayatın her anının hesabını vereceği o büyük gün mutlaka gelecektir.
O gün Allah'a ve karşılaşacakları bu güne inanmış olanların yüzleri ayın on dördü gibi parlayarak mahşer alanına gelirken, inkar edenlerin kimi ağızlarından irin akarak kimi yüzleri simsiyah, gözleri gök renkli, karınları da ateş dolu olarak, kimi boğazları kesilmiş olarak yürüyecek
Ayet-i kerimede; “Beni zikredin, bende sizi zikredeyim.” (Bakara; 152) buyurulmuştur. Bizim O'nu zikretmemiz, dünyadayken O'nun emirlerine itaat edip, Salih amelleri işleyip günahlardan kaçınmamızdır. O'nun bizi zikretmesi ise, bu zor yerlerde imdadımıza gelmesi ve bizlere yardım etmesidir.
O halde Akıllı bir insan gibi nefsine sor; kabirde kalkarken yüzünün ayın on dördü gibi parlayarak mahşer alanına yürümeyi mi, yoksa ağzından irin akarak yüzü simsiyah, gözleri gök renkli, karnı da ateş dolu olarak yürümekmi ister? Tabi ki nefis güzel olanı.
O zaman anlatılanları sadece okumakla kalma, kalp gözüyle görerek yaşa ve o gün için salih amel işleyerek hazırlık yap.
Çünkü; her şeyin üzerinde insanın en büyük kazancı kuşkusuz Allah'ın rızasıdır.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Konu: Haşir Meydanı
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulmedilmez. Ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz." (Yasin; 54) Bunu dünyadayken Allah-u Zülcelal bize önümüzde neler olacağını bildirmiş, bizlerin de buna göre bu fırsatı çok iyi değerlendirmesi lazımdır. Kıyamet günü öyle bir gündür ki, anne babadan, baba anneden, baba oğlundan, oğul babadan kaçacaktır. O gün için kendimizi çok iyi hazırlamamız lazımdır.
Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, kıyamet sarsıntısı çok büyük bir olaydır. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın çocuğunu unutur ve tüm hamileler doğuruverir. İnsanları sarhoş görürsün. Oysa onlar sarhoş değildir, fakat Allah'ın azabı ağırdır." (Hac; 1-2) Allah-u Zülcelal kıyamet gününün şiddetini bizlere böyle haber veriyor. O günün şiddetinden, ancak salih ameller işle-yerek muhafaza olmaya çalışmalıyız.
Naklederler ki, bir insanın eceli geldiği vakit Azrail aleyhis-selam onun ruhunu almaya gelir. İlk önce onun ağzından ruhunu almak ister. Eğer dünyada dili zikirle ve ibadetle hayrı anlatmayla meşgul olmuşsa, Azrail aleyhisselam'a izin vermeyecektir, ben kabul etmiyorum, diyecektir. Çünkü ben hep Allah-u Zülcelal'in zikri ve ibadetiyle, hayırla meşgul oldum bırakmıyorum, diyecektir. Azrail aleyhisselam Allah-u Zülcelal'in huzuruna geri dönecektir. Bakın ibadet, Allah-u Zülcelal'in zikri, Azrail aleyhisselam'ı bile geri çeviriyor. Neden? Çünkü o da Allah-u Zülcelal'in elinde...
Azrail aleyhisselam Allah-u Zülcelalin huzuruna varınca diyecek ki: "Ya Rabbi, senin kulun beni perişan etti, onun ruhunu ağzından almak istedim bırakmadı." Allah-u Zülcelal:
"Git başka bir yerinden al!" buyuracak. Azrail aleyhisselam bu sefer gelip ellerinden ruhunu almak isteyecek. Eller de: "Hayır, ben Allah için sadaka verdim, Allah için hizmet ettim." deyip izin vermeyecek. Azrail aleyhisselam umutsuz kalacak Ayakları tarafından yaklaşacak. Ayaklar da: "Ben camiye gittim, hayır işlerine koştum, namaz kıldım." deyip izin vermeyecek. Böylece Azrail aleyhisselam nereden gelirse gelsin, o kul salih bir kişi ise, her âzâsı Allah-u Zülcelal'in emirlerine uymuşsa, hiç bir âzâ ona izin vermeyecektir. Onun ruhunu alması için Azrail aleyhisselam, yine Allah-u Zülcelal'in huzuruna çıkıp: "Ya Rabbi, senin kulun bırakmadı ki onun ruhunu alayım. Onun ruhunu almam için, hiç bir tarafından yol yok!" der.
Eğer biz Allah-u Zülcelal'e aşık isek, Allah-u Zülcelal'in zikrine aşık isek, Allah-u Zülcelal Azrail aleyhisselam'a: "Benim ismimi onun karşısına koy, onun ruhu bana aşık olduğundan, benim ismimle meşgul olacak ve onun ruhu ağzından birden çıkacak, sen hiç zahmet çekmeyeceksin." diyecektir. Hepimiz biliyoruz ki insan dünyadayken, daha sekarattayken kendi yerinin cennet mi yoksa cehennem mi olduğunu görecektir.
Şöyle denilmiştir: "İyilerin ruhu hamurdan kıl çekmek gibi, kötülerin ruhu ise diken ağacından tülbent çekmek gibi çekilir." Birinci olayda ruh yara almaz. İkinci olayda ise, yara alır ve delik deşik olmuş bir hale gelir. Aldığı bu yaralar kabir hayatı boyunca da ona azap çektirirler. Ruhu çekilmekte olan bir adam duyduğu acıyı şöyle tarif etmiştir: "Gökler üstüme çökmüştür. Vücudum iğne deliğinden geçiyor gibidir."
Hz. Peygamber (S.A.V) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "İnsanlar haşir yerine üç halde gelirler. Bir kısmı binitli olarak, bir kısmı yaya olarak, bir kısmı da yüz üstü sürünerek gelir." (Buhari, Müslim, Tirmizi) Haşir meydanına, kendilerini ayakta tutacak kadar ameli olanlar, yaya olarak gelir ve yaya olarak kalırlar. Amelde ileri olanlar ise, hem gelirken hemde mahşerde binitli olurlar. Mahşerin insanları hayret ve şaşkınlık içinde bırakacak halleri çoktur. Bunlar takva ehli için sevinç, fısk ve günah ehli için ise, dehşet ve korkularla doludur. Anne, baba, kardeş o gün herkes birbirinden kaçar.
Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "O gün (takvasız yaşamış) kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. Çünkü o gün herkesin derdi ve telaşı başını aşmış durumdadır. O gün bazı yüzler aydınlık, güleç ve sevinçlidirler. Bazı yüzlerin ise, üzerinde keder bulutu ve ümitsizlik karanlığı vardır." (Abese; 33-41)
Mahşerde çok büyük bir izdiham vardır. Burada nefesler birbirine karışıp ciğerleri ısıtırlar. Güneş, herkesin ameline göre yakın bir mesafeden üstüne hararet ve ateş yağdırır. Korku ve heyecan had safhadadır. Sıkıntı, telaş, yorgunluk sınırsızdır. Utanmak, mahçubiyet, pişmanlık, çaresizlik, ağrı ve sızılar cehennem gibidir. Orada vücutlar ter çeşmesi haline gelir. Bu sıcak, kirli ve pis kokulu terler göl haline gelir ve amellere göre insanların gırtlaklarına kadar yükselir.
Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Mahkeme faslı başladığı zaman, kötü insanların (korku ve sıkıntıdan) çıkardığı terler, onların kulak memelerine kadar çıkar." (Müttefekun Aleyh)
Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Kıyamet günü güneş halka bir mil kadar yaklaşır. İnsanlar amellerinin nisbetinde tere gömülürler. Bir kısmı topuklarına kadar, bir kısmı dizlerine kadar, bir kısmı yarı beline kadar, bir kısmı da ağızlarına kadar tere gömülecektir." Resulullah (S.A.V) bunu söylerken eliyle ağzını işaret etmiştir." (Müslim)
Ravilerden Amir oğlu Selim: "Hadiste geçen "mil" yer ölçüsü müdür, yoksa göze sürme çeken mil midir, bilemiyorum." demiştir. Abdullah ibn-i Mes'ud (R.A) şöyle demiştir: "Kıyamet günü yeryüzü tamamıyla ateş halindedir. Cennet ise, cam gibi vücutlarının içi görünen genç hurileriyle onun arkasındadır. Abdullah'ı kudret ve iradesi ile yaşatan Allah'a yemin ederim ki, kişi yeryüzünde (mahşer yerinde) teri -sular gibi- akıncaya kadar terler. Daha sonra hesap başlamadan, teri yükselip burnuna ulaşır."
Hz. Peygamber (S.A.V) ve Cebrail aleyhisselam Allah'ın yanında dereceleri çok büyük ve çok efdal olmalarına rağmen haşir ve kıyamet gününün dehşetinden ağlıyorlardı. Biz de onların bu halinden ibret almalıyız. Ahiretten gafil olup, sanki yoktur gibi davranmamalıyız.Zünnun-i Mısri şöyle anlatmıştır: "Ben bir adam gördüm. Havada oturaksız, boşlukta oturuyordu. Dedim ki: "Sen nasıl orada oturuyorsun, sen ne amel işliyorsun?" bana dedi ki: "Ben hevayı terk ettim, bıraktım. Keyif ve sefayı bıraktım. Kendi nefsimi Allah-u Zülcelal'in rızası için hapse koydum. Kim hevayı terk ederse işte böyle havada oturur."
İşte nefsin isteklerini terk edene, Allah-u Zülcelal'in rızasına talip olana, Allah-u Zülcelal böyle ikram ediyor. İnsanın ameli eğer salih amel ise cenneti oluyor, eğer salih amel değilse, onun cehennemi oluyor. Biliyorsunuz Behlül Dânâ büyük bir Evliyadır. Onun konuşmaları hep hikmetlidir. Bir gün bir yerden geliyordu. Ona: "Nereden geliyorsun?" diye sordular. O da: "Cehennemden geliyorum." dedi. "Niçin cehenneme gittin?" diye sorunca: "Ateş almak için gittim, fakat ateş bulamadım." dedi. "Nasıl konuşuyorsun, bu nasıl olur! Cehennemde ateş olmaz mı?" dediler. O da: "Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler."
Gerçekten de böyledir. Eğer ateş yaksaydı oradaki meleklerin hepsi yanardı. Ateş yoktur, insanın kötü amelleri ateş olup onu yakıyor. Demek ki insan dünyadan ayrılırken cenneti veya cehennemi de onunla beraber gidecektir.
Hz. Ömer(R.A) bir gece Medine sokaklarında dolaşıyordu. Ağlayan bir kadın sesi duyup o tarafa gitti kadın: "Halife kocamı harbe göndermiş, biz burada aç susuz kaldık. Yarın çocukları götürüp halifenin kapısına bırakacağım." diyordu. Hz. Ömer (R.A) bunu duyar duymaz, hemen eve gidip bir çuval un omuzladı. Kölesi: "Bırakın ben taşıyayım." dediyse de, Hz. Ömer (R.A) izin vermedi. Kadının evine gelip, mübarek eliyle odun kırıp ateş yaktı. Kendisi suya gidip su doldurdu, bir tencereyi ateşe koydu, yemek pişirdi ve çocuklara yedirdi. Kendisi kadından özür diledi.
İşte onların hali böyle idi. Allah-u Zülcelal onların bereketinden bizleri mahrum etmesin. Onlar nasıl Allah-u Zülcelal'den korkuyorlardı, nasıl pehlivan idiler...
Hz. Ömer (RA)'ın hicretini hepimizin bilmesi lazımdır. Hicret edeceği zaman Kabe'ye gelip yedi kez tavaf etti ve: "Ben şu yoldan gidiyorum. Karısını dul bırakmak, çocuklarını yetim bırakmak isteyen peşimden gelir." demişti.
Öyle pehlivan oldukları halde, Allah-u Zülcelal'den nasıl korku-yorlardı. Onlar akıllıydılar. Çünkü önümüzde çok büyük bir mesele ve olay olan kıyamet vardır. Bu dehşetli kıyamet gününe çok iyi hazırlamamız lazımdır.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
iyilerle beraber olmak
ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed! Rabblerinin rızasını dileyerek sabah akşam O'na ibadet edenlerle birlikte kendini tut, sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı ziynetine kapılıp gözünü ashabından ayırma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için kalbini bizi anmaktan uzaklaştırdığımız, arzularının kölesi olmuş, işigücü haddi aşmak olan kimseye sakın uyma." (Kehf ; 28)
ALLAH-u Zülcelal bu ayet-i kerimeyle, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e ister fakir, ister zengin olsun, ALLAH'ın ibadetinde bulunan iyi kişilerle beraber olmayı, nefsini onlarla beraber hapsetmeyi emretmiştir. ALLAH-u Zülcelal'in Hz. Peygamber (S.A.V) e emrettiği şey, bize de emirdir. Aynen biz de Hz. Peygamber (S.A.V)'in mutabaatını yapmalıyız.
Dünya ziynetine, kötülüğe, günahlara, heva-i nefsine tabi olan kimselere uyduğumuz zaman, bu ayet-i kerimenin tersine hareket etmiş oluruz. ALLAH'ın emir ve nehiylerine uyan, O'na itaat eden kimselerle, ister fakir olsun ister zengin olsun, beraber olmak, ALLAH'ın emirlerinden bir emirdir. Bu ayetin inişine sebep olan olay şudur: İmanların yoksullarından olan Suhayb, Ammar, Habbab ve diğerleri, Hz. Peygamber (S.A.V) ile birlikte oturup onun yanında bulunuyorlardı. Kafirlerin liderleri ise, bunu istemiyor ve onların Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem'in yanından uzaklaştırılmalarını istiyorlardı. Diyorlardı ki: "Şu fakir nsanları yanından kovarsan, biz de senin yanına gelir ve seninle otururuz. Biz müslüman olursak diğer insanlar da Müslüman olurlar. Bizim sana uymamıza onlar engel oluyorlar. Çünkü onlar alçak bir topluluktur."
