Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
MUHABBETULLAH’IN SEBEPLERİ
Şunu iyi bilmeliyiz ki, sevmek ancak bilmek ve tanımakla mümkündür. Bu yüzden, Allah-u Zülcelal’i ancak O’nu bilenler ve tanıyanlar severler. Bunların sevgisi de, O’nun hakkındaki bilgi ve idrakleri ölçüsündedir.
Muhabbetin sebepleri şunlardır:
Birinci sebep:
İnsanoğluna ilk sevimli olan şey kendi canı ve zatıdır. Her canlı varlığının devam etmesini ister ve ölümü sevmez. Azalarının salim ve selametli olmaları istenir. Zira vücudun kemal ve devamı azalara bağlıdır. Malı da sever. Çünkü mal vücudun kemal ve devamına alettir. Diğer sebeplerde de durum aynıdır. Mesela insanın oğullarını sevmesi, kendi varlığının bunların varlığından devam etme düşüncesidir. İnsan ebedi olarak kendisinin kalmasından ümidini kesince, kendisinden bir parça olan neslinin kalmasını ister. Akrabalarını da sevmesi, kendindeki kemali sevmesi içindir. Onların çokluğuna güvenerek kendini kuvvetli görür. Zira akraba ve mal gibi sebepler, insanoğlu için birer kanat gibidir. Demek ki her canlının ilk sevdiği kendi zatı, zatının kemali ve bunların devamıdır.
İnsanlar var olmayı bu derecede sevdiklerine göre, onları var eden, varlıklarını sürdürmeleri için gerekli her türlü imkanı yaratan ve onları ebedileştireceğini vaad eden Allah-u Zülcelal’i sevmeleri zorunludur. Çünkü insanlar kendilerine sevdikleri şeyi vereni de severler.
Bu şuna benzer: sıcaktan kaçıp da bir ağacın gölgesine sığınan kimsenin gölgeyi sevip de ağacı sevmemesine şaşılır! Çünkü gölge ağaca bağlıdır.
Buna göre, kendi varlığını seven insan, onu yaratanı da sever. Çünkü eğer Allah-u Zülcelal onu yaratmasaydı o var olmazdı. Bu konuda güç ve tasarruf sahibi O’dur. O’nu sevmek varlığı sevmek gibi zorunlu hale gelir. Bundan dolayı Hasan-ı Basri şöyle demiştir:
“Allah-u Teala’yı tanıyan O’nu sever.”
Demek ki İnsan Allah-u Zülcelal’den gafil kaldığından dolayı kalbinde muhabbet olmuyor. insan Allah-u Zülcelal’i hakkıyla tanırsa O’nu mutlaka sevecektir
İkinci sebep:
İnsanoğlu kendisine iyilik yapanı sever. Bundan dolayıdır ki; “İnsan iyiliğin kölesidir.” denilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Allah’ım! Kötü insanın kalbimin kendisini seveceği bir iyiliği bana yapmasını nasip etme.” (Deylemi)
(Deylemi)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) burada, iyilik yapana karşı sevginin zaruri olup bunu gidermeye güç yetirile-mediğine işaret buyurmuştur. Bu iyilik sebebiyledir ki, insan hiç münasebeti olma-yan yabancıları sever. İyiliğinden dolayı bir insanı seven, onu zatı için değil, onun iyiliği için sevmiştir. İyilik ise onun işlerinden birisidir. İyilik kalkınca sevgi de kalkar. İyilik azalırsa sevgi de azalır.
Allah-u Zülcelal’in iyilikleri ve lütfu ise, herkesten daha çoktur. Bu ölçüye göre de, Allah-u Zülcelal’in sevilmesi ve O’na duyulan sevginin diğer iyilik yapanlara duyulan sevgiden fazla olması lazımdır. Çünkü O’nun iyiliği herkesin iyiliğinden daha fazladır. Bu iyilikler, insanın bir su damlası halinde anne rahmine düşmesinden başlar ve dünyaya gelişinden, çocuklu-ğundan, gençliğinden, ölümünden geçerek kabre, mahşere ve ebede kadar devam eder. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız.” (İbrahim; 34)
(İbrahim; 34)
İkincisi ise, iyilik yapanların aracılığıyla yaptığı iyiliklerdir. Çünkü iyilik yapanlara iyilik yapma düşünce, istek ve gücünü veren ve onları belli işlere yönlendiren O’dur.
Anlatıldığına göre, bir fakir bir zengin kimsenin kapısına gitmiş ve bir şeyler istemiş. Fakat zengin olan kimse hiçbir şey vermemiş. Böyle olunca fakir kimse: “Bunu Allah vermedi.” demiş. Sonra başka bir zaman yine aynı zengine gitmiş ve yine bir şeyler istemiş. Zengin adam bu sefer ona bir şeyler vermiş. Fakir bu sefer: Bunu Allah verdi.” demiş. Bunun üzerine zengin kimse: “Birinci sefer geldin sana bir şey vermedim, bunu Allah vermedi dedin. İkinci sefer geldin sana bir şeyler verdim, bunu Allah verdi dedin, bunun sebebi nedir?” diye sorunca fakir şöyle cevap vermiş:
“Birinci sefer geldiğimde, Allah senin kalbine verme isteğini koymadığı için sen bana vermedin. İkinci sefer geldiğimde ise, Allah senin kalbine verme isteğini koyduğu için sen bana verdin. Gerçekte veren Allah’tır.”
Bundan dolayı bu tür iyiliklerin de hakiki faili ve sahibi Allah-u Zülcelal’dir. Demek ki iyilik yapan insanlar hakiki değil mecazidir. Durum böyle olunca bu iyilik-lerden dolayı da önce Allah-u Zülcelal’in sevilmesi ve O’na şükredilmesi gerekir.
Demek ki insan yapılan iyilikleri Allah-u Zülcelal’den bilmediğinden dolayıdır ki, O’ndan gafil kalmakta ve kalbinde muhabbet meydana gelmemektedir. Bunun için bütün iyiliklerin Failini hakiki fail olarak Allah-u Zülcelal’den olduğunu bilirsek O’ndan gafil kalmayız ve kalbimizde muhabbet meydana gelir. İnsan iyiliğin kölesi olduğu için, her iyiliği Allah-u Zülcelal’den bilirse O’na köle olur ve O’nu sever.
Üçüncü sebep:
Eşyayı zatından dolayı sevmektir. Yani herhangi bir iyiliğinden dolayı değil zatından hoşlandığı için onu sevmesidir. İşte eksilip artmayan, yok olup tükenmeyen gerçek sevgi budur. Güzelliği anlayan herkes güzelliği sever. Nitekim insanın yeşilliği, akarsuyu sevmesi de onları yiyip içtiği için değil, onlara bakmaktan zevk aldığı içindir. Bu sevgi de diğer sevgi türleri gibi, insanların fıtrat ve yaratılışında vardır.
Şimdi Allah-u Zülcelal’in de güzel olduğu sabittir. Buna göre, O’nu da sevmemek imkansızdır. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah güzeldir ve güzelliği sever.” (Müslim)
(Müslim)
Bu konuda bilinmesi gereken bir husus vardır; güzellik iki çeşittir. Bir çeşidi maddi güzelliktir. Bu güzellik gözlere veya diğer duyu organlarına hitap eder ve onlar tarafından algılanır. Diğeri ise manevi güzelliktir. İlim, adalet ve güzel ahlak gibi şeylerden oluşan bu güzellik akıl, idrak ve kalbe hitap eder ve onlar tarafından anlaşılır. Kalıcı olan güzellikte manevi güzelliktir.
Manevi güzelliğin tamamı Allah-u Zülcelal’de toplanmıştır. O’nun bu manevi güzellikleri doksandokuz tane olan isim-leriyle ifade edilmiştir. Allah-u Zülcelal’in bir ismi de Cemil’dir. Cemil çok güzel demektir. Ancak, Allah-u Zülcelal madde olmadığı için, güzelliği de maddi güzellik değildir.
Manevi güzellik olan sıfatların ve isimlerin en güzelleri Allah-u Zülcelal’de toplandığına göre, güzelliğe duyulan sevgi ile en evvel ve en çok O’nun sevilmesi gerekir.
Demek ki Allah-u Zülcelal’in bu sıfatlarını ve güzelliğini bilmediğimiz için Allah’ın muhabbeti kalbimize girmemek-tedir. İnsan O’nun güzelliklerini bilip idrak ederse ve kalben O’nun güzelliklerini düşü-nürse mutlaka O’nu sevecektir.
Dördüncü sebep:
Mükemmelliktir. Mükemmel olan şey güzeldir. İnsanlarda mükemmel olan şeyleri severler. Bu sevgi onların iradesini de dinlemez. Sevmeleri için gerekli olan tek şey, mükemmelliği keşf etmek ve anlamaktır. Mükemmellik sebebiyle Allah-u Zülcelal’i sevmek ise, öncelikle O’nun mükemmellik ve kusursuzluğundan dolayı-dır. O’nun zatını anlamak akıl ve idraki-mizin çok ötesindedir. O’nun sıfatlarının ne denli büyük olduklarını, O’nun tek başına yaratıp tek başına yönettiği bu koca kainata bakıp bir ölçüde anlamak mümkündür. Bu sevgi ikinci olarak da O’nun yarattığı mükemmel şeylerden dolayıdır. Çünkü mükemmel eseri seven için mükemmel eseri ortaya koyanı sevmek de insanlar için vaz-geçilmez bir duygudur.
Beşinci sebep:
İnsanoğlu, mizaçlar arasında münasebet olduğu için sever. Çünkü nice insanlar vardır ki, güzellik ve yarar sağlama dışında aralarında ruhi bir münasebet olur. Ve bu sebeple birbirlerini severler.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Ruhlar, donatılmış bir ordudur. Birbiriyle tanışıklığı olanlar, yeryüzünde birbirleriyle anlaşıp kaynaşırlar. Birbir-leriyle tanışıklığı olmayanlar anlaşa-mazlar.” (Müslim)
(Müslim)
Müşahede ve tecrübe ile anlaşılmıştır ki, münasebet olunca ülfet olur. Sevgi ve dostluk, sevenle sevilen arasında mevcut olan fıtrat benzerliği, inanç birliği veya çıkar ortaklığından ileri gelir. Bundan dolayıdır ki iyiler iyileri, kötülerde kötüleri sever dost edinirler. Bu manayı anlatmak için Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Mü’min bir kimse, yüz münafıkla bir tek mü’minin bulunduğu bir meclise girse, oradaki mü’minle ülfet ve ünsiyet kazanır; bir münafık da yüz mü’minle bir münafığın bulunduğu bir meclise girse, oradaki münafıkla yakınlık ve dostluk kurar.” (Beyhaki)
(Beyhaki)
Bu hadis-i şerifte gösteriyor ki, insan ancak kendi tabiat ve yaratılışında olan veya kendisiyle aynı fikir ve inancı paylaşan kimselere meyleder ve onlara ilgi duyar. Bu sebepten dolayı şöyle denilmiştir:
“Sen ne olduğunu öğrenmek istiyorsan, kimleri sevdiğine bak.”
İnsana oldukça büyük bir sevgi kabiliyeti verilmiş ve bu sevgi ile Allah-u Zülcelal’i sevmesi emredilmiştir. Fakat insan bu sevgiyi yukarıda zikredilen sebeplere ve eşyaya tevzi edip dağıtırsa, bu durumda Allah-u Teala’yı sevse bile, O’nun azametine layık bir sevgi ile sevmiş olmaz. Ancak insanın bütün sevgisini Allah-u Zülcelal’e vermesi, O’nun dışında hiçbir şey sevmemesini gerektirmez. Çünkü diğer şeylerde Allah-u Zülcelal’in yaratıkları oldukları için sevilebilirler. Bu anlamda bunları sevmek Allah sevgisini azaltmaz. Aksine onu daha ayrıntılı, gerekçeli ve şuurlu bir hale getirir.
Yukarıda sayılan vasıfların hepsi, Allah-u Zülcelal’den başka kimsede kamil olarak toplanamaz. Tam ve kamil olarak yalnız Allah-u Zülcelal’de bulunur. Buna göre, gerçek sevgiye de ancak Allah-u Zülcelal layıktır.
