Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
AHİRETİ DÜŞÜNMEK
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Kim dünya menfaatini dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz." (Al-i İmran; 145)
Ruhen ve kalben daima Allah-u Zülcelal'e yalvarıp Allah-u Zülcelal'den istememiz lazımdır. O'nun şefkati ve merhameti çoktur.
Önümüze maddi yada manevi, zor bir şey geldiğinde, bu işi ben yapamıyorum bu benim işim değildir. Çok zor bir iştir, ben yapamı-yorum diyoruz. İşte o anda:
"La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim" dediğimiz zaman, Allah-u Zülcelal, kolaylık verecektir. Benim bu günahtan kaçınmaya veyahutta bu işi yapmaya, kuvvetim yoktur, Allah-u Zülcelal'in ibadetini veya bu dünya işini yapmaya kuvvetim yoktur. Ancak o azim olan Allah-u Zülcelal'in kuvvetiyle bunu yapabilirim, dediğimiz zaman, Allah kuvvet ve kolaylık verecektir.
Allah-u Zülcelal'i bu şekilde tanımamız lazımdır. O'nu Azim ve Kerim olarak, nefsimizi de zayıf ve aciz olarak tanırsak, Allah'ın yardımı ile her şey, kolay olur İnşaallah.
Birisi bize küfür söylese, ya da zarar verse, o zaman ben de ona zarar vereyim, desek bu olur mu? Tabi ki olmaz!
Sen ne gidip de ona zarar vereceksin. Allah'a havale et. Allah bakarsın ki, ne yapacak! Yeterki senin için ve dışın Allah ile olsun. Allah'ı tanımadığımız için, kendi kuvvetimize, zayıf olan bünyemize güveniyoruz. Kendimize güvenmememiz lazımdır. Allah-u Zülcelal'in kuvvetine güvenmemiz, maddi ve manevi olarak O'na teslim olmamız, O'ndan yardım ve kuvvet istememiz lazımdır.
Bazı insanlar, maneviyat nedir ki diyor. Maneviyat; zahiri âzâların gıdasıdır. Maneviyat olmadığı zaman, el sadakaya gitmez, ayak camiye gitmez, göz harama, kapanmaz. Dinimiz zahirdir. Bunlar olmazsa dinimizin emirleri de yerine gelmez.
Bu gibi zahiri olan âzâların sevapları ve ibadeti, maneviyata bağlıdır. Maneviyat, ruh ve kalp sağlam olmadığı zaman, mutlaka onlar da günaha gidecektir.
Nasıl ki zahiri âzâlarımız ruhla ayakta duruyor, yürümek, elleri-mizi kaldırmak, indirmek, bunların hepsi ruha bağlıdır. İbadet de günahlardan muhafaza olmakda ruhun ve kalbin sıhhatli olmasına bağlıdır.
Bunun için, Allah-u Zülcelal'e ümit ve korku arasında kulluk yapmamız lazımdır.
Reca nedir? Çok fakir, çok muhtaç, hiç bir şeyi olmayan, açlıktan ölecek şekilde olan bir fakir, bir şeyler almak için bir zenginin kapısına gidiyorsa, bizler de kalbimizi Allah'ın merhametine, lütfuna, şefkatine karşı böyle açacağız ve daima O'ndan isteyeceğiz. Bunu manevi olarak yapacağız, o zaman hiç kimse bilmez, hiç kimsenin haberi olmaz.
Korku ise; Allah-u Zülcelal'den, O'nun azabından ve mekrinden korkmaktır. İnsan korku içinde de olmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Üç kimse vardır ki, gözleri cehennem ateşini görmez: 1-Allah yolunda gece nöbet bekteyen göz. 2-Allah korkusundan ağlayan göz. 3-Allah'ın haram kıldığı şeylere bakmayan göz." (Taberani)
Bakınız Allah korkusu, Allah-u Zülcelal katında ne kadar kıymetlidir.
Ahmed el-Hallac isminde bir zat vardı. Dünya yönünden biraz fakir idi. Onun salih bir annesi vardı. Annesi ona birgün dedi ki:
"Ey Ahmed! Ne zamana kadar böyle fakir olacağız? Halimiz kötü, perişanız!"
Annesine üzüldü ve evinin bir köşesine çekilip, Allah'a yalvardı, dua etti:
"Ya Rabbi, eğer ahirette benim bir nasibim varsa, ondan bir şey biraz bize gönder." dedi.
Baktı ki evin köşesinde bir nur göründü ve kayboldu. Baktı ki yerde kerpiç şeklinde altın var. Annesine teslim etti ve çarşıya gitti. Annesi de bunu nerede bozduracağız diye düşünerek yattı ve uykuya daldı. Rüyasında kıyametin koptuğunu gördü. Ortada çok güzel bir bina vardı, melekler: "Bu Ahmed el-Hallac'ın binasıdır." diyordu.
"O kim, benim oğlum mu?" diye sordu. "Evet senin oğlundur." dediler. Annesi içine girdi, baktı, dolaştı. O binanın içinde ki kar-yolanın bir ayağı yoktur. "Bu yatağın ayağı niye eksik!" diye sordu. Melekler:"Siz istediniz, bizde size gönderdik!" dediler. Kadın uyandı. Oğlu gelince:"Oğlum ben pişman oldum. Kusura bakma, özür diliyorum, böyle bir rüya gördüm." dedi ve rüyasını anlattı.
Bazı insanlara Allah-u Zülcelal hakikaten, dünyalık nimetlerini mükemmel olarak (Ahmed el-Hallac'ın karyolası gibi) vermek istiyor. Bazılarınınkini de biraz dünyada veriyor, çoğunu da ahirette verecek, ama eksilterek verecek.
Süleyman aleyhisselam, diğer Peygamberlerden sonra cennete girecek deniliyor. Çünkü Allah-u Zülcelal ona dünyada çok fazla verdi.
Biz Allah-u Zülcelal'e öyle borçluyuz ve Allah-u Zülcelal bize öyle hayırlar dilemiştir ki, bu hayırların en önemlisi de tevbedir. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner." (Furkan; 71)
Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatmıştır:"Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki:"Allah Zülcelal cenneti yarattığı zaman Cebrail'e:"Git ona bir bak!" buyurdular. O da gidip cennete baktı ve:
"Ey Rabbim! Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek! Herkes ibadet yaparak kendisini ona müstahak edecek!" dedi. Allah Zülcelal cennetin etrafını mekruhlarla çevirdi. Sonra:
"Hele git ona bir daha bak!" buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra da:"Korkarım, ona hiç kimse girmeyecek!" dedi. Cehennemi yaratınca, Cebrail'e:"Git, bir de, şuna bak!" buyurdu. O da gidip ona baktı ve:"İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse günah işlemeyip ona girmeyecektir!" dedi. Allah Zülcelal de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra da:"Git ona bir kere daha bak!" dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü zaman şöyle dedi:
"İzzetine yemin olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona gireceğinden korkuyorum!" (Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
İşte cennetin etrafı hep nefsin istemediği şeylerle doludur. Kim pehlivansa, o engelleri aşıp cennete girecektir.
Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, nefsin arzuları cehenneme yakın olan şeylerdir. Onun için daima nefse muhalefet etmemiz lazımdır. Dünyada ve ahirette selametli olmak için, böyle yapmak lazımdır.
Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinde daima insan için ferahlık vardır. İnsanın çaresi Allah-u Zülcelal'e tevbe etmektir. Çünkü insan, Peygamber değilse eğer, mutlaka hata sahibidir. O hatadan temizlenmek için, Allah-u Zülcelal'in merhamet kapısı olan tevbe kapısına gitmelidir. Tevbe, imandan sonra Allah-u Zülcelal'in en büyük nimetidir.
İbn-i Abbas'ın anlattığına göre, kul günahından tevbe edince Allah da onun tevbesini kabul eder. Ayrıca amel defterini tutan meleklere yazmış oldukları günahları unutturur. Bunun yanında işlemiş olduğu kötülükleri âzâlarına unutturur. Hatta gerek yeryüzündeki ve gerekse gökteki makamına da günahlarını unutturur da kıyamet gününde günahına şahidlik edecek hiçbir varlığın kalmamasını sağlar.
İnsan dili ile af dilerken tekrar aynı günahı işlemeyi düşünürse yapmış olduğu tevbe yalancı tevbesi olur, gerçek anlamda tevbe olmaz. Tevbenin gerçek olabilmesi için günahkarların dili ile af dilediği gibi aynı günahı bir daha işlememeye karar vermesi gerekir. Kul böyle tevbe yapınca Allah-u Zülcelal de, ne kadar büyük olursa olsun, onun işlediği günahı affeder. Çünkü Allah-u Zülcelal, kullarına karşı çok merhametlidir.
Rivayet edildiğine göre israiloğullarından bir genç, yirmi yıl ibadetle meşgul oldu. Sonra yirmi yılda isyan etti. Bir gün aynaya baktı. Saç ve sakalının ağarmakta olduğunu görünce, yirmi senelik isyanına nedamet ederek;
"Ya Rabbi! Yirmi yıl sana itaat ettim, sonra tam yirmi yıldır sana isyan ediyorum. Acaba sana yönelir ve tevbe edersem tevbemi kabul eder misin?" deyince, boşluktan duyduğu bir ses şöyle dedi:
"Bize icabet ettin, biz seni kabul ettik. Bizi terkettin, biz de seni terkettik. İsyan ettin sana mühlet verdik. Ne zaman bize yönelirsen biz yine seni kabul ederiz."
Buradan da anlaşıldığına göre insan ne isterse Allah-u Zülcelal o kuluna istediğini veriyor. İnsanın tek çaresi hatalarını itiraf edip, merhametlilerin en mehametlisi olan Allah-u Zülcelal'e yönelmektir.
Allahu Zülcelal böyle kıymetli olan tevbeyi herkese nasip etmez. Tevfik, Allah-u Zülcelal'in vermesidir. Yani biz Allah-u Zülcelal'e ne kadar gidersek, O da bize salih amel yapmakla ve günahlardan muhafaza etmekle bizlere tevfik verecektir.
Allah-u Zülcelal tevbe ni'metinden mü'min kardeşlerimizi mahrum etmesin ve hepimizi salih amel işlerek rızasına nail olan kullarından eylesin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Bizden Öncekilerin Güzel Halleri
Peygamberlere ait haberlerden, kalbini onunla mutmain edeceğimiz her türlü haberi sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bu surede de bana hak ve mü'minlere de bir öğüt ve ihtar vardır” (Hud; 120)
Bu ayeti kerimede bizim için çok büyük bir ders vardır. İnsan bazı zamanlarda öyle ağır hasta oluyor ki bir bardak suyu ağzına götürüp içemeyecek duruma geliyor. Başkaları ona su içiriyor. Hatta suyu dahi içemiyor, pamuğu ıslatıp dudaklarını ıslatmak suretiyle susuzluğunu gideriyorlar. Bunu hepimiz görüyoruz.
Tabi bu insanın zahiri olan tarafıdır. Bir de manevi insan vardır fakat biz bunu görmüyoruz. Bu manevi olan insanda ya kötülükle müpteladır, yada Allah'u Zülcelal'in ibadetiyle meşguldür.
Yani insan iki tanedir. Zahiri olan insan yeryüzünde sıhhatli bir şekilde dolaşır. Manevi olan insan ise ya salih ameller yapmak suretiyle kıyamet gününde çok güzel nimetlerin içinde olacak; yada -neuzübillah- kötü işlerle meşgul olup sahibini çok şiddetli olan cehennem azabına müstehak edecektir.
Bu manevi olan insan, maneviyat bakımından hasta olduğu zaman ve ibadet yapacak hali kalmayıp daima günahlarla meşgul olduğu zaman, onu tedavi etmek lazımdır.
Eğer onu tedavi etmezsek öyle şiddetli bir azapla karşılaşacağız ki, çok büyük bir pişmanlığa düşeceğiz ama iş işten geçmiş olacaktır. Onun için bu manevi insan hasta olduğu zaman hemen onu tedavi edecek çareleri başvurmamız lazımdır.
Bu geçici olan hayatta biraz başımız ağrıdığı zaman hemen bir ağrı kesici alıyoruz. Bu ufacık rahatsızlığa bile tahammül gösteremiyoruz. Allah'u Zülcelal'in kıyamet gününde hazırlamış olduğu şiddetli azabı ne kadar anlatırsak yine de onun şiddetini tarif edemeyiz.
Çünkü Allah'u Zülcelal kendi kudret ve azameti ile hazırlamıştır. O şiddetli azaba hiç kimsenin dayanacak gücü yoktur. Bu yüzden o azaba müstehak olmamak için daha bu dünyada iken kendimizi tedavi etmemiz lazımdır.
Nefs ve şeytan bizi aldatıyorlar. Eğer biraz derin olarak düşünürsek ne derece onlara aldandığımızı meydana çıkarabiliriz. Allah'u Zülcelal, biz daha annemizin karnında iken ne kadar yaşayacağımızı takdir etmiştir. Bundan ne fazla ne de eksik olur. Bir havuzu suyla doldurup altından bir delik açtığımızda ve havuza bir daha da su ilave etmediğimiz zaman, havuzdaki su bitmeyecek mi? Mutlaka biter. Her kim de bitmez derse, herkes ona;
“Sen yalancısın” diyecektir. Bizim ömrümüzde aynen o havuzdaki su gibidir. Altında bulunan delikten hiç durmadan akıp gidiyor. Bu şekilde akarak bir gün mutlaka bitecektir. Hatta bazılarımızın ömrü çok az kalmış, bitmek üzeredir.
Ama maalesef bundan haberimiz yoktur. onun için aklımızı başımıza alıp kalan ömrümüzde tedavi olmak, Allah'u Zülcelal'in ibadetiyle meşgul olup kendimizi günahlardan muhafaza etmek için gayret göstermemiz lazımdır.
“Ben iyiyim” demekle, iyi olamayız. Mü'min olan kim-senin şuurlu olması ve kendi kârını ve zararını bilmesi lazımdır. Bunu hepimiz biliyoruz ki, Allah'u Zülcelal ayet kerimede:
“Bütün insanlar hüsrandadır." (Asr 1) Yani bütün insanlar zarardadırlar. Bazı kimseler amel yapıyorlar ama bu amellerine güvenmesinler.
Çünkü o amelden daha efdal olan ameller muhakkak vardır. Onun için daima kendimizi düşünmemiz lazımdır. Elimizde bulunan sermaye bir gün aniden bitecek ve çok pişman olacağız ama iş işten geçmiş olacaktır.
Allah'u Zülcelal'in Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e emretmiş olduğu bütün şeyler O'nun ümmetine de emirdir. Allah'u Zülcelal ayeti kerimede:
“Önceki peygamberlere ait haberleri sana kıssa olarak bildirdiğimiz zaman, senin kalbin onunla mutmain olur ve İslam dininin üzerinde sabit olur. Başka insanlardan gördüğün eziyetlere tahammül edecek duruma gelirsin” buyurmuştur.
Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) müşriklerden birçok eziyetler görmüştür. Secdede iken mübarek vücuduna devenin derisini ve bağırsaklarını atıyorlardı. O kadar çok eziyet yaptılar ki anlatmakla bitiremeyiz.
Allah'u Zülcelal, önceki peygamberlerin ümmetlerinin onlara yapmış olduğu eziyetleri Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e bildirdiği zaman, Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) onların hallerine bakarak teselli buluyor ve müşriklerin yaptığı eziyetlere karşı tahammül gücü artıyordu. Bu, bizim içinde çok büyük bir derstir.
Biz de daima önceki peygamberlerin ve saadatı kiramların hallerini, ahlaklarını bilirsek, çok büyük menfaat elde ederiz. Çünkü onların güzel ahlaklarını bildiğimiz zaman;
“Keşke benim ahlakımda öyle olsaydı, keşke bende onlar gibi amel yapsaydım” diyerek, amelin üzerinde daha gayretli oluruz. Böyle olduğumuz zaman da inşaallah Allah'u Zülcelal o amelleri ve o güzel ahlakları bize nasip eder.
Çünkü bizden önceki seleflerin güzel olan halleri onları cenneti âlâya müstehak ettiği için, insan bunları bunları bildiği zaman yapmayı temenni eder ve bir gayretin içine gi-rer.
Onun için daima peygamberlerin, evliyaların hallerinden, ahlaklarından birbirimize bahsetmemiz lazımdır. Onların hallerinden, ahlaklarından bahsettiğimiz zaman kalbimiz mutmain olur ve İslam dininin üzerinde sabit olur. Hakikaten de hepimiz de bunu tecrübe edebiliriz. İnsan evliyalardan bahsettiği zaman bir huzur buluyor, hasta dahi olsa sıhhat bulu-yor, rahatlıyor. Onun için onların hallerini, ahlaklarını, amellerini birbirimize anlatmak, bizim için büyük bir menfaat ve ameli salihtir.
Bir kimse nasıl bir ibadet yaptığı zaman, o ibadetten manevi olarak bir menfaat elde ediyorsa; biz de peygamberlerden, evliyaların hallerinden bahsettiğimiz zaman büyük bir menfaat elde ederiz.
Çünkü onlar Allah'u Zülcelal'in askerleri gibidirler. Mü'minlerin halleri, ahlakları onlardan bahsetmekle doğrulur, kalplerine Allah'u Zülcelal'in muhabbeti girer. Onun için elimizden geldiği kadarıyla birbirimize onların hallerini, ahlaklarını anlatmamız ve denizden bir damla da olsa onların ahlakı ile ahlaklanabilmek için gayret göstermemiz lazımdır.
Allah'u Zülcelal'e karşı olan ibadetlere, namaz olsun, oruç olsun, zekat olsun, hac olsun, yolun üzerindeki bir şeyi kaldırmak olsun, mü'min kardeşimize yardımcı olmak olsun yani hangi ibadet olursa olsun daima o ibadetlere aşık olmamız lazımdır.
Böyle olduğu zaman belki de Allah'u Zülcelal bizim küçük bir ibadetimize bakarak bizi af ve mağfiret edebilir. Bilhassa namazın üzerinde elimizden geldiğince gayretli olmamız lazımdır. Çünkü namaz İslam dininin direğidir. Namazın olmaması, binanın direksiz olması gibidir. Onun için ilk olarak kendimize, ailemize, dost ve akrabalarımıza namaz ile tavsiyede bulunmamız lazımdır.
Namaz bütün ibadetlerin başıdır. Çünkü Allah'u Zülcelal bir ayeti kerimede:
“Namaz muhakkak fuhşiyattan ve münker olan şeylerden alıkoyar” (Ankebut 45) buyurmuştur.
İbni Abbas (Radıyallahu Anh)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) zamanında bir kişi vardı. Devamlı olarak beş vakit namazını Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in arkasında kılıyordu. Fakat karşısına ne günah gelirse gelsin yapardı. Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e dedik ki:
“Ya Resulallah! Bu adam beş vakit namazını senin arkanda kılıyor. Fakat karşısına ne günah gelirse yapıyor. Ayeti ke-rimede de; 'Namaz muhakkak fuhşiyattan ve münker olan şeylerden alıkoyar' buyrulmuş. Bu nedir?" Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem), kısa olarak buyurdu ki:
“Onun namazı, günahlardan onu muhafaza eder." Kısa bir süre sonra o adam öyle bir pişmanlık içine girdi ki, bütün yaptığı günahlardan tövbe etti ve öyle güzel bir ibadetin sahibi oldu ki, ashab-ı kiramlar acaip kaldılar.
Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sel-lem)'e gelerek:
“Ya Resulallah! O adam Allah'u Zülcelal'e döndü ve ibadetlerine öyle bir sarıldı ki bizi de geçti” dediler. Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) buyurdu ki:
“Ben size demedim mi, onun namazı onu korur”
İşte namaz böyledir. Onun kıymetini iyi bilelim. Rükusu ile, secdesi ile huşu içinde, huzurlu olarak namazımızı kıldığımız müddetçe Allah'u Zülcelal bizi muhakkak günahlardan muhafaza eder, hakiki bir tövbe ve amel-i salih yapmayı da nasip eder inşaallah!
