Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
İNSAN PROBLEMLERİNE KUR'ÂN’Î ÇÖZÜMLER
Yrd. Doç. Dr. Muhittin Akgül 1
Yeryüzünün en mükemmel varlığı olarak yaratılan insan, pek çok şeye de muhtaç bir yapıya sahiptir. O, kendisine verilen ve aynı zamanda büyük bir kıymeti hâiz olan aklıyla her zaman ve her şeyi bilme keyfiyetinden uzaktır. Öteden beri aklın her şeyi çözüp-çözemeyeceği konusu tartışılmışsa da, umûmi kanâat onun, her zaman için doğruyu bulamayacağı merkezinde olmuştur. Onun bu özelliğinden dolayıdır ki, Yüce Yaratıcı, insanlığın başlangıcından itibaren farklı dönemlerde peygamberler ve peygamberlerin uygulayacakları prensipleri ihtiva eden kitaplar göndermiş, böylelikle insanlar, dünya ve ukbâ saâdetini en mükemmel şekilde elde etme imkânına kavuşmuşlardır.
Bir mamulü en iyi bilen onu yapandır. İnsanı yaratan ve ona insanlık vasıflarını veren Yaratıcının, en ince noktasına kadar onun ihtiyaçlarını da bilmesi gâyet normaldir ve doğal olan da böyle olmasıdır. İnsanın sonsuz ihtiyaçları, ebede kadar giden istekleri, çözümsüz gibi gözüken problemleri vardır. İnsanın iki cihan saâdetinin yol göstericiliğini yapan Kur'ân-ı Kerîm’dir. Saâdet ve mutluluğun anahtarı ondadır. O, her yerde karşımıza çıkıp bizleri hayret ve şaşkınlıklara götüren problemlerimizi çözüme kavuşturup halletmeseydi, bütün bu bilinmezler karşısında şaşıracak ve ne yapacağımızı bilemez hale gelecektik. Kur'ân öyle bir ışık kaynağıdır ki, kendisine gönül verip arkasında gidenlerin ruhlarında hürriyet düşüncesi, adâlet anlayışı, kardeşlik ruhu ve başkaları için yaşama arzusunu uyandırmış, etten-kemikten varlıklara melekleşme yolunu öğretmiş, onlara her iki dünyada mutluluğa götürecek yolları göstermiş ve kapılar açmıştır. Kur'ân, insana dünyada yükselmenin bütün yollarını göstermiş ve böylece onun, insan-ı kâmil olma çizgisini yakalamasını istemiştir.
Kur'ân, insana insanca yaşamayı öğretir. Bu dünyada yaşarken, insanın kendisiyle, ailesiyle, içinde bulunduğu toplumla iyi münasebetler içinde bulunmasını, böylelikle huzurlu bir yaşam geçirmesini ve öldükten sonraki hayatını da unutmamasını tembih eder. Dolayısıyla her insanın önüne çıkması muhtemel, gündelik hayatta başlarına gelen problemleri en iyi bir şekilde çözmek için anahtarlar önerir. Önemli olan Kur'ân'ın bu anahtarlarını kullanıp, içindeki hazineleri insanlığa sunmaktır. Başlangıçtan günümüze Kur'ân’la meşgul olan herkes bu anlamda insanların meselelerine cevaplar aramış ve çözüm yolları bulmaya çalışmıştır. Ancak Kur'ân, evrensel bir kitap olduğu için, her dönemdeki insanın ihtiyacına göre yeniden ele alınmalı, incelenmeli ve tefsir edilmelidir. O, insanın ihtiyaç hissedeceği hiçbir şeyi eksik bırakmamış, en önemlisinden, daha az önemlisine kadar her şeyi ele almış ve en güzelini insanlara sunmuştur. Kısacası düşünen, anlayan, ve kavrayabilen için Kur'ân’da her şey vardır dersek mübâlağa etmiş olmayız. Meselâ inançla ilgili hususlar, insanın aslâ vazgeçemeyeceği şeylerdir. Bununla ilgili Kur'ân-ı Kerim’de teferruatlı prensipler konulmuş, Yaratıcı’nın isimleri ve sıfatları genişçe ele alınmıştır. 2 Ayrıca ibâdete yalnızca Allah'ın lâyık olduğu vurgulanmış, 3 meleklere, peygamberlere ve indirilen kitaplara inanma emredilmiştir, 4 öldükten sonra dirilme, insanın dünyadayken yaptıklarından hesaba çekilip mutlaka karşılığını göreceği bildirilmiştir. 5 Namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetlerle ilgili esaslar belirtilmiş, insanların yaşantılarında ihtiyaç hissedecekleri kurallar konmuştur. Bu cümleden olarak helâl-haram olan şeyler belirtilmiş, 6 alış-verişlerdeki esaslar üzerinde durulmuş, 7 yetimler ve onların vâsileriyle ilgili hükümler belirtilmiş, 8 evlilik, mehir, boşanma, nafaka, iddet, süt emzirme gibi konular dile getirilmiştir. Bazı suçlara uygulanacak olan cezâlar açıklanmış, kasden adam öldürmede uygulanacak kısas cezâsı, 9 hatâen öldürmedeki cezâ, 10 yol kesenlere verilecek cezâ, 11 hırsızlık cezâsı, 12 zina cezası, 13 iffetli kadınlara zina isnadı cezası 14 gibi müeyyideler konulmuştur. İnsanların arası bozulduğunda takip edecekleri yol belirtilmiş, 15 âilevî problemlerle ilgili çözüm yolları sunulmuş, 16 müslümanların gayr-ı müslimlerle münasebetlerindeki kurallar, sulh anındaki münasebetler, 17 savaş esnasındaki münasebetler, 18 devamlı olarak savaşa karşı hazırlıklı olma, 19 düşmanla karşı karşıya gelince çekinmeme, onlardan kaçmama, 20 müste’men(mülteci)in durumu, 21 savaş esirlerine uygulanacak muâmele, 22 antlaşma hükümleri 23 gibi şeyler üzerinde durulmuştur.
Ayrıca akrabalara nasıl davranılacağı, 24 kötülüğün iyilikle savılacağı, 25 affetmenin güzel bir haslet olduğu, 26 doğruluğa teşvik, 27 emânete saygılı olma, 28 adâlete teşvik, 29 mütevâzi olup, kibir ve çalımdan kaçınma, 30 alay etmenin ve lâkap takmanın hoş bir şey olmadığı, 31 sû-i zandan, gıybetten ve tecessüsten kaçınma, 32 başkalarının evlerinin gizliliklerine saygı, oraya girerken dikkat edilmesi gerekli olan prensipler, 33 kadınların namuslarına göstermeleri gereken ehemmiyet, 34 misafirlikle ilgili kurallar 35 gibi pek çok konu ele alınmıştır. Kısaca söylemek gerekirse Kur'ân, çok geniş bir konu çeşitliliğine sahiptir. İşlenen bütün konular, insanların yaşamlarında şu veya bu ölçüde mutlaka önlerine çıkacak meseleler özelliğine sahiptir. Dolayısıyla insanların, ihtiyaç duyacakları çözümler noktasında Kur'ân’dan müstağnî kalmaları mümkün değildir.
İşte bu bildiride son asrın büyük âlimlerinden Bedîüzzaman Said Nursî’nin Kur'ân-ı Kerîm’den insanların problemlerine getirmiş olduğu çözümler üzerinde durmaya gayret edeceğiz. Ancak hemen şunu belirtelim ki, bu sınırlı bildiride bu çözümlerin hepsini saymak imkânsızdır. Zira eserlerinde ele aldığı konuların hepsini Kur'ân'ın herhangi bir âyetiyle telif etmek mümkündür. Yani o, bütün problemlere çözümler getirirken en geniş anlamda Kur'ân’dan istifade etmiş ve gerçekleri bu doğrultuda ortaya koymuştur. Onun bu konudaki şu veciz sözü de bunun bir göstergesidir: “Elde Kur'ân gibi bir mûcize-i bâki varken, başka bürhan aramak aklıma zâit görünür. Elde Kur'ân gibi bir bürhân-ı hakîkat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?” 36 Biz de bu bildiride Saîd Nursî’nin insanların bazı sosyal problemleriyle ilgili olarak ele alıp sunduğu çözümleri inceleyeceğiz. Evvelâ, insanların hayatlarında mutlaka karşılaştıkları gıybet ve hased meselesini ele alıp, daha sonra, toplumsal hayatın katmanlarını teşkil eden çocukların, gençlerin ve ihtiyarların problemlerine getirdiği çözümler üzerinde duracağız.
1. GIYBET
Bir kişinin ayıp ve kusurunu o yokken arkasından söylemek 37 şeklinde tarif edilen gıybet, ferdi ve cemiyeti zehirleyen bir zehir ve ruh hastalığıdır. İnsan, yüce bir varlıktır. Allah'ın yeryüzünde değer verdiği ve bütün canlılardan üstün kıldığı bir konumdadır. İnsanın bizzat kendisi değerli olduğu gibi, şânı, şerefi ve haysiyeti de değerli ve üstündür. Hangi şekilde olursa olsun, onun tahkir edilmesi, ayıplanması, kusurlarının veya duyulmasını istemediği fiillerinin sağa sola taşınması da yasaklanmıştır. Böyle bir davranış içine girilmemesi için bunu yapanlar Yüce Yaratıcı tarafından “veyl” (yazıklar olsun!) ifadesiyle kınanmıştır:
“Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay haline!” 38
Başkalarını ayıplamamak, onların aleyhinde konuşmamak ve böylece insanların kendisinden emin olduğu bir konumda bulunmak o kadar değerli bir makam sayılmıştır ki, Hz. Peygamber, insanların Müslümanca en fazîletli olanının, insanların elinden ve dilinden emniyette bulunduğu kimse olduğunu, 39 iki çene ve iki apış arası konusunda söz verip sözünü yerine getirene cennette kefil olacağını 40 bildirmiştir. Evet Müslümanın nazarında elle yapılan tecâvüz ile gıybet, bühtan, tahkîr, tezyif gibi dil ile yapılan tecavüz ve çekiştirme arasında fark yoktur. Zira birisi onun maddi yönünü zedelemekte ise, diğeri de mânevî yönünü yıpratmaktadır. Hz. Peygamber Mi’rac’a çıktığında orada bir kavmin yanından geçerken, onların demirden tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini yırtıp kanattıklarını görünce, Cibril’e bunun sebebini sormuş, o da bunların, insanları çekiştiren ve onların gizliliklerini ortaya çıkaran kimseler olduğunu söylemiştir. 41
Önemine binaendir ki, Kur'ân ve sünnette gıybet üzerinde böylesine önemle durulmuş, çirkinlikleri belirtilmiş ve inananların bu kötülükten uzak durmaları istenmiştir. Bediüzzaman Said Nursî, insanlardaki bu kötü sıfatın çirkinliğini Kur'ân'ın bu konuyla ilgili şu âyetini delil getirerek açıklamıştır:
“Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı büyük günahtır. Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizi gıybet de etmeyin. Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiksinirsiniz. Öyleyse Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah tevbeleri kabul edici ve çok merhamet edicidir.” 42
“Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” 43 âyetinde zemmi (gıybeti), altı derece zemmeder. Gıybetten altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki:
Malûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) manasındadır. O sormak manası, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. İşte birincisi hemze ile der: (Âyâ) sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?
İkincisi: “yuhibbu = hoşlanır” lafzı ile der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
Üçüncüsü: “Ehadüküm = sizden biri” kelimesiyle der: Cemaâtten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü: “En ye’küle lahmen = etini yemekten” kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalama işini yapıyorsunuz?
Beşincisi: “Ehîhi = kardeşinin” kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı: “Meyten = ölü” kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor? Demek zemm ve gıybet, aklen, kalben, insaniyeten, vicdanen, fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak! Nasıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe gıybeti zemmetmekle i'cazkârane altı derece o cürümden zecreder. 44
Nursî gıybeti, kinci, hasetçi ve inatçı kimselerin en çok kullandıkları alçak bir silah olarak kabul eder ve izzet-i nefis sahibi olan birisinin bu pis silaha tenezzül etmemesi gerektiğini belirtir. 45 Bediüzzaman Saîd Nursî, gıybet ile siyaset ve politika arasında ilginç bir ilişki kurmuş, büyük ölçüde kendi dönemindeki siyasetin gıybet üzerine oturtulduğunu ifade etmiştir. O bununla ilgili olarak şöyle demektedir: İslâmiyet'in pek çok kanun-u esasîsinden birisi: “..Hiçbir kimse başkasının günahını taşımaz..” 46 âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes'ûl olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik taraftarlığı ile, bir câninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden, taraftarları veyahut akrabaları dahi şeni' gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bil'misile mecbur ediliyor. Bu ise içtimâi hayatı tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. 47
Günümüz insanlarının pek çoğu gıybet olarak yaptıkları davranışlarını gıybet saymama gibi büyük bir hataya düşmektedirler. Bu kişiler, hakkında konuştukları insanların, bizzat yaptıkları davranışlarını dile getirdiklerini, dolayısıyla bunun da bir gıybet olmadığını iddia etmektedirler. Halbuki İslâma göre asıl gıybet de zaten budur. Şayet başkalarının yapmadıkları, yaptı şeklinde gösteriliyorsa, bunun adı gıybet değil iftiradır. Ebû Hureyre’nin rivâyetine göre, Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki:
“Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” Onlar: “Allah ve Resûlü daha iyi bilir!” dediler. Bunun üzerine:
“Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” açıklamasını yaptı. Orada bulunan bir adam:
“Ya benim söylediğim onda varsa, (Bu da mı gıybettir?)” dedi. Hz. Peygamber:
“Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun. Eğer söylediğin onda yoksa bir de iftirada bulundun demektir.” 48 buyurdular.
Gıybetin ölçüsünü de: “Gıybet edilen adam hâzır olsa ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zâten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.” 49 şeklinde belirten Said Nursî, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, gıybetin de sâlih amelleri tükettiğini, 50 bunun için gıybetten uzak durulması gerektiğini, şayet istemeyerek de olsa gıybeti yapanın veya onu dinleyenin “Allah’ım! Bizi ve gıybet ettiklerimizi bağışla!” deyip, ayrıca gıybet ettiği kişiyle karşılaştığında da hakkını helâl ettirmesi gerektiğini belirtir ki 51 bu ölçüleri göz önüne alan birisinin kolay kolay gıybet denilen bu kötü davranışa girişmesi mümkün değildir.
2. HASED
Hased, bir insanın başkasında bulunan nimet ve faziletin alınıp kendisine verilmesini temenni etmesi, 52 yahut başkasında bulunan herhangi bir üstünlüğün, meziyetin veya nimetin yok olmasını yahut da onda olmayıp sadece kendisinde bulunmasını arzu etmesidir. Aslında herkesin fıtratında belli oranda hased duygusu vardır. Aynı zamanda bu duygu tam yerinde ve ölçülü bir şekilde kullanıldığı zaman, insanların ilerlemesinde büyük bir rol oynar ki buna da gıpta denir. Gıptada, başkasının elinde bulunan bir üstünlüğün ondan gitmesini temenni yoktur; aksine aynı nimetin başkasında bulunduğu gibi kendisinde de bulunmasını istemek vardır.
Hasedde aslolan mânâ bir nimetin, bir faziletin, bir olgunluğun sahibinden yok olmasını arzu etmek, kendisine geçmesini, gerek istesin ve gerekse istemesin, başkasında bulunmasını mutlaka çekememektir. Öyle ki: “Onunki onda dursun da sana da verelim” deseler memnun olmaz, keşke onunki mutlaka gitse de kendisine hiçbir şey verilmese bile hoşlanır. Özellikle hased olunan nimet, hasedçi tarafından gasbolunmak mümkün olmayan şahsî faziletler ve kendine özgü olgunluklar kabilinden olursa, hased eden o zaman bütün bütün fazilet düşmanı kesilir ve onu kendine döndüremediğinden dolayı hased ettiği kişiyi haksız yere mutlaka yok etmekle tesellî bulmak ister. 53 Toplumdaki kavgalara sebebiyet veren şey, büyük ölçüde insanlardaki bu menfî tutumun varlığıdır. Kur'ân, hasedin kötülüğüne
“Hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden ağaran sabahın Rabb’ine sığınırım.” 54 ifadesiyle dikkat çekmiştir.
Said Nursî, dine ve âhirete ait işlerde rekâbetin, hasedin ve kıskançlığın olmaması gerektiği üzerinde durur; kıskançlığın ve hasedin sebebinin, bir tek şeye çok eller uzanmasından, bir makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden dolayı, insanların rekâbet, münâkaşa, müsâbaka sebebiyle gıptaya ve sonra kıskançlığa düştüklerini belirtir. Ayrıca dünyada bir şeye çok kimselerin tâlip olup, buna karşılık dünyanın dar ve geçici olması sebebiyle insanların hadsiz arzularını tatmin edemediği için rekabete düştüklerini ifade eder. 55
İnsanlar arasında hasetten dolayı meydana gelen düşmanlıkların giderilmesine karşı Kur'ân'ın, zekâtı emredip fâizi yasaklamasıyla çözüm getirdiğini belirtir ve bunu şöyle açıklar:
Evet ictimâi hayatta zenginler ve fakirler, müvâzeneleriyle rahatla yaşarlar. O müvâzenenin esası ise: Havas (zengin) tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında (fakir) hürmet ve itaattir. “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne!” düşüncesi, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. “Sen çalış, ben yiyeyim!” düşüncesi ise âvamı kine, hasede, mübârezeye sevkedip insanlığın rahatını birkaç asırdır kapıp götürdüğü gibi; şu asırda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi herkesce malûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi. İşte medeniyet, bütün hayır kurumları, ahlâkî mektepleri, polis ve kânun gücüyle, beşerin o iki tabakasını barıştıramadığı gibi, beşer hayatının iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur'ân, birinci kelimeyi esasından “zekâtın farziyetiyle” ortadan kaldırır, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını “fâizin yasaklanmasıyla” yok edip tedavi eder. Evet, Kur'ân âyetleri âlem kapısında durup fâize yasaktır der. “Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder. “Girmeyiniz” emreder. 56
Said Nursî başka bir yerde de bu meseleyi şu şekilde ele alır: Arkadaş! Bütün bir toplumun hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı âvamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden, zekât ve muavenettir. Halbuki zekâtın farz kılınmasına ve fâizin yasaklanmasına riâyet etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef tabaka-i havastaki meziyetler, tevazû ve şefkate sebep iken, kibir ve gurura sebep oluyor. Fakir tabakadaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti gerektirirken, esaret ve sefaleti doğuruyor. Eğer bu söylediklerime bir şahid istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şâhitler mevcuttur. 57
Said Nursî, hasedi enâniyetin bir tezâhürü olarak görür ve bundan şiddetle kaçınılmasını belirtir:
Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Nasıl ki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz, gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de: Bu heyetimizin şahs-ı manevîsinde her biriniz bir duygu, bir âza hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekâbet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir. 58
Hasedin çaresi olarak da Nursî, Kur'ân'ın dünyaya bakışını göz önüne alarak çözüm getirir:
Hased eden hased ettiği şeylerin akîbetini düşünsün. Tâ anlasın ki; rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet, mertebe ve servet fânidir, geçicidir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahî haset yapsa; ya kendisi riyakârdır, âhiret malını dünyada mahvetmek ister veyahut mahsudu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder. 59 Görüldüğü üzere Said Nursî, gerek hasedin sebebini, gerek korunma çarelerini ve gerekse kötülüğünü Kur'ân'ın değişik âyetlerini ele alarak inceler ve çözümler getirir.
3. ÇOCUKLAR
Bir ağacın, nesil ve nevini devam ettirmesinde, çekirdek ve tohumu ne ise, insan nesli ve nevinin devamında da çocuk aynı şeydir. Çocuklarını ihmal eden milletler inkıraza, onları yabancı ellere ve yabancı kültürlere terkedenler de özlerini kaybetmeye mahkûmdurlar. Her otuz kırk senede bir, milletin en aktif ve en verimli kesimini teşkil edecek nesiller, bugünkü çocuklardır. Çocukları küçük ve değersiz görenler, millet hayatında, nasıl mühim bir unsuru hafife aldıklarını düşünüp ürpermelidirler. 60 Çocuklar, hassas bir yapıya sahip olduklarından ve hadiselerin iç yüzünü detaylı bir şekilde kavrayamadıklarından dolayı, etraflarında cereyan eden hadiselerden son derece müteessir olurlar. Gördükleri bir ölüm hadisesi, anne-babalarını veya bir yakınlarını kaybetmeleri, ansızın en yakın arkadaşlarının gözleri önünde toprağa gömülmesi gibi olaylar, çocukların ruhlarında onulmaz yaralar açar, rûhi deprasyonlara sebep olur ve bunalıma sürüklenmelerine yol açar. Yüce Yaratıcı, çocukları bu kötü duruma düşmekten korumak için öncelikle âhiret ve cennet fikrini vurgular ve böylece ölümün bir hiçlik ve yokluk olmadığını, ayrı bir dünyada ölenlerle yeniden buluşulacağını belirtir. İşte Bediüzzaman Said Nursî bu durumu şu cümleleriyle ifade eder:
Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler ve gayet zaîf ve nazik vücudlarında bir kuvve-i maneviye bulabilirler ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mizac-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümid bulup mesrurane yaşayabilirler. Meselâ Cennet fikriyle der: "Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar." Yoksa her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zaîf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması; mukavemetlerini ve kuvve-i maneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divane bir bedbaht hayvan olacaktı. 61 Çocuklar, âhiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidadlarını taşıyabilirler. Yoksa elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşarlar. Çünkü her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında ve ileride uzun arzuları taşıyan zaîf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki; hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azab ve işkence edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der: "Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve vâlidem öldü, fakat rahmet-i İlahiyeye gitti, yine beni Cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim." diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir. 62
4. GENÇLER
Milletlerin ilerleyip gerilemesi, geleceklerinin sağlam, güvenirli veya çürük olması, sahip oldukları gençleri yetiştirmelerine ve terbiye etmelerine bağlıdır. Çünkü toplumun en dinamik ve önü alınamaz unsuru gençlerdir. Yerli yerinde ilgilenilmediği, bazı sorumlulukların anlatılmadığı, yeterli bir din duygusunun verilmediği gençler, toplumda adeta patlamaya hazır bir bomba konumundadırlar. Said Nursî gençlerin bu yönüne şöyle dikkatleri çekmektedir:
İnsanların ictimâi hayatlarının vesîlesi olan gençler, delikanlılar, son derece şiddetli olan hissiyatlarını, aşırı olan nefis ve hevâlarını, tecâvüzlerden, zulümlerden, tahribattan durduran ve toplumsal hayatın güzel bir şekilde devamını temin eden; yalnız Cehennem fikridir. Yoksa Cehennem endişesi olmazsa “El-hükmü lil-galib” (Karar çoğunluğa göre verilir.) kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zayıflara, âcizlere, dünyayı Cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti, gâyet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi. 63
Bediüzzaman, gençlerin karşılaştıkları önemli problemlerden olan kötülüklere uyma, heveslerin arkasında koşma, zayıf ve kimsesizleri ezme gibi hususlarda onlara, insanların mutlaka dünyada yaptıklarından sorumlu tutulacaklarını, 64 dünyanın geçici olup 65 gençliklerinin kesinlikle bir gün gideceğini, 66 eğer meşrû dairede kalmazlarsa, o gençliğin yokolup başlarına hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getireceğini, şâyet İslâmî bir terbiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet, namusluluk ve itâatta sarfederlerse, o gençliğin mânen bâki kalacağını ve ebedî bir gençlik kazanmalarına sebep olacağını belirterek onların kötülüklere karşı dikkatli olmalarını tavsiye etmiştir. 67
Bediüzzaman, gençlerle ilgili tavsiyelerinin bir yerinde de şunları söylemektedir:
Gençlik, hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi, gündüz akşama ve geceye değişmesi kesinliğinde, gençlik dahî ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayırlı ve güzel işlere -istikamet dairesinde- sarfetse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semavî fermanlar müjde veriyorlar. Eğer kötü yolda sarf etse, nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir öldürme, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir. Öyle de gayr-ı meşrû dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes'uliyetinden, kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden, günâhlardan ve dünyevî cezâlardandan başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübe ile tasdik eder. Meselâ, haram bir sevgide, kıskançlık, ayrılık ve karşılık görmeme elemi gibi çok ârızalar ile o cüz'î lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin (bu duygularını) kötüye kullanmasıyla gelen hastalıkla hastahanelere, taşkınlıklarıyla hapishanelere, kalp ve ruhun gıdasızlığından ve vazifesizliğinden meydana gelen sıkıntılarla meyhanelere, sefâhethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden, hapishanelerden, meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette çoğunluk itibariyle, gençlerin gençliğinin kötü yolda kullanılmasından, taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar, ağlamalar ve esefler işiteceksin. Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gâyet şirin ve güzel bir İlâhi nimet, tatlı ve kuvvetli bir hayır vesîlesi olarak âhirette gâyet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur'ân olarak çok kesin âyetleriyle bütün semavî kitaplar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar. Madem hakikat budur ve madem helâl dairesi keyfe kâfidir ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazen bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffette, istikamette sarfetmek lâzım ve elzemdir. 68
Hâsılı, gençlerin problemleri karşısında en mükemmel çözümler elde edilebilecek bir müessese vardır ki, o da din veya diğer bir ifadeyle dinin kaynağını teşkil eden Kur'ân-ı Kerîm’dir. Dinsiz bir gençliğin huzurlu olması ve yaşadığı yere huzur vermesi imkansızdır. Bu konuda yapılan ilmî araştırmalar da bunu göstermektedir:
Dr. Henry Link, “Dine Dönüş” kitabında, ABD’de Psikoloji Araştırma Dairesi Şefi olarak 15.321 kadın ve erkek üzerinde yaptığı incelemede ve 73.226 psikoloji testinin tatbik neticesini şöyle değerlendiriyor: “Bir dine inanan ve mabedlere devam eden kimselerde şahsiyet ve karakter, dine karşı lâkayd olan ve mabede gitmeyenlerden daha sağlam ve üstündür.”
Yine Psikiyatristlerin meşhurlarından biri olan Dr. Carl Jung, “Modern Man in Search of Soul” isimli kitabında şunları yazmaktadır: “Son otuz sene içinde dünyanın her tarafından hastalar bana müracaat ettiler. Yüzlercesini tedavi ettim. Otuzbeş yaşını geçmiş olanlarının hasta olmalarının asıl sebebi, dini inançlarını kaybetmeleri idi. Bunlar hayata din açısından bakmıyorlar, dindar arkadaşları gibi davranmıyorlardı. Dîni inançlarına yeniden kavuşmadan da tamamen iyileşmiyorlardı.”
Yine ABD’de her sene100 doktor intihar ediyor. Dünya Sağlık Teşkilatı ve Birleşmiş Milletler neşriyatına göre Japonya’da 1955 de 22.477 intihar vak’ası var. 1978 istatistiğine göre İsveç’te 20 bin intihar var. Halbuki refah seviyesi düşük olmasına rağmen onlara göre muhafazakâr olan Mısır’da intihar nisbeti 10 milyonda beştir. Japonya’da ise 10 binde beştir.
Görüldüğü üzere maddî problemlerini halletmiş ülkelerin bu durumları mutlu olmaları için yeterli olamamaktadır. Dinden uzaklaşarak kurtlaşmış ağaç hükmüne gelip yıkılmağa hazırlanan medeniyetin işte durumu: ABD’de mühim suçlarda artış 1960-1970 arasında % 144 artmıştır. Her 1000 kişi başına ağır suçlu sayısı İsveç’te 78,5; Danimarka’da 64,5; ABD’de 41,2; Fransa’da 34,6 dır. 69 Açıkça görülmektedir ki, madde her şeyi halletmiyor, inancın zayıf olduğu, dinin etkin olmadığı topluluklarda suç oranlarında önemli bir artış oluyor. İnançsızlıktan dolayı insanlar, kendilerini rahatlatıcı olarak uyuşturucuya kaptırıyorlar, onunla tatmin olmak, huzura kavuşmak, saadeti bulmak istiyorlar ve belki de akıllarını kurcalayan birtakım sorulardan geçici bir süre de olsa uzaklaşmış bulunuyorlar.
Halbuki kalpler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur. Gönüller huzura erer, içsel acılar, sancılar şifa bulur, sükûna kavuşur, yatışır. Çünkü her şeyin başlangıcı ve sonu Allah'a bağlıdır. Bütünüyle sebepler zinciri Allah’tan başlar ve yine dönüp dolaşır O’nda son bulur. Allah deyince düşünceler hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış bulunur. Gönüller O’nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri rûhun özlemini gideremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister. Fakat kalp İlâhî marifetten, Allah'ı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün maksatların ve bütün işlerin Allah'a yönelmiş olduğunu anlar; artık O’ndan yüksek bir makam ve merciye, O’nun dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz. Bundan dolayıdır ki marifetullaha yükselemeyen ve Allah'ı hatırlamayan kâfir ve gâfil kalpler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalp huzuru, gönül huzuru tadamaz. Huzur bulamaz, çırpınır da çırpınır durur. 70
“..Evet iyi bilin ki kalpler Allah'ın zikri ile yatışır.” 71 hakîkati de bunu göstermektedir.
Bediüzzaman Saîd Nursî, Kur'ân'ın, gençlerin mükemmel bir şekilde eğitilmesi, problemlerine çözümler getirmesi ve onları huzursuzluklardan kurtarması hususundaki özelliğine dikkatleri çekiyor ve bu hususu, o günlerde diğer devletlerde yapılan bir araştırmayla şöyle anlatıyor:
Kur'ân-ı Hakîm yeşil ipekliler arasında lâyık olduğu yüksek mevkiye konuyormuş. Mûcidler, feylesoflar, psikologlar, sosyologlar, pedagoglar Kur'ân-ı Kerim’i esas alarak yazılmış olan eserleri okuyorlar; o şahsiyetler bu mukaddes kitaptan aldıkları malûmat ile eserler yazarak dünya çapında şöhret kazanıyorlar. İnsanlığa ve milletlerine hizmet ediyorlarmış. İsveç, Norveç ve Finlandiya'da en büyük ilim adamlarından müteşekkil bir heyet meydana getirmişler; gençlerin kurtuluşunu sağlayacak halaskâr bir kitabı senelerce aramışlar; nihayet gençliği en yüksek ahlâk ile ahlâklandırmak ve dünyada açık fikirli, müstakim ilim adamı yapmak için Kur'ân-ı Kerim’i okutmanın yegâne çare olduğu neticesine varmışlar. 72
5. İHTİYARLAR
Hz. Peygamberin ifadesiyle herkes bu dünyada bir ağacın gölgesinde oturup dinlendikten sonra kalkıp asıl vatanına giden bir yolcu gibidir. 73 Ruhlar âlemi, dünya, dünyada çocukluk, gençlik, ihtiyarlık ve derken ansızın ölümle yüz yüze gelme... Demek ki bu yolculukta ihtiyarlık, herkesin uğrayacağı bir durak hükmündedir. Vücudun organlarının yavaş yavaş işlevlerini yitirdiği, insanın zarûri ihtiyaçlarını dahî karşılamaktan âciz olduğu, çoğu zaman dünyada en çok üzerine titrediği evlatları tarafından huzur evlerine(!) terkedildiği ve ölümün soğuk nefeslerini her zaman ensesinde hissettiği çok hassas bir dönem olan ihtiyarlık devresi, pek çok problemle karşı karşıyadır. İslâm, insanların bu hassas dönemlerinde karşılaşacakları zorluklar karşısında farklı şekillerde çözüm yolları sunmuştur. Saîd Nursî, bunu şöyle ifade etmektedir:
İnsan nevinin -bir yönüyle- yarısı olan ihtiyarlar, yalnız âhiret hayatıyla yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilir, çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine, güzel dünyalarının kapanmasına mukabil bir teselli bulabilirler, çocuk hükmüne geçen çabucak etkilenen ruhlarında ve mizaçlarında, ölüm ve yok olmaktan gelen elîm ve dehşetli ümitsizliğe karşı, ancak bâki hayat ümidiyle mukabele edebilirler. 74 Kur'ân-ı Hakîm'in bize verdiği en mühim bir ders; âhirete imandır; o iman da bu derece kuvvetlidir ve öyle bir rica ve bir teselli vardır ki; yüz bin ihtiyarlık bir tek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli ona denk gelebilir. Biz ihtiyarlar “Elhamdülillahi alâ kemal-il iman” deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz. 75
Said Nursî, “İhtiyarların ölüm ve kabir karşısındaki korkularını yok edecek ne tiyatro, ne sinema ve ne de başka şeylerdir, bu korkuyu giderecek tek şey kabrin ebedî bir yokluk olmadığını anlatmaktır” demektedir: İhtiyarlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgu ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarane sergüzeştlerini dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, mânen sukut, zahiren terakki denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakikî teselli, tiyatroda mıdır? Bu bîçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, manevî bıçakla o bîçareleri kesmek hükmünde ve “i'dam-ı ebedîye sevkediliyorsunuz” fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, “Sen oraya gideceksin” diye manevî kulağına üflemek; hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüz bin defa el'iyazü billah!.. 76
İhtiyarların önemli sıkıntılarından birisi de, himayelerinde bulundukları kimseler tarafından bir yük olarak telâkki edilmeleri ve bunun onlara ihsas ettirilmesidir. Böyle bir ihsas karşısında ihtiyar, ister istemez bunalacak ve başkalarına sıkıntı verdiği için ıstırap duyacaktır. Saîd Nursî, Kur'ân-ı Kerîm’in iki âyetiyle bu meseleye çözüm getirmiş ve ihtiyarların hamisi durumunda olan kimseleri bununla uyararak, böyle bir tutum içerisinde olmamaları gerektiğini belirtmiştir:
Ey geçim derdine düşen insan! Bil ki senin evindeki bereket direği, rahmet vesilesi ve musibet önleyicisi, evindeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır. Sakın deme: “Maişetim dardır, idare edemiyorum.” Çünkü onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin geçim sıkıntın daha fazla olacaktı. Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm, Latif ve Kerim olan Hâlık-ı Zülcelali Vel'ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızklarını gâyet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık, şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızklarını dahî, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini, tama'kâr ve cimri insanlara yükletmez. “Şüphesiz rızık veren, mutlaka kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” 77
“Canlılardan niceleri vardır ki, kendi rızklarını taşımaktan âcizdirler. Onları da, sizi de rızıklandıran Allah’tır.” 78 âyetlerinin ifade ettikleri gerçeği, bütün hayat sahibi canlı türleri hal dilleriyle ile bağırıp, o gerçeği haykırıyorlar. 79
İhtiyarların insanlara kazandırmış oldukları bu bereketten daha önemli olan bir şey daha vardır ki, o da Cenâb-ı Hakk’ın onlar yüzünden insanların başlarına gelecek olan belaları göndermemesidir. Saîd Nursî bu konuya da deyinmiş ve şu şekilde ifade etmiştir:
Misafir geldiği vakit berekete sebep oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan âcizler, ihtiyarlar ve ihtiyarların içinde şefkat, hizmet ve muhabbete en fazla lâyık ve müstehak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık sevgili olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir evde bulunsa, ne derece bereket vesilesi ve rahmet vasıtası ve “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti.” 80sırrıyla, ne derece musîbeti önleme sebeb olduklarını kıyas et. 81
Nursî, ihtiyarlara bakmanın büyük bir sevap olmasının yanında, özellikle de anne-babaya hizmet etmenin ve onların duâlarını almanın dünya ve âhiret sevabına sebep olduğunu belirtmekte 82 ve aynı zaman da anne-babaya bakmanın Kur'ân'ın bir emri olduğunu söylemektedir:
“Rabb’in kesinlikle emretti ki, ancak kendisine ibâdet edin, anne ve babaya iyilik edin. Anne ve babadan biri veya her ikisi yanında yaşlanır ve düşkünleşirse, bezginliğini hissettirir bir şekilde, onlara “öf” bile deme, azarlama, onlara güzel ve tatlı sözler söyle.” 83 âyetiyle, gayet mu'cizevî bir surette ihtiyar peder ve vâlideye karşı hürmete ve şefkate evlâtları dâvet ediyor. 84
Kur'ân'a inanan bir kimsenin, yukarıda anlatılanlar doğrultusunda yaşlı kimselere ve özellikle de anne-babasına karşı bir kusurda bulunması imkansızdır. Aynı şekilde ihtiyar bir adamın da ihtiyarlığından dolayı üzülüp, ümitsizliğe kapılması ve kendisini bunalıma atması mümkün değildir.
NETİCE
Başlangıçta da belirttiğimiz gibi, bu kısa bildiri ve süre içerisinde, Bediüzzaman Saîd Nursî’nin Kur'ân ışığında insanların problemlerine getirmiş olduğu bütün çözüm yollarını ele alıp incelemek imkansızdır. Bundan dolayıdır ki, biz de bu bildiride, pek çok kimsenin en önemli problemi olan, çeşitli kargaşaların, anlaşmazlıkların ve sıkıntıların meydana geldiği gıybet ve hased meselesiyle, yine cemiyetin çok önemli bir kesimini oluşturan çocuklar, gençler ve ihtiyarların belli başlı problemleri ve bunların Nursî’nin yorumlarıyla Kur'ân perspektifinden getirmiş olduğu çözümleri üzerinde durduk. Görüldüğü üzere Saîd Nursî, evrensel mesajlarla bütün zaman ve mekanlara gönderilmiş olan Kur'ân-ı Kerîm ışığında, günümüzün problemlerini tespit etmiş ve buna karşı önemli çözüm yolları ortaya koymuştur. Maddeciliğin ağırlığını açık bir şekilde hissettirdiği günümüz toplumunda, insanların bahsedilen meselelerini maddeyle ve onun oluşturduğu bir ahlâk anlayışıyla halletmeye çalışmaları herkesin malumudur. Bu gerçeği çok iyi bir şekilde idrak eden Nursî, daha çok manevî yönden meseleleri ele almış, maddî yaptırımlardan ziyade vicdânî ve manevî yaptırımlar üzerinde durmuştur. Sorumlulara düşen 20. asrın bu büyük âliminin, Kur'ân ışığında tespit ettiği bu gerçekleri bütün bir vatan sathına yayarak insanların istifadesine sunmaktır.
____________________
1 1963 yılında Erzurum'un Çat ilçesinde doğdu. İlk ve orta tahsilini bu ilçede tamamladı. 1983 yılında İstanbul İmam Hatip Lisesini bitirdi. 1988 yılında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1997 yılında doktorasını verdi. Halen Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi olarak görevine devam etmektedir.
2 Bkz: Bakara 2/255; En’âm 6 /102; Enbiyâ 21/22; Tâhâ 20/14; Şûrâ 42/11; Mü’minûn 23/91; Haşr 59/22-24; Mülk 67/1-2; İhlâs 112/1-4.
3 A’râf 7/191-195; Nahl 16/17; Hacc 22/73-74; Ahkâf 46/4-6.
4 Bakara 2/136; Nisâ 4/136...
5 Teğâbun 64/7; Vâkıa 56/47-50; Enbiyâ 21/104; Kıyâme 75/3-4; Sebe’ 34/7; Kâf 50/3,15; Secde 32/10; Rûm 30/27; Yâsin 36/78-79.
6 Bakara 2/275,188; Âl-i İmrân 3/130; Nisâ 4/10; En’âm 6/152.
7 Bakara 2/282..
8 Mâide 5/106; Nisâ 4/6.
9 Bakara 2/178.
10 Nisâ 4/92.
11 Mâide 5/33.
12 Mâide 5/38.
13 Nûr 24/2.
14 Nûr 24/4.
15 Hucurât 49/9-10.
16 Nisâ 4/34-35.
17 Nisâ /90; Enfâl /61.
18 Bakara 2/190.
19 Enfâl 8/60.
20 Nisâ 4/104; Enfâl 8/15-16.
21 Tevbe 9/6.
22 Muhammed 47/4.
23 Tevbe 9/4; Nahl 16/91; Enfâl 8/58.
24 Nisâ 4/36; Kasas 28/77.
25 Fussilet 41/34.
26 Âl-i İmrân 3/133-134; Mâide 5/13; Şûra 42/40.
27 Tevbe 9/119.
28 Nisâ 4/58,107; Enfâl 8/27;Mü’minûn 23/1-11.
29 Nahl 16/90.
30 Furkân 25/63-75; İsrâ 17/37; Lokman /3118-19.
31 Hucurât 49/11.
32 Hucurât 49/12.
33 Nûr 24/27-29, 58-59.
34 Nûr 24/31; Ahzâb 33/32,33,59.
35 Ahzâb 33/53.
36 Nursî, Sözler, s. 365.
37 Cürcânî, Ali b. Muhammed, et-Ta’rîfât, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1988, s. 163.
38 Hümeze 104/1-2.
39 Buhârî, İman 4.
40 Buhârî, Rikâk 23.
41 Ebû Dâvûd, Edeb 35; Ahmed b. Hanbel, 3/224.
42 Hucurât 49/12.
43 Rum Sûresi, 30:50.
44 Nursî, Bedîzzaman Saîd, Sözler, 381.
45 Nursî, Mektûbât, 276.
46 En’âm 6/164; İsrâ 17/15; Fâtır 35/18; Zümer 39/7; Necm 53/38.
47 Nursî, Emirdağ Lâhikası, 2/172.
48 Müslim, Birr 70; Ebû Dâvûd, Edeb 40; Tirmizî, Birr 23.
49 Nursî, Mektûbât, 276.
50 Nursî, a.g.e, 277.
51 Nursî, a.g.e, 277.
52 Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya’kûb, el-Kâmûsu’l-Muhît, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut1993, s. 353.
53 Elmalılı, Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Azim Dağıtım, İst. ts, 10/172-173.
54 Felak 113/5.
55 Nursî, Lemalar, 156.
56 Nursî, Sözler, 409.
57 Nursî, İşârâtu’l-İ’câz, 45.
58 Nursî, Mektûbât, 426.
59 Nursî, a.g.e, 266.
60 Şahin, M. Abdulfettah, Kriterler, Çağlayan A.Ş, İzmir1991, 2/58-59.
61 Nursî, Sözler, 96.
62 Nursî, Âsây-ı Mûsâ, 42.
63 Nursî, Sözler, 97.
64 Nisâ 4/123; Zelzele 99/7-8...
65 Bakara 2/212; Âl-i İmrân 3/185; Yûnus 10/24; Ra’d 13/26; Kehf 18/45; Hadîd 57/20;
66 Bakara 2/243; Âl-i İmrân 3/145,154; Nisâ 4/78; Kâf 50/19.
67 Nursî, Sözler, 145.
68 Nursî, Âsây-ı Mûsâ, 22.
69 Saffet Senih, İbadetin Getirdikleri, Nil Yayınları, İzmir 1995, s. 21-22.
70 Elmalılı, Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'ân Dili, Azim Dağıtım, İst. ts. 5/145-146.
71 Ra’d 13/28.
72 Nursî, Gençlik Rehberi, 245.
73 Tirmizî, Zühd 44; İbn Mâce, Zühd 3.
74 Nursî, Sözler, 96; Âsây-ı Mûsâ, 215.
75 Nursî, Sözler, 119.
76 Nursî, Mektûbât, 421.
77 Zâriyât 51/58.
78 Ankebût 29/60.
79 Nursî, Mektûbât, 260.
80 Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10/227; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 3/345; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2/163.
81 Nursî, Mektûbât, 261.
82 Nursî, Lem’alar, 219.
83 İsrâ 17/23.
84 Nursî, a.g.e, 236.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
İNSANI TANIMANIN ÖNEMİ
Prof. Dr. Abdullah Özbek 1
GİRİŞ
Varlıklar içerisinde İlâhî mesaja muhatap olan varlık, insan ve cindir. Her ikisinin de yaratılış gayesi, Yaratıcı’ya kulluktur. 2
İnsanın bu görevini doğru yapabilmesi için kendisine akıl verilmiştir. 3
Aklın temel özelliklerinden birisi de “sebep arama, bir nesneyi ya da bir olayı, başka bir nesne ya da olayla bağ kurarak açıklama’dır. Said Nursî, Allah’ın varlığını ve sıfatlarını ispat ederken, genellikle insanın bu özelliğinden yararlanır. Klâsik misâli de şudur: “Bir harf kâtipsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz.” 4
Yine Allah’ın hikmetle iş gördüğünü ispat için insanda bulunan uzuvların üstünlüğünü, âhengini ve faydalarını misâl getirir. 5
O’nun bu tip misâllere yer vermesi, “akıl eğitimi” için, son derece güzel örnekler teşkil eder. 6
İnsan için tek başına akıl yeterli görülmemiş, bunun yanında peygamber ve kitap gönderilmiştir.
Diğer taraftan insan, âlem-i kebîrin bir musağarıdır. 7 Bununla birlikte bütün kâinat hizmetine sunulmuştur.
İnsan, orijinal ve çok yönlü bir varlıktır. Başta Kur’an ve Hadis, çeşitli yönleriyle bize onu tanıtmaktadı. Ayrıca şimdiye kadar geliştirilen pek çok ilmî disiplinler de insanın tanınmasına yardımcı olmaktadır.
Herhangi bir ham maddeyi mamul madde haline getirmek için onu tanımak ne derece önemli ise, insanı da kulluk gibi yüce bir basamağa yükseltirken çeşitli yönleriyle tanımak, o derece önemlidir.
Risâleler’de 8 insan fıtratına pek çok yerde dikkat çekilmiş, nasıl yönlendirileceği hakkında metodik bilgiler verilmiştir. Hatta Yaratıcı’nın ispatı, ibâdetlerin gerekliliği, 9 insanın çeşitli fıtrî özellikleri hesaba katılarak yapılmaktadır. Bize göre, Risâleler’in eğitici olmasının sebebini de burada aramak gerekir.
Aklın temel özelliklerinden birisi de “sebep arama, bir nesneyi ya da bir olayı, başka bir nesne ya da olayla bağ kurma”dır.
Said Nursî, Risâlelerinin pek çok yerinde tasavvufçular ve kelâmcıların varlık âlemini, dolayısıyla insanı tanımlamasına eleştiriler getirir. Bilhassa tasavvufçuların Tanrı adına varlığı yok saymalarını, yani “La mevcûde illâ Hüve = Allah’tan başka varlık yok, her şey O” ya da “Lâ meşhûde illâ Hüve = Kâinatı unutup nisyân perdesini üstüne çekme” demelerini kesinlikle kabul etmez. 10 Bunun yerine asıl denilecek olan “Lâ Ma’bûde illâ Hüve = Allah’tan başka tapılacak yok” ya da “Lâ maksûde illâ Hüve = Allah’ın rızasının dışında hedef yok”, demek gerekir. Asıl mesele, eşyada görülen her özelliğin, Fâilin bir fiili olarak idrâk edilmesidir. Kur’an yolu bu yoldur. 11
Bilhassa bu ifadeler, tevhîd inancı açısından üzerinde önemle düşünülmesi gereken bir konudur.
İnsanın tanınması, onun ne olması gerektiği hakkında da fikir yürütmemize yardımcı olmaktadır. Öyle sanıyoruz ki, Risâleler’i bu açıdan inceleyenler, hem daha kolay anlayacaklar hem de daha çok istifade edeceklerdir.
RİSALELER’DE ELE ALINAN FITRÎ ÖZELLİKLER
A. Çok Yönlü Varlık
İnsanlar diğer canlılar arasındaki en önemli farklardan birisi, insanın bilgisiz olarak dünyaya gelişidir. Diğer canlılar ise, programlanmış olarak gelir, hayatları boyunca da hiç bir ilerleme kaydetmezler.
Ancak insan, bir takım biopsişik kabiliyetler ve çekirdeklerle dünyaya gelir. Elbette ki bu çekirdeklerin geliştirilmesi gerekir. yani insan bir imkânlar varlığıdır.
Yalnız bu imkânların olduğu gibi bırakılması düşünülemez; geliştirilmesi gerekir. Bunu da eğitim sağlar. Nitekim Kant’ın dediği gibi “insan, ancak eğitimle insan olur.” 12
Bu gerçek, Risâleler’in bir çok yerinde, çeşitli açılardan ifade edilmiştir.
Başta, insanda binlerce hissiyâtın var olduğuna dikkat çekilir ve bunların mutlaka dikkate alınması gerektiği üzerinde durulur:
“İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda te’sirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler.’ Hased etme! Hırs gösterme! Adâvet etme! İnad etme! Dünyayı sevme! Yâni, fıtratını değiştir gibi zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz.’ Hem nasihat te’sir eder, hem dâire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.” 13
İnsaniyetteki meratib-i terakkiyât ve tedenniyât nihayetsizdir. Onun içindir ki, insan şeytan’ın hedefidir. Nitekim meleklerin ve hayvanların mertebeleri sabit olduğu için şeytan musallat olmaz. Ama insanlarda Nemrudlar’dan Firavunlar’dan tut, tâ Sıddıkîn-i Evliyâ ve Enbiyâ’ya kadar uzun bir terakkî mesafesi vardır. 14
Said Nursî, cennet’ten kovulma hâdisesini de bu açıdan değelendirir ve şöyle bir izah getirir:
“... Eğer Hz. Adem Cennet’ten kovulmuş olmasaydı, istidât-ı beşeriye inkişâf etmezdi.” 15
Said Nursî’ye, “Biz insanı yücelttik, değer verdik...” 16 âyeti ile “Gerçekten insan çok zâlim, çok câhildir!” 17 âyetini nasıl bağdaştıracağız? şeklinde bir soru yöneltilir. O da konuyu şöyle cevaplandırır:
“Cenâb-ı Hak; kemâl-i kudretiyle nasıl bir tek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sahifede bin kitabı yazıyor. Öyle de; insanı, pek çok enva’ yerinde bir nev’-i câmi’ halketmiş. Yâni, bütün envâ’-ı hayvanatın muhtelif derecatı kadar bir tek nev’ olan insan ile, o vezaifi gördürmek irade etmiş ki; insanların kuvâlarına ve hissiyâtlarına fıtraten bir had bırakmamış, fıtrî bir kayd koymamış, serbest bırakmış. Sâir hayvanatın kuvâları ve hissiyâtları muhduttur, fıtrî bir kayd altındadır. Halbuki insanın her kuvâsı, hadsiz bir mesafede cevelân eder gibi, gayr-i mütenahî cânibine gider. Çünki insan, Hâlik-ı kâinatın esmâsının nihayetsiz tecellîlerine bir âyine olduğu için, kuvâlarına nihâyetsiz bir istidat verilmiş.
“Meselâ insan, hırs ile bütün dünya ona vesile, “Daha var mı?” 18 diyecek. Hem hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Ve hâkezâ... Ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişafları olduğu ve Nemrudlar ve Fir’avun’lar derecesine kadar gittirler ve sîga-i mübâlağa ile zalûm olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede dahi hadsiz bir terakkiyata mazhar olur, Enbiyâ ve Sıddikîn derecesine terakkî eder.
“Hem insan hayvanların aksine olarak hayata lâzım her şeye karşı câhildir, her şeyi öğrenmeye mecburdur. 19 Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için, sîga-i mübâlağa ile cehûldür. Hayvan ise, dünyaya geldiği vakit hem az şeylere muhtaç, hem muhtaç olduğu şeyleri bir-iki ayda, belki bir-iki günde, bazen bir-iki saatte bütün şerâit-i hayatını öğrenir. Güya bir başka âlemde tekemmül etmiş, öyle gelmiş. İnsan ise, bir-iki senede ancak ayağa kalkar, onbeş senede ancak menfaat ve zararı farkeder. İşte cehûl mübâlağası buna da işâret eder.” 20
İnsanın çok yönlü yaratılışının sebepleri:
1. Allah nimetlerinin bütün nevilerini ve çeşitlerini tattırmak istemektedir.
2. Nimetlerinin her nev’ine insanın müşteri ve tâlib olması için.
3. Hadsiz tecelliyât-ı esmasının, ayrı ayrı zuhurlarını duygularla, hissiyatla ve hassasiyetle Allah’a bildirmesi için. 21
B. İsteme Duygusu Olan Varlık
“Dua ediniz, karşılık vereyim!” 22 âyetlerini açıklarken, insandaki “isteme duygusu”na dikkat çeker ve şöyle bir açıklama yapar:
“Denildiği gibi: Eğer vermek istemeseydi, istemek (gibi bir duygu) vermezdi.” 23
C. Ölümlü Varlık
İnsanoğlunun zihnini en çok meşgul eden olaylardan birisi, şüphesiz ölüm gerçeğidir.
Başka bir açıdan meseleye baktığımızda, “ölüm düşüncesi” insanların hayat felsefelerini de belirlemektedir.
Ölümü bir yokluk ya da yeni bir hayata geçiş şeklinde anlayanların hayata bakışları, birbirlerinden tamamen farklıdır.
Şu açık bir gerçektir ki, her nefis ölümü tadacaktır. 24 Bunu kabul etmemek zaten mümkün değildir. Asıl mesele, ölümden sonra bir hayatın olup olmamasıdır.
Nitekim modern psikoloji ve insanla ilgilenen diğer ilimler, insanın hayatını, döllenme ile başlatır ve ölümle bitirir. Ürkütücü ve korkutucu olan da burasıdır.
Kur’an’da, insanın ilk yaratılışında kullanılan ana maddenin toprak olduğu, sonraki yaratılışların ise, bir döllenme esasına dayandığı belirtilmektedir. Ve ölüm, bir geçiş devresidir. 25
Bu konu Risâleler’de şöyle izah edilmektedir.
“Mevt; vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvîl-i vucuddur, hayat-ı bâkiyye bir da’vettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddemesidir. Nasıl ki, hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünkü, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san’at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti; tefessüh ile çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatıyle tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki aynı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar mahlûk ve muntazamdır.
“Hem zîhayat meyvelerin mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe’ olduğundan;‘o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahlûk’ denilir.
İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahlûk hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvisi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, Âlem-i Berzahta, elbette bir hayat-ı bâkiye sümbülü verecektir.”
Said Nursî, ölümün bir nimet olduğu üzerinde de durur. Ve bunları dört maddede özetler:
1. Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip yüzde doksandokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.
2. Dar, sıkıntılı, dağdağlı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs’atli, sürurlu, ızdırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle, Mahbûb-u bakînin daire-i rahmetine girmektir.
3. İhtiyarlık gibi şerâit-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde ni’met olarak gösterir. Meselâ: Sana ızdırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve vâliden ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar ni’met olduğunu bilecektin. Hem meselâ: Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet... Ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.
4. Nevm, nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için... Öyle de: Nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belâlara mübtelâ olanlar için, aynı ni’met ve rahmettir. Amma ehl-i dalâlet için, müteaddit sözlerde kat’î isbat edildiği gibi; mevt dahi hayat gibi nikmet içinde nikmet, azab içinde azaptır. O, bahisten hariçtir. 26
D. Ebedîlik Duygusu Olan Varlık
İnsan fıtrat itibariyle dâimî bir hayat isteyen, sınırsız emelleri ve elemleri olan bir varlıktır. 27 Aslında o, ebed için yaratılmıştır. 28 Çünkü dünya onun ihtiyacını karşılayacak özellikte değildir. 29 İnsan ebediyet için ayartılmamış olsaydı Allah ona o sıfatı vermezdi. 30
İnsanın bu duygusu Cennet’ten çıkarılış senaryosunda da kendisini gösterir.
Bilindiği gibi Cennet’de Hz. Adem ve Havva’ya, tek bir ağaç hariç, bütün ağaçlardan yemesi serbesttir. Tâ baştan itibaren bu ikisinin yaratılışına karşı çıkan şeytan bir yolunu bulup yasağı deldirmek, utanma duygularını yok etmek ve bu yolla da kendisinden üstün olmadıklarını ispatlamak istiyordu. 31 Bunun için iki kandırma tekniği devreye sokar. Ve şu tekliflerle çıkar onların karşısına:
1. “... Rabbinizin size bu ağaca yaklaşmanızı yasaklamış olması, yalnızca sizin iki melek olmamanız ve ebedî yaşayanlardan kılınmamanız içindir.”
2. Bu tekliflerini götürürken yemin eder ve iyilik sever bir tavır sergiler. 32
Melek olmak ve ebedî yaşamak, yüce duygulardır. Şeytan itaatsizlik konusunda vesvese verirken, insanın bu yüce duygularından yararlanmaktadır. Yani ateşi içten tutuşturmaktadır.
E. Acz ve Zaafiyet Sahibi Varlık
Said Nursî, insanın zayıf oluşunu pek çok konuyu açıklamada kullanır. Bunların başında da Allah’ın varlığının ispatı gelir. Şuâlar isimli kitabında konuyla ilgili olarak şöyle bir izah yapar:
“Hayatım, acz ve zaafiyle ve fakr ve ihtiyaciyle Hâlik-ı hayatın kudret ve kuvvetine ve gına ve rahmetine âyinedarlık eder. Evet nasıl ki, açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasiyle hararetin mizan dereceleri bilinir. Öyle de, hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izâle ve hadsiz düşmanlarımı def etmek noktasında Hâlikımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim. Sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladım ve aldım.” 33
F. Vicdan Sahibi Varlık
Vicdan, faydalı bir iş yaptığımızda bizi sevindiren; kötü bir şey yaptığımızda da üzen bir duygudur. 34
Vicdanın bir diğer anlamı da “sağduyu”dur.
Vicdan, bizi hayra sevkeden ve kötülüklerden alıkoyan bir sestir. Ahlâkî davranışlarımızın değerlendirmesini de vicdan yapar.
Vicdan, insanın içinde bulunan bir mahkemedir. Bu sayede insan, kötü bir iş yaptığı zaman, derûnî bir azap duyar. 35
Şüphesiz vicdan tek başına doğruyu bulamaz. Mutlaka onun iyi yönde programlanması ve eğitilmesi gerekir. Aksi takdirde insan, yapılan kötülükler karşısında iç çatışma yaşamaz ve vicdan azabı duymaz hale gelebilir.
Vicdanı bir bilgisayar programına benzetebiliriz. Yani neye göre programlarsak, o yönde hareket eder.
Said Nursî, konuyu şöyle dile getirir:
“... Fakat, nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar..” 36
G. Nefs Sahibi Varlık
Nefs kelimesi Kur’an’da nötr bir güç olarak “insanın kendisi” 37 anlamına gelir.
Nefs için “Ene” 38 tabiri de kullanılır.
Diğer taraftan nefs, “ruh aşağı duygular, kulun kötü huyları ve çirkin vasıfları vb." anlamlara da gelmektedir. 39 Nefsin pek çok hevâ ve hevesleri vardır. Kur’an, çeşitli vesilelerle, bunların “Tanrı edinilmemesi” konusunda uyarır. 40
Nefsin Tanrı edinilmesi, kayıtsız şartsız, nefsin isteklerine teslim olmak demektir. 41
İslâm’a göre îman’dan sonra en değerli amel, cihâddır. 42 Kur’an ve Hadisler’de pek çok yerde buna temas edilmiştir. 43
Hz. Peygamber’in belirttiğine göre, cihâdın en fazîletlisi de, nefisle yapılan mücâdeledir. 44
Tabiî ki nefisle cihâd zor bir mücadeledir.
Said Nursî, “Nefislerinizi tezkiye etmeyin.” 45 âyetini açıklarken konuya şu şekilde dikkat çeker:
“... Zira: İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever, başka her şey’i nefsine fedâ eder. Mâbud’a lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mâbud’a lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrik eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında tevdi’ edilen ve Mâğbud-u Hakîkînin hamd ve tesbihi için ona verilen cihâzat ve istîdâdı, kendi nefsine sarfederek, ‘Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine damga vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz" 46 âyetinin sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri; onu tezkiye etmemek, tebrik etmemektir. 47
“Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, Rabbimin kendisini esirgediği dışında var gücüyle kötülüğü emreder...” 48 âyetini açıklarken de şöyle bir açıklama yapar:
“Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimat eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyârdır. Bazen olur ki nefs-i emmâre, ya levvâmeye ve mutmainneye inkılâb eder; fakat silahlarını ve cihâzâtını âsaba devreder. Âsab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmare çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür, çok büyük Asfiya ve Evliya var ki, nüfusları mutmainne iken nefs-i emmareden şekvâ etmişler. Kalbleri gayet selim ve münevver iken emrâz-ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zatlardaki, nefs-i emmare değil, belki âsaba devredilen nefs-i emmarenin vazifesidir. Maraz ise, kalbî değil, belki maraz-ı hayâlîdir.” 49
Said Nursî, bu problemin çözümü için, şu şekilde düşünülmesini ister:
“Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımni bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i hakikiye ait şükrü, senâyı, zahiri esbaba verir hata eder.” 50
I. Rızk’a Hadim ve Musahhar Varlık
İnsan ve hayvan aleminin merkezini “rızık” oluşturur. Adeta insan ve hayvan rızk’a aşık ettirilmiş, genel olarak da rızka hadim ve müsahhar kılınmıştır. Yani onlara hükmeden rızıktır.
Rızıkta çok zengin ve geniş bir hazine vardır. Hadsiz nimetleri cami’dir. Hatta rızkın çok envaından yalnız bir nev’inin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zaika namında bir cihaz ile mat’umat (yenecek şeyler) adedince manevî ince mizancıklar konulmuştur.
Görüldüğü gibi rızık çok geniş bir çerçevede takdim edilmiştir. Dikkat nazarıyla bakıldığında, kâinat içinde en acib, en zengin, en garib, en şirin, en camiî ve en bedî hakikatın rızıkta olduğu görülmektedir.
Envâ’ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envaına muhtaç, insandır. Cenab-ı Hak insanı bütün Esmasına camiî bir ayine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata malik bir mucize-i Kudret ve bütün Esmasının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek aletleri havi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddi ve manevi rızkın hadsiz envaına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu camiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i safiline düşer; bir zulm-ü azimi irtikab eder. 51
İnsana o kadar çok nimet verilmiştir ki; bu hem verenin büyüklüğünün hem de bundan istifade edecek olan insanın özelliklerini gösterir. 52
Acz ve fakr, insanı nihayetsiz kudret ve rahmete rabteder. Diğer taraftan bu acz ve fakr, Kadir-i Rahim’in Dergâhında en makbul bir şefaate vesile olur. 53
J. Temsillerde Kullandığı Bazı Karakter Örnekleri
Said Nursi, çeşitli konularla ilgili temsili örneklerini verirken, çeşitli insan tipleri üzerinde durur. Bazen de zıd karakter örneklerini bir arada verir. Bu insan tiplerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Hodbîn, talihsiz adam.
2. Hudâbin, bahtiyâr insan.
3. Asi ve hevaya tabi insan. 54
4. Muhtaç varlık. 55
5. Bedbaht tip. 56
6. Şikemperver (Karnına düşkün) 57
7. Mağrur (nefsi Firavunlaşmış) tip. 58
8. Ayyaş tip. 59
SONUÇ:
Said Nursî’nin eserleri hakkında pek çok yönlerden inceleme yapılmış, çeşitli eserler kaleme alınmıştır. Bize göre O’nun en önemli yönü, ilhâmını Kur’an’dan alması, devrini ve problemlerini tanıması, iyi gözlemci olması ve meselelerini insan gerçeğine dayandırmasıdır.
Öyle sanıyorum ki ilerde, bu tip araştırmalara ağırlık verilmesi gerekecektir.
Bu mütevâzi çalışmada, sadece, konu üzerinde düşünülmesinin gerekliliğine işaret etmeye çalıştık. Ama bu konuda araştırma yapacaklara tavsiyemiz, Risâleler’i incelerken, insanı tanıtan diğer ilmî disiplinlerin verilerini göz önünde bulundurmalarıdır.
Risâlelerde yapılan yönlendirmelerin açık hedefi, insana insanı tanıtmaktır. Bu konudaki tavsiyesi oldukça manidardır:
“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!...” 60
____________________
1 1950 yılında ORDU - Kumru’da doğdu. İlkokulu Kumru’da, orta tahsilini de Samsun’da tamamladı. 1975 yılında Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi.
1975 yılı ORDU - Gölköy Lisesi Din Dersi öğretmenliğine tayin oldu. 1976 yılı Kumru İmam Hatip Lisesi’ni kurdu ve müdürlüğünü yaptı.
1977 yılı Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’ne asistan oldu.
1978 yılı Devlet Lisan okulu (İng) bitirdi.
1980 yılı Milli Eğitim bakanlığınca Irak’a gönderildi.
1985 yılında Din Eğitimi dalında doktor, 1989 yılında doçent, 1996 yılında da profesör oldu.
1993-94 Öğretim yılı Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü kurucu müdürlüğünü yaptı.
1996-1998 yılları arası (iki yıl) Selçuk Üniv. İlâhiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığı görevinde bulundu.
Eğitim ve Din Eğitimi konularında, yurt içi ve yurt dışında konferanslar verdi, seminer ve sempozyumlara katıldı.
Halen, Selçuk Üniv. İlâhiyat Fakültesi İlköğretim Öğretmenliği Bölümü ve Din Eğitimi Anabilim Dalı başkanlığı’nı yürütmektedir.
Eserleri:
a) Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed
b) Ahlâk Eğitimi (basılmadı)
c) Bir Eğitimci Olarak Yunus (Basılmadı)
d) Bir Eğitimci Olarak Nasreddin Hoca
e) Bir Eğitimci Olarak Âkif
f) Kur’an’da Tevhid Eğitimi
Ayrıca Din Eğitimi ve Eğitim sahasında birçok tebliğ ve makaleleri yayınlanmıştır.
2 Zâriyât, 51/56.
3 Akıl insan için bir alettir. Onun nefsinin hesabına çalıştırırsa, zarar eder. Bak: Said Nursi, Sözler, (tarihsiz), s. 28.