Hülasa olarak insan şunu bilmelidir ki, bütün iyilikleri yapan hakiki fail Allah-u Zülcelal’dir. Buna göre, doğduğundan bu yana ne iyilik görmüşse bunu Rabbinden bilmesi gerekir. İnsan böyle bilir ve bunu böyle idrak ederse mutlaka Allah-u Zülcelal’i sevecektir.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Her kim Allah'a ve Resulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'nun takvasında bulunursa, işte asıl bunlar kurtulmuş olan kimselerdendir." (Nur; 52) Kıyamet gününde kurtulmak öyle basit, kıymetsiz bir şey değildir. Kim kendini kurtarırsa onun bayramı o gündür. O günde kurtuluşa ermek isteyen kimse de İslam ahlakı ile ahlaklanmalıdır. İslam ahlakı çok mümtaz bir ahlaktır ve islam dini mümtaz bir dindir. Burada, mühim bir nokta vardır. Mü'minlerin birbirlerine hürmet etmeleri, birbirlerine saygı göstermeleri lazımdır. İslam dininde ahlak çok mühimdir. Hiç kimseden nefret etmememiz lazımdır. Allah bizi ve onları ıslah etsin diye dua etmeliyiz.
Çünkü haram olan şeyler, birbirini zincir gibi takip ederler. Sen umumi olarak müslümanlara hürmet etmediğin zaman, fert fert mü'minlere de hürmet etmemiş olursun.
Mü'minlere hürmet etmezsen, Evliyalara da hürmet etmez hale gelirsin. Evliyalara hürmet etmediğin zaman da, Peygamber (S.A.V) 'e ve Allah-u Zülcelal'e de hürmet etmemiş olursun. Allah-u Zülcelal, sonsuz merhametlidir. Nasıl ki bir sürü çok susuz olduğu bir zamanda, bir dere görseler, yaz mevsiminin sıcağında, o sürü o suya koşarsa, biz de Allah-u Zülcelal'in bir deniz gibi olan rahmetine, merhametine aynı şekilde koşmalıyız. Allah-u Zülcelal'e öyle aşık olmalıyız. Çünkü bize ancak O yararlıdır. Kıyamet günü, bu dünyada olduğu gibi serbest dolaşmaya benzemez. O gün, bize zerre kadar dahi sevap lazım olacaktır. O gün de zerre kadar sevaba ne kadar çok ihtiyacımız olacak, onu ancak Allah-u Zülcelal bilir. Bizim davranışlarımız, önümüzdeki imtihanın ciddiyetine hiç münasip değildir.
Nasıl ki dünyada bir insan, bir kişiye muhtaç olunca o kişinin affetmesi ve işinin daha kolay olması için kendine rehber arıyor ve o muhtaç olduğu kişiye rehberle gidiyorsa; Hz. Peygamber (S.A.V) de bizim için, bizi Allah-u Zülcelal'e götüren bir rehberdir. Nitekim Evliyaların silsilesi de, zincir şeklinde Hz. Peygamber (S.A.V) 'e kadar gider. Evliyaların hayatları bize ibret ve ders olması lazımdır. Ashab-ı kiram olsun, Evliyalar olsun; onların ahvalleri bize ibret olması lazımdır.
Anlatıldığına göre, Bayezid-i Bestami'ye bir hal gelmiş, bir müddet gözünden yaşlar kesilmemiş, devamlı ağlamış. Ona sormuşlar: "Niye böyle ağlıyorsun, gözünden hiç yaş eksilmiyor?" O da şöyle cevap vermiş: "Allah-u Zülcelal'in üçbin sene kendi kudretiyle yaktığı ateşten (cehennem) emin olmayan kimse, nasıl ağlamasın ki!" Bu alacağımız birinci ibrettir. İkinci ibret ise, Said bin Amr ve Hudeyb bin Adiy isminde iki ashab hakkındadır.
Bedir Harbi'nden sonra Hubeyb bin Adiy'i esir aldılar. O savaşta; Ebu Cehil başta olmak üzere, yetmiş büyük kâfir gebermişlerdi. İntikam almak için hırslandılar. Hubeyb bin Adiy, onların eline geçince, kâfir kadınları, çocukları ve gençleri ne yapacaklarını saşırdılar. Ondört yaşında, henüz müslüman olmamış Said bin Amr isminde bir genç de, kâfirlerin, bu ashabı nasıl idam edeceklerini temaşa ediyordu.
Onlar, Hubeyb'i, bağırarak idam etmek için götürdüler. Bundan sonrasını Said bin Amr şöyle anlattı: "Ben de onların içindeydim. Hubeyb'i, öldürecekleri yere götürdüler, bu karmaşada Hubeyb'in sesini duydum: "Bana iki rekat namaz kılmam için müsaade etmiyor musunuz?" diye onlardan müsaade istedi. Müsaade ettiler; huşu ve tazarru içinde, rükûlu ve secdeli iki rekat namaz kıldı ve müşriklerin reisine dönerek şöyle dedi: "Ölümden korkarak namazı uzattığımı sanmayın, hiç ölümden korkmuyorum."
Herkes ona vurmaya başladı. Onun mübarek etini parça parça yapıyorlardı. Bıçakla parçalıyor ve hemence öldürmüyorlar ve o parçaları alırken de kan fışkırıyordu. O yaralar içindeyken, ona sordular: "Bizim seni bırakacağımızdan emin olsan, çocuklarının yanına gitmeyi mi tercih ederdin; yoksa Hz. Muhammed'in (S.A.V) senin yerinde olmasını mı tercih ederdin, hangisi hoşuna giderdi?" Hubeyd dedi ki: "Benim yüzbin canım olsa ve siz bu şekilde devam etseniz, bu benim daha çok hoşuma giderdi. Hz. Muhammed (S.A.V) 'in bir yerine bir diken eziyet verirse ve rahatsız olursa; onu kabul etmem."
Böyle dediği zaman, kâfirler: "Öldürün, öldürün!" diye bağrıştılar, daha da hiddetlendiler ve o şekilde onu şehit ettiler. Ben onu unutamadım. Devamlı olarak rüyamda, uyanıkken, yürürken, evde otururken, onun iki rekat namaz kılarken ki hali ve vücudunun parça parça oluşu gözümün önüne geliyor. Ruhunu teslim ederken inleyişi, çektiği eziyetler, o anki hali hiç gözümün önünden gitmiyordu. Ben müşriklerin yanına gittim ve: "Ben, sizin yaptıklarınızdan vazgeçiyorum, müslüman oluyorum." dedim.
Said bin Amr, müslüman olup Hz. Peygamber (S.A.V) ile Medine-i Münevvere'ye hicret etti.
Hz. Peygamber (S.A.V) ondan çok razı olarak vefat ettikten sonra, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'le her harpte hazır ve beraber oldu. Hz. Ömer zamanında Hz. Ömer'e bazı tavsiyelerde de bulundu. Hz. Ömer: "Ya Said! Kim senin gibi tavsiyelerde bulunabilir?" dedi. Said: "Sen ya emirü'l-mü'minin; Hz. Peygamber (S.A.V) 'in ümmetine, emirü'l-mü'minin olan kimse!" diye cevap verdi.
"Öyleyse ya Said, ben seni Humus'a vali olarak tayin edeceğim." dedi. Said: "Ya emiru'l-mü'minin, bunu yapma, dünyanın fitnesine girmek istemiyorum." diye yalvardı. Hz. Ömer: "Hayır, bütün yükü hep benim boynumda mı bırakacaksınız." diye ısrar etti ve onu Humus'a vali olarak tayin etti. Oraya gittikten sonra Humus'tan, Medine-i Münevvere'ye bir kafile geldi. Hz. Ömer sordu: "Sizin oralarda fakir ve ihtiyaç sahibi varsa söyleyin onlara ihtiyaçlarını göndereyim." dedi. Onlar da fakirlerin isim listesini Hz. Ömer radıyallahu anh'a verdiler. Baktılar ki; Said bin Amr'ı o listenin içine fakir olarak yazmışlardı. Hz. Ömer radıyallahu anh:"Bu Said bin Amr kimdir?" diye sordu. Halk:"Ya emirü'l-mü'minin! Bizim Valimizdir, o da fakirdir. Vallahi günlerce, belki aylarca onun evinde ateş yanmıyor." dediler.
Hz. Ömer'in gözünden yaşlar aktı ve ona bin dinar para gönderdi. Para Said bin Amr'ın eline geçer geçmez: "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun" dedi ve eve giderken sanki bütün dünya onun başına yıkılmış gibi mahzun ve üzgün gitti. Hanımı: "Sana ne oldu, Ya Said?" diye sordu. Dedi ki:"Benim başıma büyük bir bela geldi." Kadın tekrar sordu:"Hz. Ömer radıyallahu anh mı vefat etti?""Hayır o vefat etmedi, ondan daha büyük bir şey oldu." Kadın:"Müslüman ordusuna bir bela mı geldi?" diye sordu. Said bin Amr radıyallahu anh: "Ondan da daha büyüktür." dedi. Kadın:"Nedir bu daha büyük musibet?" dedi. Said:"Emirü'l-mü'minin bize bin dinar göndermiş. Biz dünyada iken helak olacağız. Evimize fitne girdi. Helak olmadan hemen bunları dağıtacağız." dedi ve o gece hepsini dağıttı.
Bir müddet sonra Hz. Ömer, İslam ordusunu teftiş etmek üzere Humusa geldi. Humus'un ehlini çağırdı ve sordu: "Valiniz nasıldır, onun sizin üzerinizdeki hükümleri nasıldır?"
Onlar dediler ki:"Ya emirü'l-mü'minin! Onun üç garip hali vardır. Ondan şikayetçiyiz." Hz. Ömer dedi ki: "Vallahi benim onun hakkında ki kanaatim, çok sadıktır. Ben sizin şikayetlerinize inanmıyorum. Yine de çağırıp bu konuda kendisine soracağım." dedi. Said bin Amr'ı çağırdılar ve Humus halkını biraraya getirdiler. Hz. Ömer: "Ya Said, bunlar senden üç şeyde şikayetçi olduklarını söylü-yorlar, ne dersin?" dedi. Cevaben: "Ya emirü'l-mü'minin, şikayetleri ne ise söylesinler, yapamıyor isem onları düzelteceğim." dedi.
Halk dedi ki: "Ya emirü'l-mü'minin! Sabahları yerine geç geliyor." Said bin Amr:"Ya emirü'l-mü'minin! Benim hizmetkarım, evime bakacak kimse olmadığı için, sabahleyin evin ihtiyaçlarını karşılıyor, yemeklerini, hamurlarını kendi ellerimle yapıyorum. Ekmek yapı-yorum ve onlara veriyorum, sonra çıkıyorum." Halka: "İkincisi nedir?" diye soruldu. Halk:"Ayda bir sefer makamına hiç gelmiyor." dedi. Said bin Amr: "Benim üzerimde bir kat elbisem vardır. Ayda bir sefer onu yıkıyorum, onu kurutuncaya kadar da geç oluyor. O gün onun için gelmiyorum." dedi.
Hz. Ömer radıyallahu anh sordu: "Diğer şikayetiniz nedir?" Halk cevaben: "Onun bir hali vardır. Aniden yere düşüyor ve uzun bir müddet yerinden kalkmıyor." dediler. Hz. Ömer radıyallahu anh: "Ya Said bu nedir?" diye sordu. Said bin Amr şöyle anlattı: "Ya emirü'l-mü'minin, Hubeyb bin Adiy Mekke müşriklerince şehit edilirken, ben de orada idim. Onun vücudu parçalanır ve kanlar fışkırırken, ona dediler ki: "Bu halin mi hoş, yoksa Hz. Peygamber (S.A.V) 'in şu an senin yerinde olması mı?" O dedi ki: "Çocuklarımın hepsi bu şekilde ölse de, Hz. Peygamber (S.A.V) 'in bir yerine bir diken değmesine razı olmam." O zaman ben de o cemaatin içinde olduğum için korkuyorum, ona yardım edemedim. Daima bu konuda Allah-u Zülcelal'den korkuyorum ve hatırladığım zaman bayılıp düşüyorum. Acaba Allah-u Zülcelal beni affetmeyecek mi?"
Hz. Ömer bu sözler üzerine ona yine bin dinar verdi ve eve gitti. Aynen eskisi gibi, hanımı: "Elhamdülillah biz zengin olduk. Emirü'l-mü'minin sayesinde, bir hizmetçi tutabileceğiz. Artık sana ihtiyacımız yok!" dedi. Biraz rahat edeceğiz diyerek sevindi, rahatladı. Kocası: "Ya hanım, evet ihtiyaçtır. Ama ben sana bir şey söyleyeceğim. Onu öyle bir zata vereceğiz ki, o muhakkak bize yine geri verecek ve en çok ihtiyacımız olduğu zamanda verecek, hem de bugünkü ihtiyaçlara hiç benzemeyen bir ihtiyaç!" Hanımı: "Nedir?" dedi. O da:"Allah-u Zülcelal'e teslim edelim, Allah'a borç verelim, O muhakkak bize çok ihtiyacımız olduğu bir zamanda geri verecek." dedi. Hanımı yine mecbur kaldı ve: "Sen bilirsin!" dedi. Said:"O zaman filan yetimlere ve filan dul kadına bunları götür ver." diyerek, hepsini aynı saatte dağıttılar...
