-
Cevap: Hekimoğlu İsmail
"Tarihçe-i Hayat basılıyor"
"1959 senesinde Tarihçe-i Hayat basılıyordu. Ben, forma forma alıp koyuyordum. Çünkü Bediüzzaman'ın hayatını çok merak ediyordum. Tarihçe-i Hayat'ta ise, Bediüzzaman'ın hayatından çok, fikirlerine yer verilmişti. Bunun sebebini sorduğumda dediler ki:
"Bediüzzaman'ın hizmetinde bulunanlardan biri, onun hayatını yazıyormuş. Bediüzzaman bu notları yırttırmış. Hayatından çok fikre yer verilmesini uygun görmüş...'
"Tabii Bediüzzaman gibi ihlâslı bir kimse, kendi hayatını kendisi yazamaz ve yazdıramazdı. Amma onun vefatından sonra, Bediüzzaman'ın hayatını bir değil, birçok kimseler yazmalı ve birçok eserler onun hayatına ayna tutmalıydı ki, idealist gençlerimiz ibret alsınlar.
-
Cevap: Hekimoğlu İsmail
"Eskişehir'e doğru"
"Tarihçe-i Hayat'ın baskısı bitip ciltlenince, arkadaşlar, Üstada götürülmek üzere, bir bavul dolusu kitap verdiler.
"Ben de, hatırladığım kadarıyla, akşam Haydarpaşa'dan hareket eden Anadolu Ekspresine bindim. Gece yarısından sonra Eskişehir'e indim, bir taksi ile söylenen otele gittim.
"Otelde uyumam mümkün olmadı. Şimdi anlıyorum ki, beni oldukça evham basmış, bir sürü korkuların pençesinde kıvranıp durmuşum. Daha evvel belirttiğim gibi, bu korkuların başında, memuriyetten atılmak, hapis olmak gibi hususlar geliyordu.
"Bir Avrupalı yazarın söylediği gibi: 'Korkusuz insan olmaz. Önemli olan korktuğunuz halde yine gayeye gidebilmenizdir.' Ben de insan olarak korkuyordum. Fakat Müslüman olarak gayeme gidiyordum. O günleri bir şükran ifadesi olarak hatırlayıp, Allah'ın sonsuz lûtf-u inayetine şükrederim.
"Sabah ezanları okununca, namazı bir camide kıldım. Emirdağ'a kalkan otobüslerin garajını buldum, sonra kahvaltı yapıp hemen garaja döndüm. Bileti alıp bavulumla birlikte otobüse bindim.
"O zamanlar modern otobüsler yoktu. Ufak, eski otobüsler vardı. Bunların üstüne de dağ gibi denkler sarılırdı. Otobüs acaip bir şey olurdu.
-
Cevap: Hekimoğlu İsmail
"Herkes Bediüzzaman'dan bahsediyordu"
"Ne ise, yola çıktık. Herkes Bediüzzaman'dan bahsediyordu. Düşündüm: 'Bunlar Bediüzzaman'dan bahsediyorlar ki, ben de bunlarla konuşayım ve beni yakalasınlar, kitapları elimden alsınlar.' Bu sebeple hiç kimseyle, hiçbir şey konuşmadım. Soru soran olduysa gayet kısa cevap verdim ve devamlı susarak hâdiselerin sonunu bekledim.
"Bediüzzaman'ın kerametlerini hatırlayıp, 'Aman, bana keramet göstermese' diyordum. Öyle ya, kalpten geçen sorulara cevap vermek, kesekâğıdının ters şekilde gelip ele yapışması... Ve, benim gördüğüm rüyalar, daha başka işittiklerim... Bunların bütünü kafamı allak bullak ediyor, keramet görmek istemiyordum. Doğrusu, kerametlerden korkuyordum. Aklımın alamayacağı, gözümün alışmadığı şeyler görmek, elbette beni endişeye düşürürdü. 'Mademki Üstad kalpten sorulan sorulara cevap veriyor, ben de kerametten korkuyorum, bana keramet göstermese' diyerek, yoluma devam etti.
-
Cevap: Hekimoğlu İsmail
"Emirdağ'a varıyorum"
"Şöyle bir tasarım vardı:
"Emirdağ'a inince hemen bavulu elime alıp, güya Emirdağ'ın yerlisi imiş gibi, bir sokağa doğru yürümeye başlayacaktım. O sokakta yaşlı bir kadınla karşılaşırsam, Bediüzzaman'ın kaldığı yeri soracaktım. Arzettim ya, beni öyle bir evham basmıştı ki, herkesi sivil polis zannedecek duruma gelmiştim. Hattâ belki bu yüzden genç hanımlara bile Bediüzzaman'ın kaldığı yeri sormayıp, ancak ve ancak yaşlı hanımlara sormayı kafamda tasarlıyordum.