Namazın içinde bütün meleklerin ibadetleri vardır. Biz onları görmüyoruz ama göklerdeki meleklerin bir kısmı kıyam halindedir, bir kısmı rüku halindedir, bir kısmı da secde halindedir. İşte namaz meleklerin ayrı ayrı cemaat olarak yapmış oldukları bu ibadetleri kendi içinde toplamıştır. Ve Allah'u Zülcelal bu namaz ibadetini bize nasip etmiştir.
Alâ ismindeki bir zat, Ankebut suresini tefsir ederken demiştir ki:
“Namaz, meleklerin tümünün ibadetlerini ve diğer ibadetlerin çeşitlerini içinde topladığı için Allah'u Zülcelal buyuru-yor ki:
“Ya kulum! Sen bu zayıflığınla bana rüku yapıyorsun, secde yapıyorsun, kıyam yapıyorsun, tesbih yapıyorsun, tehlil yapıyorsun ve zayıflığına rağmen Bana bunları hediye ediyorsun; Ben keremimle, cömertliğim ve zenginliğimle sana niçin cenneti âlânın içindeki çeşit çeşit nimetleri vermeyeyim; cemalimi niçin sana göstermeyeyim ve seni niçin af ve mağfiret etmeyeyim."
Peki bundan daha güzel bir şey var mıdır? Allah'u Zülcelal'in kıyamet gününde bize bu şekilde hitap etmesinden daha güzel bir şey var mıdır? Cenneti âlâda öyle çok ve çeşitli nimetler vardır ki, insan bütün ömrünce bu nimetleri saysa yine de bitiremez.
Hatta Allah'u Zülcelal buyurmuştur ki;
“Cennette nasıl nimetler olduğu insanın kalbine hatara olarak gelmez” Yani o kadar büyük ve güzel nimetler vardı ki, insan onları düşünemez. İşte Allah'u Zülcelal kıyamet gününde:
“Ya kulum! Sen namazın içinde bulunan çeşit çeşit ibadetleri bana hediye ettin. Ben bu nimetleri niçin sana vermeyeyim” buyurması, bizim için ne büyük bir müjde ve ne büyük bir nimettir. İnsan bu müjdeye bakarak ruhunu, canını namaz için feda etmesi lazımdır. Bilhassa sabah namazına aşk ve muhabbetle kalkmak lazımdır.
Nefs sıcak yataktan çıkmak istemez. Türlü hilelerle insanı sabah namazından geri bırakmak ister. Böyle olduğu zaman hemen bu müjdeleri aklımıza getirip yaramaz olan nefse uymamamız lazımdır. Eğer ona uyacak olursak bizi çok perişan eder.
Cennet, ashab-ı kiramlara helal olsun! Hz. Ömer şehit olduğu zaman, mübarek vücudunda sopa izleri gördüler. Vücudu simsiyahtı. Oysa Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) Allah'u Zülcelal'in emir ve nehiylerini ince ince yerine getiriyordu. Gece-gündüz Allah'u Zülcelal'i razı edebilmek için çabalıyordu. Hatta bir gün şaşkın gibi Medine-i Münevver'in dışına doğru gitmeye başladı. Hz. Ali (Radıyallahu Anh) dedi ki:
“Ya Emir'ül Mü'minin! Nereye gidiyorsun?" Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle cevap verdi:
“Zekat mallarından bir deve kayboldu. Onu aramaya gidiyorum." Hz. Ali (Radıyallahu Anh):
“Ya Emir'ül Mü'minin! Sen kendinden sonraki halifeleri yok ettin. Hiç kimse senin gibi yapamaz. Herkes diyecek ki;
“İmam-ı Ömer böyleydi, ama bu öyle değildir” dedi. Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) dedi ki:
“Ya Ebu'l Hasen! Beni itap etme. Nil nehrinin kıyısında bir devenin ipi kaybolsa, ben burada diyorum ki; 'Allah'u Zülcelal bununla beni muaheze (yargılamak) edecek ve kıyamet gününde beni sorguya çekecek'"
İşte onlar Allah'u Zülcelal'e karşı böyle titiz davranmalarına rağmen, O'nun korkusundan ödleri patlıyordu. Böyle olduğu halde Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) sopayla kendisine vuruyor ve;
“Bugün niye daha fazla ibadet yapmadın; niye bu hatayı yaptın” diye nefsini itap ediyordu. Ona kurban olayım. Allah'u Zülcelal, denizden bir damla olsa bizi onların hayrından mahrum etmesin. Ne kadar güzel, ne kadar doğru davranıyorlardı, ne kadar akıllıydılar.
Eğer biraz derin olarak düşünürsek bu ömür bizim için çok önemli bir fırsattır. Ama biz, sanki hiçbir şey yokmuş, dünyaya geldik ve gideceğiz gibi davranıyoruz. Bu çok yanlıştır. Onlar böyle yapıyorlardı da biz niçin onlar gibi yapamıyoruz. Bu şekilde davranmak bize de lazım değil midir? Kendi halimizi biraz tefekkür edip:
“Ben gevşek davranıyorum; Allah'u Zülcelal'e niye hakkıyla ibadet yapamıyorum” demiyoruz. İbadet yapamadığımız zaman niçin sanki dünya başımıza yıkılmış gibi olmuyoruz?
Daima bu halin içinde olmamız lazımdır.
“Benim dünyaya gelmem, benim için çok büyük bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirmek suretiyle bu dünyadan gitmeliyim. Yoksa kıyamet gününde çok perişan olurum” di-yerek, nefsimize itapta bulunmamız lazımdır.
Nefsimiz Allah'u Zülcelal'e ibadet yapmadığı zaman, kendimize vurmuyorsak ta, hiç olmazsa manevi olarak vuralım.
“Ya nefsim! Sen böyle yapmakla çok büyük zarar ettin." Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) geceleri nefsine:
“Ya nefsim! Sen Allah için ne yaptın” diye soruyordu? Biz de kendimize:
“Bu gün Allah için ne yaptım. Namaz kıldım mı? Allah'ın zikrini yaptım mı? Herhangi bir İslam'i hizmet yaptım mı? Bir mü'min kardeşime menfaatli oldum mu, olmadım mı?" diye sormak suretiyle, kendi hesabımızı görmemiz lazımdır.
Eğer biz buna meraklı olmazsak ve yapamadığımız zaman mahzun olmazsak, bizden hiçbir şey çıkmaz. Sıfır olarak dünyadan gideriz. Onun için Allah'u Zülcelal'in rızasına, ibadetine karşı meraklı ve mahzun olmamız lazımdır. Geçip giden bu günlerimizin, nefeslerimizin üzerinde:
“Benim bu günlerim, nefeslerim hep boşa gitti” diyerek mahzun olmamız lazımdır. Onun için Şah-ı Nakşibend (Kuddise Sırruh) buyurmuştur ki:
“En fazla üç saatte bir; 'Ben bu üç saatin içinde ne yaptım' diyerek, neleri yapıp neleri yapmadığının hesabını yapması lazımdır. Eğer o üç saati ibadetlerle geçirmişse; 'Sana hamdü senalar olsun Ya Rabbi! O ibadeti yapma kuvvetini bana verdin ve yapmayı nasip ettin. Ya Rabbi! Bana daha fazla kuvvet ver ki, sana daha fazla ibadet yapayım' diye Allah'u Zülcelal'e hamd ve şükür etmesi lazımdır. Ama bu üç saati hep gafletle, günahla geçirmişse, hemen oturup pişman olmak ve Allah'u Zülcelal'e karşı:
“Ya Rabbi! Benim bu üç saatim hep hatalarla geçti. Pişman oldum, senden özür diliyorum ve bir daha yapmayacağıma söz veriyorum” diye tövbe etmek ve amele sarılmak lazımdır."
Kıyamet gününde Allah'u Zülcelal aldığımız ve verdiğimiz nefeslerin hesabını dahi bize soracaktır. Peki hem Allah'u Zülcelal'in hakkını yerine getirmemek, hem de sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmak doğru mudur? Doğru değildir. Onun için özür dilemek ve:
“Ya Rabbi! Ben senin hakkını yerine getiremiyorum. Bana kuvvet ver, Senin ibadetini yapabileyim” diyerek mahzun olmak lazımdır.
Allah'u Zülcelal her şeyin üzerine lütfunu ve -neuzübillah- kahrını takdir etmiştir. Daima O'nun lütfunu talep etmek lazımdır. Allah'u Zülcelal bir kimsenin üzerine lütuf ve merhamet kapısını açtığı zaman, kahr kapısını kapatmış olur. -Neuzübillah- bir kimsenin üzerinde kahr kapısını açtığı zaman da lütuf kapısını kapatmış olur.
Onun için daima bir dilenci gibi Allah'u Zülcelal'den üzerimize lütuf kapısını açmasını istememiz lazımdır.
Biz ısrarla istediğimiz zaman, O'nun yanında hiçbir şey zor değildir ve cömertliği ile inşaallah bizim üzerimize lütuf kapısını açacaktır.
İnsan ne derecede Allah'u Zülcelal'e karşı samimi olur ve yalvarırsa, Allah'u Zülcelal de o derecede lütuf kapısını, ihsan kapısını ve merhamet kapısını ona açacaktır.
İsrailoğulları zamanında saliha bir kadın vardı. Onun kocası onu ibadette alıkoyuyordu ve ona eziyet ediyordu. Ama kadın kocasının yaptığı eziyetlere hiç aldırmıyordu. Kocası daima ona eziyet etmek için bahane arıyordu.
Bir gün bir bez parçasının içine bir miktar para koyup saklaması için hanımına verdi. Ve gizlice nereye sakladığını görmek için arkasından gitti. Kadın parayı saklayıp oradan ayrılınca, kocası içinde para olan bez parçasını alıp denize attı. Bir balık o parayı yuttu.
Adam bir gün balık avlamaya gitti. Ve parayı yutmuş olan balığı tuttu ve eve getirdi. Balığı, pişirmesi için hanımına verdi. Kadın balığın karnını yarınca içinde para olan bez parçasını gördü. Onu alıp yine eski yerine koydu. Tabi kocası ona eziyet yapmak için bahane arıyordu. Hanıma:
“Sana verdiğim emaneti getir” dedi. Kadın gidip parayı aldı ve getirip kocasına verdi. Adam bu duruma çok şaşırdı. Tabi adam Allah'u Zülcelal'in kudret ve azametini bilmediği için çok şaşırdı. Kadın da bunun Allah'u Zülcelal'in yanında çok küçük bir şey olduğunu bildiği için hiç şaşırmadı.
Adam bu hali görünce, Allah'u Zülcelal'in yoluna döndü. İşte Allah'u Zülcelal böyledir. İnsan Allah'u Zülcelal'e tevekkül eder ve samimi olarak O'nun ibadetini her şeyin üstünde görürse, O'nun rızasını her şeyin önüne koyarsa, Allah'u Zülcelal de ona karşı her türlü lütuf ve ihsanda bulunur. Yukarıda dediğimiz gibi:
“İnsan zayıflığına rağmen çeşit çeşit ibadetleri Allah'u Zülcelal'e hediye ederse, Allah'u Zülcelal cennet nimetlerini niye ona vermeyecek ki?" Verecektir inşaallah.
Daima dediğim gibi namazın üzerine çok titrememiz lazımdır. Hem kendimize hem ailemize hem de dost ve akrabalarımıza namaz hususunda tavsiyede bulunmamız lazımdır.
Hz. İsa (Aleyhisselam) bir gün deniz kenarından geçerken, nurdan yaratılmış bir kuş gördü. İnsan ona baktığı zaman nurunun aydınlığından gözünü açamaz. Kuş gidip kendini çamura batırdı ve gidip denize girdi ve yine tertemiz olup parladı. Denizden çıkıp yine çamura battı ve gelip denize girdi, temizlendi. Bu hal tam beş sefer tekrar etti. Hz. İsa (Aleyhisselam):
“Bu kuş niçin kendini çamura batırıyor, sonra çıkıp denize giriyor ve temizleniyor” diye kulun haline şaşırdı. Allah'u Zülcelal Hz. İsa (Aleyhisselam)'a şöyle vahyetti:
“Ya İsa! O namazın temsilidir." Hakikaten de o kuş kendisini beş defa çamura batırdı. Daha sonra çamurdan çıkıp denize girerek kendini temizledi.
İnsan da namaz kıldığı zaman aynı o kuşun denizde temizlenip nurlandığı gibi, hatalarından temizlenip nurlanıyor. Yine hata yaparsa aynı kuşun çamura girmesi gibi zulmetle kaplanıyor ve namaz kıldığı zaman tertemiz oluyor.
İşte namaz insan için böyle kıymetlidir. Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) de ashabı kiramlara:
“Bir kimsenin evinin önünden bir nehir aksa ve o kişi günde beş sefer kendini o nehirde yıkasa, onda kir kalır mı?" diye sormuş; ashabı kiramlar da:
“Hayır, Ya Rasulallah” diye cevap vermişlerdir. O zaman buyurmuştur ki:
“İşte namaz da böyledir. Beş vakit namaz kıldığımız zaman üzerimizde hata kalmaz”
Allah'u Zülcelal'e yüz bin defa şükür ve hamdü senalar olsun ki, bize çok büyük kolaylıklar göstermiş ve çok büyük ve kıymetli bir nimet olarak tövbe kapısını bize açmıştır. Ama maalesef insan o nimetin kıymetini bilmiyor.
Eğer hakiki olarak tövbe edersek kıyamet gününde onun mükafatını gördüğümüz zaman, onun kıymetini bileceğiz. Tövbe, Allah'u Zülcelal'in imandan sonra bize verdiği en büyük nimettir.
Haberlerde şöyle geçmektedir:
Bir kul, Allah'u Zülcelal'e karşı tövbe ettiği zaman, yerle göğün arasında yetmiş tane kandil yanar. Tabi melekler bunu gördükleri zaman bir münadi şöyle der:
“Filan oğlu filan, kendi Rabbi ile sulh (barış) yaptı." Çünkü kişi şeytanın yanında olduğu zaman, şeytan Allah'u Zülcelal'e düşman olduğu için, sanki o da düşman olmuş olur. Şeytanın yanından ayrılıp Allah'u Zülcelal'e karşı tövbe ettiği zaman, kendi Rabbi ile sulh yapmış olur.
Öyle ise İslam dininde bu tövbeden daha güzel bir şey var mıdır? İnsan için öyle büyük ve kıymetli bir nimettir ki, anlatmakla bitiremeyiz. Onun için tövbenin kıymetini iyi bilelim.
Sadece dil ile tövbe etmek yeterli değildir. Onun alametlerini biraz üzerimizde bulundurmamız lazımdır.
Allah'u Zülcelal'e karşı ihlaslı olalım. Bir mesele vardır. Biraz uzundur ama kısaca anlatmaya çalışalım inşaallah!
Bir cemaat, ağaca tapıyordu. Bunu duyan bir abid, baltasını alarak ağacı kesmek için yola çıktı. Şeytan, insan suretinde abidin karşısına çıkıp:
“Nereye gidiyorsun” diye sordu? Abid:
“Falan yerde insanlar ağaca tapıyorlarmış, onu keseceğim” dedi. Şeytan dedi ki:
“Seni ne âlâkadar eder? Sen kendi ibadetini bırakıp ağacı kesmekle meşgul oluyorsun. Sen kendi ibadetine dön” Abid:
“Bu da benim için ibadettir” dedi. Şeytanla abid mücadele ettiler ve abid şeytanı yıkıp göğsünün üzerine oturdu. Şeytan ona dedi ki:
“Sen bu işten vazgeç, evine dön. Ben senin her gün başucuna iki altın bırakacağım”
Abid evine döndü. Şeytan birkaç gün onun başucuna altınları koydu. Daha sonra altınlar kesildi. Abid, tekrar baltasını alıp yola çıktı. Şeytan onun karşısına çıktı. Nereye gittiğini sordu. Abid:
“Ağacı kesmeye gidiyorum” dedi. Şeytan dedi ki:
“Geçmiş olsun sen daha onu kesemezsin “ Dövüşmeye başladılar. Bu sefer şeytan abidi yıkıp göğsünün üzerine oturdu. Abid dedi ki:
“İlk sefer ben seni bir kuş gibi attım. Şimdi ise sen bir dağ gibi benim üzerime çöktün. Bunun sebebi nedir?" Şeytan ona dedi ki:
“Birinci sefer Allah içindin, bu sefer ise altınlar için yola çıktın. Onun içinde ben seni yendim”
Şeytanın elinde bir kuş gibi olmayalım. Samimi olup, her şeyimizi Allah için yaparsak şeytan bizim gölgemizden dahi kaçar. Çünkü o zaman Allah'u Zülcelal'in kuvveti, azameti ve yardımı bizimle beraber olur. Böyle olduğu zaman da şeytan önümüzde duramaz.
Onun için namazlarımızda, virdimizde bir gevşeklik meydana geldiği zaman, günahlara karşı meyilli olduğumuz zaman, samimi bir şekilde Allah'u Zülcelal'e karşı tövbe edersek, Allah'u Zülcelal bize yardımını, kuvvetini gönderecektir.
Yeter ki rızası için ruhumuzu feda edeceğimizi bir görsün. Böyle gördüğü zaman inşaallah bizi günahlardan daha muhafaza eder, salih amelleri yapmayı da bize nasip eder.
İnsan Allah'u Zülcelal'i kendi kuvvetine göre razı etmek için gayret göstermelidir. Allah'u Zülcelal'in hukuku öyle büyüktür ki, onu hiç kimse yerine getiremez. Fakat O'ndan samimi olarak rızasını istersek, inşaallah bize nasip edecektir.
Bazı evliya zatlar bir yerden geçerken bir çoban gördüler. Çobanın koyunlarının yanında kurtlar vardı. Çobana:
“Kurtla koyun ne zaman sulh olup bir arada gezer” diye sordular? Çoban dedi ki:
“Çoban kendi Rabbi ile sulh olduğu zaman, O'nun dediklerini yerine getirip O'nu razı ettiği zaman, koyunlarla kurtların arasıda sulh olur”
Bu anlattıklarımızın hepsi Allah'u Zülcelal'in kudret ve azametine delalet etmektedir. İnsan Allah'u Zülcelal'i razı ettiği zaman, her şey çok kolay olur.
Dünyada böyle mükafat veriyor, kimbilir ahirette nasıl verecektir. Zaten bizim için önemli olan ahirettir. Bunları örnek olarak anlatmamızın sebebi, Allah'u Zülcelal razı olduğu kimseye dünyada böyle mükafat veriyor, ahirette daha fazla verecektir, bunu iyice idrak etmemiz içindir.
Başta kendime söylüyorum:
“Bu güne kadar olan her şey geçti. Bundan sonra inşaallah elimden geldiği kadar Senin rızan her nede varsa onları yapmaya gayret edeceğim. Senin gazabına sebep olacak şeylerden de kendimi muhafaza edeceğim” diyerek Allah'u Zülcelal'e söz vermemiz lazımdır.
Bu, bizim için çok büyük bir fırsat ve menfaattir. Şaşkın gibi gevşek bir şekilde şeytanın elinde kalmak çok yanlıştır. Bundan kendimizi kurtarmamız, Allah'u Zülcelal'e dönme-miz lazımdır.
Allah'u Zülcelal hepimize razı olacağı şekilde ameli salih nasip etsin.
Amin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KIYAMET’TE MÜMİNİN HALİ
O şiddetli kıyamet gününün dehşeti, onları mahzun etmez. Melekler cennetin kapısında onları karşılarlar ve: İşte bu size Allah'u Zülcelal tarafından söz verilen (mutlu) gündür diye müjde verirler” (Enbiya 103)
Allah'u Zülcelal ayeti kerimede:
“O şiddetli kıyamet gününün dehşeti, onları mahzun etmez” buyurmuştur. Allah'u Zülcelal kudret ve azameti ile, kıyamet gününün çok dehşetli bir gün olduğunu bize beyan etmektedir.