4 S. N. sözler, s. 61.
5 S.N.Sözler, s. 68.
6 Bak: S.N. Sözler, s. 61-69.
7 Bak: S.N. Sözler, s. 61-69.
8 “Risâleler” sö Bak: S.N. Sözler, s. 61-69züyle, Said Nursî’nin eserleri kasdedilmektedir.
9 Bak: Said Nursî, Sözler, s. 23.
10 Bak: Said Nursî, Sözler, s. 23.
11 Bak: Said Nursî, age., s. 341-342.
12 Bak: Said Nursî, age., s. 341-342
13 Said Nursî, Mektubat, (tarihsiz) s. 33-34.
14 S. N. age, s. 43-44.
15 S. N. age, s. 42-43.
16 İsra, 17/70.
17 Ahzab, 33/72, Kur’an’da bu iade Cehennem için kullanılır. “O gün Cehennem’e doldun mu? diyeceğiz. Oda daha var mı? diyecek. Kaf, 50/30. Adetâ Cehennem’in günahkârlara karşı olan hırsı ile insanın mala karşı olan hırsı arasında bir benzerlik kurulmuştur,
18 Kur'ân'da bu ifade Cehennem için kullanılır. "O gün Cehennem'e doldun mu? Diğeceğiz. Oda daha var mı? Diyecek. Kaf, 50/30. Adetâ Cehennem'in günahkârlar'a karşı olan hırsı ile insanın mala karşı olan hırsı arasında bir benzerlik kurulmuştur.
19 Bu yönüyle insan öğrenen varlık’tır
20 S.N. age, s. 340,
21 Geniş bilgi için bak: S.N. Şualar, (tarihsiz), s. 57-58,
22 Furkan, 25/77,
23 S.N. age, s. 310,
24 Âli İmran, 3/185,
25 Mü’minun, 23/16. Ayrıca bak: Hac, 22/5,
26 S.N.age, s. 7-8,
27 S.N. Şualar, (tarihsiz), s. 85,
28 S.N. Sözler, s. 92
29 S.N. Sözler, s. 69,
30 S.N. Sözler, s. 91,
31 Bakara, 2/34-35; Araf, 7/20,
32 Bak: Araf, 7/19-22
* Günümüzde de insanlar saptırılırken, hep yüce duygular kullanılmaktadır. Çünkü bu yolla insanı saptırmak daha kolaydır. Aslında şeytan’ın hileleri zayıftır. (Nisa, 4/76) Bir an için insanın iradesine sahip olamaması, bu zayıf tuzağa düşmesine yol açar,
33 S. N. Şualar, s. 61-62,
34 Vicdan nefsin bir özelliğidir. Vicdan, insan yanlış bir iş ya da düşünceye niyet ettiği zaman, o kişiyi bu yüzden kınar ve azarlar. Buna nefs-i levvame de denir. Geniş bilgi için bak: Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, Terceme: Heyet, İnsan Yay, İst. 1987, c. 6, s. 486-487,
35 Mahmud mehdi El-İstanbuli, Keyfe Nurabbi Etfalena, 2. Baskı, Beyrut, 1985, s. 54,
36 S.N. Mektubat, s. 372,
37 Enam, 6/164,
38 S.N. Şualar, s. 57,
39 Nefs’le ilgili bazı temel kavramları şöyle sıralayabiliriz. 1. Nefs-i cemadî: Maddi nefis, maddeyi bir arada tutan ve dağılmasına engel olan güç. 2. Nefs-i nebatî: bitkisel nefs, üremeyi, büyümeyi ve beslenmeyi sağlayan güç. 3. Nefs-i hayvanî: Hayvani nefs. His ve iradeli hareketlere sahip olma gücü. 4. Nefs-i insanî: İnsan nefsi. İnsandaki küllileri kavrama ve akıl yürütme gücü. 5. Nefs-i natıka: İnsan ruhu, insanın canlılar arasındaki yerini belli eden cevher. 6. Nefs-i kudsiye: Kutsal nefs. Türk için mümkün olan her şeyi elde etme melekesine sahip nefs. Alemin canı, kainatın ruhu. Alem bir insan gibi kabul edilir ve onun da bir canı olduğuna inanılır. 7. Nefs-i Küll (Bütün nefis): Arş-ı ala’dan kinayedir. (bak: Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet yay. İst. 1991 s. 368-369; Ferit devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, ilgili maddeler.)
Nefsin makamları ise şöyle sıralanmıştır:
1. Nefs-i emmare: Nefsin kötü huyları. İnsanı kötülük yapmaya teşvik eden nefis. Üzeri yoğun ve kalın perdelerle örtülü nefis.
2. Nefs-i levvame: Yanlış bir iş ve düşünceye niyet ettiği zaman, o kişiyi kınar ve azarlar. (Ayrıca bak: 22. dipnot.)
3. Nefs-i mutmainne: Bu kavram, Fecr, 89/27 ayetinde geçmektedir. Doğru yol üzerinde sebat ederek sapık yollardan sakınmak suretiyle tatmin olan nefistir. Hiçbir şüphe ve tereddüt taşımadan, itminan-ı kalble ve Allah’ı Rabb kabul edip O’nun peygamberlerinin getirdiği dini hak din bilerek Allah’a ulaşan insandır. O insan, Allah’ın Rasulü’nün getirdiği her akide ve ameli hak olarak kabul eden ve Allah’ın dininin yasakladığından mecburen değil, seve seve kaçınarak uzak durandır. Kısaca İslâm’ın sunduğu her şeyden kalbi mutmain olan kişidir. (Ayrıca bak: Gecr, 89/72 ayetin tefsirleri)
4. Nefs-i raziye ve marziye: Bu kavram, Fecr, 89/28. ayetinde geçmektedir. Adı geçen surenin 27. ve 28. ayetlerinde, “Ey mutmain olan nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabb’ine dön!” denilmektedir. Bu söz insana ölüm anında söylenecektir. Kıyamet günü tekrar diriltilip haşr meydanına gittiğinde, Allah’ın mahkemesinin her merhalesinde ona itminan verilecektir. Çünkü o Allah’ın rahmetine yaklaşmaktadır. Bunlara ilave olarak bazı tasavvuf kitaplarında Nefs-i mümhime (ilham bu gibi kavramlara, daha ziyade batını manalar verilmiştir.
40 Furkan, 25/43; Casiye, 45/23.
41 bak: mevdudi, age, c, 5, s. 308-309.
42 Arapça’da cihad kelimesi mana itibariyle kapsamlı bir kelimedir. Her tür çaba, çalışma, çatışma ve savaşı ihtiva eder. Allah uğrunda cihad etmek. O’nun yolunda, O’nun rızasını kazanmak için, başkalarını onun yoluna uymaktan alıkoyanlara karşı çıkmak anlamına gelir. Cihad ilk önce kişinin kendi nefsine boyun eğdirebilmesi için onunla savaşmasına gerektirir. Çünkü kişi kendi nefsinin kötülüklerine karşı savaşmadıkça, arzu ve isteklerini Allah’a itaat şeklinde ortaya koymadıkça gerçek bir cihad yapmış olmaz.
43 Bakara, 2/218; Âli İmran, 3/142; Enfal, 8/74; Tevbe, 9/16,19; Hac, 22/78; Ayrıca bak: Buhari, Hac, 4; Cihad, 1; Müslim, iman, 80.
44 Hz. Peygamber bu tür bir cihadın gerekliliğini zaman zaman vurgulamıştır. Bak: Tirmizi, Fedailu’l-Cihad, 2; Ahmet b. Hanbel, c, 6, s, 20-22. Bu konuda dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: İslâm nefisle mücadeleyi,yani onu terbiye etmeyi öngörüyor. Kesinlikle nefsi öldürme ve baskı altına alma diye bir şey yoktur
45 Necm, 53/32.
46 Casiye, 53/32.
47 S.N.Mektûbat, s. 474.
48 Yusuf, 12/53. Bu sözü, bir çok imtihanlardan geçtikten sonra, Hz. Yusuf söylemişti.
49 Bak: S.N. Mektûbat, s. 337.
50 S.N. Mektûbat, s. 14.
51 Bak: S.N. age, s. 375-377. Said Nursî’ye göre, en âlâ ve en yüksek tarik olan tarik-ı ubûdiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki; o dört esas şöyle tabir edilmiş:
“Der tarik-ı acz-mendi lazım amed çar-ı çiz:
Acz-i mutlak, Fakr-ı mutlak, Şevk-i mutlak, Şükr-ü mutlak ey aziz...”
52 Bak: S.N.Sözler, s. 69.
53 S.N.Sözler, (tarihsiz), s. 6.
54 S. N. Sözler, s. 19.
55 S. N. age, s. 19, 24, 25
56 S. N. age. s. 21.
57 S.N. age, s. 23.
58 S. N. age, s. 27.
59 S. N. age, s. 27.
60 Bu ifade Yunus’un şu dörtlüğünü hatırlatmaktadır: ‘İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen,
Bu nice okumaktır...”
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
KAİNAT KİTABI, BEDİÜZZAMAN’IN DÜŞÜNCESİNDE YERİ VE GELİŞİMİ
Şükran Vahide 1
GİRİŞ
Bediüzzaman Said Nursi kainattan bahsederken birçok benzetmeler kullanır, “bir sergi,” “bir tarla,” “bir misafirhane” ve “bir saray” gibi, fakat “bir kitap” yani okunacak bir şeye benzetmesi Risale-i Nur metodunu özellikle tanımlayıcıdır ve hatta onu sembolize eder. Risale-i Nur’da Bediüzzaman “Sıfat-ı Kelam’ın kitabı” olan Kur’an ile “Sıfat-ı İrade’nin Kudret kitabı” olan kainat arasındaki ilişkinin tamamlayıcı mahiyetini önemle vurgular. Bediüzzaman okuyucularının dikkatini devamlı kainata yöneltir ve onlara onu nasıl Kur’an ın usulüyle okuyacakarını ve bütün mahlukların delalet ettiği sonsuz manaları öğreneceklerini ve Kur’an’ın işaret ettiği dersleri çıkaracaklarını gösterir. Öyleyse, Kainat Kitabı kavramı ve onun tefekkür 2 ile okunması Risale-i Nur’un merkezinde ve Bediüzzaman’ın açtığı “hakikate giden yol”un kalbinde yer alır.
Tebliğde bu kavramın Risale-i Nur da kullanılışı incelenecek, onunla Kur’an arasındaki ilişki anlatılacak, ayrıca bu kavramın Risale-i Nur’un Kur’an’a çağdaş yaklaşımını nasıl sembolize ettiğinden de bahsedilecek. Bunu anlatırken, Bediüzzaman’ın kendi tanımını takip ederek bu konudaki fikirlerinin değişimine de değinilecek. Bu bakışla, öncelikle, hem de konuyu bağlama yerleştirmek ve niye böyle bir yol ve metot seçtiğini anlamak için Bediüzzaman’ın hayatının ilk kısmından yani Eski Said’den birkaç detay verilecek. Bu bölüm, Eski Said’in Yeni Said’e dönüşümünün ana hatlarıyle kısa bir özeti ve bunun sonucu olan düşüncesindeki gelişimi içerecek. İkinci olarak, Kur’an ve kainat arasında birbirini tamamlayıcı ilişkiden kısaca bahsedilecek. Bunu, “Kainat Kitabı ve Onun Görevleri ve Anlamları” başlıklı bölüm takip edecek.
NEDEN KAİNAT KİTABI?
Bediüzzaman’ın çocukluğu ve gençliği hakkındaki kayıtlardan anlaşılıyor ki, o erken yaştan itibaren İslam ile bağlantılı birçok alanda ve İslam’ın öğretiminde kökten ve şümullü bir yenilenmeye olan ihtiyacı hissediyordu. İlk hissettiği, sonraki yıllarda onu, temelinin geleneksel dini bilimlerle modern bilimlerin birleşik okutulması olan eğitim reformu için geniş tekliflerde bulunmaya götürecek olan mevcut eğitim sistemlerine karşı içinde hissettiği bir tatminsizlikti. Başka bir mesele ise, kelam ilmi bilimdeki yeni gelişmeler karşısında noksan kalıp modern ilerlemenin meydan okumasını bilim ve ilerleme adıyla İslam’a yapılan saldırılara karşı gerekli cevabı verememiş olmasından yeniden formüle edilmesiydi. Ta o zamandan işte bu amaçları göz önüne aldığı için diğer alimlerden farklı olarak fizik ve matematik bilimlerinin çoğunu çalıştı ve onlara vakıf oldu. 3
Bediüzzaman, İslam’ın karşı karşıya bulunduğunu düşündüğü başlıca problemleri izah ettiği ve onlara çözümler teklif ettiği birçok eser yayımladı. İlk eserlerinden biri olan Muhakemat’ta (1911), Müslümanların ciddi gerileyişini geri çevirmesinde İslam Dünyasına engel olan başlıca mâni’in modern bilimin sorularıyla İslam’ın bazı “zevahir”i arasındaki hakikatte olmadığı halde hayali bir tenâkuz olduğunu belirtti. Akıl ve bilimsel keşifler ile bazı Kur’an ayetleri arasında var olduğu sanılan çatışmayı da içine alan diğer birkaç meselenin hatalarını izah etti. Böylece İslam’ın doğru yoluna dikkatleri çekmeyi ve “a’da-yı din” (din düşmanları) olarak kabul ettiği materyalist felsefenin takipçileri ile “zahirperestler” dediği bazı mutaassıp şekilci ulemaya cevap vermeyi amaçlıyordu Bediüzzaman. 4 Aynı zamanda kainatı bir kitap olarak tasvir etti ve Kur’an ile karşılıklı ilişkisini vurguladı. Çünkü, kainatta geçerli olan kanunları şerh ettiği için Kur’an, hakiki terakkinin yegane kaynağıdır. Bununla beraber Yeni Said olarak kainat kitabını tam yorumlamasını da yapacaktır. şöyle der:
“Öyle kitap ki, kaideleri ile hilkat-i alemin kitabından dest-i kader ve kalem-i hikmet ile mektup ve cari olan kavanin-i amika-i dakika-i İlahiyeyi izhar ettiğinden; ahkam-ı adilanesiyle nev’i beşerin nizam ve muvazenet ve terakkisine kefil-i mutlak ve üstad-ı küll olmuştur.” 5
Genç Bediüzzaman’ın en büyük kaygısı, Kur’an’ın hakkaniyetinin ve mucizeliğinin çağın ihtiyaçlarına uygun bir usulle delillendirilmesi ve aydınlatılması ve anlatılması idi. Sikke-i Tasdik-i Gaybi’ye dahil ettiği mektuplardan birinde, bu asrın başında Kur’an’a ve Müslüman topluma yönelik aşikar tehditleri öğrendiğinde verdiği tepkiyi dile getirdi.
“…bir inkılâb-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur’anın fehmine ve hakikatlerinin ispatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını, yalnız Kur’an bildi. Ve Kur’anın i’caz-ı mânevîsi Ona rehber ve mürşid ve üstad oldu.” Fakat mektubun devamında üzülerek , bu görevin başına bir süre sonra “harb-i umuminin tarakka ve gürültüsü ile uyanmakla 6 geçtiğini ifade eder. “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan etme”ği 7 kendine görev bildiğini anlatan bir mektubunda da yine bu uyanışa değinir.
Kur’an’ın baş tarafının tefsiri İşaratü’l-İ’caz’ın mukaddimesi olan “İfadetü’l-Meram”da ki Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus saldırıları karşısında cephede en öndeyken bile yazmaya devam etmesi, önemini ve aciliyetini gösteriyordu- bilimsel keşiflerden neş’et eden ilimdeki ilerlemeler sebebiyle, her biri birkaç bilim dalında ihtisaslaşmış seçkin alimlerden oluşan bir heyet tarafından kapsamlı ve “doğru bir Kur’an’ın tefsiri”nin yapılması gerektiğini söyler. 8 Bundan da anlaşıldığı gibi Kur’an bir kısım hakikatlerinin ancak bilimsel gelişmelerle gün ışığına çıkan fiziksel dünya ile ilgili ilimler ışığında doğru tefsirinin yapılabileceğini, ifade eder. Daha sonra yapılacak tefsirlere bir model olmasını umduğu çalışmasında, bilimin özellikle de kainat ve de canlılara dair bulgularının, ilgili Kur’an ayetleriyle çatışması bir yana, tamamen uyum içinde olduğunu gösterir.
Özet olarak diyebiliriz ki; ilk dönemlerinden beri Bediüzzaman, hem ilim müessesesi ve eğitim sistemi için, hem de pratikte İslam dünyasının maddi ve mânevi terakkisi için bilim asrı gerçeğini kavramıştı. Onun en önce ilgilendiği şey, bilim ve İslam arasındaki tenâkuz ve çelişki var diye yanlış anlamaları ve batıl düşünceleri dağıtmak ve fizik ve matematik bilimlerini doğru konumlarına yerleştirmekti. Çünkü İslam “fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulum-u hakikiyyenin reis ve pederidir.” 9 Kendisi de bilimin ilerlemelerini ve kainatın buna eşlik eden açıklayıcılığını Kur’an’a bağladı ve fennî verileri kullanarak Kur’an’ın hakikatlerini anlamağı, anlatmağı ve mucizeviliğini ispatlamağı kendine vazife bildi.
Burada Batı düşünce ve bakış açısında ağır basan materyalist düşünce ve özellikle de Pozitivizmin Osmanlı İmparatoruğu’nun son on yıllarında Türkiye’de artan bir şekilde etkili olduğu hatırlanmalıdır. Böyle fikirlere sarılanların belirgin özelliği genelde dine özelde İslam’a karşı saldırgan bir tavırda olmalarıydı. Onların 1923’te Cumhuriyetin kuruluşuna dek sadece küçük bir azınlık olmasına rağmen bu tarihten sonra dine karşı bu saldırgan tavır âdeta resmi olarak benimsendi ve İslam’ın yerine Pozitivizme dayalı resmi bir ideoloji koymak için adımlar atıldı.
Bediüzzaman, İşarat-ül İ’caz’ı, “Risale-i Nur’un Fatihası” 10 olarak tanımladı ki bununla muhtemelen onun Risale-i Nur’un yazılan ilk bölümü olduğunu kastediyordu. 11 Birinci Dünya Savaşını ve Osmanlı’nın yenilişini izleyen acı yıllar Yeni Said’in ortaya çıkışına ve Bediüzzaman’ın o zaman geçirdiği esaslı iç değişimin meyveleri olan Arapça parçaların yazılmasına şahit oldu. 12
Yeni Said’in o ilk eserlerinde ve Risale-i Nur’da birkaç yerde Bediüzzaman kendi iç mücadelelerine ve Yeni Said’in ortaya çıkışında katkısı olan sebeplere ve hakikate giden, önceden “sülük edilmemiş” Kur’anî yolun kendisine açılışına değinir. Burada sadece birkaç yönüne işaret edilecek.
Bediüzzaman’ın yolu ancak çok ciddi mücadelelerden sonra netleşti. O zaman yazdığı ilk parça olan Katre Risalesi’nde şöyle tarif ediyor: “...müthiş bir vakitte nefsimle olan ânî mükâlemelerimdir. Ve kelimeleri, yani o esnada kaydedilen tâbirler ise, nar ile nurun fırtınalı bulutlardaki şimşeklerin birbiriyle müsâraa ettikleri gibi, müthiş bir mücadele esnasında tevellüt eden kelimelerdir. Bir anda fikren yerden göğe, gökten yere inip çıkmak gibi bir vaziyet içindeydim. Çünkü ben öyle bir yola sülük ettim ki: Akıl ve kalp berzahı arasında, evvelce sülük edilmemiş bir yoldur.” 13 Bu esnada ona “Kur’an güneşinden nurlar” olduğunu fark ettiği bazı ışıklar göründü. Diğer parçalardan, bunun Vahdaniyet-i İlahiye hakkında Kur’anî hakikatlerinin olduğunu 14 öğreniyoruz ve zaten Katre’de Bediüzzaman “hem kainatın bir bütün olarak hem de onun bütün parçaları ve parçacıklarının Vücub ve Vücud-u İlahi ve Vahdaniyet-i İlahiye şahadet ettiği elli beş lisanı” açıklıyor.
Aynı risalede daha sonra bize bu “sülük edilmemiş” yoldan daha fazla bahsediyor: “Kur’an’dan müstefad olan Katre Risalesinde izah edilen, benim yolum ile, ehl-i nazar ve felsefenin yolu arasında farklar şudur ki: ben nerede bulunursam bulunayım, hemen kuyu kazar su çıkarırım. Onlar ise âlemin etrafından su getirmek için küngân ve borular dizmeye teşebbüs ediyorlar. ... Amma Kur’an’ın bize öğrettiği yol ise, bize Asâ-yı Musa gibi bir âlet vermiş. Nerede olsam ister kayanın üstünde olayım, asâmı vurduğumda hemen âb-ı hayat fışkırır.” 15 Bu hakikate giden yolda Yeni Said “Her bir şeyde O’nun bir olduğuna delalet eden bir delil vardır” hakikatine mazhar oldu. 16
Yukarıda işaret edildiği gibi, “akıl ve kalp ittifakiyle” gidilmesi, bu yolun başka bir özelliğidir. Bununla beraber, Bediüzzaman diyor ki: “Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ulema-i seleften ehl-i aklın tarikından, ve ehl-i kalb-i salihînin yolundan başka bir yoldayım.” 17
Hubab’ın zeylinde ise şöyle diyor: “... benim aklımın refakatiyle beraber gözlerim açık olarak dahil olduğum için aklım, kendi adet-i daimesi üzere kalbimin gördüklerini kendi mikyasları içinde sarıyor ve ölçüleriyle ölçüyor ve burhanlarına yapışıyordu. İşte bu cihetten bu Risalelerin bütün mesâili âdeta bürhanî istididlâliyat hükmündedir.” Bu sebepten, devamında Bediüzzaman, bu risalelerin “fikir ve ilim cihetinden dalâlete düşenler” 18 için bilhassa faydalı olduğunu söylüyor. “Risale-i Nur dahi yaralanmış talib-i hakikati kısa bir zamanda tedavi ettiği gibi, ehl-i ilhad ve dalaleti de tam ilzam ve ıskat ediyor ” 19
Aklın ve kalbin bu imtizacı Bediüzzaman’ı Risale-i Nur’un önemli bir unsuru ve kainat kitabı’nın gerekli tamamlayıcısı olan “tefekkür mesleğine” götürdü. 1935’te Eskişehir Hapishanesi’nde iken Arapça olan ve “Tefekkür name” nâmıyla adlandırdığı Yirmi dokuzuncu Lem’a’nın önsözünde şöyle dedi: “On üç seneden beri kalbim, aklımla imtizaç edip Kur’an-ı Muciz-ül Beyan’ın “ki, düşünesiniz” 20 “belki düşünüp ibret alırlar;” 21 “Onlar kendi üzerlerindeki İlâhî sanat mucizelerini hiç düşünmezler mi?” 22 “Düşünen bir topluluk için bunda deliller vardır” 23 gibi meâlindeki ayetlerle emrettiği tefekkür mesleğine teşvik ettiği ve ‘Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır’ 24 hadis-i şerifi, bazen bir saat tefekkür bir sene ibadet hükmünde olduğunu beyan edip tefekküre azim teşvikat yaptığı cihetle… Bu ahirde gördüm ki, Risale-i Nur’un eczalarındaki kuvvetli ukde-i hayatiye ve parlak nurlar, o silsile-i tefekküratın Lem’alarıdır.” 25
Öyleyse yeni bir yolun başlıca özellikleri aklın ve kalbin birleştirilmesi, Kur’an’ın talim ettiği tarzda kainat üzerine tefekkür, ve tevhid-i hakikî (vahdaniyet-i İlahinin tasdiki) ki “…Kur’an ın bir i’caz-ı maneviyesiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış.” 26 Bu noktada Risale-i Nur ile Yeni Said’in ilk eserleri olan Arapça risaleler arasında- ki önemli bir farka işaret etmeliyiz. Sonradan bir araya topladığı ve el-Mesnevi-el Arabi el Nuri adını verdiği ve Türkçesi Mesnevi-i Nuriye olan o risaleler, çoğunlukla nefs ve şeytan ile bir iç mücadelenin ifadesi ve “kalp ve ruh içinde bir yol açmada muvaffak idi.” Fakat Risale-i Nur enfüse bakmanın yanı sıra çoğunlukla “âfâkî ve haricî daireye” bakar ve marifetullaha götüren geniş bir yol açar. Mesnevi Risale-i Nur’un çekirdeği veya fidanlığı, Risale-i Nur ise Mesnevi’nin bahçesi gibiydi. “Hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalalete giden ehl-i felsefeye karşı, Risale-i Nur, geniş ve külli Mesneviler hükmüne geçti.” 27
Katre’nin başında Bediüzzaman, kırk yıllık hayatında ve otuz yıllık tahsilinde nasıl sadece “dört kelime ile dört kelâm” öğrendiğini anlatır. Bizi burada ilgilendiren bu dört kelime şunlardır: “mana-yı harfi, mana-yı ismi, niyet, nazar (bakış tarzı).” Bunlardan en önemlisi ilkidir çünkü kainat kitabı kavramıyla doğrudan ilişkilidir. Kısaca Bediüzzaman onu şöyle tanımlar:
“Cenab-ı Hakk’ın masivasına (yani kainata) mana-yı harfiyle ve O’nun hesabına bakmak lazımdır. Mana-yı ismiyle ve esbap namına bakmak hatadır. Evet, her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hak’a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet Hak’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hak’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakiki zihne ve fikre gelmelidir.” 28
Burada, bu bölümün konusu olan “Niçin kainat kitabı?” sorusunu cevaplayabilmek için iki noktaya dikkat etmeliyiz. Bu noktalardan biri Bediüzzaman’ı Yeni Said‘in yolunu seçmeye götüren faktörlerle ilgili, diğeri de kainat kitabı kavramının bu yoldaki yeridir.
Öncelikle Bediüzzaman’ı daha çocukluğundan itibaren İslam’ın içindeki birçok kurumda yenilenme ve değişim aramaya götüren yukarıda değindiğimiz birkaç husus vardı. Esasında bunların çoğu, modern bilim hakkındaki yanlış anlamalar, akıl ve bilim ile İslam ve Kur’an’ın bazı konuları arasında varolduğu sanılan hayali çatışma yatıyordu. Yeniliği gerektiren baş sebep ise Kur’an’ı modern gelişmeler ışığında tefsir etme ihtiyacıydı. Sadece bu yol ile İslam’a saldırılar cevaplandırılabilir ve durdurulabilir ve İslam âleminin gerilemesi tersine döndürülebilirdi. Yeni Said’in yolu ve Risale-i Nur öncelikle bu arka planda görülmelidir, en azından dış dünyada.
şimdi kainat kitabına gelirsek; bence bu kavram Yeni Said’in yolunu oluşturan çeşitli unsurları bir araya getiriyor ve bir bakıma onu sembolize ediyor. Hem de çok güzel bir benzetmedir. Çünkü, Bediüzzaman’a açılan yeni gidilmemiş yol kendisini Kur’an’dan kainata götürdü; ona kainatı temaşa edip üzerinde tefekkür etmeyi emretti; ve kainata orada okunup anlaşılmak için bulunan bir kitapmışçasına mâna için bakmağa onu yöneltti. Ayrıca, Bediüzzaman’ın geliştirdiği hem kalbi hem aklı işleten bu okuma metodu her şeyden Allah’a ve diğer iman hakikatlerini ispatlamaya bir yol buldu. şüphe ve delaletle yaralananları tedavi etti ve materyalist felsefeye ve onun saldırılarına cevap verdi. Ve göreceğimiz üzere, bilim ve dini de bir araya getirdi. Bu gerçeklerin sonucudur ki Bediüzzaman, yeni bir kelam ilmi geliştiren olarak tanındı. 29
Son olarak, Yeni Said’in yolunu özellikle sufi yolundan ayıran ve Kur’an’ın mucizeliğiyle ilişkili olan noktaya değinilmesi gerekiyor. Bediüzzaman’a göre bu, ehl-i tasavvufun “marifet ve tasavvur”undan çok “ehl-i hakikat”in ulvi yoludur; “iman ve tasdik”tir. 30 Öneminden dolayı ve Bediüzzaman da bu yolun gerekliliği için sebepler gösterdiği için, aşağıdaki tanımı tamamen veriyorum:
“Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklit değil tahkiktir; iltizam değil, iz’andır; tasavvur değil hakikattir, dava değil, dava içinde burhandır. şu sırrın hikmeti budur ki: Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavi idi. Teferruatta, ariflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi; kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkana uzatmış olduğundan... 31
KUR AN VE KAİNAT KİTABI Öncelikle, kainata Kur’an’ın ışığında bakıldığında, kainat için kitap benzetmesi çok öz ve hakikatlı bir tasvir olduğunu söyleyebiliriz. Bu mecaz, Kur’an’ın mevcudata kendileri adına değil de delalet ettikleri şey adına bakışından doğal olarak fışkırır. Ayet-ül Kübra’da Bediüzzaman diyor ki:
“Kur’andan aldığı geniş ve ihâtalı bir dürbün ile baktı, gördü: Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki; mücessem bir kitab-ı sübhânî ve cismânî bir Kur’an-ı Rabbânî” 32
Kainatın, Kur’an ile gözlendiğinde açığa çıkan ve onu sanki bir kitaba dönüştüren başka yönleri de var. Başka bir yerde Bediüzzaman vahdetin sonucu olan “kemal-i intizam” ve “insicam-ı mizan” gayet manidar öyle mucizane bir kitaba çevirmiş ki, her bir harfi yüz satır ve her bir satırı yüz sahife ve her sahifesi yüz bab ve her babı yüzer kitap kadar manaları ifade eder. Hem bütün babları, sahifeleri, satırları, kelimeleri, harfleri birbirine bakar, birbirine işaret ederler;” 33 der.
Aslında, vahdet temel bir kavramdır. “... Ve kâinat baştanbaşa gayet mânidar bir kitab-ı Samedânî ve mevcudât, ferşten arşa kadar gayet mu'cizâne bir mecmua-i Mektubat-ı Sübhâniye [oluşu]... ancak ve ancak, sırr-ı tevhid iledir.” 34
Vahdet onların birbirinin ihtiyaçlarına cevap vermesine sebep olarak kitabın bütün kelimelerine hayat bahşeder. Lemeat’ta, Bediüzzaman diyor:
“Kainatta serbeser sırr-ı tesanüd müstetir, hem münteşir. Hem cevanibde tecavüb, hem teavün gösterir.
Ki yalnız bir Kudret-i alem-şümuldür yaptırır, zerreyi her nispetiyle hakkedip yerleştirir.
Kitab-ı alemin her satırıyla her harfi hay…ihtiyaç sevk ediyor;tanıştırır.
Her nereden gelirse gelsin nida-i hacete lebbeyk-zendir; sırr-ı tevhit namına etrafı görüştürür.
Zihayat her harfi, her bir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nazır birer gözü baktırır.” 35
İlm-i İlahi de “kâinatı, eczaları adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir hükmüne” 36 getiriyor.
Hikmet-i İlahi ise “... bütün kâinatı envaıyla beraber bir kitab-ı kebîr-i hikmet ve öyle bir kitap ki; her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitap hükmüne” 37 getiriyor.
İsm-i Azam’dan olan İsm-i Hakem’i anlatırken Bediüzzaman o kitabın bölümlerini şöyle tanımlıyor: “Bu kitab-ı kebirin bir sahifesi, zemin yüzüdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitaplar, birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor. Bu sahifenin bir satırı bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler, beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz. O satırın bir kelimesi çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelal’in medh-ü senasına dair manidar fıkralardır. Güya çiçek açmış her ağaç gibi o ağaç dahi Nakkaşı nın medihalarını teganni eden manzum bir kasidedir.” 38
Öyleyse, Kur’an ile kainat arasında karşılıklı bir münasebet vardır. Kainat manalarının anlaşılması için Kur’an’a muhtaçtır, ancak Kur’an ile anlam kazanabilir ve doğal olaylar ve onların düzenli yapılış ve kasıtlı değişimleri hakkındaki ayetleriyle Kur’an kainat kitabının yorumlayıcısı, tefsircisi ve tercümanıdır.
“Kur’an kainatın bir tercüme-i ezeliyesidir. Ve kainatın kendi lisanlarıyla okudukları ayat-ı tekviniyenin tercümanıdır. Ve şu kitab-ı alemin tefsiri olduğu gibi; arz ve semavat sahifelerinde müstetir esma-i hüsnanın definelerinin keşşafıdır.” 39 “Kur’an-ı Hakîm... bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp tâ Hâlikını tanıttırsın.” 40
“Evet Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümânıdır. Evet, o Furkandır ki: şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her biri, birer harf-i mânidar olan mevcûdâta “mâna-yı harfî” nazariyle, yâni onlara Sâni’ hesabına bakar; “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemâline delâlet ediyor!” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösterir. 41
Kur’an “hafız”dır. “Kur’an bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur’an, kâinat kitabının kıraatidir ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelîsinin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor.” 42
Yukarıdaki ifadelerden görüldüğü üzere kainat “mücessem bir Kur’an” 43 haline gelir. Böylece Kur’anla aynı hakikatleri ifade ettiğini anlayabiliriz. Fakat Kur’an sıfat-ı Kelamdan gelirken, kainat Kudretin tecellisiyle var olur. 44 Kainattaki masnular (sanat eserleri) yani mevcudat sanki “mücessem kelimeler” yani maddî vücud giyen kelimelerdirler. Bu kudret kelimeleri Kur’an’ın kelimeleri gibi mukaddes İlahi özü tanıtırlar. “Kudret sıfatı dahi; mücessem kelimeleri hükmünde olan san'atlı eserleriyle o Zât-ı Akdesi bildirir ve kâinatı baştan başa bir furkan-ı cismânî mâhiyetinde gösterip, bir Kadîr-i Zülcelâli tavsif ve târif eder.” 45 Bu açıdan, “Kainatın mürekkebat ve eczası... Kur’an-ı Hakimin ayetlerini tefsir ediyorlar.” 46 Kur’an’ın bir delilidir. Bediüzzaman diyor: “Kur’an-ı hakimin bu hakikatine delil estersen, Kitâb-ı Mübînin mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine bak...” 47
Mücessem Kur’an olarak, kâinat kitabının gayesi, onu yapanın zatında ve esmasındaki güzelliklerini “ifade etmek”tir. 48 “Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemâlini ve hakaik-ı esmâsını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder.” 49 “...bu Kitâb-ı Kebîr-i Kâinatın Nakkaş-ı Ezelîsi, bu kâinatla ve bu kâinatın her bir sahifesiyle ve her bir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla Kendini tanıttırmak ve kemâlâtını bildirmek ve cemâlini göstermek ve Kendisini sevdirmek için, en cüz’îden en küllîye kadar her bir mevcudun müteaddit lisanlariyle cemâl-i kemâlini ve kemâl-i cemâlini tanıttırıyor ve sevdiriyor.” 50
KAİNAT KİTABI VE ONUN MÂNÂLARI VE GÖREVLERİ
Öyleyse, bir kavram olarak kainat kitabının ana görevi , onu okuyanlara Yazarını ve O’nun sıfatlarını öğretmektir. Bediüzzaman’ın “Te’emmel sutur el-kainat fe-inneha * Min el-mele’i’l-‘ala ileyke resa’il” beytini yorumladığı gibi:
“Sahife-i alemin eb’ad-ı vasiasında Nakkaş-ı Ezeli‘nin yazdığı silsile-i hadisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak…ta ki mele-i aladan uzanan şu selasil-i resail seni âla-yı iliyyin-i tevhide çıkarsın… ” 51
Benzer olarak, Kur’an’ın kainat kitabının “ayat-ı tekviniye” hakkındaki ayetleri hep bu aynı hakikatleri öğretir. Yani, kainattaki düzenli değişimlerdeki şuunat-ı İlahiye’yi anlatarak onların delalet ettiği hakikatlere -Yaratıcı’ya ve O’nun fiillerine, esmasına, sıfatlarına, haşre ve diğer iman hakikatlerine- şuurlu mahlukların dikkatlerini çekerler. Kur’an tekrar tekrar insana bu “ayetler” üzerinde durmayı emreder ve onu tefekküre ve ibret almaya teşvik ederek aklını kullanmayı ister. 52 Risale-i Nur’un birçok yerlerinde Bediüzzaman bu çeşit ayetleri en enteresan değişik mana mertebelerini açıklayarak tefsir eder. 53
Bu sebeple, nasıl ki kainatın bu şekilde olmasındaki gaye “okunma”sıdır, insanın da “vazife-i asliyesi ... küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşâhede ederek şehadat etmek ... ve masnuatta kudret-i rabbaniyenin mu’cizâtını temaşa ederek, nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.” 54 Mikrokozmoz (alem-i asgar) ve kainatın “küçük [bir] haritacığı” olarak 55 insan, kainat kitabının küçük bir nüshasıdır. Bu cihet burada konumuzun dışındadır fakat şurası hatırlanmalıdır ki aşağıda ifade edeceğimiz üzere Bediüzzaman’ın Ayetü’l Kübra’nın başında işaret ettiği gibi insanın yaratılışının gayesi bütün mahlukatın yaratıcısını tanımak ve O na ibadet etmektir: “... insan’ın vazife-i fıtratı ... marifetullah ve iman-ı billâh’dır.” 56 Bediüzzaman burada “Ben cinleri ve insanları ancak bana ubudiyet etsinler diye yarattım” 57 ayetini tefsir ediyor. Böylece, bir kitap kavramıyla temsil edilen yukarıda tasvir ettiğimiz şekilde afaki tefekkür ederek, bütün materyalizm ve dalalet cereyanlarına rağmen şimdiki asrın insanlarının “tahkikî iman”a ulaşabilmeleri için bu Kur’anî emrin sistemli ve pratik bir uygulamasını ortaya koyuyor. Burada amacım, kainat kitabının ana işlevlerini anlatmanın yanı sıra, Risale-i Nur’un “Kur’an’ı anlamaya çağdaş bir yaklaşım” olduğu düşuüncesini göstermektir. Yani Risale-i Nur zamanımızın insanlarına anlamlı ve içinde bulundukları şartlara uygun bir tarzda Kur’anî hakikatleri ve mesajı izah eder.
şimdi Ayet-ül Kübra’ya ve onun kainat kitabını, anlamları için okuyuş tarzına geçebiliriz.
Öncelikle şuna değinmeliyiz ki -Bediüzzaman’ın kendisinin büyük ihtimalle Kastamonu’daki hayatının sonlarına doğru yazılan bir mektupta işaret ettiği gibi- Risale-i Nur’u yazdığı yıllar boyunca “tefekkür mesleğinde” devamlı bir gelişme vardı. şöyle diyor: “Arabî Katre Risalesinden, tâ Âyetü’l-Kübra Risalesine kadar, o hakikat devam edip suretler değiştirerek, tâ Hizbü’l-Ekber-i Nuriye suret-i daimesine girdi.” 58 Hizbü’l-Ekber-i Nuriye, “Âyetü’l-Kübra’dan çıkıp” 59 yaklaşık aynı zamanda yazılmıştı. Kainatın bütün âlemlerini sayarak ekseriyetle Ayet-ül Kübra’daki hakikatlerin aynısını açıklayan bu eser, veciz bir Arapça uslûb ile yazıldığından, kâinatı tefekkür için güzel bir kaynaktır. 60 Bu yüzden vücub ve vahdaniyet-i İlahiyeyi ispatlamak için kullandığı metodu ispatladığı ve gösterdiği ana hakikatleri görmek için Bediüzzaman’ın kainat kitabı keşfinin hemen hemen son şekli olan Ayet-ül Kübra’ya göz atacağız.
şekil itibariyle Ayet-ül Kübra, “kainattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedatı”ndan oluştuğu için Risale-i Nur’un içinde seçkin bir yere sahiptir. Seyyahın sorgulama tarzı Bediüzzaman’ın kainat üzerindeki tefekkürüyle elde etmeyi amaçladığı şeyi özetliyor ve seyyah, hayalen kainatın bütün âlemlerinde onların Halıka şahadetlerini öğrenmek için bir seyahat yapar. Her birini sırayla sorgular ve ona cevap olarak kendilerine bakıp mütalaa etmeğe davet edilir. Mesela, fezayı sorgular ve şu cevabı alır: “Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.” Bu yüzden o bakar ve hepsi çeşitli işlerle vazifelendirilen bulutları, rüzgarı, yağmuru, ve saire görür. Bu “kelimeler”den her birisine baktıktan sonra, aklına döner ve onunla konuşmaya başlar, düşünür. Fezaya tekrar bakar ve kelimelerden biraz daha okur. Aklıyla biraz daha düşünür ve sonunda şu sonuca varır:
“Bu câmid, hayatsız, şuursuz, mütemâdiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zâhirî sûretiyle vücûda gelen yüz binler hakîmâne ve rahîmâne ve sanatkârâne işler ve ihsanlar ve imdatlar bilbedahe ispat eder ki: Bu çalışkan rüzgârın ve bu cevval hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok, belki gayet kadîr ve alîm ve gayet hakîm ve kerîm bir âmirin emriyle hareket eder. Güya her bir zerresi, her bir işi bilir ve o âmirin her bir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden her bir emr-i rabbânîyi dinler, itaat eder ki; bütün hayvanâtın teneffüsüne ve yaşamasına ve nebatatın telkihine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve ateşsiz sefinelerin seyr ü seyahatına ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi, iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken zemin yüzünde yüz binler tarzda bulunan rabbânî san'atlarda kemâl-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum. ... rüzgârın tasrifiyle hadsiz rabbânî hizmetlerde istimâl ve bulutların teshiriyle, hadsiz rahmânî işlerde istihdam ve havayı o sûrette icad eden, ancak Vâcibü’l-Vücûd ve Kàdir-i Külli şey ve Âlim-i Külli şey bir Rabb-i Zülcelâl-i ve’l-ikramdır.” 61
Seyyahın bu tefekkürü her halde, hava ve görevleri hakkında bilmediğimiz bir şey söylemiyor; bu tefekkürün yaptığı, cansız ve şuursuz olan havanın bütün bu çeşitli şuurlu işleri yapabiliyor olmasının ancak sayılan sıfatlarla mevsuf bir Varlığın onu bu işlerde istihdam etmesiyle mümkün olabileceğine işaret etmek, bunu göstermektedir. Özellikle seyyah tarafında ziyaret edilen yaratılışın bütün âlemlerini temsil eden otuz üç “mertebe” ile birlikte görüldüğünde mükemmel bir şekilde açık, mantıklı ve ikna edicidir. Zahirî basitliğine rağmen, hiç farkında olmadan okuyucunun bakış tarzını, mahlukatı Kur’anî okuyuş tarzını dönüştürür; yani varlıklara, delalet ettikleri ve işaret ettikleri manalar için bakmak. Okuyucuyu o manalara götürmenin yanı sıra onu böylece eşyanın yapılışını tesadüf ve sebeplere bağlamak gibi materyalist felsefenin temeli olan kavramları sorgulamaya psikolojik olarak hazırlar. Ayrıca Bediüzzaman’ın hem Kur’an-ı Kebir-i Kainatı hem de Kur’an’ın kendisini ahenkli bir şekilde bir araya getirerek hakikatlerini tefsir etmek için modern bilimi kullanması gerçeği yukarıdaki parçada yaptığı gibi hem bu ikisi arasında herhangi bir çatışma veya çelişki olmadığını ispatlar; yani modern bilimler ile Kur’anî hakikatlerin bir araya nasıl getirileceğinin pratik bir örneğini gösterir.
Burada, yukarıda birinci bölümün sonunda değinilen Yeni Said’in kırk yıllık hayatında öğrendiği “kelimeler”in dördüncüsünün “nazar” (bakış tarzı) olduğu hatırlanmalıdır. Onu şöyle tanımlıyor:
“Nazar ise, fünun-u ekvânı maarif-i İlâhiyeye kalbedip hakikî gâyelerine sevk edebilir. Demek nazar, esbap ve vesait hesabına olursa muzaaf cehalettir. Eğer Allah hesabına olursa maarif-i İlâhiye olur.” 62
Risale-i Nur, vücub ve vahdaniyet-i İlahiyenin ve risalet, haşir, melekler ve kader, esma-i İlahiye, sıfat-ı İlahiye ve kainattaki şuunat-ı İlahiye gibi imanın bütün temel hakikatlerinin yüzlerce delilini ihtiva eder. Bu delillerin hepsi birbiriyle bağlantılı ve bölünemezdir. Daha iyi izah etmek için, kaderin delillerini kainat kitabının “yazılışı” ile de ilgili olduğundan daha detaylı anlatırken diğer hakikatler için sadece kainatın kitap olduğu fikriyle doğrudan ilgili birkaç kısa örnek vereceğim. Kainat kitabı tarafından verilen bu “ders”lerin hepsi onun manası için “okunması”nın bir sonucudur.
KAİNAT KİTABININ DİĞER MANALARI , İMANIN DİREKLERİ Kur’anı getiren zat olarak Hz. Peygamber Muhammed’e (SAV) kainat kitabıyla bağlantılı olarak sık sık değinilir. İşte onun risaletine yine Ayet-ül Kübra’dan alınan bir delil:
“Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaşagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkaşına delâlet eder; öyle de: Kâinatın hilkatindeki makâsıd-ı İlâhiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki rabbânî hikmetlerini tâlim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mâhiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudâtın kemâlâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin mânalarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sâdık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle; elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hàlikının en yüksek ve sâdık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.” 63
Meyve Risalesi’nde benzer bir delil bütün peygamberler için verilir. 64 şu metin ise Rasulullah (SAV)’ın kainat kitabı için zaruri rolünü anlatır ve onu Rasulullah a şahitlik ettirir:
Evet, “Muhammed’in (A.S.M.) getirdiği Nur ile kâinatın mâhiyeti, kıymeti, kemâlâtı ve içindeki mevcudâtın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk eder. Ve kâinat, baştan başa gayet mânidar Mektubat-ı İlâhiye ve mücessem bir Kur'an-ı Rabbânî ve muhteşem bir meşher-i âsâr-ı Sübhâniye olur. Yoksa, adem ve hiçlik ve zevâl ve fena karanlıklarında yuvarlanan karmakarışık vahşetli bir virâne, dehşetli bir matemhâne mâhiyetine düşer. Bu hakikate binaen, kâinatın kemâlâtı ve hikmetli tahavvülâtı ve sermedî mânaları, kuvvetli bir tarzda ‘Neşhedü Enne Muhammeden Resûlullah’ der.” 65
Bediüzzaman haşr için çoğunlukla Esma-i İlahiye nin kainattaki tecellilerine dayanan birçok delil gösterir, okuyucular onuncu ve yirmi dokuzuncu sözlere bakabilirler. Kainat kitabıyla ilgili iki delil aşağıda verilmiştir. İkinci bölüm Kudret-i İlahiye ile ilgilidir.
Eğer “haşir gelmezse; kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın bütün muhakkak mânaları bozulur ki, hiçbir cihet-i imkânı olamaz. Ve o ihtimal, bu kâinatın vücûdunu inkâr gibi bir muhâl belki bir hezeyan olur.” 66
“Bu misafirhane-i dünyaya gelen her zîşuur, gözünü açtıkça görür ki: Bir kudret, bütün kâinatı kabzasında tutmuş ve nihayetsiz, hiç şaşırmayan ezelî, ihâtalı bir ilim ve gayet dikkatli, hiç mîzansız, faidesiz hareket etmeyen bir sermedî hikmet ve inayet o kudretin içinde bulunup zerrât ordusundan birtek zerreyi meczup Mevlevî gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiği gibi, küre-i arzı ...yine bir meczup Mevlevî misillû gezdirir. Mevsimlerin mahsulâtlarını hayvan ve insanlara getirdiği aynı kanunla, aynı zamanda güneşi bir mekik, bir çıkrık yaparak merkezinde cezbedarâne ve câzibekârâne döndürüp manzume-i şemsiye ordusu olan seyyarat yıldızlarını kemâl-i mîzan ve intizamla vazifelerde çalıştırır. Ve aynı kudret; aynı zamanda, aynı kanun-u hikmetle zemin sahifesinde yüz binler kitap hükmünde yüz binler nevileri beraber, birbiri içinde, iltibassız, sehivsiz yazar, Haşr-i Âzamın binler numunelerini izhar eder ..” 67
Meleklere iman için Bediüzzaman şu delili verir:
“Eğer dersen: Kainatın hangi ayetleridir ki, insandan başka böyle kâinat kitabının âyetlerinden ibret almakla, onlarda hayrete dalarak tefekkür ve tesbih eden taifelerin vücuduna delâlet etsin. Veya o kitabdan hangi satırdır ki, ona işaret ediyor?
“Elcevab: O kitabın hikmet sahifesinin mizan satırındaki nizam âyetidir. ... İşte bütün bu celbedici haşmet ve şu cezbedici zinet ve çeşitli taltifler ve sevdirilmekler ve şu enva-i tahabbübat ve taârrüfat ve bu aksam-ı teahhüdat ve taammüdat (yani kasdî in’amlar ve ihsanlar) ... şu dünya sahasında zahir nazarda ins ve cinden başka ehl-i ibret ve basiret görünmüyor. ... Öyle ise ... lazımdır ki; ins ve cinden başka ... şu kâinat, ehl-i ibret ve eshab-ı tesbih olan zevi-l ervah ile lebâleb dolu bulunsun.” 68
TAKDİR-İ İLAHİ VE KAİNAT KİTABININ YAZILIŞI Bediüzzaman’ın bazen “kader” denilen takdir-i İlahi için delilleri kainatın devamlı yaratılışına yani kainat kitabının yazılışına dair birçok vukufiyet sağlar. şöyle der:
“Herşey, vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığı 69 gibi pek çok âyât-ı Kur’ âniye tasrih ediyor. Ve şu kâinat denilen, Kudret’in, Kur’ân-ı kebîrinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekvîniyesiyle tasdik ediyor. Evet, şu kâinat kitabının manzum Mektubatı ve mevzun âyâtı şahadet eder ki, her şey yazılıdır.
“Amma, vücudundan evvel her şey mukadder ve yazılı olduğuna delil; bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahittir. Zira, her bir tohum ve çekirdekler ‘kâf - nûn’ 70 tezgâhından çıkan birer lâtif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki; Kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek, bütün vâkıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar, maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten [farklı] bir şey yoktur. ...
“şimdi vücudundan sonra her şeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise, âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün meyveler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahittir, birer emâredir. Evet, her bir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor.” 71
Yukarıda değinilen İmam-ı Mübin “irade ve evâmir-i tekvîniyenin ünvanı”dır. 72 ve ayrıca “Kader-i İlâhînin bir defteri”dir. 73 ki bu da ilm-i İlahi’nin bir vechidir. Kitab-ı Mübin’i ise Bediüzzaman Mesnevisi’nde “ilim kitabı” olarak tanımladığını ve harekat-ı zerrat hakkındaki risalenin başındaki uzun dipnotta Kur’an da geçen her ikisinin de “ilm-i İlahinin ünvanları” 74 olarak açıkladığı Kitab-ı Mübin’in daha çok “kudret ve irade-i İlahi’nin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabı” olduğu sonucuna varır.
Bediüzzaman’ın bu şematik yaklaşımıyla anlaşılması güç olabilecek bir konuyu nasıl hemen anlaşılabilir hale getirdiğini ve aynı zamanda birçok başka hakikatlerini açıkladığını göstermek için bundan bir nebze bahsettik. Mesnevi’de şöyle diyor:
“... Kudret kitabı olan kâinat, ilim kitabı olan kitab-ı mübinin mistarı üzerine yazılmıştır. Bunun delili ise, şu göz önündeki her şeyi ihata etmiş olan nizam ve mizandır... Amma sıfat-ı kelâmın kitabı olan Kur’an-ı Mübin ise, gaybî ve şuhudî, yani kudret ve ilim kitaplarının bir tercümanıdır ve nizam ve mizan bablarının bir fihristesi...” 75
Sonsuz İlm-i İlahiden dolayı mevcudatın yaratılışı veya yazılışı sonsuz kolaylıktadır:
“Kader, ilmin bir nev’idir ki, her şeyin mânevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir miktar tâyin eder. Ve o miktar-ı kaderî, o şeyin vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret îcâd ettiği vakit, gayet suhûletle, o kaderî miktar üstünde îcad eder. Eğer o şey muhît ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i Zülcelâle verilmezse, sâbıkan geçtiği gibi, binler müşkülat değil, belki yüz muhâlât ortaya düşer. Çünkü o mikdar-ı kaderî ve mikdar-ı ilmî olmazsa, binler hâricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimâl edilmek lâzım gelir.” 76
Böylece Bediüzzaman harakat-ı zerratı ve zamanı tasvir eder:
“‘İmam-ı Mübîn’in imlâsı ile, yâni kaderin hükmiyle ve düsturu ile kudret-i İlâhiye, icâd-ı eşyada her biri birer âyet olan silsile-i mevcûdatı, ‘Levh-i Mahv, İspat’ denilen zamanın sahife-i misâliyesinde yazıyor, îcad ediyor, zerratı tahrik ediyor. Demek harekât-ı zerrat; o kitabetten, o istinsahtan; mevcûdat, âlem-i gaybdan âlem-i şahadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” 77
Alem-i, şahadet veya kainat kitabı, devamlı bir akış ve değişim içindedir. Bediüzzaman devam ediyor:
“Amma, “Levh-i Mahv, İsbat” ise, sâbit ve dâim olan ‘Levh-i Mahfuz-u Âzam’ın daire-i mümkinatta, yâni mevt ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet, her şeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikatı dahi “Levh-i Mahv, İsbat”daki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.”
Bu Kur’anî kavramları tefsir ederken ve mahlukatın daimi yaratılışını böyle net bir tarzda açıklarken Bediüzzaman materyalistlere ve onların “hikmetsiz hikmetleri”ne cevap da veriyordu. Açıkladığı her noktada o noktanın kolaylığına ve zaruri oluşuna ve materyalist felsefe ile materyalist bilimin açıklamalarının imkansızlığına ve saçmalığına işaret eder. Harekat-ı zerrat hakkında şöyle der:
Materyalistler “abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üssü’l-esas tutup, masnuat-ı İlâhiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı, hikmetsiz, mânasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilâf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.” 78
Bediüzzaman a göre, “Kudret-i Fâtıranın o Levh-i Mahfûzunu ve hikmet ve irade-i Rabbâniyenin o basîrâne kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misâlini hissetmişler. Hâşâ, ‘Tabiat’ nâmiyle tesmiye etmişler, körletmişler.” 79
Fakat, tabiat olarak bilinen sadece “Hilkat-i kâinatta câri olan kavânin-i îtibariyesinin mecmû ve muhassalasından ibârettir,” 80 ki şeriat-ı Kübra-yı Fıtriye’dir. Sıfat-ı kelam dan gelen ve insanın iradi hareketlerini düzenleyen bildiğimiz şeriatı tamamlayıcı olan “Sıfat-ı irâdeden gelen şer’-i Tekvinî... âlemin ahvalini, hem de harekatını ... tanzim eden şerdir. O meşiet-i Rabbanî[ye] yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir.” 81
Bediüzzaman, vahdaniyet-i İlahi ve kudret, ilim ve irade-i İlahi gibi diğer hakikatlere getirdiği delilleriyle tabiat, tesadüf ve sebepleri gerçek fâil olarak görmek ve gibi kavramlara öldürücü darbeler vurduğunu söyler. Hatta “onların fünun-u müspete ve tabiat dedikleri muhkem kal’alarını zîr ü zeber etmişim” 82 der. İspat ve delilleri saymak bu çalışmanın alanını aşıyor. Yukarıda kitabın yazılışını gördük. Bununla beraber burada kainat kitabı tanımımıza birkaç detay daha eklemek için şunu hatırlayabiliriz: yanlış olarak tabiat kanunları denen, şeriat-ı Fıtriyye’nin “hüküm ve meseleleri,” yani kainattaki kuvve ve kanunlar haricî veya fiziksel olarak mevcut değildir. Onlar sadece iradenin tecellisidir, sadece ilim olarak vardır ve kudretin iş yapmasıdır. 83 Bediüzzaman’ın ünlü tabiat tanımında söylediği gibi.
“Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsiz, tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hâriciye sahibi ise, ancak bir san’at olabilir, sâni’ olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Akhâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, hàlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir, kadîr olamaz. Mistardır, masdar olamaz.“ 84
SONUÇ
Bediüzzaman, kâinat kitabı kavramını, yeni ve benzeri görülmemiş bir tarzda kullandı. Muhâkeme, mantık, ve kâinatı tefekküre dayalı, Kur’anı açıklamada yeni bir tarz ve metodolojisini bulup ortaya koydu. Kitap benzetmesi bu yeni tarzı sembolize eder. Doğrudan Kur’an’dan ilham alarak, Kur’an-ı Kainat’ı tefsir ederek Kur’an’ı tefsir etmek Bediüzzaman’a Kur’an’ın öğrettiği hakikatlerin gerçekte yüzlerce ikna edici delilini getirmesini sağladı. Onunla, Allah’ı tanımanın ve O’na ibadet etmenin kapsamlı ve hakiki Kur’anî bir yolunu açtı. Bu yol hangi vaziyette olursa olsun herkese hitap eder ve her şeyde Allah’a giden yollara işaret eder. Çünkü Bediüzzaman, modern dünyadaki birçok dalalet akımlarıyla karşı karşıya olan insanın en büyük ihtiyacı “tahkikî iman” ve özellikle vahdaniyet-i İlahiyeye imandır.
Bediüzzaman’ın kainat kitabının sayfalarını ve kelimelerini anlatırken kendi bilimsel bilgisini de kullanması gösterdi ki bilimle gerçek din arasında çatışma olmadığı gibi eğer o sayfalar ve kelimeler anlamları hedeflenerek Kur’anî metodla okunursa marifetullahın artışına sebep olur. Risale-i Nur’un neredeyse her parçası kişiye nasıl fiziki kainata bakıp onu okuyacağını öğretir.
Bediüzzaman’ın söylediğine göre Batı felsefesi ve bilimin yanlış fikirlerinden ve bakış açısından etkilenmeyen neredeyse kimse kalmadı. Hatta o şöyle demiştir: “bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde terâküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bakiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar.” 85 Bu yüzden öyle görünüyor ki Kur’an’ın kainatta ve insanda şuunat-ı İlahiye’nin ayetlerini açıklamakta olan yönü ki böylece insan onların üzerinde düşünmeli ve onlardan ders çıkarmalıdır - bu modern bilim ve materyalizm çağıyla özel bir ilgisi vardır. Bu yüzden kainat kitabı kavramı ve onunla ilgili bizim değindiğimiz noktalar öncelikle bu bağlamdadır. Bence, bundan dolayı bu kavram ve bu kavramı açıklayan Risale-i Nur, Kur’an’ın özellikle modern çağa bakan yönünü izah eden “Kur’an’ı anlamada çağdaş bir yaklaşım” olarak görülmelidir.
____________________
1 İngiltere'nin Yorkshire şehrinde doğdu. Durham Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Okulu Farsça-Türkçe bölümünü bitirdi. 1981'de Risale-i Nur tercümelerini okuduktan sonra İslamiyeti kabul etmiştir. Halen çalışma ve araştırmalarını Said Nursi, Nurculuk ve Risale-i Nur üzerinde devam ettirmektedir.
2 Tefekkür burada düşünmek, zihinde tartmak manalarıyla akletmeyi ve mantıklı düşünmeyi de içeren geniş bir anlamda kullanılıyor. Bediüzzaman’ın onu bu anlamda kullandığı görünüyor, çünkü onu bir “Tefekkürname” olan ve Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde kullanılan delilleri özet şekilde içeren 29. Lem’a; bir “seyahat-i fikriyye” dediği Ayet-ül Kübra [Şualar, 93]; Kur’an hakkında olduğu için “ibadet-i tefekküriye” olarak tarif ettiği Emirdağ Çiçeği [Şualar, 207]; ve “tefekkürî hayatım, hem Risale-i Nur’un tahkikî hayat-ı mâneviyesinin ... ittihadından çıkan bir meyve-i imaniye” dediği El-Hüccetü’z-Zehra [Şualar, 525] gibi Risale-i Nur un çeşitli yerlerine atıfta bulunarak kullandı.
3 Bkz., Risale-i Nur Külliyatı Müellifi, Bediüzzaman Said Nursi, Hayatı, Mesleki, Tercüme-i Hali (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1976) 44-5.
4 Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1977) 7-9; hem de bkn. Nursî, İşârâtü’l-İ’caz (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1978) 130-5.
5 Muhâkemat, 5.
6 Nursi,Bediüzzaman Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybî (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1993) 80.
7 Nursi, Bediüzzaman Said, Mektûbat (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1981) 343 / Bediuzzaman Said Nursi-Letters 1928-1932 [İng. terc.] (Sözler Publications 2nd ed. 1997) 433.
8 İşaratü’l-İ’caz, 7-8.
9 Muhakemat, 8.
10 Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Envar Neşriyat, 1992) i, 42.
11 Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid İşaratü’l-İ’caz‘ı, Risale-i Nur’a dahil edildi-ği 1950’lerde Arapça’dan Türkçe’ye tercüme etti.
12 Emirdağ Lahikası’nda Bediüzzaman bunları “Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Habab, Zuhre, Şu’le, ve onların zeyilleri” şeklinde sıraladı ve onları “Yeni Said’in en evvel hakikattan şuhud derecesinde kalbine zahir olan” diye tarif etti. Bakınız Emirdağ Lahikası, i, 42.
13 Nursi, Bediüzzaman Said, el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri (Tahkik: İhsan Kasım es-Salihi) (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1994) 35.
14 Bakınız, Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1986) 229 / The Flashes Collection [İng. terc.] (Sözler Publications, 1995) 306.
15 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 170.
16 Nursi, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye [Türk. Çev. Abdülmecid Nursi] (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1980) 7.
17 . . el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 318.
18 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 206.
19 Mesnevi-i Nuriye, 8.
20 Kur’an-ı Kerim, 2:219; 2:266.
21 Kur’an-ı Kerim, 7:176, vs.
22 Kur’an-ı Kerim, 30:8.
23 Kur’an-ı Kerim, 13:3,vs.
24 el-Acluni, Keşfü’l-Hafa, i, 143; Gazali, Ihya Ulumi’d-Din, iv, 409; el-Haythami, Mecma’u’z-Zewa’id, i, 78.
25 Lem’alar, 272 / Flashes, 380-1.
26 Mesnevi-i Nuriye, 8.
27 Mesnevi-i Nuriye, 7-8.
28 Mesnevi-i Nuriye, 46.
29 Bakınız, Muhsin Abdülhamid, Bediüzzaman Said Nursî: Modern Asrın Kelâm Âlimi, III. Uluslararası Bediüzzaman Semppozyumu (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996), 741-6.
30 Emirdağ Lahikası, i, 146.
31 Mektubat, 351 / Letters, 443.
32 Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1992) 119 / The Rays Collection [İng. terc.] (Sözler Publications, 1998) 163.
33 Şualar, 25-6 / Rays, 38.
34 Şualar, 11 / Rays, 20.
35 Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1993) 675 / The Words [İng. terc.] (Sözler Publications, yeni baskı 1998) 731.
36 Şualar, 50 / Rays, 67.
37 Şualar, 67 / Rays, 7; Lem’alar, 295 / Flashes, 404.
38 Lem’alar, 295 / Flashes, 404-5.
39 Mesnevi-i Nuriye, 210.
40 Sözler, 237 / The Words, 251.
41 . Sözler, 124 / The Words, 145.
42 . Lem’alar, 124 / Flashes, 176.
43 Bakınız, örnek olarak, Şualar, 177, 203, 532, 553 / Rays, 228, 257, 577, 600.
44 Daha geniş bilgi için, aşağıya bakınız.
45 Şualar, 124 / Rays, 169.
46 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 109.
47 Lem’alar, 132 / Flashes, 186-7.
48 Şualar, 68 / Rays, 88.
49 Sözler, 559 / The Words, 601.
50 Lem’alar, 296 / The Flashes, 406.
51 Mesnevi-i Nuriye, 225.
52 Bakınız, örnek olarak, Kur’an-ı Kerim, 30:8, 20-25; 59:21; 16:11, 44, 69.
53 Bakınız, özellikle, Sözler, 404-18 / The Words, 428-43, 25. Sözde.
54 Sözler, 317 / The Words, 334.
55 Bakınız, Emirdağ Lahikası, i, 146.
56 Şualar, 85 / Rays, 125.
57 Kur’an-ı Kerim, 51:56.
58 Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası (İstanbul: 1960) 171.
59 Emirdağ Lahikası, i, 59.
60 Risale-I Nur’un birkaç yeri bu şekildedir. Mesela, Arapça 29. Lem’a ve Türkçe 3. şua.
61 Şualar, 91-2 / Rays, 133.
62 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 105.
63 Şualar, 111 / Rays, 154.
64 Şualar, 203 / Rays, 257.
65 Şualar, 553-4 / Rays, 600-1
66 Şualar,162 / Rays, 212.
67 Şualar, 531-2 / Rays, 577.
68 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 286-7.
69 Kur’an-ı Kerim, 6.59.
70 Kur’an-ı Kerim, 2:117, vs.
71 Sözler, 455-6 / The Words, 483-5.
72 Sözler, 455 / The Words, 484.
73 Sözler, 533 h / The Words, 571 fn 21.
74 . A.E.G.
75 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 278.
