-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Bize itaat uğrunda mücadele edenlere gelince; muhakkak biz onları bize gelen yollarımıza ulaştırırız. Şüphesiz Allah, iyilik sahipleri ile beraberdir." (Ankebut; 69)
Evliyalar, Allah-u Zülcelal'e itaat uğrunda hep mücadele halinde olmuşlardır. Bu Evliyanın, seçkinlerinin seçtiği yol Nakşibendi yoludur. Hakk'a varan yolların en yakını bu yoldur. Nakşibendi yolu Ehl-i Sünnet ve'l cemaat itikadı üzerinde bulunmak, bid'at ve uydurmalardan kaçınmaktır. Kötü ve çirkin huy ve alışkanlıklardan arınmak, güzel ve yüce ahlak sahibi olmaktır.
Nakşibendi yolunda temel esas; Ehl-i Sünnet akidesine (inanç) sıkı sıkıya bağlı olmak, ruhsatı bırakıp azimetli olmak, Murakebeye devam etmek daima Hakk'a yönelik bulunmak, dünya pisliklerinden uzak kalmak, Allah'tan başka herşeyden kaçınmak, huzur alışkanlığı kazanmak, Allah'ı zikre gizli olarak devam etmek, zikir esnasında Kerim olan Allah'tan bir nefes bile gafil olmamak için nefes alışverişte kendini kontrol etmek, en büyük ahlakın sahibi olan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ahlakı ile ahlaklanmak gibi şeylerdir.
Bu yolda ilerleyen her kemale sahip olur. Gizli hal ve neşeli gönülle huzuru bulur. Korku, sapıtma ve tehlikelerden emin olur. Hakka kavuşmanın sevinci ile her daim huzurlu olur.
Minhacu'l-Abidin kitabında, şöyle denilmektedir:
"Nakşibendi yolu, uzunluk ve kısalığı diğer yolların ve ayakla yürünen yolların mesafelerine benzemez. Bu yol ruh ayağı ile yürüyen bir yoldur. Tefekkürlerine çok önem verilen ve iman lezzetlerini esas kabul eden bir yoldur. İlahi nurlara mazhar olan bir mürid, bu yolda daha erken ermektedir. Kimi bir saat, kimi bir hafta, kimi bir yıl, kimi ise altmış yılda erer. Bazıları da yüzyıl ağlayıp, sızlanmaktadır. Fakat kalbinde hiç bir iz olmamıştır. Samimiyet ve ihlas her işin başında gelmektedir."
Bu yolun erkanı üçtür. Az yemek, az uyumak, az konuşmak...
Az yemek az uyumaya; az uyumak az konuşmaya; az konuşmak ise, kalp zikri ile tam teveccühe yardımcı ve gıdadır.
Nakşibendi yolunun hakikati de üçtür:
Hatıraları, düşünceleri gidermeye, kalp zikrine ve murakabeye devam etmektir. Bunlar da birbirine yardımcı birer kuvvettir.
Murakabe ise, Allah-u Zülcelal'in kâinatın bütün zerrelerine her zaman muttali olduğunu bir an bile kalbinden çıkarmamaktır. Bu yolun sonu ise, huzura varmaktır.
O halde talep ve arzunun zuhur ettiği kalbi, büyük nimet bilmelidir. Gece ve gündüz, muhabbetin çoğalması için çalışmak lazımdır. Zira o ezeli sevgi olup, gönül aynasına aksetmekte ve parlamaktadır. Mevlâ'yı isteyen kimse, murad olunmuş velidir. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Allah onları sever ve onlar da Allah'ı severler." (Maide; 54)
Bununla kendi sevgisinin, kendine olan sevgilerin aslı olduğunu buyuruyor.
Bu Nakşibendi yoluna bel bağlayanlar ve bu arzu derdiyle zaman zaman ağlayanlar, görünüşte insanlar arasında bulunup hizmet görürler. Bâtında ancak Allah-u Zülcelal'i bilirler ve bulurlar. Kendilerini gizlerler, kalplerinden ise vahdet yolunu izlerler.
Bedenlerini halka, kalplerini Hakk'a teslim ederler. Bu yol ile gizlice Hakk'a doğru giderler. Dışardan yabancı, içerden aşina olurlar. Onlar bu yol ile hatıralarını yok ederler. Yaptıklarını ise hep gizli yaparlar.
Muhabbetlerinin gizliliğini halk bilemez. Kalplerinin zevkine hiç zarar gelmez. O halde onlar, şöhret afetinden uzak ve Allah-u Zülcelal'in Evliyasının seçkinleri olurlar.
Şah-ı Nakşibend ve bazı sadat-ı kiram şöyle demiştir:
"İtikadı düzeltip, emirleri yapıp ve yasaklardan sakındıktan sonra bu yolun neticesi, Allah-u Zülcelal ile daimi huzurdur. Her an O'nu bilip O'nunla olunca, O'ndan gafil olunmaz. Bu huzur, nefste meleke haline gelip, kalp de kuvvetlenince, ismi ile huzur bulur."
Sonuç olarak tasavvuf'un aslı; Kur'an ve sünnet yolunda yürümektir. Tasavvuf üstadlarının tarif ettiği yoldan, ne olursa olsun ayrılmamaktır. Bid'atleri, boş arzuları ve nefsani istekleri terk etmektir. Hürmet gösterilmesi gereken büyük zatlara ve diğer mahlukata karşı saygı da kusur etmemektir. İşte tasavvufun aslı ve özü budur. Kim bu yoldan saparsa, muhakkak o Hak erleri makamından düşmüş olur. Nitekim bu yolun büyükleri şöyle buyurmuşlardır:
"Bir maksada ulaşan kişi, ancak edeble ulaşmış, ulaşmayan kimse de edebe uymadığı için ulaşamamıştır."
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ashab-ı kiramı, adab-ı ders ve adab-ı nefs olmak üzere iki şekilde terbiye etmişlerdir. Allah-u Zülcelal habibini bu iki adab ile adablandırmıştır.
Adab-ı ders; zahiri olarak yapılan bütün ibadetlerin Allah-u Zülcelal'in istediği şekilde yapılmasıdır.
Adab-ı nefs; nefsin ve ruhun kötü sıfatlardan temizlenmesi ve güzel sıfatlarla bezenmiş olmasıdır.
Allah-u Zülcelal'in veli kulları da bu iki adabla adablanmışlar ve kendilerine tabi olanları da bu şekilde adablandırmaktadırlar. Çünkü bu Evliya-ı kiram olan ilmiyle amel eden alimler bir silsileye dayalı olarak günümüze kadar gelmişlerdir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ashab-ı kiramı sohbetleriyle birlikte feyz vererek yetiştirmiştir. İşte ilmiyle amel eden alimler de hakiki varisler olmalarından dolayı müridlerini sohbet, teveccüh ve nazarlarıyla yetiştirirler.
Bazılarının yaptığı gibi zahiri ilmi kabul edip, manevi ilmi reddetmek suretiyle tasavvuf ehline dil uzatmak bunlara bir menfaat sağlamadığı gibi o tasavvuf ehline de bir zarar veremez. Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur;
"Benim ümmetimden hak üzere bir cemaat olacaktır. Bir kim-senin onları hak yoldan çevirmeye çalışması onlara zarar vermez, ta ki Allah-u Zülcelal'in emri gelinceye kadar bu böyle devam eder." (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Bu hadis-i şeriften anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in varisleri hak üzere ümmet-i Muhammed'i kıyamete kadar irşad edeceklerdir. O varisler ki hakiki ilmiyle amel eden alimlerdir.
Herhangi bir kimsenin Evliya-ı kiramı kabul edipte tasavvuf ve tasavvuf yolunu inkar etmesi sözkonusu olamaz. Mezhep imamları da tasavvufu kabul etmişlerdir. Mesela Hanbeli mezhebinin imamı Ahmed bin Hanbel önceleri tasavvuf tasvip etmediği halde, Ebu Hamza Bağdadi'yi gördükten sonra tasavvufun hak ve de gerekli olduğunu itiraf etmiştir. Hatta oğlu Abdullah'a:
"Oğlum bu insanlardan ayrılma, onlarla beraber ol, Allah-u Zülcelal'in tanınması, zühd ve güzel ahlak bunlarla beraber bulunmaktadır." diye nasihatte bulunmuştur. Çünkü bütün Evliya-ı kiram bu büyük tasavvuf yolundan gelmişlerdir. Bu yüzden onlarla beraber olmak büyük bir ilaç olduğu gibi onlardan ayrılmakta acı bir zehirdir. Nitekim Ebu Turab şöyle demiştir:
"Kul'a, Allah-u Zülcelal'den yüz çevirme hali gelince, Evliya-ı kiram'a sataşmaya başlar."
İbn-i Hacer-i Mekki’nin Fetava-i Hadisiyye isimli eserinde şöyle anlatılmıştır:
"Ebu Said, ibn-i Sakka ve Seyyid Aldulkadir Geylani ilim öğrenmek için Bağdat’a geldiler. Seyyid Abdulkadir Geylani o zamanlar çok gençti. Yusuf Hamedani'nin Nizamiye medresesinde vaaz ettiğini duymuşlardı. Bunlar onu ziyaret etmeye karar verdiler. İbn-i Sakka:
"Ona bir soru soracağım ki, cevabını veremeyecek!" dedi. Ebu Said:
"Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?" dedi. Küçük yaşına rağmen bir edeb timsali olan Seyyid Abdulkadir Geylani de:
"Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sadece huzurunda beklerim. Onu görmekle şereflenir, bereketlenirim." dedi.
Nihayet Yusuf Hamedani'nin bulunduğu yere vardılar. O anda orada yoktu. Bir saat kadar sonra geldi ve İbn-i Sakka'ya dönerek:
"Yazıklar olsun sana ey İbn-i Sakka! demek bana bilemeyeceğim sual soracaksın. Senin sormak istediğin sual şudur, cevabı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor." dedi. Yusuf Hamedani, sonra Ebu Said’e dönerek:
"Ey Ebu Said! Sende bana soru soracaksın ve bakacaksın ki, ben o sualin cevabını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet ettiğin sual şudur ve cevabı da şöyledir. Fakat sen de edebe riayet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek." dedi. Sonra Seyyid Abdulkadir Geylani'ye döndü:
"Ey Abdulkadir! bu edebin güzelliği ile Allah-u Zülcelal'i ve Resulünü razı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsi de oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve: “Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir.” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki tüm Evliya'yı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş halde olduklarını görüyor gibiyim." dedi ve sonra gözden kayboldu.
Ardından uzun seneler geçti. Hakikaten Abdulkadir Geylani yetişti ve zamanında bulunan bütün evliyaları baş tacı oldu.
İbn-i Sakka'ya gelince, o Yusuf Hamedani ile aralarında geçen hadiseden sonra, şer'i ilimlerle meşgul oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamanın sultanına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans'a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alaka gösterdiler. Nihayet onların yalanlarına aldanarak hıristiyan oldu. Bu hadiseyi anlatan zat şöyle demiştir:
"Bir gün onu gördüm, hastaydı. ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa çevirdi ve böylece öldü."
Ebu Said de diyor ki:
"Ben Şam'a geldim. Bazı vazifelerde bulundum. Çeşitli sıkıntılar ile hayatım geçti. Yusuf Hamedani'nin her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydana geldi."
El-Meşrevü'r-Revi kitabının sahibi olan Cemaleddin Muhammed bin Ebi Bekr el-Hadrami eş-Şafii şöyle demiştir:
"Bu menkıbe, rivayet edenlerin çokluğu sevebiyle lafızları değişik olsa bile, mana yönünden tevatür halini almış bir menkıbedir. Allah-u Zülcelal'in evliyasını inkar etmeye cüret edenler, -Neuzubillah- İbn-i Sakka’nın durumuna düşmekten çok korkmalıdır."
Akıllı olan herkes, şuurlu bir şekilde düşündüğü zaman, Allah-u Zülcelal'in dostları ile beraber olmanın, onlarla sohbet etmenin faydalı olduğunu itiraf edip, bunun Allah-u Zülcelal'e ulaşmak ve rızasına nail olmak için şart olduğunu kabul edecektir.
Hz. Ömer radıyallahu anh'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın bazı kulları vardır ki; onlar ne Peygamber ne de şehittirler. Fakat Peygamberler ve şehitler onlara verilen makama gıpta edip imrenirler."
Ashab-ı kiram: "Onlar kimlerdir?" diye sordular. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle devam etti:
"Onlar (aralarında) neseb ve akrabalık olmadığı, mal alışverişi olmadığı halde birbirlerini Allah için sevenlerdir. Onların yüzü nurdur, nur üzerindedirler. İnsanların korktukları günde onlara korku yoktur. İnsanların hüzünlendikleri günde onlar mahzun da olmazlar." (Ebu Davud)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem daha sonra şu ayet-i kerimeyi okudu:
"Dikkat edin! Allah'ın veli kulları için korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar." (Yunus; 62)
Tasavvuf, Kur'an ve sünnetin yolu olduğu için, tasavvuf ehli olanlar Kur'an ve sünnetin dışında olan hiçbir şeye iltifat etmezler. Nitekim Cüneyd-i Bağdadi şöyle demiştir:
"Tasavvuf ehli, içine her türlü pislik atıldığı halde ondan hep güzel şeyler çıkan toprak gibidir. Tasavvuf ehli bulut gibidir, herkesi gölgelendirir. Tasavvuf ehli yağmur gibidir, herkes ondan istifade eder."
Tasavvuf ehli, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in manevi yolunda yürüyebilmek için kalbiyle, ruhuyla birlikte mücadele etmektedir.
Rivayet edilmiştir ki; Bir gün Bayezid-i Bestami'nin yakınları kendisine:
"Efendim filan yerde büyük bir zat var. Fazilet ve keramet sahibi bir veli'dir." dediler ve daha başka sözlerle o zatı çok methettiler. Bunun üzerine Bayezid-i Bestami:
"Madem öyledir. O halde o büyük zatı ziyarete gitmemiz lazım oldu." buyurdular. Talebelerinden bazıları ile onun bulunduğu yere geldiler. Bayezid-i Bestami bildirilen zatın, mescide gitmekte olduğunu ve kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip tekrar geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle dedi:
"Dinin hükümlerini yerine getirmekte, sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riayette zayıf birisine, nasıl olur da keramet sahibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allah-u Teala'nın Evliyasından olması mümkün değildir."
Bayezid-i Bestami böyle iken ona ve onun gibi olanların yoluna düşmanlık etmek, onları kötülemek ne kadar kötü bir haldir. Allah-u Zülcelal'in yolunun üzerinde böyle titiz davranan kimseleri sevmemek ve onların yoluna uymamak ne kadar büyük bir cehalettir!
İslam dini zahiri bir dindir. Bununla beraber, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, ümmetini zahiri ve manevi olarak irşad etmiştir. Tasavvuf da insanları zahiri ve manevi olarak amel yapmaya yönlendiriyor.
Onun için tasavvuf, daha ziyade ibadet etmek ve ruhsatlardan kaçınarak azimetle amel etmekten ibarettir. Hangi cemaatten olursa olsun, hepsinin hedefi Allah rızasıdır. Yalnız tasavvuf, biraz daha ziyade ibadet etmektir.
Hülasa olarak Allah-u Zülcelal'e ibadette şirk koşmamak ancak ihlaslı olarak amel yapmakla mümkündür. İhlaslı olarak amel yapabilmenin yolu da tasavvuftur. Böyle bir zamanda bir mürşidin sohbetinde bulunmak, tevbe edip mürid olmak çok kıymetlidir.
Hele günümüz şartlarında şu ahir zaman fitnelerinin ve günahlarının çok olduğu bu zamanımızda, kalbimizi korumanın, manevi olarak yara almanın tehlikelerini düşünürsek, mürşidin ziyaretinin önemi daha da çok ortaya çıkıyor.
Çünkü insan ne kadar salih amel işlese de, mürşidsiz olduğu zaman; kibirden, ucupdan kurtulamaz.
İnsan bir mürşid-i kamile intisab ettiği zaman, bunu kendine ganimet bilmelidir. Çünkü mürşidi ona nefsini tanıtıyor, öğretiyor.
İnsan nefsini bildiği zamanda, Rabbinin kim olduğunu bilir. Nefsinin ve şeytanın hile ve tuzaklarından uzak kalmaya çalışır. İbadet ve taatlarına dikkat eder.
Bu yola girenlere sadat-ı kiramın tavsiyeleri şunlardır:
"Her halde ilim ve salih amel üzere olmak, ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılmamak, Akaid, hadis, tefsir ilim öğrenmek ve öğrendiği ilim ile amel etmektir.
Mürid tevbe ettiği zaman geçmiş işlerden yüz çevirmelidir, onları hatırlamamalı, düşünmemelidir. Gelecek için de düşünmemelidir. Bulunduğu anı değerlendirmelidir.
İki cihanı unutup her nefeste zikredici olmalıdır. Mürşidinin emirlerine itaat etmeli ve verdiği görevleri yerine getirmelidir.
Bu görevleri yerine getirirken kuvvetini ve gücünün hepsini kullanmaya çalışmalıdır. Çünkü kalp, sıdk ile teveccühüne göre dostuna kavuşur."
Allah-u Zülcelal sevdiği ve seçtiği kullar olan Evliyaullah'ı sevmeyi ve onlar ile beraber olmayı nasip etsin…
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
TEVEKKÜL
“Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona kafi ve yeterlidir.” (Talak; 3)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“İnsanların en zengini olmak isteyen Allah-u Teala’ya güvenip O’na tevekkül etsin.” (Beyhaki, Hakim)
Allah-u Zülcelal'e tevekkül, İslam dininin en güzel ve en büyük kapılarından birisidir ve gerçek mü'min-lerin bir makamıdır.
Tevekkül, insanın bütün güç ve kuvvetten sıyrılarak, her hususta Allah-u Zülcelal'in kadiri mutlak olduğunu bilmesidir. Yani başka bir deyişle tevekkül, Allah-u Zülcelal'e sımsıkı sarılmak ve güvenmektir.
Allah-u Zülcelal, Davud (Aleyhisselam)’a şunu vahyetmiştir:
“Ey Davud! Kulum bana tevekkül ederse, bu durumda bütün sebepler toplu halde onun aleyhinde işleseler, ben ona bunların içinden bir çıkış yolu halk ederim.”
Tevekkül, insanın geçimini sağlamak için çalışmasından sonra olur. Yoksa hiçbir şey yapmadan oturup;
"Ben Allah-u Zülcelal'e tevekkül ettim" demek yanlıştır. Örneğin, çiftçi tohumunu tarlaya eker sonra Allah'a tevekkül eder.
Enes bin Malik (Radıyallahu Anh)'ten rivayet edildiğine göre, bir adam Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e gelerek;
"Yâ Resulallah! Devemi salıveriyorum ve Allah'a tevekkül ediyorum." dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurdu:
"Hayır! Deveni bağla, sonra tevekkül et." (Tirmizi)
Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığına göre, insan çalışıp rızkını temin etmek veya malını yada kendisini muhafaza etmek için tedbirini alıp, Allah-u Zülcelal'e öyle tevekkül etmelidir.
Allah-u Zülcelal hiç kimseye rızkını vermekten veya hiçbir şeyi muhafaza etmekten aciz değildir. Ama insanlara, sarılmaları için sebepler yaratmıştır. O sebeplere sarılıp öyle tevekkül etmek daha doğru ve daha güzeldir.
Tevekkülün en üstün derecesi, tevekkül sahibinin her halükârda Allah-u Zülcelal'in önünde, ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi olmasıdır.
İşte insan bunları bilir ve bunlarla amel ederse, Allah-u Zülcelal'e karşı tevekkül sahibi olur.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
æ
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Şayet kişi bu yirmi dört saatin programını yapamıyorsa, ehline sormak en doğru iştir.Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;
‘Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden (alimlerden) sorunuz.’ (Nahl: 43)
Her bir konunun, işin, ayrı ayrı ustaları varsa, nasıl ki onun için ehline gitmek gerekiyorsa; Allah-u Zülcelal yolunda yürümenin, ibadet ve taatın düzeni için de Allah-u Zülcelal’in yolunun ustaları (erleri) vardır. Onlara gidip, emir ve tavsiyelerini alıp ona göre hareket etmek; onun için çok mühimdir, önemlidir.
Bu yolları ancak ehli olan mürşitler ve diğer veli kullar bilir. Bu yirmi dört saatin kıymetinin bilinmesi için üzerinde titizlikle durmalı ve Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'i kendimize rehber yapmalıyız.
O, hal ve hareketinde, ibadet ve taatında, zamanının kıymetini çok iyi bildiği için bize büyük bir rehberdir.
Ancak O'na tabi olmak suretiyle vaktimizi değerlendirebiliriz.
Ey Nefsim! Madem diyorsun ki; ben kendimi Allah’ın yoluna hakkıyla veremiyor ve Allah’a hakiki kulluk yapamıyor, şeytanın hilesine ve dünyanın zevklerine yenik düşüyorum;
O zaman bir mürşid-i kamil’in elinden tutup beraber tevbe etmenin ve Allah’a dönmenin vaktidir. Allah-u Zülcelal yeryüzüne dostlarını, misk kokan güller gibi serpiştirmiş sen neden onlardan istifade etmeyesin ve onların manevi dairelerinin içine girmeyesin.
Ey Nefsim! Allah-u Zülcelal’e kulluk temiz ve pak bir kalp ile olur, temiz ve pak bir kalp ise zikir ile olur, zikir ise mürşid’i kamillerin yanında onların gözetiminde bütün hastalıklara şifa ve ilaç olur.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Akıl, kendi nefsine, yedi organının isyandan muhafazası için tavsiyede bulunacaktır:
1. Göz hakkında; haram olan şeylerden muhafaza için tavsiyede bulunacak, yabancıya veya bir müslüman kardeşinin mahrem yerine bakmamayı, müslümana hakaret gözüyle bakmamayı, hatta boş şeylere bakmamayı tavsiye edecek. Allah-u Zülcelal gözlerini niçin yarattıysa, onları o görevde kullanmayı nefsine tavsiye edecek ve yardımcı olacak. Kur'an-ı Kerim okuyacak, bakmış olduğu şeylere ibret nazarıyla bakacak vb.
2. Diline gelince; onun kemiği yoktur, yaratılış olarak serbesttir. Dilini; gıybet, yalan, dedikodu, koğuculuk, kendini övme, başkalarını yerme vb. gibi şeylerden muhafaza edecek. Zira dil; Allah-u Zülcelal'i zikretmek, ibadet etmek, tekrar tekrar okumak, okutmak, insanları doğru yola çağırmak, dargınların arasını bulmak gibi işler için yaratılmıştır. Nefsine; dilini Allah-u Zülcelal'in zikrinde kullanmayı şart koşmalı.
Çünkü mü'min'in konuşması zikir, düşünmesi tefekkür, bakışı ibrettir. Ağzından çıkanları bir yazanın olduğunu da asla unutmaz.
3. Midesine gelince; onu da haram yiyip içmekten men edecek. Hatta helal yiyeceklerden de fazla miktarda yedirmemeli, ancak ihtiyacı kadar vermeli. Muhalefet ettiği takdirde, bir çok şeyden onu mahrum edeceğini şart koşmalıdır. Bütün âzâlarını da Allah-u Zülcelal'in yasak ettiği şeylerden men edecek ve niçin yaratıldı ise ona göre hareket ettirecektir.
4. Eline; harama uzanmayı yasaklayacak ve salih amellere teşvik edecektir.
5. Ayaklarını; Allah-u Zülcelal'in yasakladığı işlere değil, emir buyurduğu tarafa yöneltmelidir.
6. Kalbini de; hoş olmayan ve zarar verecek şeylerden muhafaza etmelidir. Diğer azalardan daha fazla, kalbe özen göstermelidir. Çünkü insanlar, en çok, kalple alâkalı hastalıklara müptelâdır. Zahiri âzâların isyan ve taatleri gizli değildir, insan açıkça bunları görür, bilir. Kalbi hastalıklar ise batınidir, gizlidir. Bu sebeple kalbini müslüman kardeşine kinden, çekememezlikten, hasetten muhafaza etmeli, şefkat ve merhametle doldurmalıdır,
7. İbadetini; sadece Allah (Celle Celâluhu) rızası için yapmalı, riyadan, gösterişten ve dolayısıyla münafıklıktan uzak durmalıdır.