Dünyada bazı zamanlar deprem oluyor. Bu deprem olu-yor. Bu depremler, Allah'u Zülcelal'in yanında parmağımızı sallamamız gibidir. O kadar küçük bir şeydir. Fakat bizim yanımızda öyle dehşetli bir olaydır ki korkudan dizlerimizin bağı çözülüyor, düştüğümüz yerden kalkamıyoruz.
İşte Allah'u Zülcelal kıyamet gününü bize beyan ederken;
“O şiddetli kıyamet gününün dehşeti onları mahzun etmez” buyuruyor. Peki bu şiddetli kıyamet gününün dehşeti kimleri mahzun etmez?
Dünyada iken Allah'u Zülcelal'in ibadetine karşı ter dökenleri, terini haşr meydanına bırakmayanları mahzun etmez.
Çünkü haşr meydanı öyle bir yerdir ki, insanlar korkudan ve o gününün dehşetinden, sıcaklığından dolayı öyle çok terlerler ki, kendi terlerinden meydana gelen çamurun içine bazıları topuklarına kadar, bazıları dizlerine kadar, bazıları göbeklerine kadar batar; bazıları da tâ boğazlarına kadar batarlar.
İşte Allah'u Zülcelal ayeti kerimede:
“Daha bu dünyada iken Allah'ın ibadetiyle, zikriyle, hizmetiyle o teri dökün, oraya bırakmayın. Yoksa oraya bırakırsanız huzursuz olacaksınız” diye, çok güzel bir şekilde bize işaret vermektir.
Demek ki, Allah'u Zülcelal'in ibadetini yapanlar, O'nun emir ve nehiylerini yerine getirmek için ter dökenleri; o şiddetli kıyamet gününün dehşeti mahzun etmez.
Bir kimse hastalandığı zaman; 'eğer biraz terleseydi, rahatlardı' diyoruz. İşte bu dünyada da Allah'u Zülcelal için biraz terlersek, kıyamet gününde rahatlarız. Ama bu terin hepsini oraya bırakırsak, çok huzursuz olacağız.
Allah'u Zülcelal bizi öyle iyi biliyor ki, bunu tahmin bile edemeyiz. Sabahtan akşama kadar kalbimize yüz bin tane niyette gelse, Allah'u Zülcelal bu niyetlerin hepsini ince ince bilir. Onun için kendimizi Allah'u Zülcelal'e karşı biraz samimi yapmamız lazımdır.
İsrailoğulları zamanında, bir abid, evinin odun ihtiyacını almak için bir gün çarşıda dolaşıyordu. Yolun kenarında bir beze sarılı vaziyette ve bezin üzerinde de; bunun içinde yüz altın var diye yazılı bir kese gördü.
Onun gözü bu altın kesesine çarptığı anda ezan okunmaya başladı. Bu abid, Allah'u Zülcelal'e ve O'nun ibadetine öyle aşıktı ki, ezanın sesini duyunca o altın kesesini orada unuttu.
Burada biraz dikkat edersek, bizim içinde çok mühim bir işaret vardır. Ezanın sesini duyunca hemen camiye gitti. Namazını kıldıktan sonra, tekrar çarşıya geldi ve evinin ihtiyacı kadar odun aldı.
Eve geldiğinde odunun bağını çözünce baktı ki, bunun içinde yüz altın var, yazılı kesede odunların içindedir.
İşte insan Allah için olursa, O'na karşı kendisini samimi yaparsa, Allah'u Zülcelal'de insana karşı daha fazla cömerttir. Bu dünyada o abide bu şekilde mükafat verdi. Ahirette nasıl vereceğini de ancak kendisi bilir.
Burada bizim için çok büyük bir ders vardır. Abid, Allah'u Zülcelal'e karşı çok samimi idi, Allah'u Zülcelal'de ona böyle mükafat verdi.
Onlar gibi her ne kadar yapamasakta, denizden bir damlada olsa, Rabbimizi unutmayalım ve O'ndan çok fazla gafil kalmayalım. O'na karşı biraz samimi olalım.
Bu abidin hali gibi olan şeyleri kendimize ders yapmamız ve aklımıza, kalbimize nakşetmemiz lazımdır. Allah'u Zülcelal kullarının kalbine daima muttalidir. Kim, kendisine karşı samimidir, ne derece samimidir hepsini bilir. Saniye saniye kullarını tartar.
Onun için Allah'u Zülcelal'e karşı kendimize biraz çeki düzen vermemiz lazımdır.
O abid, dünyada Allah için ter dökmüş oldu. Eğer nefse kalsa, hemen o altın kesesini almak ister; eğer o altınları alıp keyfü sefa yapsaydı, Allah'u Zülcelal'e karşı ter dökmemiş olurdu. Ama o Allah'u Zülcelal'in ibadetine koşup, altınları orada bırakmakla ter dökmüş oldu.
Eğer o altınlarla sadaka verirse, kıyamet gününde o sadakanın gölgesinde gölgelenecek; namaz kılmak için cemaate giderse, o adımların hepsi ona sevap olacak.
İnsan, sırat köprüsünün üzerine geldiği zaman, sırat köprüsü öyle doğrudur ki, biraz yanlış giderse cehennem ateşine girer.
Peki sırat köprüsünden geçebilmek için ne lazımdır. Allah'u Zülcelal'in emir ve nehiyleri de birer sırattır. Onun üzerinde doğru olarak gideceğiz. Orada yan gitmek yoktur.
Eğer Allah'u Zülcelal'in emir ve nehiylerini yerine getirirsek sırat köprüsünden selametli bir şekilde şimşek gibi geçeriz. Ama bu dünyada tilki gibi zikzaklı gidersek, kıyamet gününde de sırat köprüsünün üzerinde ayağımızı bir yanlış atarsak cehennem ateşine gireriz.-Neuzübillah-
Onun için daima iyi kişilerle beraber olmamız lazımdır. İyi kişilerle beraber olursak yanlış gittiğimiz zaman, elimizden tutup doğru yola gelmemize yardımcı olurlar.
Nasıl sırat köprüsünün üzerinde bazı kimseler bazı kimseleri düşmemeleri için tutuyorlarsa, bu dünyada da halimiz aynen böyledir. Bir mü'min kardeşimiz Allah'u Zülcelal'in emir ve nehiylerinden ayrılıp yanlış yola gittiği zaman, onun elinden tutmamız lazımdır. Bunu yapabilmek içinde daima iyi kimselerle beraber olmak lazımdır.
Kötü arkadaşlar elimizden tutup yardımcı olmak bir tarafa, bizi cehennem ateşine götürürler.
Bu dünyada, yapmış olduğumuz ibadetlerin kârını zahiri olarak görmüyoruz. Ama ahirette onların mükafatını gördüğümüz zaman bir zerre kadar sevap için dahi yalvaracağız. Onun için Lokman-ı Hekim (Radıyallahu Anh) oğluna şöyle nasihat etmiştir:
“Ey oğul! Allah'u Zülcelal'in taat ve ibadetini kendine sanat yaparsan, sermayesiz olarak çok büyük bir kâr elde edersin” İnsan Allah'u Zülcelal'in ibadetini yaptığı zaman, öyle büyük bir kârın sahibi olur, ahirette öyle büyük bir tüccar olur ki. Fakat maalesef bunu gözümüzle görmediğimiz için çok gevşek davranıyoruz. Bu kârı ancak öldükten sonra göreceğiz.
Bu da Allah'u Zülcelal'in bir vergisidir. Biraz O'ndan istemek lazımdır. Aynı bir dilenci gibi Allah'u Zülcelal'e yalvarmak lazımdır. Bizden önceki selefler, yukarıda anlattığımız abidde Allah'u Zülcelal'in kuluydular.
Birbirimizden hiçbir farkımız yoktur. Ama demek ki onlar bu mükafatlara müstehaktılar. Bir dilenci gibi Allah'u Zülcelal'e yalvarıyorladı, Allah'u Zülcelal'de onlara veriyordu. Yanında hiç kimseye iltimas yoktur.
Malik bin Dinar (Radıyallahu Anh) padişahtı. Bu padişahlığını terkedip derviş oldu. Öyle bir halde idi ki evinde hiçbir şey yoktu. Bir gece namaza kalkmıştı. Evine hırsız girdi. Tabii Malik bin Dinar hırsızı görüyordu. Hırsız evin içinde ne kadar dolaştıysa çalacak bir şey bulamadı. Malik bin Dinar hırsıza dedi ki:
“Bari dünya malından çalacak bir şey bulamadın, ahiretten bir şey al” Hırsız dedi ki:
“Olur! Ne yapayım?" Malik bin Dinar;
“İşte ibrik orada. Abdest al” dedi. Hırsız abdest aldı, gelip onunla beraber namaza başladı. Sabah vakti olunca camiye gittiler. Cemaat Malik bin Dinar'a;
“Bu yabancı kimdir” diye sordular? Malik bin Dinar dedi ki;
“O, bizim eve hırsızlığa gelmişti ama ben onu çaldım” İşte Allah'u Zülcelal'in dostları, böyledir. Hırsız Malik bin Dinar'ın evine bir şey çalmaya gelmişti. Malik bin Dinar, onu şeytandan çaldı, Allah'u Zülcelal'in yanına getirdi.
Tabii onların imanı dağlar gibi kuvvetliydi. Allah'u Zülcelal onların hatırına hırsızlara dahi hidayet veriyordu.
İnsan ne kadar Allah için olursa, Allah'u Zülcelal ondan daha fazla onun içindir ve onunla beraberdir. Allah'u Zülcelal'in kendi kuluna karşı davranışı daima kulununkinden daha fazladır.
Biz bir adım O'na gidersek, O bize üç adımla geliyor. Biz üç adımla gidersek, O bize kendi rahmeti ile koşarak geliyor. Allah'u Zülcelal kullarına karşı böyle, şefkat ve merhamet sahibidir.
İnsan daima Allah'u Zülcelal'e karşı olan kulluk vazifesini yerine getirmesi lazımdır. Bir dilenci, bir zenginin kapısına gittiği zaman, nasıl ondan bir şey alabilmek için onu ağa yapıyor, paşa yapıyor ve kendisini de onun karşısında alçak yapıyorsa; biz de böyle yaparsak Allah'u Zülcelal'in çok hoşuna gidecektir. O derecede de bizi kabul edecektir inşaallah!
İbrahim bin Ethem (Radıyallahu Anh)'de padişah idi. Sonradan Allah'u Zülcelal'e yöneldi ve çok büyük bir ibadetin sahibi oldu. Hatta bazı zamanlarda birisinin herhangi bir şeyi kaybolduğu zaman;
“İbrahim bin Ethem'in ruhuna bir fatiha okuyun, kaybettiğiniz şeyi bulursunuz” diyorlardı. Hakikaten tecrübede edilmiştir. Yani İbrahim bin Ethem, Allah'u Zülcelal'in yanında çok makbuldü. İşte bu İbrahim bin Ethem buyuruyor ki;
“Bir gün yıkanmak için suya girdim. Baktım ki gökyüzünden bir melek nazil oldu. Ona;
“Sen niçin nazil oldun” diye sordum? Bana dedi ki:
“Allah'u Zülcelal'e aşık olanları, Sabit'ül Benani, Malik bin Dinar gibi Allah'ın muhiplerini, aşıklarını yazmak için nazil oldum”
“Onların içinde benim ismimde yok mu” diye sordum?
“Hayır” diye cevap verdi. Ben de dedim ki:
“Benim ismim onların içinde yoksa, o zaman onların ismini yazdığın zaman altına;
“İbrahim Allah'u Zülcelal'i sevenleri seviyor diye yaz." İbrahim bin Ethem böyle söyleyince melek dedi ki:
“Şu anda Allah'u Zülcelal senin ismini de onların içine yazmamı emretti”
“Niçin” diye sordum? Dedi ki:
“Sen, 'benim ismimi o evliyaların isminin altına yaz' diyerek kendini alçak gördün. Bu da Allah'u Zülcelal'in çok hoşuna gitti. Senin ismini de onların içine yazmamı emretti”
İşte Allah'u Zülcelal böyledir. Kulundan daima kulluk vazifesini yapmasını istemektedir.
Allah'u Zülcelal kibri ve ucbu (riya) hayvanlardan dahi kabul etmez. Değil ki insanlardan kabul etsin. Hayvanların birbirlerine zulüm yapmasını bile kabul etmez.
Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir hadisi şeriflerinde:
“Kıyamet gününde Allah'u Zülcelal bütün hayvanları dirilterek ve onlardan kim birbirine vurmuş, zulüm yapmışsa onların haklarını bir bir aldıktan sonra toprak yapacaktır” buyurmuştur.
İsa (Aleyhisselam) bir gün bir deve çobanının yanından geçiyordu. Baktı ki, develerin içinde çok iri, etli bir deve, diğer develere vuruyor, onları yere yatırıyor. Onun yaptığı bu zulmü insan dahi kabul etmez. İsa (Aleyhisselam) o devenin yanına gelip kulağın;
“Sen ölüsün” dedi. Nitekim Allah'u Zülcelal de ayeti kerimede Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e hitaben şöyle buyurmuştur:
“Sen de ölüsün, onlarda ölüdürler” Yani insan daha ölmemişte olsa, Allah'u Zülcelal'in yanında ölüdür.
İsa (Aleyhisselam) da deveye;
“Sen ölüsün” dedi ve geçip gitti. Bir süre sonra geri döndüğünde deveyi tanıyamadı. Deve öyle zayıflamıştı ki, bir kenara çekilip başını yere koyuyor ve daima düşünüyordu. Hz. İsa (Aleyhisselam) çobana dedi ki:
“Bu deveye ne oldu böyle?"
Tabii çoban ilk seferinde Hz. İsa (Aleyhisselam)'yı tanımamıştı. Dedi ki;
“Ya Ruhullah! Birkaç gün önce buradan bir adam geçti. Onun kulağına bir şeyler söyledi. Ne dediğini bilmiyorum. Ondan sonra deve böyle oldu." Burada bizim için çok büyük bir ders vardır.
Allah'u Zülcelal, hayvanlara akıl vermediği halde, zulmü ve hakareti onlardan bile kabul etmez. Bu yüzden o deveye kendi peygamberinin diliyle:
“Sen ölüsün” dedi. O deve, aklı olmadığı halde ölümü duyduğu zaman yeme içmeden kesildi, zayıfladı ve bir ölü haline geldi.
Onun içindir ki, Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) buyuruyor ki:
“Hayvanlar, sizin ölüm hakkında bildiklerinizi bilselerdi, onlardan semiz bir et yiyemezdiniz” Ama Allah'u Zülcelal onlara akıl vermediği için ölümün var olduğunu bilmiyorlar.
Onun için yiyorlar, içiyorlar, etleniyorlar. Ama bizim gibi öleceklerini bilselerdi, bu şekilde olmazlardı. Bizim için bundan daha büyük ders var mıdır? Ama maalesef sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi davranıyoruz. Bu çok yanlıştır. Biraz kendi kendimize düşünmemiz lazımdır.
Hz. Aişe (Radıyallahu Anh) Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e:
“Ya Resulallah! Ümmetinden şehit olmadığı halde şehitlerin derecesine ulaşan kimse var mıdır” diye sormuş; Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) de:
“Evet ya Aişe! Günde yirmi sefer ölümü düşünen kimse şehit olmasa bile, şehitlerin derecesine ulaşır” diye cevap vermiştir. Ama bu düşünme, bizim düşünmemiz gibi değildir. Ölümü hakiki olarak düşünmek lazımdır.
“Benim kalbim katıdır. İbadetlerimden tat alamıyorum. Bunun ilacı nedir” diye sordu? Diğer ashab-ı kiram dedi ki:
“Bunun ilacı, ölümü düşünmektir." O ashab-ı kiram gitti, birkaç gün bu şekilde yaptı ve yine o ashab-ı kiramın yanına gelip dedi ki:
“Benim halimde hiçbir değişiklik olmadı”
“Nasıl düşündün ölümü” diye sorunca dedi ki:
“Kendi kendime: 'ben öleceğim, kabre gireceğim' diye düşündüm." Ona:
“Hayır, öyle değildir. Bir başkası öldüğü zaman sen kendini onun yerine koy. Onu teneşir tahtasına koyup elbiselerini çıkardıkları zaman, kendini onun yerine koy. Benim elbiselerimi çıkardılar, beni yıkadılar, kabre koydular, üzerime toprak attılar, diye düşün ve kendini ölü gibi gör. Daha sonra, kabre girince bana ne lazımdır diye düşün” diye cevap verdi.
Hakikaten de insan böyle düşündüğü zaman, ibadetin tatlılığını kalbinde, ruhunda, sırrında hissedecektir. Mesela, bir hastanın yanına gittiğimiz zaman ona:
“Sana biraz yemek getireyim mi” dedikleri zaman;
“Aman! Yemek kokusu beni mahvediyor. Bana yemeği yaklaştırmayın” diyor. Peki kendimizi o hastanın yerine koyalım. O, yemeği bana yaklaştırmayın” diyor. Biz de yemek için imanımızı atıyoruz.
Biraz derin düşünmemiz lazımdır. O ashab-ı kiram ikinci sefer gidip ölümü düşündüğü zaman kalbindeki katılık gitti, ibadetin tatlılığı ve günahlardan muhafaza olma gücü kalbine yerleşti.
İşte Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sel-lem)'in günde yirmi sefer ölümü düşünmek dediği böyle bir düşünmedir.
Her zaman birilerini kabre götürüyoruz. Ama sanki biz daima başkalarını kabre götüreceğiz. Oysa bir gün de başkaları bizi kabre götürecektir. Bunu bilmemek, düşünmemek insana menfaat vermez. Bu halden biraz sıyrılmak lazımdır.
Onun için Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem):
“Kim yeryüzünde yürüyen bir ölüye bakmak isterse, Ebu Bekir (Radıyallahu Anh)'e baksın” buyurmuştur.
Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) hakikaten yaşayan bir ölü gibiydi.
Eğer Allah'u Zülcelal'e karşı samimi olarak bir ibadet yaparsak, o her şeyimize yeter.
Hz. İsa (Aleyhisselam) zamanında bir kadın ekmeklerini pişirmek için tandıra koyup, namaza başladı. Şeytan aleyhillane tabi insana düşmandır. Bir kadın suretine girip kadının yanına gelerek dedi ki:
“Sen namazını bu kadar uzatıyorsun, ama senin ekmeklerinin hepsi tandırda yandı” Kadın buna hiç kulak asmadı. Çocuğunu götürüp tandıra attı ve gelip:
“Çocuğun tandıra düştü, yandı” dedi. Kadın yine hiç kulak asmadı. Onun kocası eve geldiğinde baktı ki çocuk tandırın içinde ateşin közleriyle oynuyor”
Peki bu ne ile oldu? O kadının Allah'u Zülcelal'e karşı olan iman kuvveti, samimiyeti ile oldu. Allah'u Zülcelal öyle kudret ve azamet sahibidir ki, kendine karşı samimi olanları ateşte dahi yakmaz.
Çünkü ateş yakmaz ki Allah'u Zülcelal yakar. İbrahim (Aleyhisselam)'i öyle bir ateşe attılar ki göklere çıkıyordu. Ama Allah'u Zülcelal;
“Ya ateş! İbrahim için serin ve selametli ol” buyurunca, o ateş çiçek bahçesi oldu.
İşte Allah'u Zülcelal'e karşı samimi olanlar hem bu dünyada hem de ahirette kazanıyorlar. Ne mutlu onlara!
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
KIYAMET’TE MÜMİNİN HALİ
O şiddetli kıyamet gününün dehşeti, onları mahzun etmez. Melekler cennetin kapısında onları karşılarlar ve: İşte bu size Allah'u Zülcelal tarafından söz verilen (mutlu) gündür diye müjde verirler” (Enbiya 103)
Allah'u Zülcelal ayeti kerimede:
“O şiddetli kıyamet gününün dehşeti, onları mahzun etmez” buyurmuştur. Allah'u Zülcelal kudret ve azameti ile, kıyamet gününün çok dehşetli bir gün olduğunu bize beyan etmektedir.