Zünnun-i Mısri şöyle demiştir: "ALLAH-u Zülcelal, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e hitap ederek onu uyarmıştır. Buyurmuştur ki: "Ruhu, canı ve kalbiyle bizimle olanlarla ol. Onlar sabah akşam bizim huzurumuzu terk etmeyen kimselerdir. Ey Peygamber! Bizim huzurumuzdan ayrılmayanları koruyup, onları gözetmen gerekir. Onları terk etmen gerekmez." Hz. Peygamber (S.A.V) onlarla iftihar ederek şöyle buyurmuştur: "ALLAH, ümmetimden öyle büyük zatlar yaratmıştır ki, nefsimi onlarla beraber hapsetmeyi, bana emretti." (Tefsir-i Ruhu'l-Beyan)
Fakir arkadaşlarımıza bir sadaka verdiğimiz, bir iyilik yaptığımız zaman, onunla onlara minnet ve eziyet yapmamalıyız. ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Mallarını ALLAH yolunda harcayanların durumu; her başağında yüz dane olmak üzere, yedi başak veren bir danenin durumu gibidir. ALLAH, dilediğine kat kat verir. ALLAH'ın lütfu geniştir. O bilendir." (Bakara; 261)
İşte, ALLAH-u Zülcelal bir kişi mü'min kardeşine sadaka verdiği zaman, onu bir daneden, yedi yüz daneye kadar artıracağım buyuruyor. İnsan mü'min kardeşine sadaka verdiği zaman: "Sen ne zamana kadar bana yük olacaksın, ne zamana kadar gelip benden böyle isteyeceksin!" diye ona eziyet etmemelidir. Halbuki şöyle düşünmelidir:
"Bu benden sadaka istemeye geldi, bu sayede bana hamallık yapacak. Benim malımı ahirete götürecek, benim ahirette köşkler almama vesile olacak!" Bunun için ona dua etmeli, onu sevmeli ve takdir etmelidir. Çünkü, o fakir olmasaydı bu mal ahirete nasıl giderdi? Ahirete gitmez dünyada kalırdı.
ALLAH-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İnananlar arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da, ahirette de acı veren bir azap vardır." (Nur; 19)
Bu ayet-i kerimeden çok açık olarak anlaşılıyor ki mü'minler bir vücut gibi olmalıdırlar. Nasıl bir insan, kendi nefsi için kötü bir şey istemiyor ise diğer mü'min kardeşleri için de onu istememesi lazımdır. ALLAH-u Zülcelal, yapmamızı istediği şeyleri sevmektedir. O'nun istediği şekilde olmamız lazımdır. Öyle olduğu zaman, ALLAH-u Zülcelal bize yardımcı olacak, feyzini, nisbetini bizim üzerimize gönderecektir.
İbn-i Ömer radıyALLAHu anh'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Mü'min mü'minin kardeşidir. Mü'min, kardeşine zulüm ve hakaret yapmaz. Bir mü'min, diğer bir mü'min kardeşinin bir hacetini yerine getirirse, ALLAH-u Zülcelal de onun hacetini yerine getirir. Kim, mü'min kardeşinin bir ayıbını, kusurunu örterse, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde onun kusurlarını örter." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)
Peki, kimin kusuru yoktur? Hepimiz kusurluyuz. O kusurları örtmek istemiyor muyuz? İstiyoruz. Öyleyse, dünyada mü'min kardeşlerimizin kusurlarını örtmeliyiz ki, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde bizim kusurlarımızı örtsün. Birbirimize yardımcı olmamız lazımdır ki, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde bize yardım etsin.
Hz. Peygamber (S.A.V) 'den önceki cehalet devrinde, kafirler kızlarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Öyle bir cehalet içindeydiler. İbn-i Amr radıyALLAHu anh'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Kim mü'min kardeşinin kusurunu örterse, sanki o diri diri gömülmüş olan kızları ihya etmiş gibi sevap kazanır." (Ebu Davud)
Nasıl bir kişi, bir insan ölürken, onu hayata döndürmeye sebep olursa, ne kadar sevap kazanacaksa, bir mü'minin kusurunu örtmek de ALLAH'ın yanında öyle kıymetlidir. ALLAH-u Zülcelal, o kişiye bir insanı hayata döndürmüş gibi sevap verir. Hz. Peygamber (S.A.V) bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: "Mü'minin hali ne acayiptir? Mü'minin her hali, onun için hayırdır." (Müslim)
Hasta olursa hayırdır. Zengin olursa hayırdır. Yemek yerse hayırdır. Aç olursa hayırdır. Ne olursa, onun için hayırdır. Niçin? Yemek yeyince 'elhamdülillah' diye şükrettiği zaman, hayır olur. Aç kaldığı zaman, halinden memnun olur, tevekkül ederse, hayır olur. Yani mü'minin başa ne gelirse, onun için hayırdır. Yeter ki insan mü'min olsun.
Fakat biz Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem gibi dünyanın aslını, hakikatini anlamadığımız için onu el üstünde tutuyor ve muhabbet besliyoruz, onun her şeyine katılıyoruz. Oysa biz, Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem gibi dünyanın hakikatini bilseydik, nefsimiz dünyada rahat edecek, dünya için hiçbir zaman telaşa düşmeyecektik.
İbn-i Erkam isminde bir sahabe şöyle anlatmıştır: "Bir gün Ebu Bekir Sıddık'la oturuyorduk. Hz. Ebu Bekir (R.A) su istedi. Ona biraz su ile bal getirdiler. Su ve balı ağzına yaklaştırdı, ağladı ve ağzından uzaklaştırdı. Orada bulunan cemaat de ağladı. Bir müddet beraber ağladılar. Cemaatin ağlaması durdu. Fakat o ağlamaya devam etti. Oradakiler 'artık konuşmaz her halde' dediler. Hz. Ebu Bekir radıyALLAHu anh bir müddet durduktan sonra, göz yaşlarını mendile sildi. Ona: "Ya Eba Bekir! Seni bu derece ağlatan neydi ?" dediler. Şöyle cevap verdi: "Bir gün ALLAH Resulü (S.A.V) ile beraberken, eliyle bir şeyleri itiyor gibiydi. Ve sanki: 'Benden uzak dur, benden uzak dur' diyordu. Sordum "Ya ResulALLAH! Birşeyleri uzaklaştırıyorsun ama ben kimseyi göremiyorum." Buyurdular ki: "Dünya, içindeki bütün debdebesiyle karşımda temessül etti, bana kendini kabul ettirmek istedi; ben de ona (benden uzak dur) dedim. O da bir kıyıya çekilirken; 'VALLAHi sen benden kurtulsan da, senden sonrakiler benim elimden kurtulamayacaklar' dedi. İşte bu bir bardak su ile dünya bana kendini kabul ettirdi endişesiyle ağladım." (Müslim)
Onların hayatına bir bakınız. Oysa biz nasıl danyaya daldık. Hiç olmazsa Şah-ı Nakşibend'in şu sözüne uyalım. Şah-ı Nakşibend bir gün, cemaatine güzel bir yemek verip onlara şöyle demiştir: "Biz bu yemeği yiyeceğiz, hiç olmazsa bununla çok ibadet edelim. Nefis bir hayvan gibidir. Biz ise ona binmişiz. O bizi dağların tepesinden, yukarılardan aşağıya doğru düşürmesin. Madem ki yiyoruz, o yediğimizle ibadet edelim. Nefsin başına bir gem vurup ona fırsat vermeyelim. Bu yemekleri yedikten sonra, ona fırsat verirsek, azgınlaşır."
Hz. Hafsa radıyALLAHu anha, bir gün babası Hz. Ömer (R.A)'a şöyle dedi: "Ya baba! ALLAH, halifeliğin zamanında, sana o kadar fetihler nasip etti ki dünyayı fethettin. Rızıklar çoğaldı. Niye biraz yumuşak elbise giyip, güzel yemekler yemiyorsun?" Hz. Ömer (R.A) şöyle cevap verdi: "Ya Hafsa! Sen Hz. Peygamber (S.A.V) 'in zamanını, onun o durumunu hatırlamıyor musun? Unuttun mu? Ben ölünceye kadar, ALLAH'ın rızasını kazanmak için Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem ve Hz. Ebubekir radıyALLAHu anh gibi nefsime karşı şiddetli olacağım."
Hz. Aişe (R.A) şöyle anlatmıştır: "Bir gün, fakir bir kadın kapımıza geldi. Yanımda üç tane hurma vardı, ona verdim. Kadının yanında iki tane yetim kızı vardı. O üç hurmadan birini bir kızına, diğerini öbür kızına verdi. Üçüncü hurmayı ağzına götürmek için teşebbüs etti. Kızları hurmalarını yedikten sonra, onunkini de almak istediler. Kadın hurmayı yemedi, o bir hurmayı ikiye bölerek, bir parçasını bir kızına, öbür parçasını diğer kızına verdi."
Hz. Aişe radıyALLAHu anha, Hz. Peygamber (S.A.V) eve gelince: "Ya RasulALLAH! Bu gün bir kadın geldi. Onun haline hayret ettim. Kadın, kendi ağzındaki hurmayı ikiye bölerek, kızlarına paylaştırdı, kendisi yemedi." diyerek, olayı anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"O hurmayla, ALLAH-u Zülcelal o kadına cennet hediye etti." (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Biz şefkatli ve merhametli olursak, ALLAH-u Zülcelal de bize şefkat ve merhametle davranır. Çünkü ALLAH-u Zülcelal şefkat ve merhamet sahibidir. Ebu Zer (R.A)'den rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Her birinizin, her eklem yerinin bir sadakası vardır. Her sübhanALLAH, bir sadaka yerine geçer. Her elhamdülillah bir sadakadır. Her lâ ilâhe illALLAH... bir sadakadır. Her ALLAH-u ekber bir sadaka olur. İyiliği emretmek bir sadaka, kötülüğe mani olmak bir sadakadır. Onun kıldığı iki rekat duha namazı bütün bunları karşılar." (Müslim)
İşte böyle fırsatlar elimizdedir. Onun için bu fırsatları vakit geçmeden değerlendirelim. Çünkü önümüzde çok büyük bir olay vardır. Bu olaylara hazırlanmamız lazımdır.
ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "O gün ALLAH'tan korkanlar hariç dost olanlar birbirlerine düşmandırlar." (Zuhruf; 67)
Hz. Ali (R.A) şöyle anlatır:"İki mü'min dosttan birisi vefat ederse, ALLAH-u Zülcelal'in huzuruna gittiği zaman, dünyadaki mü'min dostunu hatırlar ve ona dua der: "Ya Rabbi! Benim dünyada filan dostum vardı. Onu dalalete, yanlış yola götürme! Onu yanlış yoldan muhafaza et!" der. Mü'min, ALLAH'ın huzuruna gittiği, cennetle müjdelendiği zaman, dünyadaki mü'min dostunu bu şekilde hatırlar. Çünkü, mü'min dostu dünyadayken, kendisine yol göstermiş, nasihat etmiş, ona yardımcı olmuştu. Bunu hatırladığı için ona dua eder.
Dünyadaki mü'min dost da vefat ettikten sonra, ikisinin ervahı yan yana gelir ve birbirlerine yardımcı olmak suretiyle, cennette keyf-u sefa ederler. İki kâfir dosttan biri ölüp de cehennem ateşiyle kendisine müjde verildiği zaman, o da dünyadaki dostunu hatırlar ve: "Ya Rabbi! O bana küfürde yardımcı olmuştu. Kıyamet, cennet, cehennem yoktur, diyordu. Onu helak eyle!" diye beddua eder.
Dünyadaki kâfir dost da ölüp ruhları yan yana geldiğinde, birbirlerine düşman olurlar. İşte, ayette buyurulduğu gibi kâfirler dünyada güya birbirlerine dost olsalar da ahirette birbirlerine düşman olurlar. Çünkü dünyadayken birbirini saptırıyorlar, hak yoldan ayırıyorlardı. Fakat, mü'minlerin dostluğu ise ahirete kadar devam eder. ALLAH-u Zülcelal, sadat-ı kiram'ı bize nasip ettiğinden dolayı, O'na karşı çok borçluyuz. Sadat-ı kiram -eğer hakiki olarak birbirlerinden izin almışlarsa izinli olan sadat'ın her biri, zincirin halkaları gibidir. Zincirin halkaları vardır ve bunlar birbirine geçmiştir. En son da olan halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir bize doğru gelecektir.
İnsan sadat'ı sevdiği zaman, hayattaki sadat'a muhabbet beslediği zaman, direk ALLAH'ın muhabbetini kazanmış olur. Çünkü, hayatta olan sadat, zincirin son halkasıdır. Diğer sadat-ı kiram da son halkaya bağlanmış durumda olan zincirin diğer halkalarıdır. Bu zincir, Ebu Bekir Sıddık (R.A) 'dan, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e, ondan Cebrail aleyhisselam'a, Cebrail'den de ALLAH-u Zülcelal'e kadar, halkalar şeklinde uzanır.
İnsan, sadat-ı kirama muhabbet beslediğinde, zincirleme şeklinde, bir saniyede ALLAH'ın muhabbeti insana gelir. Kişinin içinde bir ferahlık, bir huzur oluşur. Nasıl son halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir geliyorsa, biz de hayatta olan sadat'ı sevdiğimiz zaman, bu sevgimiz, zinciri harekete geçirerek, kişiye ALLAH muhabbeti getirir. Bu fırsat elimizdeyken, onu değerlendirmeli, kıymetini bilme- liyiz. Sadat'ın muhabbeti, kalbimizden biraz eksildiği zaman, ALLAH'a olan muhabbetimiz de eksilir. Hiç kimse buna karşı çıkmamalıdır. Çünkü bu, çok tecrübe edilmiştir.