Şeyh Hasan-ı Şazeli (Kuddise Sırruh) buyuruyor ki; ‘Benim habibim bana tavsiyede bulundu ve şöyle vasiyet etti:
1. Ayaklarını, Allah-u Zülcelal’den sevap umduğun yere at, başka yerlere atma!
2. Masiyetten emin olduğun yerlerden başka yerlerde oturma! (Yani, seni Allah-u Zülcelal’den gafil edecek yerlerden sakın!)
3. Allah-u Zülcelal'e itaat üzere, sana yardımcı olacak kimseden başkası ile arkadaşlık yapma!
4. Kendi nefsine uyarak bir şey seçip onu arzu etme! Ancak, sana yakin hasıl olacak, doğruluğundan emin olduğun şeyleri seç!’
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi (ks), Mü’minin Nefsine Nasihatı ‘NEFSE HİTAP’; Reyhani Yayınları
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
SIDK (Doğruluk)
“Şüphesiz Allah, sadıklarla beraberdir.” (Bakara; 153)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Kesinlikle doğruluk iyiliğe götürür. İyilikte cennete götürür. Kişi doğru söyler durur da nihayet Allah nezdinde çok doğru kişi olarak yazılır. Kesinlikle yalan kötülüğe götürür. Kötülükte cehenneme iletir. Adam yalan söyler durur da Allah divanında yalancı yazılır.” (Buhari, Müslim)
İstikamet ehlinin en büyük alâmeti, sadakat yani doğruluktur. Allah-u Zülcelal'in kendisi ile beraber olmasını isteyen kimse, sadakata dört elle sarılmalıdır.
Sadakat, Allah-u Zülcelal'in kılıcıdır. Neyin üzerine konulursa konulsun, onu keser. Yani, doğruluğun açamayacağı hiçbir kapı yoktur.
Alimler şu hususta ittifak etmişlerdir:
“Kurtuluş üç şeyin bir araya getirilmesiyle hasıl olur. Bu şeyler bid’at ve heva karıştırılmayan Müslümanlık, Allah-u Teala’ya karşı sıdk ve helal ile beslenmektir.”
Her kim, başkalarına gösteriş olsun diye gayet düzgün bir biçimde namaza durur, fakat kalbi çarşıda, pazarda ve şehvetlerinin peşinde dolaşırsa, bu kimse bu amelinde yalancı demektir. Onun için insanın içininde dışınında bir olması lazımdır. En azından buna gayret eder ve Allah-u Zülcelal'den yardım isterse, Allah-u Zülcelal'in hazineleri doludur. O kimseye amellerinde doğru olmayı nasib edecektir. İnsanın kalbi, ibadet sırasında gaflete düşerse, hemen bu halinden Allah'a sığınmalı ve Allah-u Zülcelal'in huzurunda olduğunu bilerek, huzurlu bir şekilde ibadetine devam etmeye, niyetini Allah için yapmaya, kalbine ihlası yerleştirmeye, hal ve hareketlerinde, taat ve ibadet-lerinde istikamet ve doğruluk üzerinde bulunmaya gayret göstermelidir.
Her kim bu rehberlerin peşine takılırsa, kıyamet gününün karanlığında önüne, çok parlak bir nur almış olur ve bu nur sanki onun elinden tutarak doğruca cenneti âlâya götürür inşaallah!
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
YALAN SÖYLEMEK
“Yalan söylediklerinden dolayı, onlara dayanılmaz bir azap vardır.” (Bakara; 10)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Yalan söylemek, münafıklık huylarından bir huydur.” (Müttefekun Aleyh)
Yalan söylemek en çirkin günahlardan ve en iğrenç ayıplardandır. Bu ayıplardan kurtulmanın çaresi doğru konuşmak ve yalancı arkadaşları terk etmektir.
Yalan söyleyeni Allah-u Zülcelal'de sevmez, kulları da sevmez. Üç kimse vardır ki, Allah-u Zülcelal kıyamet gününde onlarla hiç konuşmaz. Bunlar;
1-Yaptığı iyiliği başa kakan,
2-Malını yalan yere yemin ederek satan,
3-Kibirli, elbisesini sallayarak gezen kimselerdir.
İbni Mesud (Radıyallahu Anh) demiştir ki;
“İnsan, yalan söyleye söyleye kalbine siyah bir leke düşer. Bu siyah leke bütün kalbini kaplar ve o kişi Allah katında yalancılar listesine yazılır.”
Doğruluk cennet kapılarının anahtarıdır. Her kim doğru sözlü olursa, son nefesinde saadet ve ikram müjdesi alır. Kıyamet gününde kendisine çok güzel nimetlerle ikram edilir.
Bunlara bakarak, Allah-u Zülcelal'in rızasını talep eden kimseler, Allah-u Zülcelal'in rızasına giden bu yolda kendilerine ayak bağı olacak olan yalanı terkedip, insanın elinden bir rehber gibi tutarak doğruca cenneti alaya götürecek olan doğruluk ipine sarılmalıdır.
Yalan, şeytanın yoludur. Her kim o yoldan yürürse, sonu ateştir. Doğruluk ise Allah-u Zülcelal'in yoludur. Her kim de bu yoldan yürürse, sonu Cennet-i Âlâdır.
Onun için insan daima doğru sözlü olmaya gayret göstermeli ve böyle olmayan mü’min kardeşlerine de nasihat ederek, bu yaptıklarının yanlış olduğunu anlatmak suretiyle, onları doğruluğun üzerine çekmeye çalışmalıdır.
Şeytanın düşmanlığı bu kadar açıkken, onun yolundan gitmek ve Allah-u Zülcelal'in dosdoğru yolundan ayrılmak insana zarardan başka bir şey getirmez. Onun için henüz elimizde fırsat varken tevbe edip, doğruluk üzerine dönmemiz bize menfaat verecektir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İlmiyle amel eden alimlerin, adaletli sultanların teberrük için ellerini öpmekte hiç bir sakınca yoktur. Annenin, babanın elini öpmek, büyüklerin müslümanlıklarına tazim ve hürmet göstermek için ellerini öpmekte de bir sakınca yoktur. Ancak dünya menfaati için öpmek mekruhtur.
Tasavvuf ve tevazü ehlinin de birbirlerinin elini öpmeleri doğru ve güzel bir haslettir. Buna muhalefet etmek, İslam dininin edepten ibaret olduğunu idrak edememekten dolayıdır. Halbuki bu hareketi. doğru ve güzel olduğuna delil olacak bir çok örnek vardır.
Hanefi mezhebine göre, alimlerin ellerini öpmenin ve teberrük yapmanın her hangi bir sakıncası yoktur. Bilakis bu davranış biçimi menduptur. (İbn-i Abidin; 5/254)
Saffan bin Assan (Radıyallahu Anh) şöyle rivayet etmiştir;
"Bir Yahudi, arkadaşına; "Kalk şu peygamberin yanına gidelim" dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in yanına gelerek, peygamber olup olmadığını öğrenmek için O'na dokuz soru sordular. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'de peygamberliğin alametlerini bir bir onlara anlattı. O zaman bu yahudiler, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in elini ve ayaklarını öptüler ve; "Sen Allah'ın peygamberisin." diyerek iman ettiler. (Tirmizi, Nesai, Ahmed b. Hanbel)
İmam-ı Malik şöyle buyurmuştur;
"Bir kimsenin elinin, Allah için değil de tazim ve teberrürden dolayı öpülmesi mekruhtur. Ancak Allah için, onun takva ve şerefi için öpülmesi caizdir. (Askalani; 2/48)
İmam-ı Nevevi de şöyle buyurmuştur;
"Şafii mezhebine göre, bir kimsenin elinin onun takvası, dini ve şerefi için öpülmesi islam dininin emirlerindendir. Hatta belki de müstehaptır. Ancak o kimsenin zenginliği ve kudreti için öpülmesi mekruhtur." (Askalani; 2/48)
El öpmenin hükmü hakkındaki bu hadis-i şeriflere ve dört mezhebin önde gelen ule-masının beyanlarına rağmen, hâla buna muhalefet edenler varsa, bu kendilerinin cehaletlerinin ne derece büyük olduğuna delil teşkil eder. Bu gibi mü'min kardeşle-rimizi, bütün bu zikrettiğimiz bilgileri göz önüne alarak bu muhalifliklerinden daha faz-la zarar görmeden vazgeçmeye çağırıyoruz.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KISSADAN HİSSE
Anlatıldığına göre, Hasan-ı Basri zamanında bir zatın kızı vardı. Çok ağlardı. Bu ağlamak onun gözünü görmez hale getirmişti. O zat Hasan-ı Basri’ye geldi ve:
“Kızımın yanına gel, ona bir şeyler söyle de ağlamasın, bana acısın.” dedi. Hasan-ı Basri o kızın yanına gitti ve:
“Ağlama, babana acı!” deyince o kız şöyle dedi:
“Ey Üstad! Gözlerim iki halin dışında değil. Birincisi O’nu görmemek, O’nu görmedikten sonra, bana başkasını görmek ne gerek? Görmesin, daha iyi… Bir de O’nu görmek var. Eğer O’nu görmek bana bu halimle nasipse bir değil, binlerce göz O’na feda olsun. Onun için ağlarım.”
Hasan-ı Basri kızı dinledikten sonra şöyle dedi:
“Seni tedaviye geldim, ben tedavi edildim, sana tabip olarak getirildim, ama sen tabibim oldun.”
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Ey İman edenler! Allah’a karşı takva gözetin ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın.” (Haşr; 18)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Akıllı odur ki, nefsini hesaba çeker ve ölümden sonrası için amel işler.” (Tirmizi, İbn Mace)
Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Zülcelal sizi hesaba çekmeden, siz kendinizi hesaba çekin. Amelleriniz tartılmadan amellerinizi tartın.”
Şunu bilmek lazımdır ki, muhasebeden maksat; insanın yaptığı işlerden dolayı kendisini ve nefsini hesaba çekmesi ve bu işlerin doğru, yanlış, sevap ve günah olanlarını ayırıp bunlarla ilgili gerekli değerlendirmeyi yapmasıdır. Muhasebenin pek çok olan faydalarından biri, kar ve zararların belirlenmesi ve bundan sonraki yapılacak işlerin daha sağlıklı bir şekilde tesbit edilmesidir. Buna göre yapılmış olan işler doğru ve karlı iseler, yapılmasına devam edilir ve Allah-u Zülcelal’e şükredilir. Çünkü muvaffakiyet O’ndandır. Yapılan işler yanlış ve zararlı iseler, onlara son verilir. Tevbe ve istiğfar edilir.
Akıllı kimse, vaktinin bir kısmını yaptıklarını muhasebe etmeye ayırandır.
Dünyada yaptıklarının hesabını gören kimselerin, ahirette hesap vermeleri kolay olur. Ölmeden önce hesabını görmeyenlerin, hesabı çok çetin geçer.
İnsan, karşısına hayırlı bir amel geldiği zaman, kendi kendine; “Bu amel hayırlı bir ameldir. Eğer bunu yaparsam belki Allah-u Zülcelal benden razı olarak cennetine koyar.” Ama hayırlı amel değilse: “Eğer ben bu günahı yaparsam, Allah-u Zülcelal bana gazaplanarak, cehennem azabı ile bana azap verir.” diye düşünüp hesabını, görmelidir.
Enes bin Mâlik (Radıyallahu Anh) şöyle buyuruyor:
“Bir gün Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) dışarı çıkı-yordu, bende onunla beraber çıktım. Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) bir avluya girdi. Aramızda yalnızca bir duvar vardı. O avluda kendi kendine;
“Ey mü'minlerin Emiri Ömer bin Hattab! Vallahi ya Allah'tan korkar, gerçek mü'min olursun veya Allah'ın azabında yanarsın.” diyordu.”
Ahnef ibn-i Kays, mutmain olmadığı bir şey yaptığı zaman, geceleyin lambasını yakar ve parmağını yanan fitilin üzerine bırakıp; “Ey Ahnef! Sen şu işi niye yaptın?” diyerek kendisini azarlar, kendisinden hesap sorar, tevbe ve istiğfar ederdi.
İnsanın nefsi bir şey istediği zaman niçin istediğini, bir şey yapmadığı zaman niçin yaptığını sorar. Tavrı da bu sorulara verilen cevaba göre olur.
Netice olarak, insan henüz elinden fırsat varken nefsini hesaba çeker, onu ayıp ve kusurlardan temizlemek suretiyle ıslah ederse, nefsinin şerrinden kurtulabilir. Nefsi daima hesaba çekmek lazımdır.
Şah-ı Nakşibend demiştir ki;
"Nefsi hiç olmazsa bir, iki veya üç saatte bir hesaba çekmek lazımdır."
Eğer bu bir iki ve üç saat içinde Salih ameller yapmış ise, ona cennet ni’metlerini hatırlatarak daha da çok yapması için teşvik etmelidir. Yok eğer kötü amellerle vaktini geçirmişse, ona cehennem azabını hatırlatmalı ve hemen tevbe edip Allah-u Zülcelal’e yönelmelidir.
Onun için henüz fırsatımız varken, Allah-u Zülcelal bizi hesaba çekmeden önce, biz kendimizi hesaba çekip, bizi dünyanın zevk ve sefasına yönelten nefsimizi ıslah etmenin ve kötü sıfatlardan kurtarmanın çarelerine bakmamız lazımdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Ey İman edenler! Allah’a karşı takva gözetin ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın.” (Haşr; 18)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Akıllı odur ki, nefsini hesaba çeker ve ölümden sonrası için amel işler.” (Tirmizi, İbn Mace)
Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Zülcelal sizi hesaba çekmeden, siz kendinizi hesaba çekin. Amelleriniz tartılmadan amellerinizi tartın.”
Şunu bilmek lazımdır ki, muhasebeden maksat; insanın yaptığı işlerden dolayı kendisini ve nefsini hesaba çekmesi ve bu işlerin doğru, yanlış, sevap ve günah olanlarını ayırıp bunlarla ilgili gerekli değerlendirmeyi yapmasıdır. Muhasebenin pek çok olan faydalarından biri, kar ve zararların belirlenmesi ve bundan sonraki yapılacak işlerin daha sağlıklı bir şekilde tesbit edilmesidir. Buna göre yapılmış olan işler doğru ve karlı iseler, yapılmasına devam edilir ve Allah-u Zülcelal’e şükredilir. Çünkü muvaffakiyet O’ndandır. Yapılan işler yanlış ve zararlı iseler, onlara son verilir. Tevbe ve istiğfar edilir.
Akıllı kimse, vaktinin bir kısmını yaptıklarını muhasebe etmeye ayırandır.
Dünyada yaptıklarının hesabını gören kimselerin, ahirette hesap vermeleri kolay olur. Ölmeden önce hesabını görmeyenlerin, hesabı çok çetin geçer.
İnsan, karşısına hayırlı bir amel geldiği zaman, kendi kendine; “Bu amel hayırlı bir ameldir. Eğer bunu yaparsam belki Allah-u Zülcelal benden razı olarak cennetine koyar.” Ama hayırlı amel değilse: “Eğer ben bu günahı yaparsam, Allah-u Zülcelal bana gazaplanarak, cehennem azabı ile bana azap verir.” diye düşünüp hesabını, görmelidir.
Enes bin Mâlik (Radıyallahu Anh) şöyle buyuruyor:
“Bir gün Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) dışarı çıkı-yordu, bende onunla beraber çıktım. Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) bir avluya girdi. Aramızda yalnızca bir duvar vardı. O avluda kendi kendine;
“Ey mü'minlerin Emiri Ömer bin Hattab! Vallahi ya Allah'tan korkar, gerçek mü'min olursun veya Allah'ın azabında yanarsın.” diyordu.”
Ahnef ibn-i Kays, mutmain olmadığı bir şey yaptığı zaman, geceleyin lambasını yakar ve parmağını yanan fitilin üzerine bırakıp; “Ey Ahnef! Sen şu işi niye yaptın?” diyerek kendisini azarlar, kendisinden hesap sorar, tevbe ve istiğfar ederdi.
İnsanın nefsi bir şey istediği zaman niçin istediğini, bir şey yapmadığı zaman niçin yaptığını sorar. Tavrı da bu sorulara verilen cevaba göre olur.
Netice olarak, insan henüz elinden fırsat varken nefsini hesaba çeker, onu ayıp ve kusurlardan temizlemek suretiyle ıslah ederse, nefsinin şerrinden kurtulabilir. Nefsi daima hesaba çekmek lazımdır.
Şah-ı Nakşibend demiştir ki;
"Nefsi hiç olmazsa bir, iki veya üç saatte bir hesaba çekmek lazımdır."
Eğer bu bir iki ve üç saat içinde Salih ameller yapmış ise, ona cennet ni’metlerini hatırlatarak daha da çok yapması için teşvik etmelidir. Yok eğer kötü amellerle vaktini geçirmişse, ona cehennem azabını hatırlatmalı ve hemen tevbe edip Allah-u Zülcelal’e yönelmelidir.
Onun için henüz fırsatımız varken, Allah-u Zülcelal bizi hesaba çekmeden önce, biz kendimizi hesaba çekip, bizi dünyanın zevk ve sefasına yönelten nefsimizi ıslah etmenin ve kötü sıfatlardan kurtarmanın çarelerine bakmamız lazımdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
ÖLÜMÜ DÜŞÜNMEK
“De ki; Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da hem gizliyi hem de aşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz.” (Cuma; 8)
Abdullah bin Ömer (Radıyallahu Anh)'den rivayet edildiğine göre; Bir adam, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e gelerek;
“Ya Resulallah! İnsanların en akıllısı ve en dirayetlisi kimdir?” diye sorunca; Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) buyurdu ki;
“Ölümü en çok hatırlayan, ölüme en çok hazır-lanandır. İşte bu kimseler hem dünya, hem de ahiret şerefine nail olmuşlardır.” (Taberani)
Esasen insana, nasihat olarak ölüm yeter. Çünkü ölüm, çok ibretli bir olaydır. Eğer ki insan ölümden herhangi bir ibret ve nasihat almıyorsa, bu kalbinin katı olmasından dolayıdır. Onun için ölümü çok hatırlamak lazımdır.
Halife Ömer b. Abdulaziz, daima alimleri bir araya toplar, ölümden bahsettirir, ölümü duyunca da ıslak bir kuşun ıslaklığını gidermek için çırpınması gibi çırpınırdı. İbn-i Şirin’nin yanında ölümden bahsedil-diği zaman, kendisi ölmüş gibi uyuşurdu.
Ölümü düşünmek ve onu kalbe yerleştirmek için en faydalı yol; daima akrabalarının, arkadaşlarının, dost ve ahbablarının ölümünü ve toprağın altındaki hallerini düşünmektir.
Ömer bin Abdülaziz demiştir ki:
“Her gün sabah veya akşam, Allah'ın divanına giden birini yolcu ettiğinizi görmüyor musunuz? Onu yerin bir çukuruna koyarsınız. Yastığı topraktır. Dostlarını geride bırakmış ve maişeti kesilmiştir.”
Ölümün kalbe yerleşmesinin bir yolu da dünyanın geçici olduğunu ve kabir hayatını düşünmektir. İnsan şayet dünyanın geçici olduğunu ve bir gün ölümle sona ereceğini ve vücudunun kabirde çürüyüp toprak olacağını düşünürse, ölümden hiç gafil olmaz.
Rivayet edilmiştir ki;
İbn-i Muti bir gün evine bakarken evin güzelliğine hayran kaldı ve sonra hüngür hüngür ağlayarak şöyle dedi;
“Allah'a yemin ederim ki, eğer ölüm olmasaydı, seninle mutlu olur, sevinirdim. Eğer varacağımız kabirlerin darlığı olmasaydı, dünya ile gözlerimiz aydınlanırdı.”
Dünya bir saatten ibarettir. Bu dünyaya aldanıp baki olan ahiret hayatını tehlikeye atmak çok yanlıştır. Akıllı ve Allah-u Zülcelal'in rızasına talip olan kimseler, bütün bunlara bakarak, ölümü hatırlayıp, yolculuğunun uzunluğunu düşünerek, taat ve ibadete sarılarak, ahiret hayatı için hazırlık yapmalıdır.
Ahirete gidip, orada pişman olarak, ölümü temenni etmektense, bu dünyada pişman olup ölüme hazırlanmak daha iyidir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
TEFEKKÜR
“Onlar, göklerin ve yerin yaratılmasında tefekkür ederler ve ‘Rabbimiz sen bunları boşa yaratmadın seni boş bir iş yapmaktan tenzih ederiz. Bizi ateş azabından koru’ derler.” (Al-i İmran; 131)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Bir saat tefekkür altmış yıl ibadetten daha hayırlıdır.” (Deylemi)
Kıyameti, cehennem azabını düşünmek kişiyi ibadete ve taata götürür. Tefekkür yapmamak ise günahlara götürür.
Tefekkür, mü'minin en önemli sıfatlarından birisi ve bütün hayırların başı ve anahtarıdır. Tefekkür, düşünmek demektir. Ahirete en sağlam imanı götürenler, dünyada çok tefekküre dalanlardır.
Tefekkür, öyle bir aynadır ki, insana bütün sevaplarını ve günahlarını gösterir. Onun için Allah-u Zülcelal Kur'an-ı Azimüşşan'ın birçok yerinde tefekkürü ve tefekkür ehlini övmüştür. Tefekkür, kalbin amelidir ve insanı Allah-u Zülcelal'e ulaştırır. Kişinin tefekkürü çoğaldıkça bilgisi artar, bilgisi arttıkça da ilmiyle amel eder. Amelin üzerinde devam etmesi de kendisini kurtuluşa götürür.
Ömer b. Abdulaziz şöyle demiştir:
“Allah-u Teala’nın ni’metlerinde tefekkür etmek, en üstün ibadetlerdendir.”
Hatem-i Esam şöyle demiştir:
“İbret bakışı Allah-u Teala hakkında bilgiyi artırır, çokça zikretmek Allah sevgisini artırır. Çokça tefekkür de Allah korkusunu artırır.”
İnsan daima, ebedül ebed hiç bitmeyecek olan ahiret hayatı hususunda tefekkür etmelidir. Ahiret hakkında tefekkür eden kimse, Allah'u Zülcelal'in vereceği mükafatı hatırladıkça amele koşar ve ibadete sarılır. Azapları da hatırladıkça günahtan kaçar.
Allah-u Zülcelal'in zatını tefekkür etmek yasaklanmıştır. Çünkü, Allah-u Zülcelal'in mahiyeti insan düşüncesine sığmayacağı gibi, O'nun zatını düşünmek, insanlara bir faydada sağlamaz. Onun için Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Yaratılanlar hakkında düşünün, yaratıcı hakkında düşünmeyin. Çünkü O’nun zatını anlayamazsınız.” (Taberani, Beyhaki, Ebu Nuaym)
Tefekkürü terketmek, insanı ahiretten ve Allah-u Zülcelal'den gafil bırakacağı için çok büyük bir zarardır. Kıyamet günü geldiğinde, Allah-u Zülcelal'in vermiş olduğu delilleri görmezlikten gelerek ibret almayan ve dünya hayatı boyunca gafletle yaşayan kimseler çok pişman olacaklardır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
ÇALIŞIP KAZANMANIN FAZİLETİ
“Namazı kıldıktan sonra yeryüzünde dağılın ve Allah’tan gelecek lütuf ve rızkı arayın.” (Bakara; 198)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“İnsanlara yük olmamak, anne ve babasına bakmak, çoluk çocuğunu beslemek için çalışan bir kimse Allah yolundadır. Malını çoğaltmak, bununla kibir ve gururunu okşamak için çalışan ise, şeytan yolundadır.” (Taberani)
Çalışmak açısından insanlar üç kısımdır. Bir kısmı sadece ahiret için çalışırlar. Bunlar kurtuluşa ererler.
Bir kısmı yalnızca dünya için çalışırlar. Bunlar helak olurlar.
Bir kısmı ise, hem dünya hem de ahiret için çalışırlar. Bunlar dünya için çalışmalarını da ahiret hesabına yaptıkları takdirde, birinci kısım derecesinde olurlar. Bunlar o zaman sünnetullah’a uymanın sevabını da kazanırlar. Çünkü Allah-u Zülcelal dünyayı ahiret tarlası ve kapısı olarak yaratmıştır.