Dünyada bazı zamanlar deprem oluyor. Bu deprem olu-yor. Bu depremler, Allah'u Zülcelal'in yanında parmağımızı sallamamız gibidir. O kadar küçük bir şeydir. Fakat bizim yanımızda öyle dehşetli bir olaydır ki korkudan dizlerimizin bağı çözülüyor, düştüğümüz yerden kalkamıyoruz.
İşte Allah'u Zülcelal kıyamet gününü bize beyan ederken;
“O şiddetli kıyamet gününün dehşeti onları mahzun etmez” buyuruyor. Peki bu şiddetli kıyamet gününün dehşeti kimleri mahzun etmez?
Dünyada iken Allah'u Zülcelal'in ibadetine karşı ter dökenleri, terini haşr meydanına bırakmayanları mahzun etmez.
Çünkü haşr meydanı öyle bir yerdir ki, insanlar korkudan ve o gününün dehşetinden, sıcaklığından dolayı öyle çok terlerler ki, kendi terlerinden meydana gelen çamurun içine bazıları topuklarına kadar, bazıları dizlerine kadar, bazıları göbeklerine kadar batar; bazıları da tâ boğazlarına kadar batarlar.
İşte Allah'u Zülcelal ayeti kerimede:
“Daha bu dünyada iken Allah'ın ibadetiyle, zikriyle, hizmetiyle o teri dökün, oraya bırakmayın. Yoksa oraya bırakırsanız huzursuz olacaksınız” diye, çok güzel bir şekilde bize işaret vermektir.
Demek ki, Allah'u Zülcelal'in ibadetini yapanlar, O'nun emir ve nehiylerini yerine getirmek için ter dökenleri; o şiddetli kıyamet gününün dehşeti mahzun etmez.
Bir kimse hastalandığı zaman; 'eğer biraz terleseydi, rahatlardı' diyoruz. İşte bu dünyada da Allah'u Zülcelal için biraz terlersek, kıyamet gününde rahatlarız. Ama bu terin hepsini oraya bırakırsak, çok huzursuz olacağız.
Allah'u Zülcelal bizi öyle iyi biliyor ki, bunu tahmin bile edemeyiz. Sabahtan akşama kadar kalbimize yüz bin tane niyette gelse, Allah'u Zülcelal bu niyetlerin hepsini ince ince bilir. Onun için kendimizi Allah'u Zülcelal'e karşı biraz samimi yapmamız lazımdır.
İsrailoğulları zamanında, bir abid, evinin odun ihtiyacını almak için bir gün çarşıda dolaşıyordu. Yolun kenarında bir beze sarılı vaziyette ve bezin üzerinde de; bunun içinde yüz altın var diye yazılı bir kese gördü.
Onun gözü bu altın kesesine çarptığı anda ezan okunmaya başladı. Bu abid, Allah'u Zülcelal'e ve O'nun ibadetine öyle aşıktı ki, ezanın sesini duyunca o altın kesesini orada unuttu.
Burada biraz dikkat edersek, bizim içinde çok mühim bir işaret vardır. Ezanın sesini duyunca hemen camiye gitti. Namazını kıldıktan sonra, tekrar çarşıya geldi ve evinin ihtiyacı kadar odun aldı.
Eve geldiğinde odunun bağını çözünce baktı ki, bunun içinde yüz altın var, yazılı kesede odunların içindedir.
İşte insan Allah için olursa, O'na karşı kendisini samimi yaparsa, Allah'u Zülcelal'de insana karşı daha fazla cömerttir. Bu dünyada o abide bu şekilde mükafat verdi. Ahirette nasıl vereceğini de ancak kendisi bilir.
Burada bizim için çok büyük bir ders vardır. Abid, Allah'u Zülcelal'e karşı çok samimi idi, Allah'u Zülcelal'de ona böyle mükafat verdi.
Onlar gibi her ne kadar yapamasakta, denizden bir damlada olsa, Rabbimizi unutmayalım ve O'ndan çok fazla gafil kalmayalım. O'na karşı biraz samimi olalım.
Bu abidin hali gibi olan şeyleri kendimize ders yapmamız ve aklımıza, kalbimize nakşetmemiz lazımdır. Allah'u Zülcelal kullarının kalbine daima muttalidir. Kim, kendisine karşı samimidir, ne derece samimidir hepsini bilir. Saniye saniye kullarını tartar.
Onun için Allah'u Zülcelal'e karşı kendimize biraz çeki düzen vermemiz lazımdır.
O abid, dünyada Allah için ter dökmüş oldu. Eğer nefse kalsa, hemen o altın kesesini almak ister; eğer o altınları alıp keyfü sefa yapsaydı, Allah'u Zülcelal'e karşı ter dökmemiş olurdu. Ama o Allah'u Zülcelal'in ibadetine koşup, altınları orada bırakmakla ter dökmüş oldu.
Eğer o altınlarla sadaka verirse, kıyamet gününde o sadakanın gölgesinde gölgelenecek; namaz kılmak için cemaate giderse, o adımların hepsi ona sevap olacak.
İnsan, sırat köprüsünün üzerine geldiği zaman, sırat köprüsü öyle doğrudur ki, biraz yanlış giderse cehennem ateşine girer.
Peki sırat köprüsünden geçebilmek için ne lazımdır. Allah'u Zülcelal'in emir ve nehiyleri de birer sırattır. Onun üzerinde doğru olarak gideceğiz. Orada yan gitmek yoktur.
Eğer Allah'u Zülcelal'in emir ve nehiylerini yerine getirirsek sırat köprüsünden selametli bir şekilde şimşek gibi geçeriz. Ama bu dünyada tilki gibi zikzaklı gidersek, kıyamet gününde de sırat köprüsünün üzerinde ayağımızı bir yanlış atarsak cehennem ateşine gireriz.-Neuzübillah-
Onun için daima iyi kişilerle beraber olmamız lazımdır. İyi kişilerle beraber olursak yanlış gittiğimiz zaman, elimizden tutup doğru yola gelmemize yardımcı olurlar.
Nasıl sırat köprüsünün üzerinde bazı kimseler bazı kimseleri düşmemeleri için tutuyorlarsa, bu dünyada da halimiz aynen böyledir. Bir mü'min kardeşimiz Allah'u Zülcelal'in emir ve nehiylerinden ayrılıp yanlış yola gittiği zaman, onun elinden tutmamız lazımdır. Bunu yapabilmek içinde daima iyi kimselerle beraber olmak lazımdır.
Kötü arkadaşlar elimizden tutup yardımcı olmak bir tarafa, bizi cehennem ateşine götürürler.
Bu dünyada, yapmış olduğumuz ibadetlerin kârını zahiri olarak görmüyoruz. Ama ahirette onların mükafatını gördüğümüz zaman bir zerre kadar sevap için dahi yalvaracağız. Onun için Lokman-ı Hekim (Radıyallahu Anh) oğluna şöyle nasihat etmiştir:
“Ey oğul! Allah'u Zülcelal'in taat ve ibadetini kendine sanat yaparsan, sermayesiz olarak çok büyük bir kâr elde edersin” İnsan Allah'u Zülcelal'in ibadetini yaptığı zaman, öyle büyük bir kârın sahibi olur, ahirette öyle büyük bir tüccar olur ki. Fakat maalesef bunu gözümüzle görmediğimiz için çok gevşek davranıyoruz. Bu kârı ancak öldükten sonra göreceğiz.
Bu da Allah'u Zülcelal'in bir vergisidir. Biraz O'ndan istemek lazımdır. Aynı bir dilenci gibi Allah'u Zülcelal'e yalvarmak lazımdır. Bizden önceki selefler, yukarıda anlattığımız abidde Allah'u Zülcelal'in kuluydular.
Birbirimizden hiçbir farkımız yoktur. Ama demek ki onlar bu mükafatlara müstehaktılar. Bir dilenci gibi Allah'u Zülcelal'e yalvarıyorladı, Allah'u Zülcelal'de onlara veriyordu. Yanında hiç kimseye iltimas yoktur.
Malik bin Dinar (Radıyallahu Anh) padişahtı. Bu padişahlığını terkedip derviş oldu. Öyle bir halde idi ki evinde hiçbir şey yoktu. Bir gece namaza kalkmıştı. Evine hırsız girdi. Tabii Malik bin Dinar hırsızı görüyordu. Hırsız evin içinde ne kadar dolaştıysa çalacak bir şey bulamadı. Malik bin Dinar hırsıza dedi ki:
“Bari dünya malından çalacak bir şey bulamadın, ahiretten bir şey al” Hırsız dedi ki:
“Olur! Ne yapayım?" Malik bin Dinar;
“İşte ibrik orada. Abdest al” dedi. Hırsız abdest aldı, gelip onunla beraber namaza başladı. Sabah vakti olunca camiye gittiler. Cemaat Malik bin Dinar'a;
“Bu yabancı kimdir” diye sordular? Malik bin Dinar dedi ki;
“O, bizim eve hırsızlığa gelmişti ama ben onu çaldım” İşte Allah'u Zülcelal'in dostları, böyledir. Hırsız Malik bin Dinar'ın evine bir şey çalmaya gelmişti. Malik bin Dinar, onu şeytandan çaldı, Allah'u Zülcelal'in yanına getirdi.
Tabii onların imanı dağlar gibi kuvvetliydi. Allah'u Zülcelal onların hatırına hırsızlara dahi hidayet veriyordu.
İnsan ne kadar Allah için olursa, Allah'u Zülcelal ondan daha fazla onun içindir ve onunla beraberdir. Allah'u Zülcelal'in kendi kuluna karşı davranışı daima kulununkinden daha fazladır.
Biz bir adım O'na gidersek, O bize üç adımla geliyor. Biz üç adımla gidersek, O bize kendi rahmeti ile koşarak geliyor. Allah'u Zülcelal kullarına karşı böyle, şefkat ve merhamet sahibidir.
İnsan daima Allah'u Zülcelal'e karşı olan kulluk vazifesini yerine getirmesi lazımdır. Bir dilenci, bir zenginin kapısına gittiği zaman, nasıl ondan bir şey alabilmek için onu ağa yapıyor, paşa yapıyor ve kendisini de onun karşısında alçak yapıyorsa; biz de böyle yaparsak Allah'u Zülcelal'in çok hoşuna gidecektir. O derecede de bizi kabul edecektir inşaallah!
İbrahim bin Ethem (Radıyallahu Anh)'de padişah idi. Sonradan Allah'u Zülcelal'e yöneldi ve çok büyük bir ibadetin sahibi oldu. Hatta bazı zamanlarda birisinin herhangi bir şeyi kaybolduğu zaman;
“İbrahim bin Ethem'in ruhuna bir fatiha okuyun, kaybettiğiniz şeyi bulursunuz” diyorlardı. Hakikaten tecrübede edilmiştir. Yani İbrahim bin Ethem, Allah'u Zülcelal'in yanında çok makbuldü. İşte bu İbrahim bin Ethem buyuruyor ki;
“Bir gün yıkanmak için suya girdim. Baktım ki gökyüzünden bir melek nazil oldu. Ona;
“Sen niçin nazil oldun” diye sordum? Bana dedi ki:
“Allah'u Zülcelal'e aşık olanları, Sabit'ül Benani, Malik bin Dinar gibi Allah'ın muhiplerini, aşıklarını yazmak için nazil oldum”
“Onların içinde benim ismimde yok mu” diye sordum?
“Hayır” diye cevap verdi. Ben de dedim ki:
“Benim ismim onların içinde yoksa, o zaman onların ismini yazdığın zaman altına;
“İbrahim Allah'u Zülcelal'i sevenleri seviyor diye yaz." İbrahim bin Ethem böyle söyleyince melek dedi ki:
“Şu anda Allah'u Zülcelal senin ismini de onların içine yazmamı emretti”
“Niçin” diye sordum? Dedi ki:
“Sen, 'benim ismimi o evliyaların isminin altına yaz' diyerek kendini alçak gördün. Bu da Allah'u Zülcelal'in çok hoşuna gitti. Senin ismini de onların içine yazmamı emretti”
İşte Allah'u Zülcelal böyledir. Kulundan daima kulluk vazifesini yapmasını istemektedir.
Allah'u Zülcelal kibri ve ucbu (riya) hayvanlardan dahi kabul etmez. Değil ki insanlardan kabul etsin. Hayvanların birbirlerine zulüm yapmasını bile kabul etmez.
Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir hadisi şeriflerinde:
“Kıyamet gününde Allah'u Zülcelal bütün hayvanları dirilterek ve onlardan kim birbirine vurmuş, zulüm yapmışsa onların haklarını bir bir aldıktan sonra toprak yapacaktır” buyurmuştur.
İsa (Aleyhisselam) bir gün bir deve çobanının yanından geçiyordu. Baktı ki, develerin içinde çok iri, etli bir deve, diğer develere vuruyor, onları yere yatırıyor. Onun yaptığı bu zulmü insan dahi kabul etmez. İsa (Aleyhisselam) o devenin yanına gelip kulağın;
“Sen ölüsün” dedi. Nitekim Allah'u Zülcelal de ayeti kerimede Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e hitaben şöyle buyurmuştur:
“Sen de ölüsün, onlarda ölüdürler” Yani insan daha ölmemişte olsa, Allah'u Zülcelal'in yanında ölüdür.
İsa (Aleyhisselam) da deveye;
“Sen ölüsün” dedi ve geçip gitti. Bir süre sonra geri döndüğünde deveyi tanıyamadı. Deve öyle zayıflamıştı ki, bir kenara çekilip başını yere koyuyor ve daima düşünüyordu. Hz. İsa (Aleyhisselam) çobana dedi ki:
“Bu deveye ne oldu böyle?"
Tabii çoban ilk seferinde Hz. İsa (Aleyhisselam)'yı tanımamıştı. Dedi ki;
“Ya Ruhullah! Birkaç gün önce buradan bir adam geçti. Onun kulağına bir şeyler söyledi. Ne dediğini bilmiyorum. Ondan sonra deve böyle oldu." Burada bizim için çok büyük bir ders vardır.
Allah'u Zülcelal, hayvanlara akıl vermediği halde, zulmü ve hakareti onlardan bile kabul etmez. Bu yüzden o deveye kendi peygamberinin diliyle:
“Sen ölüsün” dedi. O deve, aklı olmadığı halde ölümü duyduğu zaman yeme içmeden kesildi, zayıfladı ve bir ölü haline geldi.
Onun içindir ki, Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) buyuruyor ki:
“Hayvanlar, sizin ölüm hakkında bildiklerinizi bilselerdi, onlardan semiz bir et yiyemezdiniz” Ama Allah'u Zülcelal onlara akıl vermediği için ölümün var olduğunu bilmiyorlar.
Onun için yiyorlar, içiyorlar, etleniyorlar. Ama bizim gibi öleceklerini bilselerdi, bu şekilde olmazlardı. Bizim için bundan daha büyük ders var mıdır? Ama maalesef sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi davranıyoruz. Bu çok yanlıştır. Biraz kendi kendimize düşünmemiz lazımdır.
Hz. Aişe (Radıyallahu Anh) Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e:
“Ya Resulallah! Ümmetinden şehit olmadığı halde şehitlerin derecesine ulaşan kimse var mıdır” diye sormuş; Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) de:
“Evet ya Aişe! Günde yirmi sefer ölümü düşünen kimse şehit olmasa bile, şehitlerin derecesine ulaşır” diye cevap vermiştir. Ama bu düşünme, bizim düşünmemiz gibi değildir. Ölümü hakiki olarak düşünmek lazımdır.
“Benim kalbim katıdır. İbadetlerimden tat alamıyorum. Bunun ilacı nedir” diye sordu? Diğer ashab-ı kiram dedi ki:
“Bunun ilacı, ölümü düşünmektir." O ashab-ı kiram gitti, birkaç gün bu şekilde yaptı ve yine o ashab-ı kiramın yanına gelip dedi ki:
“Benim halimde hiçbir değişiklik olmadı”
“Nasıl düşündün ölümü” diye sorunca dedi ki:
“Kendi kendime: 'ben öleceğim, kabre gireceğim' diye düşündüm." Ona:
“Hayır, öyle değildir. Bir başkası öldüğü zaman sen kendini onun yerine koy. Onu teneşir tahtasına koyup elbiselerini çıkardıkları zaman, kendini onun yerine koy. Benim elbiselerimi çıkardılar, beni yıkadılar, kabre koydular, üzerime toprak attılar, diye düşün ve kendini ölü gibi gör. Daha sonra, kabre girince bana ne lazımdır diye düşün” diye cevap verdi.
Hakikaten de insan böyle düşündüğü zaman, ibadetin tatlılığını kalbinde, ruhunda, sırrında hissedecektir. Mesela, bir hastanın yanına gittiğimiz zaman ona:
“Sana biraz yemek getireyim mi” dedikleri zaman;
“Aman! Yemek kokusu beni mahvediyor. Bana yemeği yaklaştırmayın” diyor. Peki kendimizi o hastanın yerine koyalım. O, yemeği bana yaklaştırmayın” diyor. Biz de yemek için imanımızı atıyoruz.
Biraz derin düşünmemiz lazımdır. O ashab-ı kiram ikinci sefer gidip ölümü düşündüğü zaman kalbindeki katılık gitti, ibadetin tatlılığı ve günahlardan muhafaza olma gücü kalbine yerleşti.
İşte Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sel-lem)'in günde yirmi sefer ölümü düşünmek dediği böyle bir düşünmedir.
Her zaman birilerini kabre götürüyoruz. Ama sanki biz daima başkalarını kabre götüreceğiz. Oysa bir gün de başkaları bizi kabre götürecektir. Bunu bilmemek, düşünmemek insana menfaat vermez. Bu halden biraz sıyrılmak lazımdır.
Onun için Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem):
“Kim yeryüzünde yürüyen bir ölüye bakmak isterse, Ebu Bekir (Radıyallahu Anh)'e baksın” buyurmuştur.
Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) hakikaten yaşayan bir ölü gibiydi.
Eğer Allah'u Zülcelal'e karşı samimi olarak bir ibadet yaparsak, o her şeyimize yeter.
Hz. İsa (Aleyhisselam) zamanında bir kadın ekmeklerini pişirmek için tandıra koyup, namaza başladı. Şeytan aleyhillane tabi insana düşmandır. Bir kadın suretine girip kadının yanına gelerek dedi ki:
“Sen namazını bu kadar uzatıyorsun, ama senin ekmeklerinin hepsi tandırda yandı” Kadın buna hiç kulak asmadı. Çocuğunu götürüp tandıra attı ve gelip:
“Çocuğun tandıra düştü, yandı” dedi. Kadın yine hiç kulak asmadı. Onun kocası eve geldiğinde baktı ki çocuk tandırın içinde ateşin közleriyle oynuyor”
Peki bu ne ile oldu? O kadının Allah'u Zülcelal'e karşı olan iman kuvveti, samimiyeti ile oldu. Allah'u Zülcelal öyle kudret ve azamet sahibidir ki, kendine karşı samimi olanları ateşte dahi yakmaz.
Çünkü ateş yakmaz ki Allah'u Zülcelal yakar. İbrahim (Aleyhisselam)'i öyle bir ateşe attılar ki göklere çıkıyordu. Ama Allah'u Zülcelal;
“Ya ateş! İbrahim için serin ve selametli ol” buyurunca, o ateş çiçek bahçesi oldu.
İşte Allah'u Zülcelal'e karşı samimi olanlar hem bu dünyada hem de ahirette kazanıyorlar. Ne mutlu onlara!