İmam-ı Rabbani şöyle demiştir: "Herhangi bir kimsenin, bu sadat'a muhabbeti olduğu zaman, kalbinde dağlar gibi zulmet varsa bile hiç korkmayın, onun akıbeti (sonu) iyi olacaktır. O sadat'ın muhabbeti, onun akıbetini iyi neticelendirecektir. Eğer kişide bu sadat'ın muhabbeti yoksa, veyahut da -neuzibillah- bilakis onlara münkirse, (onları inkar ediyorsa) onun kalbinde dağlar gibi nurlar olsa da ondan korkun. Onun sonu tehlikelidir."
Sadat-ı kiram, daima ALLAH'tan, ALLAH'ın dostlarından bahsederler. Bunun için üzerlerine ALLAH'ın rahmeti ve ihsanı yağar. Biz de onlarla beraber olursak, ALLAH'ın rahmeti ve ihsanı onlarla beraber, bizim üzerimize de gelir. Lokman Hekim, oğluna şöyle demiştir: "Oğlum! Bir meclise, cemaate gittiğin zaman, hiç konuşma. Onlara bak, onları dinle. Eğer ALLAH'ın zikriyle meşgul oluyorlarsa, fırsatı kaçırma, onlarla beraber ol! Çünkü onların üzerine ALLAH'ın rahmeti gelmektedir, senin üzerine de gelecektir. Eğer ALLAH'tan değil de gıybetten, koğuculuktan, dünyadan bahsedip vakitlerini gafletle geçiriyorlarsa, hemen onlardan ayrıl, başka bir yere git!" Hz. Lokman'a 'Hekim' diyorlardı. Yani o, insanın maneviyatı için bir hekimdir. Onun sözü hakikaten ne güzeldir!Arkadaşlık çok mühimdir. Hepimiz biliyoruz ki; insan arkadaşının, dostunun dini üzeredir.
Evzai şöyle demiştir: "Elbisene değişik renkte bir yama vurduğun zaman, çok çirkin görülür. Fakat yama, elbisenin renginde olduğu zaman, insan onu fark etmez. İşte senin arkadaşın, sana benzemiyorsa, tıpkı o çirkin yama gibidir. Sen iyi olsan da o kötü arkadaşın, seni kötü ve biçimsiz yapar." ALLAH-u Zülcelal, insanın güzel ahlaklı olmasını sevmiştir. Nitekim Ümame radıyALLAHu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Haklı da olsa, sürtüşme ve münakaşayı terkeden kişiye cennetin çevresinde bir köşk verileceğine, şaka da olsa, yalan söylemeyen kimseye cennetin ortasında bir köşk verileceğine, ahlakını güzelleştirene de cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine kefilim." (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace)
Abdullah bin Amr radıyALLAHu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) ; "Size, en çok sevdiğim ve kıyamet gününde bana mevkisi en yakın olanınızı bildireyim mi?" buyurdu ve bu sözünü iki veya üç defa tekrarladı. Ashap: "Evet, bildir ya Resulullah!" deyince, Hz. Peyagmber (S.A.V) şöyle buyurdu:"Ahlakı en güzel olanınızdır." (Ahmed bin Hanbel, İbn Hıbban)
Ebu Hureyre (R.A) 'dan rivayet olunan bir hadis-i herif şöyledir: "Bir adam Hz. Peygamber (S.A.V) in yanına gelerek: "Ya RasulALLAH! Bana, yapınca cennete müstahak olacağım bir şey söyle de daha senden başka kimseye bir şey sormayayım." dedi. Hz. Peygamber (S.A.V) ona: "Muhsin ve iyilik sahibi ol, mü'min kardeşlerine daima ihsanda bulun." diye tavsiyede bulundu. Adam: "Ya RasulALLAH! Ben muhsin olduğumu, o vasfı kazandığımı nasıl bileceğim?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Komşularına sor. Eğer onlar sana sen muhsinsin, iyisin, şefkat ve merhamet sahibisin derlerse, gerçekten sen şefkat, merhamet sahibi muhsin birisin. Yok eğer böyle demiyorlarsa, öyle değilsin." (İbn Mace)
Tabi, o adam komşularının bilmediği günahlar yapmış olabilir fakat, komşuları: "ALLAH için, biz bu adamdan hayırdan başka bir şey görmedik!" dediklerinde, ALLAH-u Zülcelal: "Siz ondan, zahiri olarak hep hayır gördüğünüzden dolayı, sizin onun hakkındaki şahitliğinizi kabul ettim ve onun bilmediğiniz günahlarını ve bütün günahlarını affettim." buyurur.
Burada bize çok büyük bir işaret vardır. İnsan devamlı olarak, kendisiyle ALLAH arasındaki hale çok dikkat etmesi lazımdır. Buna dikkat ettiği zaman, onun mü'min kardeşi de ondan hayırdan başka bir şey görmeyecektir. Hayırdan başka bir şey görmeyince de onun iyiliğine şahadet edecek, bu sebeple onun kıyamet gününde rahat etmesine ve ALLAH-u Zülcelal'in onu af ve mağfiret etmesine vesile olacaktır.
İnsan biraz kitap okuduğu, bir şeyler öğrendiği zaman, iyi ve kötüyü birbirinden ayırabiliyor. İnsan: "ALLAH-u Zülcelal devamlı beni görüyor!" diye düşündüğü ve bu düşünceyle hareket ettiği zaman, kolay kolay günah işleyemez…
ALLAH-u Zülcelal, hayır işlerde bulunan kimseleri, Kur'an-ı Kerim'de methetmiştir. Nitekim ALLAH-u Zülcelal, Hz. Ebu Bekir (R.A)'ı, Zekeriya aleyhisselam'yı ve onun ehlini, Kur'an-ı Kerim'de şöyle methetmiştir: "Doğrusu onlar iyiliklerde yarışıyorlar, umarak ve korkarak bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı." (Enbiya; 90)
ALLAH-u Zülcelal bu şekilde onları methetmiştir. Kim böyle yaparsa, o da bu methe layık olur. Hz. Peygamber (S.A.V) 'den sonra Peygamber gelmez ve ayet de gelecek değildir. Fakat ALLAH-u Zülcelal Kur'an'da bu kullarını methettiği için kim de onlar gibi davranırsa, bu methe mazhar olmuş olur. Peki biz niçin ALLAH-u Zülcelal'in bizi methetmesini istemeyeceğiz? Elimizden geldiği kadar, korku ve reca (ümit) arasında, ALLAH-u Zülcelal'in ibadetine ve hayırlara doğru gitmemiz ve acele etmemiz lazımdır.
ALLAH-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
iyilerle beraber olmak
ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed! Rabblerinin rızasını dileyerek sabah akşam O'na ibadet edenlerle birlikte kendini tut, sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı ziynetine kapılıp gözünü ashabından ayırma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için kalbini bizi anmaktan uzaklaştırdığımız, arzularının kölesi olmuş, işigücü haddi aşmak olan kimseye sakın uyma." (Kehf ; 28)
ALLAH-u Zülcelal bu ayet-i kerimeyle, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e ister fakir, ister zengin olsun, ALLAH'ın ibadetinde bulunan iyi kişilerle beraber olmayı, nefsini onlarla beraber hapsetmeyi emretmiştir. ALLAH-u Zülcelal'in Hz. Peygamber (S.A.V) e emrettiği şey, bize de emirdir. Aynen biz de Hz. Peygamber (S.A.V)'in mutabaatını yapmalıyız.
Dünya ziynetine, kötülüğe, günahlara, heva-i nefsine tabi olan kimselere uyduğumuz zaman, bu ayet-i kerimenin tersine hareket etmiş oluruz. ALLAH'ın emir ve nehiylerine uyan, O'na itaat eden kimselerle, ister fakir olsun ister zengin olsun, beraber olmak, ALLAH'ın emirlerinden bir emirdir. Bu ayetin inişine sebep olan olay şudur: İmanların yoksullarından olan Suhayb, Ammar, Habbab ve diğerleri, Hz. Peygamber (S.A.V) ile birlikte oturup onun yanında bulunuyorlardı. Kafirlerin liderleri ise, bunu istemiyor ve onların Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem'in yanından uzaklaştırılmalarını istiyorlardı. Diyorlardı ki: "Şu fakir nsanları yanından kovarsan, biz de senin yanına gelir ve seninle otururuz. Biz müslüman olursak diğer insanlar da Müslüman olurlar. Bizim sana uymamıza onlar engel oluyorlar. Çünkü onlar alçak bir topluluktur."
Zünnun-i Mısri şöyle demiştir: "ALLAH-u Zülcelal, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e hitap ederek onu uyarmıştır. Buyurmuştur ki: "Ruhu, canı ve kalbiyle bizimle olanlarla ol. Onlar sabah akşam bizim huzurumuzu terk etmeyen kimselerdir. Ey Peygamber! Bizim huzurumuzdan ayrılmayanları koruyup, onları gözetmen gerekir. Onları terk etmen gerekmez." Hz. Peygamber (S.A.V) onlarla iftihar ederek şöyle buyurmuştur: "ALLAH, ümmetimden öyle büyük zatlar yaratmıştır ki, nefsimi onlarla beraber hapsetmeyi, bana emretti." (Tefsir-i Ruhu'l-Beyan)
Fakir arkadaşlarımıza bir sadaka verdiğimiz, bir iyilik yaptığımız zaman, onunla onlara minnet ve eziyet yapmamalıyız. ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Mallarını ALLAH yolunda harcayanların durumu; her başağında yüz dane olmak üzere, yedi başak veren bir danenin durumu gibidir. ALLAH, dilediğine kat kat verir. ALLAH'ın lütfu geniştir. O bilendir." (Bakara; 261)
İşte, ALLAH-u Zülcelal bir kişi mü'min kardeşine sadaka verdiği zaman, onu bir daneden, yedi yüz daneye kadar artıracağım buyuruyor. İnsan mü'min kardeşine sadaka verdiği zaman: "Sen ne zamana kadar bana yük olacaksın, ne zamana kadar gelip benden böyle isteyeceksin!" diye ona eziyet etmemelidir. Halbuki şöyle düşünmelidir:
"Bu benden sadaka istemeye geldi, bu sayede bana hamallık yapacak. Benim malımı ahirete götürecek, benim ahirette köşkler almama vesile olacak!" Bunun için ona dua etmeli, onu sevmeli ve takdir etmelidir. Çünkü, o fakir olmasaydı bu mal ahirete nasıl giderdi? Ahirete gitmez dünyada kalırdı.
ALLAH-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İnananlar arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da, ahirette de acı veren bir azap vardır." (Nur; 19)
Bu ayet-i kerimeden çok açık olarak anlaşılıyor ki mü'minler bir vücut gibi olmalıdırlar. Nasıl bir insan, kendi nefsi için kötü bir şey istemiyor ise diğer mü'min kardeşleri için de onu istememesi lazımdır. ALLAH-u Zülcelal, yapmamızı istediği şeyleri sevmektedir. O'nun istediği şekilde olmamız lazımdır. Öyle olduğu zaman, ALLAH-u Zülcelal bize yardımcı olacak, feyzini, nisbetini bizim üzerimize gönderecektir.
İbn-i Ömer radıyALLAHu anh'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Mü'min mü'minin kardeşidir. Mü'min, kardeşine zulüm ve hakaret yapmaz. Bir mü'min, diğer bir mü'min kardeşinin bir hacetini yerine getirirse, ALLAH-u Zülcelal de onun hacetini yerine getirir. Kim, mü'min kardeşinin bir ayıbını, kusurunu örterse, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde onun kusurlarını örter." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)
Peki, kimin kusuru yoktur? Hepimiz kusurluyuz. O kusurları örtmek istemiyor muyuz? İstiyoruz. Öyleyse, dünyada mü'min kardeşlerimizin kusurlarını örtmeliyiz ki, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde bizim kusurlarımızı örtsün. Birbirimize yardımcı olmamız lazımdır ki, ALLAH-u Zülcelal de kıyamet gününde bize yardım etsin.
Hz. Peygamber (S.A.V) 'den önceki cehalet devrinde, kafirler kızlarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Öyle bir cehalet içindeydiler. İbn-i Amr radıyALLAHu anh'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Kim mü'min kardeşinin kusurunu örterse, sanki o diri diri gömülmüş olan kızları ihya etmiş gibi sevap kazanır." (Ebu Davud)
Nasıl bir kişi, bir insan ölürken, onu hayata döndürmeye sebep olursa, ne kadar sevap kazanacaksa, bir mü'minin kusurunu örtmek de ALLAH'ın yanında öyle kıymetlidir. ALLAH-u Zülcelal, o kişiye bir insanı hayata döndürmüş gibi sevap verir. Hz. Peygamber (S.A.V) bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: "Mü'minin hali ne acayiptir? Mü'minin her hali, onun için hayırdır." (Müslim)
Hasta olursa hayırdır. Zengin olursa hayırdır. Yemek yerse hayırdır. Aç olursa hayırdır. Ne olursa, onun için hayırdır. Niçin? Yemek yeyince 'elhamdülillah' diye şükrettiği zaman, hayır olur. Aç kaldığı zaman, halinden memnun olur, tevekkül ederse, hayır olur. Yani mü'minin başa ne gelirse, onun için hayırdır. Yeter ki insan mü'min olsun.
Fakat biz Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem gibi dünyanın aslını, hakikatini anlamadığımız için onu el üstünde tutuyor ve muhabbet besliyoruz, onun her şeyine katılıyoruz. Oysa biz, Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem gibi dünyanın hakikatini bilseydik, nefsimiz dünyada rahat edecek, dünya için hiçbir zaman telaşa düşmeyecektik.