Dünyayı ahiret hesabına aramanın ölçüsü de işlerinde doğruluk çizgisinde yürümek ve şer’i kurallara uymaktır.
Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“Biriniz rızkını aramaktan vazgeçip; ‘Allah’ım bana rızık ver:’ diye dua etmesin. Bilirsiniz ki, gökten altın ve gümüş yağmaz.”
Yaşlı bir sahabi olan Zeyd ibn-i Mesleme’nin bahçede çalıştığını görünce de ona şunu söylemiştir:
“Çalışmakla iyi ediyorsun çünkü çalışıp kimseye muhtaç olmayan insan, dinini daha iyi korur ve halkın gözünde de büyür.”
Dinimiz, dilenmeyi ve başkasının eline bakmayı yasaklamıştır. Bu hallere düşmemenin tek çaresi de çalışmaktır. Bu sebeple çalışmak İslam dini nazarında makbul bir ameldir.
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, farz ibadetleri ihmal etmeden, anne babanın, çoluk çocuğun rızkı için meşru yollardan çalışmak Allah-u Zülcelal’in yanında makbuldür. Fakat maişet için değilde zenginliğini artırmak için çalışmak ve sonrada ibadetlerden geri kalmak yanlıştır. Buna çok dikkat etmek lazımdır. Şayet insan çalışırsa da kalbini dünyaya bağlamamalı ve ibadetlerini noksansız yapmalıdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
DUA’NIN FAZİLETİ
“Yalvarış halinde ve gizli bir sesle Rabbinize dua edin.” (A’raf; 55)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Dua ibadettir, ibadetin özüdür. Allah katında O’na dua etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Allah kendisinden bir şey istemeyeni (Dua etmeyi kendisine yediremeyeni) gazaba uğratır. Sıkıntı ve darlık zamanında duasının kabul olmasını isteyen bolluk ve rahat zamanında da duayı bol yapsın. Rabbiniz Hayyu Kerimdir.
Bir kul elini açınca onu boş bırakmaz. O kimseye ki dua kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Dua, rahmet kapılarının anahtarı, mü’minin silahı, dinin direği, göklerin ve yeryüzünün nurudur.” (Ebu Davud, Tirmizi)
Dua, her insan için bir sığınaktır. Dua, ihtiyacın anahtarıdır. Allah-u Zülcelal, kullarının kendisine dua etmelerini, ihtiyaçlarını arzetmelerini çok sevmektedir. Onun için ayet-i kerimede:“Bana dua edin, kabul edeyim.” (Mü'min; 60) buyurmuştur.
Her ne durumda olursak olalım, daima Allah-u Zülcelal'e dua etmemiz lazımdır.
Rivayet edilmiştir ki;
“Ebu Osman Nehdi hastalanmıştı. Hasan-ı Basri, onun ziyaretine gitti. Bir ara;
“Ey Eba Osman! Bize dua et. Hastanın duası makbuldür.” dedi.
Eba Osman, Allah-u Zülcelal'e hamdetti, bir ayet-i kerime okudu, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e salavat getirdi.
Daha sonra elini açtı, biz de açtık. Dua etti. Ellerimizi indirdiğimiz zaman, şöyle dedi;
“Size müjdeler olsun! Vallahi, Allah duamızı kabul etti.”
Hasan-ı Basri;
“Bunun için Allah'a yemin mi ediyorsun?” diye sorunca, Eba Osman dedi ki;
“Evet yemin ediyorum. Nasıl etmeyeyim ki? Sen bana bir söz söylediğin zaman kabul edip, onun doğruluğunu tasdik ediyorum da; Allah-u Zülcelal'in;
“Bana dua edin, duanızı kabul edeyim.” emrinin doğruluğunu niye tasdik etmeyeyim.”
Onun yanından ayrılınca Hasan-ı Basri;
“O, benden fakih (alim) çıktı.” dedi.
İnsan Allah-u Zülcelal’e dua ederken gafletten uzak, huzurlu bir kalp ile dua etmelidir. Duanın kabul olması için, özellikle haram yiyeceklerden uzak durulmalıdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
SORU: İmansız olarak ölmeye sebep olan günahlar nelerdir?Eb-u Kasım el-Haki'ye: "İmansız olarak ölmeye sebep olan bir günah var mıdır?" diye sormuşlar; o da şu şekilde cevap vermiştir: Üç şey vardır ki, -Neuzübillah- insanın imanının kendisinden alınıp, imansız olarak dünyadan ayrılmasına sebep olabilir:1-) Üzerinde bulunan iman ve islam nimetine şükretmeyi terk etmektir; bu hal, insanın dünyadan imansız olarak ayrılmasına sebeb olabilir.
Hakikaten insan biraz derin olarak düşünürse, Allah-u Zülcelal'in bize iman vermiş ve islam dinine girmekle şereflendirmiştir. Bu nimete şükretmeyi terk etmek, sekarat esnasında imansız olarak dünyadan ayrılmaya ve kıyamet gününde de ebedi olarak cehenneme girmeye sebep olur. Onun için daima; bizim için çok büyük bir şeref olan iman ve islam nimetinin kıymetini bilip: "Ya Rabbi! Bana bu iman nimetini verip, İslam’a girme şerefini nasip ettiğin için, sana sonsuz hamd-ü senalar olsun." diye Allah-u Zülcelal'e şükretmemiz lazımdır.
2-) İnsanın imanın kendisinden alınmasından korkmamasıdır. Oysa bu korkuyu daima kalpte hissetmek lazımdır. Peygamberler ve evliyalar dahi bu korkuyu taşımışlardır. Peygamberler emin oldukları halde bu korkuyu taşıdıklarına göre, bizim gece-gündüz bu korkuyu hiç aklımızdan çıkarmamamız lazımdır. Her ne kadar bunu yapamıyorsak da; yine de son halimizden emin olmayıp biraz korkarsak, Allah-u Zülcelal bizim imanımızı İnşaallah-u Teala muhafaza edecektir.
3-) İnsanların birbirleri arasında bulunan haklara riayet etmeyip, birbirlerine zulüm yapmalarıdır; halbuki insan dünyada daima mazlum olmalıdır. Çünkü kıyamet gününde bir çok insan, zalim olan kimsenin yakasından tutarak: "Senden imanını almayıncaya kadar razı olmam." dediği zaman, zalim olan kişi ne yapabilir ki?
Allah-u Zülcelal, mazlum olan kulu razı oluncaya kadar, zalimden alıp ona verecektir.
Onun için insan bunlara çok dikkat etmeli, daima imanını muhafaza etmeye gayret gösterip, son nefesinde halinin ne olacağını düşünerek, o zamana hazırlık yapmalı ve diğer insanlara zulüm yapmaktan uzak durmalıdır. Bu üç sıfatı üzerinde bulundurursa, Allah-u Zülcelal'in kendisine nasip etmiş olduğu iman nimetini muhafaza etmiş olur.
SORU: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem miraçta Allah-u Zülcelal'i görmüş müdür?Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaate göre; Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in miraçta Allah-u Zülcelal'i görmesi hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Doğrusu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, miraçta Allah-u Zülcelal'i kaş gözüyle değil, kalp gözüyle görmüştür. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "O'nun gördüğünü kalbi yalana çıkarmadı." (Necm; 11)
Hz. Aişe radıyallahu anha: "Kim; Muhammed Rabbini gördü diye iddia ederse, yalan söylemiş olur." demiştir.İbn-i Abbas radıyallahu anh: "O'nu kalbi ile gördü." demiştir. Bazı büyük evliyalar ise: "Ne Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ne de yaratılmışlardan her hangi birisi, dünya da Allah-u Zülcelal'i gözle görmedi." demişlerdir.
Hülasa; Allah-u Zülcelal'in hakikatini kimse göremez. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem miraçta Allah-u Zülcelal'i baş gözüyle değil, kalp gözüyle görmüştür.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi Hazretleri, Asrımız Meselerine Fetvalar
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
SORU: İmansız olarak ölmeye sebep olan günahlar nelerdir?Eb-u Kasım el-Haki'ye: "İmansız olarak ölmeye sebep olan bir günah var mıdır?" diye sormuşlar; o da şu şekilde cevap vermiştir: Üç şey vardır ki, -Neuzübillah- insanın imanının kendisinden alınıp, imansız olarak dünyadan ayrılmasına sebep olabilir:1-) Üzerinde bulunan iman ve islam nimetine şükretmeyi terk etmektir; bu hal, insanın dünyadan imansız olarak ayrılmasına sebeb olabilir.
Hakikaten insan biraz derin olarak düşünürse, Allah-u Zülcelal'in bize iman vermiş ve islam dinine girmekle şereflendirmiştir. Bu nimete şükretmeyi terk etmek, sekarat esnasında imansız olarak dünyadan ayrılmaya ve kıyamet gününde de ebedi olarak cehenneme girmeye sebep olur. Onun için daima; bizim için çok büyük bir şeref olan iman ve islam nimetinin kıymetini bilip: "Ya Rabbi! Bana bu iman nimetini verip, İslam’a girme şerefini nasip ettiğin için, sana sonsuz hamd-ü senalar olsun." diye Allah-u Zülcelal'e şükretmemiz lazımdır.
2-) İnsanın imanın kendisinden alınmasından korkmamasıdır. Oysa bu korkuyu daima kalpte hissetmek lazımdır. Peygamberler ve evliyalar dahi bu korkuyu taşımışlardır. Peygamberler emin oldukları halde bu korkuyu taşıdıklarına göre, bizim gece-gündüz bu korkuyu hiç aklımızdan çıkarmamamız lazımdır. Her ne kadar bunu yapamıyorsak da; yine de son halimizden emin olmayıp biraz korkarsak, Allah-u Zülcelal bizim imanımızı İnşaallah-u Teala muhafaza edecektir.
3-) İnsanların birbirleri arasında bulunan haklara riayet etmeyip, birbirlerine zulüm yapmalarıdır; halbuki insan dünyada daima mazlum olmalıdır. Çünkü kıyamet gününde bir çok insan, zalim olan kimsenin yakasından tutarak: "Senden imanını almayıncaya kadar razı olmam." dediği zaman, zalim olan kişi ne yapabilir ki?
Allah-u Zülcelal, mazlum olan kulu razı oluncaya kadar, zalimden alıp ona verecektir.
Onun için insan bunlara çok dikkat etmeli, daima imanını muhafaza etmeye gayret gösterip, son nefesinde halinin ne olacağını düşünerek, o zamana hazırlık yapmalı ve diğer insanlara zulüm yapmaktan uzak durmalıdır. Bu üç sıfatı üzerinde bulundurursa, Allah-u Zülcelal'in kendisine nasip etmiş olduğu iman nimetini muhafaza etmiş olur.
SORU: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem miraçta Allah-u Zülcelal'i görmüş müdür?Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaate göre; Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in miraçta Allah-u Zülcelal'i görmesi hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Doğrusu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, miraçta Allah-u Zülcelal'i kaş gözüyle değil, kalp gözüyle görmüştür. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "O'nun gördüğünü kalbi yalana çıkarmadı." (Necm; 11)
Hz. Aişe radıyallahu anha: "Kim; Muhammed Rabbini gördü diye iddia ederse, yalan söylemiş olur." demiştir.İbn-i Abbas radıyallahu anh: "O'nu kalbi ile gördü." demiştir. Bazı büyük evliyalar ise: "Ne Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ne de yaratılmışlardan her hangi birisi, dünya da Allah-u Zülcelal'i gözle görmedi." demişlerdir.
Hülasa; Allah-u Zülcelal'in hakikatini kimse göremez. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem miraçta Allah-u Zülcelal'i baş gözüyle değil, kalp gözüyle görmüştür.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi Hazretleri, Asrımız Meselerine Fetvalar
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KALP KATILIĞI
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Hani havarilere: "Bana ve Peygamberime iman edin!" diye bildirmiştim. Onlar da: "İman ettik, şahit ol ki, biz müslümanız." demişlerdi." (Maide; 111)
Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i nasıl kullarına gönderip ona iman etmelerini istemiş ise bizden önceki ümmetlere de aynı şekilde, Peygamberler gönderip iman etmelerini emretmiştir. Bunları da Kur'an-ı Kerim de muhtelif ayet-i kerimelerde, bizlere bildirmiştir ve bunlardan ibret alıp kendi payımıza düşen dersleri almamızı istemiştir. İşte Allah-u Zülcelal, Kur'an-ı Kerim'de Havarilerin durumunu bize şöyle anlatmıştır:
Havariler, İsa aleyhisselam zamanında, ayet-i kerimede de belirtildiği gibi iman etmişlerdi. Allah-u Zülcelal'e karşı kullukta, en önde gelen, salih kimselerdi.
Havariler, bu beyanlarına rağmen, İsa aleyhisselam'dan mucize istediler. "Hani, havariler: "Ey Meryemoğlu İsa! Rabbinin gökten bir sofra indirmeye gücü yeter mi?" demişlerdi. O da: "Eğer iman ediyorsanız, Allah'tan korkun!" demişti.
Bunun üzerine dediler ki: "Ondan yemeyi, kalplerimizin huzura kavuşmasını, senin bize doğru söylediğini bilmeyi ve ona şahitlik edenlerden olmayı istiyoruz." (Maide; 112-113)
Bunun üzerine İsa aleyhisselam iki rekat namaz kıldı. Ve gözlerini kapatıp Allah-u Zülcelal'e şöyle yalvardı:
"Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Gökten bize bir sofra indir ki, bizden öncekilere de sonrakilere de bir bayram ve Sen'den bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın." (Maide; 114)
Allah-u Zülcelal iki bulutun arasında, üzeri mendille örtülü bir sofra indirdi. İsa aleyhisselam:
"Ya Rabbi! Sana nasıl şükredeceğim, bunlara ne yapayım? Kalpleri tam mutmain olmuyor, iman etmiyorlar." diye ağlamaya başladı ve bundan sonra onlara şöyle dedi:
"Sizin içinizde, en fazla takva sahibi ve kalbi kuvvetli, imanı en sağlam olanınız ilk olarak mendili kaldırıp bu sofradan yesin." Havariler de şöyle cevap verdiler:
"Ey İsa! Bu sofrayı ilk olarak açmaya ve yemeye sen layıksın."
İsa aleyhisselam tekrar kalkıp iki rekat namaz kıldı ve gelip sofranın başına oturarak, mendili kaldırınca, çok çeşitli ve yalnız Allah-u Zülcelal'in bileceği yemekleri gördü. Bütün bunları gördükleri halde, imanlarından dönüp Allah-u Zülcelal'e âsi olanlar oldu. O zaman Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu:
"Ben o sofrayı size indireceğim. Fakat bundan sonra sizden kim inkar ederse, alemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla onu cezalandırırım." (Maide; 115)
Buna rağmen yine de isyan edenler oldu. Allah-u Zülcelal bu âsi olanların; bazılarını maymuna, bazılarını da hınzıra çevirdi. İsa aleyhisselam onlara isimleri ile hitap ediyordu. Diğer insanlar bunları gördükleri zaman, İsa aleyhisselam'ın yanına kaçarak, şöyle diyorlardı:
"Ey İsa! Dua et, biz böyle olmayalım." İsa aleyhisselam bu hayvan şekline çevrilenleri, isimleri ile çağırdığı zaman, pişmanlıklarından, gözlerinden yaş geliyordu. Fakat konuşamıyorlardı.
Aslında bu şekilde olmak, bir yandan iyi olduğu gibi diğer yandan çok kötüdür. Bu şekilde olanlara bir daha tevbe yoktur. Ancak, Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hürmetine, zahiri olarak insanların suretinin çevirilmesini bizim üzerimizden kaldırmıştır. Fakat zamanımızda, manevi olarak bu şekilde olanlar çoktur. Kalbi böyle olanlara, ne Kur'an, ne nasihat, ne mürşid, ne de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir menfaat veremez. Onun için kalp, günahlarla bu hale geldiği için çok dikkatli olmamız şarttır.
Dediğimiz gibi bir taraftan bu şekilde olması, diğer insanların, kendilerini muhafaza etmeleri için iyidir. Bu hayvan suretine çevrilmiş insanları görenler, kendilerini bundan nasıl muhafaza edeceklerini öğrenmek için İsa aleyhisselam'ın yanına koşuyorlardı.
Bazı mü'min kardeşlerimizin de kalpleri bu şekilde olmasına rağmen, zahiren göremediğimiz için kendimizi nasıl muhafaza edeceğimizi bilmiyoruz. Ancak, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmeti ne kadar günahkar olursa olsun; Allah-u Zülcelal onun hürmetine insanın son nefesine kadar tevbe nimetini nasip etmiştir. Bunun için hep söylediğimiz gibi tek çaremiz Allah-u Zülcelale tevbe etmek ve ağlayıp yalvarmaktır.
Feth-i Musuli isminde bir zat'ın gözlerinden sicim gibi yaş akarken gördüler. Arkadaşları: "Ey Feth! Neden böyle ağlıyorsun?" dediklerinde, Feth-i Musuli şöyle cevap verdi:
"Günahlarımı hatırladıkça ve Allah-u Zülcelal'in üzerime vacip kıldığı görevleri layıkıyla yerine getirememekten korktuğum için ağlıyorum."
Feth-i Musuli vefat ettikten sonra, bazı arkadaşları onu rüyalarında gördüler ve:
"Allah-u Zülcelal sana ne yaptı?" dediler. Feth-i Musuli dedi ki:
"Allah-u Zülcelal bana: "Neden o kadar ağladın?" buyurdu. Ben de: "Günahlarım ve kusurlarım sebebiyle ağlıyorum." dedim. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu: "Ey Feth! Ben çok ağlaman sebebiyle, günahını yazan meleğe, sana günah yazmamasını emretmiştim."
İşte buradan anlaşıldığı gibi ağlamak, yalvarmak, tevbe etmek, aynen ibadet gibi insanı Allah-u Zülcelal'e kavuşturmaktadır. Bunlar, günahların af ve mağfiret edilmesine sebep olmaktadır.
Peki, nasıl ağlayacağız? İnsan ağlamadığı zaman ne yapabilir? Hiç, bir taştan su çıkabilir mi? İnsanın kalbi taş gibi demir gibi katı olursa, ondan da su çıkmaz. Onun için samimi olarak günahlarımızdan tevbe edip ibadet yaparsak, Allah-u Zülcelal'in zikrini yaparsak, kalbimiz incelecek ve Allah-u Zülcelal'in korkusundan ağlamaya başlayacaktır.
Bizden önceki insanlar, Allah-u Zülcelal'in emirlerini titizlikle yerine getirdikleri halde, devamlı ağlıyorlardı. Biz de hiç olmazsa, ayda bir defa, haftada bir defa ağlayıp yalvaralım ve günahlarımıza tevbe edelim. O zaman belki Allah-u Zülcelal de bizi af ve mağfiret eder. Yoksa böyle taş gibi bir kalple Allah-u Zülcelal'in huzuruna gitmek, çok büyük bir yanlıştır. Biraz Allah-u Zülcelal'e dönmemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz; "Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin" derler." (Fussilet; 30)
Baki; ebedü'l-ebed bir hayat için insana böyle müjde verilmesi ne büyük bir nimettir. İnsan ölürken onun omuzundaki iki hafaza meleği yanına gelirler. Eğer o Allah'ı razı edecek salih amel sahibiyse, melekler ona korkma, Allah seni seviyor diye müjde verirler. O kişi de haşir meydanında ve sırat köprüsünde dahi bu iki meleğin söylediği sözden dolayı kuvvet duyar. Eğer salih bir amel sahibi değilse melekler ona senin önünde nice tehlikeler, azaplar vardır, diye müjde verirler.
Sabit el-Benani şöyle demiştir:
"Yirmi dört saat olan gece ve gündüzde hiçbir an yoktur ki, Azrail aleyhisselam her ruh sahibine uğrayarak, başında beklemesin. Eğer o kimsenin ruhunu almakla emrolunursa alır, emrolunmazsa gider."
İşte yirmi dört saatin içinde böyle bir durum yaşarken biz ne kadar gafletteyiz. Buna göre, herkesin kendisine vaaz yapması lazımdır. Ben istiyordum ki, bir dağ başında otlarla beraber yaşasaydım da tek Allah-u Zülcelal benden razı olsaydı.
Süleyman aleyhisselam bir gün muhteşem bir şekilde havada gidiyordu. Kuşlar ve cinler onun hizmetinde bulunuyorlardı. Süleyman aleyhisselam İsrailoğullarından bir abide uğradı. Abid:
"Ey Davud'un oğlu! Allah sana ne büyük bir saltanat vermiştir." dedi. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselam şöyle buyurdu:
"Mü'minin amel defterinde yazılı olan bir tesbih, Davud'un oğluna verilen bu muazzam saltanattan daha hayırlıdır. Çünkü tesbih baki kalır, saltanat ise geçicidir."
Onun sözü ne kadar doğrudur. Allah bütün dünyayı, rüzgarı, cinleri onun emrine vermesine rağmen o bir "Sübhanallah" kelimesinin bunlardan daha hayırlı olduğunu söyledi.
İsa aleyhisselam bir gün çok kıymetli binalarda keyf ve sefa içinde yaşayan insanları görünce şöyle nida etti:
"Bundan önceki insanlar da bu binalarda yaşadılar. Fakat geçip gittiler. Bunlar onlardan ibret almıyorlar mı?"
Hakikaten biz de bu dünyada bizden önce yaşayan mü'minlerden ya da Allah'a asi olan kullardan ibret almayacak mıyız? Onların bazıları bizden daha uzun yaşadılar, mülkleri daha çoktu, daha çok keyf ve sefa yaptılar ama şimdi toprağın içinde çürümüş vaziyettedirler.
Bu vücudumuz bir dikenin acısına bile katlanamazken cehennem azabına nasıl dayanacağını nefsimize sormalıyız. Devamlı olarak yapamıyorsak da ara sıra nefsimize bunları hatırlatmalıyız.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KALP KATILIĞI
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Hani havarilere: "Bana ve Peygamberime iman edin!" diye bildirmiştim. Onlar da: "İman ettik, şahit ol ki, biz müslümanız." demişlerdi." (Maide; 111)
Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i nasıl kullarına gönderip ona iman etmelerini istemiş ise bizden önceki ümmetlere de aynı şekilde, Peygamberler gönderip iman etmelerini emretmiştir. Bunları da Kur'an-ı Kerim de muhtelif ayet-i kerimelerde, bizlere bildirmiştir ve bunlardan ibret alıp kendi payımıza düşen dersleri almamızı istemiştir. İşte Allah-u Zülcelal, Kur'an-ı Kerim'de Havarilerin durumunu bize şöyle anlatmıştır:
Havariler, İsa aleyhisselam zamanında, ayet-i kerimede de belirtildiği gibi iman etmişlerdi. Allah-u Zülcelal'e karşı kullukta, en önde gelen, salih kimselerdi.
Havariler, bu beyanlarına rağmen, İsa aleyhisselam'dan mucize istediler. "Hani, havariler: "Ey Meryemoğlu İsa! Rabbinin gökten bir sofra indirmeye gücü yeter mi?" demişlerdi. O da: "Eğer iman ediyorsanız, Allah'tan korkun!" demişti.
Bunun üzerine dediler ki: "Ondan yemeyi, kalplerimizin huzura kavuşmasını, senin bize doğru söylediğini bilmeyi ve ona şahitlik edenlerden olmayı istiyoruz." (Maide; 112-113)
Bunun üzerine İsa aleyhisselam iki rekat namaz kıldı. Ve gözlerini kapatıp Allah-u Zülcelal'e şöyle yalvardı:
"Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Gökten bize bir sofra indir ki, bizden öncekilere de sonrakilere de bir bayram ve Sen'den bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın." (Maide; 114)
Allah-u Zülcelal iki bulutun arasında, üzeri mendille örtülü bir sofra indirdi. İsa aleyhisselam:
"Ya Rabbi! Sana nasıl şükredeceğim, bunlara ne yapayım? Kalpleri tam mutmain olmuyor, iman etmiyorlar." diye ağlamaya başladı ve bundan sonra onlara şöyle dedi:
"Sizin içinizde, en fazla takva sahibi ve kalbi kuvvetli, imanı en sağlam olanınız ilk olarak mendili kaldırıp bu sofradan yesin." Havariler de şöyle cevap verdiler:
"Ey İsa! Bu sofrayı ilk olarak açmaya ve yemeye sen layıksın."