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah'a Kulluk
Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, cennetlerde ve ırmakların başındadırlar. (Onlara melekler tarafından) selametle, güven içinde girin” denilir. (Hicr; 45-46)
Başka bir ayeti kerimede ise;
“Allah'u Zülcelal dünyada bütün nefslerin yaptıklarını bilir ve kıyamet gününde Allah'ın yanında zerre kadar bir şey dahi kaybolmaz” buyurmuştur.
Dünyada ister günah olsun, isterse sevap olsun her ne yapmışsak, kıyamet gününde zerre kadar kaybolmamak şartıyla karşımıza çıkacaktır. Peki kıyamet gününde Allah'u Zülcelal tarafından kendisine:
“Selametle, güven içinde (cennete) girin” denilmesini kim istemez? Herkes ister. Ama sadece istemek doğru değildir. Onunda bazı şartları vardır. Nasıl dünyadaki bazı nimetleri elde etmek için istemek yeterli gelmeyip, çaba göstermek gerekiyorsa; ahiretin nimetlerini kazanmak içinde yalnızca istemekle kalmayıp, biraz çaba göstermek lazımdır.
Bizden önceki insanlarda Allah'u Zülcelal'in kuluydular. Allah'u Zülcelal'in yanındaki nimetlere öyle meraklıydılar ki, gece gündüz hiç akıllarından çıkmıyordu.
Rabiatül Adeviye (Kuddise Sırruh)'nin kocası vefat etmişti. İçlerinde Hasan-ı Basri (Radıyallahu Anh)'nin de bulunduğu birkaç kişi onunla evlenmek için yanına geldiler. Rabiatül Adeviye onlara dedi ki:
“Sizin aranızda en aliminiz kimdir?"
“Hasan-ı Basri'dir” dediler. Rabiatül Adeviye Hasan-ı Basri'ye:
“Birkaç tane sorum var. Onları bilirsen seninle evlenirim” dedi. Hasan-ı Basri:
“Sor” diye cevap verdi. Rabiyatül Adeviye:
“Acaba ben dünyadan imanlı olarak mı, yoksa imansız olarak mı ayrılacağım?" diye sordu. Hasan-ı Basri:
“Bu gaybe ait bir şeydir. Ancak Allah'u Zülcelal bilir, ben bilemem” dedi. Rabiatül Adeviye:
“Peki öldüğüm zaman, münker ve nekir meleklerinin sorularına cevap verebilecek miyim” diye sordu? Hasan-ı Basri:
“Bunu da ancak Allah'u Zülcelal bilir, ben bilemem” dedi. Rabiatül Adeviye:
“Ben annemin karnında iken, Allah'u Zülcelal bir melek gönderdi. Melek, Allah'u Zülcelal'e:
“Ya Rabbi! Bunu şakilerden mi (cehennemlik), yoksa saidlerden mi (cennetlik) yazayım” diye sordu. Acaba Allah'u Zülcelal o meleğe ne cevap verdi” diye sordu? Hasan-ı Basri:
“Bunu da Allah'u Zülcelal bilir, ben bilemem” dedi. Yani Rabiyatül Adeviye her ne sorduysa Hasan-ı Basri cevap veremedi. O zaman Rabiatül Adeviye dedi ki:
“Allah razı olsun! Ben daima bunlarla meşgulüm. Bunlarla meşgul olan hiç evlenmeyi düşünür mü?"
İşte herkes böyle olmalıdır. Rabiatül Adeviye'nin bu hali herkes için büyük bir derstir. Eğer bunları dünyada biraz olsun düşünmeyip, önümüze her geleni yaparsak, kıyamet gününde perişan oluruz. Tabii çok pişman da olacağız ama o gün pişmanlıkta fayda vermez.
Şeytan aleyhillanetin belini kıran en büyük şey, insanın;
“Acaba benim sonum ne olacak” diye düşünmesidir. Yani; sekerat esnasında benim halim ne olacak. Acaba dünyadan imanlı olarak mı, yoksa imansız olarak mı ayrılacağım” diye düşünmek, lain şeytanın belini kıran en büyük haldir.
Çünkü böyle bir düşüncenin sahibi, daima Allah'u Zülcelal'in rızasını kazanmak için gayret eder.
Bir gün annemiz Hz. Aişe (Radıyallahu Anh) Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e:
“Ya Rasulallah! Ümmetimden şehit olmadığı halde şehitlerin sevabını alan var mı?" diye sordu. Hz. Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem):
“Evet, ya Aişe! Vardır” dedi. Hz. Aişe (Radıyallahu Anh):
“Kimdir onlar?" diye sordu. Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) buyurdu ki:
“Günde yirmi sefer ölümü düşünen kişi, harbe gidip düşmanlarla savaşarak şehit olmasa bile şehitlerin sevabını alır”
Tabii ölümü düşünmek, sadece ölüm vardır diye düşünmek değildir. Biz daima başkalarını toprağa gömüyoruz ama biz sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi davranıyoruz. Halbuki kendimizi o ölen kişinin yerine koymamız lazımdır.
“Bu ölen kişi benim. Beni kabre koyup üzerime toprak attılar. Buradan kalkamazsam benim halim ne olur” diye düşünürsek, ölümü hatırlamış oluruz. Böyle düşündüğümüz zaman çok pişman alacağız ve kendi kendimize:
“Bundan sonra kalbimden bu dünyanın muhabbetini söküp atayım; zikir ve ibadetle daima Allah'u Zülcelal'in rızasını kazanmak için gayret göstereyim” diyeceğiz.
Bir insan için en önemli şey son akıbettir. Onun için insan daima:
“Acaba benim akıbetim ne olacak. Dünyadan imanlı olarak mı, yoksa imansız olarak mı ayrılacağım” diye düşünmelidir.
Bu düşünce hatırından hiç çıkmamalıdır. Çünkü bazı insanlar vardır ki, daima günahlarla meşgul oluyorlar. Ama sonradan pişman olup öyle bir tevbe ediyorlar ve kendileri ile Allah'u Zülcelal'in arasını öyle bir düzeltiyorlar ki cenneti âlâyı kazanıyorlar. Ama bir kimse ibadet yaptığı halde sonradan bozulursa, bu hal onun için çok büyük bir tehlikedir. Onun için lain şeytan demiştir ki:
“İşte bu amel beni kurtaracak” demesini bekliyorum." Onun için insan ne amel yaparsa yapsın, hiçbir zaman bu yaptığı amele güvenmemelidir. Bu şeytanın bir tuzağıdır.
Allah'u Zülcelal'i tanımak, O'nun kudret ve azamet sahibi olarak bilip, kendimizi O'nun karşısında aciz bir kul olarak görmek, Allah'u Zülcelal'in çok hoşuna giden bir haldir. Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bu kainatın en efdali olduğu halde, Allah'u Zülcelal onu miraca çıkarırken:
“Bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allah, kulunu bir gece kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için Mescid-i Haram'dan, çevrisini mübarek kıldığımız o Mescid-i Aksa'ya götürdü." (İsra, 1) buyurarak, ne peygamber ne de resul dememiş, kul diye hitap etmiştir. Kulluk, Allah'u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Onun için Ebu Yezidi Bestami (Kuddise Sırruh) demiştir ki:
“İnsanlar diyorlar ki; 'Biz Allah'u Zülcelal'in hesabından korkuyoruz. Keşke benimle hesap görmese' Ben de istiyorum ki Allah'u Zülcelal benimle hesap görsün."
“Senin güvendiğin şey nedir?" diye sorduklarında, şöyle cevap vermiştir:
“Hayır, benim bir güvencem yoktur. Ama Allah'u Zülcelal'in benimle hesap görürken, bir sefer; 'ya kulum' demesi benim için kafidir. Bana ya kulum dedikten sonra, beni ister cennete koysun, isterse cehenneme koysun farketmez." İşte Allah'u Zülcelal'e kul olmak böyle kıymetlidir. O'na kul olalım. Bizi kurtaracak olan budur.
Allah'u Zülcelal Musa (Aleyhisselam)'ya şöyle vahyetmiştir.
“Ya Musa! Bir kimsenin hacetini yerine getirmemde en kuvvetli şey, 'maaşallah'tır."
Maaşallah, Allah'ın istediği olur manasındadır. İşte insan Maşaallah dediği zaman Allah'u Zülcelal onun hacetini aşk ve muhabbetle yerine getirir. Onun için Allah'u Zülcelal'in kudret ve azamet sahibi olduğunun ve herşeyin onun elinde bulunduğunun idrakinde olmamız lazımdır.
Dikkat ederseniz duadan önce, 'Vahhab' diyoruz. Vahhab; nimetlerini, af ve mağfiretini, rahmetini, ihsanını, fazlını, hibe eden demektir. Onun için duadan önce,
“Sübhane Rabbiyel aliyyi'l alel Vahhab” (kendi kullarına çok hibe edici) dememiz, Allah'u Zülcelal'in çok hoşuna gider ve bunu söyleyen kulunun duasını inşaallah yerine getirir.
İnsanın çaresi, daima Allah'u Zülcelal'in yanındaki ecir ve sevaplara karşı meraklı olmaktır. Allah'u Zülcelal insana, bu mekanına göre ameli salih yapmayı nasip etmektedir. Bir kişi bir evliyanın yanına giderek;
“Benim evime hırsız girdi ve bütün eşyalarımı çaldı” dedi. Evliya o adama:
“Allah'u Zülcelal'e şükret ve hamdü senada bulunki, senin kalbine hırsız girip imanını çalmadı. O hırsızın çaldığı dünya malıdır. Bir gelir, bir gider” diye cevap verdi.
Ne kadar da doğrudur. Eğer biraz derin olarak düşünürsek, lain şeytan insanın kalbine girdiği zaman, kalbin içindeki imanı, Allah sevgisini, günahlardan muhafaza olma halini çalıp götürür. Böyle olduğu halde hiçbir şey olmamış gibi davranıp, adi olan bir dünya malımız çalındığı zaman merak edip üzülüyoruz.
Halbuki biraz derin olarak düşünürsek, şeytan bizim kalbimize girip hırsızlık yapıyor ama bizim haberimiz olmu-yor.
İlk önce kalbe giriyor ve iman ağacını yaş tutan, suluyan ve daima imanı kuvvetlendiren Allah'u Zülcelal'in zikrinin aşkını, muhabbetini çıkarıyor. Daha sonra günahlardan muhafaza olma gücünü çıkarıyor ve insan günahlara gidiyor. Vesvese ile bütün hayırlı olan halleri çalıyor ve yerine dünya muhabbetini koyuyor. Ama maalesef bundan hiç haberimiz bile olmuyor.
Oysa zahiri olarak bir şeyimiz çalındığı zaman nasıl üzülüyor ve daha dikkatli hareket ediyorsak, manevi olan ve ebedül ebed baki hayatımıza yarayacak olan şeyleri lain şeytanın çalmaması için uyanık olmamız lazımdır. Uyanık olup, çalındığını bilirsek bir daha çaldırmamak için daha dikkatli oluruz. Ama -neuzübillah- bunun farkına varamazsak tâ kabre kadar öyle gideriz ve çok perişan oluruz.
Peki şeytan, kalbimizdeki zikrin aşkını, muhabbetini nasıl alıyor?
“Senin zikir yamaya vaktin yoktur. Şu işini yap” diyerek, elimizde sermaye olan vaktimizi boşa geçirtiyor ve zikir yapmamıza engel oluyor. Oysa iman yeşil bir ağaç gibidir. Sıcak bir havada yeşil bir ağaca biraz su vermezsek, yavaş yavaş kuruyacaktır.
Buna bakarak iman ağacının kurumaması için hergün mutlaka Allah'u Zülcelal'in zikrini yapmamız lazımdır. Çünkü günahların zulmatı o yeşil olan ağacımızın üzerine gelerek onu kurutuyor. Onun kurumasını önlemek için kalbimizin üzerinde Allah'ın zikrini yaparsak kurumaz inşaallah.
Allah'u Zülcelal'in zikri, insanı öyle kemalât sahibi yapı-yor ki maalesef biz onun kıymetini bilmiyoruz. Bir Allah dostunun kızı annesinden yemek istemişti. Annesi ona dedi ki:
“Yemek yoktur. baban içeri odada ibadet yapıyor. Git ondan yemek iste." Kız kapıyı açtı, fakat babasını odada göremedi. İyice bakınca içeride bulanık kan renginde bir havuz gördü.
Parmağını o havuza batırdıktan sonra odadan çıktı. Allah'u Zülcelal'in merhameti o Allah dostunun üzerine geldi ve tekrar insan suretine girdi.
Çünkü Allah'ın rahmeti üzerine gelince erimişti. İşte o bulanık olan havuz oydu. Kızın havuza batırdığı parmağının izi evliyanın vücudunun üzerinde bir iz olarak kaldı. İşte Allah'u Zülcelal'in zikri, tecelliyatı böyledir. Biz huzursuz olarak gafletle O'nun zikrini yapıyoruz; zannediyoruz ki, hiçbir şey olmuyor. Eğer insan Allah'u Zülcelal'in zikrini huzurlu olarak yaparsa çok büyük kemalât sahibi olur.
Aynı şekilde Ahmet er-Rufai (Kuddise Sırruh) bazı zamanlarda kendi cemaatinin içindeyken, Allah'u Zülcelal'in tecelliyatı üzerine öyle geliyordu ki, su gibi oluyordu. Sonra yavaş yavaş eski halini alıyordu ve diyordu ki:
“Vallahi, eğer Allah'u Zülcelal'in rahmeti olmasaydı, ben sizin yanınıza dönemezdim”
İşte Allah'u Zülcelal'in zikri böyledir. İnsanı bu şekilde Allah'u Zülcelal'e kavuşturuyor. Onu yapmamak sanki ahirete inanmamak gibidir.
Hem kendimize hem de birbirimize Allah'u Zülcelal'in zikrini yapma hususunda daima tavsiyede bulunalım.
Bilhassa yalnız kaldığımız zaman zikir ve ibadet yapmak, Allah'u Zülcelal ile aramızdaki gizli olan hali düzeltmeye çalışmak çok kıymetlidir. Veyahut da arkadaşlarımızla birlikte olduğumuz zaman, kimse kimsenin kalbini bilmediği için, Allah'u Zülcelal'e karşı olan manevi halimiz, kalbimiz, ruhumuz, sırrımız daima düzgün olmalıdır. Samimi ve sadık olmalıdır. Onun için Sehl bin Abdullah (Kuddise Sırruh) demiştir ki:
“Kim Allah'u Zülcelal'e karşı gizli olarak hıyanetlik yaparsa, Allah o hıyaneti kıyamet gününde, hatta bu dünyada da açığa çıkaracaktır”
Yani insan ne yaparsa yapsın, onun içindeki gizli hali, zahiri vücudunda meydana çıkıyor. Eğer biri kişi iyi bir kimse ise, Allah'u Zülcelal'e karşı samimi ise ve manevi olarak doğru ise; mutlaka onun gözü, dili, ayakları, elleri ve ahlâkını insanlar güzel olarak görürler. Ama onun içi Allah'u Zülcelal'e karşı hain ise, kendini her ne kadar iyi göstermeye çalışırsa da ara sıra içindeki kötülüğü meydana çıkar ve insanlar bunu görürler.
Çünkü Allah'u Zülcelal açığa çıkarıyor. Zaten ahirette de zerre kadar hiçbir şey gizli kalmaz. Onun için Sehl bin Abdullah (Kuddise Sırruh) demiştir ki:
“Kim Allah'u Zülcelal'e karşı gizli olarak hıyanetlik yaparsa, Allah o hıyaneti açığa çıkarır ve o kişi kendisinden haya eder”
Yani insanın çaresi, kendisini Allah'u Zülcelal'e karşı sadık ve doğru yapmaktır. Allah'u Zülcelal'e aşık olmaktır. Kalbinden dünyanın muhabbetini söküp attığı zaman, gece gündüz dünya ile meşgul olsa da, o dünya ona zarar vermez.
Çünkü kalp Allah'u Zülcelal'e bağlıdır. Ama kalp dünyaya bağlı olduğu zaman, dünya ile bir saniye dahi meşgul olsa, zarar görür. Kalp, Allah'ın nazargâhıdır. Onu Allah'u Zülcelal'e bağlamak lazımdır.
Allah'u Zülcelal'in dostları doktordurlar. Onlar kalbi nasıl dünyadan çözüp Allah'u Zülcelal'e bağlayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Allah yüz bin defa onlardan razı olsun.
Hasan-ı Basri (Radıyallahu Anh) demiştir ki:
“Bir gün yolda Rabiatül Adeviye'ye rastladım. İki avucun da yummuş gidiyordu. Ona dedim ki: 'Ya Rabia! Bu avuçlarındaki nedir?' Bana dedi ki:
“İbriğimi iki akçeye sattım. Onun parasını iki avucuma aldım” Dedim ki:
“Ya ahiret ehli! Onların ikisini de bir avucuna alsan da, diğer eline de bir tesbih alıp Allah'ı zikretsen iyi olmaz mı?” Rabiatül Adeviye dedi ki:
“Ya Şeyh! Bunların ikisi bir araya gelince fitne çıkarırlar. İnsana Allah'u Zülcelal'i unuttururlar. Kalbime yük ve tasa olmalarından korktuğum için ikisini bir avucuma almıyorum'"
Bu bizim için ne güzel bir derstir. Buna bakarsak, bize Allah'u Zülcelal'i unutturacak her şeyi kalbimizden çıkarmamız lazımdır.
Kalbi Allah'u Zülcelal'e bağlamanın da bir takım alametleri vardır. Kalp, Allah'a bağlandığı zaman, daima O'nun yo-lundan, aşk ve muhabbetinden bahseder. Onun için bir adam bir evliyanın yanına gerek:
“Allah'a nasıl kavuşulur?" diye sormuş. Evliya ona demiş ki: “Sana müjdeler olsun!" “Niye?""O yolu soran şahıs, o yola meraklı demektir. Allah ona nasip edecektir inşaalllah” demek ki Allah'ın yolunu merak etmek, daima onunla meşgul olmak, Allah'u Zülcelal'in yanında çok makbuldür.
Yine Sehl bin Abdullah (Kuddise Sırruh) demiştir ki:
“Kim kalbini Allah'u Zülcelal'e teslim ederse, Allah'u Zülcelal onun azalarına da sahip çıkacaktır”
İnsan kalbini Allah'a teslim ederse, O'da o kimsenin gözlerine, ellerine, ayaklarına, diline yani bütün azalarına sahip çıkar. Gözünün harama bakmasını engeller, dilinin haram konuşmasına engel olur. Ayaklarının günah yerlerine gitmesine engel olur.
Kalp, bir şey değildir ki! Allah'u Zülcelal'in yaratmış olduğu bir et parçasıdır. Peki niye onu Allah'a teslim etmi-yoruz? Onu Allah'u Zülcelal'e teslim edip:
“Ya Rabbi! Bu kalbi sen yaratmışsın. Onu sana teslim ediyorum, ne yapıyorsan yap” diyerek, O'nun önüne koyalım. O zaman Allah'u Zülcelal'in rahmeti kalbimize girer ve bütün azalarımız da Allah'u Zülcelal'e karşı teslim olur ve Allah'u Zülcelal'in yanındaki ecir ve sevaplara doğru gider.
Esasen bizi mahveden şeytan ve nefstir. Onun için Eba Yezidi Bestami (Kuddise Sırruh) demiştir ki:
“Ben nefsimi çağırıp; 'Gel, Rabbime gidelim' dedim. Ama gelmedi. Madem ki gelmiyorsun, sen kal ben gidiyorum' de-dim." Tabii nefse sadece sen kal diye söylemek kolaydır. Asıl önemli olan onu terkedebilmek, onun heva ve heveslerini bırakabilmektir. Demek ki, onu terketmek Eba Yezidi Bestami'ye göre kolaydı. Onun için demiştir ki:
“Ben bir gün rüyamda Allah'u Zülcelal'e dedim ki: “Ya Rabbi! Ben sana nasıl gelebilirim?" buyurdu ki: “Ya Eba Yezid! Nefsini bırak öyle gel”
Bu zamanda nefsimizi yediriyoruz, içiriyoruz, rahat ettiriyoruz. Hiç olmazsa biraz Allah'u Zülcelal'in ibadetini de yapalım. Devamlı olarak nefsi doyurmak, ibadetin önünde büyük bir engeldir. Çünkü denilmiştir ki:
“Dünyada daima tok olan şahıs, kıyamet gününde aç olacaktır. Dünyada da aç olan şahıs, kıyamet gününde tok olacaktır.