İbn-i Erkam isminde bir sahabe şöyle anlatmıştır: "Bir gün Ebu Bekir Sıddık'la oturuyorduk. Hz. Ebu Bekir (R.A) su istedi. Ona biraz su ile bal getirdiler. Su ve balı ağzına yaklaştırdı, ağladı ve ağzından uzaklaştırdı. Orada bulunan cemaat de ağladı. Bir müddet beraber ağladılar. Cemaatin ağlaması durdu. Fakat o ağlamaya devam etti. Oradakiler 'artık konuşmaz her halde' dediler. Hz. Ebu Bekir radıyALLAHu anh bir müddet durduktan sonra, göz yaşlarını mendile sildi. Ona: "Ya Eba Bekir! Seni bu derece ağlatan neydi ?" dediler. Şöyle cevap verdi: "Bir gün ALLAH Resulü (S.A.V) ile beraberken, eliyle bir şeyleri itiyor gibiydi. Ve sanki: 'Benden uzak dur, benden uzak dur' diyordu. Sordum "Ya ResulALLAH! Birşeyleri uzaklaştırıyorsun ama ben kimseyi göremiyorum." Buyurdular ki: "Dünya, içindeki bütün debdebesiyle karşımda temessül etti, bana kendini kabul ettirmek istedi; ben de ona (benden uzak dur) dedim. O da bir kıyıya çekilirken; 'VALLAHi sen benden kurtulsan da, senden sonrakiler benim elimden kurtulamayacaklar' dedi. İşte bu bir bardak su ile dünya bana kendini kabul ettirdi endişesiyle ağladım." (Müslim)
Onların hayatına bir bakınız. Oysa biz nasıl danyaya daldık. Hiç olmazsa Şah-ı Nakşibend'in şu sözüne uyalım. Şah-ı Nakşibend bir gün, cemaatine güzel bir yemek verip onlara şöyle demiştir: "Biz bu yemeği yiyeceğiz, hiç olmazsa bununla çok ibadet edelim. Nefis bir hayvan gibidir. Biz ise ona binmişiz. O bizi dağların tepesinden, yukarılardan aşağıya doğru düşürmesin. Madem ki yiyoruz, o yediğimizle ibadet edelim. Nefsin başına bir gem vurup ona fırsat vermeyelim. Bu yemekleri yedikten sonra, ona fırsat verirsek, azgınlaşır."
Hz. Hafsa radıyALLAHu anha, bir gün babası Hz. Ömer (R.A)'a şöyle dedi: "Ya baba! ALLAH, halifeliğin zamanında, sana o kadar fetihler nasip etti ki dünyayı fethettin. Rızıklar çoğaldı. Niye biraz yumuşak elbise giyip, güzel yemekler yemiyorsun?" Hz. Ömer (R.A) şöyle cevap verdi: "Ya Hafsa! Sen Hz. Peygamber (S.A.V) 'in zamanını, onun o durumunu hatırlamıyor musun? Unuttun mu? Ben ölünceye kadar, ALLAH'ın rızasını kazanmak için Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem ve Hz. Ebubekir radıyALLAHu anh gibi nefsime karşı şiddetli olacağım."
Hz. Aişe (R.A) şöyle anlatmıştır: "Bir gün, fakir bir kadın kapımıza geldi. Yanımda üç tane hurma vardı, ona verdim. Kadının yanında iki tane yetim kızı vardı. O üç hurmadan birini bir kızına, diğerini öbür kızına verdi. Üçüncü hurmayı ağzına götürmek için teşebbüs etti. Kızları hurmalarını yedikten sonra, onunkini de almak istediler. Kadın hurmayı yemedi, o bir hurmayı ikiye bölerek, bir parçasını bir kızına, öbür parçasını diğer kızına verdi."
Hz. Aişe radıyALLAHu anha, Hz. Peygamber (S.A.V) eve gelince: "Ya RasulALLAH! Bu gün bir kadın geldi. Onun haline hayret ettim. Kadın, kendi ağzındaki hurmayı ikiye bölerek, kızlarına paylaştırdı, kendisi yemedi." diyerek, olayı anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"O hurmayla, ALLAH-u Zülcelal o kadına cennet hediye etti." (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Biz şefkatli ve merhametli olursak, ALLAH-u Zülcelal de bize şefkat ve merhametle davranır. Çünkü ALLAH-u Zülcelal şefkat ve merhamet sahibidir. Ebu Zer (R.A)'den rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Her birinizin, her eklem yerinin bir sadakası vardır. Her sübhanALLAH, bir sadaka yerine geçer. Her elhamdülillah bir sadakadır. Her lâ ilâhe illALLAH... bir sadakadır. Her ALLAH-u ekber bir sadaka olur. İyiliği emretmek bir sadaka, kötülüğe mani olmak bir sadakadır. Onun kıldığı iki rekat duha namazı bütün bunları karşılar." (Müslim)
İşte böyle fırsatlar elimizdedir. Onun için bu fırsatları vakit geçmeden değerlendirelim. Çünkü önümüzde çok büyük bir olay vardır. Bu olaylara hazırlanmamız lazımdır.
ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "O gün ALLAH'tan korkanlar hariç dost olanlar birbirlerine düşmandırlar." (Zuhruf; 67)
Hz. Ali (R.A) şöyle anlatır:"İki mü'min dosttan birisi vefat ederse, ALLAH-u Zülcelal'in huzuruna gittiği zaman, dünyadaki mü'min dostunu hatırlar ve ona dua der: "Ya Rabbi! Benim dünyada filan dostum vardı. Onu dalalete, yanlış yola götürme! Onu yanlış yoldan muhafaza et!" der. Mü'min, ALLAH'ın huzuruna gittiği, cennetle müjdelendiği zaman, dünyadaki mü'min dostunu bu şekilde hatırlar. Çünkü, mü'min dostu dünyadayken, kendisine yol göstermiş, nasihat etmiş, ona yardımcı olmuştu. Bunu hatırladığı için ona dua eder.
Dünyadaki mü'min dost da vefat ettikten sonra, ikisinin ervahı yan yana gelir ve birbirlerine yardımcı olmak suretiyle, cennette keyf-u sefa ederler. İki kâfir dosttan biri ölüp de cehennem ateşiyle kendisine müjde verildiği zaman, o da dünyadaki dostunu hatırlar ve: "Ya Rabbi! O bana küfürde yardımcı olmuştu. Kıyamet, cennet, cehennem yoktur, diyordu. Onu helak eyle!" diye beddua eder.
Dünyadaki kâfir dost da ölüp ruhları yan yana geldiğinde, birbirlerine düşman olurlar. İşte, ayette buyurulduğu gibi kâfirler dünyada güya birbirlerine dost olsalar da ahirette birbirlerine düşman olurlar. Çünkü dünyadayken birbirini saptırıyorlar, hak yoldan ayırıyorlardı. Fakat, mü'minlerin dostluğu ise ahirete kadar devam eder. ALLAH-u Zülcelal, sadat-ı kiram'ı bize nasip ettiğinden dolayı, O'na karşı çok borçluyuz. Sadat-ı kiram -eğer hakiki olarak birbirlerinden izin almışlarsa izinli olan sadat'ın her biri, zincirin halkaları gibidir. Zincirin halkaları vardır ve bunlar birbirine geçmiştir. En son da olan halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir bize doğru gelecektir.
İnsan sadat'ı sevdiği zaman, hayattaki sadat'a muhabbet beslediği zaman, direk ALLAH'ın muhabbetini kazanmış olur. Çünkü, hayatta olan sadat, zincirin son halkasıdır. Diğer sadat-ı kiram da son halkaya bağlanmış durumda olan zincirin diğer halkalarıdır. Bu zincir, Ebu Bekir Sıddık (R.A) 'dan, Hz. Peygamber (S.A.V) 'e, ondan Cebrail aleyhisselam'a, Cebrail'den de ALLAH-u Zülcelal'e kadar, halkalar şeklinde uzanır.
İnsan, sadat-ı kirama muhabbet beslediğinde, zincirleme şeklinde, bir saniyede ALLAH'ın muhabbeti insana gelir. Kişinin içinde bir ferahlık, bir huzur oluşur. Nasıl son halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir geliyorsa, biz de hayatta olan sadat'ı sevdiğimiz zaman, bu sevgimiz, zinciri harekete geçirerek, kişiye ALLAH muhabbeti getirir. Bu fırsat elimizdeyken, onu değerlendirmeli, kıymetini bilme- liyiz. Sadat'ın muhabbeti, kalbimizden biraz eksildiği zaman, ALLAH'a olan muhabbetimiz de eksilir. Hiç kimse buna karşı çıkmamalıdır. Çünkü bu, çok tecrübe edilmiştir.
İmam-ı Rabbani şöyle demiştir: "Herhangi bir kimsenin, bu sadat'a muhabbeti olduğu zaman, kalbinde dağlar gibi zulmet varsa bile hiç korkmayın, onun akıbeti (sonu) iyi olacaktır. O sadat'ın muhabbeti, onun akıbetini iyi neticelendirecektir. Eğer kişide bu sadat'ın muhabbeti yoksa, veyahut da -neuzibillah- bilakis onlara münkirse, (onları inkar ediyorsa) onun kalbinde dağlar gibi nurlar olsa da ondan korkun. Onun sonu tehlikelidir."
Sadat-ı kiram, daima ALLAH'tan, ALLAH'ın dostlarından bahsederler. Bunun için üzerlerine ALLAH'ın rahmeti ve ihsanı yağar. Biz de onlarla beraber olursak, ALLAH'ın rahmeti ve ihsanı onlarla beraber, bizim üzerimize de gelir. Lokman Hekim, oğluna şöyle demiştir: "Oğlum! Bir meclise, cemaate gittiğin zaman, hiç konuşma. Onlara bak, onları dinle. Eğer ALLAH'ın zikriyle meşgul oluyorlarsa, fırsatı kaçırma, onlarla beraber ol! Çünkü onların üzerine ALLAH'ın rahmeti gelmektedir, senin üzerine de gelecektir. Eğer ALLAH'tan değil de gıybetten, koğuculuktan, dünyadan bahsedip vakitlerini gafletle geçiriyorlarsa, hemen onlardan ayrıl, başka bir yere git!" Hz. Lokman'a 'Hekim' diyorlardı. Yani o, insanın maneviyatı için bir hekimdir. Onun sözü hakikaten ne güzeldir!Arkadaşlık çok mühimdir. Hepimiz biliyoruz ki; insan arkadaşının, dostunun dini üzeredir.
Evzai şöyle demiştir: "Elbisene değişik renkte bir yama vurduğun zaman, çok çirkin görülür. Fakat yama, elbisenin renginde olduğu zaman, insan onu fark etmez. İşte senin arkadaşın, sana benzemiyorsa, tıpkı o çirkin yama gibidir. Sen iyi olsan da o kötü arkadaşın, seni kötü ve biçimsiz yapar." ALLAH-u Zülcelal, insanın güzel ahlaklı olmasını sevmiştir. Nitekim Ümame radıyALLAHu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Haklı da olsa, sürtüşme ve münakaşayı terkeden kişiye cennetin çevresinde bir köşk verileceğine, şaka da olsa, yalan söylemeyen kimseye cennetin ortasında bir köşk verileceğine, ahlakını güzelleştirene de cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine kefilim." (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace)
Abdullah bin Amr radıyALLAHu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) ; "Size, en çok sevdiğim ve kıyamet gününde bana mevkisi en yakın olanınızı bildireyim mi?" buyurdu ve bu sözünü iki veya üç defa tekrarladı. Ashap: "Evet, bildir ya Resulullah!" deyince, Hz. Peyagmber (S.A.V) şöyle buyurdu:"Ahlakı en güzel olanınızdır." (Ahmed bin Hanbel, İbn Hıbban)
Ebu Hureyre (R.A) 'dan rivayet olunan bir hadis-i herif şöyledir: "Bir adam Hz. Peygamber (S.A.V) in yanına gelerek: "Ya RasulALLAH! Bana, yapınca cennete müstahak olacağım bir şey söyle de daha senden başka kimseye bir şey sormayayım." dedi. Hz. Peygamber (S.A.V) ona: "Muhsin ve iyilik sahibi ol, mü'min kardeşlerine daima ihsanda bulun." diye tavsiyede bulundu. Adam: "Ya RasulALLAH! Ben muhsin olduğumu, o vasfı kazandığımı nasıl bileceğim?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Komşularına sor. Eğer onlar sana sen muhsinsin, iyisin, şefkat ve merhamet sahibisin derlerse, gerçekten sen şefkat, merhamet sahibi muhsin birisin. Yok eğer böyle demiyorlarsa, öyle değilsin." (İbn Mace)
Tabi, o adam komşularının bilmediği günahlar yapmış olabilir fakat, komşuları: "ALLAH için, biz bu adamdan hayırdan başka bir şey görmedik!" dediklerinde, ALLAH-u Zülcelal: "Siz ondan, zahiri olarak hep hayır gördüğünüzden dolayı, sizin onun hakkındaki şahitliğinizi kabul ettim ve onun bilmediğiniz günahlarını ve bütün günahlarını affettim." buyurur.
Burada bize çok büyük bir işaret vardır. İnsan devamlı olarak, kendisiyle ALLAH arasındaki hale çok dikkat etmesi lazımdır. Buna dikkat ettiği zaman, onun mü'min kardeşi de ondan hayırdan başka bir şey görmeyecektir. Hayırdan başka bir şey görmeyince de onun iyiliğine şahadet edecek, bu sebeple onun kıyamet gününde rahat etmesine ve ALLAH-u Zülcelal'in onu af ve mağfiret etmesine vesile olacaktır.