Keşke onların vücudunda bir kıl olabilseydik. İşte o zaman ne mutlu bize! Onlar, şimdi cennette nasıl geziyorlar, yerleri nasıldır, ancak Allah bilir. Onlar vücutlarını parça parça ederken, biz de beşeriz diyebilirlerdi. Ama demediler. Bizimse hizmetimiz çok kolay; bir namaz, bir oruç, bir İslam hizmeti. Bunlardan geri kalmayalım. Şeytan ve nefis bizi kandırmasın. Bir ashabın hayatına bakalım, bir de kendi hayatımıza. Kendimizi kandırmayalım. Eğer -Neuzubillah- Allah bizi onlar gibi imtihan etseydi, onların yerinde olsaydık; bu gevşeklikle asla kazanamayacaktık.
Oysa Hudeyb onlara uysaydı, onu öldürmeyeceklerdi. İşte bizim de kendi nefsimize acımamamız lazım, ben rahatsızım, hastayım, ben namazı geç kılacağım veya İslam hizmetini yürütemeyeceğim gibi nefs ve şeytan oyunlarına uymamamız lazımdır. Ashab-ı kiram'ın hayatını hatırlamak lazım, onlara hiç olmazsa denizde bir damla da olsa benzememiz gerekmektedir. Yapamadığımız zaman da, düzelmek için kendi nefsimizi kusurlu bilmemiz lazımdır.
Her geçen gün, onlara benzemek için çalışmalıyız. Çünkü onların mutabaatı, Allah-u Zülcelal'in rızasına doğru bir yakınlıktır. Çünkü Allah-u Zülcelal onlardan razıydı, biz de onlara mutabaat edersek, Allah-u Zülcelal'in rızasına, bir adım daha yaklaşmış oluruz.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
seyda muhammed konyevi ks
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KULLUK ŞUURU
Ahireti Tercih Edelim
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İnsanlardan kimisi: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!" der. Onun için ahirette hiçbir nasip yoktur." (Bakara; 200)
Allah-u Zülcelal'e karşı daima kalbimizi, ruhumuzu, sırrımızı düzeltme gayreti içinde olmamız lazımdır.
Vahhab isminde bir zat şöyle demiştir: "Dünya akıllı olan kimselerin ganimetidir. Orada ne topladıklarını çok iyi bilirler. Dünya cahil olan kimselerinde gaflet yeridir, dünyadan ayrıldıktan sonra, yine dünyaya geri gelmek isterler ama geriye dönüş yoktur."
Ganimet; İslam ordusunun düşman ordusunu mağlup ettikten sonra, onların altınları, gümüşleri, hayvanları, silahları, kadınları her ne varsa topladıkları mallardır. İşte bunun için Vahhap öyle demiştir.
Allah-u Zülcelal hepimize akıl vermiştir. Hiç kimse: "Benim aklım yok!" diyemez. Yalnız bu aklı daima bir alet gibi kullanmak lazımdır. Nefis ve isteklerinin bu aklı sarhoş edip, etkisiz hale getirmesine meydan vermemek lazımdır. Onun için bize verilen bu aklı kullandığımız takdirde: "Dünya akıllı kimselerin ganimet yeridir." sözüne muhatap olduğumuz gibi: "Dünya cahil olan kimselerinde gaflet yeridir, dünyadan ayrıldıktan sonra yine dünyaya geri gelmek isterler ama geriye dönüş yoktur." sözüne de muhatap olmayız.
Merhamet edelim ki, bize de merhamet edilsin
Katade (radıyallahu anh) şöyle anlatmıştır: "Semavi kitaplardan birinde şöyle yazıldığı bize söylendi: "Ey Ademoğulları! Siz nasıl rahmederseniz (merhamet), Allah tarafından da öyle rahmedilirsiniz. Siz Allah-u Zülcelal'in kullarına rahmetmeden, nasıl Allah'ın merhametini umut ediyorsunuz? Bundan hiç haya etmiyor musunuz?"
Demek ki, Allah-u Zülcelal'in rahmetini, merhametini umut edebilmek için, O'nun kullarına karşı merhametli olmamız lazımdır.
Şakik-i Zaid (ks) de şöyle demiştir: "Sen bir kimseyi kötülükle zikrettiğin zaman, yani; filan kimse çok kötü bir kişidir, şöyle hataları var, diyerek ona merhamet göstermediğin zaman, senin halin onunkinden daha kötüdür."
Bir kimsenin hatalarını söylediğimiz zaman, onun bu haline üzülmemiz, sanki cehenneme girmiş gibi, onun için istiğfarda bulunmamız lazımdır. Onun bu hatalarını söyleyerek ona karşı kibir ve ucubta bulunmak çok yanlıştır.
Peki niçin böyledir? Çünkü o kişi zaten hata ve günahların içine dalarak cehennem ateşine doğru gitmektedir. Bizim yapmamız gereken; mü'min kardeşlerimiz bir hata ya da bir günaha düştüklerinde, sanki bu dünyada bir ateşin içine düşmüş gibi üzülüp onun o ateşten kurtulması ve kurtuluşa çıkması için elimizden geldiği kadar ona yardımcı olmaktır.
Yine Şakik-i Zaid şöyle demiştir: "Bir kimse, Allah-u Zülcelal'in salih kullarından, Evliyalarından bahsettiği zaman, onun kalbine, ruhuna ibadetin tatlılığı yerleşmez ise o kimse kötü kişilerdendir."
Demek ki insan Allah-u Zülcelal'in Evliyalarından bahsettiği zaman, bu sözden gelen rahmet, feyz, nisbet neticesinde ibadetin tatlılığı o kimsenin kalbine, ruhuna yerleşecektir. Yerleşmediği zaman, sanki onlara inanmıyormuş gibi bir durum meydana çıkar ki, o zikretmekden herhangi bir feyz, nisbet gelmez. Ve ondan bir menfaat elde edilemez.
Hepimiz bunu tecrübe etmişizdir. Hakikaten de insan Allah-u Zülcelal'in Evliyalarından bahsettiği zaman, sanki bütün dünya insanın olsa, yine de o Evliyalardan bahsetmek daha lezzetlidir. İnsan o kadar huzur bulur.
Akıllı insanların hali başka!
Anlatıldığına göre, nefisle mücadele eden bir zat, bir meyve ağacının yanından geçerken, onun nefsi o meyveden yemek istedi. O da nefsine hitaben: "Eğer bir sene oruç tutarsan, sana bu meyveden yediririm." dedi. Bunun üzerine tam bir sene oruç tuttu. Ve sonunda, nefsine söz verdiği için geldi ve ağaçtan düşmüş olan yerdeki meyveleri toplayıp yedi. Nefsi ona dedi ki: "Ağacın üzerinde daha güzelleri var, onları ye!"
O zaman o kişi şöyle dedi: "Ben sana meyve yiyeceğim dediğim zaman, iyilerini yiyeceğim diye söz vermedim ki? Ben dedim ki bu ağaçtan meyve yiyeceğim. Ve bu ağaçtan meyve yedim işte!" Böyle söyleyerek yine nefsinin istediği gibi yapmadı.
İşte onlar ebedü'l-ebed baki olan ahiret hayatlarını temin edebilmek için kısa olan dünya hayatlarında, bu şekilde meşakkat çekiyorlardı. Çünkü onlar akıllı idiler.
Allah-u Zülcelal insanları akıllı olarak yaratmış ve mükellef kılmıştır. Fakat maalesef İslam tarihine baktığımız zaman, bazen hayvanların, taşların, Allah-u Zülcelal'i daha iyi tanıdığını ve insanlardan daha fazla Allah-u Zülcelal'i zikrettiğini görüyoruz.
Şeyh Amir (r.aleyh) isminde bir zat tövbe etmesinin sebebini şöyle anlatmıştır: "Ben bir gün beş tane güvercin gördüm. O güvercinlerden bir tanesi: "Bütün hazinelerin elinde olduğu Allah-u Zülcelal'e hamd olsun." diye Allah-u Zülcelal'i zikrediyordu.
İkincisi: "Herşeyi veren ve hidayeti de veren Allah-u Zülcelal'e hamdolsun." diye zikrediyordu. Üçüncüsü: "Peygamberlerini kendi kullarının üzerine delil olarak gönderen zata hamdolsun." diye zikrediyordu.
Yani, eğer Allah-u Zülcelal kullarına Peygamberlerini göndermeseydi, kıyamet gününde: "Ya Rabbi! Biz bilmiyorduk, Sana ibadet yapmayı bilmediğimiz için bizi mazur gör" diyeceklerdi. İşte Allah-u Zülcelal, bu özrü ortadan kaldırmak için delil olarak kullarına Peygamberlerini göndermiştir.
Dördüncüsü: "Dünyadaki olan şeylerin hepsi bâtıldır. Yalnız Allah için ve onun Resulü için olanlar müstesna!" diye zikrediyordu.
Beşincisi ise: "Kalkın ve Kerim olan Rabbinize doğru gidin. O çok büyük şeyler verir ve çok büyük günahları affeder." diye zikrediyordu.
Bu güvercinlerin böyle zikrettiklerini duyunca bayılmışım. Bir müddet sonra kendime geldiğim zaman, kendi kendime dedim ki: "Bir mürşidin yanına gidip tövbe edeceğim ve tamamen Allah-u Zülcelal'e yöneleceğim. O zaman baktım dünya muhabbeti tamamı ile kalbimden silindi ve Allah-u Zülcelal'e bağlandı. O güvercinlerin zikirleri ile tedavi oldum. Ve bir mürşid aramak için yola çıktım.”
“Yolda, nur yüzlü, ak sakallı bir ihtiyara rastladım. Ona: "Allah için kim olduğunu bana söyle!" dedim. "Ben Hızır'ım!" cevabını verdi. Ve bana şöyle dedi: "Ben Şeyh Abdülkadir Geylani'nin yanındaydım. Bana dedi ki: "İlahi bir cezbe Allah-u Zülcelal'in bir kuluna nasip oldu. Göklerden ona şöyle nida geldi: "Ya kulum! Merhaba sana!" Ve o kimse de, ben bir mürşidin yanına gideceğim, o mürşid beni Allah'a kavuştursun, diye Allah-u Zülcelal'e söz verdi. Ya Hızır! Git onu bana getir." Ben de seni onun yanına götürmek için geldim. Sana tavsiyem, doğrudan doğruya hemen onun yanına gitmendir."
Hızır (aleyhisselam) bana böyle söyleyince, ben de kalkıp Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin yanına geldim. Şeyh Abdülkadir Geylani (kaddesallahu sırrahu) bana şöyle dedi: "Allah-u Zülcelal'in ilahi cezbe gönderip, kuşların dili ile hidayete erdirdiği şahsa merhaba!" Allah-u Zülcelal, Şeyh Abdulkadir Geylani'ye onun halini bildirmişti.
İşte bakın! Hayvanlar dahi sanki Allah-u Zülcelal'i insanlardan daha iyi tanıyorlar. Allah-u Zülcelal'e taat ediyorlar, O'nu zikrediyorlar. Oysa Allah-u Zülcelal insana akıl verdiği halde, dünya eğlencesi ve şeytanın vesveseleri onu Allah-u Zülcelal'in taatinden, zikrinden geri bırakmaktadır. Yoksa akıl, insanın geri kalmasını kabul etmez.
Kainat Allah’ı zikrediyor
Davud (aleyhisselam): "Bu gece, Allah-u Zülcelal'i, yarattıklarından hiç kimsenin yapmadığı bir şekilde tesbih edeceğim." dedi. Evin dışından bir kurbağa şöyle dedi: "Allah'a karşı tesbihinle mi iftihar ediyorsun? Ben yetmiş yıldır, Allah'ın zikrinden bir an dahi geri kalmadım."
İşte, kainat Allah-u Zülcelal'i bu şekilde tanıyorlar ve devamlı olarak da O'nu zikretmektedirler. Onun için bu taşları, toprakları, hayvanları sessiz olarak görmememiz lazımdır. Nasıl ki bir insanın yanında bir hata yaptığımız zaman, o kişinin bizi gördüğünü bilerek, kendimize çekidüzen veriyorsak, onlar da her ne kadar şimdi bize bir şey demiyorsa da kıyamet gününde bize şahitlik edeceklerdir.
Nitekim Allah-u Zülcelal, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İşte o gün yer, Rabbinin ona bildirmesiyle haberlerini (üzerinde iyi veya kötü her ne işlendiyse) anlatacaktır." (Zilzal; 4-5)
Yani yer, o gün bizim aleyhimize ve lehimize şahidlik yapacaktır. Ve yine o gün insanın elleri, gözleri, kulakları, dili yani kısaca bütün âzâları şahitlik yapacaklardır. Hatta nefis diyecektir ki: "Niçin benim aleyhime şahitlik yapıyorsun. Böyle yapmakla sen de benimle cehenneme gireceksin. Nedir senin bu akılsızlığın?" Nefis, böyle söylediği vakit âzâlar şöyle cevap vereceklerdir: "Ya nefsim! Herşeyi konuşturan beni de konuşturuyor. Ben kendimden konuşmuyorum."