Öyle ise, hiç olmazsa, bir iki saat nefsimizi aç bırakalım. En azından aç olduğumuzu hissedelim. İnsan günde üç sefer yemek yerse aç kalmaz. Ama bir sabah, bir de akşam yediği zaman, sabah yediği yemekten sonra ancak akşama doğru aç olduğunu hisseder.
Öyle ise en azından günde iki sefer yemek yiyelim ve biraz olsun o açlık sıfatını kazanalım ki, kıyamet gününde aç kalmayalım. Devamlı olarak bu dünyada tok olursak, kıyamet günü aç kalırız. Açlık çok zordur, çok büyük bir azaptır. Çünkü denilmiştir ki:
“Allah'u Zülcelal nefse tam bin yıl cehennmede şiddetli azaplar vermiş, sonra çıkarıp; “Sen kimsin, ben kimim?" diye sormuş; nefste: “Sen sensin, ben benim” diye cevap vermiş. Ama Allah'u Zülcelal onu üç gün aç bırakınca demiştir ki: “Sen kudret ve azamet sahibi olan Rabbimsin; ben de senin aciz kulunum."
Onun için biraz nefsimizi aç bırakırsak, ahirette tok oluruz, inşaallah! Devamlı olarak tok olduğumuz zaman zikrimizi, ibadetimizi, hizmetimizi yapamayız. Yaptığımız zamanda lezzet bulamayız.
Nefsimizi; “Ya nefsim! Niçin Allah'u Zülcelal'in ibadetini, zikrini, hizmetini yapmıyorsun?" diye hitab edersek, bu Allah'u Zülcelal'in çok hoşuna gidiyor. Çünkü bazı evliyalar demişlerdir ki:
“Kim Allah razısı için kendi nefsini itap (azarlama) ederse, Allah'u Zülcelal kendi gazabından onu emin kılar” Hakikaten de dikkat edersek nefsimiz bize düşmandır.
Niye bir kimseyle ticaret yapmak için ortak olduğumuz zaman, bize ihanet yapmaması için onunla hesap görüyoruz da, nefsimizle hesap görmüyoruz. Oysa nefsimiz daima bize ihanet etmek için fırsat kolluyor. Ona bu fırsatı vermeyip, hesap görmemiz lazımdır. Eğer onunla hesap görürsek, daima ona karşı galip geliriz.
Çünkü biz haklıyız, o her zaman haksızdır. Ama onunla hesap görmediğimiz için, daima bize hıyanetlik ediyor. Bu şekilde tâ kabre kadar gidersek çok pişman olacağız.
Eğer onunla hesap görürsek oda teslim olur. Dememiz lazımdır ki:
“Ya nefsim! Allah'u Zülcelal Kur'an-ı Azimüşşan'da buyuruyor ki; “Eğer günah yaparsanız size azap vereceğim. Benim taat ve ibadetimi, zikrimi yapmazsanız yine size azap vereceğim. Ama kendinizi günahlardan muhafaza edip, ibadetimi yaparsanız sizi cennetime koyacağım” Sen hangisini istiyorsun?" O zaman nefs diyecektir ki:
“Aman! Ben cehennem azabına nasıl dayanacağım. Ben cenneti istiyorum” Böyle dediği zaman ona diyelim ki:
“Madem sen cenneti istiyorsun, cennetin bir yolu vardır, o yola gir, cenneti kazan. Ama sen cenneti istiyorum, diyorsun cehennemin yolundan gidiyorsun. Böyle olmaz”
İşte onunla hesap görürsek bize teslim olacaktır. Ama dediğim gibi onunla hesap görmüyoruz. Eğer nefsimizi cennetin yoluna sokarsak, kıyamet gününde Allah'u Zülcelal;
“Ey Mutmain olan nefs! Rabbine dön, sen O'ndan razı, O da senden razı olarak. Haydi, salih kullarımın arasına karış, cennetime gir” (Fecr, 27, 28, 29, 30) diye güzel bir isimle hitapta bulunacaktır.
Ama onunla hesap görmeyip, daima arkasında gidersek, Allah'u Zülcelal onu günaha meyilli, zayıf olarak yaratmıştır, hem kendimizi hem de onu perişan ederiz.
Allah'u Zülcelal'in hukuku çok azimdir. Onu hiç kimse hakkıyla yerine getiremez. Hatta Hz. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir hadisi şeriflerinde:
“Allah'u Zülcelal benimle ve Meryem oğlu İsa ile hakkıyla hesap görürse, bizi cehenneme koyması gerekir ve bu hükmü ile zulüm yapmış olmaz” buyurmuştur.
Halbuki Peygamberlerin kalbi, pervane gibi Allah'u Zülcelal'in arşı âlâsının altında döndüğü halde, bir saniye bile Allah'tan gafil kalmadıkları halde yine de böyle demiştir. Yani hiç kimse Allah'u Zülcelal'in hakkını yerine getiremez. Onun için kendimizi daima taksirat sahibi olarak görüp, ibadeti-mizle dahi Allah'u Zülcelal'e yalvararak:
“Ya Rabbi! Ben senin hakkını yerine getiremiyorum. Sen bana rahmetinle, kereminle, ihsanınla muamele et” dememiz lazımdır. Bazı evliyalara sekerat esnasında iken:
“Bize ne tavsiye ediyorsunuz” diye sormuşlar? Onlarda şöyle cevap vermişlerdir.
“Allah'u Zülcelal'e karşı kalben kendimizi taksirat sahibi olarak görün ve alçak bir gönülle O'na yalvarır. Daima bu halinizi muhafaza edin”
Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) Efendimiz başka bir hadisi şerifte;
“Hiç kimse ameli ile kendini kurtaramaz, Allah'ın rahmeti olmazsa” “Sende mi Ya Rasulallah?" diye sorulduğunda; “Evet, bende” buyurmuştur. Onun için imkan dahilinde Allah'ın emir ve nehiylerini yerine getirip, fakat bu yapılan ibadetlere güvenmeyerek Allah'u Zülcelal'in rahmetini talep etmek lazımdır.
İnsan Allah'u Zülcelal'e karşı sadık olursa ve daima O'nun yanındaki ecir ve sevaplara karşı meyilli olursa, Allah'u Zülcelal ihlası da, sadakati de, doğruluğu da ona nasip edecektir. Fatımat-ı Nişaburi (Kuddise Sırruh) demiştir ki:
“Sadıklar ve Allah'u Zülcelal'e yakın olanlar, bir denizin içinde gibidirler. Denizin içindeki kişi hareket ettikçe denizin dalgaları arasında boğulmaya başlar.
Bu durumda olan kimse nasıl diğer insanlardan yardım istiyorsa; insanda daima Allah'u Zülcelal'e karşı sanki bir denizin içindedir ve boğuluyor gibi Allah'u Zülcelal'e yalvarması lazımdır."
Böyle olduğu zaman, Allah'u Zülcelal o kimseyi günahlardan da muhafaza eder, ibadet yapmayı da nasip eder, zikir yapmayı da nasip eder. Ama biz Allah'u Zülcelal'e yalvarmıyoruz, istemiyoruz. İstediğimiz zaman isteksiz bir şe-kilde istiyoruz. Oysa samimi bir şekilde, mahzun ve çok kıymetli bir şeyimiz kaybolmuş da onu arıyormuş gibi istersek, Allah'u Zülcelal bize istediğimizi nasip edecektir inşaallah.
Bütün bu bilgiler, bizim manevi olan hastalıklarımıza ilaçtır. Bu ilaçları bilipte yapmamak, aynı bir kimsenin hastalığında ilaç alıp bir poşetin içine koyup hiç kullanmaması gibidir.
İlaçları kullanmayan hasta iyileşebilir mi? Onun için bizde bu bildiğimiz ilaçları kalbimize, ruhumuza, sırrımıza tatbik etmemiz lazımdır.
Allah'u Zülcelal hepimize razı olduğu şekilde amel-i salih nasip etsin. Amin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Onlar suçlulara sorarlar; Sizi sakar cehennemine atan nedir? Suçlular şöyle cevap verirler; Biz namaz kılanlardan değildik.” (Müddessir; 40-43)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Kişi ile, şirk ve küfür arasında namazı terk vardır.” (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)
İnsanın namazın üzerine adeta titremesi lazımdır. insanın kıyamet gününde ilk sorguya çekileceği amel namazdır. Eğer bu sorgudan kolay kurtulursa, diğer amellerinin sorgusu da kolay olur. Ama namazın sorgusunu veremezse, diğer sorguları da çok çetin olur.
Dünyada namaz kılmayan kimse, ya aklını kullan-mıyor yada çok cesaretli demektir.
Çünkü Allah-u Zülcelal namaz kılmayan kimseleri çok şiddetli bir şekilde cezalandıracaktır.
Dünyada iken namaz kılmayanlar için, kıyamet gelip çattığı zaman, cehennem ateşinin üzerinde kor haline getirilmiş bir sac ortaya konulur ve Allah-u Zülcelal buyurur ki:
“Ey kulum! Kazaya bırakmış olduğun namazlarını bu kızgın sac üzerinde kıl.”
Bir kimse eğer nefsini biraz olsun seviyorsa, o kızgın sacın üzerinde kılmak yerine bu yumuşak halıların üzerinde namazlarını kılmalıdır.
Beş dakikamızı ayırıp kılabileceğimiz bir namazı kılmayıp, kızgın sac üzerinde kılmaya bırakmak nefsimize çok büyük bir hakaret ve zulümdür.
Diğer bir çok hadis-i şeriflerde namaz, mü'mini kafirden ayıran en bariz bir vasıf olarak zikredilmiştir. Namazın terkedilmesi hakkında Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in çok şiddetli hadis-i şerifleri vardır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Kim namazı terkederse, onun dini yoktur. (Çünkü) namaz dinin direğidir.” (Deylemi)
Nasıl bir bina direği, temeli olmadığı zaman çökerse, bir mü'minin de namazı olmadığı zaman dini çöker. Bina temeli olmadan havada durmaz. Namaz da imanın altında sanki direk görevi görüyor, kuvvetlendiriyor gibidir.
Namaz kılmamanın böyle tehlikeleri varken, namazı terk etmemek, tam aksine daha fırsatımız varken, onun üzerine titremek ve namazdan gafil olan diğer mümin kardeşlerimize de bu kurtuluş kapısından girmeleri için sohbet ve nasihat etmek lazımdır.
*) İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, zarar ettiklerinde birbirlerini uyarır ise mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allahu Zülcelal’in gazabına neden olan bu ameli yaptığından dolayı ona, Allah-u Zülcelal’in azabının pek şiddetli olduğunu (Bakara; 211), ölümü, kabri, Münker ve Nekir’i, haşri, mizanı, sıratı ve cehennem azabını hatırlatmalıdır. Bu kötü amel Allah’ın gazabına neden olduğu için pişman olup tevbe etmeli, bir daha yapmamaya kendi kendine söz vermelidir.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
GURUR
Gurur; kalbi bir hastalık olup Allah-u Zülcelal'in rızasına giden cennet yolu üzerinde büyük bir engeldir. Allah-u Zülcelal'in kullarını çağırdığı selam yurdu olan cennetin anahtarı, uyanıklık ve derin olarak idrak etmek kabiliyetidir. Cehenneme giden yolun kaynağı ise gurur ve gaflettir.
Şeytanın ve nefsinin esiri olup arzularının peşinde koşan kimse, kıyamet gününde mahzun olacaktır. Ama Allah-u Zülcelal'in rızasına meraklı olup onu arayan, emir ve nehiylerini yerine getir-meye gayret gösteren ve kalbini manevi hastalıklardan temizleyen kimse kurtuluşa erecektir.
Allah-u Zülcelal'in rızasına giden yolda başarılı olanlar, o yolun üzerindeki engellerin afetlerini ve kalbe giriş yollarını bilip, kendisini bundan muhafaza eden ve basiretle davranan kimselerdir. Aldananlar ise, Allah-u Zülcelal'in kendi iradelerine terkettiği ve kalblerini hakkı bilip anlamaktan geri bıraktığı kimselerdir.
--------------------------------------------------------------------------------
GURURUN AFETLERİ
Allah-u Zülcelal, gururun çirkinliğini beyan ederek ayet-i ke-rimede şöyle buyurmuştur:
“Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi kandırmasın.” (Lokman; 33)
Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde ;
“Akıllı kimse, nefsini deneyip ölümden sonrası için çalışan, ahmak ise nefsinin arzularına uyup sonra da Allah'tan ümid eden kimsedir.” Buyurmuştur. (Tirmizi ve İbni Mace, Şeddad bin Evs)
İnsanların bir çoğu, hatalı yolda oldukları halde, kendilerinin hayır üzere bulunduklarını zannederler. Halbuki asla gerçekleşmeyecek bir düşünce ve hayalin peşinden gitmek, yapmadığı şeyi umut etmek mağrurluktan başka bir şey değildir.
Gururun en kötüsü kafirlerin, asilerin ve fasıkların aldanışlarıdır. Allah-u Zülcelal kafirlerin gururuna işaret ederek, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Onlar ahireti dünya hayatına karşılık satmış kimselerdir. Onların azabları hafifletilmeyecek, kendilerine asla yardım edilmeyecektir.” (Bakara 86)
Bu aldanmanın tedavisi iman etmektir.
Müslümanların asi olanlarının aldanışları ise; “ Allah kerimdir. O'nun affı çoktur” gibi sözlere bel bağlayıp salih amelleri terketmek suretiyle aldanırlar. Bu durumda bulunan kimseler, Allah-u Zülcelal'in nimetlerinin bol, rahmetinin ve kereminin geniş olduğunu düşünerek boş bir ümide kapılırlar.
Bu kimselerin aldanmalarının bir sebebi de, atalarının durumlarına güvenmeleridir. Halbuki atalarının takvası ile kurtulacağını zannetmek, babasının yemek yemesi ile kendi karnının doyacağına veya babasının hacca gitmesi ile kendisinin hacı olacağını zannetmek gibidir.
--------------------------------------------------------------------------------
GURURUN TEDAVİSİ
İnsanın yapmış olduğu salih amellerin faydası kendisinedir. Önümüzde öyle bir gün vardır ki, ne evladın babaya, ne de babanın evlada faydası dokunmayacaktır. Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Nuh Rabbine dua edip dedi ki; Ey Rabbim! Benim oğlum da şüphesiz benim ailemdendir” deyince; Allah-u Zülcelal buyurdu ki;
“Ey Nuh! O katiyen senin ailenden değildir. Çünkü o (nun yaptığı) salih olmayan kötü bir iştir” buyurmuştur. (Hud; 45)
Şimdi insan buna bakarak, atalarının amel ve ibadeti ile, makamı ile kendisini nasıl aldatabilir ki?
İman edip salih amel işledikten sonra ve günahlardan muhafaza olmaya gayret gösterdikten sonra, korku ve ümid arasında olup, yaptığı amellerin kabul olmasını ve son nefeste bu dünyadan imanlı olarak ayrılmayı isteyen kimse akıllı bir kimsedir. Bunun dışında kalanlar aldanmışlardır.
İki yerde ümit etmek çok makbuldür:
Birincisi; Günahkar bir kimse, günahlarından pişman olup tövbe etmek istediği zaman, şeytan onu ümidsizliğe düşürmek için;
“Senin bu kadar günahın var, Allah seni nasıl affeder” diyerek onu aldatmaya ve ümidsizliğe düşürmeye çalışır. Oysa Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde;
“Allah'ın rahmeti, senin günahlarından daha büyüktür” buyurmuştur. Böyle bir durumda insan, Allah-u Zülcelal'in tövbeleri kabul edip günahları bağışlayacağını ve kerem sahibi olduğunu ve ancak günahların tövbe ile temizlenebileceğini bilerek, ümid ile şeytanın bu ümidsizliğini kalpten söküp atmak lazımdır. Zaten şeytan aleyhillanetin tövbesinin kabul edilmemesinin birinci sebebi;
“Artık Allah beni affetmez” diye ümitsizliğe düşmesidir. Oysa Allah-u Zülcelal;
“Doğrusu ben tövbe edeni, inanıp salih amel yapanı ve doğru yolda gideni bağışlarım” (Taha, 82) buyurmuştur.
İkincisi ise; Nafile ibadetlerin faziletlerinden kendisini mahrum bırakan ve yalnızca farz ibadetlerle yetinen kimsedir. Bu durumda bulunan kimse, Allah-u Zülcelal'in nimetlerini ve salih kullara vaadedilen mükafatları düşünerek tembellikten kurtulup yavaş, yavaş terketmiş olduğu nafile ibadetleri yapmaya başlar.
Korku ve ümid, insanı amele teşvik eder. Amel yapmaktan alıkoyan her ümid gururdur.
--------------------------------------------------------------------------------
GURUR EHLİ
Gurur Ehlinin Birincisi İlim Ehlidir
Bunlar ;
1-İlim öğrenmelerine rağmen vücud azalarını ıslah etmeyi ve günahlardan muhafaza olmayı ihmal edip, ilimleri ile mağrur olmuşlardır. İlim sahibi olanlar;
“Ben alimim” diyerek, Allah-u Zülcelal'in yanında makam sahibi olduklarını ve Allah-u Zülcelal'in kendileri gibi olanlara azab vermeyeceğini zannederler.
Ancak basiret gözü ile bakmış olsalar, ilmin ancak helal ve haramı bilmek, nefsi tanımak ve onu kötü sıfatlardan temizlemek gerektiğini bilirler. Kendisi ile amel edilmeyen ilmin hiçbir kıymeti yoktur. İlmi ile amel etmeyen kimseler hakkında Allah-u Zülcelal ;
“Kendilerine tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların hali, sırtına kitap yüklenmiş merkebin hali gibidir” (Cuma 6) buyurmuştur.
Bu ayet-i kerimeye bakarak, alim olan ve bu ilmi ile amel yapmayan ve mağrur olan kimse için bundan daha büyük bir rezillik var mıdır? Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde;
“Kıyamet gününde insanların en şiddetli azab olunanı, ilmi kendisine fayda vermeyen alimdir” buyurmuştur.
2-İlmi ile mağrur olanlardan bazıları da, ilim öğrenip amel eden, zahiri taat ve ibadetleri yapıp günahlardan muhafaza olduğu halde, kibir, ucub, riya, hased, mevki ve makam sevgisi ve şöhret olmak ihtirasından kurtulamayanlardır. Bu kimseler dışlarını süsledikleri halde, maneviyatlarına önem vermezler. Halbuki Peygamber Efendimiz (sav);
“Allah sizin suretlerinize, mallarınıza bakmaz. Allah sizin kalblerinize bakar” (Müslim ) buyurmuştur. Böyle kimseler, kabirlere benzerler. Kabirlerin dışları süslü ama içleri kokmuş cesetlerle doludur.
3- İlmi ile mağrur olanlardan bir kısmında, insanların aralarındaki meseleleri çözecek ilim ile yetinenlerdir. Bununla birlikte zahiri ve manevi ilme önem vermezler. Dillerini gıybetten, midelerini haram yemekten muhafaza etmezler.
4- İlmi ile mağrur olan diğer grupta, insanlara nasihat etmek, zikir yaptırmak, ihlas hakkında konuşmakla ve insanlara bu güzel sıfatları anlatmakla, bu sıfatların kendilerinde de bulunduğunu zannedenlerdir.
Halbuki bu gibi kimseler, şöhret olma hırslarından, hasedlerinden, dünya malı biriktirme arzularından dolayı, Allah-u Zülcelal'in razı olacağı güzel sıfatlardan uzaktırlar. Ve insanların en çok aldananları bu sınıftır.