İnsan biraz kitap okuduğu, bir şeyler öğrendiği zaman, iyi ve kötüyü birbirinden ayırabiliyor. İnsan: "ALLAH-u Zülcelal devamlı beni görüyor!" diye düşündüğü ve bu düşünceyle hareket ettiği zaman, kolay kolay günah işleyemez…
ALLAH-u Zülcelal, hayır işlerde bulunan kimseleri, Kur'an-ı Kerim'de methetmiştir. Nitekim ALLAH-u Zülcelal, Hz. Ebu Bekir (R.A)'ı, Zekeriya aleyhisselam'yı ve onun ehlini, Kur'an-ı Kerim'de şöyle methetmiştir: "Doğrusu onlar iyiliklerde yarışıyorlar, umarak ve korkarak bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı." (Enbiya; 90)
ALLAH-u Zülcelal bu şekilde onları methetmiştir. Kim böyle yaparsa, o da bu methe layık olur. Hz. Peygamber (S.A.V) 'den sonra Peygamber gelmez ve ayet de gelecek değildir. Fakat ALLAH-u Zülcelal Kur'an'da bu kullarını methettiği için kim de onlar gibi davranırsa, bu methe mazhar olmuş olur. Peki biz niçin ALLAH-u Zülcelal'in bizi methetmesini istemeyeceğiz? Elimizden geldiği kadar, korku ve reca (ümit) arasında, ALLAH-u Zülcelal'in ibadetine ve hayırlara doğru gitmemiz ve acele etmemiz lazımdır.
ALLAH-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Dünyadayken Ahireti Düşünmeliyiz
ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kim dünya menfaatini dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz." (Al-i İmran; 145) Ruhen ve kalben daima ALLAH-u Zülcelal'e yalvarıp ALLAH-u Zülcelal'den istememiz lazımdır. O'nun şefkati ve merhameti çoktur.
Önümüze maddi yada manevi, zor bir şey geldiğinde, bu işi ben yapamıyorum bu benim işim değildir. Çok zor bir iştir, ben yapamı-yorum diyoruz. İşte o anda: "La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim" dediğimiz zaman, ALLAH-u Zülcelal, kolaylık verecektir. Benim bu günahtan kaçınmaya veyahutta bu işi yapmaya, kuvvetim yoktur, ALLAH-u Zülcelal'in ibadetini veya bu dünya işini yapmaya kuvvetim yoktur. Ancak o azim olan ALLAH-u Zülcelal'in kuvvetiyle bunu yapabilirim, dediğimiz zaman, ALLAH kuvvet ve kolaylık verecektir.
ALLAH-u Zülcelal'i bu şekilde tanımamız lazımdır. O'nu Azim ve Kerim olarak, nefsimizi de zayıf ve aciz olarak tanırsak, ALLAH'ın yardımı ile herşey, kolay olur İnşaALLAH. Birisi bize küfür söylese, ya da zarar verse, o zaman ben de ona zarar vereyim, desek bu olur mu? Tabi ki olmaz! Sen ne gidip de ona zarar vereceksin. ALLAH'a havale et. ALLAH bakarsın ki, ne yapacak! Yeterki senin için ve dışın ALLAH ile olsun. ALLAH'ı tanımadığımız için, kendi kuvvetimize, zayıf olan bünyemize güveniyoruz. Kendimize güvenmememiz lazımdır. ALLAH-u Zülcelal'in kuvvetine güvenmemiz, maddi ve manevi olarak O'na teslim olmamız, O'ndan yardım ve kuvvet istememiz lazımdır.
Bazı insanlar, maneviyat nedir ki diyor. Maneviyat; zahiri âzâların gıdasıdır. Maneviyat olmadığı zaman, el sadakaya gitmez, ayak camiye gitmez, göz harama, kapanmaz. Dinimiz zahirdir. Bunlar olmazsa dinimizin emirleri de yerine gelmez.
Bu gibi zahiri olan âzâların sevapları ve ibadeti, maneviyata bağlıdır. Maneviyat, ruh ve kalp sağlam olmadığı zaman, mutlaka onlar da günaha gidecektir. Nasıl ki zahiri azâlarımız ruhla ayakta duruyor, yürümek, elleri-mizi kaldırmak, indirmek, bunların hepsi ruha bağlıdır. İbadet de günahlardan muhafaza olmakda ruhun ve kalbin sıhhatli olmasına bağlıdır. Bunun için, ALLAH-u Zülcelal'e ümit ve korku arasında kulluk yapmamız lazımdır.
Reca nedir? Çok fakir, çok muhtaç, hiç bir şeyi olmayan, açlıktan ölecek şekilde olan bir fakir, bir şeyler almak için bir zenginin kapısına gidiyorsa, bizler de kalbimizi ALLAH'ın merhametine, lütfuna, şefkatine karşı böyle açacağız ve daima O'ndan isteyeceğiz. Bunu manevi olarak yapacağız, o zaman hiç kimse bilmez, hiç kimsenin haberi olmaz. Korku ise; ALLAH-u Zülcelal'den, O'nun azabından ve mekrinden korkmaktır. İnsan korku içinde de olmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Üç kimse vardır ki, gözleri cehennem ateşini görmez:
1-ALLAH yolunda gece nöbet bekteyen göz.
2-ALLAH korkusundan ağlayan göz.
3-ALLAH'ın haram kıldığı şeylere bakmayan göz." (Taberani)
Bakınız ALLAH korkusu, ALLAH-u Zülcelal katında ne kadar kıymetlidir. Ahmed el-Hallac isminde bir zat vardı. Dünya yönünden biraz fakir idi. Onun salih bir annesi vardı. Annesi ona birgün dedi ki: "Ey Ahmed! Ne zamana kadar böyle fakir olacağız? Halimiz kötü, perişanız!" Annesine üzüldü ve evinin bir köşesine çekilip, ALLAH'a yalvardı, dua etti:
"Ya Rabbi, eğer ahirette benim bir nasibim varsa, ondan bir şey biraz bize gönder." dedi.
Baktı ki evin köşesinde bir nur göründü ve kayboldu. Baktı ki yerde kerpiç şeklinde altın var. Annesine teslim etti ve çarşıya gitti. Annesi de bunu nerede bozduracağız diye düşünerek yattı ve uykuya daldı. Rüyasında kıyametin koptuğunu gördü. Ortada çok güzel bir bina vardı, melekler: "Bu Ahmed el-Hallac'ın binasıdır." diyordu.
"O kim, benim oğlum mu?" diye sordu. "Evet senin oğlundur." dediler. Annesi içine girdi, baktı, dolaştı. O binanın içinde ki kar-yolanın bir ayağı yoktur. "Bu yatağın ayağı niye eksik!" diye sordu. Melekler:"Siz istediniz, bizde size gönderdik!" dediler. Kadın uyandı. Oğlu gelince:"Oğlum ben pişman oldum. Kusura bakma, özür diliyorum, böyle bir rüya gördüm." dedi ve rüyasını anlattı.
Bazı insanlara ALLAH-u Zülcelal hakikaten, dünyalık nimetlerini mükemmel olarak (Ahmed el-Hallac'ın karyolası gibi) vermek istiyor. Bazılarınınkini de biraz dünyada veriyor, çoğunu da ahirette verecek, ama eksilterek verecek. Süleyman aleyhisselam, diğer Peygamberlerden sonra cennete girecek deniliyor. Çünkü ALLAH-u Zülcelal ona dünyada çok fazla verdi.
Biz ALLAH-u Zülcelal'e öyle borçluyuz ve ALLAH-u Zülcelal bize öyle hayırlar dilemiştir ki, bu hayırların en önemlisi de tevbedir. Nitekim ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak ALLAH'a döner." (Furkan; 71)
Ebu Hureyre radıyALLAHu anh şöyle anlatmıştır:"Resulullah (S.A.V) buyurdular ki:"ALLAH Zülcelal cenneti yarattığı zaman Cebrail'e:"Git ona bir bak!" buyurdular. O da gidip cennete baktı ve: Ey Rabbim! Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek! Herkes ibadet yaparak kendisini ona müstahak edecek!" dedi. ALLAH Zülcelal cennetin etrafını mekruhlarla çevirdi. Sonra:"Hele git ona bir daha bak!" buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra da:"Korkarım, ona hiç kimse girmeyecek!" dedi. Cehennemi yaratınca, Cebrail'e:"Git, bir de, şuna bak!" buyurdu. O da gidip ona baktı ve:"İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse günah işlemeyip ona girmeyecektir!" dedi. ALLAH Zülcelal de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra da:"Git ona bir kere daha bak!" dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü zaman şöyle dedi: "İzzetine yemin olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona gireceğinden korkuyorum!" (Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
İşte cennetin etrafı hep nefsin istemediği şeylerle doludur. Kim pehlivansa, o engelleri aşıp cennete girecektir. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, nefsin arzuları cehenneme yakın olan şeylerdir. Onun için daima nefse muhalefet etmemiz lazımdır. Dünyada ve ahirette selametli olmak için, böyle yapmak lazımdır.
ALLAH-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinde daima insan için ferahlık vardır. İnsanın çaresi ALLAH-u Zülcelal'e tevbe etmektir. Çünkü insan, Peygamber değilse eğer, mutlaka hata sahibidir. O hatadan temizlenmek için, ALLAH-u Zülcelal'in merhamet kapısı olan tevbe kapısına gitmelidir. Tevbe, imandan sonra ALLAH-u Zülcelal'in en büyük nimetidir. İbn-i Abbas'ın anlattığına göre, kul günahından tevbe edince ALLAH da onun tevbesini kabul eder. Ayrıca amel defterini tutan meleklere yazmış oldukları günahları unutturur. Bunun yanında işlemiş olduğu kötülükleri âzâlarına unutturur. Hatta gerek yeryüzündeki ve gerekse gökteki makamına da günahlarını unutturur da kıyamet gününde günahına şahidlik edecek hiçbir varlığın kalmamasını sağlar.
İnsan dili ile af dilerken tekrar aynı günahı işlemeyi düşünürse yapmış olduğu tevbe yalancı tevbesi olur, gerçek anlamda tevbe olmaz. Tevbenin gerçek olabilmesi için günahkarların dili ile af dilediği gibi aynı günahı bir daha işlememeye karar vermesi gerekir. Kul böyle tevbe yapınca ALLAH-u Zülcelal de, ne kadar büyük olursa olsun, onun işlediği günahı affeder. Çünkü ALLAH-u Zülcelal, kullarına karşı çok merhametlidir.
Rivayet edildiğine göre israiloğullarından bir genç, yirmi yıl ibadetle meşgul oldu. Sonra yirmi yılda isyan etti. Bir gün aynaya baktı. Saç ve sakalının ağarmakta olduğunu görünce, yirmi senelik isyanına nedamet ederek; "Ya Rabbi! Yirmi yıl sana itaat ettim, sonra tam yirmi yıldır sana isyan ediyorum. Acaba sana yönelir ve tevbe edersem tevbemi kabul eder misin?" deyince, boşluktan duyduğu bir ses şöyle dedi: "Bize icabet ettin, biz seni kabul ettik. Bizi terkettin, biz de seni terkettik. İsyan ettin sana mühlet verdik. Ne zaman bize yönelirsen biz yine seni kabul ederiz."
Buradan da anlaşıldığına göre insan ne isterse ALLAH-u Zülcelal o kuluna istediğini veriyor. İnsanın tek çaresi hatalarını itiraf edip, merhametlilerin en mehametlisi olan ALLAH-u Zülcelal'e yönelmektir.
ALLAHu Zülcelal böyle kıymetli olan tevbeyi herkese nasip etmez. Tevfik, ALLAH-u Zülcelal'in vermesidir. Yani biz ALLAH-u Zülcelal'e ne kadar gidersek, O da bize salih amel yapmakla ve günahlardan muhafaza etmekle bizlere tevfik verecektir.
ALLAH-u Zülcelal tevbe ni'metinden mü'min kardeşlerimizi mahrum etmesin ve hepimizi salih amel işyerek rızasına nail olan kullarından eylesin...
Sultan Muhammed Konyevi ksa
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Hz. Ebu Hureyre (R.A) anlatıyor: “Resulullah (s.a.v) buyurdular ki: “Bir Müslüman muhtazar olduğu (can çekişme anına girdiği) zaman rahmet melekleri, beyaz bir ipekle gelirler ve şöyle derler: “Sen razı ve sendende (Rabbin) razı olarak (şu bedenden) çık. Allah’ın Rahmet ve reyhanına ve sana gadabı olmayan Rabbine kavuş.” Bunun üzerine ruh, misk kokusunun en güzeli gibi çıkar. Öyleki melekler onu birbirlerine verirler, tâ semanın kapısına kadar onu getirirler ve: “Size arzdan gelen bu koku ne kadar güzel” derler. Sonra onu mü’minlerin ruhlarına getirirler.
Onlar, onun gelmesi sebebiyle sizden birinin kaybettiği şeyinin kendisine geldiği zamanki sevincinden daha çok sevinirler. Ona “Falanca ne yaptı? Falanca ne yaptı?” diye (dünyadakilerden haber sorarlar. Melekler “Bırakın onu, onda hala dünyanın tasası var!” derler. Bu gelen (kendisine dünyadan soran ruhlara): “Falan ölmüştü yanınıza gelmedi mi?” der. Onlar: “O, annesine, Haviye cehennemine götürüldü!” derler.
Aleyhissalatü vesselam devamla derler ki: “Kafir muhtazar olduğu vakit, azab melekleri mish (denen kıldan kaba bir elbise) ile gelirler ve şöyle derler: “Bu cesedden kendin öfkeli, Allah’ın da öfkesini kazanmış olarak çık ve Allah’ın azabına koş!” Bunun üzerine , cesedden en kötü bir cife kokusuyla çıkar. Melekler onu arzın kapısına getirirler.