İşte bu yüzden Allah-u Zülcelal'den korkmamız lazımdır. Çünkü her şey O'nun elindedir. Allah-u Zülcelal'den korkmanın alameti ise; O'nun korkusunun vücudun bütün âzâlarında bulunmasıdır.
Gerçekle karşılaşmadan tövbe edelim
O zamanı sanki şimdi görüyor gibi ve biz de o insanların içindeymişiz gibi inanmamız ve buna göre hareket etmemiz lazımdır. Eğer şimdi o ateş perdesinin üzerinde duruyor olsak, halimiz acaba nasıl olur? Şimdi sanki o zamandır. Çünkü o zaman şüphesiz olarak, yüzde yüz gelecektir. Şimdi birbirimizi nasıl görüyorsak, o zamanı da aynı bu şekilde göreceğiz.
Azrail (aleyhisselam) insanın son nefesinde görünüp de ona; senin ömrün dünyada bir dakika, bir saniye ya da bir an kaldı, dediği zaman, o insan, Azrail (aleyhisselam)ın bir gün veya bir saat mühlet vermesi, ecelini tehir etmesi için dünya ve dünyanın içindeki bütün şeyler onun olsa hepsini vermeye razı olur.
Çünkü kesin olarak bilir ki, bu son nefestir ve dünyadan ayrılmak üzeredir. Azrail (aleyhisselam)dan vermesini istediği o bir saat mühlette Allah rızası için amel yapmayı, yaptığı günahlarına pişman olup tövbe etmeyi temenni eder. İnsan ölürken Azrail (aleyhisselam)a şöyle yalvarır: "Bana bir gün müsaade et. Yaptığım günahlardan pişman olup, tövbe edeyim, Allah'tan özür dileyeyim." Azrail (aleyhisselam) ona: "Nice günlerin geçti, aklın nerdeydi?" der. O kişi: "Bir saat olsun mühlet ver, Rabbime ibadet ve tövbe edeyim." der. Azrail ona: "Nice saatlerin geçti artık mühlet yok!" der.
İşte insanın hali böyledir. Bunları unutmamamız lazımdır. Unutmayalım ki bizim kurtuluşumuz ancak ve ancak tövbe ile olacaktır.
Allah-u Zülcelal, kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Amin)
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Hiç kimse, kalbin kötü vasıfları olan hırs, hased, riyâ, kibir, ucub ve benzeri hasletlerden sıyrılmış değildir. Bu hastalıkların hepsi maneviyatı öldürücüdür.
Maneviyatın temizlenmesini ihmal etmek, bedendeki yaraların içini temizlemeden dışını merhem ile sıvamaya benzer. İnsan, kalbinin ıslah olmasına ve samimi olmasına göre ALLAH-u Zülcelal’e yaklaşır veya O’ndan uzaklaşır. ALLAH-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;“Gerçek şudur ki; gözler kör olmaz. Ancak göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hacc; 46) Böyle bir kalp ile dünyadan ayrılan kimsenin durumu çok tehlikelidir. (Neuzübillah)
Kalp; ALLAH-u Zülcelal’e ulaşabilmenin ve O’nun rızasını kazanabilmenin en büyük vasıtasıdır.
Zaten evliya-ı kiramların da en fazla kalbin temizlenmesinin üzerinde durmalarının sebebi, kalbin ALLAH-u Zülcelal’e giden yolda çok önemli bir vasıta olmasından dolayıdır. Çünkü Hz. Peygamber (SAV) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “İnsanın vücudunda bir et parçası vardır. O ıslah olduğu zaman bütün vücut ıslah olur. O fesada uğradığı zaman bütün vücut fesada uğrar. Dikkat edin o kalptir.” (Müslim)
Hz. Peygamber (SAV) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:“ALLAH sizin suretlerinize bakmaz. Ancak kalbinize bakar.” (Müslim) Ne mutlu kalbini temizleyipte ALLAH-u Zülcelal’in muhabbetiyle dolduranlara!.. Şüphesiz kalp, ALLAH-u Zülcelal’e ulaşmak için yaratılmıştır. Günahlarla paslanmış kör bir hale gelen kalp, ALLAH-u Zülcelal’in nurunu alamaz. Günahlar insanın kalbini paslandırıp kör bir hale getirir.
Onun için insan bir günah işlediği zaman, kalbinin üzerine gelen pası tevbe ile yıkayıp temizlemelidir. Kalbini tevbe ile temizlemeyip, ALLAH-u Zülcelal’in huzuruna paslı bir kalp ile giden kimsenin sonu perişanlıktır. Nice kalpler vardır ki, şeytan onları istila etmiştir. Ahireti arkaya atıp dünyayı tercih eden kimseler vesveselerle kalbi doldurmuştur.
Cabir bin Ubeyd el-Adevi demiştir ki:“A’la bin Ziyad’a kalbimdeki vesveselerden şikayette bulundum.” bana dedi ki:“Kalp, uğranılan bir ev gibidir. Şeytan oraya uğradığı zaman bir şey varsa alır, yoksa bırakıp gider. Yani heva ve heves olmayan gönüle şeytan giremez.”
Hakikaten kalp temizliğinin islam dininde çok büyük bir yeri vardır. Zaten kalp temiz olmadığı zaman niyet ve İhlâsta gerçekleşmez. Onun için insan kalbindeki bütün mezmum sıfatları çıkarıp yerine güzel evsafları yerleştirmesi lazımdır.
Anlatıldığına göre, bir zat bir evliya-ı kiramdan nasihat istemiş. O evliya: “ALLAH-u Teala senin kalbine baktığında, onda razı olmadığı bir şey görmesin.” demiştir.
Bilindiği gibi zahiri ameller, kalp amelleri için temel hükmündedir. Temel sağlam olmadığı takdirde üzerindeki bina sağlam olmadığı gibi, amelleri salih olmayan bir kimsenin kalp temizliğine sahip olması, iyi sıfatlar kazanması ve bunlarla iyi ameller yapması da mümkün değildir. Zahiri temizliğe önem veripte kalp temizliğine önem vermemek, bir bahçenin duvar çalışmalarına önem verip, içerde ağaçların susuzluk ve bakımsızlıktan kuruyup dökülmesine aldırış etmemek gibidir.
İnsanın kalbi temiz olduğu zaman bütün vücut muhafaza olur. Nitekim hikmet ehli bir zat şöyle demiştir: “Ben kalbimi on gece şeytandan, hataralardan korudum. Kalbimde beni yirmi sene bunlardan korudu.”
Onun için kalp temizliğine çok dikkat etmek lazımdır. İnsanın çaresi kalbini ALLAH-u Zülcelal’e sadık yapmasıdır. Çünkü kalp ALLAH-u Zülcelal’in nazargâhıdır. Kalbi ALLAH-u Zülcelal’e bağlamak gerekir. Bizlere ALLAH-u Zülcelal’i unutturacak herşeyi kalpten çıkarmak lazımdır. Nitekim Sehl bin Abdullah şöyle demiştir: “Kim kalbini ALLAH’a teslim ederse, ALLAH’ta onun azalarına sahip çıkar.”
İnsan kalbini ALLAH-u Zülcelal’e teslim ederse, ALLAH-u Zülcelal de o kimsenin gözlerine, ayaklarına, diline hülasa bütün azalarına sahip çıkar. ALLAH-u Zülcelal’in yaratmış olduğu bir et parçası olan kalbimizi O’na teslim etmemek çok gariptir. Kalbi ALLAH-u Zülcelal’e teslim edip:“Ya Rabbi! Bu kalbi sen yarattın. Onu sana teslim ediyorum. Dilediğin gibi yap.” diyerek, ALLAH-u Zülcelal’e teslim etmek lazımdır.
Böyle olunca ALLAH-u Zülcelal’in muhabbeti kalbimize girer ve bütün azalarımız da O’nun istediği şekilde olur İnşALLAH-u Teala...
Kalp temizliğine çok önem vermek gerekir. Sadece okumakla yetinmemek lazımdır. Nasıl ki bir bahçıvan bahçesindeki zararlı otları temizleyip bahçesine su veriyorsa, bizlerde kalbimizdeki dünya hırsı, riyâ, kin, hased gibi bütün mezmum sıfatlardan temizleyip, onu muhabbet ve zikir gibi güzel sıfatlarla beslememiz lazımdır.
Çünkü kalp ıslah olursa bütün azalar ıslah olur. Kimin azaları ıslah olmamış ise o kimsenin kalbinde manevi hastalık var demektir. Bundan kurtulmak için kalbi her an kontrol edip oradaki zarar verici mezmum sıfatlardan temizleyip arındırmak lazımdır. Bir kimsenin kalbi mezmum olan bütün sıfatlardan arınıp da güzel sıfatlarla süslendiği zaman o kimsenin bütün niyetleri hayır üzerine olur.
S.Muhammed Konyevi (K.S.)
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
HARAMA BAKMAK VE KAYBETTİRDİKLERİ
Esas olan günah işlememektir
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Mü'min erkeklerle, mü'min kadınların bir kısmı bir kısmının velileridir (dostları ve yardımcılarıdır). Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekat verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara, Allah rahmet edecektir. Çünkü Allah adildir, hikmet sahibidir." (Tevbe; 71)
Bizler, her ne kadar Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinden gafil olsak da, Allah-u Zülcelal bizleri daima cennetine çağırıyor. Bizleri, cehennemden muhafaza etmek için ikaz ediyor, uyarıyor.
Dikkat edersek, küçük bir çocuğun yanında dahi, biçimsiz olan hareketlerden kaçınıyoruz. Karşımızdaki çocuk olduğu halde, bizim hareketimiz biçimsizdir deyip, haya ediyoruz, utanıyoruz.
Peki, kuvvet ve kudret sahibi olan Allah-u Zülcelel'e karşı, üstelik bunları yapmayın dediği ve bizleri uyardığı halde, O'nun huzurunda, çirkin işleri yapmamız, günah işlememiz ne kadar hayasızlıktır.
Bizim günahlarımız ve hatalarımız nedeni ile Allah-u Zülcelal'e karşı ne kadar haya etmemiz lazım, ancak Allah-u Zülcelal bilir.
Hz. Ebubekir Sıddık (radıyallahu anh)ın bir sözüne göre: "Allah-u Zülcelal'in huzurunda günah işlememek, amelden (iyi işler yapmaktan) daha eftaldir (üstündür)."
Gözlerinizi ve dillerinizi günahla kirletmeyin
Gavs-ı Bilvanisi şöyle demiştir: "Şah-ı Hazne'nin müridleri, her şeyden kendini muhafaza ediyor, fakat nazardan (harama bakmak) ve gıybetten kendilerini muhafaza etmiyorlar."
Hakikaten de insan, bu iki günaha çok müpteladır. Yani insan, günlük olarak, bu ikisinden kendini muhafaza edebilirse, çok büyük bir pehlivandır. Çünkü, dedikoduyu sen yapmasan bile, senin yanında yaptıklarında, sen de dinlersen, aynı günaha ortak olursun.
Gıybet konusu öyle naziktir ki, nitekim Hz. Aişe (radıyallahu anha) şöyle demiştir: “Bir kadının boyunun kısa olduğunu elimle işaret ettim. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Ya Aişe! Gıybet ettin.” (Ebu Davud, Tirmizi, Beyhaki)
Ebu Hureyre (radıyallahu anh)ın şöyle anlattığı rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yanında idik. Adamın biri kalktı, gitti. Diğerleri (arkasından): ‘Ya Resulallah! Filan ne kadar da aciz kimsedir’ dediler. Yahut: ‘Filan ne kadar kadar da zayıf kimsedir’ dediklerinde: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Arkadaşınızı çekiştirdiniz ve etini yediniz’ buyurdu. (Taberani, Ebu Ya'la)
Bakın, durum ne kadar tehlikeli! Basit gibi görünen bir şey, ama çok tehlikeli!
Bir de nazar (harama bakmak) vardır. O da çok tehlikelidir. Çünkü bu zamanda kadınların büyük bir kısmı açık saçıktır -neuzubillah- ve bir de kendilerini süslüyorlar. Evet, Allah-u Zülcelal, insanda şehveti yaratmıştır ama, insan kendini bunun tehlikelerinden muhafaza etmelidir.