76 Lem’alar, 184-5 / Flashes, 251.
77 Sözler, 533 h / The Words, 571 fn 21.
78 Sözler, 533 / The Words, 574.
79 Sözler, 533 h / The Words, 572 fn 21.
80 Mesnevi-i Nuriye, 227.
81 Sözler, 704 / The Words, 763.
82 Mektubat, 67 / Letters, 95.
83 Bakınız, Mesnevi-i Nuriye, 227-8; Lem’alar, 177-80 / Flashes, 242-6.
84 Lem’alar, 178 / Flashes, 244.
85 Şualar, 141 / Rays, 188.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
KUR'ÂN İNSANI OLARAK BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ
Prof. Dr. Aref Ali Nayed 1
Makalemin adı "Kur’ân İnsanı olarak Bediüzzaman Said Nursî’dir. Bundan dolayı da öncelikle onun bir profilini ortaya koyarak Kur’ân insanının ne olduğunu ifade edeceğim. Daha sonra Bediüzzaman'ın nasıl bir Kur’ân insanı olduğunu ortaya koyacağım.
Antropologlar ve Filozoflar bize insanın kendilerinin "Homo Sapiens" dedikleri bir türe ait olduğunu söyleye geldiler. Böyle bir "Homo" veya insanın ayırt edici özelliği, bilmeyi, anlamayı veya düşünmeyi becermesidir. Ben burada, "Kur’ân İnsanı" olarak adlandırabileceğimiz ayrı bir insan tipi olduğunu ileri sürmek istiyorum. Bu "Kur’ân İnsanının" bir profilini ortaya koymakla başlamak istiyorum. Ancak bu profil benim kendi icadım olmayıp, büyük geleneğimizden öğrendiğimiz bir şeydir. Hz. Ayşe'nin (r.a.) Kur’ân ahlâkının ta kendisi olarak tanımladığı Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) ahlakı (karakteri) üzerine bina edilmiştir: "O'nun ahlâkı Kur’ân'dı." Ayrıca Acuri, Mekki, Muhassibi ve Gazâli gibi manevî üstadların büyük eserlerine dayanmaktadır.
"Kur’ân İnsanı" Kur’ân'ın Allah'ın kelamı olduğundan emin ve bütün gücüyle onun gereklerini yaşamayı amaç edinen bir Müslüman'dır. Hayatının her gününde ve anında Kur’ân'ı kalbinde taşıyarak, Kur’ân'ın kendisini içten değiştirerek onun karakteri, huyu ve ahlakı olmasına çalışır.
Kur’ân İnsanı, Kur’ân ve diğer sıradan kitaplar arasındaki farkın, Allah ile diğer sıradan yaratıklar arasındaki fark gibi [büyük] olduğuna inanır. Kur’ân, bizatihi Allah kelamı olduğundan Müslüman ona ontolojik ve ahlâkî olarak hürmet ve saygı ile yaklaşır. Bu ilâhî kelamı, içinde bulunduğu günlük şartlarda, sevgi ve merhamet sahibi Rabbin'den kendisine hitaben yazılmış bir mektup gibi görür.
Kur’ân okurken, kendi Yaratıcısının kendisiyle olan konuşmasını duymaya çalışır. Homo Kur’ânicus (Kur’ân İnsanı) Kur’ân'ı Allah'tan kendisine verilen kişisel bir armağan olarak kabul eder; özgür olarak verilmiş bir armağan olduğundan, bu bir ömür boyu şükran ve dürüstlüğü ondan talep eder. Kur’ân İnsanı bir evde yaşayan ve o "evi" içinde yaşayarak ve muhafaza ederek dönüştüren bir ev halkı gibidir. Müslüman bilir ki, nasıl ki bir ev boşaltılır ve içinde yaşanmasa bozulur ve çöker; aynı şekilde kendi kalbinin, zihnin ve bedeninin de Kur’ân'sız çökeceğini bilir. Bunu bilir, zira onun Sevgili Peygamberi böyle söylemişti. Yine o huzurunun ve huzursuzluğunun nedenini, günlük Kur’ân okumalarını yapmaması veya ihmal etmesinin bir sonucu olduğunu ilk elden bilir. O, Kur’ân'ı kendi kalbine yerleşmesi için çağırır, ta ki oranın sakini/sahibi olsun.
Kur’ân İnsanı, Kur’ân'ı diğer fikir kitapları gibi okumaz. Hatta şiir okunur gibi de okumaz Kur’ân'ı. Onu özel ve hususî bir şekilde okur, yani "tilavet" eder.
Bu tilavet ise abdest aldıktan sonra kendini ona vererek ve ibadet olarak Kur’ân'ı okuma hareketidir. Bu ibadet Kâbe-i Şerife yönelerek, oturularak veya ayakta iken yerine getirilmelidir. Tıpkı namaz ibadeti gibi, Kur’ân'ı tilavet etme veya okuma niyet edilerek ve Kâbe'ye yönelerek yapılmalıdır, yani onu okuma âdâbı ve şartları yerine getirilmelidir.
Kur’ân İnsanı, Kur’ân'ı kendi aklı ile değil, kalbi ile okur. Okuması elbette ki akletmeyi de gerektirir. Ancak akletme ve anlama kalbin bir faaliyetidir, hesaplayıcı aklın faaliyeti değildir. Onun kalbi müşahhas tüm varlığının merkezidir ve hem bedenini hem de ruhunu ihtiva eder. İşte o Kur’ân'ı okurken, varlığının merkezinin (kalbinin) Kur’ân'ın dönüştürücü/değiştirici sonuçlarını hal ve hareketlerinde tezahür ettirir. Başka bir ifadeyle, lisanı ve kalbiyle Kur’ân'ı okurken, hal ve hareketleriyle de Kur’ân'ın anlamını tefsir eder ve gösterir. Kur’ân'a yönelir. Hem bedeni ve hem de kalbiyle Rabbinin kelamının onu götürdüğü yere gider.
Kur’ân İnsanı, tıpkı muhterem seleflerinin yaptığı gibi, Kur’ân'a hürmet eder ve onu sık sık okur. Âdeta torna tezgahında bir tahta parçasının şekillenmesi gibi, onun kalbi de Kur’ân'la aynı şekilde şekillenir. Kalbinin "Kur’ânî bir kalb" olarak şekillenmesine, değişmesine ve çalışmasına izin verir.
O, Kur’ân'ı bu veya şu projeye uygulama adı altında araç olarak kullanmaz, belki rehberliğin ve kurtuluşun ilâhî aracı olarak sadece kalbini Kur’ân'a açar. Kur’ân İnsanı, kendi problemleriyle ilgili olarak Kur’ân'ı hazır çözümlerin bir deposu olarak düşünmez. Kendi problemlerini çözebilecek zekâ ve melekelerle Allah'ın kendisini techiz ettiğini bilir. Bununla beraber, kendisi Kur’ânî olduğu veya Kur’ân'ın kendi temel benliğini ve karakterini şekillendirmesine izin verdiği takdirde, kendi çözümlerinin Kur’ânî ve ilâhî olabileceğinin bilincindedir. Bir kere insan Homa Kur’ânicus oldu mu, onun tüm faaliyetleri ve çözümleri de Kur’ânî olacaktır.
Kur’ân İnsanın Kelamı[ilâhiyatı] teorik önermeler sistemi değil, belki varoluşun müşahhas bir yoludur. Kur’ânî önermelerden çıkarılarak inşa edildiği için "Kur’ânî bir Kelam" değildir, belki kalbi sadece Kur’ân tarafından şekillenen, şekillenmeye devam eden ve gelecekte de devam edecek olan insanın müşahhas hareketleridir. "Kur’ân İnsanın" ahlâkı işte böyle umumidir.
Homo Kur’ânicus profesyonel bir yabancıdır/garibtir. O, Hz. Peygamber'in hayatta bir garip veya yolcu olmayla ilgili emrini müşahhas olarak yaşar. İslam'ın gariplerin hayat tarzı olduğunu bilir ve tıpkı Sevgili Peygamberimizin söylediği gibi İslam'ın bizzat kendisi "garip olarak başladı ve garip olarak dönecektir, Ne mutlu o gariplere!" Homo Kur’ânicus'un hissettiği bu garipliğin en önemli kaynağı Kur’ân'ın bizzat kendisidir. Allah Kelamının değiştirici/dönüştürücü âyetleri tekrar ve tekrar [mü’minin] kalbini etkiler ve dünyevi nesnelerin arzularından kopararak onu insanoğlunun meşrû ve uygun tek odağına, yani bizzat Allah'a yönlendirir.
Homo Kur’ânicus her gün Kur’ân'ı tilâvet etmekten şunu öğrenir: "Biz Allah'tan geldik ve yine O'na döneriz!" Bunun anlamı sadece bir gün O'na döneceğiz demek değildir, belki her an ve nefes aldığım her nefeste O'na dönmeliyiz demektir. Kur’ân bir kez daha insanı dürterek (ve bazen iterek!) onu Rabbi'ne yöneltir. Homo Kur’ânicus'un kendisini hiçbir zaman Rabbi dışında rahat hissedememesinin, O'nunla beraber olmak ve O'nu görmekten başka bir şeyi talep etmemesinin nedeni işte budur.
Kur’ân İnsanı, dış aleminde ve iç aleminde gördüğü gürültü ve akışın içerisinde kalp gözünü Allah'a yöneltir ve her şeyi Allah'ın âyeti (faal işareti) olarak görür. Kur’ân'ın kendisi peş peşe gelen âyetlerden oluşur ve her sayfasında âyetlerin değiştirici/dönüştürücü gücünün örneklerinden bahseder.
Kur’ân, Homo Kur’ânicus'a dağların, göklerin ve dünyanın Allah'ın âyetleri olduğunu öğretir. Kur’ân ona, değişim ve gelişim sürecini nasıl âyet olarak görmesi gerektiğini de öğretir. Yine ona, Allah'ın Peygamberlerinin ve semavî kitapların da âyet olarak verildiğini öğretir. Kur’ân, Allah'ın âyetlerinin etkin gücünü, Hz. Musa'nın asasına seslenmesiyle yılana dönüşmesini ve yine bir "âyet" olarak denizi yarmasının misalini vererek gösterir. Homo Kur’ânicus, Rabbinin etkin âyetlerini her yerde görür ve onun devamlı olarak Allah'ın huzurunda [her yerde nazır-nazır oluşunun) olmasının farkında olmasının nedeni de budur.
Şimdi, Kur’ân daha ileri giderek Homo Kur’ânicus'a şunu da öğretir: Dış alemdeki (afak) âyetlerin yanında, iç âlemde de (enfüs) âyetler vardır. Kur’ân'ı taşıyan[yaşayan) birisi olarak Homo Kur’ânicus, Rabbi'nin ruhunda ve ruhunun üzerinde işleyen/etki eden âyetlerinin dikkatli ve hayret edici bir seyircisi olur.
Dünya ve kendi ruhu Homo Kur’ânicus'un âyetlerin inanılmaz çeşitliliğini seyrettiği muhteşem bir panorama olur. Kur’ân'dan çeşitliğin harika bir armağan olduğunu öğrenir ve bunu müşahhas olarak yaşamayı anlar. İlkelden şunu tecrübe eder ve öğrenir, bizzat onun Rabbi, hurma ağaçlarından, balın değişik şekillerine, bulutlara, bizzat insanların kendilerine kadar çeşitliliği övmektedir. Çeşitliliğin şeylerde ve insanlarda etkin bir âyet olmasını ilâhî bir nimet olarak görmekle, Homo Kur’ânicus ona hürmet etmeye, onu aziz tutmaya ve onu övmeye başlar.
Şu ana kadar, " Homo Kur’ânicus"un Kur’ân İnsanı profilinin kısa bir özetini sunduğumuzdan, şimdi Bediüzzaman'ın asrımızda Kur’ân İnsanın bir paradigmasını oluşturduğunu göreceğiz. Muhteşem Mesnevi-i Nuriye'nin mukaddimesinde Bediüzzaman Müceddid-i Elfisani İmam-ı Rabbanin kendisine "tevhid-i kıble et" ve "Yalnız bir üstadın arkasından git " diye Mektubat'ında gaybî olarak tavsiyede bulunduğunu ve bu öğüdü nasıl tuttuğunu açıklar. Bunun üzerine sadece Kur’ân'ı kendine üstad etmesi gerektiğini anlar: "Zira "Üstad-ı hakiki Kur’ân'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur." Rehber ve üstad olarak Kur’ân üzerindeki bu hususi odaklaşma Kur’ân İnsanı olarak Bediüzzaman'ı anlamanın anahtarıdır.
Dahası, şu noktayı anlamak çok önemlidir: Bediüzzaman bir rehber olarak Kur’ân'a yaklaşırken, o insanların sıradan metinlere yaklaştıkları gibi yaklaşmaz. Aksine, Bediüzzaman bütün âlemlerin Yaratıcısı ve Allah'ın Kelamı olarak Kur’ân'a yaklaşılmasında ısrar eder. Mesnevi'nin bir başka yerinde bir metnin gücü ve otoritesinin metin sahibine ve kimin söylediğine bağlı olduğunu belirtir. [M,78] Yaratıcının Kelamına, yaratıkların kelamına yaklaşıldığı gibi yaklaşılmamalıdır. Geleneğimizin büyük üstadlarının ısrar ettikleri şu önemli nokta tekrarlanmaktadır: "Kur’ân ile diğer kitaplar arasındaki fark, Allah ile mahlûkat arasındaki fark gibidir". İşte bundan dolayıdır ki, Gazâlî İhya'nın Kur’ân Okuma Adabı'yla ilgili bölümünde, Kur’ân okumanın ilk adabının Kur’ân'ı tilavet ederken kimin seninle konuştuğunu anlamak ve Allahu Teâlanın Kur’ân'da seninle konuştuğunun hayrete düşürücü gerçeğini hissetmek olduğunda ısrar etmektedir.
Bediüzzaman'ın Allah'ın Kelâmı olarak Kur’ân'ın hayrete düşürücü, dönüştürücü ve hayat değiştirici otoritesini anlaması, onu şu gerçeği çok açık olarak görmeye götürmüştür: Tıpkı Hz. Musa'ya denizleri yaran ve sert kayalara vurulduğunda su fışkırtan bir asa verildiği gibi, Hz. Muhammed'e de (sav) müminlerin kalplerini açan ve oradan hayat suyunu fışkırtan bir Kur’ân verildi. Bediüzzaman Kur’ân'ın bu etkin dönüştürücü nimetini, insan düşüncesinden kusursuz sistemler inşa etmeye çalışan felsefenin boş çabasından farklı; benzersiz ve hayat verici olarak görür. (M,170)
Bediüzzaman'a göre Kur’ân'ın bu dönüştürücü gücü sadece taşlaşmış kalpleri çatlatmakla kalmaz, bundan daha hayret verici olarak yalan dünyanın varlığının sahte katılığını da mahveder. Bediüzzaman Mesnevi'de, dünyanın bizimle doğru Gerçeklik[Allah] arasında statik bir perde olarak durmasına izin verilmemelidir, belki Kur’ân'ın kudretiyle paramparça edilmelidir. Bir anlamda, Bediüzzaman Kur’ân'ın dünyayı parçalarına ayırabileceğini(deconstruct)- ironik olarak "Kur’ân'ı parçalarına ayırmak" isteyen insanların kullandığı bir kelimeyi kullanırsak- ve böylece insanlara dünyanın arkasındaki esas gerçekliği ve böylece de neyin gerçek olduğunu gösterebileceğine işaret eder.
Peki Bediüzzaman'ın Kur’ân'ın bu parçalayıcı ve mahvedici etkisini elde etmek için bulduğu metot nedir? Cevap basittir, bununla beraber metodun epistemik (bilişsel) süreçlerden meydana gelmesi gerektiğini düşünen insanlar için garip gelebilir. Bediüzzaman'ın metodu sade ve kısa bir duada dile getirilmiştir:
Ya Rabbi, Ya Halikım, Ya Maliki! Senin dergahında hüccetim, hacetimdir, azığım ise fakrım ve çaresizliğimdir. Araçlarım hilesizliğim, hazinem ise fakrımdır. Sermayem ümidlerim ve acılarım, şefaatçim ise senin Habibin Hz. Muhammed (sav)dir. Ey Merhametlilerin en Merhametlisi ve bağışlayanların en çok bağışlayanı beni affet, beni bağışla,
Allah bizlere anlama gücü versin.
____________________
1 Roma Arab ve İslami Araştırmalar Siyasi Enstitüsü Öğretim Üyesidir. Yayınlanmış bir çok eseri vardır.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
KUR'ÂN KISSALARINA YAKLAŞIMDA SAİD NURSÎ METODU
Prof. Dr. Musa al-Basit 1
Takdim
Kur'ân-ı Kerim, Nebiyy-i Ümmî Hz. Muhammed’in (A.S.M.) bir mucizesidir. Onun akla hayret veren özellikleri ortadan kaldırılamaz. Onun gibi bir başka kitap ortaya konulamaz. Onda bizden öncekiler için haberler, bizden sonrakiler hakkında bilgiler vardır. Bir çok ilimleri, uçsuz bucaksız bilgileri ihtivâ eder. İçinde hidâyet ve nur vardır. “İnne hâzel-Kur’âne yehdî lilletî hiye akvemü.”
Ehl-i ilimden niceleri Kur’an’da fâni olmuşlar, bütün ömürlerini ondaki incileri derlemekle, kıssalarındaki dersleri öğrenmekle, hükümlerini ve ibretlerini hazmetmekle geçirmişlerdir. Nice nesiller onu tahsil edebilmek için çabalamışlar, ama himmetleri onu kuşatmaktan aciz kalmıştır.
Nice müfessirler onu iyi anlayabilmek için çeşitli yollar denemişlerdir. Onlardan bazıları sadece rivâyetlere sığınmışlar, selâmete ulaşmak için dirâyete yönelik aklı çalıştırmayı ihmal etmişlerdir. Bu tarzları için, “Hakkında bilgi sahibi olmadığın şey üzerinde durma” ve “Onlar ancak zanna tabi olurlar” âyetlerini dikkate almışlardır. Bazıları da bu yolu eksik ve noksan olarak görmüş, rivâyet ve nakilleri “tedebbür, teemmül ve tefekkür”e ulaşmada birer vesile olarak kabul etmişlerdir. Bu metodlarına dayanak noktası olarak, “Kur'ân üzerinde hiç tedebbür etmezler mi, yoksa kalpleri kilitli midir?” ve “Kur'ân’ı zikir için kolay kıldık” âyetlerini esas ittihaz etmişlerdir. Bu yoldan gidenler, gördükleri her âyetten ibret alma tarzını benimsemişler ve diğerlerinin ulaşamadığı bir çok hakikate vâsıl olmuşlardır.
İşte bu âlimlerden birisi İmam Said Nursî’dir. Tefsirde, insanları teemmüle ve dikkatle bakmaya davet eden eşsiz bir metodu kabul etmiştir.
Risale-i Nur Külliyatını mütalâa etmek suretiyle, İmam Said Nursî’nin Kur'ân kıssaları hususundaki yaklaşımını araştırdım. Bundaki amacım, Said Nursî’nin bu hususta takip ettiği metodunu öğrenmekti. Risâle-i Nur Külliyatında “Kur'ân Kıssaları” başlığı altında değerlendirebileceğimiz bahislerin azlığına rağmen, onun metodunu ve yaklaşımını anlayabilmek için yeterli bilgiye ulaşabildim. Bu bahis aşağıdaki başlıkları içermektedir:
Birinci Bölüm: Kur'ân kıssaları konusuna giriş.
Birinci: Kur'ân kıssaları; Mefhum ve türleri bakımından kıssalar.
İkinci: Kur'ân kıssaları gaybdır.
Üçüncü: Kıssalar için sağlam kaynak.
Dördüncü: Davet ve çağrı açısından kıssaların önemi.
İkinci Bölüm: Kur'ân kıssalarını anlamada Said Nursî’nin metodu.
Üçüncü Bölüm: Şu hususları içerir.
Birinci: İşarî tefsir, kabulünün şartları ve bu hususta Said Nursî’nin tefsirinin konumu.
İkinci: Kur'ân kıssalarındaki tekrarlar.
Şimdi bu başlıkları sırasıyla ele alalım.
Kur'ân kıssaları; Mefhum ve türleri bakımından kıssalar.
Bir şeyin anlatımında “Kassa” fiili kullanılır. El-Kıssa, anlatılan aktarılan haber mânâsındadır. Çoğulu “Kassa” olarak gelir. “Kassa aleyyel-haberu (haberi bana aktardı)”, “Yakussu (haberi aktarır)”, “Kassan (aktarılan haber)” ve “Kısasan (kıssalar)” şekillerinde kullanılır. “El-Kısas” anlatılan, aktarılan haber mânâsındadır. “Taksîs” bir haberi aktarma mânâsını taşır. Bu durumda “Kıssa” bir durumu ve olayı anlatma, aktarma mânâsındadır. “İktesastü’l-hadîs”, bir olayı aynen anlattım, demektir. “Kassa aleyhi’l-habera kassan”, o kişiye haberi anlatarak aktardı, mânâsını taşır. El-Kâssu, bütün mânâları ve lafızlarıyla bir şeyi diğerine aktaran ve anlatan kimse demektir. 2
Kur'ân kıssaları, geçmişteki ümmetlerin, önceki peygamberlerin hallerinden, zaman içinde ve milletlerin tarihinde vaki olmuş hadiselerden haber vermekte, insanların yaşadığı beldeleri anlatmakta, hatta insanın ilk yaratılışı ve dünyadaki hayatının başlangıcı hakkında bilgiler vermektedir.
Geçmiş zamanlarla alâkalı Kur'ân kıssaları iki türlüdür:
Birinci tür: Peygamber kıssalarıdır. Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İsa ve diğer peygamber ve resullerin yaşadığı olaylar, yaptıkları davetlere karşılık kavimlerinin onlara karşı takındıkları tavırlar, davetlerini nasıl gerçekleştirdikleri, bu davetin merhaleleri, başlangıç ve sonuçları ve o kavimlerin akıbetleri...
İkinci tür: İnsanlık tarihinde vaki olan hadiselerle ilgili kıssalar. İnsanlığın gelişiminde dikkate alınabilecek önemli gelişmeler, ortaya çıkan ve iz bırakan önemli şahsiyetler; Tâlût ve Câlût, Mağara ashâbı, Zülkarneyn, Kârun, Sebt (Cumartesi) ashabı, Hz. Meryem, Uhdûd ashabı ve diğerleri.
Allahu Teâlâ ayrıca Resûlüllah (S.A.V.) zamanında vaki olan bazı hadiseleri de kıssalar halinde bildirmiştir: Bedir, Uhud, Huneyn ve Tebük Gazhaları, Hicret ve İsrâ olayları ve diğerleri gibi.
Kur'ân kıssaları gaybdır.
Geçmiş resûller, nebîler ve kavimlerinden bahseden kıssaların kaynağı vahy-i semâvîdir. O vahiy ki, bütün peygamberlere gelen vahiydir.
Vahy-i semâvîden, kitabın ve sünnet-i sahihanın kaynağı olan İlâhî mesajı kastetmekteyiz. Bu kaynaktan, geçmiş ümmetlerin kıssalarıyla karşılaşmakta, geçmiş, hâl-i hâzır ve geleceğiyle, tarihin hareketine şahid olmaktayız.
Burada üzerinde dikkatle durulması gerekli hassas bir nokta vardır. Bu, Kur'ân-ı Kerim’deki kıssaların gayba ait, yani, bizlerden herhangi birimiz için mukadder olması, bizzat yaşanması veya görülmesi, o olayların ayrıntılı olarak resmedilmesi veya anlatılması imkansız olmasıdır.
Hz. Muhammed’in (A.S.M.) geçmişte olan olayları bizlere aktarması ancak Allah’ın Ona bildirmesiyle gerçekleşebilir. Kur'ân kıssalarında da durum aynen böyle olmuştur.
“İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin...” 3
Hz. Yusuf kıssasının ardından şöyle buyurulmuştur: “İşte bu gayb haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz...” 4
Kur'ân kıssaları, yaratılışın başlangıcı, Hz. Adem ve İblisin kıssası, yasak ağacın meyvesinden yenilmesi, Hz. Nuh, Âd, Semûd ve Medyen kavimleri ve İsrailoğullarının yaptıkları gibi sadece mazideki olaylardan bahsetmez. Aynı zamanda bu kıssalar, hazır zamânâ ait, devamlı yenilenen muasır hayattaki gelişmelere ve bu açıdan bizlerce gayb olan hallere de yer verir. Aynı zamanda Kur'ân kıssalarına, Hz. İsa’nın (A.S.) nüzûlü, Deccal’ın, Ye’cüc ve Me’cüc’ün ortaya çıkışı gibi, geleceğe dair haberler de girmektedir.
İşte bu Kur'ân kıssaları, gayb olan bütün olaylar ve hadiselere kat’i birer şahid ve açık birer bürhandırlar. Aynı zamanda Muhammed-i Ümmî’nin (A.S.M.) nübüvvetine bir delildir. Zira, büyük bir incelik, güven ve sanatsal bir tasvir ile bu kıssalardan bir kısmı Onun vasıflarını bize aktarmaktadır.
Said Nursî, Kur'ân kıssalarının Hz. Muhammed’in (A.S.M.) nübüvvetine delâlet edişi hususuna şöyle işaret etmiştir:
Muhammed-i Arabî, “herkesçe müsellem ümmîliğiyle beraber, geçmiş enbiyâ ve kavimlerinin ahvâllerini görmüş ve müşahede etmiş gibi, Kur'ân’ın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvâlini, sırlarını beyan ederek âleme neşir ve ilan etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celbeden davay-ı nübüvvetini ispat içindir. Ve naklettiği esasları, beynel-enbiyâ ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilaflı olanı da tashih edip, davasına mukaddeme yapmıştır. Sanki o Zât, vahy-i İlâhînin makesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh, o Zatın bu hali, onun bir mucizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyânın da nübüvvet delilleri manevî bir delil hükmünde olup, o Zâtın nübüvvetini ispat eder.” 5
Kıssaların sağlam kaynağa dayanması ve isrâiliyât ile alâkası:
Bizce gayb olan bir konu hakkında eğer Kur'ân-ı Kerim bir kıssanın tafsilatından bahsediyorsa, bu kıssaların ayrıntıları ve olayların resmedilmesi hususunda bizlere düşen şey, Kur'ân-ı Kerim’in ve Sünnet-i Seniyyenin sınırları çerçevesinde kalmamızdır. Şu âyet-i kerimeleri de kendimize bir ölçü olarak almalıyız:
“Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem’i himayesi altına alacak diye kura çekmek üzere kalemlerini atarlarken, sen onların yanında değildin; onlar çekişirken de yanlarında değildin.” 6
“Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah’tan başkası bilmez...” 7
İkinci âyette geçen “Onları Allah’tan başkası bilmez” ifadesi açıkça, insanlardan herhangi birisinin geçmişteki olaylar hakkında bu derece kesin ve ayrıntılı bilgiye sahip olamayacağını, bu özelliğin sadece Allah’a ait olduğunu göstermektedir.
İnsanlık tarihinin başlangıcını bazı yerlerde gerçekleştirilen kazılardan elde edilen bilgilerle sınırlandırmaya çalışanlar, maziye taş atmaktan başka bir şey yapmamış olurlar. Çünkü, bu hususta çok kesin ve ayrıntılı bilgi mevcut değildir. İşte sizler de benimle beraber şu âyet-i kerimeye kulak verin:
“Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şahid tuttum...” 8
Önümüzde öyle bir âyet durmaktadır ki, bizleri boşuboşuna vakit harcamadan, güç ve takatimizi lüzumsuz yere heder etmeden bazı hususlara nasıl eğileceğimizin yolunu öğretiyor:
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” 9
Seyyid Kutup bu âyeti şöyle yorumlar:
“Bu âyet, akıl ve kalp için mükemmel bir metot ortaya koymaktadır. Bu metot, beşeriyetin daha henüz yeni tanıdığı ilmî metodu da kuşatmaktadır. Ancak bu metoda kalbin istikameti ve Allah’ın murâkebesi (gözetimi) boyutunu da eklemiştir. Her bir haberin, her bir görünümün ve her bir hareketin, üzerinde hüküm verilmeden önce ispatlanabilmesi, Kur'ân’ın istediği ve insanları çağırdığı bir husustur. İslâm'ın dakîk metodu da işte budur. Akıl ve kalp bu metotla istikamete ulaştığı zaman, akîde alanında hiç bir vehmin ve hurâfenin yeri kalmayacaktır. Hüküm, kazâ ve teâmül alanlarında hiç bir şüphe ve zanna yer kalmayacaktır. Araştırma, tecrübe ve ilimler alanında hiçbir sathî hükmün ve vehme dayalı faraziyelerin yeri kalmayacaktır. ‘Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme.’ İlm-i yakîn ile bilmediğin bir şeye tabi olma. Şer’î bir hüküm veya itikadî bir meselede dahi olsa, söylenen bir sözün, yapılan bir rivâyetin, yapılan bir yorumun, aktarılan bir olayın sıhhati sâbit olmadıkça inanma.” 10
Bu metot, umumen kıssalar konusuna yaklaşımda da kendisini göstermelidir. Şüphesiz ki bizler, ehl-i kitabın isrâiliyât olarak nitelendirilen nakillerine ve rivâyetlerine itimat etmeyiz. Bu rivâyetler üzerinde durmamız, onlara ittiba etmemiz ya da başkalarına aktarmamız caiz değildir. Çünkü bunların iç yüzünü tam mânâsıyla bilmemekteyiz.
Sonra, Yahudiler israiliyât olarak naklettikleri haberlere kendilerinden bir takım yalanlar katmışlar ve tarihteki olaylar üzerinde tahriflerde bulunmuşlardır. Onlardan sadır olan haberlerin çoğunda aldatma, düzmece ve hurâfe vardır. 11
Cenâb-ı Allah’tan daha doğru kim olabilir?
“Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem’in üzerine büyük bir iftira atmalarından; Ve ‘Allah elçisi Meryem oğlu İsâ’yı öldürdük’ demeleri yüzünden (onları lanetledik). Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar...” 12
“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir pahâ ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir...” 13
“Pûşide olmasın, Sevr ve Hûtun kıssa-i meşhûresi, İslâmiyetin dahîl ve tufeylîsidir. Râvisiyle beraber Müslüman olmuştur. İstersen, Mukaddeme-i Sâliseye git, hangi kapıdan daire-i İslâmiyete dahil olmuştur.” 14
İsrailiyâtın ortaya çıkışı hakkında ise şöyle der:
“Benî İsrail ulemasının bir kısmı Müslüman olduktan sonra, eski malumatları dahi onlarla beraber Müslüman olmuş, İslâmiyete malolmuş. Halbuki o eski malumatlarda yanlışlar var. O yanlışlar elbette onlara aittir, İslâmiyete ait değildir.” 15
Kaf Dağı hakkında ise Said Nursî şunları söyler:
“Hem de katiyyüddelâlet bundan başka olmadığının bir delili, şer’in müçtehidlerinden olan Karâfî’nin, ‘lâ aslun lehû (onun aslı yoktur)’ demesidir. Lakin, İbn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhûresi, Dördüncü Mukaddemeye bak. Veçh-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki, İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadis olması lazım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lazım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde israiliyâta, bazı hakâikın tezâhürü için, hikâyet tarikiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir.” 16
Davet ve terbiyede kıssaların önemi
Kur'ân-ı Kerim, kıssaları bir hidâyet maddesi ve bir terbiye vasıtası olarak kullanmıştır. Bu kıssalarla Kur'ân-ı Kerim, sadece bir takım tarihi olayları sergilemeyi, geçmiş asırlardaki olayları ve büyük gelişmeleri tescil etmeyi hedeflememiştir. Ayrıca insanların hoşlanması, nefsanî lezzetler alması için de aktarmamıştır. Elbette Kur'ân’daki kıssalarda bu yönler de vardır. Ancak Kur'ân, kıssaları, iman hakikatlerinin ikrâr edilmesi ve bunun için bir takım deliller sunulması gibi çok yüce bir gaye için bir vesile kılmıştır.
Kur'ân, bu yaşayan ümmetin kitabıdır. Nasihatçi bir önder ve bu ümmetin hayat dersini aldığı bir okuldur. Çünkü İslâm ümmetinin insanlığı yönlendirme ve onlar üzerinde şâhid olma gibi bir özelliği bulunmaktadır. Ondaki bu azîm ve meşakkatli göreve layık bir şekilde hazırlanması gerekir. İşte onun hazırlanma vesilelerinden birisi, geçmiş ümmetlerin tecrübelerinin kendisine aktarıldığı kıssalardır.
Teşrîi kaideleri, kıssaların ve haberleriyle Kur'ân-ı Kerim, aynı zamanda terbiye için şümullü bir anayasadır.
Aynı zamanda Kur'ân, amelî hayat için de bir anayasadır. Buradan hareketle, yeni bir hayat düzeni oluşturacak Müslüman toplumuna yönelik geçmişten günümüze beşeriyet tecrübelerinin insanlara arz edilmesi gibi bir özelliği de üzerinde barındırmaktadır. Aynı zamanda, Hz. Adem’den itibaren yeryüzünde imânâ davet hususunda ortaya konulan engin tecrübeleri tazammun etmektedir. Maddî-manevî bütün insanlık deneyimlerini, tüm nesilleriyle İslâm ümmetine bir gıda olarak sunmaktadır. Tâ ki ümmet-i İslâm, bütün insanlığa yön veren, örnek olan bir özelliğe bürünebilsin. İşte bu yüzdendir ki Kur'ân-ı Kerim’de kıssalar bu derece bol, bu derece çeşitli ve bu derece zengin olarak gelmiştir. 17
İşte bu ince anlayışa Bediüzzaman Said Nursî de işaret eder ve şöyle der:
“Evet, madem Kur'ân’ın her bir âyeti çok vücûh-u irşâdi ve müteaddid cihât-ı hidâyeti olduğunu ehl-i tahkîk ve ilm-i belâgat ittifak etmişler. Öyleyse, Kur'ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın en parlak âyetleri olan mucizât-ı enbiyâ âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maâni-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mucizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihâyet hududunu çiziyor. En ileri gâyâtına parmak basıyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor.” 18
Bir başka eserinde şöyle der:
“Kur'ân kısas için kasası zikrettiği gibi, ukad-ı hayatiye hükmünde ve makâsıd-ı Kur'âniyeden bir maksadına münasip noktaları intihâb ve rapt-ı maksada ittisâl ettiriyor.” 19
Kur'ân kıssaları, hazır zamanı maziyle bağlayan insan için önünü aydınlatan bir ışıktır. Beşeriyet tarihince olan bazı hadiseler hakkında insanı mutmain kılacak yegane vesîkalardır. Kur'ân kıssalarının daha bir çok faydaları ve tesirleri vardır. Bunlardan en güzelleri şunlardır:
- Bu kıssalar vasıtasıyla insan, ruhuyla, yaratılışıyla ve nefsiyle yücelir.
- Bunlar sayesinde insan maddî sebeplere sarılmanın önemini, milletlerin terakki etmesinde bu sebeplerin ne derece kıymetli olduğunu idrak eder.
- Bu kıssalarla insan, milletlerin hayatında, devâmiyetinde ve yayılmalarında kâinatta câri olan sünnetullahın ne denli önemli yer tuttuğunu kavrar.
- Kur'ân kıssaları ruhî mutluluğun sebeplerini ve yollarını da ayrıntılı olarak göstermiştir. Ayrıca kâinat, insan ve canlıların hayatıyla alâkalı bir çok ilmî gerçekleri ortaya koymuştur. 20
Bütün bu meyveleri kendi hayatımızda elde edebilmek için, Kur'ân’daki kıssaları dikkatli bir anlayış ve şuurla okumamız; bu kıssaların günümüz meselelerinin halli ve müstakbel yolunun oluşturulması için daha bugün gelmiş gibi tazeliğini ve canlılığını koruduğuna; sadece okunan güzel bir kelam veya geçen ve bir daha geri gelmesi mümkün olmayan bazı olayların tescili olmadığına yakînen inanmamız gerekir. 21
Bu şuurla Kur'ân kıssalarını okuduğumuz zaman, onlarda aradığımızı buluruz, onlardan bize fayda sağlayacak hakikatleri çıkarırız ve gafil, basit meselelerle meşgul bir aklın hatırına gelmeyen nice ilginç noktalara elimizi uzatabiliriz. Bu durumda kıssaları sanki nabzı atan canlı bir varlık gibi buluruz ve bize âdeta şöyle seslenir:
“Çalışınız... Gayret ediniz... Kurtuluşa ulaştıracak yolu takip ediniz...”
Aynı zamanda bizlere şaşmaz ve şaşırmaz kanunlar ve kurallar göstererek, “Bunlara ittiba ederek yolunuza devam ederseniz, değişmez ve muhakkak neticelere ulaşırsınız” diyecektir.
Diğer yandan Kur'ân kıssaları sayesinde, Allah’a davetin esaslarını da kavrarız. Enbiyâ ve resullerin kavimlerine yaptıkları davet esnasında uyguladıkları metotlardan bizler de istifade ederiz.
Bu kıssalarda, Hz. Muhammed’in (A.S.M.) kalbine sebat verme özelliği de vardır. “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini teskin edeceğimiz her haberi sana aktarıyoruz...” 22
Kur'ân kıssalarında, geçmiş zamanlara ait haberler verilmek suretiyle, Hz. Nebî’nin (S.A.V.) sıdkına işarette bulunulmuştur.
Kur'ân kıssaları vasıtasıyla, ehl-i kitabın kendilerine bildirilen hakikatleri nasıl gizledikleri, kitaplarını nasıl tahrif ettikleri gösterilmiştir.
Bütün bunlara ilave olarak, insanın ruhu kıssalardaki üslûbu kolaylıkla kavramakta, onlardan ibret ve ders alması çok kolay olmaktadır. 23
Said Nursî’nin Kur'ân kıssalarını anlamadaki metodu
Said Nursî, Kur'ân kıssalarına bakış açısını belirlerken, küllî bir düstur ve mütekâmil bir bakış açısıyla, hisleri ve aklıyla ders alan kimsenin mümkün olan en üst anlayış seviyesine ulaşabileceği mümtâz bir metot ortaya koymuştur.
Bediüzzaman, kıssalarda bahsedilen hadiselerin cüz’î olduğu, ancak her bir cüz’î hadisenin ardında küllî ve azîm bir düstur bulunduğu görüşündedir. Aktarılan her bir hadisenin, umûmî, şâmil ve küllî bir kanunun cüz’ü olduğunu söyler. Said Nursî’nin zikrettiği örneklerden bazıları şunlardır:
Birincisi: “Ve alleme Âdeme’l-esmâe küllehâ” âyet-i kerimesidir.
Bu âyet-i kerime, hiç şüphesiz ki, “Yaratılışın başlangıcı” ile ilgili bir kıssayı ifade eder. Müfessirler bu âyete bakarlarken ve “Esmâ”yı yorumlarlarken şöyle demişlerdir: Burada insanın yaratıldığı ve ardından, bunun ismi attır, bu devedir, bu buluttur, bu deredir, bu güneştir, bu yıldızdır vs. şeklinde varlıkların isimlerinin öğretildiği anlaşılmaktadır. 24 Şâyet insana, varlıkları isimlendirme ve isimlerini öğrenme özelliği verilmemiş olsaydı, birbirleriyle anlaşma ve muamelede bulunma noktasında çok büyük zorluklarla karşılaşacaktı. Çünkü fertler, diğerleriyle bir hususta anlaşabilmek için böyle bir özelliğe muhtaçtır. Aksi takdirde bir maksadını ifade için, o şeyi karşısındakine göstermek veya önüne koymak zorunda kalacaktı. Mesela, hurmayla ilgili bir şeyi ifade etmek istediğinde, karşısındakine derdini söyleyebilmek için mutlaka bir hurma tedarik etmesi gerekecekti. Ve hâkezâ... 25
Acaba, bu cüz’î hadiseden Said Nursî’nin çıkardığı anlayış neydi? Ondan hangi küllî düsturu almıştı?
Şöyle der:
“Bu âyette, kelâmın sevkiyâtı iktizâsınca şöyle bir takdir olacaktır. Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzed kıldı. Sonra vaktâ ki, Âdem’i melâikeye tercih etmekle rüchan meselesinde ve hilâfet istihkâkında ilm-i esmâ ile mümtâz kıldı; makamın iktizâsı üzerine, eşyâyı melâikeye arz ve onlardan muârazayı talep etti; sonra melâike aczlerini hissetmekle Cenâb-ı Hakk’ın hikmetini ikrâr ettiler.” 26
Bu cüz’î hadise, “şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev-i beşere camiiyyet-i istidât cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinâtın envâına muhît pek çok fünûn ve Hâlık’ın şuûnât ve evsâfına şâmil kesretli maârifin tâlimidir ki, nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı emânet-i kübrâyı haml davasında bir rüçhâniyet vermiş...” 27
Said Nursî’nin Hz. Âdem kıssasında ve ta’lîm-i esmâ olayından çıkardığı bu olağanüstü yaklaşım, önceki dönemlerde yaşayan âlimlerin üzerinde durmadığı noktaları içermektedir. Çünkü onlar, “Esmâ”yı yorumlarlarken, varlıkların dış görünümü olarak değerlendirmişler, isimlendirmeyi ise, görünen varlıklar için belirleyici birer rumuz olarak nitelemişlerdir. Hiç şüphesiz onlar “Esmâ” konusunda zahire göre hüküm vermişlerdir.
Hilâfet makamı ve insanın yeryüzünde halife kılınması için, insanoğlunun sadece “bu gökyüzüdür, bu ağaçtır, bu buluttur” diyerek eşyanın zahir isimlerini bilmesi kâfi olmayacaktır. Burada insanın kâinattaki her şeyin içerdiği faydaları, terakki mertebelerini ve halifelik ünvanına layık olarak yeryüzünü mamur hale nasıl getireceğini öğrenmeye ehil olması gibi mânâlar ön plana çıkmalıdır. İşte bu özelliğinden dolayıdır ki, tıpkı günümüzde olduğu gibi, insanoğlu akla durgunluk verecek keşifler yapmış, Allah’ın kâinatta ve tabiatta icat ettiği tabiat kanunlarını emri altına almıştır. İşte bu mânâlar, yukarıdaki âyet-i kerimenin içinde vardır.
“Burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i câmia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zahir ve bâtın havas ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihâyet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.” 28
Şimdi Said Nursî’nin, “Ve alleme Âdeme’l-esmâe küllehâ” âyetine getirdiği tefsiri okuyun, tâ ki onun hakikatlere nüfûz eden basîretini ve ince anlayışını sizler de görün:
“Ve alleme Âdeme’l-esmâe küllehâ. Yani, Cenâb-ı Hak, Âdem’i (A.S.) bütün kemâlâtın mebâdisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün meâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudâtı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duyguyla techîz etmiştir ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakâik-ı eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki ‘vav’ şu mukadder olan üç cümleye işarettir.
‘Alleme’. Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilâfete mihver olduğuna işarettir.
Ve kezâ, esmânın tevkîfine, yani Şâri’ tarafından bildirilmiş olduğuna remzdir...
Ve kezâ, mucizenin vasıtasız Allah’ın fiili olduğuna imadır. Fakat felâsifeye göre harikalar, ervâh-ı harikanın fiilidir.
‘Âdeme’, hilafeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı mahûttur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.
‘El-Esmâe’. İsim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyâyı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlerdir.” 29
Küllî bir düstur
Meleklerin Hz. Âdem’e (A.S.) secde etmeleri ve şeytanın da tekebbür ve büyüklenme sebebiyle secdeden kaçınmasıyla ilgili kıssadan küllî bir düstur çıkarmak mümkündür. Bu olay sadece aklımızla kavrayabildiğimiz, vicdanımızla ihata edebildiğimiz bir kıssadan ibaret değildir. Şüphesiz ki insan, kâinatta bir efendi konumundadır. Allah, kâinattaki her şeyi, hiç kimseye değil, sadece insana temellük etmiştir. Başka hiç kimseye vermediği kadar ona imkân ve kabiliyet vermiştir. Böyle bir ortamda insan, salâh ve ıslaha ulaştıracak bir metot bulup bulmamakta serbesttir. İsterse hâl ve tavırlarını düzeltmekle meşgul olur, isterse hayatının sağlığını kirletmeye çalışır. Şüphesiz ki bu, ilk insanın doğrudan öğrendiği, ama bizler için uygulamalı ve amelî bir derstir. O halde ey insan! Ayağını denk al, kendini ıslah et ve düzelt.
Yukarıdaki kıssa cüz’î bir hadiseyi anlatıyor olsa da, sadece bir tek ferdin yaşadığı bir olayı aktarsa da, bu cüz’iyyet durumu umumî bir metodu teşkil etmektedir. Buradaki bir tek fert, beşeriyetin intişarını ve tüm özelliklerini temsil etmektedir. Şeytan ise, yaratılış kanunlarına karşı inkârcı ve inatçı bir tavır sergileyen cin ve insin bütün kötülerini simgeler.
Şimdi Said Nursî’nin kelâmını dinle ve bu kıssayı hangi suretle ele aldığını gör:
“Kur'ân, şahs-ı Âdem’e melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve envâın manevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün ifadelerine müheyyâ ve münkâd olduklarını ifhâm etmekle beraber; o nev’in istidâdâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-ı kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, bir tek Âdem ile (A.S.) cüz’î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.” 30
Âdeta bu olay benî Âdeme şu vasiyeti yapmaktadır:
“Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet davasında rüçhâniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden; siz dahi madem onun evlâdı ve vâris-i istidâdısınız, bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emânet-i kübrâda, bütün mahlukâta karşı rüçhâniyetinize liyâkatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukât üstünde, en yüksek makâmata gitmek ve zemin gibi büyük mahlukâtlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.
Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta urûc etmek için fünûnunuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünûn ve kemâlâtınızın menbâları ve hakikatları olan Esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.” 31
Bu vasiyyet üzerinde dikkatle durulması ve bunun yerine getirilmesi gerekir. Böylesi azîm bir faydadan istifade etmediğimiz sürece bu kıssayı ne kadar çok okusak da acaba bir değer ifade eder mi? Bilâkis bizlerin bu varlığın, yani insanın azametini, terakki ve gelişme kabiliyetini ve bütün varlıklara efendi olma özelliğini anlamamız, bunun için de Said Nursî gibi, o derin anlayışıyla Hz. Âdem’in (A.S.) kıssasından çıkardığı böylesi önemli derslerden istifade etmemiz gerekir.
Allah’ın insanoğluna daha başlangıçta öğrettiği bütün Esmâ ilmini kuşatan bir şuur ve derinliklere nüfûz eden bir anlayışa karşı bu derece gafil olmak acaba insana yakışır mı?
Said Nursî, bu kıssanın içindeki hazineleri bir bir ortaya koymak suretiyle, onun ufuklarını çizmeye şöyle devam eder:
“Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyyet-i istidâdı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi ‘tâlim-i esmâ’ ünvânıyla ifade ve tâbir etmekte şöyle latif bir remz-i ulvî var ki:
Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlahîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.
Meselâ hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese aynasında o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Mesela, tıp bir fendir. Onun da nihâyeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczâhâne-i kübrâsı olan rûy-i zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.
Mesela, hakikat-ı mevcudâttan bahseden hikmetü’l-eşyâ, Cenâb-ı Hakkın (Celle Celâlühû) ism-i Hakîminin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyâda, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet, hikmet olabilir. Yoksa, ya hurâfâta inkılâp eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misilli dalâlete yol açar.” 32
Şüphesiz ki bu, Allah-u Teâlâ’nın, beşeriyetin babası olan Hz. Adem’e (A.S.) öğrettiği isimlerin kıssasıdır.
Âyet-i kerimeleri aklî metotlarla tefsir etmede en ileri seviyede olan İmam er-Râzî, acaba Said Nursî’nin seviyesine ulaşmış mıdır?
Gerçi, er-Râzî bu anlayışa kısa bir ibareyle işarette bulunmuştur. Ancak bu genişlikte ve çapta bir yorum getirmemiştir. Aynı âyetin tefsirinde şu ifadeyi kullanır: “Yani, Allah eşyânın sıfatlarını, vasıflarını ve hususiyetlerini öğretti.” 33
Hz. Âdem kıssası ve Said Nursî’nin yorumladığı şekliyle böyle bir yaklaşım tarzı, düşünce ve varlık felsefesinde yolunu şaşırmış akıllara hidâyet yolunu gösteren bir lamba olmaz mı?
Bu ifadeleri okuduğunuzda kalbinizde bir itmi’nân, aklınızda bir durulma ve içinizde bir rahatlama bulmadınız mı?
İnsanın diğer varlıklara karşı olan ayrıcalığı, üstünlüğü ve fazileti konusunda içinizde beliren şüphelerden kurtulmadınız mı?
“İnnallâhe ye’müruküm en tezbehû bakaraten” 34 âyet-i kerimesi.
Said Nursî’nin, kıssalarda yer alan cüz’î bir hakikat hakkında takip ettiği metodun bir diğer örneği, İsraioğullarına bir ineğin kesilmesinin emredilmesini anlatan kıssadır. Bu olayın zahirine baktığımızda bizim için ne ifade edecektir? Bu olayı örnek alıp, kendimiz için bir inek kesme gibi bir netice çıkarabilir miyiz? Yoksa bu hadiseye, çok şümullü bir anlayışla mı yaklaşmamız gerekir?
Şüphesiz ki, “ineğin kesilmesi” meselesi bizatihi ele alınacak konu değildir. Bu olayda, beşeriyet tarihi boyunca mü’minler için dikkate alınması gerekli mükemmel bir düstur vardır ve bu olay, bir çok önemli hedefin gerçekleştirilmesi için önemli bir vesile yapılabilir.
Gerçi, “ineğin kesilmesi” olayı, hakiki katilin keşfedilmesini hedeflemekteydi. Burada Allah’ın kudretine delâlet eden bir mucize vardır. Ayrıca bu olayda, Yahudilerin tabiatları tarif edilmektedir. Diğer yandan aynı olayda, ölülerin tekrar diriltilmesi üzerine bir delil de bulunmaktadır. Ancak, burada aktarmamız gereken daha derin bir mânâ daha vardır:
“Hatta, o zamanki Mısır milleti, sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrâil dahi o kıt’ada neş’et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, ‘icl’ meselesinden anlaşılıyor.
İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hz. Musa Aleyhisselâmın risâletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidâtlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini, bir bakarın zebhiyle ifhâm ediyor.” 35
Said Nursî’nin çıkardığı bu anlayış, Yahudilerin buzağıya tapmalarını ve ibadetlerini anlatan şu âyet-i kerimeleri de açıklar mahiyettedir:
“...Onlar, işittik ve isyan ettik, dediler. İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi dolduruldu. De ki: Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor.” 36
“Musa'nın arkasından kavmi, zînet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykelini (tanrı) edindiler. Görmediler mi ki, onlarla ne konuşuyor, ne de onlara yol gösterebiliyor? Onu benimsediler ve zâlimler oldular.” 37
İsrailoğulları buzağıyı takdis edip ona ibadet etmelerinden dolayı Allah’ın gazabına müstehak olmuşlardır.
“Buzağıyı (tanrı) edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.” 38
İşte, kalbi Allah sevgisinden başka şeyleri dolduran, o sevgilerle başka şeylere ibadet eden, bütün ibadetlere hakîkî mânâda müstahak ve kendisine bir şerik olmayan bir tek Allah yerine başka rableri rab edinen bir kimse, böylesi elim ve ağır bir ceza ile cezalandırılacaktır.
İneğin kesilmesi olayının anlatıldığı bu kısa kıssada ayrıca, nazarlar başka yönlere de çekilmektedir. Hatta buradan, İsrailoğullarının tabiatının ortaya konulması, onlardaki mezkur tabiatın baş unsurlarının tanıtılması cihetleriyle küllî bir düstur da çıkarılabilir. Bunlardan bazıları, birbirleri arasındaki bağların kopması, kendilerine yüklenen mükellefiyetleri sorgulamaları, bu sorumluluklardan kurtulabilmek için türlü bahane ve mazeret uydurmaları, kendilerine gönderilen resûlün emirlerini dinlememeleri, hevây-ı nefse tabi olmaları, onun emirlerini yerine getirmeye çok düşkün olmaları şeklinde sıralanabilir.
Firavu'nun diliyle söylenen “Yâ Hâmânü’bni lî sarhan” 39 ifadesi.
Said Nursî, Kur'ân’daki kıssalara temas ederken, örnek olarak verdiği her bir kıssanın içinde, cüz’î bir hadise iken ondan mutlaka küllî bir düsturun bulunduğunu söylemiş ve o kıssayı bu düstûr çerçevesinde yorumlamıştır. Hz. Musa’nın kıssasında yer alan her bir kıssanın cüz’lerini incelerken yaptığı açıklamalar esnasında yine bu metodu açıkça kendini göstermektedir.
Mesela, “Yâ Hâmânü’bni lî sarhan” âyetini tefsir ederken, “Sarhan” kelimesi hakkında şöyle der:
“İşte, ‘sarhan’ kelimesiyle ve şu cüz’î hadiseyle, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlık’ı tanımadığından tabiatperest olup rububiyet dava eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibkây-ı nâm eden, şöhretperest olup dağ-misâl meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenâsuha kail olup cenâzelerini mumya edip dağ misilli mezarlarda muhafaza eden Mısır Firavunlarının an’anesinde hükümfermâ bir düstur-u acîbi ifade eder.” 40
Said Nursî’nin çizdiği bu tarzın ışığında şöyle bir neticeye ulaşabiliriz: Batının maddeci ve mülhid esasları üzerine kurulu medeniyeti, kendisine yönelen insanları “Firavun’un yoluna” çevirmektedir. Bu yolla insanlar birbiri ardına gökdelenler dikerler. Maddî değerler ön plana çıkar. Maddenin Hâlıkına değil de maddeye kutsallık verilir. Böylece insanlar azgın materyalist medeniyetin esiri olur. Kendisini sebeplerin ve tabiat kanunlarının yarattığını zanneder. Sebeplere güç yetirmekle, sebeplerin Rabbinden bağımsız olduğunu vehmederek Ona isyan eder ve Onun varlığını inkar eder.
Diğer yandan, İsrailoğullarının diğer vasıfları çeşitli âyetlerle dile getirilmiştir.
“Hatırlayın ki, sizi, Firavun taraftarlarından kurtardık. Çünkü onlar size azabın en kötüsünü reva görüyorlar, yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlar, kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı...” 41
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun...” 42
“Onlardan bir çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün...” 43
“...Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.” 44
“Biz Kitap’ta İsrailoğullarına: Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız, diye bildirdik.” 45
“...Sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin...” 46
Bütün bu cüz’iyât kabilinden özellikler, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, bir küllî düstur üzerine kuruludur ve Yahudiler hakkında daima doğru olan mütekâmil bir suret ortaya konulmaktadır. Şöyle ki:
“...Hayat-ı ictimâiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ve ameli sermâye ile mübâreze ettirip fukarâyı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp, bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi; mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükümetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor... Milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı memâtla en meşhur olan millet-i yehûdun tâ kıyamete kadar lisan-ı halleri mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder...” 47
Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin ifade ettiği ve Said Nursî’nin de parmak bastığı bu düstur, Resûlüllah (S.A.V.) zamanında bir hakikatti. Günümüzde de gözle görünür bir şekilde hakikattir. İçinde yaşadığımız 20. yüzyıl boyunca, Yahudiler tüm dünyadaki para, mal ve mülke hakimiyet kurmuşlar, ellerindeki maddî imkânları siyaset, iktisat ve sosyal alanların her birisinde hayatı ifsat etmek için kullanmışlardır.
Hırs ve fesat özellikleri bütün seciyelerine sinmiş, yapılarıyla ayrılmaz bir bütün oluşturmuştur. Kur'ân bu yüzden onları sözlü olarak zecretmekte, onları tedip için şiddetli darbeler vurmaktadır.
Said Nursî’nin Kur'ân kıssalarına getirdiği yorumlara devam edelim ve “Ve duribet aleyhim ez-zilletü vel-meskenetü..” 48 âyetine getirdiği yoruma kulak verelim:
“Şu unvanla, o milletin mukadderât-ı istikbâliyesini umûmî bir surette ifade eder. İşte, şu milletin seciyelerinde ve mukadderâtında münderiç olan şöyle müthiş desâtir içindir ki, Kur'ân onlara karşı pek şiddetli davranıyor, dehşetli sille-i te’dib vuruyor.” 49
Görüldüğü gibi Yahudiler öyle bir millettir ki, Allah onları zelil kılmış, onları küçüklük ve meskenete mahkûm etmiştir. Hiç bir gün beşeriyet toplumlarının içinde izzetli olarak yaşamayacaklardır. Hatta bu yüzden dünyadaki devletler, daha önceden onları son derece zelil duruma düşürmüşlerken, onların kendi içlerine attıkları pisliklerden ve kirlerden kurtulabilmek için, kendilerine müstakil bir devlet kurmaları için yardım edeceklerdir. Ancak bu davranışlarıyla Yahudilerin İslâm'a karşı işledikleri şerlere, hidâyet güneşinin batı toplumlarına ve batı kültürüne ulaşmasını engellemelerine yardım etmiş olacaklardır.
İmam Said Nursî, Kur'ân kıssalarını tahlil ederken işarî üslûba dayanmaktadır. Bu yolla kıssaların derinliklerine nüfûz etmektedir. Bu üslûbun sakıncalı hiç bir yönünün olmaması bir yana, ulemâ tarafından belirtilen şartları taşıması halinde, son derece makbuldür de. İşte Said Nursî’nin hakikatlere nüfûz eden basîretine, âyetlerden çok azim faydalar elde edişine güzel bir örnek daha:
“Hz. Süleyman Aleyhisselâmın bir mucizesi olarak teshîr-i havayı beyan eden, ‘Ve li-Süleymâne’r-rîha ğudüvvühâ şehrun ve ravâhuhâ şehrun’ 50 âyeti, ‘Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayerân ile iki aylık bir mesafeyi kat’etmiştir’ der. İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’etsin. Öyleyse, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisaniyle manen diyor: Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp, kavânin-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.” 51
Ne kadar azim bir anlayış, ne kadar enfes bir yaklaşımdır bu!
İnsanoğlunun aklını kullanmak ve kâinattaki kanunları keşfetmekle elde ettiği neticeler, Said Nursî’nin mezkur âyet-i kerimeden çıkardığı bu sonuçların ne derece isabetli olduğuna birer delildir.
Bir başka örneğe bakalım:
“Hz. Musa Aleyhisselâmın bir mucizesini beyan eden, ‘Fekulnadrib bi-asâke’l-hacera fenfecerat minhü isnetâ aşrate aynâ’ 52 âyeti işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hatta taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile hab-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en latif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyleyse haydi, çalış, bul.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisân-ı remziyle, mânen diyor ki: ‘Ey insan! Madem Bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayâtı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime isnat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!” 53
Bu mânâlar elbette, âyet-i kerimede aktarılan kıssanın içinde gizli çok ince mânâlar arasındadır. Âyetlerin zahiri arasında hiç bir çelişme olmayan böyle bir yorumu şimdiye kadar görmedim. Aynı zamanda, Hz. Musa’nın (A.S.) nübüvvetine dair bir mucizenin bu tarz yorumlanmasını da görmedim.
Bizler, Hz. Musa (A.S.) kıssası hakkında sadece bu bilgilerle yetinmememiz gerekir. Said Nursî’nin büyük bir cesaret ve şecaatla çizdiği bu metodu tatbik etmek suretiyle, mârifet pınarından fışkıran bu hayat kaynağını kurumuş oluklara tekrar akıtmalı, gâyet aktif yeni bir ruh oluşturmalı, bu kıssaları vakıaya tatbik etmeliyiz.
Şüphesiz ki nassların derinliğine dalmak, insanda gâyet etkili tesirler bırakıyor. O âdeta hayattan kopmuş kıssanın damarlarındaki kanı yeniden harekete geçiriyor ve hayata dönmesine sebep oluyor.
Bir başka örneğe geçelim. Hz. İsa’nın (A.S.) diliyle, İsrailoğullarıyla ilgili aktarılan bir kıssada şöyle buyurulmuştur:
“...Allah’ın izni ile körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüyü diriltirim...” 54
Said Nursî, diğer âyetlerde olduğu gibi, bu âyetten fışkıran çok büyük ve parlak mânâları yakalamıştır. Şöyle ki:
“Kur'ân, Hz. İsa Aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen terğîb ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyleyse, ey insan ve ey musîbetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hatta ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisân-ı işâretiyle, manen diyor ki: Ey insan! Benim için dünyayı terkeden bir abdime iki hediye verdim. Biri manevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalpler nûr-u hidâyetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilacıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczâhane-i hikmetimde her derde deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.” 55
Evet, Hz. İsa’nın (A.S.) bir kıssasıdır. Lakin, Said Nursî’nin de işaret ettiği gibi, günümüzde dahi bu âyet hidâyet yolunu göstermeye, insanlara ders vermeye devam etmektedir.
Hz. Davud’un (A.S.), Allah tarafından kendisine bir mucizenin verilişini anlatan kıssasının ifade edildiği, “Onun için demiri yumuşattık” 56 âyet-i kerimesinden çıkarılabilecek mânâlar ve küllî düsturlar şöyle ifade edilebilir:
“Evet, telyîn-i hadîd, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resûle, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mucize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umûmiyeye medâr olmaktır. Madem bir resûle, hem halife, yani hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğîb işareti var.” 57
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, bu kıssadan, insanların maddî ve medeniyet alanlarında terakki edebilmelerini sağlayan kaide ve nizamlar tespit edilebilir. Ki, günümüze kadar maalesef biz Müslümanlar bunlardan gafil kalırken, kâfirler bu noktalara dikkat etmişlerdir. Medeniyetten terakki etmeye ulaştıracak sebepler hiç kimsenin tekelinde değildir. Bilâkis onlara kim el uzatırsa, dünyasını ıslah eder ve o sebepleri emrine musahhar eyler. Her kim ondan gafil olur ve terk ederse, onun güzel neticelerinden mahrum kalır.
Hz. Davud’un (A.S.) kıssasında vurgulanan bu maddî sebepleri kendi teshîrimiz altına alabilme yolu, Hz. Süleyman’ın (A.S.) Belkıs’ın tahtını çok uzak mesafelerden celbetmesini anlatan kıssada da gösterilmiştir. Şöyle ki:
“Hz. Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, ‘Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim’ olan hadise-i harikaya delâlet eden şu âyet: ‘Kâlellezî ındehû ilmün minel-kithabi ene âtîke bihî kable en yertedde ileyke tarfüke felemmâ raêhü müstekırren ındehû’ ilh. işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzâr etmek mümkündür. Hem vâkidir ki, risâletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hz. Süleyman Aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adâletine medâr olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mucize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.
Demek, Cenâb-ı Hakka itimat edip Süleyman Aleyhisselâmın lisân-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidâdıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânin-i âdetine ve inâyetine tevfîk-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir...” 58
Bugünün dünyası âdeta insanın önünde toplanmıştır. Hiç bir sınır, hiç bir kayıt, hiç bir engel olmaksızın, bir insan dünyanın herhangi bir yerinde olan olaylar hakkında bilgi sahibi olmaktadır. Âdeta dünya küçük bir köy haline gelmiştir. Mesela Türkiye’de bulunan bir insan, çok rahatlıkla Japonya’da cereyan eden bir olayı görebilmektedir. Hatta, kendisi dünyadayken, ayın yüzeyini temaşa edebilmektedir. İşte bu âyet, bugün gerçekleşen, mümkün olan ve müşahede edilen şeyleri haber vermektedir. Çünkü bunlar Allah’ın kâinata koyduğu kanunlar sayesinde gerçekleşmiştir.
Ancak kâinattaki kanunları, Allah ancak ciddi mânâda çalışan, kâinatın sırlarına ve anahtarlarına ulaşma yollarında mesafe kateden insanların önüne bu perdeleri aralar.
Ey Rabbimiz, sen bütün noksanlardan münezzehsin...
Said Nursî, Kur'ân kıssalarını yorumlarken, nassı tam mânâsıyla anlamaktan uzak durmaz, ona yabancı kalmaz. Tefsir âlimleri arasında mer’î olan kaidelere dayanır. Öncelikle kıssanın yer aldığı âyetin zahirine sığınır ve onu Arap dili ve edebiyatı çerçevesinde anlamaya çalışır. Bu tarz tefsirin belki en bâriz örneklerinden birisi, Zülkarneyn kıssası hakkında geçen, “Nihâyet gün batısına vardı ve güneşin hararetli ve çamurlu çeşme suyunda gurup ettiğini gördü.” 59 âyet-i kerimesine getirdiği yorumdur. Şunları söyler:
“Âyetin ifade ettiği zahir mânâsına göre, ‘güneşin hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurup ettiğini görmüş’ diyor.”
Âyetteki ifade tarzına dikkat çeken Said Nursî şöyle der:
“Âyât-ı Kur’âniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zâhir nazara göre umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor.”
“Çamurlu bir çeşme suyu” tabirini ise şöyle yorumlar:
“Yani, güneşin, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-ı Muhît-i Garbî’nin sahilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurup ettiğini Zülkarneyn görmüş. Yani, zâhir nazarda, Bahr-ı Muhît-i Garbî’nin sevâhilinde, yazın şiddet-i harâretiyle etrafındaki bataklık harâretlenmiş, tebahhur ettiği bir zamanda, o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn’e görünen Bahr-ı Muhît’in bir kısmında, güneşin zahirî gurubunu görmüş. Veya, volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında, yeni açılmış ateşli gözünde, semâvâtın gözü olan güneşin gizlendiğini görmüş.”
Said Nursî, “Çamurlu bir çeşme suyu” tabirinde, “Kur'ân-ı Hakîm’in mucizâne belâgat-ı ifadesi” olduğunu söyler ve bu cümlede bir çok meselelere dair derslerin bulunduğunu ifade eder. Bu derslerden bazılarını şöyle aktarır:
“Evvelâ, Zülkarneyn’in mağrib tarafına seyahati, şiddet-i harâret zamanında ve bataklık tarafına ve güneşin gurub âvânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesâdüf ettiğini beyan etmekte, Afrika’nın tamam-ı istilâsı gibi çok ibretli meselelere işaret eder.”