Orada: “Bu koku nede pis” derler. sonunda onu kafir ruhların yanına getirirler.” (Nesai)
Sahabelerden Bera b. Azib (R.A) şöyle anlatmıştır; "Peygamber Efendimiz ile birlikte Ensardan birinin cenazesine katılmıştık. Mezarlığa vardığımızda ölü henüz toprağa verilmemişti. Peygamber Efendimiz orada bir yere oturdu, bizde onun çevresinde yere çöküverdik. Sanki başımız üzerine kuş konmuş gibi oturuyorduk. Peygamber Efendimizin elinde bir çöp vardı, onunla toprağı eşiyordu. Birden başını kaldırarak; "Kabir azabından Allah'a sığınınız." (Ahmed b. Hanbel) buyurdu.
Ey Nefsim!
Sen neyi istersin. Son nefesinde Azrail (Aleyhisselam)'ın sana çok korkunç bir vaziyette görünmesini ve ruhunun o kıl torbasına konarak korkunç azaplarla ölmeyi mi, yoksa çok güzel yüzlü ve latif görünümlü bir şekilde gelen Azrail (Aleyhisselam)'a ruhunu sanki yağdan kıl çıkar gibi verip latif ve misk kokulu meleklerin elinde ölmekmi?
Tabi latif bir ölüm istersin değil mi?
Ey Nefsim!
Bu gaflet halinden uyanman ve Allah-u Zülcelal'e ibadet etmen gerekir. Gerçek manada ve hakiki müslüman olarak ibadetlerine dikkat etmen ve Allah-u Zülcelal'in yolunda Peygamber Efendimiz (S.A.V)' in sünnetinde ve evliyaların istikametinde yürümen gerekir. Yoksa sonunun ne olacağını iyi düşün. Mü’min kulun ruhunun "yağın içinden bir kılın çekilmesi gibi kolay çıkacağı" hadisini bilen bir zat dedi ki; "Ben o kadar Kur'an okuduğum halde bu manayı Kur'an'da bulamadım. Oysa ki ben biliyorum ki Ku-an'da şu ayet vardır; "Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın." (En’am; 59)
Kur'an'ı Kerim’de herşey bulunur. İşte bu yüzden ben bu mana niye Kur'an'da yoktur diye merak ettim. Bir gün Peygamber Efendimiz (S.A.V)'i rüyamda gördüm. Ona; "Ya Resulullah! Böyle böyle, bu mesele bana merak oldu." dedim. O da bana; "Yusuf suresini oku." dedi. Yusuf suresini okudum. Orada şöyle geçiyordu; "Mısırdaki kadınlar; 'Züleyha kendi kölesine muhabbet besliyor' diye onu itham ettiler, kınadılar. Züleyha da onları topladı ve her birisinin eline bir elma ve bıçak verdi. Onlar elmaları soyarken, Yusuf’u da onların yanına çıkardı. Kadınlar Yusuf'un güzelliğine bakarken, ellerini kesmeye başladılar. Yusuf’la meşgul olmaktan ellerinin kesildiğini hissetmediler, hiç acı duymadılar. Ben bunu okuyunca anladım ki, mü’minin ruhu vücuttan çıkarken, Allah-u Zülcelal, onun gözlerinin önüne ahiretteki yerini, Cennet-i Ala'yı getiriyor. Mü’min de onunla meşgul olurken, ruhun çıkarken verdiği acıyı hissetmiyor.
Bir gün Hz. Ömer (R.A) Ka’b (R.A)’a “Ey Kaab, bize, biraz ölümden söz et.” deyince, Ka’b şunları söylemiştir; “Ölüm, insan oğlunun içine sokulmuş bir diken ağacına benzer. Bu ağacın her dikenli ucu, adamın damarlarından birine batmıştır. Bir süre sonra çok kuvvetli bir insanın o ağacı geri çektiğini düşün! Ağaç geri çekilince kopardığını koparır ve bıraktığını da bırakır.”
Ey nefsim!
Akıllı olan bir kimse gibi, ölüm anının dehşetini göz önüne getir ve onu iyice düşün. Dünyayla sarhoş olan bir kişinin yapacağı şekilde bu anlatılanları sanki duymamış, okumamış gibi olma.
Ey Nefsim!
Eğer sen dünya muhabetiyle, keyf-u sefasıyla sarhoş değilsen ve aklın yerindeyse bu ikisinden kendine faydalı ve selametli olanını seç. Eğer ruhunun yağdan kıl çekilir gibi alınmasını ve ölürken Cennet'teki yerini görmek istiyorsan, söylediğimiz programa uy ve Allah'a itaat et ! Tabii ki sen, canının kolay alınmasını ve ölürken cennetteki yerini görmek istersin değil mi? Öyleyse: Ey Nefsim! Birbirimize söz verelim, birbirimizi aldatmayalım, bu kadar gaflet yeter... Bu ömrümüz, senin elinde hep boşa sarfoldu. Sen bana ne kadar yaramaz bir arkadaşlık yaptın. Ben hep senin istediğin gibi davrandım. Şimdi tevbe edelim, Allah'a yönelelim, ömrümüzü boşa sarfetmeyelim. Şimdi; Mademki önümüzde böyle tehlikeler vardır, ben de senin dediğine uyuyorum. Sana teslim oldum de, bir daha yanlış yapmamaya söz ver..."
Allah-u Zülcelal şöyle buyurmuştur: "Sonra onu öldürür ve kabre koyar." (Abese; 21)
Ey Nefsim!
Düşün ki sen öldün. Şimdi kabre girmek zamanı geldi. Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Kabir ya cennet köşklerinden bir köşktür ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizi, Beyhaki)
Hz. Peygamber (S.A.V) diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur : “Mü’min genişleyen ve aydınlanan kabrinde yeşil bir bahçede olur. Kafir ise, daralan ve kararan kabrinde yılan ve akreplerin hücumuna uğrar. Bu yılan ve akrepler, kıyamete kadar onu ısırıp zehirlerler.” (İbn-i Hıbban)
Bildirildiğine göre Abdullah b. Ömer (R.A) şöyle demiştir; "Mü’min kul mezara konulunca, kabri yetmiş arşın uzunluğunda genişleyiverir. Üzerine reyhan kokuları saçılır, ipekli elbiselere büründürülür. Eğer dünyadayken, birazcık bile olsun Kur'an okumuş ise, onun aydınlığı kendisine yeter. Yok eğer hiç Kur'an okumamış ise, güneş gibi parlak bir nurla kabri aydınlatılıverilir. Onun kabrindeki hayatı taze bir gelinin hayatı gibi olur. Rahat uykusundan kendisini sadece aile fertleri uyandırır. Yatağından kalkınca da uykusuna doymamış gibi mahmurdur.Buna karşılık kafir kulun kabri öylesine dar olur ki, içinde kaburga kemikleri karnına geçer. Ayrıca üzerine deve boynu iriliğinde, yılanlar salınır, yılanlar kemiklerini çırılçıplak hale getirinceye kadar, vücudundaki etlerin tümünü yiyip bitirirler. Arkasından yanına kör, sağır ve dilsiz azap melekleri gönderilir. Bu azap meleklerinin yanında demir to-puzlar vardır, bu topuzlarla onu dövmeye koyulurlar. Döverken feryadını duymazlar ki haline acısınlar! Kendisini görmezler ki, ona merhamet etsinler!
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Elbette hepsi huzurumuza getirileceklerdir." (Yasin; 32) Bu ayet-i kerime kıyametin kopmasının ve dünyaya dönüşün mümkün olmamasının ardından herkesin mahşerde toplanacağını beyan etmektedir. Gerçekten öldüktan sonra tekrar dirilme, mahşerde toplanma, hesap ve bunun sonucuna göre muamele olmasaydı, ölüm, insan için bir rahatlık olurdu. Lakin, herkes yeniden diriltilecek ve hesaba çekilecektir. Bu hesap sonucunda Allah'a kulluk edenler iltifata mahzar olurken, Allah'a kulluk etmeyenler, kafiler ve münafıklar horlanacaktır. Bugün pişmanlık duymayan kullar için, orası pişmanlık duyulacak yerdir.
Kıyamet ve mahşer günü hesap sorma günüdür. İnsanları yaratan ve onları dünya hayatında imtihana tabi tutan Allah-u Zülcelal, o gün onlardan hesap sorar. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun, biz kendilerine Peygamber gönderdiğimiz milletlerden de, onlara gönderdiğimiz Peygamberlerden de hesap soracağız. Biz bunların yaptıklarını tam bir bilgi ile onlara anla-tacağız. Çünkü biz onlardan uzak değildik. O gün amelleri tartmak gerçektir. Kimin iyi amelleri ağır gelirse o iflah olur. Kimin iyi amelleri hafif gelirse, ayetlerimize karşı işledikleri zulümden dolayı nefislerini hüsrana bırakmıştır." (A'raf; 6-7) Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Siz Rabb'inizin huzuruna vardığınızda, tercüman olmaksızın size soru soracak, siz de O'na cevap vereceksiniz." (Tirmizi)
Kıyamet gününde, ister hayır, ister şer, bütün amellerimizden hesaba çekileceğiz. O günde, ameli kötü olanlar için ayet-i kerimede buyurulduğu gibi: "Yazıklar olsun o kullara..." (Yasin; 30) denilecektir. İnsanın başına nasıl bir dert bir musibet geldiğinde: "Ah! çok kederliyim!" dediği gibi, kıyamet gününde de kafir ve münafıklar, hasret ve keder içinde böyle diyeceklerdir. Evet, o gün öyle bir gündür ki, nice büyük Peygamberler bile hayret içinde olduğu için kendi nefislerinin kurtuluşu için "nefsi, nefsi" diyecektir. Melekler halka dönecek teker teker bütün insanları çağırararak; "Ey falan oğlu falan, hesaba gel!" diyecekler.
İşte o anda kalpler çarpmaya ve vücutlar titremeye başlayacak, akıllar yerinden oynayacak, hatta bazıları hesaba çekilmeden cehenneme girmeyi tercih edecekler.
Keşke bu çirkin amellerimizle Allah-u Zülcelal'in huzuruna çıkmadan ve rezil olmadan doğrudan cehenneme gitsek, diyeceklerdir. İşte bu dehşetli gün gelmeden evvel ona hazırlanmamız lazımdır.
İnsan, sonbaharda toprağa buğday atarsa, baharda orada ne biter? Buğday biter. Çiçek ekerse, çiçek çıkar. Toprağa diken tohumu atarsa, ondan diken çıkar. İnsan dünyada ne tohum ekerse, kıyamet gününde onu biçecektir. Bu dünyada insanın kalbindeki, içindeki, ruhundaki şey görülmez, tam hakikatiyle meydana çıkmasa da zahiri âzâlar üzerinde belli olur. Fakat kıyamet gününde, tam hakikatiyle ortaya çıkacaktır.
İnsan son baharda ne tohum atarsa, baharda onu elde eder. Tohum atmayan kimseler, herkes harman zamanı buğdayını kaldırırken, tohum atmadığı için eli boş kalacaktır.
Dünyada ibadet, zikir yapmayan, Allah-u Zülcelal'in taatinde bulunmayan kimseler de sonbaharda tohum atmamış gibi olurlar. Dünyada sonbahar da tohum atmayanlar, arkadaşları buğdayını pirincini kaldırıp sevinirken nasıl pişman olup 'keşke ben de tohum atsaydım, tembellik yapmasaydım' diyorlarsa; bunun gibi bu dünyada hayır, taat ve zikir tohumu atmazsak, kıyamet gününde pişman olacağız.
Mürşidim Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bazen şu hikayeyi anlatırdı: "Eski insanlar buğdayını biçtiği zaman, geri de bazı taneler kalırdı. Fakir kadınlar ve erkeklerde onu toplardı. O zamanlar dul bir kadın ve yetişmiş birde kızı vardı. Buğdaylar biçildikten sonra o kadına: "Gidin geride kalan taneleri toplayın. Şimdi tam zamanıdır. Eğer toplamazsanız kış mevsiminde perişan olursunuz. Kızın da sana yardım etsin." dediler. Bu sözler karşısında, kadın: "Biz toplayıp ne yapacağız? Zaten ben ihtiyarım yakında öleceğim. Kızımda yetişkin olduğu için onu evlendireceğim. Dolayısıyla o tanelere ihtiyacımız yoktur." dedi. Kış geldiğinde ne ihtiyar kadın öldü, ne de nasibi olmadığı için kızı evlenebildi. Kış mevsimi geldi, hava soğudu, evde birşeyleri olmadığı için perişan oldular. Kadın sokağa çıkıp; "Buğday toplama yeri neresidir? Bana gösterin ki biraz buğday toplayayım!" deyince, ona: "Bu zaman buğday toplama zamanı değildir, her tarafı kar kaplamıştır. Onun vakti yaz mevsimindeydi." dediler.
Mürşidim Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bu olayı anlattıktan sonra şöyle derdi: "İşte bu dünyada daha vücudumuzda hayat varken, şimdi buğday toplama zamanı iken, hazırlığımızı yapalım. Kış mevsimi geldiği, kar diz boyu olduğu zaman, yani ölüpte kabre girdikten sonra pişman olacağız. Bana bir yol gösterin diyeceğiz. Ama o zaman iş işten geçmiş olacak ve amel yapma vakti bulunmayacaktır."
Şimdi amel yapma zamanı iken, elimizden geldiğince bunu değerlendirelim. Şimdi elimizde fırsat vardır. Fırsat bittikten sonra, o ihtiyar kadın gibi perişan oluruz. Allah-u Zülcelal kullarına karşı çok merhamet ve şefkat sahibidir. Fakat biz O'nun bu sabrına, keremine mağrur olup aldanıyoruz. Bir gün Şeyh Ebu Hasan, camide vaaz veriyordu. Şibli de caminin önünden geçerken onun vaaz ettiğini gördü. O diyordu ki: "Kıyamet günü Allah-u Zülcelal insana şöyle soracaktır: "Sana ömür verdim, bu ömrü nerede sarf ettin? Bu gençliği, kuvveti sana verdim, nerede sarf ettin? Günah işleyerek mi, sevap isleyerek mi yoksa boş boş gezerek mi? Sana mal verdim, bu malı nereden kazanıp nereye harcadın, ölümü duydun buna ne hazırlık yaptın?"