"Nihayet Emirdağ'a geldim. Otobüsten indim. Şoför muavini, otobüsün üstündeki bavulların ve denklerin iplerini çözüp yavaş yavaş eşyaları sahiplerine veriyordu, ben de bekliyordum.
"Bu sırada otuz-otuz beş yaşlarında esmer, zayıfça birisi geldi. Kalabalığın içinde üç kişiyi işaret ederek, 'Siz şimdi gelin' diğer iki kişiyi de işaret ederek, 'Siz de sonra gelin' dedi.
"Ben bavulu elime aldım ve bu şahsı takip etmeye başladım.
"Eyvah' diyordum. 'Otobüsten iner inmez hemen polise yakalandık.' Kaçmanın, bir tarafa gitmenin, bir şey söylemenin imkânı ve gereği yoktu. İster istemez bavul önümde öndeki şahsı takip ettim. Bir bahçeden içeri girince, karakola geldiğime inandım. Çünkü o zamanlar, karakollar genellikle bahçe içinde bulunurdu ki, güya bazı kimselere sopa attıklarında feryadı dışarıdan duyulmasın diye. Böyle derlerdi. Bu sözün sıhhat derecesini bilmiyordum. Fakat ekseri vilâyet ve kasabalarda karakolların bahçe içinde olduğu da gerçekti.
-
Cevap: Hekimoğlu İsmail
"Üstadın kaldığı yere gelmiştik"
"Merdivenlerden birinci kata çıktık. Odalardan birinde gaz ocağı, çaydanlık, rahleler, kitaplar, kalemler görünce sevindim. Artık Üstadın kaldığı yere gelmiştik. Selâmlaştık, oturduk. Biraz sonra Üstad içeri girdi, sırtında tahmin ederim, bezden yapılmış siyah bir cübbe vardı. Boynunda beyaz bir atkı, başında kendine has bir sarık vardı, saçları uzundu. Bediüzzaman'ın içeriye girmesiyle kendimi on beşinci, on altıncı asır da yaşayan bir Osmanlı zannettim. O devir birden bire yanıma gelmişti.
"Zaten gıyaben Bediüzzaman'ın çok tesirindeydim. Evin fakirane hali, Bediüzzaman'ın giyimi bana daha da tesir etti. Yerimden kımıldayamadım. Bediüzzaman gelip benim çok yakınımdaki sedire oturdu. Misafirlerden biri kalkıp elini öpmek istedi. O iki eliyle selâmlayarak elini öptürmedi. Ve hepimiz oturduk. Evvelâ umumî bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın içinde dedi ki:
"Almanya ve Amerika'dan Risale-i Nur'lar isteniyor. Buraya gidecek kardeşlerimiz Risale-i Nur götürsünler.'
"Sonra her birimizle tek tek konuşmaya başladı. Söylediklerini hepimiz işitiyorduk.
"Bu sohbetten sonra, 'Ben hastayım. Fazla kalamayacağım' diyerek kendi odasına çekildi. Bizler de müsaade alarak odadan çıktık. Hemen yandaki oda, Bediüzzaman'a aitti. Kapıdan bir göz attım. Yerde hiçbir şey yoktu. Tertemiz tahtalar vardı. Bir köşede ve pencerenin önünde karyola bulunuyordu. Bu fakirane bir hayat, her tarafta görülüyordu. Oradan çıkıp bir bakkal dükkânına gittik.
"Hemen belirteyim ki, götürdüğüm Tarihçe-i Hayat, Lâtin harfleriyle yazılmıştı. Bediüzzaman bu eserleri aldı ve memnun oldu. Aylarca sonra Tarihçe-i Hayat hakkında takibat açıldı.
-
Cevap: Hekimoğlu İsmail
"İki yüzlü bayrak hâdisesi"
"Evet, Bediüzzaman'ın yanından çıkıp bir bakkal dükkânına girdik. Yine o zamanlar Peyami Safa 'iki yüzlü bayrak' hâdisesinden bahsedip, yeraltı hareketlerinin olduğuna dikkati çekmek istemişti. Hâdise Emirdağ'da olmuştu. Bu hâdiseyi de soruşturup Peyami Safa'ya yazayım, dedim.