Said Nursî, ilk etapta kıssanın zahirine göre yorum yaparken, daha sonra kıssadaki değerli mânâları ve sırları elde edebilmek için batınına da dalış yapar ve şöyle der:
“Malûmdur ki, görünen hareket-i şems zahirîdir ve küre-i arzın mahfhi hareketine delildir, onu haber veriyor. Hakikat-ı gurup murad değildir...”
Bu mânâya el-Beydâvî de tefsirinde işaret etmiştir. Şöyle der: “Umulur ki o, Bahr-ı Muhît’in sahiline ulaştı ve böylece gördü. Çünkü gözü sudan başka şey görmüyordu. Bu yüzden ‘güneş batıyordu’ demek yerine, ‘onu batıyor olarak buldum’ dedi.” 60
Said Nursî’nin çıkardığı ve ortaya koyduğu mânâlardan birisi de şudur:
“Bahr-ı Muhît-i Garbîye ‘çamurlu bir çeşme’ tabiri, Zülkarneyn’e nispeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kur'ân’ın nazarı ise her şeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn’in galat-ı his nev’indeki nazarına göre bakamaz. Belki Kur'ân semâvâta bakarak geldiğinden, küre-i arzı kâh bir meydan, kâh bir saray, bazen bir beşik, bazen bir sayfa gibi gördüğünden, sisli, buharlı, koca Bahr-ı Muhît-i Atlas-ı Garbî’yi bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.” 61
Zülkarneyn, zikredilen bu âyete göre, güneşin batımında ulaşmıştır. Malumdur ki, gerek dünya, gerekse güneş devamlı hareket halindedir. Güneşin battığı yer ise gerçekten gurup ettiği mekân değildir. Çünkü güneşin bir tek doğuş ve bir tek batış yeri yoktur. Dünyanın hemen her yeri güneşin doğduğu ve battığı yer olabilir.
Güneşin doğuş ve batış yeri, herhangi bir yerde ona nazar edene göre belirlenir.
Yapılan gözlem yerine göre maşrık veya mağrib, yani doğu veya batı diye itibar edilir. Aynı zamanda senenin mevsimleri, ayları hatta günleri itibariyle de maşrık ve mağribin konumları değişir.
O halde güneşin gurup ettiği yer, hakikatte mağrib yani batı değil, sadece ona bakan kişinin nazarında batıdır.
Seyyid Kutup der ki: “Güneşin gurup ettiği yer, güneşin ufuğun ardına gizlendiğini gören kişinin nazarında batıdır. İnsanların bulunduğu yerin değişimine göre, güneşin battığı yer de değişecektir.” 62
Said Nursî, Kur'ân kıssaları çerçevesinde insanlık tarihinden bahsederken, sadece insanlar tarafından belirlenen tarihin bütünüyle doğruluğu konusundaki şüphesini belirtir ve böyle bir tarihte kusur ve noksanın olacağına hükmeder. Şöyle der:
“Tarih-i beşerî, muntazam surette üç bin seneye kadar gidiyor. Bu nâkıs ve kısa tarih nazarı, Hz. İbrahim’in nazarından evvel doğru olarak hükmedemiyor. Ya hurafevârî, ya münkirâne, ya gâyet muhtasar gidiyor.” 63
Said Nursî, sedd-i Zülkarneyn konusunda gelen meraklı sorulara da cevap vermeye çalışır.
Ye’cûc ve Me’cûc kavmi kimdir?
Said Nursî, sedd-i azîmin yerinin ve bu seddin inşa edilmesine sebep olan kavmin belirlenmesi konusundaki ihtilafı arz eder ve bu konudaki farklı görüşleri ortaya koyar. Bu ihtilaflarla zihnini fazla meşgul etmez. Onun en çok ilgilendiği husus, Kur'ân kıssasında yer aldığı şekliyle, Allahu Teâlâ’nın bu âyetlerde irade ettiği cevheri ve mânâyı kavrayabilmektir. Şöyle der:
“Amma sed ise, bazı müfessir sedd-i Çin ve bazı müfessir, ‘başka yerde cebelleşmiş’ ve bazı müfessir, ‘sedd-i mahfîdir; inkılâp ve ahvâl-i âlem setreylemiştir’ ve bazı ve bazı, demişlerdir, demişlerdir...”
Bu açıklamaların ardından, kendi tercih ettiği mânâyı ifade eder: “Herhalde müfsidlerin def-i şerleri için bir redm-i azîm ve cesîm bir duvardır.”
Aynı tarzı, Ye’cüc ve Me’cüc hakkında açıklama yaparken de kullanır:
“Amma Ye’cûc ve Me’cûc, bazı müfessir, ‘veled-i Yâsef’ten iki kabile’ ve bazı diğer, ‘Moğol ve Mançur’ ve bazı dahi, ‘akvâm-ı şarkıyye-i şimâlî’ ve bazı dahi, ‘benî Âdemden bir cemiyeti azîme, dünya ve medeniyeti herc ü merc eden bir taife’ ve bazı dahi, ‘mahlûk-u İlâhîden yerin zahrında veya batnında âdemî veya gayr-ı âdemî bir mahluktur ki, kıyamete, böyle nev-i beşerin herc ü mercine sebep olacaktır’; bazı ve bazı ve bazı dediklerini dediler... Nokta-i kat’iyye ve cihet-i ittifâkî budur: Ye’cüc ve Me’cüc, ehl-i garet ve fesad ve ehl-i hadâret ve medeniyete, ecel-i kaza hükmünde iki tâife-i mahlûkullahtır.”
Zülkarneyn hakkında ise şunları söylemiştir:
“Zülkarneyn, müeyyed min indillah bir şahıstır. Onun irşâd ve tertîbiyle, iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir; zâlimlerin ve bedevîlerin def-i fesatları için...
Zülkarneyn, İskerder demem; zira isim bırakmaz. Bazı müfessir melik (lâmın kesriyle), bazı melek (lâmın fethiyle), bazı nebî, bazı velî, ilâ âhir demişlerdir. Herhalde Zülkarneyn, müeyyed min indillah ve seddin binasına mürşid bir şahıstır.” 64
Burada zikredilen seddin yeri konusunda ise şöyle demiştir:
“Hatta rûy-i zeminin en meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çin’i, Kur'ân lisanıyla Ye’cûc ve Me’cûc’ün ve tabir-i diğerle tarih lisanında Mançur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti kaç defa zîr ü zeber eden ve Himalaya Dağlarının arkasından çıkan ve şarktan garba kadar harab eden akvâm-ı vahşiye ve garetkâr milletlerin Hint ve Çin’deki akvâm-ı mazlûmeye tecâvüzlerini durdurmak için, o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvâm-ı vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mani olduğu gibi, Kafkas Dağlarında, Derbent cihetinde yine çapulcu, garetkîr akvâm-ı Tatariyenin hücûmunu durdurmak için, Zülkarneyn-misâl eski İran padişahlarının himmetiyle sedler yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var.” 65
Said Nursî’nin bu noktada, İran meliklerinden bazılarının Kafkas dağlarında sedler bina ettirdikleri, Ye’cûc ve Me’cûc’ün Tatar kavimlerinden olduğuna dair mezkur ifadeleri, konu hakkında yorum yapan diğer muhakkik âlimlerin görüşleriyle mutabıktır. Bu konuya değinen bir kaynakta Zülkarneyn’in, İran Fars tarihinin ilk döneminde, İran bölgesinde hüküm süren “Kûrş” olduğu rivâyet edilir. Bu kaynağa göre, bu melik büyük zaferler elde etmiş, ülkesini adalet ve salahatle idare etmiştir. İmparatorluğunu, İzmir yakınlarındaki Sart’a kadar genişletmiş, ordusuyla buraya geldiğinde güneşin batışı esnasında sanki denize düşüyormuş gibi müşahede etmiştir. Batıdaki Yunanlılarla yaptığı savaşı zaferle neticelendiren Kûrş, doğudaki kavimleri te’dip etmek için bu cihete yönelmiş, fütuhatları ile Belh’e ve Belücistan’a kadar uzanmıştır. Batı, doğu ve güney cephelerini emniyete aldıktan sonra, ülkesinin kuzey yönünü de emniyete almak için şimal ülkelerine doğru yönelmiştir. O dönemlerde, kuzey yönünde bulunan Kafkas dağlarında vahşi Moğol kabileleri bulunmaktaydı. Kafkas dağlarının ortasında bulunan Daryal geçidinden geçip, önüne gelen herkese saldırıyorlardı. 66
Kûrş’un bina ettirdiği sed, işte bu Daryal geçidinde idi. Bu konuda el-Kâsımî tefsirinde şöyle der: “Tercih edilen görüşe göre bu sed, şimdi Rusya’ya bağlı olan Dağıstan bölgesinde, Derbent ve Hozar şehirleri arasında bulunmaktadır. Bu ikisi arasında eskiden beri meşhur olan bir geçit bulunmaktadır. Gerek eski milletler zamanında, gerekse günümüzde ‘Sed’ olarak isimlendirilmiştir. Bulunduğu yer ise ‘Bâb-ı Hadîd yani Demir kapı’ olarak anılır. Burası Kafkas dağlarından iki dağ asarısında bulunan tarihi bir seddir.” 67
Dr. Abdülalîm Hıdr, bu seddin üzerine bina edildiği Kafkas dağlarının özelliğini şöyle açıklar: Kafkas dağları, gâyet büyük, çok uzun, çok yüksek, dağ silsilelerinden oluşur. Aşılması çok güçtür ve geçitleri yoktur. Ancak sadece bir geçit vardır ki , Daryal Geçiti olarak isimlendirilir ve burası tam orta yerinde bulunur... Bu silsilelerin uzunluğu 1200 km.yi bulur. Daryal Geçidi dışında hiç bir geçiş yeri yoktur.” 68
Kehf sûresinde geçen çeşitli kıssalar üzerinde duran bir çok araştırmacı bir takım yanılgılara ve karışıklıklara düşmüşken, Said Nursî’nin yukarıdan beri naklettiğimiz görüşleri gâyet net ve istikametlidir. Zülkarneyn, Sed, Ye’cûc ve Me’cûc kıssaları ve bu kıssaların özellikle kıyametin yaklaşmasıyla irtibatlandırılması konularında bu özelliği açıkça görebiliriz.
Aynı irtibat, şu âyetlerde de kurulmuştur:
“Zülkarneyn: Bu, Rabbimden bir rahmettir. Fakat Rabbimin va’di gelince, O, bunu yerle bir eder. Rabbimin va’di haktır, dedi. O gün biz onları, birbirine çarparak çalkalanır bir halde bırakmışızdır; Sûr’a da üfürülmüş, böylece onları bütünüyle bir araya getirmişizdir.” 69
“Nihâyet Ye’cûc ve Me’cûc (sedleri) açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği zaman; Ve gerçek vaad yaklaşınca, birden inkâr edenlerin gözleri donakalır. ‘Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz, bu durumdan habersizmişiz; hatta biz zâlim kimselermişiz’ derler.” 70
Bir çok insan, bu âyetlerdeki olaylar arasında bir irtibat kurarlar ve sanki birbirleri arasında sebep-sonuç ilişkisi olduğuna hükmederler. Ancak Said Nursî’nin nazarında durum böyle değildir:
“Kur'ân-ı Hakîm, umum nev-i beşerle konuştuğu için, zâhiren bir hadise-i cüz’iyeyi zikredip, umum o hadiseye benzer hâdisâtı ihtar ederek konuşuyor. İşte bu nokta-i nazardandır ki, Sedde ve Ye’cûc ve Me’cûc’e dair rivâyetler ve akvâl-i müfessirîn ayrı ayrı gidiyor.
Hem Kur'ân-ı Hakîm, münâsebât-ı kelâmiye cihetinde, bir hadiseden uzak bir hadiseye intikal eder. Bu münâsebâtı düşünmeyen zanneder ki, iki hadisenin zamanları birbirine yakındır. İşte, Seddin harabiyetinden kıyametin kopmasını Kur'ân’ın haber vermesi, kurbiyet-i zaman cihetiyle değil, münâsebât-ı kelâmiye cihetindedir.” 71
Said Nursî’nin bu görüşleri hakikattir. Ye’cûc ve Me’cûc’ün zikredildiği Kur'ân-ı Kerim’deki iki âyet üzerinde dikkatle duracak olursak, önümüzdeki müşkülü ortadan kaldırmış oluruz. Yukarıda da yer verdiğimiz birinci âyette geçen, “O gün biz onları, birbirine çarparak çalkalanır bir halde bıraktık...” ifadesindeki zamir (yani ‘Onlar’) ya kıyamete yakın ortaya çıkacak olan Ye’cûc ve Me’cûc’e, ya da bir o yana bir bu yana çalkalanan kalabalık insan topluluklarına işaret etmektedir. 72
Aynı şekilde, “Onlar her tepeden akın ettikleri zaman” ifadesinde, Ye’cûc ve Me’cûc’ün veya bütün insanların her bir taraftan hızla belli bir yöne yönelmesi mânâsı vardır. 73
Seyyid Kutup, “Ye’cûc ve Me’cûc, (sedleri) açıldığı zaman...” ifadesini şöyle yorumlamıştır:
“Bu nassda Ye’cûc ve Me’cûc’ün ortaya çıkmasıyla ilgili muayyen bir zaman verilmemiştir. ‘Gerçek va’din yakınlaşması’ ifadesinde kıyamet saatinin yakınlaşması mânâsı vardır. Ki, bu durum Hz. Resûlüllah’ın (S.A.V.) zamanından itibaren geçerlidir.
Zaman konusundaki İlahî hesap, beşerin hesabından farklıdır. Kıyametin yaklaşmasıyla vuku bulması arasında, belki milyonlarca sene veya asır geçebilir. Bu zaman dilimi insanlar için çok uzun bir süre sayılabilse de, Allah açısından son derece kısadır.
O halde, kıyametin yaklaşması ile günümüz arasında Ye’cûc ve Me’cûc’ün önündeki sed açılmış olabilir. 74
Said Nursî, kendisinin de tercih ettiği bu görüşe şöyle delil getirir:
“Hem nasıl ki, fıtrî ve İlahî sedler olan dağlar metindir, ancak kıyametin kopmasıyla harap olurlar. Öyle de, bu sed dahi dağ gibi metindir, ancak dünyanın harap olmasıyla hâk ile yeksân olabilir, inkılâbât-ı zaman tahribat yapsa da çoğu sağlam kalır demektir. Evet, Sedd-i Zülkarneyn’in külliyetinden bir ferdi olan Sedd-i Çinî binler sene yaşadığı halde, daha meydanda duruyor. İnsanın eliyle zemin sayfasında yazılan mücessem, mütehaccir, manidar, tarih-i kadîmden uzun bir satır olarak okunuyor.” 75
Seddin belirlenmesi, harap olması ve yıkılmasının zamanı konusunda ihtilaf olmasına rağmen Said Nursî, dikkatleri seddin yıkılmasının ardındaki mânâ üzerine çekmeye çalışır:
“...Seddin inhidâmı, yerin sakalına bir beyaz düşmek ve oğlu olan nev-i beşer de ihtiyar olmasına bir alâmettir... Sonra seddin harabiyeti kıyâmete alâmet olur. Bahusus dekk, ondan başkadır. Peygamber, ‘Eşrât-ı saattenim. Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz’ dese, neden istiğrâb olunsun ki, harabiyet-i sed, zaman-ı saâdetten sonra alâmet-i kıyâmet olsun?
Hem de seddin inhidâmı, ömr-ü arza nisbeten, yerin yüzünde ihtiyarlıktan bir buruşukluktur. Belki, tamâm-ı nehâra nisbeten vakt-i ıstıfrar gibidir -eğerçi binler sene de fâsıl olsa...Kezâlik Ye’cûc ve Me’cûc’ün ihtilalleri, nev-i beşerin şeyhûhetinden gelme bir hummâ ve sıtması hükmündedir.” 76
Sedd-i Zülkarneyn, Ye’cûc ve Me’cûc konularını bütün ayrıntılarıyla ele alan, bunların nasıl ve ne zaman olacağı hakkında fikir yürütenler, kıyametin vaktini inceden inceye hesaplamaya çalışanlar herhangi bir metottan mahrumdurlar. Faydasız bir şekilde vakit zayi etmekten başka bir şey yapmamaktadırlar. “Kıssa hisse içindir. Sana ne lâzım, teşrihâtı nasıl olursa olsun, sana taalluk edemez. Kendi hisseni al, git.” 77
Kur'ân kıssalarının tekrarı ve Said Nursî’nin bu konuya yaklaşımı.
Bazı kıssalar Kur'ân-ı Kerim’de müteaddit defalar aktarılmıştır. Muhtelif sûrelerde, takdîm, tehir, îcâz ve itnâb gibi yollarla arz edilmiştir.
Bir hadise bir yerde belli bir hedef için nakledilirken, bir diğer yerde yine başka bir hedef için ifade edilmiştir.
Mesela, Hz. Musa’nın (A.S.) kavmiyle olan bir hadisenin anlatıldığı bir kıssada, bir olayın şahit olarak anlatılması gerekir ve o olaya yer verilir. Sonra bir başka sûrede, bir başka yönüyle o olay bir şahit olarak getirilir.
Böylece bir tek kıssa, birbirinden muhtelif münasebetlerle onlarca mesele için şahit olarak gösterilir. Çünkü o hadisenin bir şahit, bir öğüt veya bir ibret olarak bir çok meseleyle münasebeti vardır.
Tekrarın gayelerinden birisi de, belagat özelliklerinin gerçekleştirilmesidir. Bir kıssa bazen olur ki, çok kısa ibarelerle aktarılırken, bazen de orta uzunlukta veya çok uzun ibarelerle rivâyet edilmiştir. Birbiriyle çelişmeksizin müteaddit münasebetlerle, birbirinden farklı sûrelerde ve muhtelif zamanlarda, birbirini mükemmel bir şekilde tamamlar mahiyette tekrarlanmıştır. 78
Kur'ân kıssalarındaki tekrarlarda, belagatın iktizâ ettiği çok büyük hikmetler vardır. Said Nursî, Hz. Musa’nın (A.S.) asâsı kıssasındaki hikmet ve faydaları beyan ederken, kıssalardaki tekrarın hikmetine de işaret eder:
“Hem meselâ, Asây-ı Musâ gibi çok hikmetleri ve faydaları bulunan ve kıssa-i Musâ’nın (A.S.) ve sair enbiyânın (A.S.) kıssalarının çok tekrarında, risâlet-i Ahmediye’nin (A.S.M.) hakkaniyetine bütün enbiyânın nübüvvetlerini bir hüccet gösterip, ‘onların umumunu inkâr edemeyen, bu zâtın risâletini hakikat noktasında inkâr edemez’ hikmetiyle; ve herkes her vakit bütün Kur'ân’ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, her bir uzun ve mutavassıt sûreyi birer küçük Kur'ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkân-ı imaniye gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki muktezây-ı belâgattır ve hadise-i Muhammediye (A.S.M.), bütün benî Âdem’in en büyük hadisesi ve kâinatın en azametli meselesi olduğunu ders vermektir.” 79
Hatime:
Bizler, Said Nursî’nin Kur'ân kıssalarını değerlendirirken ortaya koyduğu metod hakkında gerçekleştirdiğimiz bu çalışma ve araştırma neticesinde, ulaştığımız noktaları ve sonuçları şu şekilde özetleyebiliriz:
* Said Nursî’nin nazarında Kur'ân kıssaları, Hz. Muhammed’in (A.S.M.) nübüvvetini aşikar bir şekilde ispatlayan burhanlardır.
* Kur'ân kıssaları gayba ait haberlerdir. Kıssaları naklederken, mutlaka Kur'ân ve Sünnet gibi sağlam kaynaklarda aktarılıyor olması gerekir. Ayrıca bu kıssaları anlamada kesinlikle isrâiliyâta dayanmamak gerekir.
* Kur'ân kıssaları ibret ve öğüt içindir.
* Kur'ân kıssaları, insanlığa ilerleme ve yükselmeye yönelik çalışmalarında nihâyet varılacak hedefleri gösterir ve beşeriyet tecrübelerinin bir hülasası mahiyetindedir.
* Kur'ân kıssalarında aktarılan her bir cüz’î haber, aslında azîm bir küllî düstura temel teşkil etmektedir.
* Said Nursî’nin basîreti, Kur'ân âyetleri üzerinde yaptığı tedebbür ile, kıssaların batınına nüfûz etmiş ve onlardan çok dakik mânâlar çıkarmıştır.
* Said Nursî, Kur'ân kıssalarını ele alırken işârî metoda dayanmıştır.
* Said Nursî, kıssalar hakkındaki ihtilaflı görüşlere takılmaz, asıl kıssadan çıkarılması gerekli mânâ üzerinde durur.
* Said Nursî, bir ihtilaf durumunda, farklı görüşlerden kendisince tercih edilen görüşü alır.
* Said Nursî, tahkîk metoduna dayanmış olduğundan, kıssalar üzerinde araştırma yapan nice kişinin düştüğü karışıklığa düşmez.
* Said Nursî, kıssadan hareketle ulaşılacak hedefin “ibret alma” olduğu sürece, fazla tafsilata girilmemesi gerektiği görüşündedir. Bu yüzden, “Kıssa hisse içindir. Sana ne lâzım, teşrihâtı nasıl olursa olsun, sana taalluk edemez. Kendi hisseni al, git” der.
* Said Nursî’nin nazarında, Kur'ân kıssalarında vaki olan tekrarların bir çok gayeleri vardır. Hz. Muhammed’in (A.S.M.) risâletinin ispatının yanısıra, belâgat ve i’câz cihetlerinden önemli hedefleri vardır.
Sonuç olarak diyoruz ki: Kur'ân kıssalarının araştırılması ve incelenmesi konusunda Said Nursî belirlediği bu metot, amelî bir metottur ve bu alanda tektir. Kur'ân ile insan hayatı arasında aktif bir bağ kurar. Dahası, mazi, hâl-i hazır ve müstakbel arasında hatt-ı muvâsala inşa eder. Kur'ân kıssaları üzerinde araştırma yapanların böyle bir metot karşısında gafil kalmamaları gerekir.
Velhamdü lillâhi Rabbi’l-Âlemîn...
____________________
1 1955 yılında Kudüs'de doğdu. Sünnet ilimleri hakkında doktorasını verdikten sonra Riyad Melik Suud Üniversitesinde 1988-1990 yılları arasında doçent olarak görev yaptı. Halen 1991 yılından beri Kudüs Üniversitesi Dava ve Usûlüddin Fakültesi Öğretim Üyesi ve Ümmü’l-Fahm Dava ve İslâmî İlimler Fakültesi Dekanı olarak görevini sürdürmektedir.
2 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Kıssa md.
3 Hûd, 49
4 Yusuf, 102
5 Said Nursî, Kaynaklı, İndeksli, Lügatli Risale-i Nur Külliyatı, İstanbul-1996, s. 1226.
6 Âl-i İmrân, 44
7 İbrahim, 9
8 Kehf, 51
9 İsrâ, 36
10 Seyyid Kutup, Fî Zılâli’l-Kur’ân, C. 4. s. 2227.
11 Salâh el-Hâlidî, Maa Kasasu’s-Sâbikîn, C. 1, s. 42.
12 Nisâ, 156-157
13 Bakara, 174
14 Said Nursî, s. 2002.
15 Said Nursî, s. 629.
16 Said Nursî, s. 2003.
17 Seyyid Kutup, A.g.e., C. 1, s. 260-261.
18 Said Nursî, s. 102.
19 Said Nursî, s. 2005.
20 Fazl Hasan Abbâs, el-Kasasu’l-Kur’ânî, s. 13.
21 Seyyid Kutup, A.g.e., C. 1, s. 261.
22 Hûd, 120
23 Bkz. Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, s. 305.
24 Câmiü’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, C. 1, s. 214 vd.
25 İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, C. 1, s. 66-67.
26 Said Nursî, s. 1270.
27 Said Nursî, s. 98.
28 Said Nursî, s. 1270.
29 Said Nursî, s. 1271.
30 Said Nursî, s. 98.
31 Said Nursî, s. 106.
32 Said Nursî, s. 106.
33 El-Fahrur-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, C. 1, s. 192.
34 Bakara, 67 (Şüphesiz ki Allah size bir inek kesmenizi emrediyor.)
35 Said Nursî, s. 98.
36 bakara, 93
37 A’râf, 148
38 A’râf, 152
39 Ğâfir, 36 (Firavun dedi ki: Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap!..)
40 Said Nursî, s. 179.
41 Bakara, 49
42 Bakara, 96
43 Mâide, 62
44 Mâide, 64
45 İsrâ, 4
46 Bakara, 60
47 Said Nursî, s. 180.
48 Bakara, 61 (Onların üzerine bir zillet ve meskenet damgası vuruldu...)
49 Said Nursî, s. 180.
50 Sebe’, 12 (Rüzgarı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.)
51 Said Nursî, s. 102.
52 Bakara, 60 (Musa’ya, ‘vur asânı taşa!’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.)
53 Said Nursî, s. 102.
54 Âl-i İmrân, 49
55 Said Nursî, s. 102.
56 Sebe’, 10
57 Said Nursî, s. 103.
58 Said Nursî, s. 103.
59 Kehf, 86
60 El-Beydâvî, Tefsîr, s. 399.
61 Said Nursî, s. 638.
62 Seyyid Kutup, A.g.e., C. 4, s. 2291.
63 Said Nursî, s. 639.
64 Said Nursî, s. 2004-2005.
65 Said Nursî, s. 639.
66 Muhammed, Hayr Yusuf, Zülkarneyn, s. 218-219.
67 Muhammed Hayr Yusuf, A.g.e., s. 333. (el-Kâsımî’den naklen, C. 11, s. 4113-4114.)
68 Dr. Abdülaliîm Hıdr, Mefâhîm Coğrafya, s. 296.
69 Kehf, 98-99
70 Enbiyâ, 96-97
71 Said Nursî, s. 639.
72 El-Kâsımî, Tefsîr, s. 400.
73 El-Kâsımî, A.g.e., s. 437.
74 Seyyid Kutup, A.g.e., C. 4, s. 2294.
75 Said Nursî, s. 639.
76 Said Nursî, s. 2005.
77 Said Nursî, s. 2005.
78 Abdurrahman el-Meydânî, Kavâidü’t-Tedebbür, s. 312-315.
79 Said Nursî, s. 976.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
KUR’AN MEDENİYETİ
Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar 1
Son birkaç yüzyılda gelişen bilim, garip bir medeniyet anlayışını dünyaya kabul ettirdi. Medeniyet, bilmek ve yapabilmek demekti. Bilim metoduyla bilenler ve bilimin uzantısı olan teknolojiyle yapabilenler, medenî idi. Medeniyet, sürekli ilerliyordu. Medenî olmayanlar, gittikçe daha geride kalıyordu. İşin ilginç yanı, bu anlayışa göre medenî olmayanlar da aynı medeniyet anlayışını benimsedi. Bu anlayış çerçevesinde, bilenler ve yapabilenler, sadece medenî değil, aynı zamanda üstün insan kabul ediliyordu. Medenîler kendini üstün görüyor, medenî olmayanlar kendini aşağı görüyordu. Yeni dünya nizamı kurulmuştu. Medenî ve üstün olanların ekonomik, askerî ve siyasî gücü vardı. Kararı onlar verecek ve herkes uygulayacaktı. Güç, bu demekti.
Geri kalmış olanların perişanlığını artıran yeni dünya nizamı, bir bakıma üstün olanlara da yaramadı. Ruhî tatminsizlik ve sosyal rahatsızlıklar, gençleri berbat etti. Medeniyet dairesi dışında kaldığı için aşağı gördükleri insan topluluklarına zulüm, sömürü, adaletsizlik, ayrımcılık, acımasızlık ile muamele eden medenîler, sadece o zavallı toplulukların kaderini değil, kendi kaderlerini de tayin etmiş oluyorlardı. Çünkü o medenî ve üstün insanlar, başka insanlara yaptıkları zulmün, adaletsizliğin, ayrımcılığın tortularını ruhlarında taşıyorlar ve kendi medenî hayatlarını o tortuların ağırlığı altında yaşamaya mahkûm oluyorlardı. Bencilliği, başarma hırsını, başkalarını altetme dürtüsünü, menfaat kaygısını, içgüdüsel hazları “motivasyon” kaynağı sayanlar, o motivasyonla yalnız ilkel ve geri olanları acımasızca sömürmediler; aynı acımasızlıkla kendî aile hayatlarını ve sosyal ilişkilerini yürütmeye çalıştılar. Bir insan başkalarına yaptığı muamele ile kendi ruhunu ve karakterini inşa eder. Bir insanın ruhu ve karakteri, ancak onun ilişkilerinde görülebilir. İnsanın ruhu ve karakteri ne ise odur; bir ilişkide bir türlü, başka bir ilişkide başka türlü olmaz. İlişkilerin görünüşü değişebilir; fakat öz hep aynı kalır. Ruh ve karakter, nasıl teşekkül etmişse öylece her türlü ilişkiye yansır. Acımasızlık yapan, o duygunun kurbanı olarak yaşayacaktır. Acımasız insana, kendi çocuğu bile yalvarsa, o insan merhamete gelmez; bilakis öfkelenir. Çünkü ruhundaki acımasızlığı, o yalvarma, ona büsbütün hissettirir; bu da onu kendinden nefret etmeye sevk eder. Bu durumdaki bir insan, kendine duyduğu nefreti, karşısındakine yönelttiği öfkeye çevirerek, kendi sevimsizliğinden duyduğu ıstırabı yok etmeye çalışır. Böylece, sevimsizliğini kendi nazarında örter; fakat, o arada, ilişkilerini berbat eder; ruhunu gerginleştirir. Bozulan ilişkilerin endişesini bastırmak ve ruhundaki gerginliği gidermek, yani kendini unutmak için içkiye, uyuşturucuya, gayrımeşru ilişkilerin içgüdüsel hazlarına sığınır. Ya da daha büyük başarılar kazanarak değerli olduğuna inanmak ister. Bununla birlikte, daha büyük başarılar kazanma yolundaki her türlü engeli aşmak için daha da acımasız olmak gerekecektir. Bu içinden çıkılmaz süreç, bütün hayatı etkisi altına alarak feci sonuçlar doğurur.
Bugün yalnız gerilik ve sefalet içinde yaşayan insanların değil, kendini medenî ve üstün gören insanların da kurtuluşa ihtiyacı vardır. Önce insanların ruhu selâmete çıkacak, ancak ondan sonra toplumlarda ve bütün dünyada huzur mümkün olacaktır. İnsanlık bir bütündür. Paylaşılan değerlerle insanlığın bütününü kapsamayan hiçbir nizam, dünyaya huzur getiremez. Çünkü huzur ancak paylaşılırsa vardır. Bir taraf zulüm görüyor, sömürülüyor ve adaletsizliğe maruz kalıyorsa, her iki tarafın da huzuru yoktur. Taraflardan biri daha zengin, daha güçlü, daha bilgili olsa ve daha konforlu bir hayat yaşasa, öyle bir durumda, her iki taraf da huzursuzdur. Eğer bir insan başkalarıyla ilişki içinde yaşıyorsa, onun huzuru, o ilişkilerin niteliğinden bağımsız olamaz. Huzuru doğuran nitelik, ilişkiye girenlerin birbirinden razı olmasıdır.
İlişki içindeki insanların birbirinden razı olması için onlar, hayatlarını nasıl bir nizama göre tanzim etmelidir? İnsanın koyduğu bütün nizamlar, demokratik kurallara göre konulanlar da dahil, daima insanların bir kısmının iradesinin ağır basmasıyla ortaya çıkmıştır. Kanun uygulanıyor, fakat rıza temin edilemiyorsa, huzur olmaz. Allah insanlara iyiliği, adaleti, insafı, merhameti, yardımlaşmayı öğretmiş ve tavsiye etmiştir. İnsanlar Allah’a iman ediyorsa, hayatlarına nizam verecek kanunları Allah’ın öğütlediği bu değerlere göre yapar. Fertleri ve zümreleri mutlak birimler olarak kabul edip, onların kendi bencilliklerinin çarpışmasından, toplumun bütünü için en iyi sonucun çıkacağını ummak ve bu ümide “demokrasi” demek, demokrasiyi akıldışı bir zemine oturtmaktır. Aile hayatında, toplum ilişkilerinde ve toplumlararası düzenlemelerde az önce sayılan değerler hâkim olmazsa huzur sağlanamaz. Bu değerlerin ruhlarda kök salması ve davranışlara yansıması ise ancak Allah’a iman ile mümkündür.
Gerçi imanın teminatı yoktur ve benimsenen değerlerin davranışlara yansıması insanın zaafları yüzünden aksayabilir. Fakat böyle olduğu için hiçbir toplum, evlâtlarını mümin ve Allah’ın öğütlediği değerlere göre yaşayan insanlar olarak yetiştirmekten geri durmamalıdır. Toplumun her türlü ilişki yapısında, davranışları o güzel değerlere göre şekillendiren terbiye takviye edilmelidir. Çünkü kanun, terbiyenin yerine geçemez; sadece, kanuna uyulmadığı zaman uygulanacak yaptırımı belirler. Terbiyeyle desteklenmeyen kanun, içtimaî işlevini kaybeder. Terbiye ve onun ruhen benimsettiği değerler yoksa, kendi bencillikleri, menfaatleri ve içgüdüsel eğilimleri ile başbaşa kalan fertlerin kanuna uyma duygusu zayıftır. İmansız akıl, bencilliğin, menfaatin ve içgüdüsel eğilimlerin hizmetine kolayca girebildiğinden, kanuna uyma duygusunun yerini, yaptırımından etkilenmeden kanunu aşma yönelişi alır. Allah’a imandan kaynaklanan helâl-haram fikri yoksa, haksız kazancı engelleyen kanun, ancak kanunu çiğneyene verilecek ceza yüzünden engelleyicidir. Helâl haram farkı gözetmeyen bir fert, yakalanma ve cezalandırılma ihtimalini bertaraf ettiğine kani olursa gayrımeşru kazanç yoluna sapabilir. Bu bakımdan, bilinçli bir imanla ruhlara yerleşen İslâm terbiyesi, kanun yerine geçmese de, kanundan beklenen içtimaî faydanın doğmasına yardımcı olur. Dünya çapında gerçekleşecek böyle bir terbiye, insanlığın ihtiyacı olan huzurun temelidir.
Bu bir hayal olabilir. Fakat insan, ancak inandığını hayal etmeli ve hayalinin gerçek olması için çalışmalıdır. Said Nursî bunu yapan adamdır. Said Nursî ne bir bilim adamıdır, ne de bir felsefeci ya da ilâhiyatçıdır; o, bir terbiyecidir. Esaslarını açıkladığı terbiye, Kur’an’a dayanır. Bu terbiyede dünya saadeti, ahiret selâmetini temine çalışırken elde edilir. Her şey Allah’a dönecektir; fakat dünyadan geçerek dönecektir. Son ve ebediyyen geçerli hüküm orada, fakat dünyadayken erişilen iman ve yapılan iyi işler ölçüsüne göre verilecektir. Bu ölçüye göre Allah’ın razı olacağı kullar selâmete erecek, yüz çevireceği kullar azap çekecektir. Bir mümin için önemli olan, dünyadayken Allah’ın rızasını kazanmaktır. Mümine saadet veren, Allah’ın rızasını elde etme umududur. İnsanın hayatı esnasında kavuşacağı imkânları ve başına gelecekleri Allah bilir. Mümin, kadere ve Allah’ın her kaderi bir hikmete göre takdir ettiğine inanır. Bu bakımdan onun hayat hakkında bir şartı yoktur. Mümin her şartta Allah’a inanmaya ve güvenmeye devam eder. Onun gayesi, şartlar ne olursa olsun, Allah’ın razı olacağı fiili yapmaktır. Bu fiil, müminin nefsi için de iyidir, başka insanlar için de iyidir. Allah’ın razı olacağı her fiilde, bu denge vardır.
Bugün bütün dünyanın Batı medeniyetinin etkisine girdiği, bir sosyolojik olgu olarak tespit ediliyor. Batı medeniyetinin, eski medeniyetlerin mirasını devraldığı ve rakip tanımadan ilerlediği düşünülüyor. Sürekli ilerleyen ve etkileme gücü büyük olan Batı medeniyetinin, evrensel nitelik kazandığı iddia ediliyor. Bu iddia, bütün insanlığın Batı medeniyetinin hayat tarzına girmekte olduğu gözlemine dayandırılıyor. Said Nursî, Kur’an terbiyesini bu iddianın karşısına çıkarır. Batı medeniyetinin kötü taraflarının iyi taraflarına galip geldiğini ve bu yüzden, insanlık için bir gelecek vadetmediğini ileri sürer. Kur’an terbiyesine dayanan hayat nizamının insanlığın ümit ışığı olduğunu söyler. Said Nursî’nin bu görüşünü bilimsel zeminde değerlendirmek için önce “medeniyet” kavramını incelemek istiyorum.
Her insan topluluğunun bir kültürü vardır. İnsanın genetik yoldan yapısında getirdiği refleks ve içgüdü donanımı, insan hayatının devamı için yeterli değildir. İnsanda sembolik düşünme kapasitesi vardır. Deneyimleri üzerinde düşünen ve hükümler veren insan, fiillerini bir imkânlar alanında kararlaştırır ve yapar. Eserler meydana getirir. Fertlerin, fiillerini yapış tarzı ve meydana getirdiği eserler, toplumun kültürüdür. Her toplumun bir kültürü, yani bir hayat tarzı vardır. Toplum hayatı, ilişkilerin istikrarını sağlayan kurallara dayanır. Şu halde, fiiller ve eserler bir imkânlar alanından seçmeler olmakla birlikte, seçim rastgele değil, birtakım kurallara göredir. Kültüre bütünlüğünü ve istikrarını veren, kurallardır. Kuralların kaynağı, daima bir inanç ve ona bağlı bir ahlâk nizamıdır.
İnanç, sadece doğa karşısındaki duygu ve heyecan tepkileriyle şekillenmişse, fiilleri kalıplaştırır ve kısıtlar. “İlkel” denilen kültürlerde, fiiller, bir inanca göre en ince ayrıntısına kadar belirlenmiştir. Bu kalıplara aynen uyulur. Fiiller, aynen tekrarlanarak yapılmazsa, işlerin aksayacağına inanılır. Doğa ve doğaüstü ile fiiller arasında kurulan dengenin bozulacağı korkusuyla kimse kalıbın dışına çıkmaya cesaret edemez. Kültürün değişmesi, müthiş yaptırımlarla önlenir. Kültür donmuştur.
Duygu ve heyecan akislerinin olması tabiî olan inanç, aklî yoldan bir kavramlaştırmayı da içeriyorsa, böyle bir inancın muhakeme planında sonuçları çıkarılabilir. Fiiller, dondurulmak yerine, bir ölçüye ve şartların gereğine göre şeçilir, tadil edilir, değiştirilir. Önemli olan, kalıp halindeki fiillerin aynen tekrarlanması değil, fiille inanç arasında muhakeme ile kurulmuş olan bağın muhafaza edilmesi ve fiille inanç arasında bağdaşmazlık olmamasıdır. İşte böyle bir durumda fiil ve eserlerin çeşitlenmesi ve gelişmesi, inancın, kavramsal düzeyde aklî esaslarının olmasındandır. Bu nitelikteki bir inanç, muhakemeye ve yeni sonuçlar çıkarmaya insanı sevk eder. Geçmişte kalmış ve bugün var olan her medeniyetin temelinde bu tür bir inanç ve ona bağlı bir ahlâk nizamı vardır. Şu halde duygu ve heyecan tepkileri düzeyinde fiilleri sınırlayan ve kalıplaştıran ilkel kültür düzeyindeki bir inanç ile kavramsal düzeyde aklî esasları olan medeniyet kurucu inanç, bu teorik yaklaşımda ayırt ediliyor.
Her insan topluluğu, düzen ve istikrar sağlayan bir inanç ve ahlâk nizamına dayanır. Fakat ancak, insanın kendi zihninin bir imkânlar kaynağı olduğunu fark ettiği toplumlarda, az önce açıklanan anlamda medeniyet ortaya çıkar. Kavramsal düzeyde aklî bir inanç ve ahlâk nizamına göre bilinçli olarak fiiller yapan ve eserler meydana getiren toplumlarda medeniyetten söz edilebilir. Bu teorik yaklaşımda iki esas unsur vardır. Birinci olarak, toplum hayatı, ancak belirsizlikleri gideren, fiillere istikamet vererek ve kurallar koyarak istikrarı sağlayan bir inanç ve ahlâk nizamı ile mümkündür. Her toplumun belli bir kültür bütünlüğünün olması bu olguya bağlıdır. İkinci olarak, inanç ve ahlâk nizamı kavramsal düzeyde aklî esaslara dayandığı zaman, insan zihni, muhakemeyle yeni sonuçlar çıkararak fiillerini ve eserleri bilinçli olarak seçer, kararlaştırır; böylece kültür çeşitlenir ve gelişir. Medeniyetleri kuran, bu ikinci niteliği de haiz olan inanç ve ahlâk nizamlarıdır. Medeniyetten kaynaklanan kültürler, değişmeye açıktır. Bu nitelikteki kültürler, bozulmaması için hiç değişmeden aynen muhafaza edilmesi gereken duygu ve heyecan yüklü bir denge değil, kavramsal ve aklî esasları olan inanç ve ahlâk nizamı çerçevesindeki her türlü fiil ve eserdir. Onun içindir ki, ilkel kültür değişmeden aynen tekrarlandığı halde, bir medeniyetten kaynaklanan kültür, kendi inanç ve ahlâk nizamıyla bağdaşan her türlü değişikliğe açık olarak gelişir ve zenginleşir.
Medeniyet kuran inanç, biyolojik ihtiyaçlarla bağlantılı duygu ve heyecan yüklü tepki düzeyini aşar ve aklî düzeyde bir kavram olur. Bu düzeydeki bir inancın işlevi, biyolojik ihtiyaçları tatmin çabalarını, büyü tarzındaki akıldışı bir nedensellikle desteklemek değildir. Tam aksine, aklî inanç, başlı başına bir değerdir ve kültür eserlerinin ilhamını verir. Medeniyet kurucu aklî inanç, muhakemeyle sonuçları çıkarılan bağımsız bir tasarım olduğu için, kültürü ilerleten, zenginleştiren, genişleten, derinleştiren bir kaynaktır. Bir medeniyet çerçevesinde ne gibi eserlerin meydana getirildiği, o eserlerin tarzı ve üslûbu, muhakkak ki toplumun yaşadığı coğrafyadan, iktisadî imkânlardan, toplumun tarihinden intikal eden özelliklerden etkilenir. Fakat medeniyetin, her şartta uyguladığı nihaî ölçü, kültür eserlerinin, inanç ve ahlâk nizamının vazgeçilmez esaslarıyla bağdaşmasıdır. Ortaya konulan medeniyet teorisine göre medeniyetin esası, bir inanç ve ahlâk nizamıdır. Medeniyet, kültür eserlerinin meydana geldiği içtimaî ortamı hazırlayan, o eserleri tasarımlamak için gerekli ruhî yönelişi ve enerjiyi sağlayan kaynaktır. Böylece teori, aynı anda, kültür ve medeniyeti hem kavramsal olarak ayırt eder, hem de ikisi arasındaki bağı gösterir.
Teori ışığında, kültür ve medeniyetle ilgili olgulardaki düzeni görmek mümkündür. Şaşırtıcı görünen bazı tezahürler, onları ortaya çıkaran şartlar aydınlanınca, anlaşılır hale gelir. Batı medeniyetinin evrensel bir medeniyet olduğu iddiası, teori açısından nasıl görünüyor? Bir kere teori, Batı medeniyetinin bilim ve teknolojiye dayandığı görüşünün bir yanılgı olduğunu söyler. Eğer medeniyet, bir inanç ve ahlâk nizamı ise, Batı medeniyetinin esası bilim ve teknolojidir denilemez. Çünkü bilim ve teknoloji, Batı medeniyeti kültürlerinde çok önemli bir yer tutmakla birlikte, yine de kültür unsurlarıdır. Bir inanç ve ahlâk nizamı olan medeniyet, kültürü doğuran kaynak olduğuna göre, Batı medeniyetinin esasını anlamak için, Batı medeniyeti kültürlerini doğuran, çeşitlendiren, zenginleştiren inanç ve ahlâk nizamının ne olduğunu teşhis etmek gerekir. Bilim, doğa olayları üzerinde gözlem ve muhakeme yaparak, o olayları doğuran süreçleri tasarımlar. Bilimin asıl ayırt edici niteliği, ulaştığı açıklama mahiyetindeki tasarımları, yeni birtakım gözlem ve muhakemelerle tahkik etmesidir. Yani bilim, gözlenebilir olayların tahkik edilebilir bilgisidir. Bilimin metodolojik mantığı gereği, tahkik işlemleri hiçbir safhada kesin bilgi vermez. Çünkü bilim, doğa olaylarını doğuran süreçlere ilişkin genel ve soyut prensipleri, somut gözlemler üzerindeki muhakemenin sağladığı kanıtlara göre kurar. Doğadaki gözlemler ise tüketilemez. Bunun için bilim varsayımsal bilgi verir. Bilimde “teori” denilen açıklamalardan başka bir şey olmayan varsayımsal bilgiler, gözlem kanıtlarıyla desteklendiği sürece muhafaza edilir. Fakat, gelecekte yapılacak gözlemlerin o bilgileri yanlışlaması imkânı mantıken ortadan kaldırılamayacağı için, bilim, ortaya koyduğu bilgilerin varsayımsal konumda kalacağını kabul eder. Bilimin bu tutumu dolayısıyladır ki, her bilimsel bilgi sürekli sorgulanır ve yeni muhakemelere göre yapılan deneylerle tahkik edilir. Bilimin donup kalmaması, sürekli ilerleme sağlaması bu nedenledir. Yani bilim ancak varsayımsal bilgilerin eksiklerini tamamlamak ve yanlışlıklarını düzeltmek suretiyle ilerler. Zaten bilimin bu suretle ilerlemesi, bilimin ortaya koyduğu bilgilerin kesin olmadığını gösterir. Bilimsel bilginin ancak bir ihtimaliyet derecesiyle doğru olduğu ve daima varsayım konumunda kalacağını kabul etme, bilimsel araştırmaların sürekliliğini ve bilimin ilerlemesini sağlar.
Eğer bilim bu nitelikte bir bilgi türü ise, nasıl olur da Batı toplumlarının düzen ve istikrarı, ihtimalî ve varsayımsal konumda olan ve sürekli değişmeye uğrayan bilime dayanır? Bir toplumun pek az sayıdaki ferdinin uzmanca uğraştığı, nüfusun büyük çoğunluğunun mahiyetini anlamadığı soyut bilgilerin, bir toplumun yapısını meydana getiren ilişkiler nizamının temeli olabileceğini düşünmek, sosyolojik mantığa sığar mı? Açıkça anlaşılıyor ki, bilim Batı medeniyetinin esası olamaz. Medeniyet, toplumun temelindeki inanç ve ahlâk nizamını temsil eden sosyolojik bir kavram olarak tasarımlanmadığı için, bilimin göz kamaştıran teknolojik uzantıları somut olarak fark ediliyor ve insanlığın ilerlemesi olarak değerlendiriliyor. Teknolojik ilerleme, taş devrinden beri görülen bir hâdisedir. Fakat Hint medeniyetinin, Çin medeniyetinin, Türk medeniyetinin, Mezopotamya medeniyetinin, Mısır medeniyetinin, Yunan medeniyetinin, Roma medeniyetinin, o medeniyetlerin her birine özgü ayrı bir teknolojik düzeye dayandığını hiçbir bilim adamı iddia etmemiştir. Bu medeniyetlerin hepsi, bir inanç ve ahlâk nizamına, bir dünya görüşüne dayanmıştır. Eğer, medeniyetin inanç ve ahlâk nizamı olarak teorik düzeyde kavramlaştırılması bilimsel bir değer taşıyacaksa, Batı medeniyetinin de bir inanç ve ahlâk nizamına dayandığı gösterilmelidir.
Batı medeniyeti, Roma medeniyetinin zulmüne ve çöküş devrindeki ahlâk düşkünlüğüne bir ilâç olarak gelen Hristiyanlık inancından kaynaklandı. Fakat hiyerarşik bir teşkilât haline gelen Kilise’nin bin yıllık tahakkümüne tepki olarak ortaya çıkan Rönesans düşüncesi, hümanist yönelişi doğurdu. Hümanizm, vahye dayalı dini reddederek, insan aklının tek bilgi kaynağı olduğunu ileri sürdü. Allah’ın emir ve yasaklarını tanımayarak insanın kendi iradesini, tek yetki kaynağı kabul etti. Zamanla Kilise’nin kendi içinde bile hiyerarşik teşkilâtın tahakkümüne karşı direniş başgösterdi. Protestan mezheplerinin kuruluşuna yol açan Reform hareketleri önceleri hümanist düşünceden destek aldıysa da, vahyi ve Allah’ın iradesini kabul etmeyen eğilimin hümanist yöneliş içinde ağır bastığı iyice anlaşılınca yollar ayrıldı. Bununla birlikte bir içtimaî ve fikrî cereyan olarak hümanizm etkili oldu. Hümanizmin tabiî uzantısı olan bireycilik inancı ruhları sardı. İnsan aklının yegâne otorite olduğuna ve her bireyin kendisi için neyin iyi olduğuna en iyi kendisinin karar vereceğine inanma, bireyin özgürlüğünü en yüce değer mertebesine yükseltti. Roma medeniyeti, Ortaçağ Avrupasını yoğuran Hristiyan medeniyetini idarî teşkilât, devlet yönetimi ve hukuk bakımlarından etkilerken, ona birtakım tutum ve inançlar da aşılamıştı. Bugünkü Batı medeniyetinin ruhuna sinmiş olan eşitsizlik ve ayrımcılık tutumunun ve şiddet eğiliminin kökü Roma’dan gelir. Rönesansta Yunan ve Roma medeniyetinin eserleriyle yeniden temasa gelme, bir taraftan dikkatleri ahiret hayatından bu dünyadaki hayata çevirirken, diğer taraftan güce tapmayı ve başarma ihtirasını bir inanç haline getirdi. Başarma ihtirası ve güce tapma, Yunan ve Roma medeniyetlerinden süzüldü. İnsan aklını ve iradesini, hayatı düzenleyen tek kaynak olarak gören hümanizm ve onun uzantısı olan bireycilik inancı, başarma ihtirası ve güce tapma ile bütünleşti. Bin yıldan fazla ruhlara hükmetmiş ve topluma nizam vermiş olan Hristiyanlık, birkaç yüzyıl süren içtimaî, fikrî, dinî ve siyasî mücadeleler sonucunda, bir vicdan meselesi olarak görüldü ve içtimaî hayatta geri plana çekildi. Fakat geniş halk yığınlarının ruhunda duygusal bakımdan önemli bir yer işgal etmeye devam etti. İnsan aklının ve bireysel özgürlüğün kutsallığına inanma, başarma ihtirası ve güce tapma, içtimaî hayatı yoğuran ruhî kuvvetler oldu. İşte Batı medeniyetinin temeli olan inanç, bir tarihî mücadele süreci içinde çeşitli kaynaklardan beslenerek bir alaşım halinde böyle oluştu. Artık o bir Hristiyan medeniyeti olmadığı gibi Hristiyanlıktan soyutlanmış bir medeniyet de değildir. Bu alaşımdaki Hristiyanlık öğesinin, fertlerin ruhî hayatında oynadığı rol merak edilebilir. Fakat bu rolün niteliği ne olursa olsun, şurası muhakkak ki gözlenebilir davranışlara ve içtimaî ilişkilerin düzenlenmesine yansıyan hâkim öğeler, Yunan ve Roma medeniyetlerinden kaynaklanan başarma ihtirası ve güce tapma öğesi ile insan aklını ve bireyin özgürlüğünü kutsallaştıran hümanist inanç öğesidir. İşte Avrupa ülkelerinin ve Avrupa’nın uzantısı olan Amerika Birleşik Devletleri’nin kültürlerini şekillendiren inanç alaşımı budur. Bu inanç ve ona bağlı ahlâk nizamı Batı medeniyetinin esasıdır.
İslâmiyet gibi bir vahiy kaynağının belirli ve sabit ahlâk nizamı içinden bakanlar, Batı kültürlerinin tâbi olduğu ahlâk nizamı çerçevesindeki birçok davranışları ve ilişki esaslarını “ahlâk” kavramıyla kolay kolay bağdaştıramaz. Fakat sosyolojik açıdan ahlâk, ilişkileri düzenleyerek toplum hayatına istikrar kazandıran kurallardır. Bir toplumun üyelerinin ortaklaşa benimsediği kurallar, başka toplumların gözünde “ahlâksızlık” sayılsa bile, o toplumun ahlâkıdır. Bu teorik yaklaşımda “ahlâk,” düzen ve istikrarı sağlayan davranış kuralları olarak, içeriğine göre değil, yerine getirdiği içtimaî işleve göre kavramlaştırılmıştır. Batı medeniyetinin ahlâk nizamında, bireyin başkasına zarar vermemek şartıyla istediği gibi davranma, istediği gibi düşünme özgürlüğü vardır. Bireycilik inancı toplumda benimsenmişse, ortaya çıkan ahlâk kuralı, şu ya da bu biçimde davranma değil, başkalarının hukukunu çiğnememek şartıyla bireyin istediği gibi davranması ve başkalarının da onun davranışını hoşgörü ile karşılamasıdır. Bu gayet geniş çerçevede herkesin davranışı, kişinin kendine ait bir meseledir. Bu inancın kültürü belirlediği ortamlarda, bir kimsenin, talep edilmedikçe başka birine nasihat etmeye kalkışması, muhatabın özel hayatına müdahale anlamı taşır. Nasihat eden, iyi niyetli bir kimse olarak değil, muhatabının şahsiyet sınırlarına tecavüz eden bir kimse olarak algılanır. Bazı kültürlere göre sapıklık ve hayâsızlık sayılabilecek bir sürü davranışlar, bireysel özgürlüğün ifadeleri olarak Batı kültürleri içinde yer bulur. Akla gelebilecek ve hatta bireycilikten uzak toplumlarda akla bile gelmeyecek her türlü düşünce ifade edilir. Çeşit çeşit felsefeler, insan icadı türlü dinler, ideolojiler ortaya konur. Önemli önemsiz amaçlarla, hatta çeşitli kaprisleri tatmin için çeşit çeşit dernekler kurulur. Batı medeniyetinin, bütün bu kültür unsurlarına imkân veren inanç ve ahlâk nizamı, aynı zamanda bilim ve teknolojinin önemli bir kültür unsuru olmasına da yol açmıştır. Çünkü bilmek ve yapabilmek güç ve başarı demektir; güç ve başarı, tapınılacak derecede kutsallaştırılmış bir inanç öğesidir. Ayrıca, bilim ve teknolojinin yol açtığı sürekli değişim, bireysel özgürlüklerin her istikamette ifade imkânı bulması için müsait bir ortam hazırlamaktadır. Gücü ve başarma ihtirasını kutsallaştırma ve insan aklını ve bireyin iradesini yüceltme diye belirlenen bu iki inanç öğesinin verdiği ruh enerjisi, bilime değer verilmesini ve onun teknolojik imkânlarının araştırılmasını teşvik etmektedir.
Batı medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamına ilişkin açıklamaların bu noktasında durarak, Said Nursî’nin Batı medeniyetine yaklaşımını tahlil edelim. Nursî, Batı medeniyetinden, “Avrupa medeniyeti,” “medeniyet-i hazıra,” ve sadece “medeniyet” diye bahsettiği gibi, “vahşî medeniyet,” “mimsiz medeniyet,” diye de bahsediyor. Nursî’nin Batı medeniyeti karşısında ikili bir tavır aldığı görülüyor. Bir tarafta bilim, fen, sanat faaliyetlerindeki verimlilik, mal ve hizmetlerin üretimindeki büyük artış, etkili teşkilâtlarla hayatın hızlanması ve kolaylaşması olguları, onda müspet bir yaklaşım uyandırıyor. Diğer tarafta sefahet hayatı, nefsanî hevesler, şöhret hırsı, bencillik, Allah’ın koyduğu sınırları tanımadan yaşama ve onun “medeniyet fantaziyeleri” dediği gereksiz lüks ve eğlence vasıtaları, onda menfi bir yaklaşım uyandırıyor. Birinci gruptaki müspet olgular, insanın yüksek ruhî melekelerini geliştirirken, ikinci gruptaki menfi olgular insanın yaratılışındaki asil ve yüce tarafları dumura uğratarak insanı uyuşturuyor. Bu durum karşısında Said Nursî, “iki Avrupa” olduğunu düşünür. Birincisi, İsevîlikten aldığı feyizle insanın içtimaî hayatı için yararlı sanatları ve adalete hizmet eden fenleri takip eden Avrupa’dır. İkincisi, dalâletli bir felsefeyi ve sefahet hayatını besleyen Avrupa’dır.
Bir medeniyet, inanç ve ahlâk nizamı olarak bütünlük gösterir. Ortaya konulan medeniyet teorisi açısından, Avrupa milletlerinin bağlandığı inanç ve ahlâk nizamı, o milletlerin kültürlerinde Said Nursî’nin tespit ettiği iki “Avrupa”yı da doğuruyor. İki Avrupa’yı da ortaya çıkaran bir ve aynı kaynak teşhis edilmezse, gerçekten “iki Avrupa” olduğu görüşünden çıkarılacak sonuçlar yanıltıcı olur. Aslında, var olan, o “iki Avrupa’yı da besleyen bir tek Batı medeniyetidir. İki Avrupa, Avrupa milletlerinin kültürlerindeki farklı içeriklerdir. Kültür unsurları olarak o içerikler, Batı medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamının imkân verdiği hayat tarzının tezahürleridir. Ruhların gerisinde bir tiyatro dekoru gibi duran ya da bilinçaltından bir kâbus gibi ruhu tırmalayan, fakat yaşanan hayattaki fiillere istikamet verici bir etkisi olmayan Hristiyanlığın yanısıra güce ve başarıya tapma ile ilâhî sınır tanımayan bireysel özgürlükten oluşan bir inanç ve ahlâk nizamı kaynağı, bilim, teknoloji, sanat, felsefe kadar, ayıp ve günah nedir bilmeyen bedensel haz tutkunluğunu, içki, kumar, uyuşturucu, eğlence sefahetini, lüksü, ihtişamı, konforu, zayıfı ezmeyi, fakire merhametsizliği, acımasız ve hakkaniyetsiz rekabeti, sapkınlıkları, garabetleri, aile hayatının dağılmasını da doğurmaktadır. İnsanların kabiliyetleri, mizaçları, yetişme şartları değişik olduğundan, bireysel özgürlük ekseni etrafında her istikamete gitmeye cevaz veren bir inanç ve ahlâk nizamı çerçevesinde Said Nursî’nin algıladığı birinci Avrupa’nın yanısıra ikinci Avrupa da ortaya çıkmakta ve gelişmektedir. Aslında Avrupalılar iki Avrupa görmüyorlar. Onların nazarında kendi kültürleri bir bütündür. Bağlandıkları inanç ve ahlâk nizamının gereği olarak kültürün bütünlüğü içinde çeşitlenmeler, farklılaşmalar ve hatta zıtlıklar olması tabiîdir.
Said Nursî Batı medeniyetinin kötülüklerinin iyiliklerine galip geldiği görüşündedir. Avrupalıların bu görüşe katılıp katılmadığı meselesi ayrı bir konudur. Fakat bu meseleden bağımsız olarak onlar, Said Nursî’nin kötülük olarak gördüğü kültür unsurlarından bir kısmını kötülük olarak görmüyorlar. Öte yandan, kötülük olarak gördükleri kültür unsurlarının oluşumunu, bireylerin özgürlüğünü sınırlayarak engellemek istemiyorlar. Bunun yerine, yine Batı medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamının gereği olarak, o “kötülükler”i kişilerin kendi sorumluluğuna ve idrakine bırakmayı, onlara katlanmayı, onların etkilerini hafifletecek çareler bulmaya çalışmayı, bir aydınlanma ortamı hazırlayarak kişilerin bilinçli olarak fiillerini seçmelerini sağlamayı yeğ tutuyorlar.
Avrupa kültürlerindeki iyi taraflar da kötü taraflar da aynı inanç ve ahlâk nizamından kaynaklanıyor. Her çeşit Avrupa felsefesi de o medeniyetin inanç ve ahlâk nizamının düşünceye belli bir istikamet ve sınır tanımak istemeyen ruhundan kaynaklanmaktadır. Bu felsefelerin içinde samimî dindarane felsefeler ve insanlığı iyiliğe sevk etmek isteyen düşünce sistemleri de vardır. Bu itibarla, Said Nursî Kuran'la barışık felsefeyi mataryalist felsefe bir tutmamıştır. Bununla birlikte, Avrupa medeniyetini ve İslâm medeniyetini, dayandıkları esaslar bakımından mukayese ederken, inanç ve ahlâk nizamı ile ilgili hususlar üzerinde durmuştur. Ona göre, Batı medeniyeti, “kuvvet”i dayanak noktası kabul eder. Hedef olarak “menfaat”i bilir. Batı medeniyetinin hayat prensibi “cidal”dir. Bu medeniyet, toplumları birarada tutan bağ olarak ırkı ve menfi milliyeti görür. Bu medeniyetin gayesi, nefsanî hevesleri tatmin ve ihtiyaçları çoğaltmaktır. Kuvvetin gösterdiği yol, tecavüzdür. Menfaat, her arzuya kâfi gelmediğinden, onun gösterdiği yol, boğuşmaktır. Cidal prensibinin gösterdiği yol, çarpışmaktır. Başkasını yutarak beslenen ırk ve menfi milliyetin gösterdiği yol, tecavüzdür. Kur‘an’ın hikmeti ise, dayanak noktası olarak kuvvet yerine “hakk“ı kabul eder. Gayede, menfaat yerine “fazileti ve rıza-yı İlâhî”yi kabul eder. Hayatta, cidal yerine “yardımlaşma” prensibini esas tutar. Toplumu birarada tutan bağ olarak, ırk ve menfi milliyet yerine “din ve vatan” bağını gözetir. Kur’an hikmetinde gaye, nefsanî heveslerin meşru olmayan tecavüzlerine set çekmek, kişiyi ulvî emellere teşvik etmek ve insanı kemâle eriştirmektir. Hakkın gösterdiği yol, birleşmedir. Faziletin gösterdiği yol, dayanışmadır. Yardımlaşmanın gösterdiği yol, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin gösterdiği yol kardeşliktir. Benliği gemlemenin ve ruhu kemâle erdirmeye çalışmanın gösterdiği yol, dünya ve ahiret saadetidir.
Said Nursî pek çok yerde Batı medeniyetinden, “medeniyet,” “medeniyet-i hazıra” diye söz eder. Böylece, Avrupa medeniyetinin bugün medeniyet denince akla gelebilecek yegâne medeniyet olduğu, medeniyetin en ziyade ilerlemiş şekli olarak çağın medeniyetini temsil ettiği ve ondan başka medeniyetlerin değerine gölge düştüğü kanaatinde olduğu izlenimini verir. Bu kanaatin kendi samimi kanaati olmadığı, medeniyet-i hazıra ile Kur’an hikmeti arasında yaptığı mukayeseden bellidir. Öyle anlaşılıyor ki, bu terimlerle Nursî, yaygın kanaate tercüman olmakta, fakat gereken yerlerde medeniyet-i hazıranın aldatıcı ve aslında vahşî bir medeniyet olduğunu açıkça ifade ederek yaygın kanaatin yanlışlığını ve kendisinin başka türlü düşündüğünü göstermektedir.
Bu durum karşısında, İslâm ülkelerinin ve bu arada Türkiye’nin Batı medeniyetiyle ilişkilerinin ne olması gerektiğini mütalâa ederken, Said Nursî, kültürün bir inanç ve ahlâk nizamına bağlı olarak geliştiği görüşünde olduğunu zımnen ifade etmiştir. Onun gözlemlerine göre, şimdiye kadar Batı kültürlerinden hep kötü taraflar girmiştir. Oysa Batının bilimine ve fennine ihtiyaç vardır. Ona göre, kendi inanç ve ahlâk nizamımızın değerine şüphe ile bakılmaya başlandığı için, mukaddesatı feda etmek ve dinin bir kısmından vazgeçmek karşılığında bilim ve fen alınabileceği sanılmıştır. Fakat kültürümüze, içtimaî dokuyu zedeleyen medeniyet fantaziyeleri girmiş, gerçek anlamda bilim ve fen girmemiştir. Said Nursî’nin bu tespitinde şaşacak bir taraf yoktur. Çünkü medeniyet fantaziyeleri, toplumun inanç ve ahlâk nizamını gevşetmekle kolayca girebilir. Buna mukabil, insanların çok çalışmasını, hayatını vakfederek düşünmesini ve araştırmasını gerektiren bilim ve fen gibi ciddî faaliyetleri sürdürebilmek için bilakis, bir inanç ve ahlâk nizamının vereceği ruh ve enerjiye ihtiyaç vardır. Türkiye, kendi inanç ve ahlâk nizamının sarsılmasına göz yummuş, hatta o sarsıntıyı artıran icraat da yapmıştır. Öte yandan, Türkiye, Avrupa’nın inanç ve ahlâk nizamını kavramaktan uzaktır. Ayrıca, onun ne olduğunu tam mânâsıyla anlamış olsa bile onu edinmesi imkânsızdır. Çünkü o inanç ve ahlâk nizamı, tarihî süreç içinde bir sürü mücadeleler, içtimaî, iktisadî, felsefî, dinî boğuşmalar sonucunda, çeşitli kaynakların etkisiyle oluşmuş bir realitedir. Onun için Avrupa medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamı, bir kararla benimsenebilecek bir şey değildir. Birinci olarak, bize iyi ve kötü gelen sonuçları olsa da, insanın o inanç ve ahlâk nizamını ruhunda duyması gerekir. İkinci olarak, nizamın gereklerine göre fiillerini tabiî olarak şekillendirmesi için, müsait bir içtimaî yapının meydana gelmesi gerekir. Bu ruh ve içtimaî yapı olmadan, bilim ve fenni değerli görerek alma arzusu ancak yüzeysel taklitten ibaret faaliyetlerden ya da hazır nakledilen bilgiler ve ürünlerden başka bir şey doğurmaz.