Şeyh Ebu Hasan'ın bu şekilde vaaz verdiğini duyan Şibli, ona şöyle dedi: "Ya Hasan! Allah'ın kullarını o kadar korkutma!" O:"Peki ne diyeyim ya Şibli?" deyince, dedi ki:
"Sen onlara Allah seninle beraberken, sen kiminle beraberdin diye sor!" Bakınız, ne büyük bir sorudur. Allah devamlı olarak seninle beraberken, sen kiminle beraberdin? Buna nasıl cevap vereceğiz? Ben dünyayla, kötü insanlarla, keyf ve sefayla beraberdim mi diyeceğiz? Allah, kendi kudret ve azametiyle bizimle beraber olup bizden hiç ayrılmıyorken, bizim başkalarıyla beraber olmamız, ne kadar büyük bir haksızlıktır. Oysa cevabımızın ne olması gerekirdi?
"Ya Rabbi! Senin bu zayıf yaramaz kulun, senin kuvvetinle, seninle beraberdir." dememiz lazımdı. O bizimle beraberken, bizim dünyayla, günahla, kötü insanlarla beraber olmamız çok ayıptır. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir." (Hadid; 4)
Sokakta, evimizde, insanların arasında, yalnızken, her an Allah-u Zülcelal bizimledir. Allah-u Zülcelal'in bize soru sorduğunu düşünelim, bize: "Gençliğini nerede sarf ettin?" dese, O'na ne cevap veririz?
"Ya Rabbi! Gençliğimi namaz kılmakla, zikir yapmakla, boş kaldığım zaman sohbetlere gitmekle, bir cami, bir ilim meclisi yapmak gibi bir hizmet olduğu zaman, onunla uğraşmakla geçiriyorum." diye cevap vermemiz lazımdır. Eğer paramız varsa, hayır yerlerine yardım ederek, fakire sadaka vererek malımızı sarf etmeliyiz. Eğer bu gibi şeyleri yapıyorsak, Allah-u Zülcelal bize hesap sorduğunda, cevabımız hazırdır, elhamdulillah. O bizi hesaba çektiğinde, eğer cevabımız yok ise o zaman perişan olacağız.
Onun için kendimizi hesap gününe hazırlayalım. Allah-u Zülcelal'in merhameti, keremi, bize sabretmesi, bizi mağrur ediyor. Yoksa eğer cenneti, cehennemi, haşir meydanını, sırat köprüsü veya mizanı, bir an bize gösterseydi, aklımız hemen başımıza gelecekti. Ama bu bir imtihandır. Allah-u Zülcelal imtihanın bitmemesi için göstermiyor. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Sen Rabbinin kerim olmasıyla mı mağrur oluyorsun?" (İnfitar; 6)
Nasıl ashab-ı kiram, Hz. Peygamber (S.A.V) ile beraber olmaya muhtaç idiler. O, dinlerini muhafaza etmek için onlara bir delil idiyse, bunun gibi zamanımıza gelinceye kadar da sadat-ı kiram da bizim için delildirler. Mevlana Halid-i Bağdadi bir nasihatlarında şöyle buyurmuştur: "En mühim vasiyyetim şudur ki; ölümü, ahiret hallerini ve ni'metlerin hakiki sahibini unutmayınız. Elden geldiği kadar Peygamberlerin Efendisinin (S.A.V) sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız.
Evliyanın kalpleri, ilahi nurların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Allah-u Zülcelal de hoşnuttur. Onların kalplerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur. Allah dostlarının dokunaklı sözlerini ilaç gibi bilmelidir. Bizim yolumuz, islam dinine ittiba' yoludur. Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır. Bütün gayretle sünnetin yayılmasına ve bid'atlerin yok edilmesine çalışmalı, müslümanların, ehl-i sünnet alimlerinin bildirdikleri doğru itikad üzere olmalarına uğraşmalıdır. İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allah-u Zülcelal'in beğendiği, Resulullah'ın sevdiği ve büyük Evliyanın özendiği bir ahlaktır." Evet, Allah dostlarıyla beraber olmak, Allah-u Zülcelal'in muhabbetini, rızasını kazanmaya, bizim için çok büyük bir delildir. Sadat-ı kiramın yanında olmadığımız, evlerimizde olduğumuz zaman da haftada en az bir gün, arkadaşlarla beraber toplanıp sadat'ın sohbetlerini, menkıbelerini, hadis ve fıkıh okuyarak, Allah-u Zülcelal'in rızasını aramamız lazımdır.
Allah-u Zülcelal, devamlı bizimle beraberdir. Her ne kadar, biz O'ndan gafil olsak da, yine de O bizi, rızasını ararken görsün. Sohbetlere giderken, Allah'ın rızasının yolunu bilmek için kitap okurken, Allah bizi rızasını ararken görecektir. İmanın icapları vardır. İman Allah'a, Peygamber'e, kıyamet gününe, haşre, sırata, cennet ve cehenneme inanmaktır. İmanımızla bunları tasdik ediyoruz. İmanın şartlarına inanıyorsak, bunların icaplarını yerine getirmeliyiz.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Elbette hepsi huzurumuza getirileceklerdir." (Yasin; 32) Bu ayet-i kerime kıyametin kopmasının ve dünyaya dönüşün mümkün olmamasının ardından herkesin mahşerde toplanacağını beyan etmektedir. Gerçekten öldüktan sonra tekrar dirilme, mahşerde toplanma, hesap ve bunun sonucuna göre muamele olmasaydı, ölüm, insan için bir rahatlık olurdu. Lakin, herkes yeniden diriltilecek ve hesaba çekilecektir. Bu hesap sonucunda Allah'a kulluk edenler iltifata mahzar olurken, Allah'a kulluk etmeyenler, kafiler ve münafıklar horlanacaktır. Bugün pişmanlık duymayan kullar için, orası pişmanlık duyulacak yerdir.
Kıyamet ve mahşer günü hesap sorma günüdür. İnsanları yaratan ve onları dünya hayatında imtihana tabi tutan Allah-u Zülcelal, o gün onlardan hesap sorar. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun, biz kendilerine Peygamber gönderdiğimiz milletlerden de, onlara gönderdiğimiz Peygamberlerden de hesap soracağız. Biz bunların yaptıklarını tam bir bilgi ile onlara anla-tacağız. Çünkü biz onlardan uzak değildik. O gün amelleri tartmak gerçektir. Kimin iyi amelleri ağır gelirse o iflah olur. Kimin iyi amelleri hafif gelirse, ayetlerimize karşı işledikleri zulümden dolayı nefislerini hüsrana bırakmıştır." (A'raf; 6-7) Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Siz Rabb'inizin huzuruna vardığınızda, tercüman olmaksızın size soru soracak, siz de O'na cevap vereceksiniz." (Tirmizi)
Kıyamet gününde, ister hayır, ister şer, bütün amellerimizden hesaba çekileceğiz. O günde, ameli kötü olanlar için ayet-i kerimede buyurulduğu gibi: "Yazıklar olsun o kullara..." (Yasin; 30) denilecektir. İnsanın başına nasıl bir dert bir musibet geldiğinde: "Ah! çok kederliyim!" dediği gibi, kıyamet gününde de kafir ve münafıklar, hasret ve keder içinde böyle diyeceklerdir. Evet, o gün öyle bir gündür ki, nice büyük Peygamberler bile hayret içinde olduğu için kendi nefislerinin kurtuluşu için "nefsi, nefsi" diyecektir. Melekler halka dönecek teker teker bütün insanları çağırararak; "Ey falan oğlu falan, hesaba gel!" diyecekler.
İşte o anda kalpler çarpmaya ve vücutlar titremeye başlayacak, akıllar yerinden oynayacak, hatta bazıları hesaba çekilmeden cehenneme girmeyi tercih edecekler.
Keşke bu çirkin amellerimizle Allah-u Zülcelal'in huzuruna çıkmadan ve rezil olmadan doğrudan cehenneme gitsek, diyeceklerdir. İşte bu dehşetli gün gelmeden evvel ona hazırlanmamız lazımdır.
İnsan, sonbaharda toprağa buğday atarsa, baharda orada ne biter? Buğday biter. Çiçek ekerse, çiçek çıkar. Toprağa diken tohumu atarsa, ondan diken çıkar. İnsan dünyada ne tohum ekerse, kıyamet gününde onu biçecektir. Bu dünyada insanın kalbindeki, içindeki, ruhundaki şey görülmez, tam hakikatiyle meydana çıkmasa da zahiri âzâlar üzerinde belli olur. Fakat kıyamet gününde, tam hakikatiyle ortaya çıkacaktır.
İnsan son baharda ne tohum atarsa, baharda onu elde eder. Tohum atmayan kimseler, herkes harman zamanı buğdayını kaldırırken, tohum atmadığı için eli boş kalacaktır.
Dünyada ibadet, zikir yapmayan, Allah-u Zülcelal'in taatinde bulunmayan kimseler de sonbaharda tohum atmamış gibi olurlar. Dünyada sonbahar da tohum atmayanlar, arkadaşları buğdayını pirincini kaldırıp sevinirken nasıl pişman olup 'keşke ben de tohum atsaydım, tembellik yapmasaydım' diyorlarsa; bunun gibi bu dünyada hayır, taat ve zikir tohumu atmazsak, kıyamet gününde pişman olacağız.
Mürşidim Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bazen şu hikayeyi anlatırdı: "Eski insanlar buğdayını biçtiği zaman, geri de bazı taneler kalırdı. Fakir kadınlar ve erkeklerde onu toplardı. O zamanlar dul bir kadın ve yetişmiş birde kızı vardı. Buğdaylar biçildikten sonra o kadına: "Gidin geride kalan taneleri toplayın. Şimdi tam zamanıdır. Eğer toplamazsanız kış mevsiminde perişan olursunuz. Kızın da sana yardım etsin." dediler. Bu sözler karşısında, kadın: "Biz toplayıp ne yapacağız? Zaten ben ihtiyarım yakında öleceğim. Kızımda yetişkin olduğu için onu evlendireceğim. Dolayısıyla o tanelere ihtiyacımız yoktur." dedi. Kış geldiğinde ne ihtiyar kadın öldü, ne de nasibi olmadığı için kızı evlenebildi. Kış mevsimi geldi, hava soğudu, evde birşeyleri olmadığı için perişan oldular. Kadın sokağa çıkıp; "Buğday toplama yeri neresidir? Bana gösterin ki biraz buğday toplayayım!" deyince, ona: "Bu zaman buğday toplama zamanı değildir, her tarafı kar kaplamıştır. Onun vakti yaz mevsimindeydi." dediler.
Mürşidim Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bu olayı anlattıktan sonra şöyle derdi: "İşte bu dünyada daha vücudumuzda hayat varken, şimdi buğday toplama zamanı iken, hazırlığımızı yapalım. Kış mevsimi geldiği, kar diz boyu olduğu zaman, yani ölüpte kabre girdikten sonra pişman olacağız. Bana bir yol gösterin diyeceğiz. Ama o zaman iş işten geçmiş olacak ve amel yapma vakti bulunmayacaktır."
Şimdi amel yapma zamanı iken, elimizden geldiğince bunu değerlendirelim. Şimdi elimizde fırsat vardır. Fırsat bittikten sonra, o ihtiyar kadın gibi perişan oluruz. Allah-u Zülcelal kullarına karşı çok merhamet ve şefkat sahibidir. Fakat biz O'nun bu sabrına, keremine mağrur olup aldanıyoruz. Bir gün Şeyh Ebu Hasan, camide vaaz veriyordu. Şibli de caminin önünden geçerken onun vaaz ettiğini gördü. O diyordu ki: "Kıyamet günü Allah-u Zülcelal insana şöyle soracaktır: "Sana ömür verdim, bu ömrü nerede sarf ettin? Bu gençliği, kuvveti sana verdim, nerede sarf ettin? Günah işleyerek mi, sevap isleyerek mi yoksa boş boş gezerek mi? Sana mal verdim, bu malı nereden kazanıp nereye harcadın, ölümü duydun buna ne hazırlık yaptın?"
Şeyh Ebu Hasan'ın bu şekilde vaaz verdiğini duyan Şibli, ona şöyle dedi: "Ya Hasan! Allah'ın kullarını o kadar korkutma!" O:"Peki ne diyeyim ya Şibli?" deyince, dedi ki:
"Sen onlara Allah seninle beraberken, sen kiminle beraberdin diye sor!" Bakınız, ne büyük bir sorudur. Allah devamlı olarak seninle beraberken, sen kiminle beraberdin? Buna nasıl cevap vereceğiz? Ben dünyayla, kötü insanlarla, keyf ve sefayla beraberdim mi diyeceğiz? Allah, kendi kudret ve azametiyle bizimle beraber olup bizden hiç ayrılmıyorken, bizim başkalarıyla beraber olmamız, ne kadar büyük bir haksızlıktır. Oysa cevabımızın ne olması gerekirdi?
"Ya Rabbi! Senin bu zayıf yaramaz kulun, senin kuvvetinle, seninle beraberdir." dememiz lazımdı. O bizimle beraberken, bizim dünyayla, günahla, kötü insanlarla beraber olmamız çok ayıptır. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir." (Hadid; 4)
Sokakta, evimizde, insanların arasında, yalnızken, her an Allah-u Zülcelal bizimledir. Allah-u Zülcelal'in bize soru sorduğunu düşünelim, bize: "Gençliğini nerede sarf ettin?" dese, O'na ne cevap veririz?