Nitekim Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (radıyallahu anh)a şöyle demiştir: "Ey Ali! Bir kadın gözüne iliştiği zaman, ikinci defa bakma. Birinci bakışta sana vebal yoktur. Fakat ikincisinin vebali vardır." (Müslim)
Bu hadisin açıklaması şöyledir: Bir kadına birinci sefer gözün çarptığı zaman, sana günah yazılmaz ama gözünü çekmezsen, (veya çektikten sonra) bir daha bakarsan, sana günah yazılır. Yani ilk kez gözümüze çarptığı zaman, hemen bakışımızı çevirmeliyiz. O günah değildir. Eğer çevirmezsek, o günahtır. Gözümüzü çevirdiğimiz zaman, Allah-u Zülcelal, Zat'ından insana bir nur veriyor. Kalbine gelen bu nur ile insan, iman ve ibadetin tadını alacaktır. Yeter ki o, imtihanı kazansın, gözünü bir çevirsin!...
Birinci sefer gözün çarptığı zaman gözünü kapatırsan sevaptır. Onunla beraber bir iman nuru, insanın kalbinin üzerine gelir. ibadetin tatlılığı vücuduna yerleşir. Eğer şehvetle bakmaya devam edersen, bu sefer şeytanın zehirli oklarından bir ok kalbine saplanır.
Harama bakınca eline ne geçiyor? Hiç…
Bir iğnenin başı kadar zehir, insanın vücuduna girse, bütün vücuda dağılır. Vücut helak olur. Maneviyat bakımından da, insan böyle şehvetle yabancı kadına baktığı zaman, onun maneviyatı o şekilde helak olur.
Akıllı olanın düşünmesi lazımdır. Sabahtan akşama kadar harama baktığında, eline ne geçiyor? Herkes şöyle bir tecrübelerini hatırlasın, bir şey kazanmadığı gibi, manevi olarak da hastalanıyor. Çünkü nazar anında, şeytan zehirli oklarını insanın kalbine saplıyor. Nasıl, zahiri olarak, insana zehirli iğne yapıldığında, vücudu zehirleniyorsa, manevi olarak da şeytanın zehirli okları, insanın kalbini ve aklını zehirliyor.
Velhasıl, harama bakmakla; insan hem Allah-u Zülcelal'in nurundan mahrum kalıyor, hem de şeytana kendini zehirletmiş oluyor. İnsan, böyle küçük gibi görünen şeylerle, kendini mahvediyor, hem dünyada, hem de ahirette huzursuz olacağı şeyleri yapmış oluyor.
Şeytan bazı haramları ve günahları bizim gözümüzde küçük göstererek: "Bir şey olmaz, bu küçük bir şeydir" diye bizi kandırmaya çalışırken, bazı ibadet ve amelleri de bizim gözümüzde çok zor gibi göstererek, bizi o amelden alıkoymaya çalışıyor.
Bizim de aklımızı başımıza alarak düşünmemiz lazımdır ki; eğer bu işe nefis ve şeytan iyi diyorsa, demek ki Allah-u Zülcelal katında bu işin kıymeti yok; demek ki Allah-u Zülcelal bu işten hoşlanmıyor. Eğer nefis ve şeytan bu işe karşı çıkıyor ve yapmamamızı istiyorsa, demek ki bu işte Allah-u Zülcelal'in rızası var, O bu işi seviyor, dememiz ve ona göre hareket etmemiz lazımdır.
Hakkın doğru yoluna uyalım
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. (Azabından) korunmanız için Allah size böyle tavsiye etmiştir." (En'am; 153)
Allah-u Zülcelal kıyamet gününde, kullarını perişan etmemek için dünyadayken, Peygamberler ve onlarla beraber kitaplar göndermiştir. Doğru yolu ve sapık yolu, insanlara bildirmiştir.
Mü'min şuurlu olmalıdır. Maneviyatına dikkat etmeli ve sürekli Allah-u Zülcelal'e karşı durumunu kontrol altında tutmalıdır. Eğer namazlarında bir gevşeklik, bir isteksizlik varsa, günlük zikrini (vird) yapmıyorsa, diğer ibadetlerini huşu ile yapamıyorsa, o insan manevi olarak hastadır, manevi mikroplar ona bulaşmıştır. İnsan o zaman iyi düşünmelidir.
Cennet senin sağında, cehennem de solundadır
İnsanın aklı bunun doğru olduğunu görüyor, anlıyor, fakat insan yapamıyor. Demek ki insanın ruhu hastadır. İradesiyle istediği halde, onu gerçekleştiremiyor.
Ruh, ne ile hasta oluyor? Denildiği gibi, zahiri vücudu mikroplar hasta ediyor, maneviyatımızı da, manevi mikrop olan günahlar hasta ediyor.
Bizden öncekiler; babalarımız, dedelerimiz hepsi gittiler, kimse kalmadı bu dünyada. Bize de sıra geliyor ve biz de gideceğiz. Bu yol hepimizin yoludur. Bu yoldan gideceğiz, kurtuluş yok!...
Peki, şimdi, daha gitmeden önce nefsimize dönüp soralım: "Ey nefsim! Cennet senin sağında, cehennem de solundadır. Sen hangisini istiyorsun?"
Tabi ki nefis, adi nefsimiz, hiç dinlenmeyen, daima keyf ve sefayı, rahatlığı isteyen nefsimiz, güzelliği, yani cenneti isteyecektir. O zaman nefsimize: "Peki sen, hem cenneti istiyorsun, hem de cehennemin yolundan gidiyorsun. Dünyada dahi kural ve kaidedir ki, Ankara yoluna girdiğin zaman, Ankara'ya gidilir. Sen Ankara yoluna girmişsin, Adana'ya gidiyorum diyorsun. Bunu akıl kabul eder mi? Böyle dersen, insana ‘Bu deli mi?’ derler.
Sen de cennete gideceğim diyorsun ama cehennemin yolunda yürüyorsun, cennete bu yolla nasıl ulaşacaksın? Sen cehennem yoluna girmişsin, salih amel yapmıyorsun, cenneti istiyorsun. Allah-u Zülcelal ‘Benim doğru yolum budur’ buyuruyor. Bu yoldan gidersen, o zaman cennete gideceksin. Ama sen şeytanın yoluna girmişsin, cehennemin yoluna girmişsin, cenneti istiyorsun! Akıl bunu kabul eder mi? Elbette etmez!" diye nefsimize hitap etmeliyiz.
Azgın hayvana sahibi binmek istediği zaman, bakarsın ki bir tekme vurur, sahibini yaralar ve onu öldürür. İşte nefis de böyledir. Azgın olduğu zaman, insanı öyle yapar. Bakarsın, kadınlara bakmaya teşvik eder, ondan sonra daha kötü şeylere götürür, daha sonra da içkiye götürür; onu kötü olan her pisliğe götürüp bulaştırır. Onun hali, sanki başına bir tekme atıp, sahibini öldüren hayvan gibidir.
Kalpler zikirle temizlenir
Benim işim tamamdır diyoruz, fakat kendimize ne kadar zarar verdiğimizin farkında değiliz. Her insanın günlük olarak, bir miktar zikri mutlaka olmalıdır. Olmayanın durumu içler acısıdır! Yazıktır, kendimizi heba etmeyelim! Nasıl ki, bir insan kendi evini süpürmezse evi pislik dolup, pis kokarsa; insanın kalbi de aynen öyledir, zikir ile kalbini temizlemezse, kalbini zulmet ve nedamet kaplar.
İnsan, nasıl kendi evini her gün süpürüp temizliyor ve onunla ferahlanıyorsa, kalbini de zikirle ferahlandırması lazımdır. Zikir yapmadığı zaman, kalbinde pislikler toplanıp, kalbini mahveder.
Allah-u Zülcelal kendi
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
HARAMA BAKMAK VE KAYBETTİRDİKLERİ
Esas olan günah işlememektir
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Mü'min erkeklerle, mü'min kadınların bir kısmı bir kısmının velileridir (dostları ve yardımcılarıdır). Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekat verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara, Allah rahmet edecektir. Çünkü Allah adildir, hikmet sahibidir." (Tevbe; 71)
Bizler, her ne kadar Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinden gafil olsak da, Allah-u Zülcelal bizleri daima cennetine çağırıyor. Bizleri, cehennemden muhafaza etmek için ikaz ediyor, uyarıyor.
Dikkat edersek, küçük bir çocuğun yanında dahi, biçimsiz olan hareketlerden kaçınıyoruz. Karşımızdaki çocuk olduğu halde, bizim hareketimiz biçimsizdir deyip, haya ediyoruz, utanıyoruz.
Peki, kuvvet ve kudret sahibi olan Allah-u Zülcelel'e karşı, üstelik bunları yapmayın dediği ve bizleri uyardığı halde, O'nun huzurunda, çirkin işleri yapmamız, günah işlememiz ne kadar hayasızlıktır.
Bizim günahlarımız ve hatalarımız nedeni ile Allah-u Zülcelal'e karşı ne kadar haya etmemiz lazım, ancak Allah-u Zülcelal bilir.
Hz. Ebubekir Sıddık (radıyallahu anh)ın bir sözüne göre: "Allah-u Zülcelal'in huzurunda günah işlememek, amelden (iyi işler yapmaktan) daha eftaldir (üstündür)."
Gözlerinizi ve dillerinizi günahla kirletmeyin
Gavs-ı Bilvanisi şöyle demiştir: "Şah-ı Hazne'nin müridleri, her şeyden kendini muhafaza ediyor, fakat nazardan (harama bakmak) ve gıybetten kendilerini muhafaza etmiyorlar."
Hakikaten de insan, bu iki günaha çok müpteladır. Yani insan, günlük olarak, bu ikisinden kendini muhafaza edebilirse, çok büyük bir pehlivandır. Çünkü, dedikoduyu sen yapmasan bile, senin yanında yaptıklarında, sen de dinlersen, aynı günaha ortak olursun.
Gıybet konusu öyle naziktir ki, nitekim Hz. Aişe (radıyallahu anha) şöyle demiştir: “Bir kadının boyunun kısa olduğunu elimle işaret ettim. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Ya Aişe! Gıybet ettin.” (Ebu Davud, Tirmizi, Beyhaki)
Ebu Hureyre (radıyallahu anh)ın şöyle anlattığı rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yanında idik. Adamın biri kalktı, gitti. Diğerleri (arkasından): ‘Ya Resulallah! Filan ne kadar da aciz kimsedir’ dediler. Yahut: ‘Filan ne kadar kadar da zayıf kimsedir’ dediklerinde: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Arkadaşınızı çekiştirdiniz ve etini yediniz’ buyurdu. (Taberani, Ebu Ya'la)
Bakın, durum ne kadar tehlikeli! Basit gibi görünen bir şey, ama çok tehlikeli!
Bir de nazar (harama bakmak) vardır. O da çok tehlikelidir. Çünkü bu zamanda kadınların büyük bir kısmı açık saçıktır -neuzubillah- ve bir de kendilerini süslüyorlar. Evet, Allah-u Zülcelal, insanda şehveti yaratmıştır ama, insan kendini bunun tehlikelerinden muhafaza etmelidir.
Nitekim Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (radıyallahu anh)a şöyle demiştir: "Ey Ali! Bir kadın gözüne iliştiği zaman, ikinci defa bakma. Birinci bakışta sana vebal yoktur. Fakat ikincisinin vebali vardır." (Müslim)
Bu hadisin açıklaması şöyledir: Bir kadına birinci sefer gözün çarptığı zaman, sana günah yazılmaz ama gözünü çekmezsen, (veya çektikten sonra) bir daha bakarsan, sana günah yazılır. Yani ilk kez gözümüze çarptığı zaman, hemen bakışımızı çevirmeliyiz. O günah değildir. Eğer çevirmezsek, o günahtır. Gözümüzü çevirdiğimiz zaman, Allah-u Zülcelal, Zat'ından insana bir nur veriyor. Kalbine gelen bu nur ile insan, iman ve ibadetin tadını alacaktır. Yeter ki o, imtihanı kazansın, gözünü bir çevirsin!...
Birinci sefer gözün çarptığı zaman gözünü kapatırsan sevaptır. Onunla beraber bir iman nuru, insanın kalbinin üzerine gelir. ibadetin tatlılığı vücuduna yerleşir. Eğer şehvetle bakmaya devam edersen, bu sefer şeytanın zehirli oklarından bir ok kalbine saplanır.
Harama bakınca eline ne geçiyor? Hiç…
Bir iğnenin başı kadar zehir, insanın vücuduna girse, bütün vücuda dağılır. Vücut helak olur. Maneviyat bakımından da, insan böyle şehvetle yabancı kadına baktığı zaman, onun maneviyatı o şekilde helak olur.
Akıllı olanın düşünmesi lazımdır. Sabahtan akşama kadar harama baktığında, eline ne geçiyor? Herkes şöyle bir tecrübelerini hatırlasın, bir şey kazanmadığı gibi, manevi olarak da hastalanıyor. Çünkü nazar anında, şeytan zehirli oklarını insanın kalbine saplıyor. Nasıl, zahiri olarak, insana zehirli iğne yapıldığında, vücudu zehirleniyorsa, manevi olarak da şeytanın zehirli okları, insanın kalbini ve aklını zehirliyor.