Said Nursî, kültür ve medeniyet arasındaki bağı bilimsel bir teoriye göre tahlil etmemiş olsa bile, bu bağı sezerek yazmıştır. Türkiye’nin içine düştüğü cehalet, sefahet ve aczden kurtulması için Nursî’nin teklif ettiği yol, “mimsiz medeniyet” dediği Batı medeniyetine özenmeyi bırakarak, Kur’an medeniyetine yeniden dört elle ve sımsıkı sarılmaktır. Nursî şunları idrak ettirmek istiyor: bu milletin ruhunda ancak İslâmiyetin inanç ve ahlâk nizamı feyz kaynağı olabilir. Değerli işler yapma azmini verecek bu kaynağı ruhların derinliklerinden bilinç seviyesine çıkarmadıkça, yarım yamalak işlerle milletin enerjisi ısraf edilmiş olacaktır. Bu kaynağı ihmal ederek Batı medeniyetine özenmenin, o medeniyetin kültürlerindeki kötülükleri almaktan başka bir işe yaramadığını anlamaya iki yüzyıllık tecrübe kâfi gelmiyor mu? Madem ki Avrupa’nın ruhu sende yok, o halde kendi ruhunu kuvvetlendir; İslâmiyetin hikmetini anla. Allah’a kulluk etmek için ibadet et. Fakat ibadet etmekle kalma; Allah’ın verdiği aklı, Allah rızası için, hakikatı araştırma yolunda çalıştır; bulduğun hakikatları insanların hayrına kullan. Böylece Allah’ın öğütlediği istikamette adaleti daha iyi yerine getir; insanların işini kolaylaştır; fakire fukaraya ekmek kapısı aç; içtimaî tesanüdü kuvvetlendir; dünya nimetlerini ve ahiret saadetini elde etmek için azim ve gayretle çalışan insanların huzurlu toplumunu kur. Dünyadaki bütün insanlara da iyilikle ve adaletle yaklaş, onlara örnek ol. Böylece İslâm medeniyetini, bütün insanları imrendirecek evrensel boyutuyla sergile. Said Nursî’nin söylediği, öz olarak budur.
Demek oluyor ki, ancak bir medeniyetin inanç ve ahlâk nizamının telkin edebileceği ruh olmadan, bilim ve fen gibi derin faaliyetler başarılamaz. Batı medeniyetinin ruhu, bilim ve fenne de ahlâk düşkünlüklerine de, yüce duygulara da sefahete de yolu aynı derecede açıyor. Fakat o medeniyete mensup milletlerin, bilimde, fende ve iktisadî hayatta, teşkilâtta, siyasette, silâhlı güçte ilerlemeleri, onların ruhî ve içtimaî hayatındaki feci manzaraların üstünü örtüyor ve o milletler Batı medeniyeti çerçevesinde yola devam etmeyi hâlâ başarıyorlar. Bu daha ne kadar devam eder? Bu soruya cevap verilemez. Medeniyetlere ömür biçmek, bilim ve muhakeme işi değildir; kehânete girer. Bugünkü hayatımız bakımından önemli olan husus, Batı medeniyetinin yaşayan bir medeniyet olduğunu kabul etmek, onun niteliklerini bilmek ve onunla ilişkilerimizi iyi tayin etmektir.
Batı ile siyasî ve iktisadî ilişkiler kurabiliriz; kültür alışverişi de yapabiliriz. Fakat ilişkilerin ve alışverişin sağlıklı olması için meseleye kendi medeniyetimizin penceresinden bakmak lâzımdır. Milletin hayatı demek olan kültürde kötülüklerin önlenmesi ve iyiliklerin teşvik edilmesi isteniyorsa, İslâmiyetin inanç ve ahlâk nizamını etkili bir terbiye ile çocuklarımıza kazandırmalıyız. Said Nursî’nin gayesi, medeniyeti sarsılmış bir toplumda, Kur’an medeniyetini ruhlara yerleştirmek için bir terbiye çabasını başlatmaktan ibarettir. Medeniyetin en yüksek derecesi, ferdin ruhu açısından, Kur’an’ın telkin ettiği imana erişmek ve içtimaî hayat açısından, Kur’an’ın talim ettiği ahlâkı haiz olmaktır. Hakiki medeniyet, fert ve toplum dengesini, dünya ve ahiret dengesini, ruh ve madde dengesini, iman ve akıl dengesini, ubudiyet ve hürriyet dengesini, biyolojik ihtiyaçların tatmini ve ulvî niteliklerin kazanılması dengesini kurmuş olan İslâm medeniyetidir. Bu medeniyet, Allah’ın insanlara ihsan ettiği yaşanabilir bir hayat tarzıdır. Yaşanabilir olduğunu, “ben de sizin gibi bir insanım” diyen sevgili peygamberimiz Hazreti Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem kendi mübarek hayatıyla göstermiştir. İslâm medeniyeti, o mübarek hayatı şekillendiren ruhtur. İnsan ne kadar akıllı olursa olsun hayat, insanın kendi aklıyla çözümleyemeyeceği belirsizliklerle doludur. Allah, bu belirsizlikler ortasında yolunu şaşırmaması için insana Kur’an’la istikamet vermiştir. İman edenler için ne büyük bahtiyarlıktır ki Resul-ü ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, Kur’an’ın öğütlerine göre nasıl yaşanacağını apaçık bir örnek olarak kendi hayatıyla göstermiştir.
Sonradan işler iyi gitmemişse, Kur’an’ın gösterdiği istikametten sapıldığı ve âlemlere rahmet olan peygamberimiz Hazreti Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin hayat örneğinden uzaklaşıldığı içindir. İslâm ülkelerinin bugünkü haline işaret ederek İslâm medeniyetine gölge düşürme gayreti yanlış bir mantığa dayanıyor. İslâm ülkelerinin durumu, sadece, düşünceleri, duyguları ve fiilleriyle Müslümanların, İslâm medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamından ne kadar uzakta olduğunu gösterir. Bugün İslâm medeniyetini ihya davası, Müslümanların, İslâm medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamının bilincine varması ve kendilerini düzeltmesi davasıdır. İslâm medeniyeti, bir inanç ve ahlâk nizamı olarak diri ve tazedir. Bu müstesna medeniyet, bu ilk ve tek hakiki medeniyet, Allah’ın vahyettiği bu inanç ve ahlâk nizamı, bütün insanlar içindir. İslâmiyet hiçbir kavmin dini değildir; Allah’ın bütün insanlar için seçtiği dindir. Bu din, kendini ıslah etmek, dünya ve ahiret saadetini elde etmek isteyen herkesin muhtaç olduğu bir rahmet ve hikmet kaynağı olarak kıyamete kadar muhafaza olunacaktır. Onun koruyucusu Allah’tır. Öyleyse, İslâm‘da reform olmaz; gerekli olan şey, İslâm medeniyetinin esası olan inanç ve ahlâk nizamına göre, Müslümanların, kendi ruhlarında ve kendi hayatlarında yapacakları restorasyondur.
____________________
1 1934 yılında Boyabat'ta doğdu. İlk-orta-lise eğitimini İstanbul'da tamamladı. 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi. 1960 yılında Cambridge Üniversitesi Biyoloji Fakültesi Psikoloji Bölümünden mezun oldu. 1964 yılında doktor, 1978 yılında profesor oldu. Halen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi olarak görevini sürdürmektedir.
Eseleri
Psikolojinin Temel Mefhumları
Öğrenmede Dikkat Problemi
Hatırlama ve Tanıma Prosesleri
Mümtaz Turhan ve Batılılaşma Meselesi
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
KUR'ÂN VE BEDİÜZZAMAN
Prof. Dr. Ashrati Sulayman 1
Said..Manevî gücünü vahiyden alan insan..
Nursî'nin hayatı, devamlı Allahı tazim eden ve Kur'ân'ın ve kâinata yansıyan kâinat kitabının sırlarını keşfetmeye çalışan canlı bir hayat.
Her türlü sınırlamaya ve istibdadı uygulamaya meydan okuyan bu büyük ruh, kendisini yaradanla ve O'nun harikulâde azametiyle buluşturan bir tefekkür ve bir ibret sahnesi karşısında su gibi yumuşak bir ruhtur.
Ene/benlik ve Mahviyet Hali:
Said Nursî, nefsi terbiye etme, onu doğru yola sevk etme ve maddeden uzak ve Allah rızasına uygun bir hayat sürmeye zorlama alanında, kendisini ruhanî bir zümre içerisine sokan bir konuma eriştiğini anlamasına rağmen, gurur ve kibir anlamında bir şirke düşmekten uzak durmuş ve kendisine bu anlamda şahsî bir ayrıcalık ve görünmez bir varlık atfetmemiştir. Talebe ve yakınlarına kendisinin kerametlerle ilişkisi olmayan sade bir kişi olduğunu, Allah rızasını tahsil etmek için kendi çapında ibadet etmeye çalıştığını, keramet ve yüce haller adına kendisinde müşahede ettikleri şeylerin, Kur'ân'ın, kendi ruhuna bahşettiği ikramlar olduğunu hep ilan etmiştir.
Diğer taraftan, Said Nursî'nin, hiçbir zaman, Kur'ân âyetleri üzerinde düşünüp bir takım sonuçlara varma konusunda en ufak bir fütur göstermediğini görüyoruz, belki de, Nursî'nin kendisiyle övünç duyduğu yegane konu buydu.
Doğrusu, Bediüzzaman'ın disipline olmuş şuuru ile maddeden uzak olma halinin, Kur'ân'la ilgili olarak ulaştığı sonuçlar üzerinde etkili olmadıkları açık bir şekilde sezilmektedir. Zira ulaştığı bir takım Kur'ânî hakikat ve hükümlerle ilgili olarak, şahsının bir fonksiyonu olmadığını ifade ettiğini ve bu hakikatlerin, iman nurunun kalbine saldığı, oradan da diline yansıttığı esintiler olduğunu, bu konuda fazilet adına bir şey varsa, onun Allah Teâlâya ve Kur'ân'ın nuruna ait olduğunu vurgulamıştır.
Said Nursî, defalarca, kendisinin ümmî bir şahıs olduğunu, Kur'ân'dan elde ettiği hakikatlerin kendi şahsî semeresi olmadığını ve Allahın inayet ve tevfiki olmadan kendisinin bir şeyler ortaya koymasının mümkün olmadığını tasrih etmiştir. Onun için, Bediüzzaman'ın düşünceleri, keşif ve tecelli boyutu kazanmıştır. Çünkü, kendisi Kur'ân ve kâinat üzerinde tefekküre yöneldiği zaman, kendi maddî varlığından sıyrılmaktadır. Önüne çıkan her işaretin arka planında Allah rızası vardır.. Devamlı Kur'ânla iç içe olduğu için hep bu hali yaşamıştır. Kâinata yönelik bir tecelli ve sahneyi her tefekkür ettiğinde, Kur'ânî hakikatlerin zihninde temessül etmesinin asıl sebebi buydu.
İmani hakikatlerle iç içe olduğu her an kalbine manevî bir neşe doğdu. İlâhî tecelliler karşısında ruhu çabucak teyakkuza geçiyor, bu hali yaşarken, zihnî mana denizine dalıyor ve yakîn dairesi daha da genişliyordu. Bu da, tefekkür eylemine derunî bir boyut kazandırıyor ve bunun manevî-ruhî izlerini, Nursî'nin Risaleler'inde ve Kur'ân âyetlerini yorumlayan uygulamalarında, açık bir şekilde müşahede ediyoruz. Bununla, Said Nursî'nin, olağanüstü bir mücadele verdiğini, melekût âlemine girip rabbanî ilhama mazhar olduğunu ve attığı adımların o kaynak tarafından doğru bir yöne doğru yönlendirildiğini fark ediyoruz.
Zihnî Kıvam ve Yorum
Kur'ân âyetleriyle ve ondaki sırlarla iç içe yaşaması, tefekkür ortamında ruhunda yerleşen fikir boyutunu daha da derinleştiriyordu. Bu derinlik Nursî'nin hayatı boyunca devam etmiştir .. Seksen yaşını geçtiği dönemlerde dahi, Üstad, ister asıl uğraşı olan ders esnasında, isterse münzevî halde yaşadığı hayatı ile ilgili özel durumlarda, içinden geçen fikirleri ve kalbine doğan nefehâtı bizlere aktarmaya çalıştığını görüyoruz. Bunları bizlere naklederken, son derece isabetli bir zihin yapısı ve uyanık bir basiretle aktardığı, yaşlı olmanın bu manada olumsuz bir etki icra etmediği rahat bir şekilde müşahede edilmektedir.
Nursî, âbid ve zâhid noktasından hareketle, Kur'ân'la bir etkileşim kurmaya çalışmıştır, onun tefekkür faaliyetinin, ele aldığı konularda -bunlar ister hayata isterse akıl ötesi gayba dair olsun- zihnî kıvam ilkesini benimsemesini sağlayan da bu olmuştur. Bu sayede Nursî'de, hikmet-i Kur'âniyye, Müslümanların ulaşması gereken hayat tarzı ve onları çevreleyen kaba ve zor dünya şartları ile ilgili konularda tefekkür ve tedebbür ruhu uyandı. Kendisi, son zengin fikrî keşifleri yaşarken bunu yapmaya çalışıyordu. Bu alanda kullandığı yegane araç, tahlil, misallendirme, Kur'ân âyetlerinin sırlarını keşfetmek, ilâhî kudreti ispatlamak ve yakîn seviyesinde bir iman mertebesine ulaşmak için Kur'ân kitabı ile kâinat kitabı arasında ilişki kurmak olmuştur. Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v), O'nun ehli beyt'i ve sünnetinin takipçileri olan sâlih kimselerin hayat kesitlerini canlı tutmaya çalışmıştır. Bediüzzaman yürüttüğü irşad ve içinde bulunduğu zühd ve ibadet haline herhangi bir halel ârız olması durumunda, bu örnek şahsiyetler, onun gayretini kamçılamış ve tefekkür ameliyesinde onun hareket alanını belirlemiştir.
Ruhî Mücahede ve Bu Mücahedenin Medeniyet Boyutu
Sülûk ehli, riyazatlarında şahsî ganimetler amaçlayıp bunun için büyük sıkıntılara katlansalar da, Nursî'nin amaçladığı şahsî fayda, onlarınkinden çok daha geniş ve öte bir şeydi. Onun için, Nursî'nin süluku çok daha derin boyutluydu. Zira onun bizzat kendi şahsına uyguladığı riyâzat, kendini adadığı yüce misyonun bir parçasıydı ve bu anlamda nefsini tezkiye ameliyesi, bir vuslat lezzeti ve sekine (manevî huzur) atmosferini yakalama gayesine matuf değildi. Onun riyazat ve mücâhadesi, imanî arınmaya dayalı, kapsamlı ve ferdî temayüllerden uzak, âlemlerin Rabbinden başkasına boyun eğmeyen bir medeniyeti tesis etmeyi amaçlayan bir riyâzattı.
Böylece Said Nursî'nin amaçladığı ruhî/manevî arınma, herkesi içine alan medeniyet eksenli bir arınmadır; çünkü ümmeti ileri götürmek, fert ve topluluklarıyla iman yolunu takip etmeyi gerektiriyordu... Bu da hedeflenen medeniyeti yakalamak için, her ferdin, hak ve adalet ilkesiyle uyumlu idealist ve sâlih bir kıvamda olmasını gerektiriyordu. Dolayısıyla, Bediüzzaman'a göre varlık meselesi, insanın dünya hayatını, organik bir bağla ahirete bağlıyordu ve ahiretteki makamının yüksek olmasını arzulayan kişinin, dünyadaki konumunu yüceltmeye çalışması gerekiyordu. Bu da ilâhî emirlere uymak ve yasaklardan uzak durmakla mümkündü. Bir başka ifadeyle, bu, Allah Teâlâ'nın iman edip salih amel işleyenlere vadettiği ahireti kazanmak isteyenlerin safına iltihak olmakla mümkündü.
Nursî, Zamanının Gazzâlisi ve Hücceti
Takip ettiği şaşaalı hayatı, siyasî ve mezhebî intisabı, dışladığı uzlet eksenli metoda bakılırsa, Nursî'nin farklı bir tavır ortaya koyduğu açıkça anlaşılır. Zira fiilî tesirin ve yapıcı bir değişimin, toplumun içine girmek, tartışma/cedel ortamına dahil olmak ve dinî, fikrî ve mezhebî çeşitleriyle bütün mücadeleleri yapmakla gerçekleşeceği zihinlere yerleşmişti. Belki de böyle düşünenler, tarihten örnek vererek, hayattan el etek çeken, aktif görevlerini yapmaktan uzak duran, ümmete yönelik saldırıları püskürtmeye iştirak etmeyen, başka bir ifadeyle, ümmeti, içine düştüğü sıkıntılardan kurtarma noktasında sağlıklı bir yönlendirmede bulunamayan şahsiyetlerimizi ve ıslahatçılarımızı yermişlerdir.
Nursî'nin manevî üstadı olan Gazzâli'yi, özellikle kendisi gibi takva ve salâh ehlinin yapacağı davete ve genel seferberliğe daha çok ihtiyaç duyulduğu bir zaman diliminde, insanlardan ve hayattan uzak durması yadırgansa da, biz o imamın tercih ettiği ıslah metodunun doğru olduğuna inanıyoruz. Çünkü Gazzâli, İslâm ümmetini düşmanlarına karşı koymaktan alıkoyan ve onu pasifleştiren gerçekleri çok iyi tespit etmişti. Onun için, aydın ve alim bir Müslüman olarak Gazzâli, mevcut probleme ve hastalığa deva olacak bir reçete sunması gerekiyordu. Nitekim onun kaleme aldığı eserler, ümmeti, içine düştüğü uçurumdan kurtaracak en mükemmel bir reçete hükmündeydi.
Söz konusu teorik ilacın acil ve kalıcı etkileri bir tarafa bırakılırsa, şöyle bir gerçek karşımıza çıkmaktadır: Gazzâli'nin kaleme aldığı eserler hâlâ geçerli reçete özelliğini taşımakta ve bugüne kadar yakamızdan atamadığımız çöküş problemlerinin çoğuna karşı koymada onlardan yararlanma imkanı hâlâ mevcuttur.
Şurası da bir gerçektir ki, batı-Siyonist eksenli olan ve etrafa pislik saçan kültürün baskın gelip, sınır tanımayan teknolojinin her şeyi kendi kontrolüne aldığı günümüzde, Gazzâli'nin ortaya koyduğu gibi, manevî reçetenin önemini ve bütün alanlara teşmil edilmesini bir daha gündeme getirmektedir.
İşte, manevî reçetenin çok sayıda değişik alanlara tatbiki hususunda Nursî, Gazzâli'nin izinden gitmiştir; zira ikisi de, motive olmak ve en güzel şekilde konsantre olmak için uzlet/inziva hayatını tercih etmişlerdir. İkisi de, ümmetin ihtiyacı olan reçeteyi ve değişimi elde edebilmek için Kur'ân'ı rehber edinmişler.. İkisi de, zaman ve mekan boyutu genişletilmiş bir irşad ve tebliğ yolunu takip etmiş ve ortaya koydukları telif ve irşadlarla Kur'ân'ın öğretilerini kendi asırlarına canlı ve aktif bir şekilde taşımayı başamışlardır. Dini öğretileri hurafe ortamına düşmekten koruyan atılımlar da bunlardır. Zira dine yönelik harici etkilerin, her zaman aynı üslûpla ve monoton bir şekilde tedavi edilmesi, dini öğretileri hep söz konusu fasid daire içerisine düşürmüştür. Oysa aktif bir şekilde kullanıldığı zaman akıl tükenmeyen bir manevî güçtür..
Bediüzzaman, Gazzâli'yi, kendisi için bir üstad ve ıslah alanında bir önder kabul ediyordu. Bu, benzer bir deneyime ve bir akideye müntesip olmaları sebebiyle değil, aksine Gazzâli'nin, Nursî'yi selefi sâlihinden yüce şahsiyetlere bağlayan manevî bağın tesisinde önemli bir vasıta olmasından kaynaklanıyordu. Söz konusu yüce şahsiyetlerin başında Hz. Ali (r.a) vardı.
Gazzâli'nin fikri hayatı ve mirası, ruhî ve dünyevî deneyimi, tümüyle, Nursî'yi Hz. Ali (r.a)'deki örnek şahsiyete ve ondaki yüce hasletlere sevkediyordu. Onun için Nursî', üstadı Gazzâli ile manevî bağını açık bir şekilde ifade etmiş ve: "O, beni imam-ı Ali (r.a)'a bağlayan yegane üstadımdır" demiştir. Bediüzzaman bu itirafı açık bir şekilde ifade etmekle kalmamış, devamlı Gazzâli'den sitayişle bahsetmiş ve O'na olan intisabını her fırsatta vurgulamıştır.
Hatta talebelerine, Gazzâli'nin takip ettiği ıslah metodunun izinden gitmelerini tavsiye etmiştir. Bu da, Hüccetü'l-İslâm Gazzâli'nin benimsediği yüce prensipleri seslendirmek suretiyle yerine getirmeleri anlamına geliyordu. Bediüzzaman bu bağlamda şöyle der: "Risale-i Nur ve şakirtlerinin… bütün kuvvetleriyle (İmam-ı Gazâli’nin) takip ettiği mesleği ehl-i dalâletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir." 2
Gazzâli, dine daha aktif bir yorum getirmek ve şeriat ruhunu ihya etmek için Allah Teâlâ'nın her asır için gönderdiği manevî müceddidlerden kabul edildiğine göre, Bediüzzaman da, kendi kişiliğine yüklediği tecdid misyonunda, Üstad'ıyla aynı çizgiyi paylaşıyordu ve Üstadı'nın hedeflediği maksatların aynısını hedeflemekteydi. Aralarında fark gibi görünen hususlar herbirinin takip ettiği metod ve İslâmi öğretileri Müslümanlara ulaştırma noktasında Allah Teâlâ'nın onlara tanıdığı imkanla irtibatlıdır. Nursî'nin uzleti Kur'ânî hakikatleri çok aktif ve canlı bir şekilde tebliğ etmeyi, yani, talebe ve müritlerden hareketle irşad etme esasına dayanırken, Gazzâli'nin uzleti böyle bir aktif ortamdan mahrum kalmıştır; çünkü Gazzâli'nin içinde yaşadığı tarihi şartlar davetçiyi, medrese ve talebi (mürit) ortamında buluşturmaya müsait değildi. Bu Nursî'nin, bir slogan etrafında insanları bir araya getirme yoluna başvurduğu anlamına gelmemektedir; tam aksine Nursî, zekası, bilgisi ve direkt ikili ilişkinin bilgiyi aktarmadaki aktif rolüne olan inancı, manevî seferberlik ve aydınlatma eksenli programını çok sistemli ve son derece tedbirli bir şekilde uygulamaya sevk etmiştir. Bediüzzamanın, en verimli yıllarını sürgünlerde geçirmesinin sebebi de, onun bu usulüydü. Ancak o, ısrarla bu olumsuz şartları kendi lehine çekmeye çalıştı. İnsanlara ulaşmak için hapis ve sürgünlerde risaleler kaleme aldı ve maddî engelleri aşmayı başardı. Böylece düşünce ve fikirlerini aktif ve dinamik tutmayı becerdi. Bediüzzaman böylesine aktif bir metodu uygularken, tarihi deneyimlerden yararlanmış olmalı, özellikle İhvânu's-Safâ ekolünden ve o dönemde cereyan eden siyasî mücadelelerden yararlanmış olması muhtemeldir. Aynı şekilde, söz konusu ekolün tebliğ konusunda uyguladığı metot ve projelerden, o gün için geçerli olan yayın araçlarından ve direkt dinleyicilerle iletişimi sağlayan mescit ortamından yararlanmış olmalıdır.
Gazzâli ve Nursî, ruhî/manevî hakikatleri, tefekkürî bir akılla ve sağduyuyla ele almışlardır. Zira ikisi de Allah'a giden yolun, sadece belli bir sâlih amele hasredilemeyeceğini, yolun uzunluğu ve kısalığı konusunda farklı metotların olabileceğini ifade etmişlerdir. Şurası da bir gerçektir ki, her iki imamın hayatı birbirine çok yakındır ve onların birisinden bahseden, diğerini de anlatmış olur. Çünkü her ikisi, insanlığı aydınlatma ve manevî ve kültürel alanları birden çok alanda aktif kılacak bir atılım gerçekleştirme noktasında aynı çizgiyi paylaşmaktadırlar.
Çoklarının zihninde, Gazzâli'nin Haçlılara karşı, kılıcını kuşanıp maddî cihada çıkması gereken bir zamanda tasavvufa ve inziva hayatına yönelmiş olduğu şeklinde yanlış bir kanaat yerleşmiştir. Oysa gerçek şudur ki, Gazzâli'nin tevekkül, tasavvuf, helal rızk temin etmenin fazileti, maddî ve manevî cihad, iman, merhamet ve dayanışma ile ilgili kaleme aldığı eserler, ümmeti hak yola ulaştıracak prensipleri koymak suretiyle köklü bir yönlendirme vazifesini dirayetli bir şekilde yerine getirdiğini göstermektedir. Gazzâli'nin de tespit ettiği gibi, ümmetin, her şeyden önce manevî bir ıslaha ihtiyacı vardı, çünkü manevî silah ile donanmadan, maddeten fazla olmanın pek önemi yoktur. 3
Nursî'nin de, ümmetin önünü açma yolunda yaptığı bundan farklı bir şey değildi.
Ümmetin gerçeğine getirdiği köklü yaklaşımlardan, toplumun yapılanması için benimsediği barışçı metottan ve âlemlerin Rabbi'nin, ümmetin ve tüm insanlığın yararına adaleti gerçekleştirme ve iyiliği tebliğ etme misyonunu kendisine yüklediği Müslüman'ın mutluluğunu temin için benimsediği üslûptan hareketle, Nursî'yi, asrının hücceti kabul edebiliriz. Çünkü, Müslüman'a göre Rububiyet makamı, cins ayırımı yoluna gitmez ve tüm insanlar için geçerli olan yegane kriter, takva ve salih ameldir.
Hüccetü'l-İslâm Gazzâli, aynı anda iki vazifeyi yerine getirmeye çalışıyordu: Hem ümmete kaybettiği ümidi iade etmeye, hem de ona, insanın, iman esasına dayanan bir medeniyeti yakalayacağı ve yer yüzünde Allah Teâlâ'nın halifesi olma vasfını kazanacağı pratik bir projeyi çizmeye gayret ediyordu.
Onun için bizim, onun bize bıraktığı mirasın kıymetini bilmemiz ve eserlerinde hakim olan engin manevî şuuru takdir etmemiz gerekmektedir. İhya serisi, bütün insanlığı ilgilendiren bir pratik medeniyet ansiklopedisidir. Ümmetin çöküş aşamasında, Gazzâli'nin ona sunacağı en güzel şey bundan başka bir şey olamazdı.
Şüphesiz ki, yöneticilerin peşinden giden ve verdikleri kararları tezkiye eden kendi konumundaki alimlerin yüzlerinin güldüğü ve durumlarının iyi olduğu bir zaman diliminde, Gazzâli'nin, aktif hayattan neredeyse aniden çekilmesi, kokuşmuş ve çığırından çıkmış hayata karşı tavır koyma anlamına geliyordu. Onun için Gazzâli, keşmekeş ortamdan uzaklaşarak, münzevî bir ortamda düşünerek ve uygun vakitleri kollayarak kendi nefsini arındırma yoluna gitmiştir. Ancak bununla beraber, yazdıkları yazılarla ümmetin gerçeği ile olan organik bağını sürdürmeyi ihmal etmemiştir.
Böylece Nursî'nin uzlet hayatı, İslâmi öğretileri yeniden değerlendirmeyi amaçlayan bir uzletti ve ona göre ümmetin kurtuluşu ancak bununla mümkündü. Zira kendisi, bâtıla ve safsataya dayalı olarak örülen duvarların, İslâm ümmetini, gerçeği göremez hale getirdiğini düşünmüştür. Buradan hareketle Gazzâli, ümmeti yeniden kemaline iade edecek yegane şeyin, maddî ve manevî yapılanmayı yeniden tesis etmekten geçtiğini vurgulamaya çalışmıştır.
Bunlar, Gazzâli'nin deneyimi ile Nursî'nin mücadelesinin kesiştiği noktalardır. Zira Risale-i Nur da tecellilerle dolu manevî bir hazine ve bir irşad kaynağı olması sıfatıyla, Bediüzzaman, selefi olan Gazzâli'nin içinde bulunduğu olumsuz şartlara benzer şartların hüküm sürdüğü bir ortamda, ümmeti inhiraflardan kurtarmayı amaçlamış bir manevî akımdır.
Gazzâli, çöküşe karşı kalemle meydana inmiş ve güzel öğüt ve ruhî irşadı silah olarak kullanmışsa, Selahaddin el-Eyyûbi de ok ve kılıcını çekerek ve ümmeti aynı safta cihad meydanında birleştirerek düşmanlara karşı koymuş, zafer gerçekleştirmiş, Allah'ın dinini yüceltmiş ve gasp edilen hakları ümmete geri iade etmiştir.
Bediüzzaman Said Nursî'nin de cihad meydanına inmesi gerekiyordu. Ancak uzun bir zamandan beri ümmetin içine düştüğü zillet sebebiyle, maddî cihadın şartları hazır değildi. Zira söz konusu zilletten dolayı ümmet hassasiyetlerini kaybetmiş ve adeta bir çukurun içine gömülmüştü. Bu durum karşısında Bediüzzamana düşen, İslâm ümmetinin içinde bulunduğu ümmîlikle ve cehaletle mücadele etmek, birliğe ve beraberliğe gölge düşüren çözülmeleri bertaraf etmeye çalışmaktı. Zira batı ve Siyonist şer güçlerle işbirliği yapan, İslâma tuzak kuran ve alenen ona karşı olduğunu ortaya koyan düşmana karşı koymak gerekiyordu.
Said Nursî'nin, dahilde din düşmanlarına karşı mücadele etmesi ve söz konusu dahili düşmanların harici güçlerle olan bağlantılarını çözmeye çalışması gerekiyordu. Bu sorumluluktan hareketle, Said Nursî, hemen kendi ülkesindeki siyasî sistemin baskılarına karşı koymaya çalışmış ve başta hilafet makamı ve Türk milletini dinden soyutlama gibi ümmetin temel değerlerini tasfiye etmeyi amaçlayan dış entrikalara karşı koymaya çalıştı.
Said Nursî, prensip olarak siyasetten uzak durmaya çalışmasına rağmen, onun ıslah alanında ortaya koyduğu kahramanlık, meydanlarda koyulmuş bir kahramanlık gibidir ve bu kahramanlık, değişik franksiyonları olan şer güçlerine karşı yürütülen kahramanlıklarla eşdeğer bir şekilde değerlendirilmesi gereken bir kahramanlıktır.
Bediüzzaman, düşüncenin sakin ortamda yeşerdiğini anlamış ve genel hayattan uzak durmasını bununla açıklamaya çalışmıştır. Kendisi bulunduğu manevî karargahtan bâtıla savaş açmış ve bir çok kötülüğün önüne bu şekilde geçmeye çalışmıştır. İşte Bediüzzaman'a böyle bir hikmet çeşidi verilmiştir, kendisi bununla İslâmın sancağını yüceltmeye çalışmış, din ve fazilet düşmanlarına karşı en şedid ve çetin savunmayı bu kulvarda vermiştir.
Bediüzzaman'ın sabrı, tahammülü, basiretinin derinliği ve aklî aydınlatma metodu, onu Gazzâli'yle buluşturuyordu. Çünkü Gazzâli de, fani hayatın insanı çelen tuzaklarından uzaklaştıktan ve tebliğ vazifesinden hareketle hayatın eğri taraflarını ıslah etmeyi kararlaştırdıktan sonra, halktan uzak bir metotla hakka doğru süluk etmeye çalışmıştır,
Buradan hareketle, Nursî, Müslümana kendi manevî varlığını dengede tutacak ve onu peşpeşe gelen yok edici sarsıntılardan kurtaracak öğretileri Kur'ân-ı Kerim'den ve şer'i şeriften istinbat ederek, onları Müslümanların hizmetine sunmaya çalışmıştır. İşte bu noktada Bediüzzaman Risale-i Nur'da Gazzâli'ye göndermede bulunmuş ve O'nun manevî diriliş alanında ümmete sunduğu hizmeti itiraf etmekten çekinmemiştir. Böylece iki imam arasında kuvvetli bir bağ oluşmuş ve ikisi aynı amaca doğru yol almışlardır.
Diğer taraftan Said Nursî, Ali bin Ebi Talib, Hz. Hasan ve Hüseyin gibi pak ehl-i beyt imamların hayatlarında, Cüneydi Bağdâdî, Geylâni ve daha başka kutupların şahsiyetlerinde, insanlara ideal anlamda örnek teşkil edecek portreler bulmuş, onların manevî feyzinden iktibasta bulunmuş ve bir takım ölçüleri onlardan ilham alarak ortaya koyma yoluna gitmiştir.
Bütün bunlardan sonra Bediüzzaman Said Nursî için vahy-i ilâhî ile donatılmış ve insanlar için numune-i imtisal teşkil eden yegane şahsiyet Hz. Muhammed (s.a.v) dir, iman hakikatlerinin takririnde Hz. Peygamberin hayat kesitleri, Bediüzzaman için hep ilham kaynağı olmuştur. Hatta Bediüzzaman, Hz. Peygamber'in mucizeleri ile ilgili bol örnekler vermek suretiyle, materyalizmin ve ateizmin bütün değerleri yokettiği bir ortamda, dinin gaybi-manevî yönünü kalplerde perçinlemeyi hedeflemiştir.
Nursî İslâmın ve İnsanlığın Altın Halkalarından Bir Halkadır:
Bir başka açıdan Selahaddin el-Eyyûbinin tarihi portresi ile, kahramanlık boyutuyla Said Nursî'nin hayatı arasında bir benzerlik olduğunu ifade edebiliriz. Belki de bu bağlamda Gandi'nin kişiliği, söz konusu insanlar arasında Nursî'ye en çok benzeyen kişidir. Bu benzerlik sadece barışçı çizgi ve benimsenen insanî öğretlilerle sınırlı kalmayıp, görüş ve metodu da içine almaktadır. Doğu'nun ruhanîliği her ikisini aynı kulvarda buluşturmaktadır, Nursî'nin taşıdığı İslâm meşalesi, Gandi'nin ruhanî yönünü yücelten ve ona evrensel bir ruh katıp düşüncesini ebedîleştiren temel kaynaklardan biri idi.
Said Nursî'nin hayatı, devamlı hak ve hakikat uğrunda bir hicretti. Onun ıslah mücadelesi ilkeli ve ümmet düzeyinde kuşatıcı bir mücadele idi. İradi olarak insanlardan uzaklaşıp kendini Allah'a verme noktasında Nursî manevî kardeşi Afganî ile benzerlik arzetmektedir. Zira her ikisi de sayıları çok az olan himmet ehlinin tedirgin edildiği ve dışlandığı bir zaman diliminde İslâm ve Müslümanların sorunu için hayat sürmüşlerdir. İşte böyle bir zamanda onlar İslâmı savunarak apaçık bir şekilde ve ara vermeden İslâmı yok etmek üzere yola çıkan büyük tehlikelerden onu korumuşlardır. Gerçek şu ki, Nursî, bütün Müslümanların sorunu ile iç içe yaşamış ve talebeleri aracılığıyla ümmete manevî evlatlar yetiştirmiştir.
Zirvedeki Nursî
Nursî'nin kendini adadığı önceliklerden biri de küfre ve batıcılığa karşı koymak, İslâma karşı tavır alan Siyonist ve haçlı odaklardan yayılan ve İslâm düşüncesine sızan ilhadın ileri sürdüğü delilleri çürütmektir. İşte buradan hareketle, Said Nursî nebevî ve İslâmî kültür mirasını ihyâ etmeye çalışıyor ve küfür ve ilhad kültürüne karşı koyacak mucize ve kerâmet bâbından kesitleri diri tutmaya çalışıyordu.
Laik güçlerin, Osmanlı hilafet makamı başta olmak üzere maddî ve manevî değerleri yok etmek gayesiyle, elbirliğiyle uygulamaya sokmaya çalıştığı küfür ve materyalizm karşısında, Said Nursî gayba iman kılıcını çekiyordu. Zira Bediüzzaman Hz. Peygamber'in (s.a.v) mucizeleri ile sahabenin kerametlerini terviç ederek, Müslümanları tembelliğe hazırlayan şer ve ilhad ehlinin toplumda açtıkları gedikleri kapamaya çalışıyordu.
Hatta Bediüzzaman peygamber ve mübarek kimselerin faziletlerine dikkat çekmiş ve imani, bir maksat çerçevesinde onların faziletlerini bir kesit halinde arz etmeye çalışmıştır.
Küfür ve ilhad ateşinin her tarafı sardığı bir zaman diliminde, iman kültürünün kendini en etkili misal ve kesitlerle ilan etmesi, kelâmî cedelleri ve zamanı geçmiş taassubu aşarak, Allah'a iman bağının etrafında kuvvetli bir bağ kurması gerekiyordu. İşte bu bağlamda Said Nursî Risaleler'inde imani bir gayeye matuf olarak Hızır, İdris ve Hz. Mesih'in portrelerinden istifade etme yoluna gitmiştir.
Ama bütün bunlarda, İslâmın çöküş devirlerinde İslâm kültürüne genel anlamda yüklendiği gibi, hakikat dışı veya hurafeciliği terviç eden bilgilere yer vermediğini görüyoruz. Zira, söz konusu çöküş dönemlerinde, Allah Teâlâ'nın mucizeleri ve ibret delilleri, üstü kapalı bir şekilde, ümmeti uyuşukluğa sevk edecek ve hayatın kanunlarını/sünnetullahı devre dışı bırakacak hurafelere dönüştürülmüştü.
İşte Said Nursî, söz konusu mucizelerin insanları hayata sarılmaya sevk eden ve hayatı mâmur kılmaya teşvik eden bir yönü olduğunu vurgulamaya çalışmış ve sâlih kulların sıkıntılı bir konumdan, rahat bir konuma erişmelerini sağladığını ifade etmeye çalışmıştır.
İşte bu asrın başında radyo, sinema, tren, uçak... gibi meydana gelen teknolojik icatlara Said Nursî, bu noktadan yaklaşmaya çalışır. Nursî bu gelişmelere, Allah Teâlâ'nın tevfiki ve insana bahşettiği akıl ve basiret sayesinde meydane gelen gelişmeler olarak bakar. Zira ona göre bunlar, Allah'ın kudretini ortaya koyan delillerdir ve Allah Teâlâ'nın, insana bu dünyada verdiği halifelik misyonunu pekiştirmek yolunda, kâinatı insanın emrine verdiğinin bir işaretidir.
Said Nursî'nin Konuları Ele Alış Şekli Ve İçtihad Yönü
Said Nursî, Kur'ân-ı anlamada özel bir anlayışa sahipti ve bu anlayış, Bediüzzamanı, İslâmın kuşatıcılığı ve çerçeve hükümlerinin genişliğine ters düşmeyen içtihatlar ortaya koymasında daha yararlı kılıyordu. Bediüzzaman Said Nursî'nin, özellikle mülhid ve zındıklara karşı koyduğu bir ortamda, âyet ve hadisleri okuyup yorumlaması ve onları irşad eksenli çerçevede tevcih etmesi, İslâmın içtihat yönü üzerinde vurgu yapmasını neticelendirmiştir. 4
Bunun yanında Bediüzzaman, direkt Kur'ân-ı Kerim'e müracaat etmede, ana kaynağa sarılmada, pratik fayda görüyordu, bu bağlamda Bediüzzaman şöyle der: "Risale-i Nur Kurân-ı Mu’cizü’l-Beyandan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zatların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünkü umum onların mercileri ve menbâları ve üstadları olan Kurân, Risale-i Nur’a tam mükemmel bir üstad olmuştur." 5
Nurisnin Birtakım Yanlış Anlamaları Tashih Etmesi
Said Nursî, çetrefilli ve teslimiyete yanışmayan mülhid insanın önünü daha da tıkayan konuları masaya yatırmada, çok cesur birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu da soyut konuları işlemek ve onlara yorum getirmek suretiyle ortaya koyuyordu. Bunu yaparken de, bizzat İslâmın ana kaynaklarını esas alıyor, yanlış anlaşılmaları tashih ediyor, okuyucuyu veya soru soran kişiyi tatmin edecek, ruhunu ferahlatıp ufkunu açacak seviyeli cevaplar veriyordu. Böylece, tecdid üslûbunu ortaya koyacak sonuçlar ortaya koymuş, misyonu olan yüce değerleri yüceltme vazifesini yerine getirmiş ve ümmetin içine düştüğü hurafe eksenli sığ ve cılız düşünce yapısını bertaraf etmiş oluyordu.
İsrâiliyyâta dayalı yaklaşım ile bu yaklaşımın İslâm düşüncesine soktuğu hurafî yapı, İslâmın duru mirasını uzun bir süre etkilemiş ve özellikle gayb alanında özde yer alan birçok esasta büyük yaralar açmıştır ki, bu tür yanlışlıkların tashihini İslâm alimlerinin sorumluluğuna havale edilmiş oluyordu.
İşte bu çerçevede Said Nursî, büyük bir gayret ortaya koyarak, ilmî gelişmeleri yeniden sorgulamaya çalıştığı ve etrafında birçok istifhamlar ortaya koyduğu meseleleri çözmeye çalışmıştır. Bu durum Said Nursî'nin, Risaleler'inde, bu türden muğlak olan birçok probleme cevap vermek ve askıda kalan bir takım sorulara ölçülü yaklaşımlar getirmek için özel başlıklar atmaya sevk etmiştir. Buradan hareketle, Said Nursî, gaybî hüviyetinden dolayı muğlak kalan, yüzden fazla meseleye açıklık getirmeye çalıştığını açık bir şekilde ifade etmiştir. Bu bağlamda şöyle der:"Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’âniyenin muammâlarını hal ve keşfetmiştir." 6 Bu çerçevede Said Nursî, İslâm kültüründe temel problemleri ele almaktan uzak durmamıştır. Muhkem ve müteşâbih meselesi, Said Nursî'nin Risale-i Nur'da değindiği ve etrafında sağlıklı görüş ortaya koyduğu meselelerden birisidir. Kendisi bu bağlamda getirdiği yorumlarla, hasta akılların İslâma nisbet ettiği ve dolayısıyla Kur'ân'ın i'câzına saldırıda bulunulduğu fikirlerden, Kur'ân'ın mâsum olduğunu vurgulamıştır. Bediüzzaman Said Nursî, Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadisi şeriflerinde, az da olsa, manaları kolay bir şekilde anlaşılmayacak hadislerin olduğunu ve bunların müteşâbih çerçevede değerlendirilebileceğini ifade etmiş ve Kur'ân'da birtakım âyetlerde olduğu gibi, bazı hadislerin köküne ancak tevil yoluyla ulaşılabileceğini ifade etmiştir. Ona göre Allah Teâlâ, müteşâbihlerden hareketle, kullarının daha fazla akıl yormasını ve bir takım metinler üzerinde fikrî faaliyete geçmelerini murad etmiştir. Zira bu müteşâbih naslarla akıllara, kendi kapasiteleri oranında düşünme imkanını vermiştir.
Dolayısıyla müteşâbih, i'câz vecihlerinden bir vecih olup, insanın aklını daha geniş ve daha aktif bir seviyeye sevk etmektedir.
İşte buradan hareketle, müteşâbihin edebî bir yönü olduğunu ve onun sayesinde insan ruhunun bir haz ve fayda elde ettiği sonucunu çıkarmış bulunuyoruz. Said Nursî bu bağlamda şöyle der: "Sa’b olan bir kelâmın, ığlak ve işkâli, ya lâfız ve üslûbun perişanlığından neş’et eder-bu kısım Kur’ân-ı Vâzıhü’l-Beyâna yanaşmamıştır. Veyahut mânânın dakik, derin veyahut kıymettar veyahut gayr-ı me’lûf, gayr-ı mebzul olduğundan, güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister. Müşkilât-ı Kur’âniye bu kısımdandır." 7
Said Nursî'nin, Kur'ân ve hadisle iç içe ve onlara yüce bir değer atfetmesinde şaşılacak bir şey yoktur ve bu büyük bir gayret gerektiren bir iştir. Onun için Bediüzzaman Said Nursî, hayatı boyunca nasları aydınlatmaya gayret etmiştir, zira bu misyonda bir hizmet ve ibadet görmüştür.
Bu bağlamda Bediüzzaman şöyle der: “Fahr olmasın, zaman-ı sabâvetimden beri üssü'l-esas-ı meslekim, ifrat ve tefritle hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizle-mek ve o elmas gibi hakikatlerine saykal vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, pek çok vukuatıyla şehadet eder.” 8
Kur'ân İ'câzının Hususiyetleri:
Şüphesiz ki, Kur'ân-ı Kerim'i diğer kitaplardan ayıran en önemli özellik, Kur'ân'ın kendine has bir üslûba sahip olmasıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim söz ile ilgili bütün örfleri bir kenara bırakmış ve direktiflerini dolaysız bir şekilde ifade etmiştir. O, Hz. Peygamberin ve Müslümanların kalbine iniyor, onlara doğru yolu bulacakları ve yakîne ulaşacakları öğretileri telkin ediyordu.
Yine Kur'ân-ı Kerim dua ve yalvarma şeklinde iniyor ve Fatiha sûresinde olduğu gibi, Müslüman, Allah'ın varlığını, O'na olan kulluğunu ifade etmek için, hem dua hem de münacatta bu âyetleri okuyordu. Böylece kul, Rabbine olan hamdini her namazda bu duayla ifade etmiş oluyor ve bütün cevarihi, okunan Kur'ân'a, sanki kendisi ortaya koymuş gibi bağlanıyordu. Bu şekliyle hitap, çoğul kipiyle (biz) kul tarafından seslendirilmektedir; dolayısıyla, bu hitap, mü'minler tarafından Allah'a tevcih edilen bir hitaptır. Ancak hitap, gerçekte Allah Teâlâ'nın sözü olup olağanüstü bir şekilde indirilmiştir. Bu kelâm Allah'ın huzurunda, arada hiçbir vasıta olmadan mü'min tarafından seslendirilmekte, kulun Allah Teâlâ'ya karşı hamdi, tazimi ve münacatı onunla mümkün olmaktadır. Dolayısıyla, Fatiha sûresi, Allah Teâlâ tarafından, Müslüman için hazırlanmış ve devamlı okunmak ve kalbe şifa sunmak üzere okunması emredilmiş bir hitaptır. 9
Bunun yanısıra, Kur'ân üslûbu, adeta birbiriyle yarışacak şekilde bir çeşitlilik arzetmektedir ki, i'câz alimleri bunu "Kur'ân nazmının mükemmelliği" şeklinde ifade etmişlerdir. Kur'ân hangi konuyu işlerse işlesin, onun ifade gücü ve dokusu hep aynıdır. Sonra, her zaman hareketli ve her zaman taze bir hitaptır; birden çok boyuta dikkat çekmesi ve birden çok mekanda hazır olması, onun canlılığını ve aktivitesini zayıflatmamaktadır. Diğer taraftan onun beyânî ismeti, hem muhteva hem de sanat yönü itibariyle hep aynı seviyeyi muhafaza etmiştir. Değişik konu ve meseleleri son derece beliğ ve edebî sanatlar çerçevesinde ele alması, onun anlatım düzeyinde hiçbir değişiklik yaratmamıştır; O, hem konuşan hem de konuşturan, hem haber veren hem de haberleri değerlendiren bir üslûba sahiptir; bazen gayb âlemini somut bir şekilde gözler önüne sererken, bazen de somut şehadet âlemini gizler ve görünmeyen âleme havale eder. Delili cedel ve keskin münazaralarla ortaya koyar. İbret ve ders alınacak hususları, mesel ve işaret yoluyla serdeder. Bu bağlamda Kur'ânî hitap, hikmetini, eşya âlemine yansıtmış ve onları âdeta konuşturarak canlılar safına katmıştır. O âlemdeki nesneler, bu sayede konuşan ve meramını anlatan, hareket edip hayat sahnesindeki rolünü icra eden varlıklar halinde tasvir edilmişlerdir. Bu özellikleriyle bu nesneler, üzerinde tefekkür edilmesi gereken nesneler olarak yansıtılmışlardır. Onun için eşya âleminin, insanın ibret alacağı bir alan olması, Kur'ân kıssalarına konu olması ve bir ibret vesilesi olmasında şaşılacak bir şey yoktur.
Saykalü'l-İslâm Adlı Eserinden Hareketle Bediüzzaman'ın Kur'ân Üslûbuna Yaklaşımı
Kur'ân-ı Kerim en mükemmel dil ve üslûp üzere indiğine göre, onun satır aralarında ve işaretlerinde, aklın yakalayamadığı gerçekler olabilir, ve bu da Kur'ân'ın i'câz vecihlerinden biridir. Zira Kur'ân, ilâhî bir maksada bağlı olarak, geneli itibariyle muhkem/tam anlaşılabilir, ancak aynı zamanda bir takım işaretleri içeren müteşâbih/kolay anlaşılamayan bir üslûpla indirilmiştir. Said Nursî bu bağlamda şöyle der: "Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın esas-ı İ’câzının en mühimlerinden, belâgatinden sonra îcazıdır. Îcaz, İ’câz-ı Kur’ân’nın en metin ve en mühim bir esasıdır. Kur’ân-ı Hakîmde şu mucizâne îcaz o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tetkik, karşısında hayrettedirler." 10
Arapların ölçülerine göre, i'câz, belagatın tâ kendisidir; Arap dili, edebî bir dil olması itibariyle i'câzı temin eden bütün formları kullanmaktan geri kalmamıştır. Onun için, maksadı en az kelime ve lafızlarla anlatma, Arap dilinin temel özelliği haline gelmiştir. Dilin bu özelliği, Arapların hayat, düşünce ve ruhları üzerinde de etkisini göstermiş ve hayatları, her şeyde ölçülü davranmayı neticelendiren prensipleri içermiştir. İşlerinde, davranışlarında ve sözlerinde iktisatlı/ölçülü davranmayı prensip edinmişlerdir. Belki de çöl(sahra) hayatı, insana, harcamada ölçülü olmayı ve eşyayı iktisatlı bir şekilde tüketmeyi telkin eder. İşte bu sebeple, belagatları icâzla dolup taşması ve kelâmda gereksiz uzatmalara yer vermemesiyle, bu özelliği söz sanatına taşımışlardır. Bunu da, sözü hantallıktan kurtarmak ve gereksiz uzatmalardan uzak durmak gayesiyle yapmışlardır. Mecaz, İ'câzı en yüksek noktada temsil eden ve ulaştırılmak istenen mesajı muhataba en yoğun bir şekilde arz eden bir ifade şekli olunca, Arabın belagatının merkez noktasında yer almış ve söz silahına sarılmak istedikleri anda, bu sanat edebiyatlarının belkemiği olmuştur.
Bundan dolayı, şiir, onların en ideal söz alanları olmuştur; çünkü bu söz sanatı, kendilerine güzel ve seviyeli söz icra etme imkanını vermiştir.
Kur'ân-ı Kerim muciz bir kelâm olarak indirilmiştir. Son derece muhkem bir fesahat ve mükemmel bir mazmı üslûbunda barındıran Kur'ân, Arapların alışageldiği üslûbun dışında, şiir ve hutbelerini seslendirdikleri tarzın dışında bir üslûpla varid olmuştur. Zira Kur'ân üslûbu, hayat ve hayat ötesi konulara değinmiş, dinî, ırkî ve kültürel anlamda bir ayırımcılığa meydan vermeyen kâinat düzenine davet eden konuları işlemiş, bütün varlıklar arasında en mükemmel ve en sağlıklı birlikteliği meydana getirecek ilke ve prensiplere vurgu yapmış, insanın değerini yüceltmiş, kul ile Rabbi arasında manevî bir bağlantı sağlayarak insanın bekasını temin etmiş ve bunları ortaya koyarken sadece takvayı ölçü almış, insanın aklî melekelerini harekete geçirecek ve bütün şartları kendi lehine hazırlanmış kâinatın faydalı bir hale getirilmesi için teşvikte bulunmuştur.
Kur'ân-ı Kerim, Arapların kullandığı dili ve onların belagatlarını üst seviyede temsil eden i'câz yönünü aynen benimsemiştir; ancak Kur'ân bu dili kullanırken onların dil ve metotlarını tamamen taklid etmemiş, tam aksine kendine has bir üslûbu ortaya koyarken, onlardan aldığı kelimelere Kur'ânî bir mana yüklemiştir. Bu özelliği ile Kur'ân-ı Kerim kendine has ve baskın bir üslûp vücuda getirmiştir; zira Arap belagatı Kur'ân metninden ileri düzeyde bir üslûbu kazanmış ve zihnî anlamda onların ufuklarını açmıştır. Özellikle tedebbür, tefekkür, kâinata, insana, hayata ve hayat ötesine bakış konularında köklü açılımlar getirmiştir 11
Şurası bir gerçektir ki, Kur'ân üslûbu Arap belâgatına işlerlik kazandırmış ve seviyeli bir noktaya ulaşmasına zemin hazırlamıştır. Onun için, Kur'ân'ın nüzulünden sonra manzum şiir büyük bir açılım kaydetmiş, fikrî tahlil boyutu kazanmıştır ve tarihî, sosyal konuları işleyen yeni ilmî ve edebî türlerin yeşermesinde büyük bir rol oynamıştır. Kur'ân-ı Kerim sayesinde, belli alanlara münhasır olan şiir, sınırını aşıp yeni üslûpların meydana gelmesine imkan vermiş ve söz sanatlarına yeni boyutlar getirmiştir. Çünkü Arap dili yüksek bir anlatımı içerisinde barındıran semavî bir kaynaktan gıdalanmıştır. Zira Kur'ân âyetleri, sadece kendisini şiirde ifade eden ve sırf söylenmek ve terennüm edilmek üzere kalıba dökülen söz sanatını bir adım aşmış ve tefekküre yeni bir boyut getirecek yazılı metinlere geçişi temin etmiştir. 12
Said Nursî i'câz olgusu üzerinde derin düşünmüş ve onu değişik boyutlardan ele almıştır; hatta ifade özelliğini en üst temsil eden Kur'ânın eşsiz nazmı onu büyülemiştir.
Kur'ân-ı Kerim'deki beyani i'câz değişik suretlerde tecelli etmiştir; gâib'den hâzır'a, hâzır'dan da gâib kipe iltifât etmesi/yönelmesi bunlardan sadece bir tanesidir. Arapça her ne kadar bu üslûbu daha önce tanımışsa da, Kur'ân-ı Kerim bunu ustaca kullanmış ve Kur'ânî beyanın ayrılmaz bir vasfı haline gelmiştir. Aynı şekilde, Kur'ân-ı Kerim ızmâr, iktidâ, tazmîn gibi esaslara dayalı olan ve sözü, zihnî karineye bina eden ictizâ üslûbunu da kullanmıştır. Bütün bu üslûplar muhatabın zeka ve akıl melekesine dayandırılan üslûplardır, onun için ictizâ sanatı, Kur'ânî beyanın gücünü ortaya koyan bir sanat kabul edilmiştir. Kur'ân üslûbunun özelliklerinden birisi de, uzun intikallerde bulunması ve bir maksattan diğerine geçişe muktedir olmasıdır. Said Nursî'nin hazif belagatı dediği sanat da budur. 13
Zira, bu yerlerdeki âyet-i kerimelerde Kur'ân üslûbu, zaman ve mekan boyutunu aşmakta ve ifade etmek istediği maksadı mükemmel bir edebî üslûp içerisinde yöneltmektedir. Bu üslûp mana fezasında gezinip dilediği sahne ve portreyi gözlemleyen bir üslûptur; bu üslûp, muhataba vermek istediği mesajı en mükemmel bir üslûp içerisinde takdim etmekte ve rabbanî irşadı, insanın hiç alışmadığı eşsiz bir bütünlük içerisinde arz etmektedir.
Kur'ânın beyani i'câzı, Kur'ân âyetlerinin dolu olduğu kabz ve bast olgusunda, özellikle tekrar üslûbuyla icmâl ve tafsîl pasajlarında kendini gösterir. Kur'ân İ'câzı aynı zamanda âyet sonları dediğimiz fâsılalar ve bunların değişik seslerle seslendirilmesi boyutunda kendini ortaya koymaktadır ki, bu olgu, Kur'ân'a, yapmacıklıktan uzak bir nağme ve terennüm kazandırmaktadır. Kur'ân lafzına ait seslerin ses sisteminde değişikliklerle gerçekleşen bu olgu, özellikle fâsılalarda, med-cezire benzeyen bir hareketi andırmaktadır. Bunun yanı sıra, bu olgu, kelimeler üzerindeki vurguyu düzenlemekte ve âyeti oluşturan kelimeler arasında bir ses düzeni oluşturmaktadır. Aynı zamanda bu ses düzeni, âyetin işlediği edebî kullanımlara hizmet edecek bir işlev görmektedir. Bu bağlamda Nursî şöyle der: "Kur’ân’ın has, fıtrî, mümtaz olan kafiyelerinde, nazım ve mezâyâsında bir nevi i’câzı var ki, hakikî ciddiyeti ve tam huzuru muhafaza eder, ihlâl etmez." 14
Said Nursî, Risaleler'inde vurguladığı gibi, Kur'ân-ı Kerim'den kırk'a yakın i'câz vechi tespit etmiş ve bunların değişik beyânî seviyelerde ve Kur'ânın tanzimî, fikrî, teşriî, va'zî ve müstakbele yönelik konularına eşit bir şekilde dağıldığını ifade etmiştir.
Aynı şekilde, Bediüzzaman, Risaleler'inin değişik yerlerinde i'câz vecihlerini belli başlıklarda toplar ve onları belli kaynaklardan gelen ve sonra da değişik kısımlara dağılan vecihler olarak görür. Kur'ân i'câzına yönelik özet bir bilgi verirken bu kaynakları sayar ve şöyle der: "İ’câz-I Kur’ânî yedi menâbi-i külliyeden tecellî, hem yedi anâsırdan terekküp eder.
Birinci Menba: Lâfzın fesâhatinden selâset-i lisânı, nazmın cezaletinden, mânâ belâgatinden, mefhumların bedâatinden, mazmunların beraatinden, üslûpların garabetinden birden tevellüt eden bârika-i beyanı…
İkinci Menba: Gaybî umurun semâvî lisan ile haber verilmesi…
Üçüncü Menba: Beş cihetle harika bir câmiiyet vardır: Lâfzında, mânâsında ahkâmda hem ilminde, makasıdın mizanı…
Dördüncü Menba: Her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istidat, rütbe-i kabiliyet nispetinde ediyor bir ifaza-i nuranî…
Beşinci Menba: Nakil ve hikâyâtında, ihbar-ı sadıkada, esasî noktalardan hazır müşahit gibi üslûb-u bedî-i pür-maânî naklederek beşeri onunla ikaz eder.
Altıncı Menba: Mutazammın ve müessis olmuş din-i İslâma. İslâmiyet misline ne mazi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekânı.
Yedinci Menba: Şu altı menbadan çıkan envâr-ı sitte, birden eder imtizaç. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vasıta-i nuranî, şundan çıkan bir zevktir." 16
Bu tespitten sonra Said Nursî, İ'caz olgusuna yönelik gözlemlerini, Kur'ân’ın kendine has bir eğilime sahip olduğunu ve nefsî ve öznel boyuttan uzak olduğuna dikkat çekmekle noktalar. Zira, Kur'ânın ilâhî ve yüce bir söz olması, şahsî ve öznel özelliklerin kendisinden uzak olmasını gerektirmektedir. Çünkü, Kur'ân-ı Kerim beşerî bir aklın ürünü olsaydı, mutlaka nefsî temayüllere kurban olur ve kendini ifadeye yansıtmaktan uzak duramazdı. Bu bağlamda Nursî şöyle der: "Kur’ân’da bir hassa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûp, âyine-i insanî." 17
Buradan hareketle Kur'ân'a göndermede bulunan edebî nassın duygu yönüyle, insanı basit maddeye ve onun kesafetine ulaştıran metnin duyguları arasında farklılıklar ortaya çıktığı anlaşılır. Zira, maddeye ulaştıran nassın, hem gerçeklerin yanı sıra, vahşi ve tabiattan gelen ferdî temayüllere, bir başka ifadeyle vahiy ahlâkının törpülemediği hayvani duygularla iç içe olmasından kaynaklanmaktadır.
İşte bu bağlamda Said Nursî batı edebiyatı ile Kur'ân edebiyatını mukayese eder ve Kur'ânın bakış açısının yüceliğini ortaya koyup, batının edebiyat bakış açısının ayaklar altındaki konumuna dikkat çeker. Zira ona göre edebiyat, şehvetleri ateşler ve ruhun hastalıklarını müzminleştirir. Oysa Kur'ân edebiyatı, insanın duygularını yüceltir ve onları bir dengeye oturtur. Çünkü O, kâinata tabiat penceresinden bakmaz, aksine, akıllarda şaşkınlık yaratmadan, onu ilâhî bir sanat, rahmânî bir tecelli olarak anar.
Hem Kur'ân ve hem batı edebiyatı insanın duygularını harekete geçirip onu etkisi altına alıyor ve hüzün ve teessür izleri bırakıyorsa, batı edebiyatının tesiri ve neticesi, Bediüzzaman'ın ifade ettiği gibi, tamamen hüzün ve tasadan ibarettir; bu da romantizmden kaynaklanan bir psikolojik kederden veya ruhun derinliklerinde veya şuur altında bulunan mâtem kalıntılarından neşet etmiş olabilir, veyahut bunun sebebi, insanın bu âlemden sonra yeni bir hayat süreceğine ve varlığını o şekilde devam ettireceğine inanmayan varoluşçu ve ateist edebiyatların etkisinde kalmış olmasıdır. Onun için batı edebiyatına ait çok sayıda eser, çizdiği dar ufuk ve hiçbir mesnedi olmayan çirkin insan portrelerini yansıtması sebebiyle, okuyucu üzerinde menfî tesirler yaratmakta, hatta onu tahrip ve helak etmektedir. Oysa Kur'ân eksenli edebiyatın okuyucusu, ayağını, hayatla ünsiyetini perçinleyecek, bekasını pekiştirecek ve tabiatla arasındaki irtibatı sağlayıp onu, Allah Teâlâ'nın kullarına bahşettiği bir nimet şeklinde ortaya koyacak manevî temellere basar. Söz konusu irtibat, insanın kalbinden her türlü uydurma putperestçiliği, ilâh edinmeyi ve ilmî sapmayı insanın kalbinden söküp atmaktadır. Kur'ân okuyucusuna göre tabiat sadece tecellilerden ibarettir, insan varlığı konusunda kendisine başvurulacak bir merci değildir. 18
Mesajı muhataba aktarma noktasında ise Kur'ân, Nursîye göre, muhataplardan hiçbir grubu ihmal etmeyecek şekilde eşit bir tebliğ pedegojisini uygulamıştır. Bu da Kur'ânın i'câz özelliklerinden birisidir. Kur'ân, bütün sosyal tabakaları irşad eden bir Kitap olması hasebiyle, onun irşad üslûbu, insanların genel kabulleriyle çatışmayan bir üslûbu esas alır. İhtiyaç olmadığı durumlarda, onların benimsediği prensiplere müdahale etmez ve aslî vazifelerinde değişiklik yoluna gitmez. 19
Bu bağlamda Bediüzzaman şöyle der: "Kur’ân-ı Hakîmin her tabakaya karşı bir nevi i’câzı vardır ve bir tarzda i’câzının vücudunu ihsas eder." 20 Yine şöyle der: "Ehl-i marifet bir velînin fehmettiği i’câz ile, ehl-i aşk bir velînin müşahede ettiği cemâl-i i’câz bir olmadığı gibi, muhtelif meşâribe göre cemâl-i i’câzın cilveleri değişir. Bir ilm-i usûliddin allâmesinin ve bir imamının gördüğü veçh-i i’câz ile füruat-ı şeriattaki bir müçtehidin gördüğü veçh-i i’câz bir değil, ve hâkezâ…" 21
Kur'ân üslûbunun kendine has bir asâleti ve mahiyeti olması hasebiyle, Kur'ânî beyanı tercüme gayretleri abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bu anlamda Bediüzzaman şöyle der: "Elfâz-ı Kur’âniye ve tesbihât-ı Nebeviyenin lâfızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir; belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler, mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez." 22"Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meâl nerede; hayattar, çok cihetlerle teşa’ub etmiş âyâtın hakikî mânâları nerede." 23
Özellikle akide ile ilgili olan manevî esasların değişmesine karşı tavır alan ve tıpkı ezan, tesbih ve namazların edâ edildiği gibi, bu esasların, aslî hüviyetleriyle muhafaza edilmeleri gerektiğini savunan üslûp Bediuzzman'ın ifadelerinde rahat bir şekilde gözlenmektedir. Onun için Said Nursî, Türk toplumu, kendini asâletinden soyutlamaya çalışan, manevî değerlere hücum eden ve temelden yok etmek gayesiyle onlara milliyetçilik damgası vurmaya çalışan Türkleştirme akımına karşı çıkmıştır.