"Öğrendiğime göre, Adnan Menderes, Emirdağ'a gelmiş. Yirmi beş yaşlarında, gayet utangaç olan cami imamı ise düşünmüş ki: 'Başvekilimiz kasabamızı ziyaret ediyor, acaba biz ne gibi bir iltifatta bulunabiliriz?' Hemen aklına, minberin altında bulunan bayrak geliyor. Bu bayrağın ne ve nasıl olduğunu bilmeden koşup alıyor ve caminin damından sallıyor. Menderes de bu bayrağın altından geçmiş...
"Efendim, Osmanlı'ya ait her şey silinip süpürülürken, bayrakları da toplayıp, yakıyorlarmış. Bir köylü: 'Üzerinde Kelime-i Şehadet bulunan bayrağı yaktırmam' diyerek camiye geliyor, gizlice bayrağı alıp, beline dolayıp, köyün yolunu tutuyor. Aradan yıllar geçip DP iktidara gelince, 'Artık iyi günler geldi' diyerek, getirip, bayrağı yerine koymuş. Adnan Menderes de Emirdağ'ı ziyaret edince, imam efendi, bu bayrağı hatırlayıp, işin sonu nereye varır, hesaplamadan, hemen caminin damına çıkıp, sallamaya başlamış. Uzun müddet bayrağı tutmuş olacak ki, aşağıdan birisi müezzine, 'Biraz da sen çık, bayrağı tut, imam yorulmuştur' demiş.
"Adnan Menderes gittikten sonra şikâyetler başlıyor, zabıtlar tutuluyor ve gece yarısı imam, müezzin ve müezzine bayrağı tutmasını söyleyen kişi, birer saat arayla evlerinden alınıp, karakola getiriliyor. Bu hâdise gazetelere intikal, edince, Peyami Safa feryadı basıyor: 'Yeraltı hareketleri var, iki yüzlü bayrak çekiliyor' vesaire...
-
Cevap: Hekimoğlu İsmail
"Emirdağ'dan ayrılıyoruz"
"Bediüzzaman bize haber göndermiş. 'Hemen Emirdağ'dan ayrılsınlar' diye. Fakat araba yok. Pazar günleri Eskişehir'e araba bulmak mümkün değilmiş.
"Ceylan Çalışkan'ın kullandığı bir taksi geldi, bizi Çifteler'e kadar bırakacaktı. Taksiye üç arkadaş binerken baktım, Bediüzzaman'ın bize tek tek söylediği sözlerden, benimle ilgili olanının hatırlıyorum, diğerlerini hatırlamıyordum. Yanımdaki arkadaşa:
"Bediüzzaman benim için ne söyledi?'
"Ben de onu düşünüyordum. Sizlere söyledikleri hatırımda kalmamış, bana söylediğini biliyorum.'
"Üçüncü arkadaş daha kültürlü ve Risale-i Nur'ları da iyi bilen bir kimse idi. O, 'Bu meseleleri karıştırmayın' deyince, biz de 'Peki' diyerek, arabaya bindik. Hemen çocuklar koşarak geldiler ve arabaya doldular. Belki on beş-yirmi çocuk.. Hepsi de 6 ilâ 8 yaşları civarında... Arabaya binince başladılar, 'Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı' marşını söylemeye. Bediüzzaman çocukları çok severmiş. Çocuklar da her zaman ona alâka göstermeye çalışıyordu.
"Emirdağ'ın çıkışında jandarma okuluna gelince, çocuklar indirildi ve hepsi koşarak geriye döndüler.
"Yollarda bir kısım vatandaşlar durup, arabaya dönüyor ve hürmetle selâm veriyorlardı. İçeride Bediüzzaman'ın olduğunu zannediyorlardı.
"Çifteler'e geldik, yine araba yok. Sorup soruşturduk, bir otobüs ile bir de şoförü varmış... Onu bulduk, Eskişehir'e gitmek istediğimiz söyledik. 'Herbiriniz onar lira verirseniz, götürürüm' dedi. Doğrusu çok ucuz bulduk. Çifteler'den Eskişehir'e otuz lira için bir otobüs gidecek, ucuz...
"Otobüse bindik, çok beklemeden hareket edildi. Geçtiğimiz mahallede yolcular binmeye başladılar. Eskişehir'e indiğimizde ayakta yer yoktu. Şoför daha evvel inmiş, bizi beklemiş. Biz kendisine hiçbir şey söylememişken, o şöyle dedi:
"Hoca Efendinin talebelerini her getirişimde otobüs böyle dolar. Siz zannediyor musunuz ki, otuz lira için geldim? Böyledir işte, üç kişiyle yola çıkarım, tıklım tıklım Eskişehir'e inerim. Allah bereket versin...'