Velhasıl, harama bakmakla; insan hem Allah-u Zülcelal'in nurundan mahrum kalıyor, hem de şeytana kendini zehirletmiş oluyor. İnsan, böyle küçük gibi görünen şeylerle, kendini mahvediyor, hem dünyada, hem de ahirette huzursuz olacağı şeyleri yapmış oluyor.
Şeytan bazı haramları ve günahları bizim gözümüzde küçük göstererek: "Bir şey olmaz, bu küçük bir şeydir" diye bizi kandırmaya çalışırken, bazı ibadet ve amelleri de bizim gözümüzde çok zor gibi göstererek, bizi o amelden alıkoymaya çalışıyor.
Bizim de aklımızı başımıza alarak düşünmemiz lazımdır ki; eğer bu işe nefis ve şeytan iyi diyorsa, demek ki Allah-u Zülcelal katında bu işin kıymeti yok; demek ki Allah-u Zülcelal bu işten hoşlanmıyor. Eğer nefis ve şeytan bu işe karşı çıkıyor ve yapmamamızı istiyorsa, demek ki bu işte Allah-u Zülcelal'in rızası var, O bu işi seviyor, dememiz ve ona göre hareket etmemiz lazımdır.
Hakkın doğru yoluna uyalım
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. (Azabından) korunmanız için Allah size böyle tavsiye etmiştir." (En'am; 153)
Allah-u Zülcelal kıyamet gününde, kullarını perişan etmemek için dünyadayken, Peygamberler ve onlarla beraber kitaplar göndermiştir. Doğru yolu ve sapık yolu, insanlara bildirmiştir.
Mü'min şuurlu olmalıdır. Maneviyatına dikkat etmeli ve sürekli Allah-u Zülcelal'e karşı durumunu kontrol altında tutmalıdır. Eğer namazlarında bir gevşeklik, bir isteksizlik varsa, günlük zikrini (vird) yapmıyorsa, diğer ibadetlerini huşu ile yapamıyorsa, o insan manevi olarak hastadır, manevi mikroplar ona bulaşmıştır. İnsan o zaman iyi düşünmelidir.
Cennet senin sağında, cehennem de solundadır
İnsanın aklı bunun doğru olduğunu görüyor, anlıyor, fakat insan yapamıyor. Demek ki insanın ruhu hastadır. İradesiyle istediği halde, onu gerçekleştiremiyor.
Ruh, ne ile hasta oluyor? Denildiği gibi, zahiri vücudu mikroplar hasta ediyor, maneviyatımızı da, manevi mikrop olan günahlar hasta ediyor.
Bizden öncekiler; babalarımız, dedelerimiz hepsi gittiler, kimse kalmadı bu dünyada. Bize de sıra geliyor ve biz de gideceğiz. Bu yol hepimizin yoludur. Bu yoldan gideceğiz, kurtuluş yok!...
Peki, şimdi, daha gitmeden önce nefsimize dönüp soralım: "Ey nefsim! Cennet senin sağında, cehennem de solundadır. Sen hangisini istiyorsun?"
Tabi ki nefis, adi nefsimiz, hiç dinlenmeyen, daima keyf ve sefayı, rahatlığı isteyen nefsimiz, güzelliği, yani cenneti isteyecektir. O zaman nefsimize: "Peki sen, hem cenneti istiyorsun, hem de cehennemin yolundan gidiyorsun. Dünyada dahi kural ve kaidedir ki, Ankara yoluna girdiğin zaman, Ankara'ya gidilir. Sen Ankara yoluna girmişsin, Adana'ya gidiyorum diyorsun. Bunu akıl kabul eder mi? Böyle dersen, insana ‘Bu deli mi?’ derler.
Sen de cennete gideceğim diyorsun ama cehennemin yolunda yürüyorsun, cennete bu yolla nasıl ulaşacaksın? Sen cehennem yoluna girmişsin, salih amel yapmıyorsun, cenneti istiyorsun. Allah-u Zülcelal ‘Benim doğru yolum budur’ buyuruyor. Bu yoldan gidersen, o zaman cennete gideceksin. Ama sen şeytanın yoluna girmişsin, cehennemin yoluna girmişsin, cenneti istiyorsun! Akıl bunu kabul eder mi? Elbette etmez!" diye nefsimize hitap etmeliyiz.
Azgın hayvana sahibi binmek istediği zaman, bakarsın ki bir tekme vurur, sahibini yaralar ve onu öldürür. İşte nefis de böyledir. Azgın olduğu zaman, insanı öyle yapar. Bakarsın, kadınlara bakmaya teşvik eder, ondan sonra daha kötü şeylere götürür, daha sonra da içkiye götürür; onu kötü olan her pisliğe götürüp bulaştırır. Onun hali, sanki başına bir tekme atıp, sahibini öldüren hayvan gibidir.
Kalpler zikirle temizlenir
Benim işim tamamdır diyoruz, fakat kendimize ne kadar zarar verdiğimizin farkında değiliz. Her insanın günlük olarak, bir miktar zikri mutlaka olmalıdır. Olmayanın durumu içler acısıdır! Yazıktır, kendimizi heba etmeyelim! Nasıl ki, bir insan kendi evini süpürmezse evi pislik dolup, pis kokarsa; insanın kalbi de aynen öyledir, zikir ile kalbini temizlemezse, kalbini zulmet ve nedamet kaplar.
İnsan, nasıl kendi evini her gün süpürüp temizliyor ve onunla ferahlanıyorsa, kalbini de zikirle ferahlandırması lazımdır. Zikir yapmadığı zaman, kalbinde pislikler toplanıp, kalbini mahveder.
Allah-u Zülcelal kendi
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İLİM - AMEL - İHLAS
“Sur'a da üfürülmüş, böylece onları bütünüyle bir araya getirmişizdir.” (Kehf_(99)
Bu ayet-i kerimeden anlaşılan mana şudur ki; olay kesinkes vuku bulacağı için, sanki olmuş bitmiş gibi anlatılmaktadır. Sur'a Üflendiği zaman öyle pişman olacağız ki; o pişmanlığı ancak Allah'u Zülcelal bilir.
Hatta amel işlemek için bir saati, bir saniyeyi arayacağız. Ama o zaman iş işten geçmiş olacaktır. Onun için müslümanın şuurlu olması gereklidir. Hiç olmazsa, dünya ehlinin dünya için azmettiği gibi ahiret için azimli olunması lazımdır.
Dünya ehli, Allah-u Zülcelal'in yarattığı andan itibaren, kalıcı hiç bir şeyi olmadığı halde, fani olan dünya için inceden inceye çalışıyorlar. Allah'ın yanındaki ecir ve sevaplara karşı, hiç olmazsa biz de onlar gibi olalım.
Cüneyd-i Bağdadi (Kuddise Sirruh);
"İslam dininde istikamet, insan için şarttır. İnsana menfaat temin eden tek şey istikamettir. Bir kişiyi havada uçuyor halde bulsanız bile, şeriata muhalif bir hareketini gördüğünüz takdirde, ona hiç itibar etmeyin" buyuruyor.
İnsanlar için yeryüzünde en büyük keramet doğru yol ve istikamettir. Onun için bu istikamette ilim okumak ve okunan ilimle amel yapmak lazımdır.
İlmin ne kadar mühim olduğunu hepimiz tecrübe etmişizdir. Fakat insan, ilmi ile amel etmediği sürece, hiç bir menfaat elde edemez. Onun için Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur. "Ya Rabbi, faydasız ilimden sana sığınırım."
İnsanın okuduğu ilimle amel etmesi icap eder. İlim ile amel etmek, başlangıçta zordur. Allah-u Zülcelal, yardım ettikten sonra çok kolay olur. Namaz kılmak, oruç tutmak ve Hacc'a gitmek zahiri amellerden olduğu için yapması kolaydır.
Bir de manevi ilimler vardır, manevi ilmi bilmek ve onunla amel etmek çok zordur. Mesela kıskançlık ve riya, Allah-u Zülcelal'in hiç sevmediği huylardandır. Fakat bu huylar, zahiri olarak görünmez.
İşte bu, tasavvufu inkar eden münkirlerin yüzüne vurulmuş bir tokattır.
İslam dininin manevi hükümlerini yerine getirmek, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Bunlar, manevi olduğundan, gözle görünmez ve zahiren tam yapılamazlar, ancak tasavvuf ve tarikat kurallarıyla yerini bulurlar.
Onun için tasavvuf ve tarikat, her müslümana lazımdır. Çünkü manevi olan ilimlerle amel yapılmadığı zaman, zahiri olan ameller de yerini bulmaz.
Evliyalardan bir tanesi bir sohbetinde:
"Kim Ebu Yezid-i Bestami'yi görürse o hidayete erecektir" buyurmuştur. Onun cemaatindan bir kaç kişi ayağa kalkarak: "Bu nasıl olur? Ebu Leheb, Ebu Cehil, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i gördükleri halde hidayete ermediler. Bu nasıl bir evliyadır ki, onun yüzünü gören hidayete erer?" diye İtiraz ettiler. O Evliya zat: "Ebu Cehil, Ebu Leheb, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i Ebu Talib'in yetimi olarak gördüler. Eğer O'na Allah'ın Resulu olarak baksaydılar, onlar da hidayete ererlerdi" diye cevap vermiştir.
İşte, kim Sadat-ı Kiram`a "Evliya" gözüyle bakarsa, o kimse mutlaka Sadat-ı Kiram'dan istifade eder. Fakat insan, Sadat-ı Kiram'a sokaklarda dolaşan bir kişi olarak bakar ve su-i zan beslerse, o zaman o insan zarar görür. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Alimler peygamberlerin varisleridir"
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem), Ashab-ı Kiramla nasıl davranmış ise, ondan sonraki evliyalar da insanlara öyle davranarak, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in izinden çıkmamışlardır.
İnsanın, Allah-u Zülcelal'in verdiği çok kıymetli olan akıl ile düşünmesi, tefekkür etmesi lazımdır. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyuruyor: "Sizin amelleriniz bana arz olunur. Sizin ameliniz içinde, salih amel gördüğüm zaman ferahlanırım. Günah gördüğüm zaman da istiğfar ederim."
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı daima ferahlandırmamız lazımdır. İşlemiş olduğumuz günahlar, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in üzülmesine ve mahzun olmasına sebeb olur.
Bizi günahlara sevkeden nefis ile şeytanı, ayaklar altına almamız gereklidir. Bizim salih amelimiz, Allah-u Zülcelal'e hiç bir menfaat vermediği gibi, günahlarımız da O'na hiçbir zarar veremez. Çünkü Allah'u Zülcelal, ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Kim iyi iş ve hareketlerde bulunursa (sevabı) kendine, kim de kötülük ederse (cezası) yine kendinedir." (Fussilet: 46)
Yaptığımız iyi amelin menfaati kendimize olduğu gibi, yaptığımız kötü amelin de zararı kendimizedir. Eğer nefsimizi seviyorsak, baki olan hayatta onu istirahat ettirebilmek için, fani olan hayatta onu biraz rahatsız edelim. Onun için rahatımızı ve istirahatımızı, ebedi olan ahiret için terk edelim.
Elimizden geldiği kadar, nereye gidersek gidelim, mümin kardeşlerimize nasihatte bulunmak suretiyle, elele verip Allah-u Zülcelal'in zikrini, ibadetini ve hizmetini yaparak günahlardan kendimizi muhafaza edelim.
Dünya hayatına aldanmayalım. Çünkü dünya hayatı, çocukların oynadığı oyuncağa benzer. Dünya, Allah'ın rızasından ve muhabbetinden bizleri uzaklaştırmak ister.
Zeyd İbn-i Erkam (Radıyallahu Anh) anlatıyor; Bir gün Ebubekir-i Sıddık (Radıyallahu Anh) ile oturuyorduk. Ebu Bekir (RadıyallahuAnn), su istedi.
Ona bal şerbeti getirdiler. Bal şerbetini içerken, bir anda ağlamaya başladı, onun ağlaması yanındakileri de ağlattı. Bir müddet sonra onlar durdu. Ebu Bekir (RadıyallahuAnh) ağlamaya devam etti. Hatta yanındakiler, ona neden ağladığını sormaya zaman bulamayacaklarını sandılar. Bir ara ağlamaya ara verip gözlerini silince:
"Ey Resulullah'ın Halifesi, seni ağlatan nedir?" diye sordular. Hz. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh): "Bir gün Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ile birlikteydim, yanında kimse olmadığı halde, onun bir şeyleri kovduğunu gördüm" dedim ki: "Ey Allah'ın Resulu neleri kovalıyorsun?" Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem): "Dünya önüme dikildi, onu kovaladım” o da tekrar dönerek dedi ki; "Beni kovmayı başardın, ama senden sonra ümmetin beni kovmayı başaramayacaktır" dedi.