Şurası bir gerçektir ki, tüm İslâm ümmetinin içinde bulunduğu sapmalara yönelik açıkça kınayıcı tavırlar, idareciler tarafından değişik sloganlarla seslendirilen ve kışkırtma gayretleri çerçevesinde ortaya konan, kötü niyet ve hilelerden mâsun olmayan girişimler, Nursî'nin kaleme aldığı ve seslendirmeye çalıştığı fikirlerin özünde mevcuttu. Çünkü sağ görüşlülük, davetçinin bir gözünü, ümmetin içinde bulunduğu duruma çevirip onları uyanmaya ve dirilişe davet etmeye sevk ederken; diğer gözünü de, İslâm düşmanlarının ve şer odaklarının, ümmetin dirilmemesi ve ölü kalması için, İslâm ve Müslümanların önüne koymaya çalıştıkları engellere yönlendiriyordu.
Said Nursî düşüncesi, ümmetin sapık evlatları tarafından uygulamaya konan şer planlara karşı hararetli bir şekilde ve zamanında karşı koymuş, karanlık bir gecenin ardından ümmetin uğradığı geri kalmış ve çökmüş halini tespit etmiş ve her iki gerçek karşısında, ümmeti, içinde bulunduğu kötü pozisyondan kurtarmak ve onu en ucuz ve zararsız yoldan sağlıklı ve doğru yola iletmek noktasında büyük bir gayret ortaya koymuştur.
Kaynaklar:
-Kur'ân-ı Kerim
-Risale-i Nur Külliyâtı: Sözler, Mektûbât, Lemalar, Şualar, Lâhikalar, Saykalü'l-İslâm; bu eserlerin tümü, İhsan Kasım es-Sâlihî'nin tercümesi ve Sözler Yayınları(Kahire-1992) basımıdır.
- Orhan Muhammed Ali, Said Nursî: Racülü'l-Kader fi Hayâti'l-Ümme, Nesil Yayınları, 1995, İstanbul.
-Ebu Hâmid el-Gazzalî, İhyâu Ulûûmi'd-Din ve el-Munkiz Mine'd-Dalâl.
- Kuşeyrî, Tasavvufla ilgili kale aldığı yazılar, özellikle meşhur Risalesi.
- Muhammed el-Arabî Veled Halife, en-Nizâmü'l-Alemiyyi'l-Cedid, Mâzâ Yuğayyaru fihi ve eyne Nahnu Min Tatavvulâtihi, Divan el-Matbûât el- Câmiiyye, 1998.
____________________
1 1946 Cezayir doğumludur, Doktora konusu Kur'ân üslûbunun edebîliğidir, Vehrân Üniversitesi Kur'ân Araştırmaları ve Mukayeseli Dinler Kürsüsünün başkanıdır, Kur'ân Araştırmaları Cemiyetinin başkanlığını yürüten Aşrâti, aynı zamanda Vehrân'daki Edebiyat Enstitüsü bünyesinde çıkarılan hadâse adlı dergini genel müdürü, Mağrib Araştırmaları dergisinin kurucusu ve editörü, Vehrân Üniversitesinin yıllık dergisinin editörü, ilim ve teknolojinin kalkınmaya uyarlanması ile ilgili Mağrib Cemiyetinin başkanı, üç matbu eseri ve çok sayıda makalesi olan bir alimdir..
2 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1638.
3 Bk. İhyâu Ulûmu'd-Din, İmam-ı Gazzali.
4 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1638.
5 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1638.
6 Risale-i Nur Külliyatı, 1650.
7 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1997.
8 Saykalül İslâm, s. 34
9 Fahrettin Râzi, Mefâtîhu'l-Gayb Tefsiri, Fatiha sûresi.
10 Risale-i Nur Külliyatı, s. 496.
11 Delailul İ'caz, Cürcani; Ayrıca İ'câzu'l-Kur'ân adlı eserlere bakınız.
12 ez-Zâhiretu'l Kur'âniyye, Malik bin Nebi
13 Risale-i Nur Külliyatı, s. 496-497.
14 Risale-i Nur Külliyatı, s. 442.
15 Risale-i Nur Külliyatı, s. 167-168.
16 Risale-i Nur Külliyatı, s. 336-337.
17 Risale-i Nur Külliyatı, s. 138-139.
18 Risale-i Nur Külliyatı, s. 338-339.
19 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1709.
20 Risale-i Nur Külliyatı, s. 440.
21 Risale-i Nur Külliyatı, s. 542.
22 Risale-i Nur Külliyatı, s. 508.
23 Risale-i Nur Külliyatı, s. 508.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
KUR'AN VE İRŞAD TARZI
Dr. Niyazi Beki 1
1- İRŞAD
Yüce Allah insanları bir takım zıt kuvvetlerin mücadele sahası olarak yaratmıştır. İnsanın iç dünyasında nefis, benlik, hevâ-heves, şehvet ve öfke gibi kötülük yapma âmilleri mevcut olduğu gibi, akıl, kalp, şefkat, merhamet, insaf ve adalet gibi iyilik yapma âmilleri de mevcuttur. Bu zıt âmillerin varlığı, imtihandaki fırsat eşitliğinin sağlanmasına yöneliktir. Böylece özgür bir iradeye sahip olan insanların kendi arzuları istikametinde bir yol çizmelerine imkân verilmiştir. "Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? ona iki yolu (doğru ve eğriyi) göstermedik mi?" 2 "Şüphesiz ki, biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık." 3 şeklindeki âyet-i celileler, insanların imtihana girebilecek bir donanıma ve hür iradeleriyle imtihanı kazanma veya kaybetme şansına sahip olduklarını ifade etmektedir.
Her Müslüman, bilgi gücü, imkân ve kabiliyeti nispetinde, din, ahlak ve insanlık namına ne biliyorsa, bunları kendisi kadar bilmeyen kimselere öğretmek ve rehberlik etmek mecburiyetindedir. Hayrı, iyiliği ve fazileti yaymak bu meziyetlere sahip olan herkes için bir vazifedir” 4 "Hepiniz gözetmensiniz ve hepiniz maiyetinizdekileri gözetmekle sorumlusunuz" 5 hadis-i şerifi, ister maddî ister manevî sahada olsun, devletin zirvesinden sade bir vatandaşa, bir aile reisine kadar konumu ile ilgili belli bir işgücü ve ehliyete sahip olan her şahsı insanlığa hizmet etmekle sorumlu tutmaktadır.
A. İRŞADIN ANLAMI
İrşad kelimesi, Kur'an'da Rüşd, reşad, râşid, reşîd ve Mürşid şeklinde geçmektedir. Rüşd: İnsanlara hak yolu göstermek, dünya ve âhiret ile ilgili zarar ve yararlarını anlatmaktır. Fert ve cemiyet olarak insanlığın yararına olan faydalı ve hayırlı yola "rüşd", bu yolu gösterenlere "reşîd", "râşid" ve "mürşid" adı verilir. 6 İrşad ile ilgili olarak kullanılan başka kelimeler de vardır. Bunlardan irşad alanında sıkça kullanılanı nasihat ve vaazdır.
Nasîhat: Tatlı söz ve öğüt mânâsına gelir. Bir hadiste "Din nasihatten ibarettir" 7 buyrulmuştur. Ayet-i kerimede ise, "Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir." 8 buyrularak nasihatin önemine işaret edilmiştir.
Va'z: Kur'an'da değişik şekillerde 25 defa tekrarlanan bu kelime nasihat, öğüt anlamındadır. "Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt (vaaz) vermek üzere indirdiği kitab'ı ve hikmeti hatırlayın" 9 âyetinde vaaz işi doğrudan Allah'a isnad edilmiş", (resûlüm!) Sen, Allah'ın yoluna hikmet ve güzel öğüt (vaaz) ile çağır!" 10 âyetinde ise, va'z işinin Allah'a ve Resûlüne âit bir iş olarak zikredilmesi, insanlık camiasıda bu görevin ulvî bir gaye olduğunu göstermektedir.
İrşad vadisinde adı geçen terimler yanında "Marufu emr, münkeri nehy" etmek gibi daha başka ıstılahlar da söz konusudur.
B. İRŞADIN GAYESİ
İslâm dininin temel gayesi, insanların dünya ve ahiret hayatında mutluluğa ermeleridir." "Ey Muhammed!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" 11 âyeti bunun en veciz bir ifadesidir. Çünkü rahmet ve merhametin temelinde insanlardan zararı def ve onlara menfaat kazandırma yatmaktadır. 12
Nitekim, Bediüzzaman Said Nursi, Fatiha Suresinde yer alan "Rahman ve Rahim" isimlerini açıklarken konuyu şöyle özetlemektedir: Bu iki ismin, "Rabb" ismini takip etmelerinin hikmeti şudur: "Biri menfaatleri celp, diğeri mazarratları (zararları) defetmek üzere terbiyenin iki esası vardır. Rezzak mânasına olan Rahman birinci esasa, Gaffar mânasını ifade eden Rahim de ikinci esasa işaretleri için birbirine bağlanmıştır." 13
Bediüzzaman'a göre, Besmelede Lafza-i celâl ile birlikte Rahman ve Rahim isimlerinin yer almasının hikmeti, Allah'ın celâl ve cemâl sıfatlarına işaret etmek içindir. "Lafza-i celâlden celâl ve cemâl sıfatlarına işaret etmek içindir. "Lafza-i celâl silsilesi tecelli ettiği gibi, bu iki sıfattan da cemâl silsilesi tecelli ediyor. Her bir alemde emir ve nehiy... sevap ve azab... tergib ve terhib... tesbih ve tahmid...havf ve reca gibi pek çok füruat", celâl ve cemal sıfatlarının birer yansıması olarak kendini göstermektedir. 14
Bu perspektiften bakıldığı zaman, Rahman ve Rahim olan Allah'ın indirdiği bir irşad kitabı olan Kur'an'ın irşad metodunda da celâl ve cemâl sıfatlarının yansımaları söz konusu olduğu görülecektir.
İrşadın temel esprisi, insanların zararlardan korunmaları ve menfaatlerden yararlanmalarını sağlamaktır. Bu yarar ve zararlar maddî ve manevî, dünya ve âhiretle ilgili alanlarda söz konusu olduğuna göre, irşadın gayesi de bu iki sahada cereyan edecektir.
II. KUR'AN'IN İRŞAD TARZI
Konunun daha iyi anlaşılması için, meseleyi irşad kavramının temel unsurları olan "Mürşid", "Müsterşid (İrşad edilecekler)" ve "irşad tarzı" başlıkları altında ayrı ayrı değerlendirilmesinde fayda vardır.
A. Mürşidin Vasıfları
Mürşid: Başkasının ıslâhına çalışan ve onlar için canlı bir örnek olabilen kimsedir. Hem diliyle hem de tutum ve davranışı ile irşat etmek, mürşidin sözlerini tesirli hale getiren tek formüldür. Aksi taktirde mürşit fiilleriyle sözlerini tekzip eden ve dolayısıyla da itimadını kaybeden bir çelişkiler yumağı haline gelecektir. Bu çelişkileri görenlerin değil ıslah olmaları, daha da bozulmaları kaçınılmaz olacaktır.
İrşad eden kimsenin tutum ve davranışlarının irşadın gayesiyle çelişmemesi için mürşitlerde bir takım vasıfların bulunması şarttır:
1. İman
Şüphesiz mümin olmayan bir insanın iman derslerini vermesi, namaz kılmayanın namaz dersini vermesi kadar abes bir şey olamaz. Bununla beraber bu şartın asıl vurgulanması gereken bir yönü vardır ki' irşad işinde fevkalâde önemlidir. O da irşadda bulunan kimsenin kendi söylediklerinin doğruluğuna ciddi inanmasıdır. Kendi davasına samimi olarak inanmayanların sözlerinin tesirli olması beklenemez. Gayr-ı Müslim bir kimsenin İslâm'a dâvette bulunması, sigara içen bir babanın oğluna sigara içmemesi için tavsiyede bulunması, içki içen bir doktorun hastalarına içkinin zararlarından bahsetmesi hiç de inandırıcı olmaz.
2. İlim
İlim irşadın temel esprisini koruyan bir emniyet sibobu mesabesindedir. Ehliyetsiz kimselerin "kaş yapmak yerine göz çıkardıkları bilinen bir gerçektir. "Şüphesiz Allah size mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." 15 şeklinde beyan buyuran Kur'an-ı hakim'in ilk emrinin de ilimle alakalı olması, konumuz açısından büyük bir önem arz etmektedir. Her doğruyu her yerde söylemenin doğru olmadığını bilmek de bir ilimdir.
3. Takva
"Islah, salah nisabına mâlik olanların vermesi farz olan bir zekattır" demişler. 16 Bu sözün özeti şudur: Öğüt vermek istediğin bir hususu önce kırk defa kendin yapacaksın, sonra başkasına tavsiye edeceksin. Bununla beraber, İslâmi perspektifte, Peygamberlerden başka hiçbir kimse masum kabul edilmediğine göre irşat ve tebliğ görevini yerine getirecek kimsenin bütün bütün günâhlardan masun ve ma'sum olduğunu düşünmek imkânsızdır. Ancak, bir kimse kendisinin de işlediği bilinen bir kötülükten men etmeye çalışması takdir edilir ki toplum tarafından hoş karşılanmayacaktır. "O, (Kur'an) takva sahipleri için bir yol göstericidir." 17 âyetinde takva ile irşat ilişkisine dikkat çekilmiştir. Ayette, istifade etmesi için muhatabın hakkın ısrarlı bir müşterisi olması vurgulanmakla beraber, irşat edenlerin de Kur'an'ın ahlâkı ile ahlâklanmalarının şart olduğuna işaret edilmektedir. Kur'an'ın bir mürşit olarak takdim edilmesi, mürşitlerin Kur'anî ahlâkla bezenmelerinin gereğine bir işarettir.
4. Dengeli Kişilik
Dengeli kişilik: Yaratılışta var olan kuvvetler ayrılığı prensibinin göz önünde bulundurularak ölçülü bir hayat çizgisinin takip edilmesi demektir.
Bilindiği gibi, pek çok değişkenliğe maruz, zararlı şeylerden korumaya ve yararlı şeylerden istifade etmeye muhtaç olan insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet yaratılmıştır. Bunlardan İştiha kuvveti menfaat elde etmek; Öfke kuvveti zararlardan korunmak; Akıl kuvveti ise, iyi ve kötüyü, kâr ve zararı birbirinden temyiz edip ayırmak için verilmiştir. Özgür iradeye dayalı bir seçimin yapılması ve imtihanda fırsat eşitliği ilkesinin bir gereği olarak tahdit edilmeden oldukça serbest bırakılan bu kuvvetlerin aşırı-uçuru (ifrat-tefrit) ve orta yol (vasat) mertebeleri söz konusudur.
a. İştihâ kuvveti
Bu kuvvetin ifrat mertebesi "fücur"dur ki, haram helal demeden Irzları, şeref ve namusları ayaklar altına alma arzusu olarak kendini gösterir. Tefrit mertebesi ise, "Hümûd"dur ki, ne helale ne de harama iştihasının olmamasıdır. Vasat mertebesi ise, "İffet"tir ki, yalnız helâline iştihasının olmasıdır.
b. Öfke kuvveti
Bu kuvvetin ifrat mertebesi "Tehevvür"dür ki, sahibi ne maddî ne manevî hiçbir şeyden korkmaz. Tefrit mertebesi "Cebanet"tir ki, lüzumsuz yere evham edip korkar. Bu kuvvetin vasat yanı ise, şecaattir ki, sahibi dinî ve dünyevî hak ve hukuku için gerekirse canını feda eder, ancak meşru olmayan şeylere karışmaz.
c. Akıl kuvveti
Akıl kuvvetinin ifrat mertebesi "cerbeze"dir ki, hakkı batıl, batılı hak olarak gösterebilen cerbezeci bir zekâya, demagojik bir yapıya sahip olmak demektir. Tefrit mertebesi "gabevet"tir ki, sahibinin hiçbir şeyden; ne dünyadan ne de ahiretten haberi yoktur. Akıl kuvvetinin vasat mertebesi ise, "hikmet"tir. Hikmet ehli bir kimse hakkı hak bilir, onu takip eder. Batılı (yanlışı) da batıl olarak bilir ve ondan uzaklaşmaya çalışır.
Bütün güzelliklerde olduğu gibi, irşad konusunda da tartışmasız en büyük mürşid Hz. Peygamber (a.s.)'dir.
Tarihin şehadetiyle Hz. Muhammed (a.s.) beşerî özellikleri itibariyle, sürekli vasat mertebe denilen şecaat, iffet ve hikmetin bir süspansiyonu olan "sırat-ı müstakim"de bulunmuştur. Mantıklı şecaati, vakarlı iffeti, geniş perspektifli aklı ve zekâveti haklı olarak dünyanın hayranlığını kazanmıştır. 18
Dengeli kişilik konusuna ışık tutan bir misalle son noktayı koymak istiyorum: Bir kısım sahabiler ahiret hayatını kazanmak için geceleri hep namaz kılacaklarını, gündüzleri oruç tutacaklarını, evlenmeyeceklerini, evli olanlar da eşlerine yaklaşmayacaklarını söylemişlerdi. Hz. Peygamber (a.s.) bu gelişmeyi duyunca onları şu sözlerle uyardı: "Sizin şöyle şöyle söylediklerinizi duydum. Bakın, yemin ederek söylüyorum ki ben, Allah'a hepinizden daha çok saygılıyım. Bununla birlikte oruç tuttuğum günler de olur tutmadığım günler de. Namaz da kılarım uyku da uyurum, kadınlarla da evlenirim... kim benim sünnetimden (yolumdan) yüz çevirirse benden yüz çevirmiş olur" 19
Ayrıca Hz. Peygamber (a.s.)'in "dünyada zühd (takva) içinde olmak, helâli haram saymak demek değildir" 20 şeklindeki ifadesi, Kur'an ve Sünnetin ortaya koyduğu prensiplere kanaat etmeyip, kendi heva ve heveslerine göre bir yol bulmaya çalışanlar için çok önemli bir uyarı niteliğindedir.
5. Güzel Ahlâk
İrşat görevini üstlenen mürşitler, herkesten daha çok güzel ahlâka sahip; İlim, iffet, vakar, sabır, feragat, şefkat, merhamet, diğergamlık gibi evrensel ahlâkî değerlerin merkezi olmalı. Mümkün olduğunca başkalarına karşı kötü zan beklemekten uzak durmalı, insanlara hüsn-ü zan beslemeli. Güler yüzlü, yumuşak sözlü, halimselim, hakkın hatırını yüksek tutmayı gaye edinmiş bir kişiliğe sahip olmalıdır. Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen Hz. Peygamber (a.s.)'in ahlakı ile ahlâklanmayı var oluşunun gayesi bilmelidir. Özetle irşat görevini yapanlar, "(İnsanları Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve 'Ben Müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikte kötülük bir olmaz. Sen, kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur." 21 âyetini kendine rehber edinmelidir.
Bediüzzaman Said Nursi'nin yukarıda arz edilen vasıfların tümünü en mükemmel bir şekilde kendinde toplamış olduğuna eserleri ve Tarihçe-i Hayatı şahittir. Bu konuda eserlerinden pekçok örnek vermek mümkündür. Ancak çok açık bir şekilde bilinen gerçekleri tekrarlamak çalışmamızın hacmini artıracaktır. Bediüzzaman'ın kemalâtı konusunda, başta onun hizmetinde bulunmuş ve halâ hayatta olup canlı birer şahit olan yakın arkadaşları ve onun hayatına yakından vakıf olmuş insanların hepsinin aynı kanaati paylaşması reddedilmez bir hüccettir.
B. İrşat Edileceklerin Durumu
1. Müslümanlar
İmanı zayıf olanların inançları delillerle takviye edilmelidir. Kimin ne kadar imana sahip olduğu bilinmez ama, farz ve vacipleri bile yapmayan bir insanın iman meş'alesinin çok zayıf olduğunda şüphe yoktur. Kur'an'ın baştan sona kadar, her fırsatta iman esaslarına dikkat çekmesi ve "Ey iman edenler! Allah'a, Resûlüne, peygamberine indirdiği kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz" 22buyurması, imanı olmayanların yanında imanı olanların imanlarını güçlendirecek hususlara muhtaç olduklarını göstermektedir. Tabii ki müminler, imanla birlikte güzel ahlak kurallarına, salih amel denilen din ve dünya için faydalı olan işlere ve kötü şeylerden uzak durmaları için gereken teşvik ve uyarılara her zaman muhtaçtırlar.
2. Gayr-i Müslimler
a. Ehl-i Kitab
Şüphesiz irşad edilenlerin durumuna göre, irşad malzemesi farklı olacaktır. Hastanın durumu neyi gerektiriyorsa ona göre bir tedavi uygulamak tıp ilminin bir gereğidir. Mürşid de bir doktor olduğuna göre, hastanın durumun göz önünde bulundurmak zorundadır. İşte Nur risalelerin özelliği burada kendini göstermektedir. Çünkü eski zamanlarda iman sağlam olduğu için bütün himmetler salih amellerin takviyesine hasredilmiştir. Halbuki bu asırda pozitivist akımlar imanın temel esaslarına hücum etmekte ve imanı zayıf olanları şüpheye düşürmektedir. Bediüzzaman da bu noktaya dikkat çekmiş ve bütün mesaisini iman esaslarının tahkik ve tahkimine sarf ettiğini ifade etmektedir. 23
Ehl-i kitab'a Kur'an, özel önem atfetmiş ve onlarla yapılacak tartışmalarda çok dikkatli olunmasını emretmiştir." İçlerinden zulm edenleri bir yana, ehl-i kitapla en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir ve biz ona teslim olmuşuzdur." 24
Bediüzzaman, "(takva sahipleri o kimseler ki) onlar sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler." 25 âyetini tefsir ederken şu görüşlere yer vermektedir: "Kur'an-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir suhulet gösteriyor. Şöyle ki:
Ey ehl-i kitap! İslâmiyet’i kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin! Zira size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz; diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'an, bütün kütüb-ü salifenin güzelliklerini ve eski şeriatlarının kavaid-i esasiyelerini cem'etmiş olduğundan, usulde muaddil ve mükükemmildir. Yani ta'dil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagâyyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilaçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezailik hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkam-ı fer'iyede tebeddül vardır. Çünki fer'î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilaç bir şahsa deva iken, şahs-i âhere dâ' olur. Bu sırdandır ki, Kur'an fer'î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir." 26
Bediüzzaman, Kur'an'da geçen "ehl-i Kitap" kavramına orijinal bir anlam yüklemiş, işi sırf bilinen ehl-i kitapla sınırlı bırakmayıp, o kavramın sözlük anlamı itibariyle gösterdiği "okumuş, tahsil görmüş kesim"i de içine alacak şekilde geniş bir insan kitlesine de yaymıştır. Ona göre, "ehl-i kitap" tabiri, aynı zamanda "ehl-i mektep" anlamındadır: "Kur'an'ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihdir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur'an'ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hâzır ve şu asrın ehl-i kitap insanları Kur'an'ın "yâ ehl'el-kitab! -yâ ehl'el-kitab!" hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve "yâ ehl'el-kitab" lâfzı, "yâ ehle'l-mekteb" mânâsını dahi tazammun eder. Bütün şiddetiyle, bütün taziliğiyle, bütün şebabetiyel "Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin" 27 sayhasını alemin aktarına savuruyor. 28
b. Ehli Kitab Olmayanlar
Kur'an'ın Mekke'de inen0surelerinin ilk muhatapları ehl-i kitap olmayan müşriklerdi. Bu sebeple Mekke surelerin en çok işlediği konuların başında tevhit inancı ve haşir akidesi gibi iman esasları gelmektedir. Bu sebepledir ki ilk inen "Yaratan rabbinin adıyla oku" ayetinde her şeyi Rabb ismiyle terbiye edip düzenleyen yönetip idare eden kâinatın yaratıcısına dikkat çekilmiştir. Adı ne olursa olsun kitap ehli olmayanlar, ehl-i kitaba nispeten doğruları öğrenmek için alt yapı bilgiye daha çok muhtaçtır. Bununla beraber yanlış bilgiyi düzeltmek, yeni bilgi vermekten daha zordur. İşte bu asırda bir şehir hükmüne gelen dünyamızda, bütün düşünceler ve kültürler birbirinin etki alanına girmiştir. Bir bakıma hepsi de birbirlerinin iyi yönlerinden olduğu kadar kötü yönlerinden de etkilenmişlerdir. Bu sebeple bu asrın kendine özgü bir yapısının farkında olmak gerekir. Bu yapı "cehl-i mürekkep" diye ifade edilen yanlış bir bilgi ağının örgüsüdür. Maddeci bir görüşü yansıtan bu yapı 17. asırda başlamış ve 20. asırda zirveye ulaşmıştır.
İnsanların sübjektif bakış açısı meselelerin mahiyetini değiştirip, elması kömür, kömürü ise, elmas olarak gösteren bir cerbeze ve demogojiye sahip olduğunu belirten Bediüzzaman, bütün gücü ile bu bakış açısını Kur'an'ın hakikatlarının lehinde değiştirmeye çalışmıştır. Eserlerinde müspet ilmin pencerelerinden imanî meselelere baktırmasının hikmeti budur. Bunu yaparken hiçbir zaman müspet ilmin verilerini sarsılmaz birer gerçek kabul edip Kur'an'ın yorumlarını onlara tabi kılmamıştır. Ancak kendisine göre müspet ilmin söz konusu yaptığı kâinat kitabı, Kur'an'ın da ders verdiği hususlardır. Aradaki fark bakış açısıdır. Fen ilimleri kâinattan bizzat kâinatı öğrenmek için bahseder. Kur'an'ın kâinattan bahsetmesi, özellikle imanın iki büyük esası olan Allah'ın birliğine, haşrın varlığına delil göstermek içindir. Bu delillerin temel noktası ise, iki ana unsurda düğümlenmektedir: Birincisi: "İhtira" delilidir ki, varlık sahasına çıkmış hiçbir nesnenin yokluktan çıkmaya gücünün olmadığını, dolayısıyla, her şeyin kendi şartları içerisinde en güzel bir konumda olmasıyla, bir yaratıcıya muhtaç olduğunu göstermektir. İkincisi: Var olan her şeyin kendi kamet-i kıymetinden çok daha yüksek, kendi gücünün çok üstünde hikmetler gösterdiğini ve menfaatler sağladığını gözler önüne seren "İnayet" delilidir. 29
C. İradeyi Etkileyen Amiller
1. İşe Nefsinden Başlamak
Hz. Muhammed (a.s.)'in çocukluğundan beri kendisinde var olan fıtrî güzel ahlâkı, ilâhî vahye mazhariyetten sonra daha da parlamış ve Allah'ın terbiyesi ve himayesi altında öyle bir güzellik göstermiş ki eşsiz bir cevherin timsali haline gelmiştir.
Aşağıdaki âyetler bu hususu gözler önüne sermektedir: "(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir." 30
"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (göreceksin ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, âdeta candan dost oluverecektir. Buna ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak (hayırdan) nasibi büyük olanlar kavuşturulur." 31
Hz. Aişe'den gelen bir rivayet bu âyetleri daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Aişe vâlidemize "Allah'ın Resûlü'nün ahlâkı nasıldı?3 diye sorulunca o, "Sen Kur'an'ı okumaz mısın? Onun ahlâkı Kur'an'dı" diye cevap verir. 32 Şâirin ifade ettiği gibi, "kötüdür diye yaklaşmamaları hususunda insanları uyardığınız bir işi yapmanız çok daha ayıp ve pek çirkindir."
Bir rivayette yüce Allah, Hz. İsa (a.s.)'a hitaben şöyle buyurmuştur: "Önce kendi nefsine öğüt ver. Eğer nefsin onu tutarsa, artık başkasına da nasihat edebilirsin. Aksi takdirde benden haya etmelisin" 33
Bediüzzaman Said Nursi de bu prensibe sadık kalmış ve yazdığı eserlerle önce kendi nefsine ders vermek istemiştir:
Kendi nefsini herkesten ziyade nasihate muhtaç gördüğünü söyleyen Bediüzzaman "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez" 34 sözleriyle bu gerçeğin altını çizmiştir.
"Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki (aksine) ruhları muhtaç ve kalpleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur'aniyeyi arayıp buluyorlar." 35
2. Tebliğde Yakınlara Öncelik Vermek
"(Önce) en yakın akrabanı uyar. sana uyan müminlere (merhamet) kanadını ger. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım." 36 âyeti mürşitlerin mürşidi Hz. Muhammed (a.s.)'in, işi kendi yakın çevresinden başlatmasını emretmektedir.
Hz. Peygamber (a.s.)'ın kendi nefsinden sonra tebliğ işini kendi yakınlarından başlatması birçok yönden dikkat çekicidir. Çünkü onu yakından tanıyan kendi yakın çevresidir. Öncelikle onların irşad edilmesi gerekir. Çünkü bu metot bir kaç yönden fayda sağlayacaktır:
Birincisi: Kendi yakınları herkesten daha çok onun dürüstlüğünü bildiklerinden, daha çabuk imana gelebilirler. Üstelik insanoğlunun yaradılışında yakınlarına karşı cibillî taraftarlık da söz konusudur. Bundan da istifade etmek gerekir. İman etmediği halde Hz. Peygamber (a.s.)'e hayatı boyunca yardım elini uzatan amcası Ebû Tâlib'in durumu bunun güzel bir örneğidir. Nitekim İlk Müslümanlar da onun bu yakın çevresinden oluşmuştur. Eşi Hz. Hatice, hizmetçisi Hz. Zeyd, yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir ve bir mânevî evlâdı hükmünde olan amcasının oğlu Hz. Ali gibi bahtiyarlar, bu altın neslin ilk halkasını teşkil etmişlerdir.
İkincisi: Câhiliye dönemi insanlarının iliklerine kadar işlenmiş olan eski adetlerin terk edilmesi gibi nefsin hoşuna gitmeyen hususlara kendi yakınlarından başlaması, kendisinin samimiyetini ve işin ciddiyetini ortaya koymaya yeterli bir davranıştır. Bugünkü insanlar da yapılması veya yapılmaması gereken hususlarda işi kendi yakın çevresinden başlatmış bir kimsenin samimiyetine içtenlikle inanır ve onun sözüne daha çok itibar ederler.
Üçüncüsü: Yakınları arasından davasına karşı çıkanlar için de hiçbir taviz vermemesi ve Ebû Leheb olayında olduğu gibi, amcasına karşı bile pervasız tavır sergilemesi, onun vaz geçmesi imkânsız bir gerçeğin peşinde olduğunun göstergesidir.
Dördüncüsü: Câhiliye döneminde varolan ırkçılık anlamındaki haklı-haksız demeden kendi yakınlarını koruma âdetini bertaraf etmek için öncelikle onları hayra davet etmek gerekiyordu. Böylece bu dâvete icabet etmeyen yakınlarını bırakıp, dâvete icabet eden yabancıları candan dost edindiğini, dost ve düşmana kanıtlama imkânını verecekti ve vermiştir.
Bediüzzaman'a göre de, insanın yapması gereken işlerin lüzum sırası kişinin kendisinden başlayıp küçük çevreden büyük çevreye doğru orantılı olarak giden bir çizgi takip etmektedir. Ömür sermayesi pek az olan insanoğlunun lüzumlu işleri bırakıp da lüzumsuz işlerle vakit geçirmesi telafisi imkansız zararlar doğuracaktır. Onun için kişinin önce kendi nefis, kalp, akıl ve mide dairesinden; beden ve aile dairesinden; mahalle ve şehir dairesinden; vatan ve memleket dairesinden; yerküresi ve insan nevi dairesine; hatta tüm canlılar ve dünya dairesine kadar birbiri içinde mütedahil dairelerdeki vazifelerini lüzum sırasına göre öncelik tanıyan bir çizgiyi takip etmesi şarttır. Çünkü küçük çevrede sıkça ve büyük görevler; büyük çevrede ise, ara sıra ve küçük görevler ters orantılı olarak bulunmaktadır. 37
3. Hasbîlik ve İhlâs
Hasbîlik, hizmetin garazsız ve ivazsız, yani menfaat ve karşılık beklemeden yapılması demektir. "Hasbîlik ihlas ve samimiyetten başkadır. İhlâsın zıddı riyâ, hasbîliğin zıddı menfaat ve karşılıktır." 38 Bununla beraber hasbîliği de ihlasın bir parçası olarak görmek gerekir. Çünkü ihlâs, yapılan her şeyin Allah'ın rızası esas alınarak yapılması demektir. Hasbîliğe aykırı davranışlar ihlasa da aykırıdır.
Kur'an-ı Kerim, tebliğ görevi ile yükümlü peygamberlerin en güzel hasletlerinden birinin de ücretsiz hizmete koşmalarını göstermektedir: "İrşad ve tebliğ hizmetine karşılık sizden ücret istemiyorum. Benim ecrim alemlerin Rabbine aittir." 39
Kur'an'da dini hizmetleri ücretsiz yapanlara uyulması emredilmiştir:" Sizden ücret istemeyenlere uyunuz. Onlar hidayete ermişlerdir." 40
"Hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur'aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelâtı suretine sokulamaz; belki bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzûzat-ı nefsâniyeden tecerrüt etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir." 41 ifadeleriyle konuya ışık tutan Bediüzzaman, zekât ve hediyeyi kabul etmemesinin gerekçesini, eserlerinin değişik yerlerinde ortaya koymuş ve özellikle bu konuda ısrar eden talebelerine de şu hakikat dersini vermiştir:
"Dünyaya tenezzül etmez, tama' ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat, elmas kıymetinde ise; sadaka almaya mecbur olmuş, ehl,i servete tasannua muztar kalmış, tama' zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temâyül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan ayn-ı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner" 42
Bediüzzaman'da ihlâs ve hasbiliğin ölçüsü akıl almaz boyuttadır:" Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imânını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur." 43
"Büyük Cihadın ve Sebilürreşad'ın neşrettiği gibi ben ilân etmişim ki; dine imana hizmeti ve Risale-i Nur'u, değil dünya siyasetine, belki kemalât-ı maneviye ve makamat-ı âliyeye âlet edemediğim gibi... herkesin hoş gördüğü saadet-i uhreviye ve Cehennemden kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlahî ve rıza-yı İlahiyeden başka hiç bir şeye âlet etmemek, bu zamanda Nur'un hakiki kuvveti olan sırr-ı ihlas-ı hakikîyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki: Sıddık-ı Ekber (r.a.) dediği olan: "Mü'minler Cehenneme gitmemek için Allah'tan isterim, benim vücudum Cehennemde büyüsün ki, onların yerine azab çeksin" diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için, iman ile Cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için Cehenneme girmeyi kabul ederim demiştim. Zâten ibadet, Cennete girmek ve Cehennemden kurtulmak için kılınmaz; bozulur. Belki rıza-yı İlahî ve emr-i Rabbanî için yapılır." 44
4. Muhatabın Durumu
Muhatabın görgü ve bilgi seviyesine göre konuşmak, ihtiyaç hissettiği konuları aktarmak, takva durumuna göre korku ve ümit açısından üslubun dozajını ayarlamak, ehil olan bir mürşidin başta gelen görevidir. Buna göre, İrşad görevini yapanların her şeyden önce yapmaları gereken şey, değişik boyutları ile muhataplarının durumunu öğrenmeye, onları değişik yönleriyle tanımaya çalışmaktır.
Durumu bilmeyenlere verilecek dersler ise, daha çok ümit ve korku dengesini gözetmeli, bilgi seviyesi açısından değişik kesimler göz önünde bulundurularak bir üslup takip edilmelidir.
Bu hususta aşağıdaki âyetler rehberimiz olmalıdır: "De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım." 45 "Rabbimiz Allah'tır, deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. 46
Bediüzzaman, muhatabın durumunu nazara almadan irşada kalkanları şu sözleriyle uyarmaktadır: "Ey müvesvis! Bilir misin misalin neye benzer? O derece belâhet kesbetmiş bir sarhoşa benzer ki, arslanı attan, darağacını salıncaktan, cerahatli yarayı kırmızı gülden fark etmez. Hem öyle zannettiği halde, mürşid vaziyetini alır; muslih tavrını takınır. Müthiş bir vaziyete düşmüş bîçare bir adama ders verir." 47
Diğer bir ifadesinde de şöyle diyor: "Parçalayıcı arslan ile, ünsiyetli ehlî atı birbirinden tefrik edemiyor. Sehpa ağacı ile jimnastik ağacını birbirinden ayıramıyor. Kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemediği halde, kendisini mürşid bilerek irşad ve nasihate çıkıyor." 48
5. Müspet Hareket
"Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım" 49 "İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet takva sahiplerinindir." 50 şeklindeki Kur'an'ın pek çok âyeti müspet hareket etmeyi ders vermektedir. yani "elçiye zeval olmaz" vecizesinde denildiği gibi, Onun görevi tebliğdir. Kabul edip etmemekten kendisi sorumlu değildir. Tesiri halk etmek Allah'a aittir.
Bediüzzaman'a göre, dine, imana ve insanlığa hizmet etmeyi vazife edinmiş kimseler açısından müspet hareket etmek demek, insanın kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmesi; başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tahkir ve tenkîsinin, onun fikrine ve ilmine müdahale etmemesi; onlarla meşgul olmaması demektir. Buna göre, hak olan her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek noktasında kendi mesleğinin konumunu ortaya koyarken: "Mesleğim haktır, yahut daha güzeldir" demeye hakkı vardır. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini imâ eden "Hak yalnız benim mesleğimdir" veyahut "Güzel sadece benim meşrebimdir" gibi sözleri sarf etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. 51 Yani lüzumsuz ve faydasız bir şekilde karanlığa sövmektense, bir ışık yakmaya çalışmak esastır.
6. Tebliğ-Temsil İlişkisi
Temsil demek Kur'an ve Hz. Peygamber (a.s.) ahlakı ile ahlaklanmak demektir.
"And olsun ki, Resûlullah'ta, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır." 52 âyeti tebliğ ile temsil arasındaki ilişkiye çarpıcı bir misaldir.
"(Şuayb) kavmine dedi ki; Ey kavmim! size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum." 53 âyetinde davetçinin herkesten önce kendisinin ilkelerine bağlı kalmasını vurgulamaktadır.
"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır." 54 âyeti de insanların doğruluk üzere hareket etmelerini emrettiği gibi, söz ile davranış biçiminin uygunluk arz etmesinin gereğine de işaret etmektedir. Çünkü, dilin söylediklerini davranışlar yalanlayacaksa, ortada bir maskaralık söz konusu alacaktır.
Hiç şüphe yok ki, hem ferdî hem de sosyal hayat açısından İslâm'ın ideal ve örnek insanı Hz. Muhammed (a.s.)'dir. Hz. Peygamber (a.s.)'i örnek almak imanın gereğidir. Çünkü Allah'ın emir ve yasaklarından ibaret olan İslâm dininin prensiplerini ilk hayata geçiren ve herkesten daha fazla bir titizlikle kendine tatbik eden odur.
Hz. Peygamber (a.s.)'e benzemenin ve onun hayatından davranış modellerini almanın üç önemli esprisi vardır:
Birincisi: İnsanın eğitim ve öğretiminde en tesirli faktör görme olayıdır. Diğer bir ifadeyle görsel malzemedir. Televizyonları radyolardan daha etkin hale getiren budur. İnsanın gözle görülen bir modele ihtiyacı vardır. Çocukların değişik yerli ve yabancı sanatkârları değişik yönden taklit ettikleri bilinen bir gerçektir.
"Şüphesiz biz insanı katışık bir nütfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık. Onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık." 55 âyeti, imtihanın görsel ve işitsel malzemeye; diğer ifadeyle nakil ve akıl vasıtalarına olan ihtiyacına işaret etmektedir.
Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) de "Leyse'l-haberu ke'l-muayene" görmek işitmek gibi değildir; o daha tesirlidir." sözleriyle bu gerçeğin altını çizmiş ve Hz. Musa (a.s.)'nın, kavminin buzağıya taptıklarını vahiy ile bildiği halde sabretmesini, kavmine döndüğünde ise, putperestliklerini kendi gözleriyle görünce öfkelenip Tevrat levhalarını fırlatmasını delil olarak göstermiştir.
24 saatin her dakikasında eksi ve artılarıyla sürekli imtihana tabi olan insanoğlunun Hz. Muhammed (a.s.) gibi bir örneğe ihtiyacı açıktır.
İkincisi: Yüce Allah'ı sevmek cihetinde onun emirlerine itaat etmek ve rızası dairesinde hareket etmek, Hz. Peygamber (a.s.)'e benzemeyi gerektirmektedir. Çünkü, bu işte en mükemmel rehber Hz. Muhammed (a.s.)'dir.
Üçüncüsü: Madem ki, Hz. Muhammed (a.s.) Allah'ın insanlara yaptığı sayısız nimetlerinin en mühim bir vesilesidir, elbette Allah namına hadsiz bir muhabbete layıktır. İnsan ise, sevdiği kimseye eğer benzeme imkânı varsa fıtraten benzemek ister. Buna göre Hz. Peygamber (a.s.) 'e benzemeye çalışması kaçınılmazdır. 56
"(Resûlüm) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir." 57 âyetini açıklayan Said Nursi şu görüşlere yer vermiştir: Bu âyet, mantıkî bir istidlâl metodu içerisinde meseleyi arz etmektedir. Buna göre âyet şöyle demek istiyor: Allah'a inancınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem ki Allah'ı seviyorsunuz, o halde onun sevdiği tarzı yapacaksınız. Bunu da Allah'ın tarzını beğendiği, "Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin" diyerek övdüğü ve sevdiği zâta benzemekle gerçekleştireceksiniz. Ona benzemek ise, mümkün olan her konuda ona tabi olmaktır. Bu taktirde Allah da sizi sevecektir. Zâten Allah'ı sevmekten maksadınız da Allah'ın sevgisini kazanmaktır. 58
"De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kâfirleri sevmez." 59
"Resûle itaat eden Allah'a itaat etmiş olur." 60
"Resûl size neyi verdi ise onu alın! Neden men etti ise ondan da sakının!" 61 "Ey Muhammed! Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmişlerdir" 62
D. Va'zın Üç Temel Vasfı
Bediüzzaman'a göre, insanları irşad eden vaizlerin irşad görevlerinde başarılı olmaları genel olarak üç şeye bağlıdır: Araştırmacı bir kişiliğe sahip olacaklar ki, hastalığa doğru teşhis edip uygun tedavi edebilsinler. Hekim-i Lokman gibi himmetin inceliklerine vakıf olacaklar ki, İslâmî değerler arasında var olan muvazeneyi bozmasınlar. Feraset ve belagat sahibi olacaklar ki, neyin nerede nasıl söyleneceğini bilsinler.
Kendisi bu konuda şunları söylemektedir:
"Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum:
Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna lâzım iken ihmal ediyorlar.
İkincisi: Bir şeyi terğib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan hale mutabakat yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve ikna etsin. Hem hakîm-i mudakkik olmalı, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. hem beliğ-i mukni olmalı, tâ mukteza-yı hal-e mutabık hareket etsin, ve böyle olmaları da şarttır." 63
Bediüzzaman'ın yukarıda işaret ettiği vaazın üç prensibini kısaca özetlersek:
1. Zaman-Çevre faktörü
Vaaz ve irşad görevini yapanlar, içinde bulunduğu çağın ve çevrenin bilgi, görgü ve ihtiyaç durumunu göz önünde bulundurmak zorundadır. Aksi takdirde verilen öğütler, çağın gerisinde kalacağından gereken tesiri meydana getirmekten aciz kalacaktır.
Bu konu ileride gelecek "Çağın gerekleri..." başlığında detaylı olarak işlenmiştir.
2. Ölçülü-Dengeli konuşma
İfrat ve tefritten uzak kalmak hak ve hakikata saygının bir ifadesi olduğu gibi, İslâm dininin temel esası olan doğruluk prensibini korumanın da bir gereğidir. İslâm'ın elmas gibi gerçeklerine kanaat etmeyip, mübalağalarla cilalamaya çalışanlar iyi bilsinler ki, bu hareketleriyle cila değil, İslâm'a leke sürüyorlar.
Çocukluğundan beri ifrat ve tefrit ile İslâm'ın hakikatlarına sürülmüş lekeleri temizlemeyi ve İslâmî elmasları cilalamayı meslek edindiğini belirten Bediüzzaman, misal olarak din namına dünyanın yuvarlak olmadığını savunanları tenkit etmekte ve "cahil dost, düşman kadar zarar verebilir" ifadesine yer vermektedir.
Bediüzzaman, bu konudaki düşüncelerini ifade ederken ayrıca şu hususlara da dikkat çekmiştir: Hadis ve Kur'an'da var olan hakikatları kabul etmemek ne kadar çirkin ise, olmayanları varmış gibi göstermek de o kadar, hatta daha da çirkindir. Çünkü, kabul etmemek bir cehaletten kaynaklanabilir; fakat olmayan şeyleri varmış gibi göstermek bir ilimle olur. Cahil bir derece mazur olabilir fakat âlim mazur sayılmaz. 64
3. İknâ Metodu
İknâ nasihatten farklıdır. Özellikle yanlış bir kanaata sahip olan veya tereddüt halinde bulunan kimsenin ikna edilmesi gerekir. İkna metodunu kullanmak için geniş bir bilgi birikimine, ilmî ehliyete sahip olmak gerekir. İlmi yetersiz olan kimsenin karşıdakini ikna etmesi şöyle dursun çoğu zaman, o kimsenin İslam'a karşı tereddütlerinin artmasına sebep olabilir. "kemâlât kem âletle olmaz" 65 sözü bu konuda söylenmiş güzel bir sözdür. İknada asıl olan müspet netice elde etmektir. Yoksa cedelleşmeye girerek sırf kendini üstün kabul ettirmeye çalışmak büyük bir vebaldir.
Hz. Peygamber (a.s) ikna metoduna sık sık başvururdu. Fezare kabilesinden bir adam gelerek: Ya Rasûlallah, karım kara bir çocuk doğurdu, dedi. ve kendisinin de karısının da siyah olmadıklarını ifade ederek çocuğun zinâ mahsûlü olması ihtimali olup olmadığını sordu. Hz. peygamber (a.s.):
- Senin develerin var mı? Adam:
- Evet var.
- Renkleri nasıldır?
- Sarıdır.
- Peki içinde boz olanı var mıdır?
- Evet vardır.
- Peki bu nereden geldi?
- Belki damar çekmiştir
- Belki bu da onun gibi (ecdadından birinin) damarına çekmiştir." 66
Bir diğer vakıa da Ebu Umame'den nakledilmektedir: Gencin biri Hz. Peygamber'e gelerek
- Ya Resulallah, zina için bana izin ver, dedi. Orda bulunanlar kendisine yönelip sus diye azarladılar.
- Yaklaş, dedi Efendimiz, genç Ona yaklaştı ve oturdu. Efendimiz dedi ki:
- Onu annen için ister misin? Genç:
- Canım sana feda olsun, hayır vallahi. Efendimiz:
- İşte insanlar da anneleri için aynı şeyin olmasını istemez.
Efendimiz kız kardeşi, kızı, halası ve teyzesi için de aynı şeyleri sordu ve aynı cevabı aldı. Ve her defasında
- İşte başkaları da böyle istemez diye cevap verdi. Sonra ellerini göğsünün üzerine koydu ve:
- Ya rabbi, onun günahlarını bağışla, kalbini temizle ve kendisini iffetli kıl diye dua etti. Bundan sonra genç hiçbir harama bakmadı. 67
Kur'an-ı Hakim, özellikle kitap ehli ile yapılacak mücadelede en güzel bir üslupla yaklaşmanın gereğine işaret etmektedir.
Dersinin ilk muhatabını kendi nefsini kabul eden Bediüzzaman, her fırsatta önce kendini ikna etmeye çalışır: "Ben nefsimi terbie etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fani dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediye sini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmarem ister istemez akla tabi olmuştur." 68
"De ki: Söylesenize! Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar; göstersenize bana! Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin." 69
Bu konuyu Bediüzzaman'ın şu veciz sözü ile bitirelim: "Biz ehl-i haliz, namzet-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba etmiyor. Burhan isteriz." 70
E. İrşadda Tedricilik
İrşatta konular itibariyle tedricilik söz konusu olduğu gibi, alan tarama denilebilecek irşad edilenlerin öncelikli sırasını tespit etmek de önemli bir konudur. Önce Müslümanlara, gayr-ı müslimleri nazara aldığımızda, "Def-i mazarrat celbi menafie racihtir.” (zararın defedilmesi, menfaati elde etmekten daha önceliklidir) kaidesine göre, önce müminin imanını korumak gerekir. Önce kendi nefsimizin ve kendi âilemizin ıslâhı gerekir. Önce kendi memleketimizin, kendi insanımızın ıslâhı gerekir, diye düşünüyorum. Küçük dâireden büyük daireye doğru açılmak, hem yukarıdaki ilmî kâideye hem de kâinattaki tedrîcîlik prensibine uygun düşmektedir. "Önce kendi yakınlarını uyar" âyeti, bu tedricilik konusuna ışık yakmaktadır. Bediüzzaman "Bir biri içinde mütedahil daireler gibi her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut tâ zihayat ve dünya dairesine kadar birbiri içinde daireler var. Her bir dairede her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var." 71 ifadesiyle bu tedricilik prensibini öz bir şekilde belirtmektedir.
F. İrşadda Üslûp
1. Kavl-i leyyin
Yumuşak söz nasihatte esastır. Vâiz -mürşid nasihat ederken:
a. Tatlı bir dil, yumuşak bir ifade, güzel bir üslûp, tesirli ve duygulu bir konuşma stilini benimsemelidir.
b. İslâmın güzel imajını korumalı ve kardeşlik ruhunu zedelememelidir. Kendini muhatabın yerine koymalı; maksad "bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek" olmalıdır.
c. Kendini beğenmişliği ifade eden "Ego" merkezli tavırlardan şiddetle kaçınmalıdır. Kendisine nasihat etmekte olduğu kimsenin Allah katında kendisinden çok daha iyi bir insan olabileceği ihtimalini hiçbir zaman göz ardı etmemelidir.
Vâizin biri, Halife el-Me'mûn'a sert ve acı bir dille nasihat etmeye kalkışınca, Halife ona şöyle der: "Be adam biraz halim-selim ol. Şunu iyi bil ki yüce Allah senden daha hayırlı olan Hz. Mûsa'yı, benden daha kötü olan Fir'avun'a gönderirken yumuşak bir dille konuşmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ona yumuşak bir dille nasihat edin, belki bu sayede öğüt alır veya Allah'tan korkar" 72 "tatlı söz yılanı ininden, kötü söz insanı dininden çıkarır." vecizesi çok yerinde söylenmiş bir sözdür. 73
2. Sırat-ı Müstakim
Daha önce irşad eden kimsenin dengeli bir kişiliğe sahip olmasının gereğine işaret etmiştik. Burada ise, irşadın kendi metodunda var olması gereken dengeleri üzerinde durmak istiyorum:
a. Korku - Ümit Dengesi
İnsanda yaratılışta var olan bu iki duyguyu dengede tutmak İslamiyet’in temel hedeflerinden biridir. Allah'ın lütuf ve kahrına; cennet ve cehenneme olan inancın gücü nisbetinde korku ve ümit duyguları kendini gösterecektir.
"Yoksa âhiret azabından korkarak ve rabbinin rahmetini ümit ederek gecenin saatlerinde secdede ve kıyamda durarak ibadet eden kimse, (O inkârcı gibi midir?" 74 "Kim rabbinin makamından korkar ve nefsini heva ve hevesten alı koyarsa, şüphesiz cennet onun varacağı yerdir." 75 şeklindeki ayetler ile "Mümin Allah katındaki azabı bilse, cennetine hiç bir kimse tama etmezdi. “Kâfir de Allah'ın nezdindeki rahmeti bilse, hiçbir fert cennetinden ümidini kesmezdi." 76 hadisi, çok açık bir şekilde korku ve ümit dengesine dikkat çekmektedir.
"Allah’ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın (mekrinden) azabından emin olmaz." 77 âyeti, ümit ve korku dengesinin, imanın bir gereği olduğunu göstermektedir.
İrşat görevi yaparken bu dengeyi korumak esastır. Bu da ancak İslâm dininin ortaya koyduğu ölçülere kanaat etmek, ifrat ve tefrite götüren asılsız hurafelere iltifat etmemekle sağlanabilir. "Kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" 78 âyeti, müminin dünyasında ümitsizliğe yer olmadığını ifade etmektedir. İrşad gibi önemli bir görevi üstlenmiş kimseler için bu husus çok daha önem arz etmektedir. Çünkü ümitsiz bir kimsenin başkasına ümit dağıtması düşünülemez.
Bediüzzaman ümit ve korku dengesini çok güzel bir şekilde kurabilmiş ender mürşitlerden biridir. Müslümanların ahlâkını bozan ve şahsi menfaatlere hasr-ı nazar ettiren hastalığın ümitsizlik olduğunu belirten Bediüzzaman konu ile ilgili olarak şunları söylüyor:
"Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüt eden şudur: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki: Alem-i İslam'ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkar ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlakımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-i şahsiye ye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvvet-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istila ettiği halde; o kuvvet-i maneviye-i harika, me'yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üç yüz milyon müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeis ile başkasının lakaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip "neme lazım" der, "Herkes benim gibi berbattır" diye şehâmet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslamiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz" 79 kılıncı ile o ye'sin başını parçalayacağız. 80 sözleriyle ümitsizliğin sadece dini bir risk taşımadığını, anı zamanda dünya hayatını da zehire çeviren bir kanser olduğunu vurgulamıştır. Bediüzzaman'ın bu ifadesinden anlaşılıyor ki, Müslümanların siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik bağımsızlıklarına kavuşmalarını sağlayan en önemli faktör, sonsuz kudret sahibi olan Allah'tan ümit kesmemektir. İmanın bir gereği olan bu özelliğin kaybolmasının altında yine iman zaafı yatmaktadır. Demek her güzelliğin kaynağı olan iman gerçek bağımsızlıkların da kaynağıdır. İmanı güçlü Sütçü İmamları emperyalizme karşı başkaldırmaya zorlayan iman gücünü kim inkâr edebilir.
b. Sevgi - Öfke Dengesi
Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek İslam dininin önemli prensiplerindendir. Ancak ölçü kaçırıldığı zaman şahsî garazlar ve keyfî arzular devreye girer.
Bediüzzaman, Allah'ın âdalet ölçüsünün dışına taşmanın yanlığışlığına dikkat çekerken şu görüşlere yer vermektedir: "Allah'ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatâdır... Fazla şefkat elemdir, fazla gadab zemimedir (kötülenmiş bir huydur)." 81
Ona göre, tarih içerisinde yanlış telkinlerden biri de "Allah için sevmek" ve "Allah için buğz etmek" prensiplerinde dengenin bozulmasıdır. Bu denge hem de "Allah için sevme" prensibinin aleyhine bozulmuştur. Halbuki, Allah için buğz etmek şahsî garazlarla kötüye kullanmaya müsaittir. Allah için sevmek ise, yardımlaşma ve dayanışma için güzel bir zemin olduğu gibi, Kur'anî prensiplerin genişliğini ve onların, hastaların mizaçlarına göre uyguladığı tedavi metodunun hikmeti ile de örtüşmektedir. 82
Bediüzzaman'ın bu teşhisi, "rahmetim her şeyi kuşatmıştır" 83 ayeti ile, "rahmetin gazabıma üstün gelip öne geçti" 84 şeklindeki kudsî hadisin ifadesine tam uygunluk arz etmektedir.
c. Akıl - Duygu Dengesi
Akıl-duygu dengesi kurulmadığı zaman, ya kuru bir akılcılık ve felsefî anlayış söz konusudur ki, geçici bir tesirden başka kıymeti olmaz. Veyahut, âmiyâne bir mistik havanın oluşmasına sebep olur ki, özellikle teslimi kırılmış bu günün insanına kalıcı ve tatmin edici bir tesir icra etmekten çok uzak kalır.
Kur'an'ın üslubunda bu dengenin varlığı bilinmektedir. Misal olarak iki ayetin ifadesini söz konusu yapacağız. Ana-Baba hakkında saygıyı ifade eden "Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine "of" bile deme." 85 ayetinde akla hitabın yanında "Senin yanında" (başka kimsesi yok) ve "Yaşlanırken" (çocuk gibi güçsüz bir hale gelirken) cümleleriyle de insan vicdanının en derin tellerine dokundurmaktadır.
Sosyal hayatı bozan en önemli faktörlerden biri olan gıybet hastalığından sakındırırken Kur'an'ın kullandığı "Biriniz ölmüş kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? bakın nasıl tiksindiniz!" 86 üslup, gerçekten çok harikadır.
Bediüzzaman'ın açıklamasına göre, bu âyetin altı kelimesinin her birisi insanın ayrı bir duygusuna hitap etmektedir. Buna göre, bu âyet gıybetin hem akla, hem kalbe, hem insanlık vasfına, hem insan vicdanına, hem psikolojik yapısı ve yaratılış gayesine, hem sosyal ahlâk anlayışına ters bir davranış olduğunu ifade etmektedir. 87
"Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki: "Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menba'ı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'an-ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da O'dur. Ona yapıştım, nakıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i hakiki'nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine Onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'an'dan gelen o sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, halî mesâil-i maniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhiye hükmündedirler. 88
"Hasılı kelam biz Kur'an şakirtleri olan Müslümanlar, burhana tabi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette burhan-ı akliyeye isnad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek." 89
3. Canlı Örnek Metodu
"And olsun ki, Resulullah'ta, sizin için; Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır." 90
Bediüzzaman Müslümanların diğer insanlara güzel ahlak ve İslâmî kimlikleri ile örnek olmaları durumunda başka insanların İslamiyet’i kabul etmeleri çok daha kolay olacağı kanaatindedir. O bu konuda şunları söylemektedir:
"Eğer biz, ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler. Belki kürre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler." 91
4. Temsil Metodu
Müellife göre, temsiller hayalî şeyleri hayale kolayca yaklaştıran bir edebi tasvir sanatıdır. Akla uygun gibi görünmeyen hususların, öncelikle hayalde canlandırılması ve böylece akla da kabul ettirme yolunun açılması ancak temsil vasıtasıyla mümkün olur. Risale-i Nur'da birçok yerde temsil metoduna yer verilmiştir. Gerek Kur'an'ın bizzat temsillerini açıklarken, ve gerekse başka konularda bu üslûbun kullanılmasına özen gösterilmiştir.
Misâl verecek olursak: "Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir." meâlindeki âyetin bir tarzda beyanını ister isen, öyle ise şu temsili hikayeciği nefsim ile bak dinle." diyen müellif, haşri ispat etmek için 12 sûret ile 12 hakikati göstermiştir. Ona göre hikaye sûretinde teşbih ve temsillerle meselenin açıklanması kinayeler kabilinden olup, arkalarından gelen hakikatlara delâlet etmek içindir. Demek, bunlar hayali hikayeler değil, doğru hakikatlerdir. 92
Temsillerle hakikatler arasındaki ilişkiyi görmek için, bir misal olarak birinci sûret ile birinci hakikatin karşılaştırılması faydalı olacaktır:
"1. sûret: Hiç mümkün müdür ki bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükafatı ve isyanlara mücâzatı bulunmasın. Burada (dünyada bu ceza ve mükafat) yok hükmündedir. Demek başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır." 93
"1. Hakikat: Bab-ı Rubûbiyet ve saltanattır ki, ism-i Rabbin cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki, şe'n-i rubûbiyet ve saltanat-ı Uluhiyet, bahusus böyle bir kâinatı, kemalatını göstermek için gâyet âli gayeler ve yüksek masatlar ile icad etsin, onun gâyat ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü'minlere mükafatı bulunmasın ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehli dalalete mücâzat etmesin..." 94
Yine Fâtiha sûresinde geçen Sırat-ı müstakim kavramının açıklanmasında şöyle bir temsil ile meseleye izah getirilmiştir: "Nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; mânevîyatta ve mânevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise, en kısa ve en kolayıdır. Mesela: Risale-i Nur'da bütün muvâzeneler ve iman ve küfür mukayeseleri kati gösteriyorlar ki, iman ve tevhid yolu gâyet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır. Küfür ve inkar yolları gâyet uzun ve müşkülatlı ve tehlikelidir." 95
Çift başlı yönetimin imkansızlığını ifade etmek üzere yapılan istidlal şekline temanu' delili denir. Müfessirlere göre "Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de yok olup gidecekti." meâlindeki âyeti, 96 bu delilin varlığına işaret yapıldığı kanaatindedirler. 97 Bediüzzaman da, bu âyeti tefsir ederken özellikle temsil metoduna baş vurmuş ve gözle görülen müşahhas misallerle konuyu açıklamıştır." Madem bir hakimiyet-i mutlaka hakikati vardır. Elbette şirkin hakikati olamaz. Çünkü, "Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de yok olup gidecekti." âyetinin hakikat-ı katıasiyle, müteaddid eller müstebidane bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare herc-ü merc olur. Halbuki, sinek kanadından ta semavat kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz." 98
5. Bâtılı Tasvirden Kaçınma
Bilindiği gibi, Kur'an'ın ifade tarzı çok nezih ve naziktir. "(Resûlüm!) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et." 99 ifadesiyle mürşidlerin mürşidi Hz. Peygamber (a.s.)'e davetin taktiği olarak nezih üslubu telkin eden Kur'an-ı Hakim'in şahsiyetçilikten kaçınması ve lüzumsuz yere batılın tasvirine yer vermemesi dikkat çekicidir. Gereksiz yere bâtılın tasviri sâfi zihinleri dalâlete düşürebilir ve düzeltilmesi de çok zor olabilir.
Bediüzzaman, konuya şu sözleriyle dikkat çekmiştir: "Bâtıl şeyleri tasvir, sâfî zihinleri idlâldir ve cerhtir. Ba'dehu cerh ve red ile tedavi ya olur, ya olmaz." 100
III. DAVETİN İLKELERİ
A. Davetin Bir İbadet Olduğu Bilinmelidir.
Davetçi İslam'a davetin bir ibadet olduğunu bilmelidir. Bu şuurla yapılan davet işi Allah'ın rızasını hedeflemiş olacak ve bir Müslüman olarak yüklendiği bu görevle Allah'a yaklaşabileceğinin bilincine varacaktır. Böyle bir davetçinin bütün gayesi aşağıdaki ayetin müjdesine mahzar olmaktır. "(İnsanları) Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" 101 Daveti bir ibadet şuuruyla yerine getiren kimse, kulluğun gerektirdiği tevazuu gösterecek ve yüklendiği işradla ilgili kulluk görevini hakkıyla ifa edip etmediği muhasebesini yaparak nefsâni isteklerinin esiri olmamaya gayret gösterecektir.
B. İslâm'a Davet Gönül İşi Olmalıdır
İslamî davet çalışmaları, ancak Allah'ın bütün kullarına beslenen şefkat ve merhamet duygularından kaynaklanmalıdır. Kendisini, Allah'ın dinine davet eden bir asker olarak hazırlayan kişi, kalbini, tüm insanlara; din, mezhep,meşrep ve eğilimleri ne olursa olsun hiçbir fark gözetmeksizin hepsine açmalı ve onlara merhamet saçan bir kap şekline getirmelidir. 102
"Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik", "Rabbin hiçbir şeye muhtaç değildir, rahmet sahibidir." 103, "Rahmetin her şeyi kuşatmıştır" 104 buyuran Allah'ın rahmetinin yansımalarını gösteren bir ayna görevini üstlenmelidir.
Ashaptan bazıları yirmi günü aşkın bir süre Taif'i muhasara altında tutan Hz. Peygamber (a.s.)'den Sakîf (Taif halkı) aleyhine beddua etmesini istediler. rahmet Peygamberi (a.s.) ise, ellerini havaya kaldırarak şöyle dua etti: "Allahım! Sakîf'i hidayete erdir. Onları İslam'a kavuştur." 105
İmam Gazalî şöyle diyor.: "Bütün bunlar şiddet ve öfkeye sapmadan şefkat ve lütufla yapılır. Günahkâr kimseye acıma gözüyle bakılır. Onun günâha girmesini kendisi için bir musibet olarak değerlendirilir. Çünkü Müslümanların hepsi bir tek vücut gibidir. Bir alimin böyle durumlarda kendisinin ilmine güvenerek kendini büyük ve karşıdakinin cehaletine bakarak da onu küçük görmesi büyük bir felakettir. Böyle bir duyguya kapılan bir davetçinin durumu başkasını ateşten kurtarıp kendisi ateşte yanan kimsenin durumu gibidir. Bu hal bir sükuttur. Şeytanın bir saptırmasıdır. İnsanın şeytanın ipiyle kuyuya inmesidir..." 106
C. İslâm'a Davetin Bir Mükellefiyet Olduğu Bilinmelidir.
Dâvetçinin, İslam'a davet yükünü yüklenmesinin, Allah'ın Müslümanları mükellef tuttuğu emirler cümlesinden olduğuna kesinlikle inanmalıdır. İnsanları hidayete erdirmenin Allah'ın işi olduğunu bilmeli ve kendi işini Allah'ın işi ile karıştırmamalıdır. 107 Kulun görevi çalışmaktır, muvaffak edip etmemek Allah'ın işidir. Bu sır bilinmediği için lüzumsuz rekabet sebebiyle Müslümanlar arasında tarih boyunca bir çok ayrılıklar meydana gelmiş, hem millet hem de memleket zarar görmüştür.