5- İlmi ile mağrur olanlardan bazıları da, büyüklerin sözlerini ve onların dünyayı kötüleyen konuşmalarını ezberlemekle yetinenlerdir. Bunlar, büyüklerin sözlerini bildikleri zaman kurtulacaklarını zannederler.
--------------------------------------------------------------------------------
İBADET EHLİNİN GURURU
İbadetiyle mağrur olan insanlarda birkaç sınıftır. Bunlar;
1- Abdest alırken vesveseye düşüp, abdest azalarını gereğinden fazla yıkayan kimseler gibi israfa kaçanlardır. Halbuki bu boş titizliklerini, Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinin üzerinde gösterseler, Allah-u Zülcelal'in rızasına giden cennet yolunda daha fazla mesafe katederler.
2- Diğer bir grupta, namazın niyetinde, tekbir almada vesveseye kapılırlar. Oysa bu titizliklerini namazın içinde göstermeleri daha iyidir. Namaza başlamadan önce bu kadar itina gösterip namaza girdikten sonra kalbi namaza vermeyip gaflete dalmak büyük bir aldanmadır. Çünkü Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede;
“Müminler muhakkak felah bulmuşlardır. Çünkü onlar namazlarında huşuya riayet ederler.” (Müminun 1-2) buyurmuştur.
3- Diğer bir grup ise, fatiha ve diğer okunan surelerin harflerini doğru okuma hususunda vesveseye kapılırlar. Bu gibi kimseler namaz boyunca şeddeleri çıkarmaya, fatiha suresindeki (dad) ile (zı) nın farkını ayırt etmeye çalışırlar. Bu aldanma çok çirkindir.
4- Diğer bir grupta Kur'an okumakla mağrur olurlar. Bu kimseler, Kur'anı çok çabuk okurlar fakat dilleri Kur'an okurken kalpleri başka yerdedir. Bazıları da vardır ki, Kur'anı çok güzel bir sesle okur ve bundan büyük lezzet duyar. Bu lezzeti de Allah-u Zülcelal'in kelamını okumanın lezzeti zanneder, oysa bu güzel olan sesin verdiği bir lezzettir.
5- Diğer bir grupta tuttuğu oruçla mağrur olurlar. Bu kimseler zamanlarının çoğunu, özellikle de mübarek günleri oruçla geçirirler. Fakat dillerini gıybetten, kalplerini riyadan, midelerini haramdan, korumazlar. Farzları bırakıp nafilelerin peşinde koşarlar ama onunda hakkını veremezler. Bu da gururun en kötü olanıdır.
6- Diğer bir grupta yapmış olduğu hac ile mağrur olurlar. Bu kimseler, zulüm yaptıkları kimselerden helallik almadan, borçlarını ödemeden, hac yolculuğuna çıkarlar. Yollarda namazlarını heder ederler, kötü sözlerden ve insanlarla çekişmekten çekinmezler. Buna rağmen hayır üzere bulunduklarını zannederler.
--------------------------------------------------------------------------------
TASAVVUF EHLİNİN GURURU
Tasavuf ehli de bir çok konuda gurur hastalığına yakalanırlar:
1- Bir gurup kılık, kıyafet ve mantık ile gurura kapılanlardır. Bu gibi kimseler tefekkür ehli gibi başlarını eğerler, derinden nefes alırlar, kısık sesle konuşurlar.
Nefsle mücahede, murakabe, zahiri ve manevi olan günahlardan temizlenebilmek için kendilerini hiç yormazlar. Halbuki bu söylediğimiz şeyler tasavvuf merdivenlerinin ilk basamaklarıdır.
2- Bir gurupta marifet ilmini, hakkı müşahede ettiklerini, birçok makam ve halleri geçtiklerini, yakınlık makamına ulaştıklarını iddia ederler. Ancak bu kimseler, bu meseleleri isim ve söz olarak bilirler.
Avam insanlar bir tarafa; fakihlere, müfessirlere, hadis alimlerine ve diğer alimlere hor gözle bakarlar. Bu gibi kimseler, hakikatte Allah-u Zülcelal'in yanında münafıklardan, gönül ehlinin nazarında ise cahil ahmaklardandır.
3- Diğer bir gurupta herşeyi mübah sayanlardır. Bu gibi kimseler, Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini bir kenara atarak, helal ve haramı birleştirmişlerdir. Bu gurubun bazıları derler ki;
“Allah-u Zülcelal benim ibadetimden müstanidir (ihtiyacı yoktur). Niçin nefsimi yoracağım ki!”
Bazıları da şöyle derler;
“Vücut azaları ile yapılan ibadetin kıymeti yoktur. Allah kalplere bakar. Bizim kalplerimiz Allah-u Zülcelal'in sevgisi ile tutuşmuş, ellerimizle dünyaya dalıyoruz ama, kalplerimiz daima Allah-u Zülcelal'in huzurundadır. Bizim şehvetlerle alakamız zahirendir, kalben değildir”.
Halbuki bütün bunlar, şeytanın aldatmalarıdır.
4- Bir diğer grupta istismarcı ve sahtekarlardır. Bu kimseler, güzel huylu, tevazu sahibi ve müsamahakâr olduklarını iddia ederler. Sofilerin hizmetine koşarlar, ama bu davranışları baş olmak, servet sahibi olmak için bir tuzaktır.
Bunlar haram ve şüpheli yollardan mal toplar ve taraftarları çoğalsın, hizmetleri ve isimleri yayılsın diye, sofilere ve başkalarına harcarlar. Onları buna sevkeden sebep gösteriş ve riyadır.
Oysa insanın niyeti Allah için olmalı, dünya sevgisi ve şöhret olmamalıdır. Bu niyeti taşımayan kişilerin sonu çok tehlikelidir, neuzubillah.
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Peygamberleri, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki, insanların Peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın…" (Nisa; 165)
Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Biz, bir Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz." (İsra; 15)
İşte Allah-u Zülcelal böyle adaletli, şefkat ve merhamet sahibidir. İlk önce kullarına emir ve nehiylerini bildirmek suretiyle yol gösteriyor. Bu emir ve nehylere uyanlara büyük mükafatlar veriyor, O'nun göstermiş olduğu yoldan çıkarak emir ve nehiylerini yerine getirmeyen kimselere azap veriyor.
Kim Allah-u Zülcelal'in rızasını talep ediyorsa ahlakını güzelleştirmesi lazımdır. İnsanlara Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini bildirirken, onlara karşı güleryüzlü, şefkatli davranmak gerekir.
Karşımızdaki insan fasık da olsa, günahkar ve âsi de olsa, ilk önce kendimizi ona yakınlaştırıp, yumuşaklıkla davranmamız lazımdır. O da bize yaklaştıktan sonra nasihat etmeliyiz. Peki! Niçin yumuşak ve güleryüzlü davranmamız lazımdır?
Çünkü olabilir ki o kişi tevbe eder ve Allah'a yönelmek suretiyle Allah-u Zülcelal'in bir dostu olabilir. Onun için karşımızdaki insanların bizden nefret edecekleri davranışlardan kaçınmamız lazımdır. Bu vaaz ve nasihatin kuralıdır.
Seyyid Ahmed er-Rufai birgün bir domuzun yanından geçiyordu ve domuza: "Hayırlı sabahlar!" dedi. Yanında bulunanlar bu duruma çok şaşırdılar. Ve:
"Bu domuza niçin böyle söyledin?" diye sordular. Ahmed er-Rufai dedi ki:
"Kendimi güzel ahlaka davet ediyorum. Allah-u Zülcelal'in bütün mahlukatına güzel ahlakla davranmayı kendime adet yapıyorum. Siz biliyor musunuz, İsa aleyhisselam da bir gün böyle yapmıştı!"
"Nasıl?" diye sordular. Dedi ki:
"İsa aleyhisselam havarileri ile beraber bir gün bir yerden geçiyorlardı. Etrafa çok pis koku veren bir köpek leşi gördüler. Havariler dedi ki:
"Ya Ruhullah! Bu köpeğin leşi ne kadar pis kokuyor." İsa aleyhisselam buyurdu ki:
"Bakın, onun ne güzel parlayan dişleri vardır."
İşte İsa aleyhisselam kendisini güzel ahlakla süslüyordu. Evet, köpek leşinin pis kokusu havarilerin burnuna geliyordu ama İsa aleyhisselam onun kötü tarafına bakmayıp: "Ne güzel beyaz dişleri var." dedi. Onun için insan, karşısına âsi, fasık kimseler de gelse, onların bu kötü tarafına bakmadan güleryüzle ve şefkatle onlara muamele etmelidir. Bu, İslam ahlakıdır. Her mü'minin görevidir.
İmam-ı Şa'rani, bir eserinde şöyle demiştir:
"Davud aleyhisselam Beni İsrail kavminin âsilerine karşı çok sert davranıyordu. Hatta bazı zamanlarda:
"Ya Rabbi! Sana âsi gelenleri af ve mağfiret etme!" diye beddua ediyordu. Fakat Allah-u Zülcelal bu davranışının hata olduğunu ona bildirip, Davud aleyhisselam bu hatasını anladıktan sonra ağlayarak:
"Ya Rabbi! Bütün hata yapanları af ve mağfiret et. Davud'u da onların içinde af ve mağfiret et!" diye yalvarıyordu. Allah-u Zülcelal Davud aleyhisselam'a şöyle vahyetti:
"Ey Davud! İyi olan kimselerin zaten sana ihtiyacı yoktur. Âsi olanlara karşı çok sert davrandığın için, onlar senden nefret ettiler, sende onlardan nefret ettin. Böyle olunca Ben, seni ne için gönderdim."
Allah-u Zülcelal böyle vahyedince, Davud aleyhisselam uyandı ve hemen gece-gündüz hiç durmadan Benî İsrail kabilesini ev ev dolaşarak onlara güleryüzle ve yumuşaklıkla nasihat etmeye başladı.
Rivayete göre Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Enes radıyallahu anh ile birlikte bir yere gidiyordu. Arkadan bir bedevi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e yetişti ve cübbesinin etek-lerine öylesine asılarak çekti ki, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ensesi kızardı ve kumaş Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ensesinde iz bıraktı. Sonra da: "Ey Allah'ın Resulü! Allah-u Teala'nın sana nasip ettiği servetten bana da infak et." dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de bedeviye dönüp gülümseyerek iltifat etti ve kendisine bir şey verilmesini emretti. (Buhari, Müslim)
Hz. Ömer radıyallahu anh bir ihtiyarın kapı kapı dolaşıp dilendiğini görünce:
"Bu kimdir?" diye sordu. Dediler ki:
"Bir mecusidir. Fakir olduğu için dilencilik yapıyor." Bunun üzerine Hz. Ömer:
"O genç iken biz ondan haraç alıyorduk. Şimdiyse ona sahip çıkmıyoruz." dedi ve beytü'l-maldan ona maaş bağladı.
Hz. Aişe radıyallahu anha Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in kendisine şöyle söylediğini rivayet etmiştir:
“Ey Aişe! Yumuşak ol. Çünkü Allah-u Teala bir aileye hayır diledi mi, onlara uysallık ihsan eder.” (Ahmed bin Hanbel, Bezzar)
Cabir radıyallahu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Şu üç vasıf kim de olursa, Allah onu hıfzı himayesine alır ve onu cennetine koyar. Zayıflara yumuşak davranmak, ana ve babaya şefkatli olmak, idaresindekilere iyi davranmak.” (Tirmizi)
İşte bu İslam dininin ahlakıdır. İşte İslam ahlakı böyledir. İslam ahlakı, şefkat ve merhamet ahlakıdır. Ama bazı insanlar kendilerine göre bir takım bir şeyler yapıp, sonrada bunu İslam'a malediyorlar. Bu da doğru bir şey değildir.
Onun için bizden daima kendi arkadaşlarımıza veya başka insanlara nasihatte bulunduğumuz zaman, onlara güzel ahlakla, şefkatle ve güleryüzle yaklaşmamız lazımdır. Böyle yaklaştığımız zaman, onlar bizi seveceklerdir. Bizi sevdiği zamanda ona ne anlatırsak anlatalım bize inanacaktır. Ama sert bir şekilde davrandığımız zaman, anlattıklarımız bir fayda vermez.
Mü'min kardeşimizle bir arada yaşarken birbirimize güzel ahlakla muamelede bulunmamız lazımdır. Bazı müslümanlar kardeşlerimizden biri:
"Benim dediğim gibi olsun!" diğeri:
"Benim dediğim gibi olsun!" diyerek birbirlerine giriyorlar. Oysa bunların hepsi nefs ve şeytanın oyunlarıdır.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Sen öğüt ver. Şüphesiz öğüt, mü'minlere fayda verir." (Zariyat; 55)
Bir mü'min kardeşimiz bir günah yaptığı zaman, ona nasihat ederek veya bir sevap yaptığı zaman ona destek olmak suretiyle mü'min kardeşlerimize yardımcı olmuş oluruz. Bunu yapmadığımız zaman, mü'min kardeşlerimize karşı kusur sahibi olmuş oluruz. Hatta Ebu Hureyre radıyallahu anh'ın rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde bir adam tanımadığı birinin yakasına asılır. Adam: "Benden ne istiyorsun aramızda bir şey mi var?" der. O da: "Beni hatalı ve kötü yolda görürdün de sakındırmazdın." diye cevap verir." (Rezin)
Onun için elimizden geldiği kadarıyla birbirimize nasihat yapmak suretiyle, daima Allah-u Zülcelal'in zikrini, ibadetini, hizmetini yapmak ve günahlardan birbirimizi muhafaza etmek için gayret göstermemiz, mü'min kardeşler olarak birbirimize yardımcı olmamız lazımdır.
Eğer biz ahiretin üzerinde meraklı olursak, onun mükafatı da çok büyüktür. Nitekim Ömer bin
Cabir'in bildirdiğine göre, Ebu Ümeyye şöyle anlatmıştır:
"Bir gün Ebu Salebe Huşeni'ye şu ayet hakkındaki görüşünü sormuştum:
"Ey mü'minler, siz kendinize bakınız. Eğer siz doğru yolda olursanız, sapık kimse size zarar vermez. Hepinizin dönüşü Allah'adır." (Maide; 105)
Ebu Salebe bana şöyle cevap verdi: "Ben de bu ayetin anlamını bir gün Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e sormuştum da ondan şu cevabı almıştım:
"Ey Ebu Salebe, sizler şimdi iyiliği emrediyor ve kötütükten sakındırıyorsunuz. Fakat ilerde bir gün dünyanın tercih edildiğini, cimriliğe boyun eğildiğini ve herkesin kendi görüşünü beğendiğini görürsen o zaman sadece kendine bak. O gün sizin şimdi yaptıklarınızı yapanlara Allah'ın kitabı ile amel eden elli kişi kadar sevap verilecektir." Sahabeler sözlerinin burasında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e:
"Ya Resulallah! O kimsenin sevabı o zamanda yaşayan elli kişinin sevabı kadar mı, yoksa bizim gibi elli kişinin sevabı kadar mı olacaktır?" diye sorunca, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Hayır! Sizin gibi elli kişinin sevabı kadar olacaktır." (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace)
Eğer biraz derin düşünürsek, Allah-u Zülcelal cennette bizim için nimetler hazırlamış ve bizi oraya çağırmaktadır. Şeytanda bizi cehenneme, ateşin içine çağırmaktadır. Ateş öyle bir azaptır ki, şimdi burada kendimizi tecrübe edersek, bir saniye dahi elimizi onun üzerinde tutamayız.
Allah-u Zülcelal bizi cennet nimetlerine, o güzel sofraya çağırıyor ama biz onu terkedip şeytanın yanına gidip, cehennem ateşinin dumanına girersek, ne kadar büyük akılsızlıktır. Bunu biraz derin olarak düşünürsek, kendimize nasıl bir haksızlık, zulüm ve hakaret yaptığımız meydana çıkar.
Ama bu gaflet uykusu bizi mahvediyor. İçine düştüğümüz gafletten dolayı bu gibi zararları düşünmüyoruz. Nasıl dışarıda yağmur yağdığı zaman, eğer biz de dışarıda olursak elbiselerimiz ıslanır ve rahmet üstümüze gelir ama içeri girdiğimiz zaman yağmurdan kendimiz mahrum etmiş olursak, Allah-u Zülcelal'den gafil olduğumuz zaman da, O'nun rahmetinden, merhametinden mahrum oluruz. Daima kalbimizi Allah-u Zülcelal'in önüne açıp, O'ndan şefkat, merhamet, lütuf ve rahmet talep etmemiz lazımdır.
İşte Allah-u Zülcelal'den gafil kalmak, O'nu unutmak, O'nun azabını ve nimetlerini hatırlamamak ve O'nun zikrini yapmamak bize Allah korkusunu unutturuyor ve geri bırakıyor. Bu gaflet, Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametinden bizi habersiz bırakıyor.
Eğer insan Allah-u Zülcelal'in bir nimet olarak verdiği akılla düşünmezse, kabre girdikten sonra o aklın hiçbir faydası kalmaz. Bu akıl ile biraz düşünmek, tefekkür etmek lazımdır.
Herşey Allah-u Zülcelal'in elindedir. Hazineler O'nun yanındadır. Cehennemden muhafaza olmak O'nun yanındadır. O'nu razı etmek için daima gayret göstermemiz lazımdır.
Kalpler Allah'ın rahmetini ne kadar kaldırabiliyorsa, Allah'ın rahmetini ne kadar istiyorsa, Allah-u Zülcelal onun üzerine o kadar feyz, nispet ve rahmet gönderir.
"Ben Allah-u Zülcelal'in rahmetine çok muhtacım." dememiz lazımdır. Nasıl hiçbir şeyi olmayan aç ve çıplak bir fakir, bir padişahın huzuruna gidip kendi ihtiyaçlarını o padişahtan istiyorsa; bizde Allah-u Zülcelal'in merhametine ve rahmetine karşı fakiriz, muhtacız...
Ahiret, bu dünya gibi geçici değil, ebedü'l-ebed baki bir hayattır. Allah-u Zülcelal'in merhameti, rahmeti orada bize çok lazım olacaktır. Onun için O'nun rahmetini daha bu dünyada talep etmemiz lazımdır. Kalbimiz O'nun rahmetini, feyzini ve nispetini ne kadar isterse, Allah-u Zülcelal de o kadar bizim üzerimize gönderir.
Allah-u Zülcelal öyle büyük merhamet sahibidir ki, kıyamet gününde bu merhametini kullarına gösterecektir. Yalnız kendimizi biraz O'nun bu merhametine müstahak etmemiz lazımdır.
Ben kendime bazen diyorum ki:
"Eğer Allah-u Zülcelal beni hesaba çekerse, benim hesabım senin merhametindir, senin merhametin benim umudumdur, diyeceğim."
İnsanı kurtaracak olan ancak Allah-u Zülcelal'in rahmetidir. Elimizden geldiği kadar Allah-u Zülcelal'in zikrini, ibadetini, hizmetini yapalım, fakat bu yaptıklarımızı hiç görmeyelim.
Çünkü yaptığımız zikir ve ibadetler O'na layık değildir.Yaptığımız ibadetleri hep gaflet ile yapıyoruz.
Şimdi hepimiz elimizi vicdanımıza koyalım. Namaza girdiğimiz zaman aklımıza Allah-u Zülcelal'in dışında hiçbir şeyin gelmemesi gerekmiyor mu? Öyle gerekiyor. Çünkü O kudret ve azamet sahibi olan, herşeyin elinde olduğu Allah-u Zülcelal'in huzuruna giriyoruz.
Ama O'nun huzuruna girdiğimiz halde kalbimiz bir o yana kaçıyor, bir bu yana kaçıyor. Halbuki bizim gibi olan bir kişinin karşısına çıktığımız zaman daima ona bakıyoruz. Onu düşünüyoruz, kalbimiz başka taraflara kaymıyor.