"Bütün bunlar karşısında sadece susup dinliyorum ve düşünüyorum. Arkadaşlardan ayrıldık. Bunlardan biri hukukçu, biri de desinatörmüş.
"İkisini de Bediüzzaman'ı ziyaret sırasında tanıdım.
"Tekrar trene binip, yoluma devam ettim. 'Almanya ve Amerika'dan Risale-i Nur'lar isteniyormuş, oraya gidenler götürmeli...' Bu cümlenin benimle ne alakası olur? Fakat neden hep bunu düşünüyorum?
-
Cevap: Hekimoğlu İsmail
"Amerika'ya yolculuk"
"İki veya üç ay sonra Amerika'ya kurs emrim geldi. İlişiğimi kesip Erzurum'dan trene bindim. Beni uğurlayan iki kişi vardı. Milliyetçi olan İsmail Can, 'Amerika'ya ne götüreceksin?' diye sordu.
"Risale-i Nur'ları...'
"Kardeşim, ömründe bir defa Amerika'ya gideceksin Amerika yerine hapishaneye gitme...'
"Diğeri Nakşî Tarikatına bağlı bir dindardı. O,
"Bu, emri verene aittir, bizi ilgilendirmez' dedi. Halbuki bu şahsa da Bediüzzaman'ı ziyaret ettiğimden, onun söylediği sözlerden bahsetmemiştim.
"Milliyetçi olan,
"Öyle ise ben karışmıyorum kardeşim, sözümü geri aldım' dedi ve tren de hareket etti.
"Tahmin edeceğiniz gibi kafam karma karışıktı.
"Ne oluyor, birinin söylediğini, diğeri tekrar ediyor ve anlamadığım bir hal içinde gidiyorum.
"Ankara'ya gelince Risale-i Nur'ları temin ettim. Bunların bir kısmı eskimez yazı, pek azı yeni yazı ile idi. Eskimez yazı olanlarından sadece İhlâs Risalesi Mısır baskısı olup, Arapça idi. Diğerleri teksirle yazılmıştı. Teksirle yazılanların bazılarında sayfaların bir yüzü boştu. Boylu ve enli kitaplardı. Bütün risaleleri topladım, bir bavul dolusu kadardı. Onları bavula doldurdum, bavuldaki elbise, çamaşır ve ayakkabı gibi eşyalarımı da valize yerleştirdim. Böylece Esenboğa Havaalanına gittik.
"Dört motorlu iki Amerikan uçağı terminale yaklaşmıştı. O zamanlar jetlerle yolculuk yaygın değildi. Okyanusu pervaneli uçaklarla aşacaktık.
-
Cevap: Hekimoğlu İsmail
"Aranmayan tek bavul"
"Çıkış kontrolleri başladı. Yüz kişiydik. En başta yüksek dereceli kumandanların bavulları, gümrük çıkış kontrolüne tabi tutuluyordu. Bu durumu görünce canım iyice sıkıldı. Onların bavulları kontrol edildikten sonra bizimkiler haydi haydi...
"Artık dönüşü olmayan bir noktaya gelinmişti. Öyle ise hali, vaziyeti olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok. Biz de kabul ettik, bekledik.
"Sıra benim bavulları kontrole geldi. Memur içinde Risale-i Nur'lar olan bavulu tuttuğu gibi döner merdivene attı.
"Yine o zamanlar diyeceğim, çünkü çoktandır Esenboğa Havaalanından dış ülkelere hareket etmedim. Evet o zamanlar gümrük muayene bandının arkasında yuvarlak, ağaçlardan yapılmış bir yer vardı. Bavullar bu yuvarlak ağaçların üzerine konunca, her ağaç kendi ekseni etrafında dönüyor, bavul da rahat bir kayışla aşağı iniyordu. Oradan da alınıp, uçağa yükleniyordu.
"Risale-i Nur'lar bulunan kocaman ve ağır bavul hiç açılmadan giden tek bavul oldu. Diğerleri iyice arandı. Bu arada benim valiz de arandı, hattâ iki veya üç kutu lokum vardı. Onları dahi sordular ve yokladılar.
"Amerika'da gümrük kontrolleri, bizden daha sıkı. Ayrıca Amerikan gümrükçüler çok selâhiyetli, bütün bavullar ve çantalar iyice aranıp, bilhassa yiyecek maddesi sokmuyorlardı. Sarî hastalıklardan korkuyorlarmış. Elma, armut gibi meyveleri üretmek için ziraat bahçelerine gönderirlermiş, geri kalan yiyecekleri de yakarak imha ederlermiş.