Bediüzzaman bu konu ile ilgili olarak şunları söylemiştir: "Cenab-ı Hak’ın rızası ihlâs ile kazanılır. Kesret-i etba ile ve fazla muvaffakiyetle değildir. Çünkü onlar vazife-i İlâhiyye'ye ait olduğu için istenilmez; bazen verilir... Ey sevaba hırslı ve a'mal-i uhreviyede kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmiş ki, mahdut bir kaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner kesret-i etba ile değildir. Belki hüner, rıza-i İlâhîyi kazanmaktır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırs ile "herkes beni dinlesin" diye vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hak’ın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma..." 108
Bazı bilim adamlarının bildirdiğine göre, irşad hareketlerinde insan, aklî ve psikolojik olmak üzere iki yoldan etkilenir. Çoğu zaman kalbi etkileyen hususlar, aklı etkileyen hususlardan daha çok tesirlidir. Konu ile ilgili yapılan araştırmalar, insan hareketlerinin üzerinde psikolojik etkinin %60, aklî etkinin ise %40 oranından daha fazla olmadığını göstermiştir." 109
D. Hazım Edilmeyen İlim Telkin Edilmemelidir
"Hazm edilmeyen ilim telkin edilmemelidir" başlığı altında konuyu işleyen Bediüzzaman, irşad görevi üstlenmiş alimlerin kuş gibi değil, koyun gibi olmalarının gereğine işaret etmekte ve şu görüşlere yer vermektedir: Hakikî mürşit ve ilim adamı kuzusuna, hazm olmuş tertemiz duru süt veren koyun gibi olmalı; yavrusuna ağzında gevelediği kusmuğunu veren kuş gibi olmamalı." 110
Bu ifadeden hem hakikî hem de mecazî bir manâyı anlamak mümkündür.
Bu ifadede, şu iki hususa da işaret söz konusudur. Birincisi: İrşat ehli ve ilim adamları, vermek istedikleri ilmi herkesten önce kendileri iyi kavramalı ve hazmetmelidir. Kavrayış olarak ilmi hazm ettikten sonra yine herkesten önce, mürşidin kendisi o ilmin gereklerini yerine getirmeli, iliklerine kadar yaşamalıdır. Aksi takdirde kuş gibi ilmi yüzeysel olarak gagalayıp vermek faydadan çok zarar verir. İkincisi: Mürşit bir anne şefkatiyle irşat görevini yerine getirmelidir. İrşat koyunun kuzusuna verdiği gıdalı ve aynı zamanda yavrusu tarafından kolaylıkla hazmedilebilen, körpe yapısına uygun durulukta bir süt gibi olmalıdır. Hem gıdasını vermeli, hem de gırtlağını incitmemelidir.
IV. İRŞATTA ÇAĞIN GEREKLERİ DİKKATE ALINMALIDIR
A. İrşat Siyaset Üstü Olmalı.
"Allah için sevmek ve Allah için buğz etme" 111 yi emreden Rahmanî düstûr yerine, "Siyaset için sevmek ve siyaset için buğz etme"yi telkin eden şeytâni prensibin hâkim olduğu çağımızda 112 Bediüzzaman: "şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım" diyerek bütün gücü ile Kur'an'ın hakikatlerine çalışmıştır. "Dünyanın siyasetine niçin bu kadar lakaydsın?... yoksa korkuyor musun?" şeklindeki soruya karşılık Bediüzzaman şunları söylemektedir:
"El cevap: Kur'an-ı Hakim'in hizmeti beni şiddetli bir surette siyaset aleminden menetti. Hatta düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa sergüzeşt-i hayatım şahiddir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor... Belki hizmet-i Kur'an, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiyeden men ediyor. Şöyle ki: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur'an'ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtalar bulmuş. Bir kısm-ı ekserisi, o ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor... düşerek kalkarak gider ta boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufunetli, pis olduğunu hisseder, fakat mütehayyirdirler, selametli yolu göremiyorlar.
İşte bunlara karşı iki çare var: Birisi: Topuz (siyaset) ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır. İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selamet yolunu irae etmektir.
Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam elinde topuz tutuyor. Halbuki o biçare ve mütehayyir seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de bir elinde hem sopa hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, "acaba nurla beni celbedip topuzla dövmek mi istiyor?" diye telâş eder. Hem de bazen arızalarla topuz kırıldığı vakit nur dahi uçar veya söner... 113
B. İman Esasları Öncelikli Olmalı
Bediüzzaman'a göre, bu zamanda Müslümanların en büyük vazifesi fen ve felsefeden gelen ve imanı zedeleyen dalâlete karşı tedbir almak ve inananların imanlarını kurtarmaya çalışmaktır:
"Eski mübarek zatların eski divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkan-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkanına şiddetli ve cemaatli bir şekilde taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has müminlere ve fertlere hitap ederler. Risale-i Nur ise Kur'an'ın bir manevi mucizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlar ile imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şubehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden herkes bu zamanda ekmek gibi, ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar." 114
C. Tedriciliğe Riayet Edilmeli
Teşride tedricilik prensibi tebliğe de yansıtılmalıdır. Şüphesiz bu konu çok dikkat isteyen bir husustur. İlâhî hükümleri geçici de olsa rafa kaldırmaya hiç kimsenin ne haddi ne de selahiyeti vardır. Ancak, hastalığın durumuna göre ilacı ayarlamanın tıbbî bir zaruret olduğu gibi, mânevî hastalıklar olan kötülüklerden insanları sakındırırken veya iyiliğe teşvik ederken dozajı iyi ayarlamalıdır. Bediüzzaman bu hususu vecizesiyle formüle etmiştir. Gerçekten niyeti halis olmayan kimseler, en güzel bir hakikati bile bazen ters anlar ve damarına dokundurur. Bu da alerjiye sebep olur ve ters tepki uyandırır. 115
"Vazifesi, halkı irşad etmek ve onları Allah yoluna davet etmek olan kimseler ile, fetva ve helal-haramın ahkâmını halka beyan etmek için oturan kimsenin arasında bir fark gözetmek lazımdır.
Davetçinin çalışması, çok şümullü büyük bir gayeyi hedef edinir; akılları hakka uydurmak, kalpleri kendine bağlamak gibi hususlarda kendini gösterir. Şer'i hükümlere bağlamak ise, bu büyük gayenin küçük bir parçasıdır. Bu sebepledir ki, davetçi müftü gibi kendisini belli kalıplar içerisinde hapsetmemelidir. İnsanları ahkama bağlanmaya yöneltirken problemlerin çözümünde hikmeti ihtiva eden ve esnekliğe müsait olan geniş bir yoldan gitmelidir.
Bu sözden maksadımız; davetçinin maslahatı nerede görürse, ona uygun olarak helal ve haram hükümlerle oynaması ve müftünün, bu hususlara uyarak bunlardan hiçbir değişiklik yapmamasına karşılık, kendisinin bir takım değişiklikler yapması değildir. şüphesiz ahkamla oynama hakkı hiç kimseye verilmemiştir. Ancak davetçi bir insanın, bir anda bütün saplantılarından kurtulmasının zorluğunu takdir etmeli ve onu hikmetle yönlendirmelidir... Tüm problemleri bir anda muhatabın karşısına çıkarmamalı ve yükün tamamını birden yüklememelidir. Bu konuya el-Bûti şöyle bir misal vermektedir: "Uzun müddet devam eden bir sapıklık devresinden sonra üstüne başına daha kapalı giysiler giymesine sevindiğim genç bir kız gelip: "Tam örtünmediğim müddetçe Allah'ın, amellerimden hiç birini kabul etmeyeceği doğru mudur”? diye sordu.
Ona dedim: “Şuna kesinlikle inanmalısın; Allah (c.c.) senin için hayır ve muvaffakiyet dilemeseydi, iman yolunu sana kolaylaştırmazdı. Kendi rızasını kazanmayı arzu ederek çalıştığın müddetçe bu adımları gerçekleştirmen için sana yardım eden Allah, bu yaptıklarının karşılığını eksiksiz verecektir. Şuna da inanmalısın ki; Allah'a yönelip O'nun emirlerine uymayı ne kadar artırırsan, Allah da senin mükâfat, hidayet ve dünya ile âhiret mutluluğunu o kadar artıracaktır.
Bu sözümle, Allah'ın kelâmından bir şey değiştirmiş değilim. Lakin şer'i hükmü harfiyyen zikretmekten başka bir şeyle ilgilenmeyen müftünün davranışı gibi de davranmadım. Bunun alanı başka, onunki başka. En kısa zamanda eksikliklerini tamamlamadığı takdirde kendisini bekleyen azabı hatırlatmaktan çok, Allah'ın kendisini muvaffak kıldığı hususlara gıpta etmesi için gayret ettim." 116
D. İlmî Metot takip Edilmeli
Bediüzzaman yirminci yüzyıl İslam coğrafyasında en büyük düşmanı cehalet, fakirlik ve ihtilaf olarak teşhis etmiştir. Ve bu üç düşmana karşı da bilim, sanat ve ittifak silahıyla mücadele etmenin gereğine işaret etmiştir. 117
Bediüzzaman'a göre, İslam'ın eskiden bütün dünyaya hakim olmamasının önemli sebeplerinden birisi de, müspet ilmin bazı meseleleri ile İslam'ın bir kısım prensipleri arasında bir çatışma var gibi gözükmesidir. Bunun için O, zahiren varmış gibi gözüken bu çatışmanın doğru olmadığını göstermek için imanî bir çok hakikati bilimsel açıdan izah etme yoluna gitmiştir. 118
Genellikle İslam alimleri münacatlarını kalbin hissiyatına uygun bir tarzda yaparken Bediüzzaman, Risale-i Nur'da kullandığı bilimsel metodu münacatına da yansıtmış, onu hem kalp hem de akıl ekseninde işlemiştir:
'Ey arz ve Semâvâtın Hâlik-ı Zülcelâl! Senin Kur'an-ı Hakîminin talimiyle ve Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlariyle ve cevve-i feza müştemilatiyle senin vücub-ü vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şahadet ediyorlar, öyle de: Arz bütün mahlukatiyle ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şahadetler ve işaretler ederler." 119
E. Lâubâliler Ruhsatlarla Okşanmamalı
İrşat vadisinde, "Ruhsat azimet" dengesini bozacak telkinlerden kaçınmak esastır. İslâm dininin müsamaha ve toleransını ifade eden ruhsatlardan istifade etmek insanların hakkıdır. İmam Şa'rânî'nin de ifade ettiği gibi, dört mezhebin farklı görüşleri, ruhsatla azimetin dengesini koruyan faktörlerdir. Kuvvetliler azimeti yaşarken, zayıflar ruhsatlardan istifade edecektir. 120 Efendimiz iki husustan birini seçmede serbest bırakıldığı zaman dâima onlardan en kolayını tercih ederlerdi 121 Çünkü böyle bir tercih, kulluğun temel harcı olan acizliği idrak anlamına gelir.
Bununla beraber, emir ve yasaklar konusunda, azimeti elden bırakmış, dinî hassasiyetini kaybetmiş laubaliler, ruhsatlarla okşanılmaz. Bu gibi kimseler, Allah'a kulluk açısından henüz rüştünü ispat edememiş sakallı çocuklar hükmündedir. Bunlar, okudukları Amme cüz'ünü bir tek şekerlemeye satacak kadar ciddiyetten uzak kimselerdir.
İşte Bediüzzaman, bu konuda da farklı hastalara farklı tedavi uygulayan uzman bir hekimin tavrını sergilemiştir. O'nun bir taraftan, "bu ahir zaman fitnesi içerisinde farzlarını yerine getiren, büyük günahlardan sakınan kimse, inşallah kurtulur" derken, diğer taraftan "Laubaliler, ruhsatlarla okşanılmaz" demesi, bir çelişki değil, hastalığın durumuna göre çeşitlilik arz eden bir reçetedir.
Allah'a karşı ciddi saygılı ve büyüklüğü karşısında korku içinde olanlara sonsuz rahmetine giden ümit kapısını göstermek; dini hassasiyetini kaybetmiş kimselere ise, Allah'a karşı saygılarını artıracak azimeti ve ciddiyeti hatırlatmak gerekir. Özellikle "Sevad-ı A'zam" denilen ümmetin büyük çoğunluğunun yürüdüğü yoldan saptıracak olan sübjektif, sırf laubalileri okşamaya yönelik keyfî fetvalarla içtihatlar yapmak, irşadın temel felsefesine aykırıdır.
Bediüzzaman'ın ifade ettiği gibi, bu mânevî kış mevsiminde, bid'atların fırtına gibi estiği bir dönemde, İslâm sarayının zarar görmemesi için, küçük pencereleri bile kapatmak maslahat iken, yabancı ve yırtıcı akımların hücumuna zemin hazırlamak nevinden, yeni yeni kapılar açmak din-i mübin-i İslâm'a büyük zarardır. 122
"Her bid'at dalâlettir ve her dalâlet ateştedir" 123 hadis-i şerifin bu sert uyarısını gözden ırak tutmamak ve Nebevî prensip olan terğib ve terhib dengesini korumak şarttır.
F. Dünya - Ahiret Dengesi İyi Kurulmalı
"Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma" 124 âyeti, dünya ve ahîret dengesinin güzelce kurulmasına dikkat çekmekte, gerek sonsuz saadet diyarı olan âhiret hayatını ve gerekse dünya hayatını kazanmanın yolunun çalışmaktan geçtiğini göstermektedir.
"Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir." 125 âyetinde vurgulanan hususlardan biri insanın kıymetinin çalışma ile orantılı olduğu, bir diğeri de dünyada yapılan her türlü çalışmanın asıl karşılığının âhirette verileceği hususudur. Demek ki dünya ve âhiretin saadeti çalışmaya bağlıdır.
İlginçtir, Kur'an'da dünya kelimesi 115 defa, âhiret kelimesi de 115 defa geçmektedir. Bu sayısal tevafuk, insan hayatı açısından her iki dünya arasındaki dengenin önemine işarettir.
İslâm dininin beş temel esaslarından ikisinin (Hac, zekât) mâli imkânlara bağlanması, dinimizin meşru dâirede çalışıp kazanmaya verdiği önemi göstermektedir.
"Sizin en hayırlınız dünyası için ahiretini ve ahireti için de dünyasını terk etmeyendir." 126 hadis-i şerifi, çalışmayıp sırf bilinen nafile ibadetlerle meşgul olmanın bile pek makbul olmadığını göstermektedir.
Nitekim Hz. Ömer, bu çeşit insanları azarlamış ve çoluk çocuklarının geçimi konusunda "biz Allah'a tevekkül ediyoruz" demelerine karşılık da, siz müvekkil değil, müteekkilsiniz. Yani gerçek manâda Allah'a tevekkül etmiyorsunuz, aksine erkek arılar gibi başkalarının sırtından geçiniyorsunuz" demiştir.
Bediüzzaman'a göre, İslâm aleminin bugünkü perişan ve fakirlik durumu dünya ve ahiret dengesini kuramayan ve koruyamayan yanlış irşatların bir neticesidir. "Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." 127 âyeti insanda çalışma şevkini tahrik ettiği gibi, "Helâl dairede çalışarak kazanan Allah'ın sevdiği kimsedir." hadisi de insana kazanma zevkini telkin etmektedir. Bununla beraber tarih içerisinde yapılan bazı yanlış telkinler sonucu Müslümanlardaki o şevk kırıldı ve o zevk de söndü. 128
Bediüzzaman, bu tür yanlış telkinlerde bulunmuş kimseleri cahillikle suçlamakta ve özellikle çağımızın gereklerini bilmemekle itham etmektedir. Bu hususları maddeler halinde sunmakta fayda vardır:
a. Bunlar "İ'lâ-yı Kelimetullah"ın şu zamanda maddî terakkiye bağlı olduğunu bilmeyen kimselerdir.
b. Bir rivayette "dünya ahiretin tarlası" 129 olarak değerlendirilmektedir. Bu kimseler, ahiretin tarlası olması itibariyle bir değer ifade eden dünyanın bu yönünü takdir etmekten acizdir.
c. Bunlar, dünya ve ahiret dengesini gözeten ve ümmetinin hem dünya hem de ahiret hayatına dikkatini çeken Hz. Peygamber (a.s.)'in "Ümmetî, Ümmetî" şeklindeki hadisin 130 sırr-ı hikmetini idrak edememişlerdir.
d. Bunlar, insanlığa hizmet aşkıyla ve hâlis niyetle yapılan çalışmanın bir ibadet olduğunu ifade eden "İnsanların en hayırlısı, insanlara en yararlı olanıdır" 131 hadisin hikmetini anlayan kimselerdir. 132
e. Bunlar, işin başlangıcında Allah'ın kâinattaki düzeninin birer parçası olan sebepleri bir kenara iten ve tembelliği ifade eden ve yanlış tevekkül anlayışı ile işin sonucuna razı olmayı ifade eden hakikî tevekkülü birbirine karıştıran kimselerdir.
f. Yine bu gibi kimseler, İslam'da kötülenen, çalışmama ve gayret göstermeme şeklideki kanaat ile, övülen ve gayretleri harekete getiren çalışmanın neticesine razı olmayı ifade eden kanaatı fark etmemektedir. Halbuki eldekine kanaat edip çalışmamak gayretsizliktir. Nitekim, tahsildeki kanaatı mahsuldeki kanaatle karıştıranlar, yaptıkları yanlış telkinlerle İslâm aleminin fakir kalmasına sebebiyet vermişlerdir. 133
G. Çağımız İnsanının Psikolojik Yapısı İyi Bilinmelidir.
Bediüzzaman'a göre, irşat açısından bu yapının en önemli iki unsuru vardır:
Birincisi: Bu asırda kitap ehli, yani mektep ehli, yani okumuşların, özellikle pozitif ilimleri pozitivist bir felsefe yaklaşımı içerisinde okumuş ve materyalist düşünceye kapılmış çok kimselerin bulunmasıdır.
Aslında ilim insanları daha mütevazı yapması gerekirken, bu asırda onları cehl-i mürekkep içinde gururlanmaya, kendine güvenmeye sevk etmiş ve teslimiyeti kırmakla bir nevi firavunluğa götürmüştür. Bunlara karşı atom bombası gibi onların çürük temellerini sarsacak bir hakikata ihtiyaç vardır ki, o dinsizlerin tecavüzlerini durdursun ve hiç olmazsa bir kısmını imana getirsin. Risale-i Nur Kur'an'ın feyziyle kâinattaki atomların sayısı kadar tevhit inancının delillerini göstermekle bu hastalığı tedavi etmeye çalışmaktadır.
İkincisi: Toplumlarda dünyayı ön plana çıkaran bir atmosferin mevcut olmasıdır. "Dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler." 134 ayetinin işaret ettiği gibi, akıbeti görmeyen ve bir gram hazır lezzeti ilerideki bir batman lezzete tercih eden insanın kör hissiyatı özellikle bu son asırda akıl ve fikre galebe çalacak bir ortam bulduğu için, Allah'a ve ahirete inananları bile dini duygulardan ve onları yaşamaktan uzaklaştırıp, dalâlet ehline uydu yapmış ve kırılacak cam parçası hükmünde olan dünya hayatını, elmas kıymetindeki ebedî saadet diyarı olan âhirete tercih ettirmiştir. İnsanları bu büyük tehlikeden kurtarmanın tek çaresi, dünyada dahi cehennem azâbını ve haramlardaki aynı lezzet içinde acıları göstermektir. Diğer bir ifadeyle Cehennemin zakkum çekirdeğini dünyaya taşıyıp göstermektir ki, Risale-i Nur bu mesleği benimsemiştir. "yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahatten gelen tiryakiliğin inadı karşısında, Cenab-ı Hakk'ı tanıttırdıktan sonra ve cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azâbı ile insanları fenalıktan seyyiattan vazgeçirmek, ondan, belki yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da "Cenab-ı Hakk Gafur-u'r Rahimdir, hem cehennem pek uzaktır" der, sefahetine devam edebilir. Kalbi ruhu hissiyatına mağlup olur." 135
H. İrşatta Şuhûdî Metot Kullanılmalı
Bu aklı gözüne inmiş çağın insanına yapılacak irşat metodunun önemli bir yönü de Kur'an'ın kullandığı şuhûdî irşat metodudur. Bu metotta, sürekli olarak insanların gözüne ilişen varlıkların üstündeki gaflet perdesi aralanmakla, tevhidin delilleri gözler önüne serilir.
Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, zaman da bir müfessirdir. Kaydını gösterse itiraz edilmez. Meydana gelen durumlar, hadiseler ve realiteler ise, ilgili konunun anlaşılmasına yardımcı olan birer açıklayıcı faktördür. 136
Risale-i Nur külliyatının bir çekirdeği olarak telakki edilen Mesnevî-i Nûriye adlı eserinde bu metot şu sözlerle ifade edilmektedir: "Arkadaş! Bu risale, Kur'an'ın bazı âyâtını şuhûdî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsiridir." 137
"İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur'an'ın) gerçek (Allah'ın kelâmı) olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" 138 âyeti gibi bir çok âyet, insanın dikkatini gözle görülen bir takım gerçeklere çeviriyor. Ve bir şuhûdî metodu gösteriyor.
Bediüzzaman, Fatiha suresinden "Hamd" kavramını açıklarken şu gönüllere yer vermektedir: Kâinatta gözle görülen ve Allah'a şükretmeyi gerektiren nice nimetlerin varlığı inkar edilemez. Özellikle kan ve fışkı arasından tertemiz ve besin değeri yüksek bir gıda maddesi olan sütü, aciz ve muhtaç yavrulara göndermek gibi, bir ilim ve iradenin eseri olarak meydana gelen ihtiyarî ihsanlar, merhametli ikramlar ve ziyafetler zemin yüzünü, belki kâinatı doldurmuş. Şüphesiz bütün bu lütuflar karşısında hal ve kal diliyle yapılan hamd ve şükürler, gösterilen memnuniyetler, şüphesiz şükür ve hamde layık bir nimet vereni; yani Allah’ı gösterirler. 139
Risale-i Nur'da Allah'ın Rahman ve Rahim isimlerinin tefsiri çerçevesinde, bu sıfatların yansımalarına dikkat çekilmiş ve şuhûdî bir metotla ispatına çalışılmıştır. Uzunca bir açıklamanın kısa birkaç mevcudiyeti ve hakikati, aynen güneşin ziyası gibi görünür. Ve ziyanın güneşe kat'i şahadeti misilli, bu geniş rahmet dahi, perde arkasında kısmı rızktır ki, Rahman'a Rezzak mânâsı verilir. Rızk ise, o derece zâhir bir Rezzak-ı Rahîm'i gösterir ki, zerre kadar şuuru bulunan tasdike mecbur olur." 140
SONUÇ
"Din nasihattır" buyuran efendimizin bu ifadesinden de anlaşıldığı üzere irşat, insanın ferdî ve içtimâî hayatının bütün safhalarını kapsayan çok geniş ve girift bir konudur.
Altı bin küsür sayfa tutan Bediüzzaman'ın eserlerinde işlenen konuların asıl hedefi, insanlara Kur'an'ın cihan-şümul mesajlarını aktarmaktır. Böyle geniş bir yelpazede yer alan bir hakikati, sınırlı zaman ve mekân (sayfalar)a yerleştirmenin zorluğu hatta imkânsızlığı ortadadır. Bu sebeple yaptığımız çalışma sadece irşadın anatomisine işaret ederek mânevî kimliğini göstermekten ibarettir.
Bu çerçevede ortaya koyduğumuz hususlar, şunu göstermiştir ki
Bediüzzaman, mevcut literatürdeki irşat metodu ile yetinmemiş, Kur'an'a has yeni bir yolu keşfetmiş ve teslimiyet kırılmış çağımızdaki akıl ve kalbin arzu ve isteklerini kavramış ve Kur'an'ın mesajlarını asrın idrâkine sunmuş bir mürşittir.
Çağın en büyük hastalığının maddeci fen ve felsefeden gelen dalâlet olduğunu gören Bediüzzaman, irşat vadisinde giriştiği ıslâh hareketinde akıl kalb ve vicdana hitap etmesini bilmiş, Kur'anî bir perspektifle onların fıtrî ihtiyaçlarını tatmin edecek mantıkî ve şuhûdî istidlal metotlarını öyle geliştirmiştir ki, Hz. Musa'nın asası gibi vurduğu her yerden hayat suyunu çıkarmıştır.
Böylece insanın yaradılışında var olan gerçekleri öğrenme arzusunu, Kur'an'ın "kavl-i Leyyin" dediği tatlı bir üslupla gerçekleştirmiş ve eserlerini okuyanları tarifi imkânsız hazlara kavuşturmuştur. Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde milyonlarca insanın usanmadan, büyük bir iştiyakla Risale-i Nur eserlerini okumalarının altında yatan gerçek şudur: Said yok, Said'in ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakaik-ı Kur'aniyedir.
____________________
1 1953 yılında Bingöl'ün Gözer köyünde doğdu. 1984 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1990 yılında Marmara Üniversitesinde Yüksek Lisansını, 1997 yılında Sakarya Üniversitesinde Doktorasını verdi. Halen Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. "Namazın Sayısal Mucizesi" adlı eseri vardır.
2 el-Beled, 90/8-10.
3 el-İnsan, 76/2.
4 Uludağ, Süleyman, İslâm'da İrşad, 34, İst., 1997.
5 Buhârî, Cuma, 11; Müslim, İmaret, 5.
6 Uludağ, 22.
7 bk. Buhârî, Ahkâm, 43; Müslim, İmân, 95.
8 Zariyat, 51/55.
9 Bakara, 2/231.
10 Nahl, 16/125.
11 el-Enbiyâ, 21/107
12 bk.Abdulkerim Zeydan, tebliğ, trc. Dr. Ruhi Özcan, İstanbul, 1979, 442.
13 bk. Bediüzzaman Said Nursi, İşaratu'l-İ'caz, 19. (Not: Basım yeri belirtilmeyen Risale,i nur kaynakları Envar Neşriat'a aittir..
14 bk. Nursi, a.g.e., 15
15 Nisa, 4/58.
16 Uludağ, a.g.e, 48.
17 Bakara, 2/2.
18 krş. Nursi, İşarat'ul-İ'caz, 23.
19 Buhârî, Nikah, 1.
20 Tirmizî, Zühd, 29.
21 Fussilet, 41/34-35.
22 En-Nisa, 4/136.
23 Nursi, Mektûbat, 58
24 el-Ankebût, 29/46.
25 el-Bakara, 2/3.
26 Nursi, İşarat'ul-İ'caz, 50.
27 Al-i İmran, 3/64.
28 Nursi, Sözler, 407.
29 bk. Nursi, Mesnevi-i Nuriye, 252.
30 en-Nahl, 16/125.
31 Fussilet, 41/34-35.
32 Müslim, Müsâfirin, 139; Tirmizi, Birr, 69.
33 Gazalî, İhya, II/ 309
34 Nursi, Sözler, 269. Ayrıca bk. Sözler, 5, 59.
35 Nursi, Mektûbat, 70.
36 eş-Şuarâ, 26/214-215.
37 bk. Kastamonu L., 20.
38 Uludağ, 205.
39 Hud, 11/29,51.
40 Yâsin, 36/21.
41 Nursi, Mektûbat, 70..
42 Nursi, Barla Lah., 123.
43 Nursi, Tarihçe-i Hayat, 629-630.
44 Nursi, Emirdağ-II, 152.
45 Ahkaf, 46/9.
46 Ahkaf, 46/13.
47 Nursi, Nur'un İl Kapısı, 23.
48 Nursi, Mesnevî-i Nuriye, 218.
49 Şuarâ, 26/215-216.
50 Kasas, 28/83.
51 bk. Nursi, lem'alar, 151.
52 el-Ahzap, 33/21.
53 Hûd, 11/88.
54 Saf, 61/2-3.
55 İnsan, 76/2.
56 krş. Nursî, Lem'alar, 58.
57 Al-i İmran, 3/31.
58 Nursi, Lem'alar, 57.
59 Al-i İmran, 3/32.
60 en-Nisâ, 4/80.
61 el- Haşr, 59-7.
62 el-Fetih, 48/10.
63 Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, 80-81.
64 bk. Nursi, Muhâkemat, 50-52.
65 Uludağ, 188.
66 Buhârî, Talak, 26; Müslim, Lian, 18.
67 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/256-257.
68 Nursi, Mektûbat, 64.
69 el-Ahkaf, 46/4.
70 Nursi, Muhâkemat, 36.
71 Nursi, Asa-yı Musa, 20.
72 Tâhâ, 20/44; kısa için bk. Gazalî, İhyâ, II/329.
73 Uludağ, a.g.e. 60.
74 Zümer, 39/9.
75 Naziat, 40-41.
76 Müslim, Tevbe, 23.
77 A'raf, 7/99.
78 Yusuf, 12/87.
79 Zümer, 39/53.
80 Nursi, Tarihçe-i Hayat, 95.
81 bk. Nursi, Sözler, 721.
82 bk. Nursi, Asâr-ı bediiyye, 80.
83 A'râf. 7/156.
84 Buhâri, Tevhid, 55.
85 el-İsrâ, 17/23.
86 el-Hicr, 49/12.
87 bk. Nursi, mektûbat, 275-276.
88 Nursi, Mektubat, 356.
89 Nursi, Tarihçe-i Hayat, 90.
90 el-Ahzap, 33/21.
91 Nursi, Tarihçe-i Hayat, 90.
92 Nursi, Sözler, 50.
93 Nursi, Sözler, 52.
94 Nursi, Sözler, 65.
95 Nursi, Şualar, 517.
96 el-Enbiyâ, 21-22.
97 es-Sâbûnî, Safve, II/258, Dımeşk, 1406/1986.
98 Nursi, Şualar, 128.
99 en-Nahl, 16/125.
100 Nursi, Sunuhat, 109.
101 Fussilet, 33.
102 el-Bûtî, 39-40.
103 En'am, 133.
104 A'raf, 156.
105 Tirmizi, menakıb, 73.
106 Gazalî, İhya, II/330.
107 krş. el-Bûtî, 52.
108 Nursi, Lem'alar, 152.
109 el-Bûtî, 64.
110 Nursi, Sözler, 706.
111 bk. Ebu Dâvud, e's-Sunna, 3.
112 bk. Nursi, Kastamounu L., 122-123.
113 bk. Nursi, mektûbat, 48-49.
114 Nursi, Sikke-i tasdik-i Gaybi, 188.
115 Nursi, mektubat, 265.
116 el-Bûtî, 69-70.
117 Nursi, Tarihçe-i Hayat, 64.
118 bk. Nursi, Tarihçe-i Hayat, 91.
119 bk. Nursi, Şualar, 46.
120 bk. Şa'rânî, el-Mizânu'l-Kubrâ, 5. (basım yeri ve tarihi yok).
121 bk. el-Buhâri, kitabu'l-edeb, 80.
122 bk. Nursi, Sözler, 480.
123 en-Nesâi, kitabu'l-îydeyn, 22
124 Kasas, 28/77.
125 Necm, 53/39/40.
126 Aclûnî, I/393.
127 Necm, 53/39-40.
128 bk. Nursi, Münazarat (İçtimâî reçeteler-II, Tenvir nşr.) 52.
129 Aclûnî I/412.
130 Buhârî, Tevhid, 36.
131 Aclûnî, I/393.
132 bk. Nursi, Münazarât, a.g.y.
133 krş. Nursi, Münazarât, a.g.y..
134 İbrahim, 14/3.
135 bk. Nursi, Hutbe-i Şamiye (İçtimâî reçeteler-II), 93-97.
136 Muhâkemat, 22-23; Lemeât, 780.
137 Mesnevî, 75.
138 Fussilet, 41/53.
139 Şualar, 511/512.
140 a.g.e., 512.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
BEDİÜZZAMAN'A GÖRE KUR'AN-I KERİM'DE TEKRAR NAZARİYESİ
Dr. Ahmad Muhammad Muflih al-Qudat 1
Mukaddime:
Allah'a hamd, Peygamberine salât ve selâm olsun! Bu tebliğ merhum Bediüzzaman Said Nursî'nin "Kur'ân-ı Kerim'de Tekrar" mevzûu etrafında yazdığı hususlarla ilgilidir. Kendim bu konuyu Risale-i Nur'dan hareketle mufassal bir tetkike ve araştırmaya tabi tutmayı tercih ettim. Merhum Bediüzzaman, Kur'ân'ın i'câzı, câmiiyyeti, maksatları, Kur'ân'ın ihtiva ettiği birçok ilim ve konu hakkında çok yazılar yazdığı gibi, tekrar konusunu Risale'lerinin birçok yerinde müteaddid noktalardan işlemiştir. Hatta bazıları mükerrer olarak ifade edilmiştir.
Merhum Üstad, Kur'ân-ı Kerim mevzularında yazdığı yazılarıyla, onun beyânını açığa çıkarmayı, hak olduğuna bürhan getirmeyi ve Kur'ân-ı Kerim'i insanlığın sonsuz Kitabı olarak sunmayı hedeflediği için, söz konusu mevzular üzerinde durmak ve düşünmek, adı geçen hedefe hizmet edecek ve insanlığın Kur'ân'ın hidâyetinden istifade etmeleri, dünya saadetine giden yolda onun gölgesinde yürümeleri ve ahirette sonsuz nimetlere nail olmaları konusunda bütün insanlığa yeterli bir azık takdim edecektir.
Kur'ân'daki tekrar üslûbu üzerinde hem eski, hem yenilerin kendilerine has görüşleri vardır. Bunlardan bir kısmı Kur'ân'da tekrarın olduğunu, ancak bu tekrarın birçok faydaya mâtuf olduğunu söylerken, kimileri de Kur'ân'da tekrarın olmadığını benimsemektedir. Diğer bir grup vardır ki, bunların ilimle yakından uzaktan hiçbir ilgileri yoktur, âlimlerin üzerinde ihtilaf ettiği bu meseleyi çirkin bir tekrar kabul etmiş ve belâgat ve fesahatle alâkası olmadığını beyan etmişlerdir. Bu tipler tekrar üslûbunu Kur'ân'a ve onun üslûbuna yöneltilen bir nakisa olarak değerlendirmişlerdir. Said Nursî ve onun tekrar üslûbuna yaklaşımını dile getirmeden önce bu görüşler üzerinde durmak gerekmektedir. Daha sonra Nursî'nin, Risale-i Nur'un değişik yerlerinde ifade edilen görüşünü ortaya koyacak ve bir hatime ile O'nun konu ile ilgili nazariyesinin önemli noktalarını tespit etmeye çalışacağız.
Tekrar üslûbu ile ilgili âlimlerin görüşleri:
Tekrar konusunda âlimlerin üç görüşü vardır: Birincisi, Kur'ân'da tekrar vardır, ancak bu tekrar mahmûd/kabûle şâyan bir tekrardır, çünkü bu tekrar ibareyi pekiştirme ve ona yeni bir takım mânâlar yükleme gibi faydaları gerçekleştirmek üzere yapılmıştır. İkincisi ise, Kur'ân'da tekrarın olmadığıdır, bu görüş daha ileride ifade edileceği gibi, tekrarın tarifinden ne kasdedildiğine bağlı bir görüş olarak karşımıza çıkmaktadır.
İlk devir âlimleri tekrar konusu üzerinde durmuş ve onu birtakım tetkik ve araştırmalara tâbi tutmuşlardır. Bunların en eskilerinden İbn Kuteybe ed-Dineveri, Te'vilu Müşkili'l-Kur'ân adlı eserinde şöyle der: "Haber ve kıssaların tekrarına gelince, Allah Teâlâ hazretleri kullarına kolaylık olsun diye Kitab-ı Mübin'ini yirmiüç yıl boyunca parça parça inzâl buyurmuştur...Arap kabilelerine mensup heyetler İslâma girmek üzere Hz. Peygamber(s.a.v)'e geldiklerinde, Ashab-ı Kiram o kimselere biraz Kur'ân öğretiyor, bu da onlara kâfi geliyordu. Aynı şekilde Hz. Peygamber(s.a.v) değişik kabilelere bir takım sûreleri öğretmek üzere okuyucular gönderiyordu. İşte eğer geçmiş ümmetlere ait kıssa ve tarihi kesitler Kur'ân'da tekrar edilmemiş olsaydı, Musa(a.s) kıssası bir kavme, İsa(a.s) kıssası bir başkasına, Nuh (a.s) kıssası bir diğerine, Lût(a.s) kıssası başka bir kabilenin payına düşmüş olacaktı, ancak Allah Teâla bunları tekrarlamak suretiyle lütfu ve rahmetiyle bu kıssaları dünyanın dört bir tarafına yaymayı ve herkese duyurmayı murad etmiş ve bu yolla muhataplarına birtakım mesajlar göndermeyi amaçlamıştır." 2 İbn Kuteybe kıssa ve ahkâm âyetleri arasında bir ayırıma gitmek suretiyle kıssaların tekrarını gerekçelendirmek üzere şöyle der:
"Peygamberlere dair nakledilen tarihi kesitleri işleyen kıssalar, farzlar gibi değildir, çünkü Hz . Peygamber(s.a.v)'in yazdığı mektuplar, Allah Teâlâ'nın namaz, namaz vakitleri ve namaz sayıları ile zekât ve zekâtın sünnetleri gibi farz hükümleri herkese ulaşıyordu... Nitekim bu ayrıntıların keyfiyyeti direkt Kur'ân-ı Kerim'de tarif edilmiyordu ve bunlar Musa, İsa, Nuh..ve diğer peygamberlerin kıssalarıyla duyurulmuyordu. Bu uygulama, Allah Teâlâ daha dinini kemale erdirmeden önce İslâmın ilk dönemlerindeydi, Allah Teâla dinini yeryüzünün her tarafına yaydı ve küçük büyük herkes Kur'ân'ın hükümlerini öğrendikten ve Kur'ân iki kapak arasında cem edildikten sonra , söz konusu durum ortadan kalkmış ve her bölgede ve her toplulukta olan haberler bir araya getirilmiştir.” 3 Tekrar konusunu erken dönemlerde işleyen âlimlerden birisi de Ebu Süleyman el-Hattâbî'dir. Kendisi mezmûm ve memdûh olmak üzere tekrarı iki gruba ayırmış ve Kur'ân-ı Kerimde mezmûm tekrar diye bir şeyin söz konusu olmadığını ifade etmiştir. Bu bağlamda şöyle der:
"Kelamın tekrarı iki şekilde olur: Birincisi mezmûm olanıdır ki, bu da ilk kelama mânâ itibariyle katkısı olmayan ve dolayısıyla kendisinden istiğna edilebilecek olan kelamdır, çünkü bu durumda kelam zaid hükmüne girmektedir. İşte bu türden Kur'ân-ı Kerimde tekrar varid olmamıştır. İkinci çeşit tekrar ise bunun tam karşıtı olan bir tekrardır; ihtiyaç olmadığı ve tekellüfe meydan verdiği durumlarda tekrar yerine hazf ve ihtisara başvurulur; çok önemli ve üzerinde durulması gereken hususlarla, tekrar edilmemesi durumunda bir yanlış anlaşılmaya, unutkanlığa veya kâle alınmamaya mahal olacak yerlerde ise tekrar kaçınılmaz bir ihtiyaç haline gelir." 4
Zerkeşî de tekrar konusuna değişik açılardan değinir ve onu şöyle tarif eder: "Tekrar gerçekte, uzun bir aralık geçtiği için ilk mânânın unutulmuş olabileceği endişesiyle mânâyı pekiştirmek maksadıyla, lafzı aynıyla veya eşanlamlısı ile iade etmektir, onun için tekrar eğer bir önceki mânâyı pekiştirmek için yapılmamışsa tekrar sayılmaz" 5. Zerkeşî tekrar üslûbunun Arapça'da alışılagelen bir üslup olduğunu açıkladıktan sonra faydalarını da zikreder, arkasından Kur'ân kıssaları konusuna değinerek bu kıssalarda yeralan tekrarların faydaları üzerinde mütaalâlarda bulunur. Bu faydalardan birisi, yeni bir şey ilave etmek olduğunu ifade eder. Bir başka faydası da Zerkeşî tarafından şöyle dile getirilir: Müslüman olan kimse bir parça Kur'ân öğreniyor sonra da kendi bulunduğu bölgeye gidiyordu, daha sonra o bölgeye başka Müslümanlar geliyor ve kendisine yeni inen vahyi tilavet ediyorlardı, zira Kur'ân'a iman eden kimselerin çoğu muhacir kimselerdi, dolayısıyla kıssalar tekrar edilmemiş olsaydı, Musa(a.s) kıssası bir topluluğa, İsa(a.s) kıssası bir başka topluluğa , diğer bir kıssa daha başka bir topluluğa düşecekti.. Böylece kıssalar tekrar edilmek suretiyle mânâlar insanların zihninde daha da pekişiyor ve başkalarına ibret ve ders hükmünde oluyordu. Kıssaların tekrarının bir başka faydası da Hz. Peygamber'i(s.a.v) teselli etmek ve aynı mânâyı, fesahata delil teşkil edecek değişik ifadelerle ve farklı üslûplarla dile getirmektir.
Zerkeşî devamla Kur'ân'ın nazmının sahip olduğu hârikulâde üslûplar üzerinde durur ve Kur'ân'da yer alan tekrarın bir kusura ve bıkkınlığa meydan vermeyen bir tekrar olduğunu ifade eder. Aynı şekilde değişik yerlerde yer alan Kur'ân kıssalarının aynen tekrar edilmediğini, bir yerde uzun ve tafsili bir şekilde yer alırken, başka bir yerde kısa ve özet bir şekilde ifade edildiğini ve bazen takdim-te'hir yapıldığını ifade eder." 6 Böylece Zerkeşî ve ondan önce gelen el-Hattabi, Kur'ân'da birden çok defa tekrar edilen kıssaların zikredildikleri her yerde mânâ noktasında ilaveler olduğunu ifade etmişlerdir. Dolayısıyla zahiren tekrar vardır, ancak bu tekrar mânâyı daha da pekiştirmek için faydalı bir tekrardır.
Çağdaş âlimlerden çok sayıda kimse tekrar konusunu işlemiş, önemi ve faydaları üzerinde durmuştur. Dr. Ahmed Bedevi, Min Belagati'l-Kur'ân adlı eserinde, te'kid ve tekrar başlıklı bir bölüm açar ve özetle şu görüşü dile getirir: " Kur'ân-ı Kerim, insan ruhu üzerinde bir tesiri olması hasebiyle, bazen pekiştirme ve vurgu ifade eden cümleyi aynı lafızlarla birkaç defa tekrar eder, tıpkı: “Ben size gönderilmiş Allah'ın güvenilir elçisiyim, Allah'tan hakkıyla korkun ve Bana itaat edin. âyetlerinde vuku bulan tekrar gibi.”( Şuara suresi 26, 108, 126, 144, 163, 179)
Çok sayıda elçi tarafından tekrar edilmiş olsa da bu ibare, tekrarına binaen bir ibare gibi yansımaktadır, söz konusu elçilerin doğruluğunu teyid etme ve onları tasdik etmeyi pekiştirme babında tek bir ibare gibidir, dolayısıyla tekrar üslûbu mânâların zihinlerde nakşolunması ve ruhun derinliklerine işlemesinin bir kaynağı olmaktadır" 7 Aynı şekilde Dr. Fadl Abbas, tekrar üslûbunun, Zerkeşî'nin tarif ettiği gibi lafzın aynen veya muradifiyle tekrar edilmesinden ibaret olmadığını, Hattabi'nin ifade ettiği üzere tekrarın, mânâ fazlalığı taşıyan ve birden çok defa varid olduğu için tekrar hükmüne giren bir üslup olmadığını ifade eder ve tekrarı şöyle tarif eder:
"Tekrar, sözü aynı lafızla, aynı bağlamda ve aynı mânâya yönelik ifade etmektir, şâyet bu iki şart bir araya gelmezse, yani lafız aynıyla tekrar edilmemişse veya lafız birden çok zikredilmiş, ancak her bir yerde kendine has bir bağlamda zikredilmişse bu tekrar değildir." 8 Doktor Fadl Hasan Abbas, çağdaş âlimlerin tekrar üslûbuyla ilgili yaptıkları araştırmalara değinir ve Kur'ân-ı Kerim'in mevzularının şu üç başlık altında özetlenebileceğini ifade eder:
1- Ahkâm: Bunlar ibadet, muâmelât, ahvâli şahsiyye(özel hukuk) ve hadleri içine alır. 2- Akîde: Bu da ulûhiyet, risâlet ve ahiret konularını içerir. 3- Kur'ân kıssaları Dr. Hasan Abbas devamla şöyle der: "İslâm âlimleri ahkâm ile ilgili âyet-i kerimelerde tekrarın olmadığı konusunda icmâ etmişlerdir. Tekrar üslûbunun yer alacağı âyetlerin akîde ve Kur'ân kıssalarında olduğunu ifade etmişlerdir. Daha sonra Fadl Hasan Abbas, Kur'ân-ı Kerim'de bazı cümle ve âyetlerin tekrar edildiğini ifade eden kimselere cevap sadedinde birtakım noktalara dikkat çeker ve söz konusu kimselerin, tekrar üslûbunu, konunun veya cümlenin birden fazla tekrar edilmesi şeklinde yaptıkları tarifin, Kur'ân-ı Kerim'de tekrarın varlığını ileri sürmelerine sebebiyet verdiğini, ancak meselenin böyle olmadığını ifade eder." 9 Değerli hocamız Dr. Fadl Abbas'ın vurguladığı hususu daha da pekiştirmek üzere derim ki: Arapçadaki harf ve sesler kırkı geçmez, ancak bu harf ve seslerden binlerce, milyonlarca kelime oluşturulmuştur ve şüphe yok ki bu harfler veya bir kısmı aynı kelimelerde ve hatta yüz ve binlerle ifade edilen kelimelerde yer almaktadır. Şimdi bir harfin söz konusu çok sayıda kelimelerde yer alması, onun tekrar edildiği anlamına gelir mi? Hatta bazen tek harf aynı kelimede bir veya birden çok defa yer almaktadır, mesela mükerrer kelimesinde iki tane r harfi vardır, dolayısıyla biz bu harf tekrar edilmiştir, diyebilir miyiz? Yoksa her harfin kelime içerisinde kendine has bir rolü ve işlevi mi vardır? demeliyiz.
Ancak Üstad Bediüzzaman Said Nursî'nin metodu birinci görüşü benimseyen âlimlerinkine daha yakındır, yani Kur'ân'da, faydası ve önemi olan tekrarın varlığını benimseyen kimselerin görüşüne daha yakındır; aşağıdaki sözünden anlaşıldığı üzre, her ne kadar ikinci görüşü seslendiren âlimlerinkine yaklaşıyorsa da: " Bununla beraber, sureten tekrardir. Fakat, mânen herbir âyetin çok mânâlari, çok faydalari, çok vücuh ve tabakati vardir. Herbir makamda ayri bir mânâ ve fayda ve maksatlar için zikrediliyor." 10 Bediüzzaman bu mânâyı daha da açıklığa kavuşturmak üzere bir başka yerde şöyle der: "Tekraratiyla birtek cümlede ve birtek kissada ayri ayri çok mânâlari, ayri ayri muhatap tabakalarina tefhim eder" 11
Bediüzzaman Said Nursî'nin zahr, batn, had, matla' kavramları etrafında yaptığı açıklamalar her ne kadar tartışılmaya ve araştırılmaya muhtaç ise de, benim buradaki amacım bunları araştırmak değildir, ancak O'nun, tekrarın tarifi konusundaki görüşünün, Dr. Fadl Abbas'ın görüşüne yakın olduğunu ifade etmek isterim. Yukarıdaki ifadesinden anlaşıldığına göre Bediüzzaman Said Nursî gerçek anlamda bir tekrarın olmadığını, çünkü tekrar edilen lafzın başka bir bağlamda ve aynı anlamda kullanılmadığını ifade eder. Bediüzzaman'ın tekrar üslûbunu benimsemediğine dair açık bir ifadesi vardır, hatta kendisi tekrara konu olan kelimeleri te'vil ve yorum yoluna gitmiş ve âyetin farklı bağlamlarda tekrarının değişik mânâları ifade etmeye yönelik olduğunu açıklamıştır, bu bağlamda şöyle der: " Kur'ân, hey'et-i mecmuasiyla kalblere kut ve kuvvet olup, tekrari usanç degil, halâvet ve lezzet verdigi gibi, Kur'ân'in âyetlerinde de öyle bir kisim vardir ki, o kuvvetin ruhu hükmünde olup tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarini saçar. Ezcümle: 'Bismillâhirrahmânirrahîm' gibi âyetlerde bulunan ukde-i hayatiye ve nuranî esaslar, tekerrür ettikçe istahlari açar; misk gibi, karistirildikça kokar. Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür degildir. Ancak 'Riziklari dünyadakine benzer sekilde kendilerine sunulur.' (Bakara Sûresi, 2:25.) kabilinden, o ayri ayri hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarli kelâmlar, yalniz ibarece, lâfizca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hattâ kissa-i Mûsâ, çok meziyetleri ve hikmetleri müstemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-i belâgattir." 12 Dolayısıyla Bediüzzaman'ın:"Tekrar varlığını kabül etsek de.." ifadesini düşünürsek, kendisinin tekrarı benimsemediği sonucuna ulaşırız, Allahü a'lem..
Ancak şu kadar var ki, Bediüzzaman Said Nursî burada ortaya koyduğu tespiti olduğu gibi muhafaza etmemektedir, hatta çoğu kez aksini benimseyerek Kur'ân'daki tekrarın varlığını onaylıyor ve defalarca faydalarını açıklamaya çalışıyor. Onun için ben, Bediüzzaman’ın birinci görüşü benimseyen âlimlere daha yakın olduğunu ifade ettim.
Nursî'ye Göre Kur'ânın Maksatları:
Tekrar mevzûu ile sıkı bir ilişkisi olması hasebiyle bu başlığı ele almış bulunuyorum, zira Nursî hazretleri Risaleler'inin bir çok yerinde Kur'ân'ın maksatlarını anmaktadır. Nursî'ye göre bunlar dörttür, bu bağlamda kendisi şöyle der: "Kur'ân'daki anâsir-i esasiye ve Kur'ân'in takip ettigi maksatlar tevhid, nübüvvet, hasir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür." 13 Daha sonra kendisi şöyle der: " Kur'ân'da makasiddan baska olan kâinat bahsi istitradîdir. Tâ san'atin intizamiyla Sani-i Zülcelâle istidlâl yolu gösterilsin.
Evet, intizam görünür. Ve kemâl-i vuzuh ile kendini gösterir. Sani'in vücud ve kast ve iradesine kat'iyen sehadet eden intizam-i san'at, kâinatin her cihetinde boynunu kaldirarak her canibinden lemean eden hüsn-ü hilkati nazar-i hikmete gösteriyor. Güya herbir masnu birer lisan olup Saniin hikmetini tesbih ediyor." 14 Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin açıklığa kavuşturmak istediği, istişhad ettiği ve doğruluğuna ve kesinliğine delalet etmek üzere delil takdim ettiği bu âyeti kerimelerin maksatları, İmam Nursî dahil olmak üzere, daha bir çok âlime, Kur'ân'da tekrarın varlığını benimsemeye sevketmiştir, bunlara göre bu tekrar faydalı bir tekrardır, zira Kur'ân'ın âyetleri hep bu maksatları ispatlamaya, insanları bu konuda ikna etmeye çalışır ve bu âyetler değişik üslûp ve tarzlarda karşımıza çıkar. Bunların kimisi akla, kimisi duygu ve vicdana hitap eder, kimisi terğib-terhib, itminan, sakındırma içeriklidir; kimisi kıssa, öğüt, mesel, kasem ve istifham şeklinde varid olur.
Aslında bunun tekrarla hiçbir ilişkisi yoktur, ancak söz konusu âlimler bunu tekrar saymış ve buradan hareketle, Said Nursî'de göreceğimiz üzre, ona yönelik birtakım fayda ve mülâhazalar ve yorumlar ilave etmeye koyulmuşlardır.
Nursî'ye Göre Tekrarın Önemi:
Said Nursî tekrarın, özellikle Kur'ân-ı Kerim'de çok önemli ve kaçınılmaz olduğunu savunur ve bunu bir nâkisa telakki edenlere şöyle cevap verir: "Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratindaki lem'a-i i'câza bak ki: Kur'ân hem bir kitab-i zikir, hem bir kitab-i dua, hem bir kitab-i davet oldugundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblâgdir. Ehl-i kusurun zanni gibi degil. Zira, zikrin se'ni, tekrar ile tenvirdir. Duanin se'ni, terdad ile takrirdir. Emir ve davetin se'ni, tekrar ile tekittir." 15 ".
"Hem Kur'ân müessistir, bir din-i mübînin esasidir ve su âlem-i Islâmiyetin temelleridir ve hayat-i içtimaiye-i beseriyeyi degistirip muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptir. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzimdir. Tekit için terdad lâzimdir. Teyit için takrir, tahkik, tekrir lâzimdir.
Hem öyle mesâil-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerlestirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzimdir." 16
Said Nursî bir adım daha öteye giderek Kur'ân-ı Kerim'deki tekrar üslûbunun, onun i'câz yönlerinden biri olduğunu ve bu olgunun kaçınılmaz olduğunu ifade etmek üzere şöyle der: "Tekrari iktiza eden dua ve dâvet, zikir ve tevhid kitabi dahi oldugunu bildirmek sirriyla, güzel, tatli tekraratiyla birtek cümlede ve birtek kissada ayri ayri çok mânâlari, ayri ayri muhatap tabakalarina tefhim etmekte ve cüz'î ve âdi bir hâdisede en cüz'î ve ehemmiyetsiz seyler dahi nazar-i merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasini bildirmek sirriyla tesis-i Islâmiyette ve tedvin-i seriatta Sahabelerin cüz'î hadiselerini dahi nazar-i ehemmiyete almasinda, hem küllî düsturlarin bulunmasi, hem umumî olan Islâmiyetin ve seriatin tesisinde o cüz'î hadiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i'câzini gösterir." 17
Tekrar Üslûbunun İnsan Ruhu Üzerindeki Tesiri:
Said Nursî normal şartlarda, en lezzetli şey de olsa, bir şeyin tekrarının insanı bıkkınlığa sevkedeceğini, ancak Kur'ân-ı Kerim'de yer alan tekrarın bunun tam aksine olduğunu, ondaki tekrarın kelamı daha da tatlı ve canlı hale getirdiğini, okuyucuyu rahatlatan ve ona itminan kazandıran bir unsur olduğunu ifade eder:
"Kur'ân öyle hakikatli bir halâvet göstermis ki, en tatli bir seyden dahi usandiran çok tekrar, Kur'ân'i tilâvet edenler için degil usandirmak, belki kalbi çürümemis ve zevki bozulmamis adamlara tekrar-i tilâveti halâvetini ziyadelestirdigi, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-i mesel hükmüne geçmis." 18
Bediüzzaman Said Nursî bu gerçeği Kur'ân'ın teru-tazeliğine ve her asırda yenilenmesine bağlar, bu iddiayı ispat bağlamında hiç bir bürhan takdim etmeden veya Kur'ânın tazeliğinin sırrını netleştirmeye çalışmadan, sadece şununla yetinir:
"Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve sebâbet ve garabet göstermis ki, on dört asir yasadigi ve herkesin eline kolayca girdigi halde, simdi nazil olmus gibi tazeligini muhafaza ediyor. Her asir, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüs. Her taife-i ilmiye, ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarinda bulundurduklari ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o, üslûbundaki ve tarz-i beyanindaki garabetini aynen muhafaza ediyor." 19Nursî hazretlerinin burada söylediği şeyler şüphesiz ki doğrudur, ancak ispata muhtaç bir iddiadır ve delil gerektiren bir sözdür. Kur'ân üslûbunun özelliklerini zikretmek suretiyle, âlimler bu delili ortaya koymayı üzerlerine almışlardır, söz konusu özellikler Kur'ân-ı Kerim'i devamlı yenileyen ve her zaman hayata hitap eden bir Kitap olarak ortaya koymaktadır. Bunların en önemlileri: "Aklın iknası, duyguların istifadesi, lafzın maksadı, mananın hakkını îfa, genele ve özele hitap, açıklama ve özetleme" 20
Ancak Said Nursî Kur'ân-ı Kerim'in muhtevasında bulunan daha başka özelliklere yer verir ve bu anlamda şöyle der:
"Kur'ân-i Azîmüssanin elbette her harfinde on ve yüz ve bazen bin ve binler sevap bulunmasi; ve bütün cin ve ins toplansa onun mislini getirememesi; ve bütün benî Âdemle ve kâinatla tam yerinde konusmasi; ve her zaman milyonlar hâfizlarin kalblerinde zevkle yazilmasi; ve çok tekrarla ve kesretli tekraratiyla usandirmamasi; ve çok iltibas yerleri ve cümleleriyle beraber çocuklarin nazik ve basit kafalarinda mükemmel yerlesmesi; ve hastalarin ve az sözden müteessir olan ve sekeratta olanlarin kulaginda mâ-i zemzem misilli hos gelmesi gibi kudsî imtiyazlari kazanir. Ve iki cihanin saadetlerini kendi sakirtlerine kazandirir." 21
Said Nursî bu mânâları çok yerlerde tekrar eder ve son derece kendinden emin ve mutmain bir şekilde şunu vurgular: "Bazen bir sayfada iktiza-yi makam ve ihtiyac-i ifham ve belâgat-i beyan cihetiyle yirmi defa sarîhan ve zimnen tevhid hakikatini ifade eder; degil usanç, belki kuvvet ve sevk verir. Risale-i Nur'da, tekrarat-i Kur'âniye ne kadar yerinde ve münasip ve belâgatça makbul oldugu, hüccetleriyle beyan edilmis." 22 Bir başka yerde de şöyle der: "Bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemâl-i istiyakla ve ihtiyaçla (Kur'ân'i) okurlar." 23
Tekrarın Hikmeti:
Said Nursî mükerrer olduğunu ifade ettiği âyetler üzerinde durur ve buradaki tekrarın hikmetini ve gayesini açıklamaya çalışır. Bir yerde, tekrar üslûbunun ihtiyacın tekrarlanmasından kaynaklandığını ifade etmek üzere şöyle der:
"Ihtiyacin tekerrürüyle tekrarin lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfinda pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayri ayri çok tabakalara ders veren ve koca kâinati parça parça edip kiyamette seklini degistirerek, dünyayi kaldirip onun yerine azametli âhireti kuracak..." 24
Daha sonra tekrarın ne zaman olacağını ve kendisine ne zaman ihtiyaç duyulacağını ifade etme bağlamında şöyle der:
"Zerrattan yildizlara kadar bütün cüz'iyat ve külliyatin tek bir Zâtin elinde ve tasarrufunda bulundugunu ispat edecek" 25
Bu, Kur'ân-ı Kerim'in maksatlarından birincisine, yani Allah Teâlâ'yı ispat etme konusuna işaret etmektedir, daha sonra Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:
"Kâinati ve arzi ve semavati ve anâsiri kizdiran ve hiddete getiren nev-i beserin zulümlerine, kâinatin netice-i hilkati hesabina gazab-i Ilâhîyi ve hiddet-i Rabbâniyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehsetli ve genis bir inkilâbin tesisinde, binler netice kuvvetinde bazi cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kisim âyetleri tekrar etmek..." 26
Said Nursî bu ifadeleriyle, herkesin yaptıklarından sorumlu tutulacağı haşir ve adalet hususlarına işaret etmektedir. Böylece Said Nursî'nin söz konusu tekrarları daima Kur'ân'ın maksatlarıyla irtibatlandırdığını görüyoruz. Bediüzzaman tekrar üslûbundan istinbat edebileceğimiz daha başka hikmetlere dikkat çeker ve Kur'ân'ın " bir küllî düsturun efradi olarak her asirda ve her tabakaya hitap ederek taze nazil oluyor. Ve bilhassa çok tekrarla 'ezzâlimîn, ezzâlimîn' deyip tehditleri ve zulümlerinin cezasi olan musibet-i semâviye ve arziyeyi siddetle beyani, bu asrin emsalsiz zulümlerine, kavm-i Âd ve Semûd ve Fir'avunun baslarina gelen azaplarla baktiriyor. Ve mazlum ehl-i imana, Ibrahim ve Mûsâ Aleyhimesselâm gibi enbiyanin necatlariyla tesellî veriyor." 27
Bediüzzaman Said Nursî bir başka yerde Kur'ân'ın nazar-ı itibare aldığı önemli bir terbiyevi(eğitim) maksada işaret eder, o da şudur: Kur'ân-ı Kerim'i okuyan Müslümanların hepsi aynı seviyede değildirler, kimileri Kur'ân'ı tümden okuyamaz, sadece birkaç cüzünü veya birkaç suresini okuyabilirler, işte tekrar olmasaydı, bu kimseler söz konusu maksatlardan haberdar olmayacaklardı, bu anlamda Said Nursî şöyle der:
" Hem herkes her vakit bütün Kur'ân'i okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makasid-i Kur'âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur'ân hükmüne geçmis. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve hasir ve kissa-i Mûsa gibi bazi maksatlar tekrar edilmis." 28
Said Nursî defalarca tekrar edilen ve insana hiç bıkkınlık vermeyen, hatta devamlı ihtiyaç olarak hissedilen bir takım eşya ile ilgili bazı örnekler verir ve arkasından şöyle bir soru yöneltir: Vücut ile ilgili ihtiyaçlarda durum böyleyse, ruh ile ilgili ihtiyaçlar çok daha fazla tekrar edilmeye layık değil midir? Bu bağlamda şöyle der: " Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazisina insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazisina her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ... Demek, tekrar-i âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmis ve o ihtiyaca isaret ederek, uyandirip tesvik etmek, hem istiyaki ve istahi tahrik etmek için tekrar eder." 29
Daha sonra Said Nursî tekrar hükmünde Kur'ân'da yer alan çok sayıda misal arzeder ve bu tekrarların arkasında bir i'câz ve yüksek bir edebî yön bulunduğunu ifade eder. Bu bağlamda zikrettiği misallerden 'bismillahirrahmanirrahim'i anar ve bunun Kur'ân'da 114 defa yer aldığını, çünkü besmelenin bütün kâinatı nûr ve ziya ile dolduran büyük bir gerçek olduğunu vurgular. 30 Aynı şekilde: İnne rabbeke lehuvel azizürrahim (Şuârâ, 9) âyetini misal verir ve bu âyetin söz konusu surede 8 defa tekrarlandığını ifade ettikten sonra, bu tekrarın, Allah Teâlâ'nın izzetinin, kendisini yalanlayan ve küfre sapanların azabını gerektirdiğini, ilâhî rahmetin de, peygamberlerle onların izinden gidenlerin necâtını gerektirdiğini ifade eder. 31
Sonuç:
Said Nursî'nin (r.a.) bu konu etrafında yazdıkları ile ilgili yaptığımız bu gezintiden sonra onun görüşlerini özetleyecek ve Nursî'ye göre tekrar nazariyesi diye isimlendirebileceğimiz bir nazariyeyi açıkça ve çerçevesi belli bir şekilde ortaya koyacak görüşlerini özetlememiz gerekir. Onun nazariyesini şu başlıklar altında özetlemek mümkündür:
1- Kur'ân-ı Kerim'de tekrarlar vardır, ancak tekrar edilen her ibare yeni bir mânâ ve yeni bir ibrete delalet etmektedir.
2- Kur'ân'da faydadan ve yeni bir şeyleri ilave etmekten hâli tekrar yoktur.
3- Kur'ân'ın ana maksatları dörttür: Tek olan Yaratıcının varlığını ispat, nübüvvet, cismâni haşr, adalet. Kur'ân-ı Kerim'in bütün âyetleri bu maksatları ispat sadedinde birbinini takip etmiş ve daha da vuzuha kavuşturmak için tekrar edilmiştir.
4- Tekrarın çok önemli bir yönü vardır, çünkü Kur'ân-ı Kerim bir zikir, dua ve davet Kitabı'dır. Dolayısıyla âyetlerin tekrarı sadece iyi olmakla kalmaz, aynı zamanda zarurîdir, çünkü zikrin tekrarı tenvirdir, duânın tekrarı takrirdir, davetin tekrarı da te'kit mânâsına gelmektedir. Kur'ân-ı Kerim büyük meseleleri ve ince hakikatleri arzettiği ve akılları, bunları bilmeye, kalbleri de iman etmeye davet ettiği için değişik ifadelerle ve muhtelif üslûplarla tekrarı kaçınılmazdır.
6- Tekrar Kur'ân'ın i'câz vecihlerinden bir vecihtir. Çünkü Kur'ân, farklı tabakalardaki insanları bir âyet veya kıssada geçen çok sayıda mânâ ve ibretlere irşad ve davet etmektedir.
7- En lezzetli şeylerde de olsa, tekrar çoğu şeylerde insanda .bir bıkkınlık yaratmasına rağmen, Kur'ân'daki tekrarlar daima tatlı ve hoştur. Meziyyet sadece Kur'ân'a ait olup bunun sırrı, Kur'ân'ın daima teru-tazeliğini muhafaza etmesi ve her asırda yenilenmesidir.
8- Kur'ân'ın kendine has özellikleri ve mukaddes veçheleri vardır, bunları şöyle sıralamak mümkündür: Tilavetine büyük bir ecir verilmesi, ins ve cinnin benzerini ortaya koyamayacağı bir Kitap olması, bütün insanları içerecek hitap çeşitlerini ihtiva etmesi, insanların devamlı onu okuma arzusu... Aynı şekilde küçüklerin zihinlerinde nakşolunması, hasta ve ölüm yatağında yatanların onu dinlemekten haz almaları.