İşte dünya insan için, o kadar zararlıdır ki; bütün ömrümüzü gafletle geçirmemiz için bizleri aldatıyor. Onun için müslümanın, kar ve zararını bilip şuurlu olması lazım.
Zahiri ve manevi zararlara müptela olduğumuz zaman, eğer samimi olarak dua edersek, Allah-u Zülcelal bizi o zararlardan muhafaza edecektir. O'nun yanındaki ecir ve sevapları samimi olarak istersek, yine onları bizlere nasip edecektir. İşte bizim, bunun şuurunda olmamız gerekmektedir.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı ve Sadat-ı Kiram'ı kendimize rehber yapmak suretiyle, daima Allah-u Zülcelal'e yalvarmak lazım. İmam-ı Şarani (Kuddise Sirruh); "Ben dua ederken, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i kendime rehber yaparım" buyuruyor.
Dikkat edersek; insan hatme yaptığı zaman Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ve silsiledeki ismi okunan Sadat-ı Kiram'ın himmet ve bereketleriyle Allah-u Zülcelal, o hatmeyi kabul ediyor. Zahiri veya manevi bir zararla karşı karşıya kaldığımızda, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı ve Sadat-ı Kiram'ı kendimize rehber yaparak Allahu Zülcelal'e yalvarmak en büyük çaredir.
Dediğim gibi, müslüman şuurlu olmalıdır. Dünya muhabbeti,. bazı kimselerin kalbini mühürler. O kimsenin, kalbinin mühürlendiğinden haberi de olmaz. Onun için kalbimizde Allah-u Zülcelal'in muhabbeti olması lazımdır. Bunun için de onun sebeplerine başvurmak lazımdır. Mahzun bir kalple Allah'a yalvarmamız gerekmektedir. Yoksa ilk önce kalp, sonra da letaiflerimiz, gerçek vazifelerini kaybederek adi olan dünyanın müptelası olur. Sadat-ı Kiram'ın bize vermiş olduğu hizmet, zikir ve adabları yerine getirdiğimiz takdirde, letaifler hakiki vazifelerine dönüp, yerlerini bulurlar. Letaifler, hakiki vazifelerine döndüğü zaman, insanın gayesi ve düşüncesi: "Allah-u Zülcelal'in, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in ve Sadat-ı Kiram'ın sohbetini nerede yapayım?" olur. Onun için Seyda Hz. 'leri bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştur: "Biz Allah'a iman ediyoruz. Diğer ehl-i tarik olmayan kardeşlerimiz de Allah'a iman ediyorlar. Ehl-i tarik bir insan, zikrini veya ibadetini yapamadığı zaman, sanki dünya O'nun başına yıkılıyor ve üzülüp mahzun oluyor. Ehl-i tarik olmayan mümin kardeşlerimiz de sanki hiçbir şey olmamış gibi, günah işlerken dahi gülüyorlar. Bunu iyi bilmemiz lazımdır ki; bu bizden değildir. Bu Sadat-ı Kiram'ın himmet ve bereketidir."
Hakikaten böyledir. Üç büyük nimet üzerimizde olduğu için, Allah-u Zülcelal'e çok şey borçluyuz. Bu nimetlerden birincisi iman'dır: İman, Allah-u Zülcelal'in çok kıymetli ve en büyük nimetidir. çünkü iman, sahibini Cehennem'den muhafaza ve Cennet nimetlerine layık hale getirir. İmanı muhafaza etmek; devamlı Allah-u Zulcelal'in ibadetinde ve zikrinde bulunmakla ve günahlardan muhafaza olunmakla olur. İkinci nimet; Hz.Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in ümmetinden olmamızdır. Bazı peygamberler: "Ya Rabbi, bizi peygamber olarak değil de, keşke Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) 'in ümmetinden yaratsaydın..." diye temenni etmişlerdir.
Üçüncü nimet; Sadat-ı Kiram'ın elinden tövbe almak ve onların zahiri ve manevi dairesine girmemizdir. İşte Allah-u Zülcelal, bu üç büyük nimeti bizlere nasip etmiştir.
Allah-_ Zülcelal, hangi 'amelle bizden razı olacak ise, o amel-i salihi işlemeyi hepimize nasip etsin. İnşaallah-u Teala.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İLİM - AMEL - İHLAS
“Sur'a da üfürülmüş, böylece onları bütünüyle bir araya getirmişizdir.” (Kehf_(99)
Bu ayet-i kerimeden anlaşılan mana şudur ki; olay kesinkes vuku bulacağı için, sanki olmuş bitmiş gibi anlatılmaktadır. Sur'a Üflendiği zaman öyle pişman olacağız ki; o pişmanlığı ancak Allah'u Zülcelal bilir.
Hatta amel işlemek için bir saati, bir saniyeyi arayacağız. Ama o zaman iş işten geçmiş olacaktır. Onun için müslümanın şuurlu olması gereklidir. Hiç olmazsa, dünya ehlinin dünya için azmettiği gibi ahiret için azimli olunması lazımdır.
Dünya ehli, Allah-u Zülcelal'in yarattığı andan itibaren, kalıcı hiç bir şeyi olmadığı halde, fani olan dünya için inceden inceye çalışıyorlar. Allah'ın yanındaki ecir ve sevaplara karşı, hiç olmazsa biz de onlar gibi olalım.
Cüneyd-i Bağdadi (Kuddise Sirruh);
"İslam dininde istikamet, insan için şarttır. İnsana menfaat temin eden tek şey istikamettir. Bir kişiyi havada uçuyor halde bulsanız bile, şeriata muhalif bir hareketini gördüğünüz takdirde, ona hiç itibar etmeyin" buyuruyor.
İnsanlar için yeryüzünde en büyük keramet doğru yol ve istikamettir. Onun için bu istikamette ilim okumak ve okunan ilimle amel yapmak lazımdır.
İlmin ne kadar mühim olduğunu hepimiz tecrübe etmişizdir. Fakat insan, ilmi ile amel etmediği sürece, hiç bir menfaat elde edemez. Onun için Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur. "Ya Rabbi, faydasız ilimden sana sığınırım."
İnsanın okuduğu ilimle amel etmesi icap eder. İlim ile amel etmek, başlangıçta zordur. Allah-u Zülcelal, yardım ettikten sonra çok kolay olur. Namaz kılmak, oruç tutmak ve Hacc'a gitmek zahiri amellerden olduğu için yapması kolaydır.
Bir de manevi ilimler vardır, manevi ilmi bilmek ve onunla amel etmek çok zordur. Mesela kıskançlık ve riya, Allah-u Zülcelal'in hiç sevmediği huylardandır. Fakat bu huylar, zahiri olarak görünmez.
İşte bu, tasavvufu inkar eden münkirlerin yüzüne vurulmuş bir tokattır.
İslam dininin manevi hükümlerini yerine getirmek, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Bunlar, manevi olduğundan, gözle görünmez ve zahiren tam yapılamazlar, ancak tasavvuf ve tarikat kurallarıyla yerini bulurlar.
Onun için tasavvuf ve tarikat, her müslümana lazımdır. Çünkü manevi olan ilimlerle amel yapılmadığı zaman, zahiri olan ameller de yerini bulmaz.
Evliyalardan bir tanesi bir sohbetinde:
"Kim Ebu Yezid-i Bestami'yi görürse o hidayete erecektir" buyurmuştur. Onun cemaatindan bir kaç kişi ayağa kalkarak: "Bu nasıl olur? Ebu Leheb, Ebu Cehil, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i gördükleri halde hidayete ermediler. Bu nasıl bir evliyadır ki, onun yüzünü gören hidayete erer?" diye İtiraz ettiler. O Evliya zat: "Ebu Cehil, Ebu Leheb, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i Ebu Talib'in yetimi olarak gördüler. Eğer O'na Allah'ın Resulu olarak baksaydılar, onlar da hidayete ererlerdi" diye cevap vermiştir.
İşte, kim Sadat-ı Kiram`a "Evliya" gözüyle bakarsa, o kimse mutlaka Sadat-ı Kiram'dan istifade eder. Fakat insan, Sadat-ı Kiram'a sokaklarda dolaşan bir kişi olarak bakar ve su-i zan beslerse, o zaman o insan zarar görür. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Alimler peygamberlerin varisleridir"
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem), Ashab-ı Kiramla nasıl davranmış ise, ondan sonraki evliyalar da insanlara öyle davranarak, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in izinden çıkmamışlardır.
İnsanın, Allah-u Zülcelal'in verdiği çok kıymetli olan akıl ile düşünmesi, tefekkür etmesi lazımdır. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyuruyor: "Sizin amelleriniz bana arz olunur. Sizin ameliniz içinde, salih amel gördüğüm zaman ferahlanırım. Günah gördüğüm zaman da istiğfar ederim."
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı daima ferahlandırmamız lazımdır. İşlemiş olduğumuz günahlar, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in üzülmesine ve mahzun olmasına sebeb olur.
Bizi günahlara sevkeden nefis ile şeytanı, ayaklar altına almamız gereklidir. Bizim salih amelimiz, Allah-u Zülcelal'e hiç bir menfaat vermediği gibi, günahlarımız da O'na hiçbir zarar veremez. Çünkü Allah'u Zülcelal, ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Kim iyi iş ve hareketlerde bulunursa (sevabı) kendine, kim de kötülük ederse (cezası) yine kendinedir." (Fussilet: 46)
Yaptığımız iyi amelin menfaati kendimize olduğu gibi, yaptığımız kötü amelin de zararı kendimizedir. Eğer nefsimizi seviyorsak, baki olan hayatta onu istirahat ettirebilmek için, fani olan hayatta onu biraz rahatsız edelim. Onun için rahatımızı ve istirahatımızı, ebedi olan ahiret için terk edelim.
Elimizden geldiği kadar, nereye gidersek gidelim, mümin kardeşlerimize nasihatte bulunmak suretiyle, elele verip Allah-u Zülcelal'in zikrini, ibadetini ve hizmetini yaparak günahlardan kendimizi muhafaza edelim.
Dünya hayatına aldanmayalım. Çünkü dünya hayatı, çocukların oynadığı oyuncağa benzer. Dünya, Allah'ın rızasından ve muhabbetinden bizleri uzaklaştırmak ister.
Zeyd İbn-i Erkam (Radıyallahu Anh) anlatıyor; Bir gün Ebubekir-i Sıddık (Radıyallahu Anh) ile oturuyorduk. Ebu Bekir (RadıyallahuAnn), su istedi.
Ona bal şerbeti getirdiler. Bal şerbetini içerken, bir anda ağlamaya başladı, onun ağlaması yanındakileri de ağlattı. Bir müddet sonra onlar durdu. Ebu Bekir (RadıyallahuAnh) ağlamaya devam etti. Hatta yanındakiler, ona neden ağladığını sormaya zaman bulamayacaklarını sandılar. Bir ara ağlamaya ara verip gözlerini silince:
"Ey Resulullah'ın Halifesi, seni ağlatan nedir?" diye sordular. Hz. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh): "Bir gün Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ile birlikteydim, yanında kimse olmadığı halde, onun bir şeyleri kovduğunu gördüm" dedim ki: "Ey Allah'ın Resulu neleri kovalıyorsun?" Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem): "Dünya önüme dikildi, onu kovaladım” o da tekrar dönerek dedi ki; "Beni kovmayı başardın, ama senden sonra ümmetin beni kovmayı başaramayacaktır" dedi.
İşte dünya insan için, o kadar zararlıdır ki; bütün ömrümüzü gafletle geçirmemiz için bizleri aldatıyor. Onun için müslümanın, kar ve zararını bilip şuurlu olması lazım.
Zahiri ve manevi zararlara müptela olduğumuz zaman, eğer samimi olarak dua edersek, Allah-u Zülcelal bizi o zararlardan muhafaza edecektir. O'nun yanındaki ecir ve sevapları samimi olarak istersek, yine onları bizlere nasip edecektir. İşte bizim, bunun şuurunda olmamız gerekmektedir.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı ve Sadat-ı Kiram'ı kendimize rehber yapmak suretiyle, daima Allah-u Zülcelal'e yalvarmak lazım. İmam-ı Şarani (Kuddise Sirruh); "Ben dua ederken, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i kendime rehber yaparım" buyuruyor.
Dikkat edersek; insan hatme yaptığı zaman Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ve silsiledeki ismi okunan Sadat-ı Kiram'ın himmet ve bereketleriyle Allah-u Zülcelal, o hatmeyi kabul ediyor. Zahiri veya manevi bir zararla karşı karşıya kaldığımızda, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ı ve Sadat-ı Kiram'ı kendimize rehber yaparak Allahu Zülcelal'e yalvarmak en büyük çaredir.