"Onlar da bavulları tek tek aramaya başladılar, bizim Risale-i Nur dolu bavula gelince adamcağız bir 'okey' çekti ve yine açılmayan tek bavul, bizimki oldu. Tabii Amerikalı gümrükçü de valizimi kontrol etti.
"Amerika'ya inince başladım Risale-i Nur'ları verecek adres aramaya. Washington'daki The Islamic Center'e mektup yazıp, Bediüzzaman hakkında bilgi verdim, arzu ettikleri takdirde Risale-i Nur'ların göndereceğimi belirttim.
"Kısa zamanda mektup geldi, eserleri istiyorlardı. Bir arkadaşımla oturduk. Türk personeline göstermeden, nasıl götürürüz, diye sohbetler yapıp, plânlar hazırladık. Yani Amerikan topraklarında Risale-i Nur'ları yine Türk personelinden gizliyorduk.
"Gerçi vatandaşlarımızın ekserisi İslâmiyete bağlıydılar. İslâmiyete hizmet için yazılmış Risale-i Nur'lar, bazı çevrelerce halka yanlış tanıtılmıştı. Hâdiselere sebebiyet vermemek için tedbir alıyorduk, hepsi bu kadar.
"İki arkadaş kitapları omuzladık. Amerikan mezarlıklarından geçerek yola çıktık. Oradan otobüse bindik ve şehre inip, hemen Risale-i Nur'ları taahhütlü olarak postaladık. Daha sonra bu eserlerin alındığına dair mektup geldi, teşekkür ediyorlardı.
-
Cevap: Hekimoğlu İsmail
"Keramet niçin verilmiş?"
"Bütün bunların sonunda anladım ki, Bediüzzaman'a keramet iki sebebe binaen verilmiş. Birincisi imkânsız diyebileceğimiz şartlar için İslâmiyete hizmet ediyordu. Hizmetin yürümesi için kerametlere ihtiyaç duyuluyordu. Yukarıdaki misalde de görüldüğü gibi.
"İkincisi: Türkiye'de İslâmiyeti öğrenme imkânı yoktu. Öğrenilmeyince yaşanmıyordu da. Zaten yaşayanları da kınıyorlardı. Bediüzzaman gibi garip, fakir bir âlime kim, ne için bağlanacak? İşte ona bağlananların evvelâ kerametler çekmiş olabilir. Böylece bir kısım Risale-i Nur talebeleri evini, işini bırakarak, sonunun nereye varacağını hesaplamadan, Bediüzzaman'la birlikte hapse gidebiliyorlardı. İnsanlık tarihinde Bediüzzaman gibi, imkânsızlıklar içinde yaşayıp kitleleri peşinde sürükleyen bahtiyarların sayısı çok azdır.
"Hemen belirteyim ki, Risale-i Nur'lardaki ifadeler, ispatlar, buluşlar keramet derecesinde insana tesir etmektedir. Kafama takılan, yıllarca cevabını bulamadığım sorularıma, Risale-i Nur'larda cevap bulmuş bir kimseyim.
"Öte yanda, Bediüzzaman'ın hayatı, bir keramet... Evden, barktan vazgeçmek... Mevkiyi, makamı, menfaatı terketmek... Hakikatleri söylemek için, idamı göze almak. Bir ömür boyu sürgün hayatı yaşamak veya hapiste yatmak.
"Meselâ ben, Bediüzzaman'ın bu yönlerini öğrenince, 'Neden kumarbazlar, sarhoşlar sokaklarda serbest serbest dolaşıyorlar da, İslâmiyete hizmet etmeye çalışan Bediüzzaman hapse atılıyor?' diye âdeta isyan edip, onun yardımına koşmuşumdur.
"1954-1955 yıllarında okuyamadığım Risale-i Nur'ları dağıtıyordum. Gördüğüm şahıslar, 'Bu kitaplarda ne yazıyor?' derlerdi. Ben de, 'Siz hocasınız, okuyabilirsiniz. Ben okuyamıyorum, fakat öğrenmeye çalışıyorum. İslâmiyete hizmet eden Bediüzzaman hapismiş, ona yardım ediyoruz. Siz okuyunuz, bize de anlatınız' derdim. Onlar da okuyup, anlatırlardı, hoşuma giderdi.
"Diyebilirim ki, bana en çok tesir eden Bediüzzaman'ın hayatıdır. Öyle bir hayat yaşadı ki, onu romanlara bile sığdıramıyoruz. Öyle bir hayat yaşadı ki, en güzel romanlarımız dahi onun hayatı yanında cılız kalır."
(Son Şahitler kitabının, üçüncü cildinden derlenmiştir...)