9- Kur'ân'ın tekrarını gerektiren en bariz hikmetlerden birisi de, tekrarına duyulan ihtiyaçtır, Kur'ân-ı Kerim binlerle ifade edilebilecek sonuçları içeren cümle ve irşadları tekrar eder ve bunların sayılamayacak kadar çok sonuçları vardır.
10- Tekrarın hikmetlerinden biri de Kur'ân'ı okuyan kimselerin aynı seviyede olmamalarıdır, zira bazıları Kur'ân'ı tümden okuyamazlar, bu kimseler Kur'ân'ın bir kaç cüzünü veya sûresini ancak okuyabilirler, dolayısıyla tekrar olmasaydı bu kimseler söz konusu dört maksattan haberdar olmazlardı.
____________________
1 1961 yılında Ürdün-Aclûn'da doğdu. 1983 yılında Lisans eğitimini Medine-i Münevvere'deki Kur'ân-ı Kerim Fakültesinde tamamladı. 1992 yılında Ürdün Üniversitesinde Tefsir ve Kuran Ilimleri Dalında Yüksek Lisansını yaptı. 1995 yılında aynı bilim dalında doktorasını yaptı. 1982 yılından itibaren din eğitim ve öğretimi alanında hizmet verdi. 1993 ve 1997 yılları arasında Ürdün Üniversitesinde ders verdi. 1997'den beri ez-Zerkâ Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Kur'ân-ı Kerim Cemiyetinin idari heyetinde üyedir. Ürdün Evkâf Bakanlığına bağlı olan Mushaf Tetkik Heyetinde üye olan müellif aynı zamanda Amman'daki Ebu Kavre Cami'sinin imam ve hatipliğini yapmaktadır, çok sayıda araştırmaları vardır.
2 Ibn Kuteybe ed-Dineveri, Abdullah b. Müslim, Te'vilu Müşkili Kur'ân , s. 180-181, Dârü Ihyâi'l Kutubi'l-Arabiyye, Isa el-Bânî el-Halebî ve Şurekâhü
3 Adı geçen eser, s. 182.
4 el-Hattabi, Ebu Süleymen Hamed b. Ibrahim(319-388 h.), Beyanü I'câz el-Kur'ân, s.52-53(Rümmâni, Hattâbi ve Cürcâni'nin I'câzu'l-Kur'ân ile ilgili üç Risale ile beraber)
5 Bedreddin Muhammed b. Abdullah b. Bahadır ez-Zerkeşî, el-Bürhân fî Ulûmi'l-Kur'ân, 3/10, Dârül Mâ'rife, ikinci baskı, Beyrut, Muhammed Ebu'l-Fadl Ibrahim'in tahkiki, tarihsiz.
6 ez-Zerkeşî, age, 3/25-28.
7 Dr. Ahmed Bedevi, min Belâgati'l-Kur'ân, s. 144 ve sonrası.
8 Dr. Fadl Hasan Abbas, el-Kasasu'l-Kur'ânî ihâuhû ve Nefehâtuhû, s. 19, Daru'l Furkan, 1. baskı, 1407 h., 1987 m.
9 Dr. Fadl Abbas, age, s.20, 21.
10 Risale-i Nur Külliyatı, s. 96..
11 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
12 Risale-i Nur Külliyaıt, s. 1167,
13 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1159.
14 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1986.
15 Risale-i Nur Külliyatı, s. 95.
16 Risale-i Nur Külliyatı, s. 96.
17 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
18 Risale-i Nur Külliyatı, s. 912.
19 Risale-i Nur Külliyatı, s. 912.
20 Dr. Muhammed Abdullah Dırâz, en-Nebeu'l-Azim, s. 106.
21 Risale-i Nur Külliyatı, s. 972.
22 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
23 Risale-i Nur Külliyatı, s. 975.
24 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
25 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
26 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
27 Risale-i Nur Külliyatı, s. 972.
28 Risale-i Nur Külliyatı, s. 95-96.
29 Risale-i Nur Külliyatı, s. 96.
30 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
31 Risale-i Nur Külliyatı, s. 973.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998
KUR'ÂN'DAKİ SAYISAL MUCİZENİN UNSURLARI
Dr. Muhammad Zaki Muhammad Khadar 1
Kur'ân-ı Kerim’in beyânındaki i'câzı hakkında yazılan eserler hicrî 2. asırdan itibaren kendini göstermeye başlamıştır. Ancak, ilk dönemlerde yazılan bu eserlerde i’câz-ı Kur'ân (Kur'ân’ın mucize oluşu) mefhûmu sadece i’câz-ı lügavî (lügat yönlü mucizelik) mânâsında kullanılmıştır. Kur'ân’daki bir çok sûre, takip eden asırlar boyunca lügat, beyân ve mânâ itibariyle ele alınmıştır. İ’câz-ı lügavî konusundaki çalışmalar öylesine derinleştirilmiştir ki, ûlema Kur'ân’daki her bir sûre, her bir âyet, hatta her bir lafzın i’câz vecihlerini açıklamak üzere bir çok deliller ortaya koymuşlar, hatta bazıları bir tek âyette yirmiden fazla belâgat yönü tespit etmişlerdir. Hûd sûresinde yer alan şu âyet hakkında olduğu gibi: “Ve kîle yâ ardu’bleî mâeki...” Bu âyet üzerinde duran âlimler, her bir kelimeyi tek tek ele almak sûretiyle, âyetin ihâta ettiği bütün mânâları ve maksatları ifade edebilmek için, âyeti belâgat ve fesâhat, beyân ve bedî’, te’lîf ve üslûb, matâlı’ ve makâtı’, fasl ve vasl, terğîb ve terhîb, emr ve nehy, içindeki teşrîin teselsülü ve ahkâmı cihetleriyle tek tek incelemişlerdir. İnsanlar bu alandaki bilgilerini ne kadar ziyadeleştirseler de, görülen o ki, bu ummânın dibine asla ulaşamayacaklardır.
Kur'ân, geçmiş zamanlarda meydana gelen olaylardan ve hakikatlerden haberler verirken, nüzûlünden sonra meydana gelecek olaylar hakkında da haberler vermektedir. Bu haberlerden bazıları, âlimlerin bazılarınca tespit edildiğine göre fiilen vâki olmuştur. Bu tür i’câz, Allah’ın insanlara açıklanmasını dilediği zaman, vâki olur ve bunu anlamasını istediği kişiler anlar, inkâr etmesini istediği kişiler de inkâr eder. Bunun en güzel örneği, Rûm sûresinin başındaki âyetlerdir: “Elif-Lâm-Mîm. Ğulibeti’r-Rûm. Fî ednâ’l-ardı ve hüm min ba’di ğalebihim seyuğlebûn...” Rum sûresindeki bu âyet-i kerimeler, Hz. Peygamber’in (S.A.V.) henüz Mekke’deyken, hicretten üç sene öncesi nazil olmuştu. Rum’ların zaferi ise hicretten iki sene sonra gerçekleşti ve buna dair haber Müslümanların Bedir savaşında galip geldikleri gün ulaştı. Bu haberle birlikte Allah’ın ihsan ettiği nusretten dolayı sevinçleri bir kat daha arttı.
İ’câz-ı ilmînin bir çok yönleri yaşadığımız asra kadar keşfedilememiştir. Bu alanda bir çok âlim tarafından telif edilen eserlerde, Kur'ân’daki bazı âyet-i kerimelere yapılan tefsirlerin bir kısmında isâbet kaydedilmişse de, bir kısmında hatalı tevillerde bulunulmuştur. İnsan vücudu, canlılar, bitkiler, taşlar, dağlar, uzay, sular ve benzeri alanlarda kaydedilen gelişmelere paralel olarak, bazı Kur'ân âyetlerine daha farklı yorumlar getirilmiştir. Farklı alanlarda uzman olan kimseler, kendi alanlarındaki bilgilerini Kur'ân âyetlerini anlamada birer delil olarak kullanmışlar, böylelikle dikkatleri ve akılları daha farklı noktalara çekmişlerdir. Özellikle, bundan bin dört yüz sene önce yaşamış ümmî bir şahsın, ancak son yıllarda keşfedilebilen ince ilmî tespitlerden bahsedebilmesinin nasıl mümkün olabileceği sorulmuştur. Bu ve benzeri açıklamalarla Allah, çeşitli ilimlerde mütehassıs olan bilginlere İslâmın yolunu göstermiş, bu tür mu’cize âyetler yoluyla hakkı gösterip, hidâyet nasib etmiştir.
Kur'ân’daki i’câz-ı ilmînin esaslarını sınırlandırma kapsamında, bazı âlimler bu konuda yapılacak araştırma şartlarını şöyle belirlemişlerdir 2: Lügata uygun olmalıdır. Müfessirin ortaya koyduğu mânânın, lügat mânâsıyla mutabık olması gerekir. Hz. Peygamber’den sahih olarak rivâyet edilen bir hâdise muhalif olmamalıdır. Bir âyetin tefsiri yapılırken, önceki âyetlerdeki mânâya muvafık olmalı, tefsir önceki âyetlerden kopuk olarak yapılmamalıdır. İlmî tefsir yapılırken, Kur'ân’da verilen bir takım haberlere ve mucizelere ters düşen ve bunları inkâr mânâsı taşıyan ifadelerden sakınmak gerekir. Tefsir, müfessirin kişisel nazariyelerinden ve fikirlerinden ziyade, sabit ilmî hakikatlere uygun olmalıdır. Bazı âlimler vardır ki, Kur'ân’daki i’câz-ı ilmî hakkında söz söylemek yerine, ilmî tefsir ıstılahları ve Nübüvvet delillerini kullanmayı tercih etmişlerdir. 3
Sayı, rakam ve hesap konusuna gelince; Haccâc b. Yusuf es-Sakafî zamanından itibaren Müslümanlar, Kur'ân-ı Kerim harflerinin, kelimelerinin, sûrelerinin, vakf ve vasıl mekanlarının, secdelerinin, aşirlerinin, hiziblerinin ve buna benzer diğer yerlerinin matematiksel olarak ifade ettiği mânâlar üzerinde durmuşlardır. Burada hedef, Kur'ân-ı Kerim’in yazılışı ve kitabeti esnasında yapılabilecek ziyade veya noksanlardan, hata ve yanılgılardan kaynaklanan bir korkuyla, işi en doğru yapabilmekti. Bu ise, Kur'ân’ın kitâbetinin korunmasına yönelik Allah’ın hazırladığı en önemli vesilelerdendi. Diğer yandan es-Sahâvî (Vefat: H. 643) böyle bir gayretin faydası konusundaki şüphesini şöyle ifade eder:
“Kelime ve harflerdeki sayıların bir fayda ifade edeceğini düşünmüyorum. Böyle bir şeyin herhangi bir kitapta olması, o kitapta bazı ziyade ve noksanların bulunduğu mânâsına gelir. Kur'ân’da ise böyle bir şeyin olması imkansızdır.” 4
Bu gibi görüş ileri sürenlere rağmen ilk dönemlerde açılan bu araştırma ve inceleme kapısı kapanmamıştır. Et-Tûsî, el-Luma’ isimli eserinde şöyle der:
“Allah’ın Kitabındaki her bir harfin altında rakamsal olarak ifade edilmiş bir çok mânâ vardır.” Bu tespitine delil olarak şu âyet-i kerimeyi gösterir: “Hiç bir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim indimizde olmasın. Biz onu bilinen bir ölçü ile indirmişizdir.” 5
El-Fahru’r-Râzî şöyle der: “Sûrelerdeki nizam ve tertibin incelikleri hakkında teemmül eden kimse görecektir ki, Kur'ân-ı Kerim, tıpkı lafızlarındaki fesahat ve mânâlarındaki yücelikte olduğu gibi âyetlerindeki tertip ve nizam bakımından da mucizedir.” 6
Said Nursî bu konuda şöyle der: “Ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kısmı, Kur'ân’ın kelimâtında pek çok münâsebâtı ve sâir âyetlere, cümlelere bakan vücûhları, alâkaları göstermişler. Hususan ulemâ-i ilm-i hurûf daha ileri gidip, bir harf-i Kur'ân’da bir sayfa kadar esrârı, ehline beyân ederek ispat etmişler.” 7
Kehf Sûresinde geçen şu âyet-i kerime, Kur'ân harflerinin ne kadar önemli, kıymetli ve meziyetli olduğuna, hayatla ne kadar alâkadar bulunduğuna işaret eder:
“De ki: Şâyet denizle Rabbimin kelimelerini yazmak için mürekkep olsaydı ve bir o kadar da getirseydik dahi, Rabbimin kelimeleri bitmeden denizler bitecekti.” 8
“Âyet, mânây-ı işârisiyle diyor ki: Kelâmullah olan Kur'ân, o kadar hayattâr ve kıymettârdır ki, onu dinleyen, işiten kulakların adedi ve o kulaklara giren o kudsî kelimelerin sayısını, bütün denizler mürekkep ve melâike kâtip ve zerreler noktalar ve nebâtlar ve kıllar kalemler olsa bitiremezler.” 9
Kur'ân-ı Kerim’de Kelimelerin Tekrarı
Kur'ân ilimleriyle ilgilenen bir çok âlim, Kur'ân’daki tekrarlanan kelime ve ibareler üzerinde dikkatle durmuşlar, mükerrer olarak Kur'ân’da yer alan her bir lafız ve cümledeki mânâlar ve gizli sırları keşfetmeye çalışmışlardır. 10
İçinde yaşadığımız asırda, Kur'ân-ı Kerim lafızlarındaki sayısal sırlara belki de ilk olarak eğilen Said Nursî’dir. Kur'ân’daki tekrarlar konusunda çeşitli örnekler vererek, bunun hikmetleri üzerinde durmuştur. Bu konudaki tespitlerine sırayla yer verelim:
1- “Lafz-ı Resûldeki nükte-i azîmenin beyanında yüz altmış âyet yazıldı. İş bu âyetlerin hâsiyeti pek azîm olmakla beraber, mânâ cihetiyle birbirini ispat ve tekmil ettiğinden çok manidardır...Resûl lafzı, o kelime ile (Kur'ân) en ziyade münasebettâr sûreler içinde Sûre-i Muhammed ile Sûre-i Fetih olduğundan, o iki sûreden çıkan silsilelere hasrettik...”
2- “Kur'ân kelimesi, yedi silsile-i Kur'ân’da mevcut olup, umum o kelimeyi tutmuş, hariç iki kalmış. O iki de, Kıraât mânâsında olduğundan, o huruç, nükteye kuvvet vermiştir.”
3- “Lafzullah, mecmu-u Kur'ân’da 2806 defa zikredilmiştir. Bismillahtakilerle beraber lafz-ı Rahmân 159 defa, lafz-ı Rahîm 220 defa, lafz-ı Gafûr 61, lafz-ı Rab 846, lafz-ı Hakîm 86, lafz-ı Alîm 126, lafz-ı Kadîr 31, Lâ ilâhe illâ Hû’daki Hû 26 defa zikredilmiştir.”
4- “Lafzullah ve Rab’den sonra en ziyade zikredilen Rahmân, Rahîm, Gafûr ve Hakîm ile beraber lafzullah, Kur'ân âyetlerinin nısfıdır. Hem Lafzullah ve Allah lafzı yerinde zikredilen lafz-ı Rab ile beraber yine nısfıdır. Çendan Rab lafzı 846 defa zikredilmiş, fakat dikkat edilse, beşyüz küsûru Allah lafzı yerinde zikredilmiş, ikiyüz küsûru öyle değildir.”
5- “Hem Allah, Rahmân, Rahîm, Alîm, ve Lâ ilâhe illâ Hû’daki Hû adediyle beraber yine nısfıdır; fark yalnız dörttür. Ve Hû yerinde Kadîr ile beraber, yine mecmû-u âyâtın nısfıdır; fark dokuzdur.”
6- “Sûre-i Bakarada, âyâtın adediyle Lafz-ı Celalin adedi birdir; fark dörttür ki, Allah lafzı yerinde dört Hû lafzı var (mesela Lâ ilâhe illâ Hû’daki Hû gibi); onunla muvâfakat tamam olur.”
7- “Âl-i İmrân’da, yine âyâtıyla Lafz-ı Celâl tevâfuktadır, müsâvidirler. Yalnız Lafz-ı Celâl 209’dur, âyet 200’dür; fark 9’dur. Böyle meziyât-ı kelâmiyede ve belâgat nüktelerinde küçük farklar zarar vermez; takribi tevâfukât kâfidir.”
8- “Sûre-i Nisâ, Mâide, En’am; üçünün mecmû-u âyetleri, mecmuundaki lafz-ı Celâlin adedine tevâfuktadır. Âyetlerin adedi 464, Lafz-ı Celâl’in adedi 461; Bismillahtaki Lafzullah ile beraber tam tevâfuktadır.”
9- “Baştaki beş sûrenin lafz-ı Celâl adedi; Sûre-i A’râf, Enfâl, Tevbe, Yunus, Hûd’daki lafz-ı Celâl adedinin iki mislidir. Demek bu âhirdeki beş, evvelki beşin nısfıdır.”
10- “Sûre-i Yusuf, Ra’d, İbrahim, Hicr, Nahl sûrelerindeki Lafz-ı Celâl adedi, o nısfın nısfıdır. Sonra Sûre-i İsrâ, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiyâ, Hac, o nısfın nısfının nısfıdır. Sonra gelen beşer beşer, takriben o nisbette gidiyor; yalnız bazı küsuratla fark var.”
11- “Sûre-i Zuhruf’tan başlayan beş sûre, o nısf-ı nısf-ı nısfn nısfına iniyor. Sûre-i Necm’den başlayan beş, o nısf-ı nısf-ı nısf-ı nısf-ı nısfıdır, fakat takrîbîdir. Küçük küsuratın farkları, böyle makâmât-ı hitâbiyede zarar vermez. Sonra gelen küçük beşler içinde, üç beşlerin üçer adet lafz-i celâli var.”
12- “Bir sayfada olan Lafz-ı Celâl adedi, o sayfanın sağ yüzü ve o yüze karşıki sayfaya ve bazan soldaki karşıki sayfa ve karşının arka yüzüne bakar... Çok defa müsâvi olur; bazan nısf veya sülüs oluyor. Bir hikmet ve intizam ihsas eden bir vaziyeti vardır.”
13- “Sahife-i Vâhiddeki tevâfukâttır... Mecmu-u Kur'ân’da 2806 Lafz-ı Celâlin adedinde tevâfukat görünecektir. Ve bunda bir şûle-i i’câz parlıyor...”
14- “...Yeni bir mushaf yazdırıyoruz ki, en münteşir mushafların aynı sayfa, aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber, san’atkârların lâkaytlığı tesiriyle âdem-i intizâma maruz kalan yerleri tanzim edip, têvafukâtın hakikî intizâmı inşaallah gösterilecektir; ve gösterildi.” 11
Bu değerlendirmeleri dikkatle inceleyen bir kimse, Bediüzzaman’ın i’câz noktasına şu üç merhalede ulaşma gayreti içinde olduğunu görecektir:
Sayısal yaklaşım...>Kur'ân’ın beyanına estetik açıdan yaklaşım....>İ’câz
Said Nursî, sayısal yaklaşımı çok ince ayrıntılara girmeksizin kabul etmektedir Yukarıdaki ifadeler arasında yer alan ‘bazı küsûratla fark var’ gibi cümlerde görüldüğü gibi. Buradaki maksadı, dikkatleri Kur'ân-ı Kerim’deki nazmın güzelliğine çekmektir. Bu ise hissî bir durumdur, yoksa mücerred olarak birbiriyle eşit veya muhtelif olan rakamların ortaya dökülmesi değildir. Bu yüzden rakamlar arasındaki küçük farklara takılmaz. Çünkü bu farklar, Kur'ân’ın yüce kelâmî meziyetlerine ve belâğat nüktelerine bir halel getirmez. Çünkü, Kur'ân-ı Kerim lafızlarındaki bu genel uyumu çok dikkatli düşünen insanlar hissî olarak idrak edebilirler. Tıpkı yukarıda seçerek aktardığımız örneklerde olduğu gibi.
Burada, bu yaklaşımın önemi üzerinde, hususi bir şekilde durmak istiyoruz. Kur'ân-ı Kerim’in sayısal i’câzı tarlasında son yıllarda neşv ü nemâ bulan bazı fikirlerle de kıyaslama yapmaya çalışacağız.
Bazı müellifler, Kur'ân-ı Kerim’deki bir kısım kelimelerdeki sayısal özelliklere işaret etmişler ve bu sayılar arasındaki uyumu beyan etmişlerdir. Abdürrezzâk Nevfel, h. 1376 tarihinde basılan “Allah ve’l-İlmü’l-Hadîs (Allah ve Modern İlim)”, m. 1959 yılında basılan “el-İslâm, Din ve Dünyâ”, m. 1969 tarihinde basılan “Kitâbü Âlemü’l-Cinni ve’l-Melâike (Cin ve Melekler Kitabı)”, m. 1975 yılında basılan “el-İ’câzü’l-Adedî lil-Kur’âni’l-Kerîm (Kur'ân-ı Kerim’in Sayısal İ’câzı)” ve m. 1983 yılında basılan “Mu’cizetü’l-Erkâm ve’t-Tarkîm fi’l-Kur'âni’l-Kerîm (Kur'ân-ı Kerim’de Rakamlar ve Rakamlandırma Mucizesi)” isimli kitaplarında Kur'ân-ı Kerim lafızlarında bulunan rakamsal uyumdan ve tevafuklardan bahsetmiştir. Bunlardan bazılarını aktaralım:
“Dünya” lafzı, Kur'ân’da 110 defa tekrarlanmıştır. “Ahiret” lafzı da aynı sayıda tekrarlanmıştır. Dünya kelimesinin vârit olduğu her âyette ahiret kelimesi geçmediği halde, bu eşitlik acaba bir tesadüfün eseri midir?
“Melâike” kelimesinin toplam sayısı 68’dir. Bu rakam “Şeytan” lafzının tekrar sayısıyla aynıdır. Melâike kelimesiyle aynı kökten gelen “Melek, Meleken, Melekeyn ve Melâike ” lafızları da yine, Şeytan kelimesiyle aynı kökten olan “eş-Şeyâtîn, Şeytânen ve Şeyâtînihim” kelimeleriyle aynı sayıda tekrarlanmıştır.
“Hayat” ve müştakları (aynı kökten türetilen diğer kelimeler) 145 defa geçmiştir. “Mevt” ve müştakları da aynı sayıda tekrarlanmıştır. “Sâlihât” kelimesi ve müştakları 167 defa tekrarlanırken, “Seyyiât” ve müştakları da aynı sayıya tekâbül etmektedir. “Muhabbet” kelimesi 183 defa tekrarlanmış, aynı şekilde “Tâat” kelimesi de bu sayıda tekrar edilmiştir. “Hüdâ” kelimesi 79 defa tekrarlanmış, “Rahmet” kelimeleri aynı sayı ile buna müsâvi olmuştur. “Şiddet” kelimesi 102 defa tekrarlanırken, “Sabır” kelimesi de aynı sayıda ifade edilmiştir. “Selâm” lafzı ile “Tayyibât” lafzı 50’şer defa, “Akıl” ve müştakları ile “Nûr” lafzı 49’ar defa, “Musîbet” lafzı ile “Şükür” lafzı 16’şar defa, “Cehr” lafzı ile “Alâniyet” lafzı 16’şar defa, “İblîs” lafzı ile “İstiâze billâh (Allah’a sığınma)” lafzı 11’er defa, “Rağbet” lafzı ile “Rehbet (Korkmak)” lafzı 8’er defa tekrarlanmıştır. “Rahmân” lafzı 57 defa tekrarlanmıştır ki, bu rakam 114 defa tekrarlanan “Rahîm” lafzının yarısıdır. (Rahîm lafzıyla ilgili, besmeledeki Rahîm lafızlarının sayılıp sayılmaması, Rahim ile Rahîmen lafızlarının aynı sîgada (Arapça kelime kalıbı) kabul edilip edilmemesi noktasında ihtilaf bulunmaktadır). Aynı şekilde “Cezâ” lafzı 118 defa tekrarlanmış olup, 234 defa tekrarlanan “Mağfiret” lafzının yarısına tekâbül etmektedir. “Füccâr” lafzı 3 defa tekrarlanmıştır ve bu rakam 6 defa tekrarlanan “Ebrâr” lafzının yarısıdır. “Usr (Zorluk)” lafzı 12 defa tekrarlanırken, bu rakam 36 defa tekrarlanan “Yüsr (Kolaylık)” lafzının üçte biridir. “Şehr (Ay)” kelimesi, tıpkı senede 12 ay bulunması gibi 12 defa tekrarlanmıştır. “Yevm (Gün)” kelimesi, yine senede 365 gün olması gibi, 365 defa tekrarlanmıştır.
Yukarıdaki tespitlerde görülmektedir ki, bazen lafızlar mücerret olarak hesaplanmış, bazan türevleriyle hesaplanmış, bazen da yapılan hesaplarda hatalar söz konusu olmuştur. Buradan hareketle, umumî mânâda bir estetik görüntüsünün oluşabilmesi için, bu sayıların ve hesapların takrîbî olarak ele alınması en doğru olacaktır. Çünkü bir kelimeyle başka kelimeler arasındaki bağlantılar ve uyum belki çok daha kuvvetli olabilmekte, ancak sayısal hesaplamalar bu durumla tamamıyla müttefik olmayabilmektedir.
Kur'ân’daki rakamsal özellikle ilgili görüş beyan eden Adnan er-Rufâî’nin tespitlerinden bazılarına temas edelim 12:
“Ber (Yeryüzü)” kelimesi ile bu kelimeyle aynı mânâya gelen “Yebisen” kelimesi 12 defa tekrarlanmıştır. “Bahr” kelimesi ise 23 defa tekrarlanmıştır. Bu tekrarlarda, yeryüzündeki karaların denizlere nisbetinin (oranının) 12/23 olduğuna bir işaret vardır.
“Cehennem” lafzı 77 defa tekrarlanmıştır. Buna mukabil Cennet ve müştakları da 77 defa tekrarlanmıştır. “Racül (Adam)” lafzı ile “İmree (Kadın)” lafzı 24’er defa vârid olmuştur. “Ehun (Erkek kardeş)” lafzı 4 defa tekrarlanırken, “Uhtün (kız kardeş)” lafzı da 4 defa ifade edilmiştir. “Hayat” lafzı ve müştakları ile “Mevt” lafzı ve müştakları 145’er defa, “İfsâd” kelimesi ile “Yenfeu” lafzı 50’şer defa, “Rağbet” lafzı ile “Rehbet” lafzı 8’er defa, “İman” ve “Küfür” lafızları 17’şer defa, “Tayyib” ve “Habîs” lafızları 7’şer defa, “Rüşd” ve “Ğayy” lafızları 3’er defa, “Şekk” ve “Zann” lafızları 15’er defa, “Cehr”lafzı ile “Alâniyet” ve müştakı olan lafızlar 16’şar defa, “Helâk” ve müştakı olan lafızlar ile “Necât” ve müştakı olan lafızlar 66’şar defa, “Nûr” ve “Zulmet” lafızları 24’er defa, “Sekulet (ağırlaştı)” ve “Haffet (Hafifleşti)” lafızları 17’şer defa, “Kable ve Kableke (Önce ve senden önce)” lafızları ile “Ba’de ve Ba’deke (Sonra ve senden sonra)” lafızları 149’ar defa, “Kâlû (Dediler ki)” lafzı ile “Kul (De ki)” lafzı 332’şer defa tekrarlanmıştır.
Kur'ân-ı Kerim’deki kelimelerin sayılarının tekrarı, tevâfuku ve tevâzünü konusunda ortaya konulan bir diğer tespit ise, bir ibareyi veya bir âyeti oluşturan kelime sayılarının bir diğer ibare veya âyetle tevâfuk içinde olmasıdır. Buna göre iki ibare veya iki âyet, terazinin iki kefesinde gibidirler. İfade ettikleri konuya tamamen uygun bir şekilde kelimelerin dizilişi ve sayısında da uyum vardır. Şüphesiz ki Kur'ân-ı Kerim, vâkıaya tamamen mutâbık bir şekilde tasnif edilmiş ve şekillendirilmiştir. Örneğin, iki rûkünden meydana gelen bir meselede, bu iki rûkne nisbeten tamamıyla bir müvâzene söz konusudur. İki rûkünden oluşan bu mesele, aslında birbirinden farklı olabilir. İşte, Kur'ân-ı Kerim kelimeleri, tasavvur itibariyle bir cihetle birbiriyle müvâzeneli, diğer cihetle biri diğerinden üstün durumdadır. Şu âyet-i kerimelerde olduğu gibi:
“Lâ yeste’zinüke’llezîne yü’minûne billâhi vel-yevmi’l-âhiri en yücâhedû bi-emvâlihim ve enfüsihim, vallâhü alîmün bil-müttakîn” (Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad etmekten (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini pek iyi bilir; Tevbe, 44) âyet-i kerimesinde 14 kelime bulunmaktadır. Aynı konudaki, “İnnemâ yeste’zinüke’llezîne lâ yü’minûne billâhi vel-yevmi’l-âhiri ve’rtâbet kulûbühüm fehüm fî raybin yeteraddedûn” (Ancak Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşkuları içinde bocalayanlar senden izin isterler; Tevbe, 45) âyet-i kerimesi de 14 kelimeden oluşmuştur.
“Ve izâ kîle lehüm ittebeû mâ enzelallâh” (Onlara, ‘Allah’ın indirdiklerine tabi olun’ denildiği zaman) âyetinde 7 kelime vardır. Buna mukabil verilen cevapta, “Kâlû, bel nettebiu mâ vecednâ aleyhi âbâünâ” (Onlar, ‘biz ancak atalarımızdan bize kalanlara tabi oluruz’ dediler) yine 7 kelime bulunmaktadır.
“Kâle seâvî ilâ cebelin ya’simünî mine’l-mâ” (Dedi ki, sudan beni koruması için bir dağa sığınacağım) âyetinde 7 kelime bulunurken, bu ifadenin tetimmesinde Cenâb-ı Allah’ın şu buyruğunda yine 7 kelime vardır: “Kâle, lâ âsımü’l-yevme min emrillâh” (Allah buyurdu ki, bu gün Allah’ın emrinden sığınacak bir yer yoktur).
Bu şekilde, her birisi kelime sayıları itibariyle aynı olan, suâl-icâbe şeklinde birbirini tamamlayıcı olma yönüyle birbiriyle dengeli iki unsurdan oluşan âyetlere daha bir çok örnekler verilebilir.
Aynı durum harflerin sayıları açısından da geçerlidir ve buna dair bir çok örnek gösterilebilir. Buna bir misal vermek gerekirse: “Zâlike’l-Kitâb” (Bu Kitap) ifadesi 8 harften oluşurken, buna mukâbil olarak gelen “Lâ raybe fîh” (Onda şüphe yoktur) ifadesinde de 8 harf bulunmaktadır. Hakikaten, harflerin adediyle lafızlardaki belâğatı ve sesi arasında gizli bir alâka bulunmaktadır. Bu matematiksel ve sayısal özellikler elbette Kur'ân-ı Kerim’in lafzî ve belâgata dair mucizeliğinin göstergelerindendir.
Aynı müvazene, Allahu Teâlâ’nın “Men yutiı’r-resûl” (Resûle kim itaat ederse) ile “Fe-kad etâallah” (Allah’a itaat eder) buyrukları arasında bulunmaktadır. Her iki cümle 11 harften oluşmaktadır. Mânâ itibariyla bağlantının yanısıra, ifade edilen şeyin birbirini tamamlayıcı olması dikkat çekicidir. Aynı şekilde, “Lâ tüdrikühu’l-ebsâr” (Allah’ı gözler idrâk edemez) cümlesini tamamlayan “Ve hüve yüdrikü’l-ebsâr” (Allah gözleri idrâk eder” ifadesi 13 harften müteşekkildir. “İnneme’l-mü’minûne ihvetün” (Şüphesiz ki mü’minler kardeştirler) ifadesi ile, onun tetimmesi olan “Fe-aslihû beyne ehaveyküm” (Kardeşlerinizin arasını düzeltin) cümlesi 16 harften oluşmuştur. Bu şekilde, Kur'ân-ı Kerim’den harf sayıları itibariyle birbirleri arasında müvazene söz konusu olan daha bir çok örnekler vermek mümkündür. Ancak, görüşlerini aktardığımız müellifin (Adnan er-Rufâî) verdiği bazı örneklerde harf sayılarının farklı olduğu dikkat çekmektedir. Şu örnekte olduğu gibi: “Ve min külli şey’in halaknâ zevceyni lealleküm tezekkerûn” (Her bir şeyden bir çift yarattık, umulur ki üzerinde düşünürsünüz) ifadesi 28 harften meydana gelirken, onun bir tetimmesi olarak sunulan “Fefirrû ilallâhi innî leküm minhü nezîrun mübîn” (Allah’a kaçın, şüphesiz ki ben sizler için apaçık bir uyarıcıyım) ifadesi 29 harfden meydana gelmektedir.
Elbette, 28 harfe mukabil 29 harfin gelmesi, bu âyetlerdeki müvazene ve güzelliğe halel vermez. Sayısal hesapta tam bir uyuşma olmasa da, estetik ve beyâna dayalı mucizelik ortadan kalkmaz.
Said Nursî, hurûf-u Kur’ânî fihristinden bahsettiği bir ifadesinde, bu fihristin geçici bir müracaat kaynağı olması için, takrîbî (yaklaşık) bir şekilde yazıldığını şöyle dile getirir:
“Hem tevâfuktaki esrâr, küllî yekûnlara bakar. Takrîbî fihriste bize kâfidir. Kenzü’l-Arş’ın üç nüktesinde yazılan tevâfukât, küsurâtın değişmesiyle değişmezler. Belki büyük yekûnların değişmesiyle dahi o tevâfukât bozulmaz. Meselâ, Sûre-i Kehf ile otuz dokuz sûre, bin adedinde ittifak ediyorlar. Bir-iki tane bin adedini kaybetse, o mühim tevâfukât bozulmaz. Ve hâkezâ... Küsurâtın çendan esrârı var, daha bize tamamıyla açılmadı. İnşaallah açıldığı vakitte fihriste dahi tahkîkî bir sûrette girecek.” 13
Bir başka yazar ise, muayyen bir âyeti oluşturan harflerin ve kelimelerin sayısını hesaplarken, mükerrer harfleri dikkate almamakta, böylelikle farklı âyetler arasındaki tevâfuk ve müvâzeneye dikkat çekmektedir. 14 Bir örnek vermek gerekirse:
“Enne leküm fîhi lemâ tehayyerûn” (Sizin için onda hayrete düşeceğiniz bir şey vardır) ifadesi, 5 kelime ile 12 muhtelif harften oluşmuştur. Tekrarlar dahil toplam harf sayısı 17’dir.
“İzheb ilâ fir’âvne innehû tağâ” (Firavuna git, şüphesiz ki o azmıştır) ifadesi, 5 kelime ile 12 harften oluşmuştur. Tekrarlar dahil toplam 18 harf vardır.
“Fîhimâ min külli fâkihetin zevcân” (Orada her bir meyveden iki tür vardır) ifadesi yine 5 kelimeden ve 12 harften müteşekkildir. Tekrarlar dahil harf sayısı 19’dur.
Aynı şekilde, “Elerabbüke’l-benâti ve lehümü’l-benûn” (Onların oğulları olduğu halde, Rabbinin kızları mı vardır?) ifadesi de 5 kelime ve 12 harften oluşmaktadır ve tekrarlar dahil 22 harf bulunmaktadır.
Müellif bu örneklerin ardından, tekrarlar hariç 13, 14, 15 ve devamı şeklinde harf sayısı olan âyetleri sıralamıştır. Her bir aşamada, Kur'ân-ı Kerim’den âyetler aktararak, örnek vermiştir. Âyetlerin zımnında bulunan her bir kelimedeki harflerin sayısal tertibini cetveller halinde göstermiştir. Böyle bir yaklaşım yine Kur'ân’ın estetik görünümün bir başka yönünü yansıtmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim’in Sayısal Görünümü
Kur'ân-ı Kerim’de bir çok sayılar zikredilmiştir. Bazı araştırmacılar, bazı muayyen rakamlar üzerinde durmuşlar, dikkatlerden kaçan bazı yönleri nazarlara vermişlerdir 15. Bu rakamlardan bazıları şunlardır: 3, 4, 6, 7, 13, 19 vs.
Bazı müellifler, Kur'ân-ı Kerim’deki bazı sayıların özelliklerini araştırmışlar ve konu hakkında çeşitli kitaplar te'lif etmişlerdir. Buna örnek olarak, 3, 7 ve 19 rakamları üzerinde yazılan kitapları gösterebiliriz. Sadece 3 ve 7 rakamları üzerinde duran, “Mu’cizetü’l-karni’l-ışrîn fî Keşfi Sübâıyyeti ve Sülâsiyyeti Evâmiri’l-Kur’âni’l-Kerîm” (Kur'ân-ı Kerim’in 3’lü ve 4’lü Emirlerin Keşfinde 20. Asır Mucizesi) isimli eser dikkat çekicidir. Bu kitaba göre, Kur'ân-ı Kerim’de ibadete dair emirlerin “Ü’budû” (ibadet edin) sîgasıyla (kalıbıyla) gelmesinde ve bazı Enbiyânın (Hz. Şuayb, Hz. Nuh, Hz. Sâlih ve Hz. İsa) kavimlerini Allah’a ibadet etmeye çağırırken emir sîgasını kullanmalarında bir hikmet vardır. Kur'ân’da bu dört peygamberin her birinin kavimlerine olan çağrısı üç yerde vârid olmuştur. Hz. İbrahim’in (A.S.) kendi dilinden hitâbı bir defa varid olurken, Hz. İsa ve Hz. Musa’nın (A.S.) lisanından ise üç defa hitap vardır. Aynı şekilde Kureyş’ten dalâlete sapanlara yönelik üç defa hitapta bulunulmuştur.
Allah’ın, Resûlüllah’a (S.A.V.) “Ü’bud” (ibadet et) şeklindeki hitâbı üç yerde varid olmuştur:
“Va’bud Rabbeke hattâ ye’tiyeke’l-yakîn.” (Hıcr, 99)
“Fa’budillâhe muhlisan lehü’d-dîn.” (Zümer, 2)
“Fa’büdhü va’stabir li-ibâdetihî hel ta’lemü lehû semiyyen.” (Meryem, 65)
Kur'ân-ı Kerim’deki üçlü özellikler konusunda müellifin verdiği örnekler böylece devam etmektedir. Yedili özellikler konusunda da bazı örnekler vermiştir. Örneğin Nebe’ lafzı, şu yedi âyette zikredilmektedir:
“Nebbi’ ıbâdî ennî ene’l-Gafûru’r-Rahîm.”
“Ve-nebbi’hüm an dayfi İbrâhîm.”
“Ve-nebbi’hüm enne’l-mâe kısmetün beynehüm külle şürbîn muhtadır.”
“Ve kâle yâ Âdemü enbi’hüm bi-esmâihim.”
“Enbiûnî bi-esmâi hâülâi.”
“Em me’ştemelet aleyhi erhâmü’l-ünseyeyni nebbiûnî bi-ılmin in küntüm sâdıkîn.”
“Nebbi’nâ bi-te’vîlihî innâ nerâke mine’l-muhsinîn.”
Aynı şekilde, Hâlik-ı Zülcelâl’e secde emri yedi yerde, insanlara nidâ edildikten sonra namaz kılma ve zekât vermeye dair emir yedi yerde, Resûlüllah’a yönelik olarak istiğfar etme emri yedi yerde vârid olmuştur. Bu ve benzeri mülâhazalar, tıpkı Bediüzzaman Said Nursî’nin ilk olarak başlattığı gibi, Kur'ân’ın mucizeliğini ispata yönelik birer örnek gibidir ve Kur'ândaki beyân güzelliğini sergilemeye yönelik gayretlerdir.
19 rakamıyla ilgili, Müddessir sûresinde bulunan “Aleyhâ tis’ate aşar” (Onun üzerinde on dokuz vardır) âyet-i kerimesi bu konuda araştırma yapan müelliflere önemli bir ipucu vermiştir. Bazı muasır yazarlar, burada zikredilen 19 rakamındaki mucizenin kâfirlere bir meydan okuma maksadına yönelik olduğunu söylemişlerdir. Bir kısım yazarlar ise böyle bir yorumu reddetmişler, tıpkı asırlar boyunca müfessirlerin genelinin kabul ettiği gibi, zikredilen 19 rakamının Cehennem ateşinde görevli meleklerin sayısını ifade ettiğini söylemişlerdir. Bazıları ise, bu rakamı önemli bir esas olarak kabul edip de, takdis eden Bahâîleri hedef alarak, bu tür yorum yapanlara çeşitli ithamlar yöneltmişler, acımasızca eleştirmişler, hatta hainlikle ve kâfirlikle suçlamışlardır.
Hâl böyle olsa da, bazı araştırmacılar 16 19 rakamıyla ilgili sayısal değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Örneğin, besmele (Arapçası) 19 harften oluşmaktadır. 19 sayısıyla ilgili tespitlerini cesaretle ortaya koyanlar çok ilginç bilgiler aktarmaktadırlar. Bunlardan bazılarını aktarâlim: Besmelesiz olarak Fatiha sûresi 6 âyetten oluşmaktadır. 6 ile 19’u çarptığımızda netice 114 çıkmaktadır ki, bu rakam Kur'ân’daki toplam sûre sayısıdır. Aynı şekilde son sûre olan Nâs sûresi de 6 âyettir ve 6 ile 19’un çarpımıyla yine 114 sayısı elde edilmektedir.
Bazı araştırmacılar, Kur'ân’da ilk nazil olan şu âyetlere işaret ederler:
“İkra’ bismi Rabbikellezî halak. Halaka’l-insâne min alak. İkra’ ve Rabbüke’l-ekram. Ellezî alleme bi’l-kalem. Allemel-insâne mâ lem ya’lem.” Bu beş âyet 19 kelimeden oluşmaktadır. Bir de Kur'ân’da son nazil olan âyete bakâlim: “El-yevme ekmeltü leküm dîneküm ve etmemtü aleyküm ni’metî ve radîytü lekümü’l-İslâme dînen.” (Mâide, 3) Bu âyette geçen “Ve radîtü lekümü’l-İslâme dînen” ibaresindeki harf sayısı 19’dur. Aynı şekilde, Fatiha sûresinde geçen “İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn” ile “İhdina’s-sirâta’l-müstakîm” ibareleri, Âl-i İmrân sûresinde bulunan “Ed-dînü ındallâhi’l-İslâm” ibaresi toplam 19 harften oluşmaktadır.
Bir kısım âlimler 17 ise, Kur'ân’da vârid olan bazı ibarelerin sayılarının 19 ve katları olduğunu tespit etmişlerdir. Örneğin Esmâ-ı Hüsnâ hakkındaki tespitler dikkat çekicidir:
Semi’ ismi 19 defa, Hakîm ismi 38 defa (2x19), Rahmân ismi 57 defa (3x19), Rahîm ismi 114 defa (6x19) tekrarlanmıştır.
Bir başka müellif ise 18, Kur'ân’ın i’câz göstergeleri arasında, 19 sayısının yanısıra 13 sayısını da göstermekte, buna dair deliller ortaya koymaktadır. Örneğin, ilk sûre olan Fatiha sûresi ile (besmele dahil) son sûre olan Nâs sûresinin âyetleri 7+6=13’tür. Aynı şekilde Kur'ân’ın ilk nazil olan, “İkra’ bismi.....Alleme’l-insâne mâ lem ya’lem” âyetlerinin toplam harf sayısı 76, en son nazil olan, “Vettekû yevmen türceûne fîhi ilallâhi sümme tüveffâ küllü nefsin mâ kesebet ve hüm lâ yuzlemûn” (Bakara, 281) âyetinin harf sayısı 54’tür. Bu iki rakam toplandığında 130 sayısı ortaya çıkar ki, bu rakam 13’ün 10 katıdır. Hemen belirtelim ki, Kur'ân’ın son nazil olan âyeti hakkında âlemler arasında farklı görüşler mevcuttur.
Bazıları da 13 ile 19 rakamını birlikte değerlendirmektedirler. İlk Mushafın tertibine göre, hurûf-u mukattaa ile başlayan ilk sûresi Bakara sûresidir ve toplam âyet sayısı 286’dır. Bu rakam ise 13x22’ye eşittir. Hurûf-u mukattaa ile başlayan son sûre olan Kalem sûresi ise 52 âyetten oluşmaktadır ve bu rakam da 4x13’e eşittir. Mümtehine sûresinin 13. âyeti (ki bu son âyetidir) 19 kelimeden oluşmaktadır. Bakara sûresinin 13. âyeti olan “Ve izâ kîle lehüm âmenû kemâ âmene’n-nâsü kâlû enü’minü kemâ âmene’s-süfehâü elâ innehüm hümü’s-süfehâü velâkin lâ ya’lemûn” âyet-i kerimesi 19 kelimeden oluşmaktadır. Bu şekilde sûrelerdeki âyetlerin sayıları ve âyetlerin rakamlarından hareketle 13 ve 19 rakamıyla ilgili ilginç tespitler bulunmaktadır.
Sûre başlarındaki hurûf-u mukattaalar
Kur'ân’daki bazı sûrelerin başında bulunan hurûf-u mukattaa’nın yorumlanması konusunda ihtilâf vardır. Bazı âlimler bu harflerin, Allah’ın Kur'ân’daki bir sırrı olduğunu, onlar hakkında konuşulmaması gerektiğini söylemişlerdir. Âlimlerin büyük çoğunluğu ise, bu görüşün tam tersine mezkûr harfler hakkında konuşulması gerektiğini, bunun pek çok faydalar sağlayacağını ifade etmişlerdir. 19 Bunlar arasında bu harflerin istikbale ait bilgiler içerdiğini söyleyenler olmuştur. Bu tespiti destekler tarzda, bir hadis-i şerif delil olarak gösterilir.
Buna göre, Yahudilerden bir grup Resûlüllah’a (S.A.V.) gelirler. Bu esnada Resûlüllah (S.A.V.) Kur'ân’dan şu âyetleri okumaktadır: “Elif-Lâm-Mîm. Zâlike’l-Kitâbü lâ raybe fîh.”
İçlerinden Hayy İbn Ahtab yanındakilere şöyle der: “Elif 1; Lâm 30; Mim 40. Bunların toplamı 71 eder. Hâkimiyet süresi 71 sene olan bir peygamberin dinine mi gireceksiniz?”
Hz. Peygamber (S.A.V.) kendilerine diğer mukattaa harflerinden okuyunca, böyle bir iddiadan vazgeçerler. 20
Bu hadis-i şerife göre mukatta harflerinin bu yönde mânâ taşıdığı yönünde hüküm vermek câiz olmaktadır.
Âlimlerden bazıları ise (ki Said Nursî bunları “ulemâ-i hurûf” olarak isimlendirmiştir) mukattaa harflerinin mânâlarını araştırma yönünde çalışmalarına ağırlık vermişlerdir. Badiüzzaman Said Nursî, bu mukattaa harflerini İlahî şifreler olarak niteler 21. Hâfız İbn Hacer de bu konuda, “Bu harflerden her birisinde kendine mahsus bir sır vardır” 22 demiştir. Bazı âlimler de, bu harflerin bir kısmının istikballe, bir kısmının ise i’câz-ı Kur'ân’la alâkalı gaybî hakikatlere delâlet ettiklerini söylemişlerdir. Bu konuda dayandıkları en önemli örnek, yukarıda da yer verdiğimiz gibi, Rûm sûresinin başında bulunan mukattaa harfinin Rumların galibiyetine işaret etmesidir.
Mukattaa harfleri etrafında yazılan eski kitaplar ve Kur'ân-ı Kerim lafızlarındaki rakamsal değerler hakkındaki araştırmalarda kullanılan hesap sistemi ise “Ebced hesabı”dır.
Geçmişte olduğu gibi, günümüz araştırmacılarınca da bu konu dikkat çekmiştir. Mukattaa harfleriyle başlayan Kur'ân sûrelerinin sayısı 29’dur. Bu aynı zamanda Arap alfabesinde bulunan harf sayısına tekabül etmektedir. Toplam mukattaa harfi ise 78’dir. Bu rakam aynı zamanda, Kur'ân-ı Kerim’de ilk inen beş âyetin harf sayısını ifade eder: “İkra’ bismi Rabbikellezî halak....”
Bir kısım âlime göre 23, başlangıcında mukattaa harflerinden Kâf harfi bulunan iki sûre (Kâf ve Şûrâ sûreleri) içinde 57 yerde Kâf harfi tekrarlanmıştır. Bu ise 19’un üç katıdır. “Hâ-mîm. Ayn-Sîn-Kâf” harfleriyle başlayan Şûrâ sûresi, büyüklük itibariyle “Kâf” sûresinden daha uzun olduğu dikkate alınırsa, aynı sûrede de “Kâf” harfinin 57 defa tekrarlanması dikkatleri Kâf sûresine çekmektedir. Bunların yanısıra her iki sûrede Kâf harfinin tekrar sayısı toplandığında 114 rakamı çıkmaktadır ki, bu toplam sûre sayısını gösterir. Aynı şekilde Kalem sûresi “Nûn” harfiyle başlar. Aynı hususlar bu sûre için de geçerlidir. Hatta Muhammed Reşâd Halîfe, elektronik hesap makinesi kullanmak sûretiyle, mukattaa harfleriyle başlayan sûrelerdeki rakamsal bağlantılarla ilgili ilginç tespitlerde bulunmuştur.
Diğer rakamsal görünümler
Bazı yazarlar ise, Kur'ân’ın rakamsal i’câzını açıklarken, sûrelerin tertibi üzerinde durmuşlardır 24. Bu çerçevede, bazı sûreleri ikil, bazı sûreleri ise tekil olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Bununla da yetinmeyip, her bir sûredeki âyetlerin sayısı dikkate alınarak tekrar ikil ve tekil tasnifi yapılmıştır. Bunun ardından sûrelerin tertibi ile âyetlerin sayısı arasındaki matematiksel ilişkilerin isbâtına gayret edilmiştir. Günümüzde Müslümanların elinde bulunan çoğu mushafın bu tür sayısal i’câzı ihtiva ettiği ispat edilmiş durumdadır. Ancak kurrâ (Kıraat âlimleri) arasında sûrelerdeki âyet sayılarının belirlenmesi konusunda ihtilaf bulunmaktadır.
Kur'ân’ın ilk yarısında ikil tertibe dahil sûre sayısı 28, ikinci yarısında ise 29’dur. Aynı rakamlar tekil tertiba dahil sûrelerde 27 ve 28’dir.
Bu tespitleri yapan Abdullah Calğûm, ifade edilen sayısal görünümün sûrelerdeki âyet rakamlarında ve adetlerinde de var olduğunu ispatlamaya çalışır. Burada dikkate alınması gereken bir husus vardır. Doğudaki İslâm beldelerinde mevcut bulunan mushaflarda (Âsım tarikıyle Hafs kıraatına göre) yer alan sûre âyetlerinin sayısı sahih kabul edilmiştir. Diğerlerinde ise sahih değildir. Mağrib Arap beldelerinde mevcut bulunan Mushaflarda (Âsım tarikıyle Verş kıraatına göre) yer alan âyet sayıları arasında ihtilaf vardır. Dolayısıyla adı geçen müellif, bütün ümmetin sûrelerdeki âyet sayılarını belirleme konusunda kendisi gibi hareket edeceğini zannetmektedir.
İlmî hesaplama yolları ve Kur'ân’daki rakamsal i’câzın görünümü
Hesap alanında çalışmalar yapanlarca, bir şeyde dışa akseden görünümün matematiksel bir dağılıma sahip olması, tabiî dağılım olarak bilinir. Yani, muayyen bir konuda, zâhirde bir odaklaşma sözkonusudur ve bu merkezden uzaklaştıkça belirtilen özellik azalır. Tabiî dağılımın olmaması halinde ise, muayyen bir denge dağılımı söz konusu olur.
Kur'ân-ı Kerim’deki rakamsal görünüm üzerinde araştırma yapanların bir çoğunun hesap alanında uzman olmadığı ve matematiksel dağılım konusunda herhangi bir fikirlerinin bulunmadığı ayrı bir gerçektir. Bu yüzden yakalayabildikleri bazı rakamsal görünümlerden hareketle, Kur'ân’ın i’câzını isbâta çalışmaktadırlar. Halbuki Kur'ân’ın bütün i’câz yönleri arasında büyük bir uyum ve estetik bulunmaktadır.
Kur'ân’ın sıfatlarından birisinin estetik güzellik olduğu noktasında bir ihtilaf yoktur.
Bazı araştırmacılar buldukları farklı görünümlerden hareketle, bazı rakamsal işaretleri hakikî i’câz unsuru olarak değerlendirmişlerdir. Bununla da kalmayarak bu görünümleri genelleştirme gayretine girmişlerdir. Bu genellemeye uymayan noktalarda ise, çok tekellüflü yorumlar yapmışlardır.
Sayısal yöntemi ince ayrıntılarına kadar bilen bir kimse, i’câzı kendi yöntemleriyle isbâta çalışan insanların ortaya koyduğu fikirleri temelinden sarsacak tespitlerde bulunacak, matematiksel metotlardan mahrum olan bir çok yorumun hükmünü büyük ihtimalle ortadan kaldıracaktır. Bir cihetle durum böyledir. Diğer cihetle de, İslâm’da rakamları takdis etmenin yeri olmadığı esasından hareketle Kur'ân’daki rakamsal i’câz fikrine karşı savaş ilan eden ve bu yönde görüş beyan edenleri bid’atçi, fâsık ve hatta kâfir olarak ilan eden kişilere haklılık payı verecektir.
19 ve katlarıyla ilgili bir örnek verecek olursak: Bu rakam, bilinen bütün sahih sayıların yaklaşık %5’ini teşkil etmektedir. (Her 100 rakamı içinde 5, 1/19 oranına tekâbül eder). Buradan hareketle, matematiksel olarak her 100 sûrede içinde, örneğin 5 sûrenin âyet sayısı 19 ve 19’un katları olması beklenir. (İhtimaller nazariyesi açısından). Eğer hakikatte, âyet sayıları 19 ve 19’un katları olan sûre sayısı artacak olursa, o oranda %5 oranı da değişecektir. (Örneğin %20 olabilecektir). Bu durumda 19 sayısının üstünlüğünden söz edilebilir. Şâyet, 114 sûre içinde sadece 2 sûredeki âyet sayıları 19 ve 19’un katları söz konusu ise, böyle bir durumda 19 rakamının üstünlüğünü iddia etmek mümkün olmaz. (Bu durumda 19 rakamın üstünlüğü değil, sıradan bir rakam oluşu iddia edilebilir).
Kur'ân’da bu rakamla ilgili görünümler üzerinde duranlara yönelik hücumlar, esasen, 19 rakamını mukaddes olarak kabul eden Bahâî’ler yüzünden gerçekleşmiştir.
Daha önceden işaret ettiğimiz cümlelerin hesaplanması konusu da, aynı şekilde hücumdan kurtulamamıştır.
Gelecek olayları haber veren Kur'ân âyetlerinde matematiksel hesabın kullanımı
Rûm sûresinin başında, Rumların Farslılar üzerinde bir-kaç sene içinde galip geleceğine dair verilen işaret, Resûlüllah (S.A.V.) zamanında fiilen gerçekleşmiş ve bunun üzerine Allah’ın verdiği nusretten dolayı mü’minler ferah duymuşlardır. Hatta bu haber, Bedir harbinde Müslümanların zafer ettikleri gün gelmiş, Müslümanlar iki zaferi sevincini aynı anda yaşamışlardır.
Bilinmektedir ki, Said Nursî de yazdığı bazı eserlerinde, bazı rakamların birbirleriyle olan tevâfukundan doğan neticelere işaretler yapmış, bu tevâfuklardan gerek kendisine, gerekse Nur cemaatine mahsus olmak üzere istikbâle dair bazı ipuçları çıkarmıştır. Ancak ben Türkçe bilmediğim, aynı zamanda buna dair eserlerin Arapçaya çevrilmemesinden dolayı bu bilgilere ulaşabilmiş değilim.
Buraya kadar aktardıklarımız göstermiştir ki, âlimlerden bazıları, bir kısım sûrenin başında yer alan mukattaa harflerini matematiksel olarak değerlendirmek sûretiyle istikbâle dair bazı sonuçlara varmışlardır. Günümüz âlimlerinden bazılarınca, Kur'ân’dan bazı âyetler üzerinde yapılan sayısal değerlendirmeler sonucu 1974 yılına işaret edilmiş ve bu yılın Kur'ân’ın rakamsal i'câzının intişar edeceği ilk yıl olduğu iddia edilmiştir. Bazı araştırmacılar ise, yaptıkları hesaplamalar sonucu 2022 yılında Yahudi devletinin zeval bulacağını haber vermişlerdir.
Yapılan bütün bu hesaplamalar ve konu hakkında ortaya konulan bu görüşler zannî temellere dayansa da, ne bu tür yorum yapanlar, ne de bu değerlendirmeleri kabul edenlerin günah işlemediklerini ümid ediyoruz. Zira bu gibi konular akîde alanına girmemektedir. Dolayısıyla, bu alanlarda mücadele etmeye, birilerine sorumluluklar yüklemeye gerek yoktur. Kaldı ki, bazı şartlardaki tevafuktan netice çıkarmak (tefe’ül) Resûlüllah’ın sünnetleri arasındadır. Çünkü, Hz. Peygamber (S.A.V.) güzel tefe’ülden hoşlanmaktaydı. Örneğin, Hudeybiye Anlaşması’nı imzalamak üzere Mekke’lilerden Süheyl b. Amr’ın gelmesi üzerine, onun isminden hareketle anlaşmanın “kolay olması” temennisini dile getirmiştir. Müslüman kişinin bir sayıdaki, bir isimdeki veya bir olaydaki tevâfuktan tefe’ül yapmasına mani yoktur. Çünkü bu durum sünnette de vardır. Şâyet o işte beklenen hayır ve güzel netice gerçekleşirse, o Allah’ın bir lütfudur. Her şey Allah’ın emri altındadır.
Sonuç
Kur'ân-ı Kerim’deki sayısal i'câz konusunda yaptığımız bu çalışmadan çıkarabileceğimiz önemli noktaları şöyle sıralayabiliriz:
1) Kur'ân-ı Kerim’deki rakamsal işaretler konusu araştırmacılar için açık bir kapıdır. Her araştırmacı kendi zevkine ve güvenine göre oradan bir şeyler elde edebilir. Bazı tevâfuklara ve birbirine uyan görüntülere ulaşabilir. Hatta, kendisinin dışındakileri de ikna edebilecek önemli özellikler keşfedebilir. Bütün bu yollar açıktır ancak, bu konunun zannî meseleler arasında değerlendirilmesi şarttır. Matematik kaidelerine ve çok sağlam hesaplamalara dayanmadığı sürece, hiç bir durumda kat’iyet sıfatı yüklenilmemelidir.
2) Kur'ân harfleri ve kelimelerinin sayıları dikkate alınırken, resm-i Osmanî’in (Hz. Osman hattının) esas alınması zaruridir.
3) İ’câz iddiası, üzerinde ihtilaf olmayan mütevâtir bir unsura dayanmalıdır. Bazı sûrelerin âyet sayıları örneğinde olduğu gibi, ihtilaflı hususlar üzerine İ’câz iddiasının dayandırılması caiz değildir. Aynı şekilde Besmele üzerinde ihtilaf vardır. Acaba Besmele her bir sûreye ait bir âyet midir? Veya sadece Fatiha sûresinin bir âyeti midir? Ya da, sadece Neml sûresine ait bir âyet midir? Diğer yandan bu ihtilaf, âyet sayılarıyla ilgilenen âlimler arasında değil, Fıkıh imamları arasında (İmam Ebû Hanife ve İmam Şâfiî gibi) bulunan bir ihtilaftır. Bu ihtilaf, sûrelerdeki âyetlerin sayısının muhtelif olduğu ve mütevâtir olmadığı sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu durumda âyetlerin sayısıyla ilgili muayyen bir rakamın tercihi caizdir. Ancak, sayı konusunda eğer bir ihtilaf sözkonusu ise, bu konuda ortaya konulacak bir tespitin i’câza delil olarak gösterilmesi doğru olmaz.
O halde, bütün araştırmaların tevâtüre istinad etmesi gerekmektedir. Bu noktada, mütevâtir olan Kur'ân kıraatlarının nazar-ı dikkate alınması lazımdır. Bir kıraata dayalı olarak gösterilen sayısal üstünlük, diğer bir kıraatla okuyan kişi için delil olma özelliği taşımaz. Aynı zamanda böyle bir rakamsal uygunluk, sadece o kıraatın sahih olduğu, diğerlerinin sahih olmadığı neticesini doğurmaz.
4) Kur'ân-ı Kerim’in sayısal özellikleriyle alâkalı yapılan çalışmalar, Kur'ân’da rakamsal i’câzın varlığını te'yid etmektedir. Bu konuda bir araştırmacı çok az da olsa bazı hakikatlere ulaşabilmişse, diğer araştırmacıların da buna yönelik çalışmalara devam etmeleri halinde, uzun vadede çok önemli sonuçların ortaya çıkarılacağı aşikârdır. O halde bu konu, her ne kadar yeni ortaya çıkmış olmasa da, üzerinde daha fazla çalışmaların yapılmasına ihtiyaç vardır.
5) Rakamsal i’câzın ispatlanmasına yönelik yapılan her araştırma, muayyen sayılar etrafında dönmüştür. Halbuki, diğer rakamların yeri olup olmadığı üzerinde de durulmalıdır. Örneğin, 7 rakamının Kur'ân’daki rakamsal değeri araştırılıp, ispatlanmaya çalışılırken, bu çalışmaları 6 ve 8 rakamlarıyla ilgili de gerçekleştirmek sûretiyle tetimmesi yapılmalıdır. Bütün bunlar yapıldıktan sonra, eğer gerçekten 7 rakamının ayrıcalığı ortaya çıkmışsa, çok daha güvenli bir netice elde edilmiş olur. Böylelikle muayyen bir rakama yönelik i’câz yönündeki iddia çok sağlam temellere oturtulmuş olur.
6) Said Nursî, Kur'ân’ın beyânî güzelliğindeki i’câzın ispatına yönelik ortaya koyduğu metot, bu alanda en eslem yol olarak görünmekdedir. Çünkü o, akla hitap ettiği gibi, şuura ve vicdana da hitap etmektedir.
____________________
1 1944 yılında Ürdün'de doğdu. Bağdat Üniversitesi Elektrik Bölümünde yüksek lisansını bitirdi. 1972 yılında İngiltere Sfiheld Üniversitesinde doktorasını tamamladı. Bir müddet Mısır Üniversitesinde profesör olarak çalıştı. Halen Ürdün Üniversitesinde öğretim üyesidir. Yayınlanmış 11 adet eseri vardır. Bir çok akademik yazısı yayınlanmıştır.
2 Fazl Hasan Abbâs, İtkânü’l-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Farkadân, C. l, 1997.
3 Şeyh Muhammed el-Gazzâlî, Keyfe Neteâmelü maa’l-Kur'ân, El-Ma’hedü’l-Âlemî lil-Fikri’l-İslâmî, Virginia, 1991.
4 Es-Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur'ân, c. l, s. 151.
5 Hİcr, 21 (Konu hakkında bilgi için bkz. Hâzâ’l-Kur’âne fî Mieti Hadîsin Nebeviyyin, Muhammed Zeki Muhammed Hİdr, 2. Baskİ, 1987, s. 8.
6 El-Livâü Ahmed Abdülvehhâb, İ’câzü’n-Nizâm el-Kur’ânî, Mektebetü Garîb, 1980.
7 Bediüzzaman Said Nursî, Kaynaklı, İndeksli, Lügatli Risâle-i Nur Külliyatı, C.l-ll, Nesil Basım-Yayın, İstanbul-1996, s. 443.
8 Kehf, 109.
9 Said Nursî, s. 731.
10 Bkz. El-Kirmânî, Esrâru’t-Tekrâr fi’l-Kur’âni’l-Kerîm.
11 Said Nursî, s. 542-543.
12 Bkz. Mühendis Adnan er-Rufâî, El-Mu’cize, Keşfün İ’câziyyün Cedîd fil-Kur’ân, Suriye.
13 Said Nursî, s. 1527.
14 Âtİf Muhammed Azîze, Esrâru’l-Hurûf ve’l-Âyât fî Risâleti’l-Kur’âni’l-Acîb, Matbaatü’l-Hüdâ.
15 Bkz. İbn Halîfe Uleyvî, Mu’cizetü’l-Karni’l-Işrîn fî Keşfi Sübâiyyeti ve Sülâsiyyeti’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dârul-İmân, 1. Baskİ, 1983, Dımaşk.
16 Bkz. Muhammed Reşat Halife, el-İ’câzü’r-Rakamî fi’l-Kur’ân, 1976.
17 Bkz. Abdürrezzâk Nevfel, A.g.e.
18 Bkz. Abdullah Calðûm, Esrâru Tertîbi’l-Kurân, Dâru’l-Fikr lin-Neşr ve’t-Tevzî’, ez-Zerkâ, 1994.
19 El-Kurtubî, el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Dârul-Hadîs, 1994, C. l, s. 172.
20 İbn Kesîr ed-Dİmaşkî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Dâru’l-Cîl, Beyrut, C. l, s. 37.
21 Said Nursî, s. 729.
22 İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî fî Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, C. Xl, s. 352.
23 Bkz. Muhammed Reşâd Halîfe, A.g.e.
24 Bkz. Abdullah Calðûm, Esrâru Tertîbi’l-Kur’ân, Dâru’l-Fikr li’n-Neşr ve’t-Tevzî’, ez-Zerkâ’, 1994