İsa aleyhisselam tekrar kalkıp iki rekat namaz kıldı ve gelip sofranın başına oturarak, mendili kaldırınca, çok çeşitli ve yalnız Allah-u Zülcelal'in bileceği yemekleri gördü. Bütün bunları gördükleri halde, imanlarından dönüp Allah-u Zülcelal'e âsi olanlar oldu. O zaman Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu:
"Ben o sofrayı size indireceğim. Fakat bundan sonra sizden kim inkar ederse, alemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla onu cezalandırırım." (Maide; 115)
Buna rağmen yine de isyan edenler oldu. Allah-u Zülcelal bu âsi olanların; bazılarını maymuna, bazılarını da hınzıra çevirdi. İsa aleyhisselam onlara isimleri ile hitap ediyordu. Diğer insanlar bunları gördükleri zaman, İsa aleyhisselam'ın yanına kaçarak, şöyle diyorlardı:
"Ey İsa! Dua et, biz böyle olmayalım." İsa aleyhisselam bu hayvan şekline çevrilenleri, isimleri ile çağırdığı zaman, pişmanlıklarından, gözlerinden yaş geliyordu. Fakat konuşamıyorlardı.
Aslında bu şekilde olmak, bir yandan iyi olduğu gibi diğer yandan çok kötüdür. Bu şekilde olanlara bir daha tevbe yoktur. Ancak, Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hürmetine, zahiri olarak insanların suretinin çevirilmesini bizim üzerimizden kaldırmıştır. Fakat zamanımızda, manevi olarak bu şekilde olanlar çoktur. Kalbi böyle olanlara, ne Kur'an, ne nasihat, ne mürşid, ne de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir menfaat veremez. Onun için kalp, günahlarla bu hale geldiği için çok dikkatli olmamız şarttır.
Dediğimiz gibi bir taraftan bu şekilde olması, diğer insanların, kendilerini muhafaza etmeleri için iyidir. Bu hayvan suretine çevrilmiş insanları görenler, kendilerini bundan nasıl muhafaza edeceklerini öğrenmek için İsa aleyhisselam'ın yanına koşuyorlardı.
Bazı mü'min kardeşlerimizin de kalpleri bu şekilde olmasına rağmen, zahiren göremediğimiz için kendimizi nasıl muhafaza edeceğimizi bilmiyoruz. Ancak, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmeti ne kadar günahkar olursa olsun; Allah-u Zülcelal onun hürmetine insanın son nefesine kadar tevbe nimetini nasip etmiştir. Bunun için hep söylediğimiz gibi tek çaremiz Allah-u Zülcelale tevbe etmek ve ağlayıp yalvarmaktır.
Feth-i Musuli isminde bir zat'ın gözlerinden sicim gibi yaş akarken gördüler. Arkadaşları: "Ey Feth! Neden böyle ağlıyorsun?" dediklerinde, Feth-i Musuli şöyle cevap verdi:
"Günahlarımı hatırladıkça ve Allah-u Zülcelal'in üzerime vacip kıldığı görevleri layıkıyla yerine getirememekten korktuğum için ağlıyorum."
Feth-i Musuli vefat ettikten sonra, bazı arkadaşları onu rüyalarında gördüler ve:
"Allah-u Zülcelal sana ne yaptı?" dediler. Feth-i Musuli dedi ki:
"Allah-u Zülcelal bana: "Neden o kadar ağladın?" buyurdu. Ben de: "Günahlarım ve kusurlarım sebebiyle ağlıyorum." dedim. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu: "Ey Feth! Ben çok ağlaman sebebiyle, günahını yazan meleğe, sana günah yazmamasını emretmiştim."
İşte buradan anlaşıldığı gibi ağlamak, yalvarmak, tevbe etmek, aynen ibadet gibi insanı Allah-u Zülcelal'e kavuşturmaktadır. Bunlar, günahların af ve mağfiret edilmesine sebep olmaktadır.
Peki, nasıl ağlayacağız? İnsan ağlamadığı zaman ne yapabilir? Hiç, bir taştan su çıkabilir mi? İnsanın kalbi taş gibi demir gibi katı olursa, ondan da su çıkmaz. Onun için samimi olarak günahlarımızdan tevbe edip ibadet yaparsak, Allah-u Zülcelal'in zikrini yaparsak, kalbimiz incelecek ve Allah-u Zülcelal'in korkusundan ağlamaya başlayacaktır.
Bizden önceki insanlar, Allah-u Zülcelal'in emirlerini titizlikle yerine getirdikleri halde, devamlı ağlıyorlardı. Biz de hiç olmazsa, ayda bir defa, haftada bir defa ağlayıp yalvaralım ve günahlarımıza tevbe edelim. O zaman belki Allah-u Zülcelal de bizi af ve mağfiret eder. Yoksa böyle taş gibi bir kalple Allah-u Zülcelal'in huzuruna gitmek, çok büyük bir yanlıştır. Biraz Allah-u Zülcelal'e dönmemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz; "Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin" derler." (Fussilet; 30)
Baki; ebedü'l-ebed bir hayat için insana böyle müjde verilmesi ne büyük bir nimettir. İnsan ölürken onun omuzundaki iki hafaza meleği yanına gelirler. Eğer o Allah'ı razı edecek salih amel sahibiyse, melekler ona korkma, Allah seni seviyor diye müjde verirler. O kişi de haşir meydanında ve sırat köprüsünde dahi bu iki meleğin söylediği sözden dolayı kuvvet duyar. Eğer salih bir amel sahibi değilse melekler ona senin önünde nice tehlikeler, azaplar vardır, diye müjde verirler.
Sabit el-Benani şöyle demiştir:
"Yirmi dört saat olan gece ve gündüzde hiçbir an yoktur ki, Azrail aleyhisselam her ruh sahibine uğrayarak, başında beklemesin. Eğer o kimsenin ruhunu almakla emrolunursa alır, emrolunmazsa gider."
İşte yirmi dört saatin içinde böyle bir durum yaşarken biz ne kadar gafletteyiz. Buna göre, herkesin kendisine vaaz yapması lazımdır. Ben istiyordum ki, bir dağ başında otlarla beraber yaşasaydım da tek Allah-u Zülcelal benden razı olsaydı.
Süleyman aleyhisselam bir gün muhteşem bir şekilde havada gidiyordu. Kuşlar ve cinler onun hizmetinde bulunuyorlardı. Süleyman aleyhisselam İsrailoğullarından bir abide uğradı. Abid:
"Ey Davud'un oğlu! Allah sana ne büyük bir saltanat vermiştir." dedi. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselam şöyle buyurdu:
"Mü'minin amel defterinde yazılı olan bir tesbih, Davud'un oğluna verilen bu muazzam saltanattan daha hayırlıdır. Çünkü tesbih baki kalır, saltanat ise geçicidir."
Onun sözü ne kadar doğrudur. Allah bütün dünyayı, rüzgarı, cinleri onun emrine vermesine rağmen o bir "Sübhanallah" kelimesinin bunlardan daha hayırlı olduğunu söyledi.
İsa aleyhisselam bir gün çok kıymetli binalarda keyf ve sefa içinde yaşayan insanları görünce şöyle nida etti:
"Bundan önceki insanlar da bu binalarda yaşadılar. Fakat geçip gittiler. Bunlar onlardan ibret almıyorlar mı?"
Hakikaten biz de bu dünyada bizden önce yaşayan mü'minlerden ya da Allah'a asi olan kullardan ibret almayacak mıyız? Onların bazıları bizden daha uzun yaşadılar, mülkleri daha çoktu, daha çok keyf ve sefa yaptılar ama şimdi toprağın içinde çürümüş vaziyettedirler.
Bu vücudumuz bir dikenin acısına bile katlanamazken cehennem azabına nasıl dayanacağını nefsimize sormalıyız. Devamlı olarak yapamıyorsak da ara sıra nefsimize bunları hatırlatmalıyız.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
TEFEKKÜR
“Onlar, göklerin ve yerin yaratılmasında tefekkür ederler ve ‘Rabbimiz sen bunları boşa yaratmadın seni boş bir iş yapmaktan tenzih ederiz. Bizi ateş azabından koru’ derler.” (Al-i İmran; 131)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Bir saat tefekkür altmış yıl ibadetten daha hayırlıdır.” (Deylemi)
Kıyameti, cehennem azabını düşünmek kişiyi ibadete ve taata götürür. Tefekkür yapmamak ise günahlara götürür.
Tefekkür, mü'minin en önemli sıfatlarından birisi ve bütün hayırların başı ve anahtarıdır. Tefekkür, düşünmek demektir. Ahirete en sağlam imanı götürenler, dünyada çok tefekküre dalanlardır.
Tefekkür, öyle bir aynadır ki, insana bütün sevaplarını ve günahlarını gösterir. Onun için Allah-u Zülcelal Kur'an-ı Azimüşşan'ın birçok yerinde tefekkürü ve tefekkür ehlini övmüştür. Tefekkür, kalbin amelidir ve insanı Allah-u Zülcelal'e ulaştırır. Kişinin tefekkürü çoğaldıkça bilgisi artar, bilgisi arttıkça da ilmiyle amel eder. Amelin üzerinde devam etmesi de kendisini kurtuluşa götürür.
Ömer b. Abdulaziz şöyle demiştir:
“Allah-u Teala’nın ni’metlerinde tefekkür etmek, en üstün ibadetlerdendir.”
Hatem-i Esam şöyle demiştir:
“İbret bakışı Allah-u Teala hakkında bilgiyi artırır, çokça zikretmek Allah sevgisini artırır. Çokça tefekkür de Allah korkusunu artırır.”
İnsan daima, ebedül ebed hiç bitmeyecek olan ahiret hayatı hususunda tefekkür etmelidir. Ahiret hakkında tefekkür eden kimse, Allah'u Zülcelal'in vereceği mükafatı hatırladıkça amele koşar ve ibadete sarılır. Azapları da hatırladıkça günahtan kaçar.
Allah-u Zülcelal'in zatını tefekkür etmek yasaklanmıştır. Çünkü, Allah-u Zülcelal'in mahiyeti insan düşüncesine sığmayacağı gibi, O'nun zatını düşünmek, insanlara bir faydada sağlamaz. Onun için Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Yaratılanlar hakkında düşünün, yaratıcı hakkında düşünmeyin. Çünkü O’nun zatını anlayamazsınız.” (Taberani, Beyhaki, Ebu Nuaym)
Tefekkürü terketmek, insanı ahiretten ve Allah-u Zülcelal'den gafil bırakacağı için çok büyük bir zarardır. Kıyamet günü geldiğinde, Allah-u Zülcelal'in vermiş olduğu delilleri görmezlikten gelerek ibret almayan ve dünya hayatı boyunca gafletle yaşayan kimseler çok pişman olacaklardır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
ÇALIŞIP KAZANMANIN FAZİLETİ
“Namazı kıldıktan sonra yeryüzünde dağılın ve Allah’tan gelecek lütuf ve rızkı arayın.” (Bakara; 198)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“İnsanlara yük olmamak, anne ve babasına bakmak, çoluk çocuğunu beslemek için çalışan bir kimse Allah yolundadır. Malını çoğaltmak, bununla kibir ve gururunu okşamak için çalışan ise, şeytan yolundadır.” (Taberani)
Çalışmak açısından insanlar üç kısımdır. Bir kısmı sadece ahiret için çalışırlar. Bunlar kurtuluşa ererler.
Bir kısmı yalnızca dünya için çalışırlar. Bunlar helak olurlar.
Bir kısmı ise, hem dünya hem de ahiret için çalışırlar. Bunlar dünya için çalışmalarını da ahiret hesabına yaptıkları takdirde, birinci kısım derecesinde olurlar. Bunlar o zaman sünnetullah’a uymanın sevabını da kazanırlar. Çünkü Allah-u Zülcelal dünyayı ahiret tarlası ve kapısı olarak yaratmıştır.
Dünyayı ahiret hesabına aramanın ölçüsü de işlerinde doğruluk çizgisinde yürümek ve şer’i kurallara uymaktır.
Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“Biriniz rızkını aramaktan vazgeçip; ‘Allah’ım bana rızık ver:’ diye dua etmesin. Bilirsiniz ki, gökten altın ve gümüş yağmaz.”
Yaşlı bir sahabi olan Zeyd ibn-i Mesleme’nin bahçede çalıştığını görünce de ona şunu söylemiştir:
“Çalışmakla iyi ediyorsun çünkü çalışıp kimseye muhtaç olmayan insan, dinini daha iyi korur ve halkın gözünde de büyür.”
Dinimiz, dilenmeyi ve başkasının eline bakmayı yasaklamıştır. Bu hallere düşmemenin tek çaresi de çalışmaktır. Bu sebeple çalışmak İslam dini nazarında makbul bir ameldir.
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, farz ibadetleri ihmal etmeden, anne babanın, çoluk çocuğun rızkı için meşru yollardan çalışmak Allah-u Zülcelal’in yanında makbuldür. Fakat maişet için değilde zenginliğini artırmak için çalışmak ve sonrada ibadetlerden geri kalmak yanlıştır. Buna çok dikkat etmek lazımdır. Şayet insan çalışırsa da kalbini dünyaya bağlamamalı ve ibadetlerini noksansız yapmalıdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
DUA’NIN FAZİLETİ
“Yalvarış halinde ve gizli bir sesle Rabbinize dua edin.” (A’raf; 55)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Dua ibadettir, ibadetin özüdür. Allah katında O’na dua etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Allah kendisinden bir şey istemeyeni (Dua etmeyi kendisine yediremeyeni) gazaba uğratır. Sıkıntı ve darlık zamanında duasının kabul olmasını isteyen bolluk ve rahat zamanında da duayı bol yapsın. Rabbiniz Hayyu Kerimdir.
Bir kul elini açınca onu boş bırakmaz. O kimseye ki dua kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Dua, rahmet kapılarının anahtarı, mü’minin silahı, dinin direği, göklerin ve yeryüzünün nurudur.” (Ebu Davud, Tirmizi)
Dua, her insan için bir sığınaktır. Dua, ihtiyacın anahtarıdır. Allah-u Zülcelal, kullarının kendisine dua etmelerini, ihtiyaçlarını arzetmelerini çok sevmektedir. Onun için ayet-i kerimede:“Bana dua edin, kabul edeyim.” (Mü'min; 60) buyurmuştur.
Her ne durumda olursak olalım, daima Allah-u Zülcelal'e dua etmemiz lazımdır.
Rivayet edilmiştir ki;
“Ebu Osman Nehdi hastalanmıştı. Hasan-ı Basri, onun ziyaretine gitti. Bir ara;
“Ey Eba Osman! Bize dua et. Hastanın duası makbuldür.” dedi.
Eba Osman, Allah-u Zülcelal'e hamdetti, bir ayet-i kerime okudu, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e salavat getirdi.
Daha sonra elini açtı, biz de açtık. Dua etti. Ellerimizi indirdiğimiz zaman, şöyle dedi;
“Size müjdeler olsun! Vallahi, Allah duamızı kabul etti.”
Hasan-ı Basri;
“Bunun için Allah'a yemin mi ediyorsun?” diye sorunca, Eba Osman dedi ki;
“Evet yemin ediyorum. Nasıl etmeyeyim ki? Sen bana bir söz söylediğin zaman kabul edip, onun doğruluğunu tasdik ediyorum da; Allah-u Zülcelal'in;
“Bana dua edin, duanızı kabul edeyim.” emrinin doğruluğunu niye tasdik etmeyeyim.”
Onun yanından ayrılınca Hasan-ı Basri;
“O, benden fakih (alim) çıktı.” dedi.
İnsan Allah-u Zülcelal’e dua ederken gafletten uzak, huzurlu bir kalp ile dua etmelidir. Duanın kabul olması için, özellikle haram yiyeceklerden uzak durulmalıdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KALP KATILIĞI
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Hani havarilere: "Bana ve Peygamberime iman edin!" diye bildirmiştim. Onlar da: "İman ettik, şahit ol ki, biz müslümanız." demişlerdi." (Maide; 111)
Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i nasıl kullarına gönderip ona iman etmelerini istemiş ise bizden önceki ümmetlere de aynı şekilde, Peygamberler gönderip iman etmelerini emretmiştir. Bunları da Kur'an-ı Kerim de muhtelif ayet-i kerimelerde, bizlere bildirmiştir ve bunlardan ibret alıp kendi payımıza düşen dersleri almamızı istemiştir. İşte Allah-u Zülcelal, Kur'an-ı Kerim'de Havarilerin durumunu bize şöyle anlatmıştır:
Havariler, İsa aleyhisselam zamanında, ayet-i kerimede de belirtildiği gibi iman etmişlerdi. Allah-u Zülcelal'e karşı kullukta, en önde gelen, salih kimselerdi.
Havariler, bu beyanlarına rağmen, İsa aleyhisselam'dan mucize istediler. "Hani, havariler: "Ey Meryemoğlu İsa! Rabbinin gökten bir sofra indirmeye gücü yeter mi?" demişlerdi. O da: "Eğer iman ediyorsanız, Allah'tan korkun!" demişti.
Bunun üzerine dediler ki: "Ondan yemeyi, kalplerimizin huzura kavuşmasını, senin bize doğru söylediğini bilmeyi ve ona şahitlik edenlerden olmayı istiyoruz." (Maide; 112-113)
Bunun üzerine İsa aleyhisselam iki rekat namaz kıldı. Ve gözlerini kapatıp Allah-u Zülcelal'e şöyle yalvardı:
"Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Gökten bize bir sofra indir ki, bizden öncekilere de sonrakilere de bir bayram ve Sen'den bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın." (Maide; 114)
Allah-u Zülcelal iki bulutun arasında, üzeri mendille örtülü bir sofra indirdi. İsa aleyhisselam:
"Ya Rabbi! Sana nasıl şükredeceğim, bunlara ne yapayım? Kalpleri tam mutmain olmuyor, iman etmiyorlar." diye ağlamaya başladı ve bundan sonra onlara şöyle dedi:
"Sizin içinizde, en fazla takva sahibi ve kalbi kuvvetli, imanı en sağlam olanınız ilk olarak mendili kaldırıp bu sofradan yesin." Havariler de şöyle cevap verdiler:
"Ey İsa! Bu sofrayı ilk olarak açmaya ve yemeye sen layıksın."
İsa aleyhisselam tekrar kalkıp iki rekat namaz kıldı ve gelip sofranın başına oturarak, mendili kaldırınca, çok çeşitli ve yalnız Allah-u Zülcelal'in bileceği yemekleri gördü. Bütün bunları gördükleri halde, imanlarından dönüp Allah-u Zülcelal'e âsi olanlar oldu. O zaman Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu:
"Ben o sofrayı size indireceğim. Fakat bundan sonra sizden kim inkar ederse, alemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla onu cezalandırırım." (Maide; 115)
Buna rağmen yine de isyan edenler oldu. Allah-u Zülcelal bu âsi olanların; bazılarını maymuna, bazılarını da hınzıra çevirdi. İsa aleyhisselam onlara isimleri ile hitap ediyordu. Diğer insanlar bunları gördükleri zaman, İsa aleyhisselam'ın yanına kaçarak, şöyle diyorlardı:
"Ey İsa! Dua et, biz böyle olmayalım." İsa aleyhisselam bu hayvan şekline çevrilenleri, isimleri ile çağırdığı zaman, pişmanlıklarından, gözlerinden yaş geliyordu. Fakat konuşamıyorlardı.
Aslında bu şekilde olmak, bir yandan iyi olduğu gibi diğer yandan çok kötüdür. Bu şekilde olanlara bir daha tevbe yoktur. Ancak, Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hürmetine, zahiri olarak insanların suretinin çevirilmesini bizim üzerimizden kaldırmıştır. Fakat zamanımızda, manevi olarak bu şekilde olanlar çoktur. Kalbi böyle olanlara, ne Kur'an, ne nasihat, ne mürşid, ne de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir menfaat veremez. Onun için kalp, günahlarla bu hale geldiği için çok dikkatli olmamız şarttır.
Dediğimiz gibi bir taraftan bu şekilde olması, diğer insanların, kendilerini muhafaza etmeleri için iyidir. Bu hayvan suretine çevrilmiş insanları görenler, kendilerini bundan nasıl muhafaza edeceklerini öğrenmek için İsa aleyhisselam'ın yanına koşuyorlardı.
Bazı mü'min kardeşlerimizin de kalpleri bu şekilde olmasına rağmen, zahiren göremediğimiz için kendimizi nasıl muhafaza edeceğimizi bilmiyoruz. Ancak, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmeti ne kadar günahkar olursa olsun; Allah-u Zülcelal onun hürmetine insanın son nefesine kadar tevbe nimetini nasip etmiştir. Bunun için hep söylediğimiz gibi tek çaremiz Allah-u Zülcelale tevbe etmek ve ağlayıp yalvarmaktır.
Feth-i Musuli isminde bir zat'ın gözlerinden sicim gibi yaş akarken gördüler. Arkadaşları: "Ey Feth! Neden böyle ağlıyorsun?" dediklerinde, Feth-i Musuli şöyle cevap verdi:
"Günahlarımı hatırladıkça ve Allah-u Zülcelal'in üzerime vacip kıldığı görevleri layıkıyla yerine getirememekten korktuğum için ağlıyorum."
Feth-i Musuli vefat ettikten sonra, bazı arkadaşları onu rüyalarında gördüler ve:
"Allah-u Zülcelal sana ne yaptı?" dediler. Feth-i Musuli dedi ki:
"Allah-u Zülcelal bana: "Neden o kadar ağladın?" buyurdu. Ben de: "Günahlarım ve kusurlarım sebebiyle ağlıyorum." dedim. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu: "Ey Feth! Ben çok ağlaman sebebiyle, günahını yazan meleğe, sana günah yazmamasını emretmiştim."
İşte buradan anlaşıldığı gibi ağlamak, yalvarmak, tevbe etmek, aynen ibadet gibi insanı Allah-u Zülcelal'e kavuşturmaktadır. Bunlar, günahların af ve mağfiret edilmesine sebep olmaktadır.
Peki, nasıl ağlayacağız? İnsan ağlamadığı zaman ne yapabilir? Hiç, bir taştan su çıkabilir mi? İnsanın kalbi taş gibi demir gibi katı olursa, ondan da su çıkmaz. Onun için samimi olarak günahlarımızdan tevbe edip ibadet yaparsak, Allah-u Zülcelal'in zikrini yaparsak, kalbimiz incelecek ve Allah-u Zülcelal'in korkusundan ağlamaya başlayacaktır.
Bizden önceki insanlar, Allah-u Zülcelal'in emirlerini titizlikle yerine getirdikleri halde, devamlı ağlıyorlardı. Biz de hiç olmazsa, ayda bir defa, haftada bir defa ağlayıp yalvaralım ve günahlarımıza tevbe edelim. O zaman belki Allah-u Zülcelal de bizi af ve mağfiret eder. Yoksa böyle taş gibi bir kalple Allah-u Zülcelal'in huzuruna gitmek, çok büyük bir yanlıştır. Biraz Allah-u Zülcelal'e dönmemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz; "Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin" derler." (Fussilet; 30)
Baki; ebedü'l-ebed bir hayat için insana böyle müjde verilmesi ne büyük bir nimettir. İnsan ölürken onun omuzundaki iki hafaza meleği yanına gelirler. Eğer o Allah'ı razı edecek salih amel sahibiyse, melekler ona korkma, Allah seni seviyor diye müjde verirler. O kişi de haşir meydanında ve sırat köprüsünde dahi bu iki meleğin söylediği sözden dolayı kuvvet duyar. Eğer salih bir amel sahibi değilse melekler ona senin önünde nice tehlikeler, azaplar vardır, diye müjde verirler.
Sabit el-Benani şöyle demiştir:
"Yirmi dört saat olan gece ve gündüzde hiçbir an yoktur ki, Azrail aleyhisselam her ruh sahibine uğrayarak, başında beklemesin. Eğer o kimsenin ruhunu almakla emrolunursa alır, emrolunmazsa gider."
İşte yirmi dört saatin içinde böyle bir durum yaşarken biz ne kadar gafletteyiz. Buna göre, herkesin kendisine vaaz yapması lazımdır. Ben istiyordum ki, bir dağ başında otlarla beraber yaşasaydım da tek Allah-u Zülcelal benden razı olsaydı.