Dediğim gibi, müslüman şuurlu olmalıdır. Dünya muhabbeti,. bazı kimselerin kalbini mühürler. O kimsenin, kalbinin mühürlendiğinden haberi de olmaz. Onun için kalbimizde Allah-u Zülcelal'in muhabbeti olması lazımdır. Bunun için de onun sebeplerine başvurmak lazımdır. Mahzun bir kalple Allah'a yalvarmamız gerekmektedir. Yoksa ilk önce kalp, sonra da letaiflerimiz, gerçek vazifelerini kaybederek adi olan dünyanın müptelası olur. Sadat-ı Kiram'ın bize vermiş olduğu hizmet, zikir ve adabları yerine getirdiğimiz takdirde, letaifler hakiki vazifelerine dönüp, yerlerini bulurlar. Letaifler, hakiki vazifelerine döndüğü zaman, insanın gayesi ve düşüncesi: "Allah-u Zülcelal'in, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in ve Sadat-ı Kiram'ın sohbetini nerede yapayım?" olur. Onun için Seyda Hz. 'leri bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştur: "Biz Allah'a iman ediyoruz. Diğer ehl-i tarik olmayan kardeşlerimiz de Allah'a iman ediyorlar. Ehl-i tarik bir insan, zikrini veya ibadetini yapamadığı zaman, sanki dünya O'nun başına yıkılıyor ve üzülüp mahzun oluyor. Ehl-i tarik olmayan mümin kardeşlerimiz de sanki hiçbir şey olmamış gibi, günah işlerken dahi gülüyorlar. Bunu iyi bilmemiz lazımdır ki; bu bizden değildir. Bu Sadat-ı Kiram'ın himmet ve bereketidir."
Hakikaten böyledir. Üç büyük nimet üzerimizde olduğu için, Allah-u Zülcelal'e çok şey borçluyuz. Bu nimetlerden birincisi iman'dır: İman, Allah-u Zülcelal'in çok kıymetli ve en büyük nimetidir. çünkü iman, sahibini Cehennem'den muhafaza ve Cennet nimetlerine layık hale getirir. İmanı muhafaza etmek; devamlı Allah-u Zulcelal'in ibadetinde ve zikrinde bulunmakla ve günahlardan muhafaza olunmakla olur. İkinci nimet; Hz.Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in ümmetinden olmamızdır. Bazı peygamberler: "Ya Rabbi, bizi peygamber olarak değil de, keşke Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) 'in ümmetinden yaratsaydın..." diye temenni etmişlerdir.
Üçüncü nimet; Sadat-ı Kiram'ın elinden tövbe almak ve onların zahiri ve manevi dairesine girmemizdir. İşte Allah-u Zülcelal, bu üç büyük nimeti bizlere nasip etmiştir.
Allah-_ Zülcelal, hangi 'amelle bizden razı olacak ise, o amel-i salihi işlemeyi hepimize nasip etsin. İnşaallah-u Teala.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Haşir Meydanını Görmeden Cennete Girecekler Vardır
İnsanlar haşir meydanında zorluk çekerken bir kısım insanlar haşir meydanını görmeden cennete girerler. Melekler onlara; "Siz haşir meydanının sıkıntısını niçin görmediniz?" diye sorunca, şöyle bir ses duyulur. "Gizli ibadet edenler, gizlice cennete girerler."
Ey Nefsim!
Akıllı bir kimse gibi, haşir meydanının dehşetini gözünün önüne getir ve onu iyice düşün. Dünya iIe sarhoş olan bir kişinin yapacağı şekilde, bu anlattıklarımızı sanki duymamış okumamış gibi olma..
Ey Nefsim!
Eğer sen dünya muhabbetiyle, keyf-ü sefasıyla sarhoş değilsen ve aklın yerindeyse, yukarıdaki iki kısım insandan, kendine faydalı ve selametli olanını seç. Eğer gizlice cennete girmek veya Arş-ı Âlâ'nın gölgesinde gölgelenmek istiyorsan, açıkladığımız programa uy ve Allah-u Zülcelal'e itaat et!.. İnsanlar o tere gömülmüş haldeyken uzun bir müddet beklerler. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur; "Büyük bir günde, alemlerin Rabbi olan Allah'ın hükmünün insanların kabirlerinden kalkacağı günde..." (Mutaffifin; 5-6)
Abdullah b. Ömer (R.A) diyor ki:Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu ayeti okuduğu vakit şöyle buyurdu; "Okları zarflarına istifli olarak dizdikleri gibi, Allah-u Teâlâ da sizleri Mahşer yerinde toplayıp, ellibin yıl bekleterek yüzünüze bakmadığı zaman haliniz nice olur?" (Taberani)
Ellibin sene olan Kıyamet gününde insanlar günahlarının miktarınca tere batmış bir vaziyette beklerler. Ancak bu uzunluk herkes için aynı değildir. Çünkü Hz. Peygamber (S.A.V) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; “Allah-u Teala, hesap gününü bazı kulları için iki namaz arasındaki süre kadar kısaltır.” (Beyhaki, Ebu Ya’la)
Yine Ebu Hureyre (R.A) anlatıyor: “Resulullah (S.A.V) buyurdular ki: “İnsanlar kıyamet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde yetmiş zira’lık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde de birikerek insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına kadar ulaşır.” (Buhari, Müslim)
Ey Nefsim!
Akıllı olan bir kimse gibi kıyamet gününün uzunluğunu göz önüne getir ve iyice düşün! Dünya ile sarhoş olan bir kişinin yapacağı şekilde, bu anlatılanları sanki duymamış, okumamış gibi olma!
Ey Nefsim!
Eğer sen dünya muhabbetiyle keyf-u sefasıyla sarhoş değilsen ve aklın yerindeyse, bu ikisinden kendine faydalı ve selametli olanını seç.
Eğer günahının az olup terlememek ve elli bin yıl olan kıyamet gününü bir farz namazı kılmak kadar kısa ve hızlı geçirmek istiyorsan söylenen programa uy ve Allah-u Zülcelal'e itaat et.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İnsanlar Haşir Yerine Üç Halde Gelirler
Hz. Peygamber (S.A.V) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “İnsanlar haşir yerine üç halde gelirler. Bir kısmı binitli olarak, bir kısmı yaya olarak, bir kısmı da yüz üstü sürünerek gelir.” (Buhari, Müslim, Tirmizi) Haşir meydanına, kendilerini ayakta tutacak kadar ameli olanlar, yaya olarak gelir ve yaya olarak kalırlar. Amelde ileri olanlar ise, hem gelirken hemde mahşerde binitli olurlar. Mahşerin insanları hayret ve şaşkınlık içinde bırakacak halleri çoktur. Bunlar takva ehli için sevinç, fısk ve günah ehli için ise, dehşet ve korkularla doludur.
Anne, baba, kardeş o gün herkes birbirinden kaçar. Anne, baba, kardeş o gün herkes birbirinden kaçar. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “O gün (takvasız yaşamış) kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. Çünkü o gün herkesin derdi ve telaşı başını aşmış durumdadır. O gün bazı yüzler aydınlık, güleç ve sevinçlidirler. Bazı yüzlerin ise, üzerinde keder bulutu ve ümitsizlik karanlığı vardır.” (Abese; 33-41)
Mahşerde çok büyük bir izdiham vardır. Burada nefesler birbirine karışıp ciğerleri ısıtırlar. Güneş, herkesin ameline göre yakın bir mesafeden üstüne hararet ve ateş yağdırır. Korku ve heyecan had safhadadır. Sıkıntı, telaş, yorgunluk sınırsızdır. Utanmak, mahçubiyet, pişmanlık, çaresizlik, ağrı ve sızılar cehennem gibidir. Orada vücutlar ter çeşmesi haline gelir. Bu sıcak, kirli ve pis kokulu terler göl haline gelir ve amellere göre insanların gırtlaklarına kadar yükselir.
Nitekim Hz. Peygamber (S.A.S.) şöyle buyurmuştur: “Mahkeme faslı başladığı zaman, kötü insanların (korku ve sıkıntıdan) çıkardığı terler, onların kulak memelerine kadar çıkar.” (Müttefekun Aleyh)
Başla bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “ Kıyamet günü güneş halka bir mil kadar yaklaşır. İnsanlar amellerinin nisbetinde tere gömülürler. Bir kısmı topuklarına kadar, bir kısmı dizlerine kadar, bir kısmı yarı beline kadar, bir kısmı da ağızlarına kadar tere gömülecek.” Resulullah (S.A.S.) bunu söylerken eliyle ağznı işaret etti. (Müslim) Ravilerden Amir oğlu Selim: “Hadiste geçen “mil” yer ölçüsü müdür, yoksa göze sürme çeken mil midir, bilemiyorum.” demiştir.
Abdullah b. Mes'ud (R.A.) der ki: “Kıyamet günü yeryüzü tamamıyla ateş halindedir. Cennet ise, cam gibi vücutlarının içi görünen genç hurileriyle onun arkasındadır. Abdullah'ı kudret ve iradesi ile yaşatan Allah'a yemin ederim ki, kişi yeryüzünde (mahşer yerinde) teri -sular gibi- akıncaya kadar terler. Daha sonra hesap başlamadan, teri yükselip burnuna ulaşır.” Kıyamet gününde az terleyenler ise, dünyada iken ibadette, Müslümanların ihtiyacı için dolaşmakta, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker görevini ifa etmekte terleyenlerdir.
Mahşer günü çok uzun bir gündür. Onun uzunluğu hesabı görülecek insanların çokluğundan dolayı değildir. O günün uzunluğu, müstehak olanların mahşer yerinde azap çekmeleri içindir. Kur'an-ı Kerim'de bu günün uzunluğu bin ve elli bin sene olarak gösterilmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala yarattıklarını bir savaşcının oklarını torbasında topladığı gibi, haşir yerinde toplar ve elli bin sene bekletir.” (Taberani)
Ancak bu uzunluk herkes için aynı değildir. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V.) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur : “Allah-u Teala hesap gününü bazı kulları için iki namaz arasındaki süre kadar kısaltır.” (Beyhaki, Ebu Ya'la) İnsanların çoğu bu upuzun günde aç ve susuzdurlar.
Hasan-ı Basri şöyle demiştir: “Düşünebiliyor musunuz? İnsanlar elli bin sene süren o günde hep ayakta kalırlar. Hiçbir şey yemez ve hiçbir şey içmezler. Sıcaktan boyun telleri kopar. Susuzluktan ciğerleri, açlıktan da mideleri parçalanır.” Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, haşir meydanı ve kıyamet günü çok dehşetlidir. Bu ikisini unutmamak gerekir. İnsan bu ikisini unuttuğu zaman ahireti için hazırlık yapmaktan gafil olacaktır. Bu ikisi hatırımızda olduğu zaman ise, bize devamlı olarak ahiret için hazırlık yapmak azmi, isteği gelecektir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve Cebrail (A.S.) Allah'ın yanında dereceleri çok büyük ve çok efdal olmalarına rağmen haşir ve kıyamet gününün dehşetinden ağlıyorlardı. Biz de onların bu halinden ibret almalıyız. Ahiretten gafil olup, sanki yoktur gibi davranmamalıyız. Unutmayalım! insanın dünyada yaşadığı hayatın her anının hesabını vereceği o büyük gün mutlaka gelecektir.
O gün Allah'a ve karşılaşacakları bu güne inanmış olanların yüzleri ayın on dördü gibi parlayarak mahşer alanına gelirken, inkar edenlerin kimi ağızlarından irin akarak kimi yüzleri simsiyah, gözleri gök renkli, karınları da ateş dolu olarak, kimi boğazları kesilmiş olarak yürüyecek
Ayet-i kerimede; “Beni zikredin, bende sizi zikredeyim.” (Bakara; 152) buyurulmuştur. Bizim O'nu zikretmemiz, dünyadayken O'nun emirlerine itaat edip, Salih amelleri işleyip günahlardan kaçınmamızdır. O'nun bizi zikretmesi ise, bu zor yerlerde imdadımıza gelmesi ve bizlere yardım etmesidir.
O halde Akıllı bir insan gibi nefsine sor; kabirde kalkarken yüzünün ayın on dördü gibi parlayarak mahşer alanına yürümeyi mi, yoksa ağzından irin akarak yüzü simsiyah, gözleri gök renkli, karnı da ateş dolu olarak yürümekmi ister? Tabi ki nefis güzel olanı.
O zaman anlatılanları sadece okumakla kalma, kalp gözüyle görerek yaşa ve o gün için salih amel işleyerek hazırlık yap.
Çünkü; her şeyin üzerinde insanın en büyük kazancı kuşkusuz Allah'ın rızasıdır.