"Ya Rabbi! Gençliğimi namaz kılmakla, zikir yapmakla, boş kaldığım zaman sohbetlere gitmekle, bir cami, bir ilim meclisi yapmak gibi bir hizmet olduğu zaman, onunla uğraşmakla geçiriyorum." diye cevap vermemiz lazımdır. Eğer paramız varsa, hayır yerlerine yardım ederek, fakire sadaka vererek malımızı sarf etmeliyiz. Eğer bu gibi şeyleri yapıyorsak, Allah-u Zülcelal bize hesap sorduğunda, cevabımız hazırdır, elhamdulillah. O bizi hesaba çektiğinde, eğer cevabımız yok ise o zaman perişan olacağız.
Onun için kendimizi hesap gününe hazırlayalım. Allah-u Zülcelal'in merhameti, keremi, bize sabretmesi, bizi mağrur ediyor. Yoksa eğer cenneti, cehennemi, haşir meydanını, sırat köprüsü veya mizanı, bir an bize gösterseydi, aklımız hemen başımıza gelecekti. Ama bu bir imtihandır. Allah-u Zülcelal imtihanın bitmemesi için göstermiyor. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Sen Rabbinin kerim olmasıyla mı mağrur oluyorsun?" (İnfitar; 6)
Nasıl ashab-ı kiram, Hz. Peygamber (S.A.V) ile beraber olmaya muhtaç idiler. O, dinlerini muhafaza etmek için onlara bir delil idiyse, bunun gibi zamanımıza gelinceye kadar da sadat-ı kiram da bizim için delildirler. Mevlana Halid-i Bağdadi bir nasihatlarında şöyle buyurmuştur: "En mühim vasiyyetim şudur ki; ölümü, ahiret hallerini ve ni'metlerin hakiki sahibini unutmayınız. Elden geldiği kadar Peygamberlerin Efendisinin (S.A.V) sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız.
Evliyanın kalpleri, ilahi nurların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Allah-u Zülcelal de hoşnuttur. Onların kalplerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur. Allah dostlarının dokunaklı sözlerini ilaç gibi bilmelidir. Bizim yolumuz, islam dinine ittiba' yoludur. Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır. Bütün gayretle sünnetin yayılmasına ve bid'atlerin yok edilmesine çalışmalı, müslümanların, ehl-i sünnet alimlerinin bildirdikleri doğru itikad üzere olmalarına uğraşmalıdır. İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allah-u Zülcelal'in beğendiği, Resulullah'ın sevdiği ve büyük Evliyanın özendiği bir ahlaktır." Evet, Allah dostlarıyla beraber olmak, Allah-u Zülcelal'in muhabbetini, rızasını kazanmaya, bizim için çok büyük bir delildir. Sadat-ı kiramın yanında olmadığımız, evlerimizde olduğumuz zaman da haftada en az bir gün, arkadaşlarla beraber toplanıp sadat'ın sohbetlerini, menkıbelerini, hadis ve fıkıh okuyarak, Allah-u Zülcelal'in rızasını aramamız lazımdır.
Allah-u Zülcelal, devamlı bizimle beraberdir. Her ne kadar, biz O'ndan gafil olsak da, yine de O bizi, rızasını ararken görsün. Sohbetlere giderken, Allah'ın rızasının yolunu bilmek için kitap okurken, Allah bizi rızasını ararken görecektir. İmanın icapları vardır. İman Allah'a, Peygamber'e, kıyamet gününe, haşre, sırata, cennet ve cehenneme inanmaktır. İmanımızla bunları tasdik ediyoruz. İmanın şartlarına inanıyorsak, bunların icaplarını yerine getirmeliyiz.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KİBİRİ TEDAVİ ETMENİN YOLU
İnsan, kendisinde bulunan kibri, ancak onu yok edecek ilaçları kullanıp tedavi olmak suretiyle yok edebilir. Bunun yolu da, kibri kalpten kökünden söküp atmaktır. Bunun ilacı da ilim ve ameldir. İnsan, ancak bu ilaçları kullanarak tedavi olabilir.
İlim, insanın kendisini ve Rabbini tanımasına vesile olur. İnsan kendisini bildiği zaman, her şeyden daha aşağı ve herşeyden mahrum olduğunu anlar.
Bunu anlayan kimse de tevazu ehli olur. Rabbini bildiği zaman da kibir ve azametin, yalnız O'nun şanı olduğunu idrak eder. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede;
“İnsan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir.” (Yasin; 77) buyurmuştur. Bunu bilen bir kimse, daha nasıl kibirlenebilir ki?
Kibrin tedavi edilmesinin bir yolu da ameldir. Bu da Allah için bütün insanlara tevazu göstermektir. Bunun yolu da, ancak Peygamber Efendimiz (sav)'e, ashab-ı kiram ve saadatın ahlakına, denizden bir damla da olsa ittiba ve taklit etmekle mümkündür.
Kibiri tedavi etmenin diğer bir yolu da yukarıda kibire sebep olan şeyler diye saydığımız sebepleri terketmektir.
Bunlardan birincisi; asaletle övünmektir. Asâleti ile kibirlenen kimse iki şeyi bilmekle kendisini tedavi edebilir:
1. Başkasının kemali ile öğünmek, büyük bir cehalettir.
2. Hakiki asaleti bilmektir. Bunun ise başı meni, sonu topraktır.
İkincisi; güzellikle övünmektir. Bunun çaresi de, hayvan gibi dış görünüşe değil, aklı başında olan bir insan gibi kalbine, ruhuna, sırrına bakmaktır. İnsan maneviyatına yöneldiği zaman, güzelliği ile övünmesini engelleyecek birçok çirkin sıfatları görür ve kendisinde bulunan kibrin yanlış olduğunu anlar. Bunları düşünüp muhasebe eden kimse, güzelliği ile nasıl övünebilir ki?
Üçüncüsü; kuvvet ve kudretine güvenerek kibirlenmektir. Halbuki insan hastalıklara dayanamadığını, bir sinekle başa çıkamayacağını, bir dikenin vücuduna batmasıyla nasıl aciz kaldığını düşünse, kuvvet ve kudreti ile kibirlenmenin ne kadar da boş olduğunu anlar ve bu kibrinden vazgeçer.
Dördüncüsü; servet, aile efradı ve etrafında bulunan adamların çokluğu ile kibirlenmektir. Bu, kibrin en çirkin olanıdır. Çünkü, bu mal ve servet kendisinin değildir. Kendisi bunların sadece çobanıdır. Allah-u Zülcelal tüm bunları nasıl vermişse, öyle de geri alabilir. İnsanın yanında emanet bulunan bir şeyle kibirlenmesi de ahmaklıktır.
Beşincisi; ilim ile kibirlenmektir. İlim ile kibirlenmek, afetlerin en büyüğüdür. Hastalıkların en ağırı ve tedaviyi en zor kabul edenidir. Bunu tedavi edebilmek için çok büyük gayret göstermek lazımdır.
Alim bir kimse, cahillere baktığı zaman, kendisini onlardan üstün görmekten alıkoyamaz. Alim ancak şu iki şeyi bilmekle kendisini kibre düşmekten koruyabilir.
1-Allah-u Zülcelal'in katında âlimin sorumluluğu daha fazladır. Çünkü, bir günahı bilerek işleyen bir kimse ile onun günah olduğunu bilmeden yapan kimse elbette bir değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde;
“Kıyamet gününde bir âlim getirilir ve cehenneme atılır. (Onun) bağırsakları dökülür. Su çeken merkep gibi onların etrafında döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır ve:
‘Bu halin nedir?’ diye sorarlar. O da şöyle cevap verir:
‘Ben dünyada iken hayrı, emreder kendim yapmazdım; kötülükten men'eder kendim yapardım; işte cezamı çekiyorum.” (Buhari, Ebu Usame) buyurmuştur.
İşte, âlim olan kimseye, bu tehlike yeter de artar bile. Bir âlim herhangi bir cahilden kendisini üstün görüp kibirlense, bu tehlikeyi düşünüp, hemen o kibri terketmelidir.
Âlim olan kişi, zahiri ve manevi kusurlarını düşünüp Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerindeki kusurlarını hatırlar ve kendisini bekleyen tehlikeleri düşünürse, muhakkak kendisini esir eden kibrinden vazgeçer.
2- Kibir, ancak Allah-u Zülcelal'e mahsustur. Alim olan kişi bunu bilir ve kibir yaptığı zaman, Allah-u Zülcelal'in kendisine ga-zaplanacağını, ancak tevazu ehli olmakla Allah'ı razı edebileceğini bilmelidir.
Allah-u Zülcelal’e karşı kibir yapanın hali perişanlık olur. İşte bunları bilen alim, nefsini kibir yapmamak için zorlar ve böylelikle kalbinden kibir hastalığı çıkar.
Bir kimse son nefesinde akibetinin ne olacağını düşünür ve nasıl bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu idrak ederse, değil bir fasığa, bir kâfire karşı dahi kibirlenmesi mümkün değildir.
Demek ki, insanın görevi, kim olursa olsun, hiç kimseye kibir yapmamaktır. İnsan bir cahil gördüğü zaman;
“Bu adam cahil olduğu için günah işliyor olabilir; bense bilerek günah işliyorum. Bunun mazereti vardır, benim hiçbir bahanem yok” demelidir. Bir alim gördüğünde;
“Bu benim bilmediklerimi biliyor. Ben buna nasıl emsal olabilirim.” demelidir.
Yaşlı birini gördüğünde:
“Bu kişi benden daha fazla Allah-u Zülcelal'e ibadet etmiştir.” Kendisinden küçük birisini gördüğü zamanda;
“Bunun günahı benden daha azdır” demelidir.
Bütün bunlara bakarak, herkese düşen görev, kendi akibeti için nefsini ıslah etmek ve kalbini Allah-u Zülcelal'e karşı düzeltmekle meşgul olmaktır. Kendisi tehlikede olduğu halde, başkasına acıyan kimse, büyük bir yalancıdır.
Altıncısı ise; ibadet ve vera ile kibirlenmektir. Bu da insan için çok büyük bir tehlike olabilir. Bundan kurtulmanın çaresi, bütün insanlara karşı tevazuuyu kalbine yerleştirmeye çalışmak, ben bu kadar ibadet yapıyorum, şu kadar zikir yapıyorum, onlar yapmadı ama benim bu yaptıklarımı Allah-u Zülcelal kabul etmemiş olabilir, diye insan düşünmekdir.
Netice olarak, akibetini bilmeyen ve kötü kimselerden olabileceği ihtimalini düşünen kimsenin kibirlenmesi mümkün değildir. Bir kimse de bu korku hakim olduğu sürece, herkesi kendinden üstün görmeye başlar. Bu da en faziletli ve doğru olandır.
İşte kibri kalpten söküp atacak çareler bunlardır.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
ALLAH KORKUSU
“Ey akıl sahipleri! Allah’tan korkun ki iflah olasınız.” (Maide; 100)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah korkusu akıl ve hikmetin başıdır.” (Beyhaki)
Şiblî, bu hadis-i şerifi; “Allah korkusu, insana (olup bitenlerden) ibret alma kapısını açar.” diye açıklamıştır.
Allah-u Zülcelal’den korkan kimsenin kalbi kötü duygulardan arınır. Böyle kimsenin Allah-u Zülcelal’i tanıması ve O’na sevgisi artar. Korkunun ümitten fazla olması gerekir. Çünkü ümit fazla olduğu zaman, onun fazlalığı ölçüsünde kalpte ve duygularda bozulma ve çürüme meydana gelir.
Hasan-ı Basri’ye; “Bizi korkutuyorsun, seni dinlerken kalplerimiz yerinden fırlıyor.” demişler. Hasan-ı Basri buna karşılık şöyle cevap vermiştir:
“Allah’a yemin ederim, sizin için dünyada korkup ahirette emniyet kazanmak, dünyada emniyet duyup ahirette korkmaktan daha çok iyidir.”
Mü’min sadece günahlarından dolayı korkmaz. O aynı zamanda amellerinin kabul edilmemesinden de korkar. Allah-u Zülcelal korkan kullarını şöyle tarif etmiştir:
“Onlar Rabblerine döneceklerini bildikleri için Salih amelleri de kalpleri titreyerek işlerler.” (Mü’minun; 60)
Günahlarına rağmen emin olanların kötülenmesi, korkunun lüzum ve faziletini gösterir. İnsan yaptığı işin kontrolden geçirileceğini bilir veya buna inanırsa, onu dikkat ve korku ile yapar. Ona bakılmayacağını düşündüğü taktirde ise, onu rastgele yapar ve bir kenara atar. Onun için, Malik b. Dinar şöyle demiştir:
“İnsan kendi üzerinde korku ve ümit alametini görünce sağlam bir ölçüye tutunmuş olur. Korkunun alameti, Allah’ın yasaklarından kaçınmak, ümidin alameti de Allah’ın emirlerini yerine getirmektir.”
Ümit ile korkuyu anlatan Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)’in şu sözü hepimiz için ders olmalıdır:
“Eğer gökten gelen bir ses; ‘Bir kişiden başka herkes cehenneme gidecek.’ dese, ben o kişi olacağımı ümit edeceğim. Ve eğer bu ses; ‘Bir kişiden başka herkes cennete gidecek.’ dese, ben o kişi olduğumdan korkacağım.”
Ölüm anında ise hüsn-ü zan ve ümit efdaldir. Çünkü korku amel için gereklidir. Ölüm anı ise amelin bittiği andır. Bu anda fazla ümit etmek, Allah-u Zülcelal’i daha çok sevmeye vesile olur. Çünkü iyiliği ümit eden sevilir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.