Süleyman aleyhisselam bir gün muhteşem bir şekilde havada gidiyordu. Kuşlar ve cinler onun hizmetinde bulunuyorlardı. Süleyman aleyhisselam İsrailoğullarından bir abide uğradı. Abid:
"Ey Davud'un oğlu! Allah sana ne büyük bir saltanat vermiştir." dedi. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselam şöyle buyurdu:
"Mü'minin amel defterinde yazılı olan bir tesbih, Davud'un oğluna verilen bu muazzam saltanattan daha hayırlıdır. Çünkü tesbih baki kalır, saltanat ise geçicidir."
Onun sözü ne kadar doğrudur. Allah bütün dünyayı, rüzgarı, cinleri onun emrine vermesine rağmen o bir "Sübhanallah" kelimesinin bunlardan daha hayırlı olduğunu söyledi.
İsa aleyhisselam bir gün çok kıymetli binalarda keyf ve sefa içinde yaşayan insanları görünce şöyle nida etti:
"Bundan önceki insanlar da bu binalarda yaşadılar. Fakat geçip gittiler. Bunlar onlardan ibret almıyorlar mı?"
Hakikaten biz de bu dünyada bizden önce yaşayan mü'minlerden ya da Allah'a asi olan kullardan ibret almayacak mıyız? Onların bazıları bizden daha uzun yaşadılar, mülkleri daha çoktu, daha çok keyf ve sefa yaptılar ama şimdi toprağın içinde çürümüş vaziyettedirler.
Bu vücudumuz bir dikenin acısına bile katlanamazken cehennem azabına nasıl dayanacağını nefsimize sormalıyız. Devamlı olarak yapamıyorsak da ara sıra nefsimize bunları hatırlatmalıyız.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KANAAT
“Allah onlara ne güzel bir rızık vermiştir.” (Hac; 58)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"İslâm hidâyetine erdirilip yeterli rızkı da verilmiş olan kimse, verilene kanaat ederse kurtulmuştur." (Müslim)
Kanaat, İslam dininde çok önemli bir yere sahiptir. Her kim kanaat sahibi olursa, dosdoğru olan bir yolun üzerindedir. Kanaat;
“Elindeki ile yetinmek ve daha fazlasını elde etmek için hileli yollara başvurmamaktır.” Kanaat, Allah-u Zülcelal'in kullarına vermiş olduğu büyük bir nimettir.
Allah-u Zülcelal Musa (Aleyhisselam)'ya şöyle vahyetmiştir:
“Ya Musa! Sana vereceğim rızka karşı kanaatli ol.”
Onun için denilmiştir ki;
“Kanaattan daha üstün bir zenginlik, haris (hırslı) olmaktan da daha şiddetli bir fakirlik yoktur. Çünkü insanın rızkı, henüz annesinin karnında yüzyirmi günlük iken yazılmaktadır.”
Kanaat, bitmeyen bir zenginliktir. Kanaat sahibi kimse, zillet ve alçalmadan kurtulur.
İbrahim Maristani şöyle demiştir:
“Düşmanlardan nasıl kısas ile intikam alıyorsan, nefsinden de kanaat ile intikam al.”
Rızkına kanaat eden, ahireti kazanır, dünyada da rahat bir hayat sürer. Çünkü kanaat insanı meşguli-yetten kurtarır. Ama kanaat etmeyen kimsenin aklı ve bedeni daima mal peşinde dolaşır. Akıllı kimse, dünya işlerini kanaat ve ileri zamana tehir etmek suretiyle yürüten, ahiret işlerini ise hırs ve acele ederek bitirendir.
İnsan rızkını bitirmeden bu dünyadan ayrılmaz. Durum böyle iken, Allah-u Zülcelal'in takdir etmiş olduğu bu helal rızkı, haram yollara saparak elde etmeye çalışmamak lazımdır.
Unutmamak lazımdır ki, Allah-u Zülcelal takdir etmişse, rızkımız mutlaka elimize geçecektir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İYİLİĞİ EMREDİP KÖTÜLÜKTEN SAKINDIRMAK
“Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü engelleyen bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i imran; 104)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki; ya iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz, ya da çok sürmez Allah tarafından üzerinize bir bela gelir ki, (Belanın kalkması için) Allah'a dua edersiniz, ama Allah dualarınızı kabul etmez.” (Tirmizi)
Emr-i bil maruf, nehy-i anil münker, yani iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmanın İslam dininde çok büyük bir yeri vardır. Emr-i bil maruf, nehy-i anil münker, vahyin bereketidir.
O yeryüzünden kalktı mı her tarafı cehalet sarar, sapıklık yaygınlaşır ve insanlar birbirlerine zulüm yaparlar. Şefkat ve merhamet ortadan kalkar, hak ve adalet kalmaz. Onun için insanlar helak olurlar. Yukarıdaki ayet-i kerime, bu vazifenin yapılmasını emrederek onun vacip olduğunu bildirmiş ve aynı zamanda, bu vacibi ifa edenlerin iflah olacağını (Allah katında sevindirici mükafatlar bulacağını) haber vermiştir.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Sizlerden her kim bir kötülük görürse, onu eliyle düzeltsin. Eğer buna gücü yetmezse, diliyle, bunuda yapamazsa kalbiyle onu reddetsin. Bu sonuncusu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim)
Huzeyfe (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“Karşılaştığı kötülüğü eliyle, diliyle veya bunlara gücü yetmediği takdirde kalbiyle değiştirmeye çalışmayan bir kimse yaşayan bir ölü gibidir.”
Ben bu kitabı yazarken bir sofi bana rüyasını anlatmıştı. Bu rüyayı burada yazmakta fayda görü-yorum. Sofi rüyasını şöyle anlatmıştı:
“Bir deniz kenarında arkadaşlarımla beraber oturmuş, sohbet ediyorduk. Bu sohbet ortamında tevbe etmeyi tavsiye ediyor, birbirimize iyiliği emredip kötülükten sakındırıyorduk. Bu arada arkadaşlarım tevbe edip sırayla denize girip çıkıyordu. Bu ortamda bu sıcak muhabbetten kendimizden geçmiş iken, denizden bir balık çıktı, ağlayarak dile geldi ve: “Şu anda yapmış olduğunuz tevbe, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerden dolayı Allah-u Zülcelal’in, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in ve evliyaların sizden ne kadar razı olduğunu bilseydiniz, aşk ve muhabbetten vücudunuz eriyip yok olurdu.” dedi.”
Görüldüğü gibi tevbenin, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerin mükafatı böyledir.
Bu rüyada; sohbet ortamlarında müslüman kardeşlerimizin gıybetini etmek ve dünya muhabbetini konuşmak yerine ahirete yönelik sohbetler etmek, her fırsatta mü’min kardeşlerimize tevbe etmeyi tavsiye etmek, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yapmanın bizim için daha mefaatli olduğunu işaret vardır.
Bütün bunlara bakarak, üzerimizden vahyin bereketinin kalkmaması için, Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerine sarılıp, diğer insanlara da daima nasihatte bulunmamız lazımdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
TÖVBE
Sizlere biraz bir şeyler söylemek istiyorum. Fakat se-sim müsait değildir. Yine de Allah'u Zülcelal'in takdir ettiği kadar birbirimize sohbet etmeye çalışacağız inşaallah.
Çünkü Allah'u Zülcelal'den bahsetmek ve O'nun muhabbetini kazanabilmek için çalışmak her müslümanın üzerine haktır ve farzdır. Kıyamet gününde bu muhabbet, bu sevgi bize yarayacaktır.
Allah'u Zülcelal bizlere akıl vermiştir. Bu akıl ile kendimiz için karlı olan şeyleri yapmamız, zararlı şeylerden de muhafaza olmamız lazımdır. Kendi kendimize, bizden önce yaşamış ve şimdi toprağın altında olan insanların hallerini:
“Nasıl geldiler ve nasıl gittiler?" diye biraz derin olarak düşünürsek, kendi kusurlarımızı ve nefsimize ne kadar hak-sızlık yaptığımızı meydana çıkarabiliriz.
Firavun ve onun hanımı olan Asiye (Radıyallahu Anh) bir evde beraberdiler. Tabii ikisi de bu dünyadan gittiler. Firavun;
“Ben Rabbim” diyordu. Yeryüzünde bundan büyük bir günah yoktur. Asiye (Radıyallahu Anh) ise, Nebi Musa (Aleyhisselam)'a iman etti ve müslüman oldu. Firavun ona çok şiddetli azaplar veriyordu. Dört tane çakılı kazığa ellerinden ve ayaklarından bağlıyor ve gerdiriyordu. Göğsünün üstüne de çok ağır bir taş koyduruyordu.
Hemen hemen bütün insanlar Firavun'un hizmetçisi ve dünyanın bütün malları sanki onun gibiydi, o kadar zengin ve nüfuz sahibi idi, Allah'u Zülcelal ona bir çok nimetler vermişti. Fakat şimdi Firavun ve Hz. Asiye (Radıyallahu Anh) nerede-ler? Asiye, kıyamet gününde bütün kainatın efendisi olan Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ile evlenecektir. Firavun ise; bir tencerenin içinde bulunan et parçalarını bir ateşin üstünde kaynatıldığında nasıl yuvarlanıyorsa; oda cehennem ateşinin alevinin içinde aynı o şe-kilde yuvarlanacaktır.
Dünya çok kısa bir zamandır. Onun rahatına bakmamamız lazımdır. Nefsimiz, bu dünya hayatını bize öyle uzun gösteriyor ki, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bizi aldatıyor. Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir hadisi şeriflerinde;
“Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibadetten daha efdaldir” buyurmuştur. Bunu birbirimize daima söylüyoruz. Peki ma-nası nedir?
Bu tefekkür, insana ibadet yapmayı ve günahlardan muhafaza olma kuvvetini nasip eder. Şimdi iki tane insan düşünelim. Biri dünyanın en iyi insanıdır, biri de dünyanın en kötü insanıdır. Ve bu kötü kişi tâ on beş yaşından yüz yaşına kadar her türlü günahı yapmış; diğeri de daima mağaralarda aç, susuz ve fakirlik içinde Allah'u Zülcelal'e ibadet etmiş. Şu anda bu ikisini de buraya getirirsek ve onlara;
“Sizin ömrünüz böyle geçti. Ondan ne anladınız” diye sorarsak; ikisi de diyeceklerdir ki:
“Biz sanki hiçbir şey görmedik, geçti gitti” Peki bizim durumumuzda böyle değil midir? Aynen böyledir. Siz ne derseniz deyin.
Çünkü ben kendi ömrümü öyle görüyorum. Sizde benim gibi insansınız, siz de öyle görüyorsunuz. Zaman öyle hızlı geçiyor ki, insan sanki onu hiç görmüyor.
Şu anda ben rahat isem rahatım, rahatsız isem rahatsızım. Geçen zamanı sanki hiç görmedim. Kalan ömrümüzde aynı şekilde geçecektir.
Onun için Asiye (Radıyallahu Anh) gibi eziyet ve meşakkatlere sabır göstermemiz lazımdır.
Herkes Allah'u Zülcelal'in muhabbetini arasın, onun üzerinde meraklı olsun. Bir kişi kıymetli bir şeyini kaybettiği zaman, daima o kaybettiği yerden geçerken nasıl;
“Bir daha bakayım, belki kaybettiğim şeyi görürüm” di-yorsa; Mü'min olan kişi de, Allah'u Zülcelal'in muhabetini, rızasını ve ibadetini öyle aramalıdır.
Allah'u Zülcelal kullarına karşı halimdir, ihsan sahibidir ve şefkatlidir. İnsanlar daima O'na asi geliyorlar. Halbuki bir insan, peygamber veya melek olsa kendisine asi gelen kim-seye bir gazaba gelir ve onu mahveder. Ama Allah'u Zülcelal kendisine karşı asi gelen kullarına halim davranıyor, onlara mühlet veriyor ve;
“Belki kulum tevbe eder ve bana döner. Çünkü ona azap vermek istemiyorum” diye bekliyor. Onun için insan elini vicdanına koyup;
“Benim Rabbim bana halimdir, ihsan ve merhamet sahibidir. Ben de O'na karşı biraz kendimi düzeltmeliyim” demesi lazımdır.
Bu şekilde derin olarak düşündüğü zaman, bülbül gibi daima Allah'u Zülcelal'den bahsetmek gerektiğini, O'nun zikrini, ibadetini yapmak gerektiğini ve O'nun muhabbetini, rızasını, kazanmak için gayret göstermenin her mü'minin üzerine hak olduğunu, farz olduğunu anlayacaktır.
Allah'u Zülcelal'in kudret ve azametini idrak edemiyoruz. Onun kudret ve azametini iyice idrak etseydik, devamlı olarak O'nun ibadetini yapardık ve kendimizi günahlardan da muhafaza ederdik.
Nebi Musa (Aleyhisselam), Şuayb peygamber (Aleyhisselam)'ın yanında çobanlık yapıyordu. Bir gün çok uykusu geldi. Fakat koyunların etrafında bir sürü kurt vardı. Onlardan bir an gafil kalsa, koyunların hepsini parçalardı. Fakat uykusuzluktan ve rahatsızlıktan ayakta duracak hali yoktu. Gözünü yukarı doğru kaldırıp:
“Ya Rabbi! Ben koyunlarımı sana teslim ediyorum” dedi ve uzanıp uyudu. Bir süre sonra uyanınca baktı ki; bir kurt kendisinin asasına omzuna almış ve çobanlık yapıyor. Nebi Musa (Aleyhisselam) bu duruma çok şaşırdı. Allah'u Zülcelal ona vahiy nazil ederek buyurdu ki;
“Ya Musa! Şaşırma. Bu benim yanımda bir şey değildir. Sen daima benim istediğimi yerine getir, Ben de senin istediğini yerine getiririm”
İşte Allah'u Zülcelal böyledir. Eğer kul O'nun istediği şe-kilde davranırsa, Allah'u Zülcelal de daima onunla beraberdir, daima onun her ihtiyacını yerine getirir.
Allah'u Zülcelal adalet terazisinin üzerindedir. Hiçbir kulunun zerre kadar ne bir sevabını, ne de bir günahını kaybetmez. Ama kendi rahmeti ve merhametiyle kulunu affederse O'na hiçbir şey mani olamaz. Yalnız kul da, kendisini Allah'u Zülcelal'in affına müstehak etmelidir.
Kıyamet gününde, Allah'u Zülcelal bir kuluna:
“Ya kulum! Sen dünyada kimi seviyordun” diye sorar? Tabi kul, korkudan;
“Ya Rabbi! Ben seni seviyordum. Sen benim Rabbimsin. Ruhum, canım, malım her şeyim senin elindeydi. Senden başka kimi seveceğim” der. Allah'u Zülcelal;
“Yalan söyledin ya kulum” buyurur. O kul;
“Niçin ya Rabbi” diye sorar? Allah'u Zülcelal buyurur ki;
“Ya kulum! İnsan dünyada kimi severse, daima ondan bahsetmiyor mu?" Hakikaten de bir kişi birisine aşık olduğu zaman, her nerede oturursa daima ondan bahseder.
“Ya kulum! Sen meclislerde oturduğun zaman Benden bahsetmiyordun. Dünyadan ve seni Benden gafil bırakan boş konulardan bahsediyordun” Onun için bu dünyada:
“Ya Rabbi! Ben seni seviyorum” diyelim ki, huzuruna çıktığımız zaman doğru olsun. Allah'u Zülcelal, bize baktığı zaman; hakikaten kendisine aşık olduğumuzu, O'nu sevdiğimizi ve O'nun muhabbetini kazanabilmek için daima gayret gösterdiğimizi görsün ki, kıyamet gününde;
“Evet, ya kulum! Doğru söyledin. Sen daha fazla yapmak istiyordun ama elinden o kadar geliyordu” desin.
Onun için daha dünyada iken bu alametleri üzerimizde bulundurmamız lazımdır.
Bir yerde oturduğumuz zaman en azından bir miktar Allah'u Zülcelal'den, O'nun peygamberinden, onların yolundan, Allah'u Zülcelal'e nasıl gidilebileceğinden ve O'nun rızasının nasıl kazanılacağından bahsetmemiz lazımdır.
Çünkü bir cemaat bir yerde toplandıkları zaman eğer Allah'u Zülcelal'den bahsetmeden dağılırlarsa, nasıl köpekler bir leşin üzerine gelip her biri o leşten bir parça koparıp dağılırlarsa, o cemaatte öyle dağılır. -Neuzübillah- Ama Allah'u Zülcelal'den bahsedipte dağıtırlarsa, Allah'u Zülcelal'de o cemaate;
“Dağılın; sizi af ve mağfiret ettim” diye nida eder.
Allah'u Zülcelal peygamberine de benzemez. Karun, Hz. Musa (Aleyhisselam)'ya iftira atmıştı. Hz. Musa (Aleyhisselam) Allah'u Zülcelal'e yalvardı. Allah'u Zülcelal'de ona;
“Ya Musa! Yeri Ben senin emrine verdim” buyurdu. Musa (Aleyhisselam) yere;
“Karun'u yut” diye emretti. Yer Karun'u dizlerine kadar yuttu. Karun, Hz. Musa (Aleyhisselam)'ya yalvarıp figan etti. Ama Hz Musa (Aleyhisselam) öyle gazaba gelmişti ki sanki Karun'un sesini duymuyordu. Yere;
“Karun'u yut” diye bir daha emretti. Yer Karun'u göbeğine kadar yuttu. Bir daha emretti, boğazına kadar yuttu. Bir daha emretti ve nihayet yer Karun'u tamamen yuttu. Allah'u Zülcelal Musa (Aleyhisselam)'ya buyurdu ki:
“Ya Musa! Eğer Karun bir sefer 'Ya Rabbi', deseydi; Ben ona merhametimle kurtaracaktım. Sana o kadar yalvarmasına rağmen, sen gazabından onu hiç duymadın”
İşte Allah'u Zülcelal böyle merhamet sahibidir. Ona dönmek lazımdır. Bizim günahlarımız O'nun yanında bir şey değildir. Allah'u Zülcelal'e döndüğü zaman, annesinden yeni doğmuş gibi tertemiz olur. Ne kadar günahı varsa hepsi sevaba çevrilir. İnsan için bu fırsattan, bu nimetten daha büyük ne vardır?
Yalnız tevbe ederken, insan büyük bir pişmanlıkla;
“Ya Rabbi! Senin razı olmadığın geçmişte yapmış olduğum bütün günahlarımdan pişman oldum. Ve bundan sonra da senin razı olmadığın amelleri de yapmayacağıma söz veriyorum” diye tevbe etmelidir.
Dili nasıl böyle söylüyorsa, kalbi, ruhu ve sırrı da manevi olarak aynı dili gibi kararlı olursa, bütün günahları sevaba çevrilir ve gelecekte de nefs ve şeytana mağlup olup hata yaptığı zaman yine tevbe ederse, Allah'u Zülcelal yine kabul eder.
Allah'u Zülcelal her ne kadar hataya düşmemizi istemese de, sonradan bir hata yaptığımız zaman;
“Bak, sen söz vermiştin, niçin yine hata yaptın” demez ve tevbemizi kabul eder. İmandan sonra vermiş olduğu en kıymetli şeydir. Bu tevbeyi de bize nasip ettiği için Allah'u Zülcelal'e karşı borçluyuz.
Çünkü bu tevbeyi Allah'u Zülcelal bazı mü'min kardeşlerimize nasip etmemiştir. Tevbe sanki İslam dininin dışında olan bir şeydir. Halbuki Allah'u Zülcelal bir çok ayeti ke-rimede;
“Ey İman edenler! Nasuh bir tevbe ile tevbe edin” diye, aynı namaz gibi tevbe etmeyi de emretmiştir.
Tevbe, mü'min olan kimsenin üzerine farzdır. Fakat maalesef din aramızda yabancı olmuştur. Dinimizi bilmi-yoruz. Onun için bu tevbenin ne kadar kıymetli olduğunu başta kendimize, ailemize, dost ve akrabalarımıza, komşularımıza anlatmamız lazımdır.
Dediğim gibi Allah'u Zülcelal adalet terazisinin üzerindedir. Hiç kimsenin zerre kadar amelini kaybetmez. O'nun takvasında bulunmak, O'ndan korkmak, emir ve nehiylerini yerine getirmek, hem dünyada hem de ahirette insan için kurtuluştur.
Bir cemaat, bir gün gemiyle bir yere gidiyorlardı. Baktılar ki, insan suretinde birisi, denizin üzerinde duruyor. O denizin üzerinde bulunan kişi, gemidekilere dedi ki:
“Benim yanımda bir söz var, onu bin dirheme satıyorum” Cemaatin içerisinden Allah'u Zülcelal'e aşık olan birisi dedi ki:
“Bu bedava bir şey değildir. Suyun üzerinde bu şekilde duran şahıs bunu söylüyorsa, mutlaka bunda bir hikmet vardır." Hemen cebinden bin dirhem çıkarıp ona verdi. Suyun üzerindeki şahıs dedi ki;
“Sana söyleyeceğim şeyi çok iyi muhafaza et” Adam;
“Nedir o, söyle”dedi. Ona;
“Ve men yettekıllâhe yec'al-lahû mahrecâ ve yerzukumin haysu lâ yahtesib”
"Kim Allah'tan korkarsa, (hangi darlıkta olursa olsun), Allah ona bir kurtuluş kapısı açar; ve ona umut etmediği yerden rızık verir” (Talak, 2-3) ayeti kerimeyi okumaya başladı.
Bir süre sonra fırtına çıktı ve gemi battı. Adam bir tahtanın üzerinde kaldı. Daima o ayeti kerimeyi okuyordu. Çünkü ayeti kerimede;
“Hangi darlıkta olursa, Allah ona bir kurtuluş kapısı açar” manası vardı. O tahta adamı karaya kadar getirdi. Karaya çıkınca, baktı ki orada ay gibi parlak yüzlü bir kadın tek başına duruyor. Ona;
“Niye burada duruyorsun” diye sordu? Kadın dedi ki:
“Ben arkadaşlarımı kaybettim. Onun için burada duruyorum. Fakat bir cin bana musallat oldu. Bana kötülük yapmaya çalışıyor. Ama Allah'u Zülcelal beni muhafaza ediyor” Adam kadına dedi ki;
“Seni beni cinin göremeyeceği bir yere götür ama ben onu görebileyim. Cin geldiği zaman bana haber ver” dedi. Kadın;
“Olur” dedi. Onu bir şeyin arkasına gizledi. Cin kadının yanına geldiği zaman, adam bu ayeti kerimeyi okumaya başladı. Gökten cinin üzerine bir ateş geldi ve onu yakıp kül etti. Adam kadınla beraber bir mağaraya geldiler ve orada buldukları hazineyi de yanlarına alıp, oradan kurtuldular. İşte Allah'u Zülcelal'in takvasında bulunmak, O'nun emir ve nehiylerini yerine getirmek insana hem dünyada yarıyor, hem de ahirette yarayacaktır.
Yalnız dediğim gibi Allah'u Zülcelal'in kudret ve azametine inanıp idrak etmek ve O'na tevekkül etmek lazımdır. Allah'u Zülcelal'in yanında her şey çok kolaydır.
Arş-ı âlâya kadar yedi kat gök vardır. Orada melekler ve başka mahlukatlar vardır. Yerin dibine kadar yedi kat yer ve denizlerde ne kadar mahlukat varsa, Allah'u Zülcelal bunların hepsinin açlığını, tokluğunu, ne istediğini gece-gündüz daima hepsini görür, işitir, bilir.
Ne kadar büyük bir kudret ve azamet sahibidir. Bunu biraz derin olarak düşünmemiz lazımdır. Küçücük kurtları, pireleri, karıncaları gören, işiten Allah'u Zülcelal'in bizi mahafaza etmesi nedir ki? Yalnız O'na karşı samimi olmamız lazımdır.
İnsan dünyada iken, Allah'u Zülcelal'in rızasına sebep olacak işleri maalesef tercih etmiyor. Nefsani şehvetleri, nefsinin arzularını tercih ediyor. Allah'u Zülcelal'in rızasını, O'nun emir ve nehiylerini, nefsimizin arzularının üzerine tercih etmemiz lazımdır.
Allah'u Zülcelal'in dostlarından birisi rüyasında, öyle bir huri görmüş ki eğer dünyaya çıkarsa güneşi kaybeder, kendi yüzünün parlaklığı ile dünyayı aydınlatabilir.
O'na demiş ki:
“Sen kimin içinsin?" Huri:
“Ben, mehrimi veren içinim” diye cevap vermiş.
“Peki senin mehrin nedir” diye sorunca, demiş ki;
“Benim mehrim, Allah'u Zülcelal'in rızasını kendi nefsinin arzularının üzerine tercih etmektir. Kim bunu yaparsa, benim mehrimi vermiş olur. Ben de onunla evlenirim, kıyamet gününde”
Tabi bu insan için zordur. Fakat dünyada bizi barındıracak bir bina yapabilmek için, masraf yapıyoruz, çalışıyoruz, terliyoruz. Allah'u Zülcelal kıyamet gününde yüksek yüksek köşkler hazırlamıştır. Bunların bir taşı altından, bir taşı gümüştendir. İnsan ona bakınca gözleri açık kalır. İşlerinde bir çok nimetler vardır.
Bütün bu nimetleri bedava olarak hiç çalışmadan istemek yanlıştır. Niçin dünya nimetlerini elde edebilmek için çalışıyoruz, terliyoruz, meşakkat çekiyoruz da; ahiret nimetlerini bedava almak istiyoruz?
Biraz Allah'u Zülcelal'in rızasını kazanabilmek, isteklerini yerine getirebilmek için nefsimizi rahatsız etmemiz lazımdır.
Daima nefsin isteklerini yapıp, Allah'u Zülcelal'in emir ve nehiylerini bir kenara atmak doğru değildir. Bunu hepimiz biliyoruz. Ama nefsin arzularına uyup hata yaptığımız, zaman, hemen tevbe edip;
“Ya Rabbi! Beni affet. Ben senin zayıf bir kulunum” diye Allah'u Zülcelal'e yalvarıp, O'ndan özür dilememiz lazımdır.
Tabi dünyada ne yaparsak yapalım, bir şey görmüyoruz ama ahiret gelip gördüğümüz zaman, öyle pişman olacağız ki;
“Keşke ben devamlı olarak Allah'u Zülcelal'in ibadetinde bulunsaydım” diyeceğiz. Önemli olan o gün gelmeden aklımızı başımıza alıp pişman olmaktır.
Sohbetimizin sonunda şunu söylemek istiyorum. Bu söylediğim devamlı olarak aklımızda bulunsun. Gaflet uykusuna daldığımız zaman, nasıl uyuyan bir kimseyi uyandırıp;
“Kalk bir şeyler yap, sen devamlı olarak uyuyorsun” diyorsak, nefsimizi dürterek;
“Ya nefsim! Sen gafletin içine çok fazla giriyorsun, ahiretten hiç haberin yok, kalk kendin için bir şeyler yap” diyerek uyandırmamız lazımdır.
Nefs ve şeytan daima bizimle mücadele etmek suretiyle harbediyorlar. Mü'min olan kimse şuurlu olmalıdır. Nefs ve şeytan kendisine zarar verdiği halde, hiçbir zarar vermiyormuş gibi davranmak çok yanlıştır. Daima geçmiş olan günlerimizden pişman olup Mahzun olmamız lazımdır.
“Benim elimde çok büyük bir sermaye vardı. Onunla çok güzel ve büyük şeyler yapabilirdim ama hepsi geçti gitti. Bari kalan ömrümde bir şeyler yapayım” diye Allah'u Zülcelal'den kuvvet, saadatlardan himmet istemek suretiyle kalan ömrümüzde biraz gayret göstermemiz lazımdır.
Lain şeytan bazı zamanlarda insana;
“Sen daha ne yapacaksın, bu kadar günah yaptın” di-yerek, umutsuz bırakıyor ve öyle bir hale getiriyor ki sanki artık müslüman değilmiş gibi bir düşüncenin içine sokuyor.
Bu çok yanlıştır. Bir kimse ömrünün tamamını Allah'u Zülcelal'e dönüp iman ederse, Allah'u Zülcelal onu affediyor. Mü'min olan saçını, sakalını Allah yolunda beyazlatmış olan bir kimseyi niye affetmesin ki?
Allah'u Zülcelal merhamet sahibidir. Samimi olarak pişman olup O'na döndüğümüz zaman, geçmiş olan günahlarımızı affedecektir. Bizim için Allah'u Zülcelal'in muhabbeti dünyadan, ahiretten hatta cennetten daha üstün olmalıdır.
Çünkü bize yarayacak olan O'nun muhabbetidir. Allah'u Zülcelal rızasını, muhabbetini kazanalım diye bizi yaratmış ve dünyaya göndermiştir.
Hz. İsa (Aleyhisselam) bir yerden geçerken; bir kişinin ibadet yapmaktan mahvolmuş bir adam gördü. Ona:
“Nedir senin bu halin” diye sordu? Adam dedi ki;
“Yetmiş senedir bana zerre kadar da olsa muhabbetini vermesi için Allah'u Zülcelal'e yalvarıyorum. Ya Ruhullah! Sen dua et ki, Allah'u Zülcelal bu muhabbeti bana versin” Hz. İsa (Aleyhisselam) da:
“Ya Rabbi! Bunun istediğini ona ver” diye dua etti ve geçip gitti. Bir süre sonra dönerken baktı ki, adam bir kayanın üzerine çıkmış, gözleri yukarıya doğru ve bir taş gibi göğe bakıyor. Ona selam verdi, almadı. Her ne söylediyse sanki ruhu yokmuş gibi hiç cevap vermedi. Allah'u Zülcelal Hz. İsa (Aleyhisselam)'a şöyle vahyetti:
“Bizim bir zerre kadar muhabbetimiz onu böyle yaptı. Daha fazla olsaydı hali nasıl olurdu." İşte Allah'u Zülcelal'in muhabbeti böyledir.
Allah'u Zülcelal hepimize kendi fazlı, ihsanı ve keremi ile muhabbetini versin ve razı olacağı şekilde amel-i salih nasip etsin.
Amin...
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini teskin edecek her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda (bu surede) da sana hak ve mü'minlere bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir." (Hud; 120)
Bu ayet-i kerimede bizim için çok büyük bir ders vardır. İnsan bazı zamanlarda öyle ağır hasta oluyor ki, bir bardak suyu ağzına götürüp içemeyecek duruma geliyor. Başkaları ona su içiriyor. Hatta suyu dahi içemiyor, pamuğu ıslatıp dudaklarını ıslatmak suretiyle susuzluğunu gideriyorlar. Bunu hepimiz görüyoruz.
Tabi bu insanın zahiri olan tarafıdır. Bir de manevi insan vardır fakat biz bunu görmüyoruz. Bu manevi olan insan da ya günahla müpteladır, ya da Allah-u Zülcelal'in ibadetiyle meşguldür.
Yani insan iki tanedir. Zahiri olan insan yeryüzünde sıhhatli bir şekilde dolaşır. Manevi olan insan ise ya salih ameller yapmak suretiyle kıyamet gününde çok güzel nimetlerin içinde olacak, ya da -Neuzübillah- kötü işlerle meşgul olup sahibini çok şiddetli olan cehennem azabına müstehak edecektir.
Bu manevi olan insan, maneviyat bakımından hasta olduğu zaman ve ibadet yapacak hali kalmayıp daima günahlarla meşgul olduğu zaman, onu tedavi etmek lazımdır. Eğer onu tedavi etmezsek öyle şiddetli bir azapla karşılaşacağız ki, çok büyük bir pişmanlığa düşeceğiz ama iş işten geçmiş olacaktır.
Nefs ve şeytan bizi aldatıyorlar. Eğer biraz derin olarak düşünürsek ne derece onlara aldandığımızı meydana çıkarabiliriz. Allah-u Zülcelal, biz daha annemizin karnında iken ne kadar yaşayacağımızı takdir etmiştir. Bundan ne fazla ne de eksik olur. Bir havuzu suyla doldurup altından bir delik açtığımızda ve havuza bir daha da su ilave etmediğimiz zaman, havuzdaki su bitmeyecek mi? Mutlaka biter. Her kim de bitmez derse, herkes ona:
"Sen yalancısın!" diyecektir. Bizim ömrümüzde aynen o havuzdaki su gibidir. Altında bulunan delikten hiç durmadan akıp gidiyor. Bu şekilde akarak bir gün mutlaka bitecektir. Hatta bazılarımızın ömrü çok az kalmış, bitmek üzeredir.
Ama maalesef bundan haberimiz yoktur. Onun için aklımızı başımıza alıp kalan ömrümüzde tedavi olmak, Allah-u Zülcelal'in ibadetiyle meşgul olup kendimizi günahlardan muhafaza etmek için gayret göstermemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal'in Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e emretmiş olduğu bütün şeyler onun ümmetine de emirdir.
Allah-u Zülcelal, önceki Peygamberlerin ümmetlerinin onlara yapmış olduğu eziyetleri, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e bildirdiği zaman, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onların hallerine bakarak teselli buluyor ve müşriklerin yaptığı eziyetlere karşı tahammül gücü artıyordu. Bu, bizim içinde çok büyük bir derstir.
Biz de daima önceki Peygamberlerin ve sadat-ı kiram'ın hallerini, ahlaklarını bilirsek, çok büyük menfaat elde ederiz. Çünkü onların güzel ahlaklarını bildiğimiz zaman:
"Keşke benim ahlakımda öyle olsaydı, keşke bende onlar gibi amel yapsaydım." diyerek, amelin üzerinde daha gayretli oluruz. Böyle olduğumuz zaman da inşaallah Allah-u Zülcelal o amelleri ve o güzel ahlakları bize nasip eder.
Allah-u Zülcelal'e karşı olan ibadetlere, namaz olsun, oruç olsun, zekat olsun, hac olsun, yolun üzerindeki bir şeyi kaldırmak olsun, mü'min kardeşimize yardımcı olmak olsun, yani hangi ibadet olursa olsun daima o ibadetlere aşık olmamız lazımdır.
Böyle olduğu zaman belki de Allah-u Zülcelal bizim küçük bir ibadetimize bakarak bizi af ve mağfiret edebilir. Bilhassa namazın üzerinde elimizden geldiğince gayretli olmamız lazımdır. Çünkü namaz İslam dininin direğidir. Namazın olmaması, binanın direksiz olması gibidir. Onun için ilk olarak kendimize, ailemize, dost ve akrabalarımıza namaz ile tavsiyede bulunmamız lazımdır. Namaz bütün ibadetlerin başıdır. Çünkü Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Kuşkusuz namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkor." (Ankebut; 45)
İşte namaz böyledir. Onun kıymetini iyi bilelim. Rükûsu ile, secdesi ile huşu içinde, huzurlu olarak namazımızı kıldığımız müddetçe Allah-u Zülcelal bizi muhakkak günahlardan muhafaza eder, hakiki bir tevbe ve salih amel yapmayı da nasip eder inşaallah!
Namazın içinde bütün meleklerin ibadetleri vardır. Biz onları görmüyoruz ama göklerdeki meleklerin bir kısmı kıyam halindedir, bir kısmı rükû halindedir, bir kısmı da secde halindedir. İşte namaz meleklerin ayrı ayrı cemaat olarak yapmış oldukları bu ibadetleri kendi içinde toplamıştır. Ve Allah-u Zülcelal bu namaz ibadetini bize nasip etmiştir.
A'lâ isminde bir zat, Ankebut suresini tefsir ederken şöyle demiştir:
"Namaz, meleklerin tümünün ibadetlerini ve diğer ibadetlerin çeşitlerini içinde topladığı için Allah-u Zülcelal buyuruyor ki:
"Ey kulum! Sen bu zayıflığınla Bana rükû yapıyorsun, secde yapıyorsun, kıyam yapıyorsun, tesbih yapıyorsun, tehlil yapıyorsun ve zayıflığına rağmen Bana bunları hediye ediyorsun, Ben keremimle, cömertliğim ve zenginliğimle sana niçin cennetin içindeki çeşit çeşit nimetleri vermeyeyim? Cemalimi niçin sana göstermeyeyim ve seni niçin af ve mağfiret etmeyeyim?"
Peki bundan daha güzel bir şey var mıdır? Allah-u Zülcelal'in kıyamet gününde bize bu şekilde hitap etmesinden daha güzel bir şey var mıdır? Cennette öyle çok ve çeşitli nimetler vardır ki, insan bütün ömrünce bu nimetleri saysa yine de bitiremez.
İnsan bu müjdeye bakarak ruhunu, canını namaz için feda etmesi lazımdır. Bilhassa sabah namazına aşk ve muhabbetle kalkmak lazımdır.
Nefs sıcak yataktan çıkmak istemez. Türlü hilelerle insanı sabah namazından geri bırakmak ister. Böyle olduğu zaman hemen bu müjdeleri aklımıza getirip yaramaz olan nefse uymamamız lazımdır. Eğer ona uyacak olursak bizi çok perişan eder.
Onun için Allah-u Zülcelal'in rızasına, ibadetine karşı meraklı ve mahzun olmamız lazımdır. Geçip giden bu günlerimizin, nefesleri-mizin üzerinde:
"Benim bu günlerim, nefeslerim hep boşa gitti." diyerek mahzun olmamız lazımdır. Onun için Şah-ı Nakşibend şöyle demiştir:
"Nefsi hiç olmazsa bir, iki veya üç saatte bir hesaba çekmek lazımdır."
Eğer bu bir, iki ve üç saat içinde salih ameller yapmış ise, ona cennet ni'metlerini hatırlatarak daha da çok yapması için teşvik etmelidir. Yok eğer kötü amellerle vaktini geçirmişse, ona cehennem azabını hatırlatmalı ve hemen tevbe edip Allah-u Zülcelal'e yönelmelidir.
Allah-u Zülcelal kıyamet gününde, aldığımız ve verdiğimiz nefeslerin hesabını dahi bize soracaktır. Peki hem Allah-u Zülcelal'in hakkını yerine getirmemek, hem de sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmak doğru mudur? Elbette doğru değildir. Onun için özür dilemek ve:
"Ya Rabbi! Ben senin hakkını yerine getiremiyorum. Bana kuvvet ver, Senin ibadetini yapabileyim." diyerek mahzun olmak lazımdır.
Allah-u Zülcelal her şeyin üzerine lütfunu ve -Neuzübillah- kahrını takdir etmiştir. Daima O'nun lütfunu talep etmek lazımdır. Allah-u Zülcelal bir kimsenin üzerine lütuf ve merhamet kapısını açtığı zaman, kahır kapısını kapatmış olur. -Neuzübillah- bir kimsenin üzerinde kahır kapısını açtığı zaman da lütuf kapısını kapatmış olur.
Onun için daima bir dilenci gibi Allah-u Zülcelal'den üzerimize lütuf kapısını açmasını istememiz lazımdır. Biz ısrarla istediğimiz zaman, O'nun yanında hiçbir şey zor değildir ve cömertliği ile inşaallah bizim üzerimize lütuf kapısını açacaktır.
İnsan ne derecede Allah-u Zülcelal'e karşı samimi olur ve yalvarırsa, Allah-u Zülcelal de o derecede lütuf kapısını, ihsan kapısını ve merhamet kapısını ona açacaktır.
Anlatıldığına göre, İsrailoğulları zamanında saliha bir kadın vardı. Onun kocası onu ibadetten alıkoyuyordu ve ona eziyet ediyordu. Ama kadın, kocasının yaptığı eziyetlere hiç aldırmıyordu. Kocası daima ona eziyet etmek için bahane arıyordu.
Bir gün bir bez parçasının içine bir miktar para koyup saklaması için hanımına verdi. Ve gizlice nereye sakladığını görmek için arkasından gitti. Kadın parayı saklayıp oradan ayrılınca, kocası içinde para olan bez parçasını alıp denize attı. Bir balık o parayı yuttu.
Adam bir gün balık avlamaya gitti. Ve parayı yutmuş olan balığı tuttu ve eve getirdi. Balığı, pişirmesi için hanımına verdi. Kadın balığın karnını yarınca içinde para olan bez parçasını gördü. Onu alıp yine eski yerine koydu. Tabi kocası ona eziyet yapmak için bahane arıyordu. Hanıma:
"Sana verdiğim emaneti getir." dedi. Kadın gidip parayı aldı ve getirip kocasına verdi. Adam bu duruma çok şaşırdı. Tabi adam Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametini bilmediği için çok şaşırdı. Kadın da bunun Allah-u Zülcelal'in yanında çok küçük bir şey olduğunu bildiği için hiç şaşırmadı. Adam bu hali görünce, Allah-u Zülcelal'in yoluna döndü.
İşte Allah-u Zülcelal böyledir. İnsan Allah-u Zülcelal'e tevekkül eder ve samimi olarak O'nun ibadetini her şeyin üstünde görürse, O'nun rızasını her şeyin önüne koyarsa, Allah-u Zülcelal de ona karşı her türlü lütuf ve ihsanda bulunur.
İsa aleyhisselam bir gün deniz kenarından geçerken, nurdan yaratılmış bir kuş gördü. İnsan ona baktığı zaman nurunun aydınlığından gözünü açamazdı. Kuş gidip kendini çamura batırdı ve gidip denize girdi ve yine tertemiz olup parladı. Denizden çıkıp yine çamura battı ve gelip denize girdi, temizlendi. Bu hal tam beş sefer tekrar etti. İsa aleyhisselam:
"Bu kuş neden kendini çamura batırıyor, sonra çıkıp denize giriyor ve temizleniyor?" diye kuşun haline şaşırdı. Allah-u Zülcelal İsa aleyhisselam'a şöyle vahyetti:
"Ya İsa! O namazın temsilidir." Hakikaten de o kuş kendisini beş defa çamura batırdı. Daha sonra çamurdan çıkıp denize girerek kendini temizledi.
İnsan da namaz kıldığı zaman aynı o kuşun denizde temizlenip nurlandığı gibi, hatalarından temizlenip nurlanıyor. Yine hata yaparsa aynı kuşun çamura girmesi gibi zulmetle kaplanıyor ve namaz kıldığı zaman tertemiz oluyor. İşte namaz insan için böyle kıymetlidir.
Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatmıştır:
"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle söylediğini işittim:
"Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiçbir kir kalır mı, ne dersiniz?" Sahabeler:
"Bu hal, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!" deyince, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tekrar şöyle buyurmuştur:
"İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler." (Buhari, Müslim)
Allah-u Zülcelal'e yüz bin defa şükür ve hamd-ü senalar olsun ki, bize çok büyük kolaylıklar göstermiş ve çok büyük ve kıymetli bir nimet olarak tevbe kapısını bize açmıştır. Ama maalesef insan o nimetin kıymetini bilmiyor.
Haberlerde şöyle geçmektedir:
Bir kul, Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe ettiği zaman, yerle göğün arasında yetmiş tane kandil yanar. Tabi melekler bunu gördükleri zaman bir münadi şöyle der:
"Filan oğlu filan, Rabbi ile sulh (barış) yaptı."
Çünkü kişi şeytanın yanında olduğu zaman, şeytan Allah-u Zülcelal'e düşman olduğu için, sanki o da düşman olmuş olur. Şeytanın yanından ayrılıp Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe ettiği zaman, kendi Rabbi ile sulh yapmış olur.
Öyle ise İslam dininde bu tevbeden daha güzel bir şey var mıdır? İnsan için öyle büyük ve kıymetli bir nimettir ki, anlatmakla bitireme-yiz. Onun için tevbenin kıymetini iyi bilelim.
Bazı insanlara; ‘Gelin tevbe edin’ dediğimiz zaman o kimseler:
"Allah, benim gibi bir adama azap verir mi?" diyerek bir kibrin ve ucbun (kendini beğenmişliğin) içine giriyorlar. Fakat Allah dostlarının onu gördüğü gibi, o da kendini görseydi, kıyamet gününde Allah-u Zülcelal'in azabına ne şekilde müstahak olduğunu anlayacaktı.
Allah-u Zülcelal, bize karşı çok merhametli olmasına rağmen, O'nun bu merhametini maalesef değerlendiremiyoruz. Allah-u Zülcelal'e hamd-ü senalar olsun ki, bize çok büyük bir nimet olarak iman vermiş ve bu imandan sonrada tevbe nasip etmiştir.
İnsan kendisinde bir ilerleme olmayıp yerinde saydığı zaman veya geri gittiği zaman, hemen tevbeye kaçmalıdır. "Acaba Allah-u Zülcelal bir günahtan dolayı bana gazaba mı geldi?" diyerek hemen tevbeye sarılmak lazımdır. Aylarca tevbeyi terketmek çok yanlıştır.
Nice günahlar vardır ki, hepsini unutuyoruz fakat kıyamet gününde bu günahların hepsini zerre zerre göreceğiz. Bunların hepsi Allah-u Zülcelal'in yanında kayıtlıdır.
Fakat o günahları şimdi unutmuşuz hiç hatırımıza gelmiyor. Onun için umumi olarak Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe ederken, Allah-u Zülcelal bu unutmuş olduğumuz günahlarımızı da sevaba çevirecektir inşaallah!
Aliyyü'l-Havvas, her sabah ve her akşam vücudunda ne kadar âzâ varsa, hepsinden tevbe ediyordu. Gözlerinden, kulaklarından, dilinden, ayaklarından, kalbinden yani bütün âzâlarından birer birer:
"Ya Rabbi! Bu âzâlarımla yapmış olduğum bütün günahlarımdan ben pişmanım." diye tevbe ediyordu. Ve buyuruyordu ki:
"Tevbe, Allah-u Zülcelal'in gazabını söndürür."
Çünkü insan bir günah yaptığı zaman Allah-u Zülcelal ona karşı gazaba gelir. Hatta insan günah yapıp da, Allah-u Zülcelal ona gazaba geldiği zaman, melekler korkudan arş-ı âlâ'nın kenarlarına kaçarlar.
Fakat Allah-u Zülcelal camilere bakıp zikir yapanları, seher vaktinde kalkıp ibadet yapanları ve yalvaranları gördüğü zaman gazabı yavaş yavaş durur ve melekler de eski yerlerine dönerler.
Dünyada dolaşıyoruz, yiyoruz, içiyoruz, önümüze ne gelirse yapıyoruz ama hakikat böyle değildir. Biz Allah-u Zülcelal'e karşı nasıl davranıyorsak, ağaçlar, taşlar, topraklar da bize o şekilde muamele ediyorlar. Hatta kabrimiz de bize öyle muamelede bulunuyor. Eğer biz vaktimizi ibadetle, zikirle, Allah-u Zülcelal'in razı olacağı işlerle geçirirsek, kabrimiz bize der ki:
"Allah senden razı olsun! Ben sana aşığım. Ne zaman yanıma geleceksin? Sen benim yanıma geldiğin zaman, sana hürmet edeceğim."
Ama günahlarla meşgul olup, Allah'a âsi geldiğimiz zaman yine o kuru toprak der ki:
"Allah seni kahretsin! Ben sana karşı çok gazaplanıyorum. Sen benim yanıma ne zaman geleceksin? Geldiğin zaman senin kemiklerini birbirine geçireceğim."
Onları böyle sakin ve dilsiz olarak görüyoruz ama onlar konuşurlar. Fakat biz seslerini duymuyoruz. Eğer biz Allah-u Zülcelal'e aşık olursak onlarda bize aşık oluyorlar. Fakat biz âsi olursak, onlar da bize buğz ediyorlar. İşte Allah-u Zülcelal'in işleri böyledir. Her ne kadar biz bir şey görmüyorsak da, manevi âlem bu şekilde çarketmektedir.
Ka'bü'l-Ahbar radıyallahu anh şöyle demiştir:
"Kim bir gece, kimsenin görmediği bir yerde Allah-u Zülcelal'e ibadet yaparsa, o gece o kişiyi nasıl terkederse, o kişi de aynı şekilde günahlarını terketmiş olur."
Yani insan hiç kimsenin görmediği bir yerde bir gece Allah-u Zülcelal'e ibadet ederse, nasıl gecenin içinden çıkıp, sabaha giriyorsa, günahların içinden de o şekilde çıkar.
Allah-u Zülcelal bizleri kendisine ibadet etsinler diye yaratmıştır. Allah-u Zülcelal bizi bu dünyaya kendi rızasını kazanabilmemiz için göndermiştir. Allah-u Zülcelal böyle buyurduğu halde bizim kalbimizde başka şeylerin bulunması çok yanlış bir şeydir. Kalbimizde daima Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak için bir merak, bir hararet ve yanma bulunmalıdır. Eğer insanın kalbinde Allah-u Zülcelal'in rızasının merakı varsa, gün-gün, saat-saat O'na doğru mutlaka gidecektir.
Malik bin Dinar şöyle demiştir:
"Dünyada insanın kalbinde ne kadar dünya merakı varsa, o derece ahiretin merakı onun kalbinden çıkar."
Bu söze biraz dikkat etmemiz lazımdır. Biz kalbimizi dünyaya ne kadar verirsek, ahiretin merakı o derece kalbimizden çıkar. Çünkü dünya ile ahiret tamamen birbirine zıttırlar. Bunu zahiri olarakta görebiliriz. Kalpte ahiretin merakı olduğu zaman insan namaz kılar, zikir yapar, hatme yapar, cemaate gelir.
Böyle olan bir kimsenin kalbinde Allah-u Zülcelal'in rızasının merakı var demektir. Ama bu ibadetlerin üzerinde gevşek davranıyorsa, adi olan dünyanın muhabbeti, merakı kalbine gelmiş, ahiretin merakı kalbinden çıkmış demektir.
Nasıl insan bir evi terkettiği zaman, birkaç sene sonra o ev harabe haline geliyorsa; insanın kalbi de aynen böyledir. Allah'ın rızasının merakı ondan çıkarsa veya ibadet yapmadığı zaman, zikir yapmadığı zaman, cemaati kaçırdığı zaman, gece namazına kalkmadığı zaman, bir merak bir hüzün onda peydah olmazsa, aynı harabe olan ev gibi kalpte harabeye döner. Üzerimize bir gevşeklik geldiği zaman:
"Ben mahvoldum. Cehennem ateşine müstahak olabilirim." diye ateşten kaçar gibi bu halimizden kaçmamız lazımdır.
"Ya Rabbi! Ben nefsimden, vücudumdan, hatalarımdan ve amellerimden sıyrıldım. Senin rahmetine sığınıyorum." diye Allah-u Zülcelal'e yalvarmamız lazımdır. O'nun rahmeti olmazsa, insanın ameli onu kurtaramaz.
Allah-u Zülcelal, kullarına öyle büyük bir merhamet kapısı açmıştır ki, bu kapıyı hepimiz bilmemiz lazımdır. Bu kapının kıymetini, dünyada iken bilmeyerek ahirete göç edersek, ahirette biliriz.
Fakat o zaman da hiç bir menfaat elde edemeyiz. Bu kapının kıymetini ve değerini bu dünyada mutlaka bilmemiz lazımdır. Çünkü insan ibadetiyle, taatıyla kendisini kurtaramaz. Mutlaka, Allah-u Zülcelal'in affıyla kurtulabilir. Kim olursa olsun, Allah-u Zülcelal affetmez ise, o kimsenin sonu helaktır. Onun için Allah-u Zülcelal'in merhamet kapısına gitmemiz lazımdır. Affolunmak için Allah-u Zülcelal'e çok yalvarmalıyız.
Bu ahir zamanda mü'min kardeşlerimiz, maalesef Allah-u Zülcelal'in bu merhamet kapısından çok gafildirler. "Ben tevbe ediyorum." demekle kalmak doğru değildir. Tevbenin kabul alameti; insanın tevbeden önceki ile sonraki halinin arasında fark olmasıdır. İnsanın tevbeden sonraki halinin mutlaka değişmesi lazımdır. Böyle olunca o kişi gerçek tevbe etmiş olur.
Bizler sanki önümüzde hiçbir şey yokmuş gibi dünya üzerinde geziniyoruz. Fakat, kabir kapısına ayağımızı bastığımız zaman, bu şekilde rahat yaşayamayacağız.
Mü'min olarak, günahsız ve Allah-u Zülcelal'in rahmetine layık olarak dünyadan ayrıldığımız zaman, kabrimiz bizi hoş karşılayacaktır. Bildirildiğine göre Useyd bin Abdurrahman şöyle demiştir:
"Bana anlatıldığına göre mü'min kul ölünce cenazesini taşıyanlara "Çabuk olun, beni bir an önce mezarıma ulaştırın." der. Mezarına konunca da toprak dile gelerek ona şöyle seslenir: "Ben seni üzerimde yaşarken seviyordum. Şimdi ise seni daha çok seviyorum."
Buna karşılık kafir bir kul önce cenazesini taşıyanlara: "Aman, beni geri götürün." diye bağırır. Mezarına konunca da toprak dile gelerek ona şöyle der: "Ben senden üzerimde yaşarken zaten nefret ederdim. Şimdi ise daha çok nefret ediyorum."
Hz. Ömer radıyallahu anh, halife olunca ilk işi uzun boylu ve gür sesli bir münadi bulmak olmuştu. Kazancının fazlasını vererek saat başı nerede olursa olsun kendisine gelerek yüksek sesle: "Mağrurlanma Ömer! Ölüm var!" diye bağırması için görevlendirmişti. Bununla da yetinmeyerek belki meşguliyete dalar da halka haksızlık yapar korkusu ile üzerinde: "Ömer! Ölümü unutma!" diye yazan büyük kaşlı bir gümüş yüzük yaptırmıştı.
Şeyh Muhammed Diyauddin akşam hanesine gittiği zaman hep ölümü düşünür, tanıdıklarından ölenleri anar ve:
"Falan şu kadar sene yaşadı, filan şu kadar hayat sürdü, şöyle yaptı, böyle yaptı ama nihayet ölüm geldi de göçüp gittiler." diye onbeş yirmi kişiyi anarak onların gidişini göz önüne getirip, ölümü mülahaza ederdi ve kendisine şöyle derdi:
"Onlar sıralarını savıp gittiler, şimdi ise sıra bana geldi. Artık sıra bendedir."
Kıyamet gününü hiç unutmamamız lazımdır. Kıyamet günü o kadar korkunç ve dehşetli bir gündür ki; o gün insanlar dimdik, Allah-u Zülcelal'in rahmetine bakarlar, lakin orada hiç bir fayda yoktur.
Ama bugün böyle Allah'ın rahmetine bakarsak, orada nice menfaatler vardır. Daha o korkunç güne girmeden önce Allah-u Zülcelal'in rahmetine gözlerimizi dikersek, o zaman Allah-u Zülcelal bizlere merhamet edecektir.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
UZUN EMEL
“Siz nefislerinizi şehvetler ve lezzetlerle fitneye uğrattınız. Tevbeyi ertelediniz. Ölümün geleceğinde şüphe ettiniz. Şeytan sizi aldattı. Ve bu haliniz, ölüm gelinceye kadar devam etti.” (Hadid; 14)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve hayata karşı hırs.” (Buharî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce)
Uzun emel, insanın öleceğini bildiği halde gelecekte olacak işleri düşünmesidir. Halbuki insan ne zaman öleceğini bilmez. Bu yüzden kalbinde bulunan uzun emel sevgisi, kendisi için tehlikeli bir hastalıktır.
Kalpde bulunan uzun emel sevgisi, insanın ahireti için çok büyük bir afettir. Bu hastalığa yakalanan kimse ahiret yolculuğunda geri kalır. Kendi kendisine;
“Daha gencim. Önümde uzun bir hayat var. Şimdi biraz rahat edeyim. Daha sonra tövbe eder, ibadet yaparım.” der. Uzun emel insan için çirkin bir sıfattır. Uzun emel sahibi olan kimse, dünyada da, ahirette de perişan olur.
Selman-ı Farisi (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“Üç insana şaşarım, bunlar, kendisini yakın mesafeden izleyen ölüme rağmen, uzun yaşamayı ümit eden kimse, gözetim ve kontrol altında tutulduğu halde, kendisini başıboş zanneden kimse, Allah-u Teala’nın kendisinden razı olup olmadığını bilmediği halde, ağız dolusuyla gülen kimsedir.”
Selman-ı Farisi (Radıyallahu Anh)’nin bu sözünde bizim için çok büyük bir ders vardır. Şunu aklımızdan hiç çıkarmamamız lazımdır ki; “Bu gün olmaz. Yarın yaparım.” diye bu gün bizi oyalayan şey, yarında bizimle beraber olacaktır.
Gün geçtikçe de bu meşguliyet artarak devam edecek ve bizi Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini yerine getirmekten geri bırakacaktır. Hiç kimse dünyada ihtiyacını bitirememiştir. Bir emelin sonu, diğer bir emelin başlangıcıdır. Kalbde yeşeren her yeni emelde bizi ateşe biraz daha yaklaştırmaktadır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KISA EMEL
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Elbette Allah'tan korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır.” (En’am; 32)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Dünyayı ne edeyim? Ben bir yolcuyum, dünya ise yol üstündeki bir ağaçtır. Yolcu, ağacın altında bir saat dinlenir ve kalkıp yoluna devam eder.” (Tirmizi, Ahmed b. Hanbel, İbn Mace, Hakim)
Yolu ölümden, kabirden, mahşerden, köprüden geçen ebediyet yolcusu insan, emelini kısa tutmalı, dünyayı yolunun üstünde bir saatlik gölgelik gibi görmeli ve onunla ilşkisini bir çerçeve ve sınır içinde tutmalıdır.
Abdullah ibn-i Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“Sabaha erince, nefsine akşamdan bahsetme ve akşama erdiğinde de nefsine sabahtan söz etme. Ölmeden önce hayatının ve hastalanmadan önce sağlığının değerini bil. Çünkü yarın başına neler geleceğini bilemezsin.”
Uzun emel beslemek, dünyaya rağbet etmek, dert ve sıkıntıyı çoğaltır. Buna karşılık dünyayı umursamamak ve emeli kısa tutmak hem kalbi hemde vücudu rahatlatır.
Dünyanın ne olduğunu bilen kimse, ona aldanmaz. Dünya fanidir ve onun lezzeti, rahatlığı ölümle sona erer. İnsanın esas uzun emel sahibi olması, ölümden gafil olmasından dolayıdır.
Halbuki ölüm, insandan hiç de uzak değildir. Ölüm genç, ihtiyar, çocuk dinlemez onun belirli bir vakti yoktur. Onun için gençliğe güvenmemek lazımdır. Çünkü bir ihtiyar ölene kadar, birçok çocuk ve genç ölür.
Ölümü unutmamak, uzun emel için çok tesirli bir ilaçtır. İnsan, başkalarının öldüğünü gördüğü zaman;
“Şimdi bu kişi öldü. Ben de her an ölebilirim” diye düşünmelidir. Böyle düşünen insan da kendisini ölüme hazırlar.
Ölüme hazırlık yapan bir kimse de, Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinin dışına çıkmamaya gayret gösterir ve dünya sevgisi de kalbinden kaybolur.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
“İsmini zikrederek birbirinizden yardım dilediğiniz Allah'tan korkun ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının.” (Nisa; 1)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Teala buyurur ki; Akrabalığı gözeteni bende gözetirim, onu koparanı ben de koparırım.” (Müttefekun Aleyh)
Sıla-i rahim, akrabayı ziyaret etmek, hediye vermek suretiyle ilgilenmek, yardımcı olmak yani kısaca onları unutmamaktadır. Akrabayı ziyaret edip gözetmek farz, onlarla ilgiyi kesmek haramdır.
Sıla-i rahimde bulunmak insanın ömrünün uzamasına ve rızkının artmasına sebep olduğu gibi, Allah-u Zülcelal'in yanında da çok makbuldür. Sıla-i rahmin en düşük derecesi, akrabalara selam vermek, başka yerde bulunanlara selam göndermektir.
Ka’bu’l-Ahbar şöyle demiştir:
“Allah’a yemin ederim ki, tevratta şöyle yazılıdır: Rabbinden kork, ana-babana iyi bak, akrabalarının haklarını gözet. Bunları yaparsan ömrünü uzatır, işlerini kolaylaştırır ve zorluklarını gideririm.”
Bir kimse, akrabalarının yanındaysa onlara hediye vererek, güzel muamelede bulunarak gönüllerini almalıdır.
Onları ziyaret ederek, işlerinde yardımcı olmalıdır. Akrabaları ziyaret etmekte çok güzel hasletler vardır. Bunlar;
Allah-u Zülcelal, akraba ziyaretinde bulunandan razı olur.
Akrabalar sevinir, hoşnut olur.
Melekler ferahlanır. Çünkü melekler, üzerinde sıla-i rahmi terkeden birisinin bulunduğu bir topluluğa rahmetle inmezler.
Şeytan kahrolur.
Sıla-i rahimde bulunanın ömrü uzar.
Rızkı artar.
Akrabalar arasında sevgi ve dayanışma çoğalır.
Bütün bunlara bakarak, Allah-u Zülcelal'in rızasına talip olan kimseler, sıla-i rahmi terketmekten sakın-malı, akrabalarını gözetmelidir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmayı tavsiye ettik. Özellikle anasına tavsiye ederiz ki, o, kat kat eziyete katlanarak ona hamile kalmış, emzirmesi de iki sene sürmüştür. Bunun üzerine, Bana, ana-babana şükret.” (Lokman; 14)
Muaviye İbn Hayde el-Kuşeyrî (Radıyallahu Anh) şöyle naklediyor. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e: "Ey Allah'ın Resûlü, kime iyilik yapayım?” diye sordum. Bana: "Annene" diye cevap verdi. "Sonra kime?" diye tekrar ettim. "Annene" dedi. "Sonra kime?" dedim. "Annene" dedi. "Sonra kime?" dedim, bu dördüncüde "Babana, sonra da tedrici yakınlarına" diye cevap verdi." (Ebu Dâvud, Tirmizî)
Ana-baba hakkının bizim dinimizde çok büyük bir yeri vardır. İnsan, anne ve babasına şefkat, merhamet ve muhabbet nazarıyla bakmalıdır. Onların hizmetini kendi eliyle yapmalı, başkasına bırakmamalıdır.
Ana-babaya karşı gelmek çok çirkin birşeydir. Şunu çok iyi bilmek lazımdır ki, insan ana-babasının hakkını ödemez, onlara iyilikle muamele edip rızalarını almazsa, kendisini büyük bir tehlikeye atmış olur.
Ana-babasının rızasını alan kimse, Allah-u Zülcelal'i razı etmiş olur. Ana babasını küstüren kimse, Allah-u Zülcelal'i küstürmüş olur.
Onun için Ebu'd-Derda (Radıyallahu Anh) demiştir ki;
“Bir adam bana gelerek;
“ Benim bir hanımım var. Annem onu boşamamı istiyor. Ne yapayım” diye sordu? Ben de ona Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in şu hadis-i şerifini söyledim;
“Ana-baba, cennet kapılarının ortasıdır. İster o kapıyı kaybet, istersen muhafaza et.” (Tirmizi)
İşte ana-baba hakkı böyledir. Onun için onların hakkını almak, gönüllerini hoş tutmak ve daima onlara iyilikle muamele edip rızalarını kazanmak için gayret göstermek lazımdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
MERHAMET VE ŞEFKAT
“Birbirine karşı merhametlidirler.” (Fetih; 29)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahmân'dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa, Allah da ondan (rahmet bağını) koparır.” (Tirmizî, Ebû Dâvud)
İnsan kendine karşı merhametli ise, kendini Allah’ın azabından korur. Tevbe ederek Allah’a itaat eder ve ihlasla kulluk yapar. Başkasına acıması; Müslüman kardeşlerine eziyet etmemesi ve onlara yardımla mümkündür. Canlılara merhamet etmekte büyük sevaplar vardır.
Rivayete göre Hz. Musa (Aleyhisselam) bir defasında Allah-u Zülcelal’e; “Ya Rabbi! Beni ne sayede seçkin kıldın?” diye sordu. Allah-u Zülcelal ona şöyle buyurdu:
“Seni seçip kendime yakın kılmamın sebebi, yarattıklarıma karşı merhametli oluşundur. Hani sen bir ara Şuayb’ın yanında çobanlık yaparken süründeki bir koyun kaybolmuştu. Sende onun peşine düştün. Araya araya halsiz düştüğün bir sırada onu buldun. Bulur bulmaz kucağına alıp bağrına basarak ona; “zavallı hayvan, hem beni hemde kendini yordun.” dedin. İşte bu yarattıklarıma karşı böyle merhametli davrandığın için seni seçerek peygamberlikle görevlendirdim.”
Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“Allah merhamet etmeyene rahmet etmez, affetmeyeni affetmez ve özür dileyenleri bağışlamayanın tevbesini kabul etmez.”
Sahabilerden bir zat şöyle demiştir:
“Allah, sadece merhametlilere rahmet eder. Siz yerdekilere karşı merhametli olunuz ki, gökte de size rahmet edilsin.”
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî)
Bütün bunlara bakarak; Allah-u Zülcelal’in yarattıklarına karşı merhametli davranmamız gerekir.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KOĞUCULUK
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi, ayıplamayı kendine adet edinenlerin vay haline!” (Hümeze; 1)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Teala’nın en çok buğzettiği kimseler kötü söz taşıyanlar, dostları ayıranlar, suçsuzlar için suç ve günah uyduranlardır.” (Ahmed b. Hanbel)
Koğuculuk; hoşa gitmeyen bir şeyi açıklamak, daha açık bir ifade ile sırrı açığa çıkarmak, açıklanması hoşa gitmeyen bir şeyden örtüyü kaldırmaktır. Koğuculuk yapan kimse, yeryüzünde fesadı yayar, hıyanet etmekten ve insanların arasını açmaktan hiçbir zaman geri durmaz. Koğuculuk, mü’mini alçaltan en çirkin sıfatlardan birisidir.
Koğuculuk, mü’min için çok çirkin bir sıfattır ve Allah-u Zülcelal'in gazabına sebep olur. Kim ki koğuculuk sıfatını üzerinden atmak için gayret etmezse, bu sıfat sahibini doğruca cehenneme götürür. Onun için Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem): “Koğucu cennete giremez.” (Müttefekun Aleyh) buyurmuştur.
Hasan-ı Basri şöyle demiştir:
“Bilesin ki, sana başkalarının sözünü taşıyan kimse senin sözünü de başkalarına götürür.”
Koğuculuk aynı zamanda kabir azabının da sebebidir. Amr bin Dinar'dan şöyle rivayet edilmiştir.
Medine halkından birisinin bir kız kardeşi vardı. Bir gün hastalandı ve vefat etti. O adam kızkardeşinin cenazesini defnettikten sonra evine döndü.
Eve gelince cüzdanını kabre düşürdüğünü hatırladı. Yanına bir arkadaşını alıp kabre geldiler. Kabri açıp cüzdanını buldular. Adam arkadaşına;
“Sen kenara çekil, ben kızkardeşimin ne halde olduğuna bakayım” dedi. Lahidin bir kısmını kaldırınca kız kardeşinin kabrinin alevle dolu olduğunu gördü. Hemen annesinin yanına ge-lerek; kız kardeşinin amelini sordu? Annesi dedi ki;
“O komşuların evlerine gider, kulağını kapılarına koyup konuşmalarını dinlerdi. Sonra da bunu başkalarına anlatırdı.”
Koğucu kendisini zelil ettiği gibi başkalarını da perişan eder. Hammad bin Seleme'den şöyle rivayet edilmiştir;
Adamın biri bir köle sattı, satın alana dedi ki;
“Bu kölenin bir kusuru vardır, söz gezdirir.” Köleyi satın alan adam bu kusurunu önemsemedi ve onu evine getirdi. Aradan bir zaman geçtikten sonra, köle sahibinin hanımına gelerek;
“Kocan seni sevmiyor, senin üzerine başka birini seviyor. Sana iyice bağlanmasını ister misin?” dedi. Kadın;
“Elbette isterim. Bunun için ne yapmam lazımdır?” diye sordu. Köle dedi ki;
“Öyle ise git bir ustura bul, kocan uyuduğu zaman, sakalından bir tutam kes, getir. Onunla büyü yapalım.” Sonrada sahibinin yanına giderek;
“Hanımın senden başka bir dost bulmuş. Seni de öldürmek istiyor. Bunu açıktan bilmek ister misin” dedi. Adam bunu duyunca irkildi ve;
“Elbette isterim” dedi. Köle ona dedi ki;
“Öyle ise bu gece uyuyormuş gibi yap.” Gece olunca adam uyuyormuş gibi yaptı. Birde baktı ki hanımı elinde ustura ile geldi. Kendisini öldüreceğini sanarak, usturayı onun elinden aldı ve onu öldürdü. Hanımının akrabaları da gelip adamı öldürdüler. Böylece iki taraf arasında büyük bir kan davası oldu.
Buna bakarak, insan bir başkasının lafını başka birisine söylemeden önce çok iyi düşünüp, sonunun nereye varacağını bilmelidir. Şayet bilirse, kendisini bu çirkin sıfattan muhafaza edebilir.
Koğucu ölümden sonra kabir azabı mahkumu ve kıyamet günü cehennemlik olarak Allah’ın rahmetin-den mahrumdur. İşte koğuculuk böyledir. Şimdi buna bakarak kim Allah-u Zülcelal'in azabına dayanabile-ceğine inanıyorsa, koğuculuk yapmaya devam etsin.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KOĞUCULUK
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi, ayıplamayı kendine adet edinenlerin vay haline!” (Hümeze; 1)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Teala’nın en çok buğzettiği kimseler kötü söz taşıyanlar, dostları ayıranlar, suçsuzlar için suç ve günah uyduranlardır.” (Ahmed b. Hanbel)
Koğuculuk; hoşa gitmeyen bir şeyi açıklamak, daha açık bir ifade ile sırrı açığa çıkarmak, açıklanması hoşa gitmeyen bir şeyden örtüyü kaldırmaktır. Koğuculuk yapan kimse, yeryüzünde fesadı yayar, hıyanet etmekten ve insanların arasını açmaktan hiçbir zaman geri durmaz. Koğuculuk, mü’mini alçaltan en çirkin sıfatlardan birisidir.
Koğuculuk, mü’min için çok çirkin bir sıfattır ve Allah-u Zülcelal'in gazabına sebep olur. Kim ki koğuculuk sıfatını üzerinden atmak için gayret etmezse, bu sıfat sahibini doğruca cehenneme götürür. Onun için Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem): “Koğucu cennete giremez.” (Müttefekun Aleyh) buyurmuştur.
Hasan-ı Basri şöyle demiştir:
“Bilesin ki, sana başkalarının sözünü taşıyan kimse senin sözünü de başkalarına götürür.”
Koğuculuk aynı zamanda kabir azabının da sebebidir. Amr bin Dinar'dan şöyle rivayet edilmiştir.
Medine halkından birisinin bir kız kardeşi vardı. Bir gün hastalandı ve vefat etti. O adam kızkardeşinin cenazesini defnettikten sonra evine döndü.
Eve gelince cüzdanını kabre düşürdüğünü hatırladı. Yanına bir arkadaşını alıp kabre geldiler. Kabri açıp cüzdanını buldular. Adam arkadaşına;
“Sen kenara çekil, ben kızkardeşimin ne halde olduğuna bakayım” dedi. Lahidin bir kısmını kaldırınca kız kardeşinin kabrinin alevle dolu olduğunu gördü. Hemen annesinin yanına ge-lerek; kız kardeşinin amelini sordu? Annesi dedi ki;
“O komşuların evlerine gider, kulağını kapılarına koyup konuşmalarını dinlerdi. Sonra da bunu başkalarına anlatırdı.”
Koğucu kendisini zelil ettiği gibi başkalarını da perişan eder. Hammad bin Seleme'den şöyle rivayet edilmiştir;
Adamın biri bir köle sattı, satın alana dedi ki;
“Bu kölenin bir kusuru vardır, söz gezdirir.” Köleyi satın alan adam bu kusurunu önemsemedi ve onu evine getirdi. Aradan bir zaman geçtikten sonra, köle sahibinin hanımına gelerek;
“Kocan seni sevmiyor, senin üzerine başka birini seviyor. Sana iyice bağlanmasını ister misin?” dedi. Kadın;
“Elbette isterim. Bunun için ne yapmam lazımdır?” diye sordu. Köle dedi ki;
“Öyle ise git bir ustura bul, kocan uyuduğu zaman, sakalından bir tutam kes, getir. Onunla büyü yapalım.” Sonrada sahibinin yanına giderek;
“Hanımın senden başka bir dost bulmuş. Seni de öldürmek istiyor. Bunu açıktan bilmek ister misin” dedi. Adam bunu duyunca irkildi ve;
“Elbette isterim” dedi. Köle ona dedi ki;
“Öyle ise bu gece uyuyormuş gibi yap.” Gece olunca adam uyuyormuş gibi yaptı. Birde baktı ki hanımı elinde ustura ile geldi. Kendisini öldüreceğini sanarak, usturayı onun elinden aldı ve onu öldürdü. Hanımının akrabaları da gelip adamı öldürdüler. Böylece iki taraf arasında büyük bir kan davası oldu.
Buna bakarak, insan bir başkasının lafını başka birisine söylemeden önce çok iyi düşünüp, sonunun nereye varacağını bilmelidir. Şayet bilirse, kendisini bu çirkin sıfattan muhafaza edebilir.
Koğucu ölümden sonra kabir azabı mahkumu ve kıyamet günü cehennemlik olarak Allah’ın rahmetin-den mahrumdur. İşte koğuculuk böyledir. Şimdi buna bakarak kim Allah-u Zülcelal'in azabına dayanabile-ceğine inanıyorsa, koğuculuk yapmaya devam etsin.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
ZULÜM
“O gün zalimlere özür dilemeleri hiçbir fayda sağlamaz.” (Mü’min; 52)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Teala buyurur ki; Ey Kullarım! Ben, zulmü kendime haram kıldığım gibi, sizin aranızda da haram kıldım. Artık birbirinize zulmetmeyin.” (Müslim, Tirmizi, İbn Mace)
Zulüm, insan için çok büyük bir günahtır ve sahibi için ahirette çok büyük bir azabın sebebidir. Onun için insan başkalarına zulmetmekten sakınmalıdır. Çünkü aslında başkasına yapılan zulüm, kişinin kendisine zulüm etmesi demektir. Kıyamet gününde kişi, hesap vermek için Allah-u Zülcelal'in huzuruna geldiği zaman, dünyada kime zulmetmişse, onunla yüzleştirilir.
Zalim olan kişinin sevapları, zulmettiği kişiye verilir. Eğer sevapları yetmezse, onun günahlarını yüklenir ve böylece cehennem azabına müstehak olur.
Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı [kıyamet (ve hesaplaşmanın olacağı)] gün gelmezden önce daha burada iken helalleşsin. Aksi takdirde o gün, salih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır. Eğer hasenatı yoksa, arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir.” (Buhârî, Tirmizî)
Tevratta şöyle yazıldığı rivayet edilmiştir:
“Kıyamet günü sırat köprüsünün arkasında bir münadi şöyle seslenir: Ey Haksızlık yapan zalimler zümresi, Allah kendi izzetine yemin etti ki, hiçbir zalim bu köprüyü geçemeyecektir.”
Evet zulüm büyük günahlardandır. İşlediğin günah seninle Allah arasında ise Allah-u Zülcelal kerem sahibi olduğu için seni affedebilir. Fakat işlediğin günah seninle başka bir kul arasında olunca davacının rızasını elde etmekten başka çare kalmaz.
Buna göre zalim, hem yaptığı haksızlıktan dolayı tevbe etmeli ve hem de dünyadayken zulme uğrattığı kimsenin helallığını almalıdır. Eğer bu imkanı bulamaz ise, o zaman Allah’tan mağfiret diledikten sonra zulme uğrattığı kimse için dua etmelidir. Umulur ki, bu sayede kendisine hakkını helal eder.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
“Ey iman edenler! Yakın ve uzak komşuya iyi davranın.” (Nisa; 36)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Komşusu kendi şerrinden emin olmadığı kişi iman etmiş olmaz.” (Müttefekun Aleyh)
Komşuluğun İslam dininde çok önemli bir yeri vardır. Bir kimsenin dünyada rahat ve emin bir şekilde yaşaması komşularına bağlıdır. Eğer bir kişinin komşuları iyi ise rahat ve güvenli olarak yaşar, Ama komşuları iyi değilse, rahat edemeyeceği gibi, malının güvende olmasından endişe eder, mallarını ve ailesini bırakıp, bir yolculuğa bile çıkamaz.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) birçok hadis-i şerifte, komşuya iyilik etmenin ne kadar güzel ve gerekli olduğunu beyan etmiştir. Diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Cebrail bana devamlı olarak komşuya iyilik yapmayı tavsiye ederdi. Öyle ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” (Buhari)
Bu konuda, bizden önceki seleflerin ahlakları bizim için çok büyük rehberdir. Sehl bin Abdullah (Radıyallahu Anh)'ın, mecusi bir komşusu vardı. Onun evinin duvarından, Sehl bin Abdullah'ın evine pis su akıyordu. Sehl, bu pis suyun altına bir kap koyuyor, dolunca da komşusu görmesin diye geceleyin boşaltıyordu. Sehl bin Abdullah, sekârata düşünce komşusunu çağırdı. Komşusu eve gelince, bu akan pis suyu gördü ve;
“Bu nedir?” diye sordu? Sehl dedi ki;
“Bu hal uzun süredir vardır. Rahatsız olmaman için sana söylemedim. Ama şimdi sekârata düştüm. Belki benim çocuklarım buna razı olmaz, seni rahatsız ederler diye, sana haber verdim.” Mecusi komşu:
“Vallahi bu büyük ve hak bir dinin ahlâkıdır.” dedi ve şehadet getirip müslüman oldu.
Bütün bunlara bakarak, daima komşularımıza iyilikle muamele edip, onların ihtiyaçlarını gidermeye, mallarını ve kendileri bulunmadığı zamanlarda ailelerini gözetip muhafaza etmeye gayret göstermemiz lazımdır. Unutmayalım ki, bir kimseden etrafındaki kişiler razı olursa, Allah-u Zülcelal'de ondan razı olacaktır inşallah!
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
TEMİZLİK
“Şüphesiz ki Allah, çokça tevbe edenleri ve temiz-lenenleri sever.” (Bakara; 222)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz ki, Allah temizdir, temizliği sever.” (Tirmizi)
Bilindiği gibi üç çeşit temizlik vardır.
Birincisi; bedeni necasetten ve taharetsizlikten temizlemektir. (Necaset ve taharetsizlik ile ilgili bilgiler için ilmihal kitaplarına müracaat edilmelidir. Çünkü bu kitaptan maksat; ahlaken uyulması gereken hususların açıklanmasıdır.)
İkincisi; dimağı Allah-u Zülcelal’i düşünmenin dışındaki her şeyden temizlemektir.
Üçüncüsü; kalbi kötü ahlaktan ve riya, kibir ve ucb gibi rezil huylardan temizlemektir. Dinimizde kalp ve aklın temizliği çok önemlidir. Çünkü bunlar temiz olmadıkça, Allah marifeti içlerine girmez ve O’nun nuru üzerlerine yansımaz. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Gerçek şudur ki; gözler kör olmaz. Ancak göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hacc; 46)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Uyanık olun, insanın cesedinde bir et parçası vardır. Eğer o et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o fesada uğrarsa bütün vücutta fesada (bozulmaya) uğrar. Dikkat edin o da kalptir." (Buhari, Müslim)
Gerçekten dinin esası, kişinin içindeki bilgi ve amellerdir. Bunlar olmadan dış görünüşteki ameller fayda vermez. Mesela bir insan namaz kılıyor ama riya niyetiyle kılıyor. Böyle bir amel elbette yerini bulmaz. Bilindiği gibi; riya, kibir, ucb, hased gibi hastalıklar kalbi olan hastalıklardır. Bu hastalıkların hepsi kalbi öldürücü hastalıklardır.
Kalp, Allah-u Zülcelal’e ulaşabilmenin ve O’nun rızasını kazanabilmenin en büyük vasıtasıdır. Günahlarla paslanmış kör bir hale gelen kalp Allah-u Zülcelal’in nurunu alamaz. Günahlar insanın kalbini paslandırıp kör bir hale getirirler.
İnsan günah işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta yerleştirilir. Tevbe edince kalbi cilalanır ve parlar. Dolayısıyla o siyah nokta kaybolur. Ama tevbe etmez-se ve günah işlemeye devam ederse, nokta nokta kalp kararır. Nihayet bu siyahlık bütün kalbi kaplar. İşte bu siyahlıklar kalbi kaplamadan tevbe etmek ve kalbi temizlemeye yönelmek gerekir. Kalbini tevbe ile temizlemeyip, Allah-u Zülcelal’in huzuruna paslı bir kalp ile giden kimsenin sonu perişanlıktır.
Cabir b. Ubeyd el-Adevi şöyle demiştir:
Ala b. Ziyad’a kalbimdeki vesveselerden şikayette bulundum. Bana dedi ki:
“Kalp, uğranılan bir ev gibidir. Şeytan oraya uğradığı zaman bir şey varsa alır, yoksa bırakıp gider. Yani heva ve heves olmayan gönüle şeytan giremez.”
İnsanın çaresi kalbini Allah-u Zülcelal’e sadık yapmasıdır. Çünkü kalp Allah-u Zülcelal’in nazargahıdır. Allah-u Zülcelal’i unutturacak olan her şeyi kalpten çıkarmak lazımdır. Ayrıca kim selim bir kalbe ulaşmak istiyorsa şunlara dikkat etmelidir:
1-) Tevbe ve dua
2-) Helal gıda
3-) Kur’an okumak ve ahkamına tabi olmak
4-) İbadetleri huşu ile eda etmek
5-) Geceleri ihya etmek
6-) Salih ve sadıklarla beraber olmak
7-) Güzel ahlak sahibi olmak
8-) Zikrullaha devam etmek
9-) Ölümü düşünmek
Kim bu şartlara dikkat edip de kalbini güzel sıfatlarla süslediği zaman o kimsenin bütün niyetleri hayır üzerine olur.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
ALLAH-U ZÜLCELAL’E İMAN
Allah-u Zülcelâl birdir, ortağı da yoktur. O doğurmamış ve doğurulmamıştır. O'na hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiç birine benzemez. Eşi ve benzeri yoktur. Akla, hayale ve düşünceye gelen herşeyin dışındadır. Akıl ve hayalle tasavvur edilemez. O'nun için bir başlangıç ve nihayet (son) düşünülemez. O, kendisini kendisinin övdüğü ve bildiği gibidir.
Bütün bu zikredilenleri insanların bilmesi gerekir.
İman etmiş bir insan, Allah-u Zülcelal’i bu sıfatlarla bildikten sonra, kendini Allah-u Zülcelal’in kontrol ve takibi altında olduğunu düşünmeli ve bunu hissetmelidir. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur:
“Allah üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisa; 1)
İnsanlar, birbirlerinin dış görünüşlerini bilirler. Allah-u Zülcelal ise, onların hem dışlarını hemde içlerini bilir. Buna göre murakabe ehli mü’min olan kimse, Allah-u Zülcelal’in her şeye muttali olduğunu, insanın kalbini daimi olarak gözettiğini bilmeli ve o şuurla, O’nun rızası doğrultusunda amel etmelidir.
Rivayet edildiğine göre, bir şeyh genç bir müridine ikramda bulunur ve onu diğer müridlerinden üstün tutardı. Bunlardan bazıları bu tutumdan rahatsızlık duyunca, şeyh hepsine birer kuş ve bıçak verip; “Bu kuşları kimsenin olmadığı bir yerde kesin.” der. Müridler kuşları kesip şeyhin emrini yerine getirmiş olmanın rahatlık ve sevinciyle dönerler. Genç olan ise mahzun ve mahçup bir şekilde onu geri getirir. Şeyh niçin kesmediğini sorunca da, mürid şu cevabı verir:
“Ben kimsenin olmadığı bir yer bulamadım. Çünkü nereye gittimse, Allah-u Teala’nın orada olduğunu gördüm.”
Bunun üzerine şehy, müridlere; “İşte ben bu genci bu murakabe halinden dolayı seviyor ve sizden üstün tutuyorum.” dedi.
Yine anlatıldığına göre, bir adam Cüneyd-i Bağdadi’ye; “Gözümü haramdan koruyabilmek için ne yapmalıyım?” diye sorar. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdadi şu cevabı verir:
“Bakmak istediğin zaman düşün ki; Allah-u Teala’nın sana bakması, senin harama bakmandan öncedir. (Yani sen harama bakmaya başlamadan önce Allah-u Teala sana bakar ve seni gözetler.)”
Allah-u Zülcelal’i ciddi bir şekilde murakabe eden bir mü’min, murakabe anında O’ndan başkasını gör-mez. Allah-u Zülcelal’in kendisini her an gördüğüne inanan kimse, O’nun beğenmediği bir şeyi yapamaz.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.
kaynak: ebedi hayatın huzuru (Seyda Muhammed'il Konyevi (K.S.))
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
İMAN
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) imanı şöyle tarif etmiştir:
"İman, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in Allah'ın kulu ve resulü olduğuna, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere ve her şeyin Allah'ın takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır." (Müslim)
İman Allah-u Zülcelal'in Resulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'ın vasıtasıyla bildirdiği şeyleri, kât-i surette kalben tasdik ve dil ile tekrar (ikrar) etmektir. Bu da iki şekilde olur:
1- İcmâlî İman: İman edilecek şeylere kısaca ve bir bütün olarak iman etmektir.
2- Tafsîlî İman: İman edilecek seylerin her birine açık ve geniş bir surette, ayrıntılı bir bilgi ve idrak ile iman etmektir.
Ehl-i Sünnet itikadına göre, kalbin bilmesi ve tasdik etmesi, iman için yeterlidir. Amel imanın bir kısmı değildir. Bunun için amel ve ibadette tembellik yapıp, ibadet etmemek bir mü’mini dinden çıkarmaz. Fakat imanın kemaline ermek, olgun bir hale getirmek ve bunu bu şekilde yapmakla Allah-u Zülcelâl'in vaad ettiği yüksek nimetlere kavuşmaları, gerçek mari-fetullah'a ulaşabilmeleri için amel ve ibadet şarttır.
Nitekim, Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat; 56)
Demek ki insan, Allah-u Zülcelal’e iman etmek ve O’nun emir ve nehiylerini yerine getirmeye çalışmak suretiyle kulluk yapmak için yaratılmıştır.
kaynak: ebedi hayatın huzuru (Seyda Muhammed'il Konyevi (K.S.))
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KİBRİN TEDAVİ OLUP OLMADIĞININ ANLAŞILMASI
1-İnsan herhangi bir meselede kendi emsali ile kendisini tecrübe edip, kibrinin kaybolup kaybolmadığını anlayabilir. Eğer bir hakikati, karşısındaki dile getirdiğinde, bu ağırına gider, memnunlukla karşılamaz ve kabul etmezse, henüz kalbinde gizli bir kibir var demektir.
Bundan Allah-u Zülcelal'e sığınıp, ilim ve amel yapmak suretiyle bu halden kurtulmaya çalışmak lazımdır.
2-İnsan, emsal ve akranları ile aynı meclislere gidip, yolda onları öne geçirmek ve meclislerde arkada oturmak suretiyle, kendisinde kibrin bulunup bulunmadığını öğrenebilir. Şayet onları öne geçirmek, onların arkasında oturmak, kendisine ağır geliyorsa, henüz daha kalbinde kibir var demektir.
Eğer böyleyse, kendini buna zorlayarak ve buna alışmaya, bu ağırlığı üzerinden atmaya gayret etmesi lazımdır. Ancak böyle davranarak kalbindeki kibri kırabilir.
3-Fakir kimselerin davetine katılmak, arkadaş ve yakınlarının işlerini görmekten geri kalmamak suretiyle, kibirli olup olmadığını anlayabilir.
Bu davranış ağırına gidiyorsa, kendisinde kibir var demektir. Halbuki bu davranışlar hem güzel ahlaktır, hem de mükâfâtı çoktur.
Bunlardan kaçınmak, kalbinde manevi kirlerin bulunmasındandır. Bu gibi işleri yapmak suretiyle içindeki bu kirlerden temiz-lenmeye çalışmalıdır. Ancak böylelikle kibir hastalığından kurtulabilir.
4-Kendisinin ve arkadaşlarının eşyalarını bizzat kendisi taşıyarak, kendisinde kibir olup olmadığını anlayabilir. Bundan çekinirse, yine kalbinde kibir var demektir.
5-Eski elbise giymekle kendisinde kibir olup olmadığını anlayabilir.
İşte buraya kadar anlatmış olduğumuz kibir, çok tehlikeli bir kalp hastalığıdır. Aynı zamanda Allah-u Zülcelal'in rızasına giden cennet yolunda çok büyük bir engeldir.
Bunun bir an önce tedavi edilmesi gerekir. Çünkü, kalbin bu gibi manevi hastalıklardan temizlenmesi, sonsuz olan ahiret saadetinin kazanılması demektir.
-
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KİBRİN SEBEPLERİ VE TEDAVİ YOLLARI
İnsan, kendisini büyük görmedikçe; onda kibir olmaz. Kendini büyük görmek için de kendisinde kemal sıfatlarından birinin bulunmasına inanmış olması gerekir. Kemal sıfatları ise dini ve dünyevi olmak üzere iki kısımdır.
Dini kemal, ilim ve ameldir. Dünyevi üstünlük sıfatları ise asalet, güzellik, kuvvet, servet ve nüfuz gibi şeylerdir.
İlim, kibrin birinci kapısıdır
İlim sahibi olan kişi, hemen ilmin şerefiyle şereflenmek ister. Kendisini büyük görerek, diğer insanları hakir görmeye başlar. Her yerde, insanlardan saygı ve hürmet bekler ve gördüğü saygı ve hürmetin kendi hakkı olduğunu düşünür.
Bu, ilim sahibi kişinin dünyevi açıdan yaptığı kibirdir. Ahiret bakımından da, ilmi sayesinde kendisini Allah-u Zülcelal'e herkesten daha yakın görür. Kendisini daima üstün olarak görüp, başka insanlar için endişelenir; fakat kendisini emniyette hisseder.
Oysa gerçek ilim, insanın kendisini ve Rabbini bilip, son nefesinde dünyadan imanlı olarak mı, yoksa imansız olarak mı ayrılacağından korkmasıdır. İşte bu hakiki ilim, insanın emin olmasını değil, Allah-u Zülcelal'den korkmasını, tevazu ve huşuunu arttırır. Gerçek ilim sahibi, bu ilim nimetinin şükrünü hakkıyla yerine getirmediğini ve Allah-u Zülcelal'in;
“Sana verdiğim ilim ile ne yaptın” diye kendisini sorguya çekeceğini düşünerek, herkesi kendinden hayırlı görendir. Onun için Ebu'd Derda (ra) buyurmuştur ki;
“İlmi çoğalan kimsenin sancıları çoğalır.”
Demek ki ilim, kibrin en büyük sebebidir.
Huzeyfe (ra) bir gün cemaate namaz kıldırıp selam verdikten sonra, dedi ki:
“Bundan sonra kendinize ya başka bir imam bulursunuz, yada namazınızı yalnız başınıza kılarsınız. Ben bir daha imamlık yapmam. Çünkü namaz kıldırırken, aklımdan;
“Bu cemaatte imamlığa benden daha layık kimse yok” diye bir düşünce geçti. Bu da kibir alametidir. Onun için bir daha imamlık yapmam.”
Onlar, Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini ince ince yerine getiriyorlardı. Buna rağmen, kendi üzerlerinde bir muhafız gibi davranıyorlar ve kalplerini daima kontrol ediyorlardı. Onların bu hallerinden gücümüz yettiği kadar ibret almamız lazım.
Çünkü Allah-u Zülcelal, saniyesi saniyesine kalbimize mutta-lidir, vakıftır. Kalbimizde olan biten herşeyden haberdardır.
Allah-u Zülcelal, bütün dünyayı Hz.Süleyman (as)'ın emrine vermişti. Hz.Süleyman (a.s.) bir gün memleketine şöyle bir göz atınca, kalbi memleketine meyletti, ondan hoşlandı. Bunun üzerine, Allah-u Zülcelal rüzgara:
“Onun elbiselerini kaldır” diye emretti. Rüzgar da onun elbiselerini havaya uçurdu ve Süleyman (as)'ın avret yerleri açıkta kaldı. Süleyman (as) rüzgara:
“Ey rüzgar! Elbiselerimi yerine getir!” diye emretti.Rüzgar da:
“Sen de kalbini yerine getir” diye cevap verdi.
Kibrin bir kapısı da amel ve ibadettir
Amel ve ibadet sahipleri, başkalarına böbürlenme rezaletinden kurtulamazlar. Oysa bazı evliyalar:
“Amelin meyvesi, tevazudur” demişlerdir. Onun için insan, yaptığı ibadetten dolayı kendisine bir kibir ve büyüklenme geldiğini gördüğü zaman, hemen kendi kendini kontrol edip, o halinden ve o ibadetinden dolayı da Allah-u Zülcelal'e karşı tövbe etmelidir.
Kibrin diğer bir kapısı da insanların helak olduğunu ve yalnız kendisinin kurtuluşa erdiğini sanmaktır
Halbuki esas helaka uğrayanlar, bu düşünceyi taşıyanlardır. Nitekim, Hz. Peygamber (sav) bir hadis-i şeriflerinde;
“İnsanlar helak oldu! diyeni duyduğunuz vakit, (iyi bilin ki) asıl helakte olan kendisidir.” (Müslim, Ebu Hureyre) Başka bir hadis-i şe-riflerinde ise:
“Bir kula, din kardeşini hakir görmesi, kötülük olarak yeter.” (Müslim, Ebu Hureyre) buyurmuştur.
Eski bir rivayette şöyle geçmektedir:
İsrailoğulları zamanında, kötülüğü ile meşhur bir adam vardı. Herkese zulüm yapardı. Bir gün, bir abidin yanından geçerken, kendi kendine:
“Bu da Allah'ın kulu, ben de Allah'ın kuluyum. Bu iyi bir insan, bense kötü bir insanım. Bunun yanında biraz oturayım, belki Allah-u Zülcelal onun hürmetine beni de affeder.” dedi ve o abidin yanına oturdu. Abid onu görünce:
“Bu kötü insan kim oluyor ki benim yanıma oturuyor” diye kibirlendi ve onu yanından kovdu. Bunun üzerine, Allah-u Zülcelal o zamanın peygamberine şöyle vahyetti:
“Her ikisinin de geçmişini yok ettim ve o adamı da affettim.”
Şunu çok iyi bilmek lazımdır ki, kim kendisini başkasından üstün görürse, bu cehaleti sebebiyle bütün amelini mahvetmiş olur.
Kibrin Diğer Sebepleri de Şunlardır
Birincisi; asaletle övünmektir
Asil bir aileye mensup olan kimse, kendisi gibi olmayanları hakir görür. Hatta ilim ve amelde kendisinden üstün olsa da ona kıymet vermez.
Bir gün Hz.Ebu Zer (ra) ile Hz.Bilal (ra) şiddetli bir tartışmaya girişmişlerdi.
Ebu Zer (ra), Bilal'e (ra):
“Kara kadının oğlu” dedi. Bilal (ra) da bu sözünden dolayı onu Hz. Peygamber (sav)'e şikayet etti.
Peygamber Efendimiz (sav), Ebu Zer'e:
“Söylediğin bu söz, cahiliyet dönemindeki kibirden kalbinde kalan bir şeydir.” dedi. Bunun üzerine, Hz.Ebu Zer kendini yere attı ve Hz.Bilal ayağı ile kafasına basıncaya kadar, başını yerden kaldırmamaya yemin etti.” (Buhari, İman, sh.22)
Yine, iki kişi Peygamber Efendimiz (sav)'in huzurunda birbirlerine üstünlük taslayarak tartışıyorlardı. Biri dedi ki:
“Ben falancanın oğluyum. Sen kimsin? Senin annen bile belli değildir.” Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav) buyurdu ki:
“Musa (as)'ın yanında iki adam böyle birbirlerine karşı övünmeye kalkıştı. Hatta birisi dokuz batın geriye kadar saydı.
Allah-u Zülcelal Musa (as)'ya şöyle vahyetti:
“Ey Musa! Ona söyle, iftihar ettiği dokuz kişi cehennemdedir. Kendisi de onuncusudur.” (İbni Mübarek)
İkincisi, güzellikle övünmektir. Bu daha çok kadınlarda görülür. Bu da başkalarını ayıplamaya, küçük düşürmeye ve gıybete sebep olur.
Üçüncüsü, Servet ile övünmektir.
Dördüncüsü, Kuvvet ile övünmektir.
Beşincisi ise nüfuzuyla övünmektir. Adamlarının, yardımcılarının, akraba ve çocuklarının çokluğu ile kibirlenmektir.