Peki bu hak mıdır? Allah-u Zülcelal'in hakkını yerine getirmek böyle midir? O'nun hakkı; hiçbir saniye O'ndan gafil kalmamaktır. Böyle olmadığımız zaman O'nun hakkını yerine getiremiyoruz demektir.
O'nun rahmetini, merhametini, şefkatini ve fazlını daima önümüze bir hedef olarak koymamız lazımdır. Gözümüzün önünde daima bu hedef olmalıdır.
İmam-ı Rabbani şöyle demiştir:
"Bir gün kendi kendime düşündüm ve dedim ki:
"Ahmed; sen neredesin, Allah-u Zülcelal'in ibadeti nerede? Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametine karşılık ne yapıyorsun? Sen nesin ki!" Bu şekilde kendimi o kadar alçalttım ki sanki yerin dibine batırdım. Birden bire Allah-u Zülcelal arş-ı âlâ'yı benim önüme açtı. Sanki arş-ı âlâ'da geziyorum gibi Allah-u Zülcelal beni yüksek makamlara çıkardı."
İşte insan bu şekilde kendisini görmeyip, Allah-u Zülcelal'e karşı kendisini daima kusurlu olarak görürse, Allah-u Zülcelal'de onu yükseltir.
İbrahim bin Ethem şöyle anlatmıştır:
"Ben bir gece Kâbe'yi tavaf yaptım. Tavafımı bitirdikten sonra Mültezeme geldim ve Allah-u Zülcelal'e:
"Ya Rabbi! Beni, Sana âsi geleceğim günahlardan muhafaza et." diye dua ettim. Kâbe'nin içinden bana şöyle bir ses geldi:
"Ey İbrahim! Herkes benden günahlardan muhafaza olmayı istiyor. Sende öyle istiyorsun. Peki hepinizi günahlardan muhafaza ettiğim zaman, bu rahmetimi ve fazlımı nerede kullanacağım?"
Buradan, Allah-u Zülcelal'in fazlının ve mağfiretinin ne kadar büyük ve ne kadar kıymetli olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır. Tevbe etmeyip günahlarıyla huzuruna gelen kullarına karşı isterse onları affeder, istemezse -Neuzubillah- İkab sıfatıyla onlara azap verir.
Onun için Allah-u Zülcelal'in bize Rahim, Gafur ve Kerem sıfatları ile muamele etmesini istiyorsak, günahlardan kendimizi muhafaza etmemiz, şayet nefsimize ve şeytana mağlup olup bir günah yaptığımız zaman da tevbeye sarılmamız lazımdır. Ancak o zaman Allah-u Zülcelal'in af ve mağfiretine müstahak olabiliriz. Kendimizi Allah-u Zülcelal'e karşı her zaman özür sahibi ve günah sahibi olarak düşünmeliyiz ve:
"Ya Rabbi! Benim yaptığım ibadetler, benim yaptığım tevbe; senin rahmetin ve mağfiretin olmasa bana ne fayda sağlayabilir ki! Benim günahlarım ve hatalarım da, Senin af ve mağfiretin olmasa beni mutlaka cehenneme sürükler. Allah'ım sen benim hatalarımı ve günahlarımı affet, çünkü sen mağfiret ve rahmet sahibisin." diyerek O'na yönelmemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
HAKİKİ TEVBE
Kendisine Rabbinin ayetleriyle nasihat edildiği halde, onlardan yüz çeviren ve önceden yaptığı günahları unutan kimseden daha zalim kim olabilir?"(Kehf, 57)
İnsan, kendisine Allah'u Zülcelal'in ayetleri okunduğu zaman nefsini tezkiye etmesi lazımdır. Altın ve gümüş, bakırdan temizlendiği zaman, nasıl kıymetli olursa, insanda yalnız iman etmekle yetinmemeli, imandan sonra kalbini, ruhunu, sırrını Allah'u Zülcelal'e karşı temizlemelidir. Çünkü cennet temizdir. Kendini temizlemeyen şahıs cennete giremez.
Altın ve gümüşün içinde başka madenler bulunduğu zaman, onları ateşin üzerine koyup birbirinden öyle ayırıyorlar. Mü'min de günahlardan tövbe ile temizlenmezse, her ne kadar mü'min ise de, Allah'u Zülcelal kıyamet gününde onu ateşe koyup cezasını çektirmeden cennet-i âlâya koymaz. Buna çok dikkat etmemiz lazımdır.
Peki bize yazık değil midir ki o pis günahlarla Allah'u Zülcelal'in huzuruna gidiyoruz? Allah'u Zülcelal bize dünyada bir rahmet kapısı olarak tövbeyi nasip etmiştir. O kapıdan girip Allah'u Zülcelal'in merhametine doğru gitmemiz lazımdır.
İnsan bu tövbe ile Allah'u Zülcelal'le döndüğü zaman, altın nasıl temizleniyor ve kıymetli oluyorsa, o şekilde tövbe ile temizlenip Allah'u Zülcelal'in huzuruna gittiği zaman, hiç ateşi görmeden doğrudan cenneti âlâya girecektir.
Onun için tövbe insan için çok büyük bir fırsattır. Herhangi bir hata yaptığımız zaman, bir saniye dahi beklemeden hemen Allah'u Zülcelal'e karşı tövbe etmemiz lazımdır. Yalnız bunu defalarca söyledim. Tövbe yalnız dil ile olmaz. Tövbe kalben, ruhen, sırren olmalıdır. Onun için Hz. Ali (r.anh)'nin yanında, bir adama dedi ki:
“Estağfurullah" dedi. Hz. Ali (r.anh) o adama dedi ki:
“Sen bir daha tövbe et. O 'estağfurullah' senin için günahtı." Adam:
“Niye, Ya Emirü'l Mü'minin" diye sordu? Hz. Ali (Radıyallahu Anh) dedi ki:
“Sen yalnız dil ile 'estağfurullah' dedin." Onun için yalnız dil ile yapılan tövbede insan için bir hatadır. Ona da kalben, ruhen hakiki bir tövbe etmek lazımdır.
Hakiki tövbe nedir? Hakiki tövbe, kendimizi Allah'u Zülcelal'in huzurunda hazır edip, tâ küçüklüğümüzden şimdiye kadar ne kadar hata ve günah yapmışsak, onları hatırlayıp:
“Yarabbi! Ben samimi olarak bu günahlardan pişman oldum. Bir daha da bu günahları yapmamaya söz veriyorum" diyerek kalben, ruhen Allah'u Zülcelal'e karşı tövbe etmemiz lazımdır.
Bu şekilde kalben tövbe eden şahıs, ne büyük bir mülkün sahibi olur. Ne kadar günah yapmışsa Allah'u Zülcelal o günahları sevaba çevirir. Ve Allah'u Zülcelal'in yanında öyle makbul bir kul olur ki ancak Allah'u Zülcelal bilir. Onun için tövbenin kıymetini iyi bilelim.
Eğer bir tövbe edip günahlardan kendimizi temizlemezsek, kıyamet gününde, nasıl altını ateşin üzerine koyduktan sonra altının içinde ki diğer madenler temizlenir sadece altın kalırsa, Allah'u Zülcelal de günahlarımıza karşılık ilk önce bizi ateşe atıp günahlardan temizledikten sonra cenneti âlâya koyacaktır.
Onun için günahlarımızı kıyamet gününe bırakmayalı. Tövbe ile kendimizi temizleyip Allah'u Zülcelal'in karşısına temiz olarak çıkalım. O zaman hiç ateşi görmeden, cenneti âlâ bize nasip olacaktır, inşaallah!
Günahlarından temizlenmiş olan mü'minler, cenneti âlânın kapısına geldikleri zaman, melekler merasimle onları karşılayıp:
“Allah'ın selamı sizin üzerinize olsun. Temiz olarak Ebedü'l Ebed baki olarak cenneti âlâya girin." diyeceklerdir.
Bu, büyük bir müjdedir. Tövbe ile insan ebedü'l ebed baki olan hayatını temin ediyor. Bu kıymetsiz bir şey değildir. Onun için insan ruhunu, canını, malını hep feda etse, bütün vücudunu parça parça etse dahi, bu mükafata karşı azdır.
Çünkü ashab-ı kiramlar bunun için canlarını feda etmişlerdir. Hatta bazı ashab-ı kiramların mübarek vücutları kafirler şehit ettikten sonra öyle parçalıyorlardı ki, kimse onları tanıyamıyordu. Allah'u Zülcelal'e canlarını, ruhlarını bu şekilde feda etmişlerdi. Cennet onlara helal olsun!
Tabii insan yaptığı günahlarla Allah'u Zülcelal'in huzuruna çıktığı zaman, kendisi için ne kadar şiddetli ve korkunç bir azabın olacağını idrak ederse, o zaman günahlarından temizlenmeden kolay kolay dünyadan ayrılmak istemez. Bunun içinde, insanda Allah'u Zülcelal'e karşı bir korku lazımdır.
Cüneydi Bağdadi (Kuddise Sırruh)'ye:
“Allah'u Zülcelal'e karşı korku ve huşu nedir" diye sormuşlar.
“Allah'u Zülcelal'e karşı kalbin titremesidir. Allah'u Zülcelal'e karşı kalbi titreyen kimsenin kalbinde korku ve huşu vardır."diye cevap vermiştir.
İslam dininde, Allah'u Zülcelal'den korkmak çok kıymetlidir. Sehl (Kuddise Sırruh) buyuruyor ki:
“Kimin kalbi Allah'u Zülcelal'den korkarsa, şeytan ona yaklaşamaz." Onun için Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) Allah'u Zülcelal'den öyle korkuyordu ki, Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ona buyurdu ki:
“Ya Ömer! Şeytan diyor ki: 'Ben Ömer'in gittiği yoldan gidemem. Onun durduğu yerde ben duramam. O benim yakamı bırakırsa, ben onun yakasını bıraktım."
İşte şeytan Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)'den böyle korkuyordu. Çünkü O, Allah'u Zülcelal'den çok korkuyordu. Onun için Sehl (Kuddise Sırruh) buyurmuştur ki:
“Kimin kalbi Allah'u Zülcelal'den korkarsa, şeytan ona yaklaşamaz."
Tabii korku: “Ben Allah'tan korkuyorum" diye dille söylemekle olmaz. Korku, kalp ile korkmaktır.
Tabii biz ahireti görmedik. Yani, Allah'u Zülcelal'den korkanların, ibadet yapanların ve ibadet yapmayanların durumunun ne olacağını gözümüzle görmediğimiz için, doğal olarak bir gevşeklik meydana geliyor. Fakat bu hal çok yanlıştır.
Ben Amerika'yı görmedim ama herkes Amerika'nın var olduğunu söylediğinden ben de onun olduğuna inanıyorum. Allah'u Zülcelal insanlara yüz yirmi dört bin peygamber göndermiştir.
Her peygamber kendi zamanının en doğru insanıydı. Kafirler bile Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e daha peygamber olmadan öncede, "Muhammed'ül Emin" yani bizim aramızdaki en doğru insan diyorlardı. İşte bu yüz yirmi dört bin peygamber, bize ahireti haber vermişlerdir.
Evliyaların söylediklerine sanki gözümüzle görüyoruz gibi inanmamız lazımdır. Bir evliya buyuruyor ki:
“Ben on üç, on dört yaşlarında bir genç gördüm. Allah'ın ibadetine öyle bir sarılmıştı ki, yaptığı ibadetten dolayı halsiz düşmüştü. Ona:
“Sen arkadaşlarından, dost ve akrabalarından ayrılıp kendini bu hale koymuşsun. Ama daha çok gençsin. Senin bu şekilde ibadet etmen için daha erkendir."dediğim zaman, bana tebessüm ederek baktı ve dedi ki:
“Ya Şeyh! Ölüm hiç kimseye: 'Ben şu zamanda geleceğim' demiyor. Onun bir zamanı yoktur ki. Ben ihtiyar oluncaya kadar bekleyeceğim, o zaman tövbe edeceğim, ibadet yapacağım. Belki o zamana yetişemeyebilirim." Zaten Allah'u Zülcelal'in peygamberi vasıtasıyla bildirdiği durumda aynen öyledir. Hiç kimse nerede ve ne zaman öleceğini bilmez.
“Gencin durumuna baktım o çok haklıdır. Onunla denizin kenarına doğru yürüdük. Ben onun elini tuttum. Denizin kenarına gelince elimi bıraktı ve sanki karada yürüyor gibi denizin üzerinde yürümeye başladı."
Tabii onun yaptığı ibadet bedava değildi. O kadar ibadet yapıyordu ama yaptığı ibadetle de sanki karada yürüyor gibi denizin üzerinde yürüyordu.
“Denizin üzerinde yürürken şöyle dedi: 'Yarabbi! Kıyamet gününde Senden umut ettiğim mükafatın yanında bu azdır. Sen benim için olursan, ben muradıma eriştim.'"
Allah'u Zülcelal o gence bu dünyada suyu bile nasıl musahhar kılmışsa, kıyamet gününde de ona istediği herşeyi musahhar kılacaktır. Mizanda, sırat köprüsünde yani her yerde onu başarılı kılacaktır. Bu, bizim için çok büyük bir derstir. Allah'u Zülcelal kulunun zerre kadar bir amelini dahi boşa çıkarmaz.
Ne kadar ibadet yaparsak yapalım, yine de bu ibadetimizi Allah'u Zülcelal'in zatına karşılık az görmemiz lazımdır. Bir işçi, işini noksan yaptığı zaman, işverende hakkını nasıl tam olarak isteyemezse, bizim Allah'u Zülcelal'e karşı yaptığımız ibadetimiz de aynen böyledir. Bize:
“Namaz kılın, oruç tutun, hac yapın" diye emretmiştir. Ama bunları yaptığımız zaman, yine de O'nun dediği gibi yapmıyoruz. Noksan olarak yapıyoruz. Bundan dolayı da tadarru ile yalvararak affımızı istememiz lazımdır. Yoksa:
“Ben bu ibadeti yaptım, bunun karşılığını Allah'u Zülcelal'in bana vermesi haktır."demek yanlıştır. Çünkü tam olarak bu ibadetleri yerine getiremiyoruz ki!
Hepiniz de bunu biliyorsunuz. Namazın içine girdiğimiz zaman, o kudret ve azamet sahibi olan Allah'u Zülcelal'den bir saniye dahi gafil kalmamamız lazımdır.
Halbuki bizim gibi olan bir kişinin karşısına çıktığımız zaman daima ona bakıyoruz, onu düşünüyoruz, kalbimiz başka taraflara kaymıyor. Peki Allah'u Zülcelal bir insan gibi midir; bir peygamber gibi midir; bir melek gibi midir? O'nun kudret ve azameti hiçbir şeye benzemez. O'nun huzuruna girdiğimiz zaman bir saniye dahi kalbimiz başka bir tarafa kaymamalıdır.
Hakk olan budur. Ama maalesef bunu başaramıyoruz. Demek ki Allah'u Zülcelal'in hakkını yerine getiremiyoruz. Onun için ibadet yaptıktan sonra da tadarru ile yalvararak O'ndan istememiz lazımdır.
Allah'u Zülcelal için amel yapmak, O'nun çok hoşuna gidiyor. Yalnız:
“Allah'u Zülcelal benim kalbimdeki niyetin üzerinde daima muttalidir."diye düşünmemiz lazımdır. Zaten böyledir ama biz ne yaparsak yapalım O'nu düşünmemiz, O'nun rızasını düşünmemiz lazımdır. Yediğimiz, içtiğimiz, uyuduğumuz yani herşeyimiz Allah için olmalıdır. Bunları yaparken:
“Ben yemek yiyeyim veya biraz istirahat edeyim ki, Allah'u Zülcelal'in zikrini, ibadetini daha fazla ve daha huzurlu yapayım" dememiz lazımdır.
Ama devamlı olarak nefse yemek yedirmek, istirahat yaptırma sonrada bunlarla ona ibadet yaptırmamak çok yanlıştır. Onun için Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir hadisi şerifte buyuruyor ki:
“Kim dünyada bir adım atarsa, kıyamet gününde bu attığı adımdan sorulacaktır." Bakın! Ne kadar da incedir. Dünyada atılan bir adımı kıyamet gününde Allah'u Zülcelal:
“Ya kulum! O adımı niçin attın" diye soracaktır. Bunun için dünyada yaptığımız bütün davranışlarımız bize sorulacaktır. Peki Allah'u Zülcelal'in rahmeti, ihsanı olmazsa insan kendini nasıl kurtaracaktır? Onun için biz zayıf kullarız. Elimizden geldiği kadar daima:
“Allah'u Zülcelal benim kalbimdeki niyetin üzerinde muttalidir."diyerek, bir yere gittiğimiz zaman, yemek yediğimiz zaman, insanlarla oturduğumuz zaman:
“Yarabbi! Bunu Senin rızan için yapıyorum" dememiz; niyetimizi Allah'u Zülcelal'e karşı düzeltmemiz lazımdır.
Allah'u Zülcelal öyle kudret ve azamet sahibidir ki, küçük bir ameli kainat kadar yapabilir; kainat gibi büyük bir ve çok olan bir amelide sıfır yapabilir. Allah'u Zülcelal daima kalbe baktığı için oraya çok dikkat etmemiz lazımdır. Yaptığımız amel bir zerre kadar da olsa, Allah için yaptığımız zaman O'nun yanında çok büyük ve makbul olur.
Davud (Aleyhisselam) bir gün Allah'u Zülcelal'e münacaatta bulunarak:
“Yarabbi! Keşke bana mizanı gösterseydin" dedi. Allah'u Zülcelal ona mizanı gösterdiğinde baktı ki, terazinin her bir kefesi şark ile mağribin arasındaki mesafe kadardır. Bunu görünce bayıldı. Kendine gelince:
“Yarabbi! O terazinin kefesini dolduracak kadar sevap yapmaya kimin kudreti vardır"diye sordu? Allah'u Zülcelal ona buyurdu ki:
“Ya Davud! Ben bir kulumdan razı olursam, o terazinin kefesini bir hurma ile doldururum." Bu bizim için ne büyük bir derstir. İnsan sadece Allah'u Zülcelal'in rızası için bir hurma verse, Allah'u Zülcelal kudret ve azameti ile, mizanın kefesini o hurma ile doldurabilir. O'nun yanında bu çok kolay birşeydir.
Onun için elimizden geldiği kadar her ne amel yaparsak, Allah'u Zülcelal'in rızası için yapmamız lazımdır. Eğer biz böyle yaparsak, Allah'u Zülcelal bizden razı olduktan sonra herşey çok kolay olur.
Allah’u Zülcelal kendi razı olacağı şekilde amel/i salih yapmayı bizlere nasip etsin inşallah.
Amin...
Cevap: Seyda Muhammed El Konyevi (K.S) efendimizin sohbetleri
ALLAH'A YALVARALIM
O gün, mü'min erkek ve kadınları, önlerinde ve sağlarında nurları ile giderken görürsün." (Hadid 12)
Kıyamet gününde her insan ancak dünyadaki imanının nuruyla yürüyecektir. Çünkü kıyamet günü çok karanlık bir gündür. Parmağını bir kişinin gözüne sokarsan dahi seni göremez. İnsanın önünü görebilmesi için iman nuru lazımdır. Onun için Allah'u Zülcelal ayeti kerimede:
“O gün mü'min erkek ve kadınları, önlerinde ve sağlarında nurları ile giderken görürsün" buyurmuştur.
Çünkü cennetin yolu sağ taraftadır. İnsanın sağ tarafı da nur ile aydınlanır. Cehennemin yolu ise sol taraftadır. O da zulmettir. Ayet-i Kerime şöyle devam ediyor:
“Onlara şöyle denilecektir. 'Bu gün size müjde olsun! İçlerinden ırmaklar akan ve ebedi olarak içinde kalacağınız cennetler sizindir.' İşte en büyük kurtuluş budur."
"İşte en büyük kurtuluş budur" diye, bir melek bir peygamber, bir insan söylemiyor. İnsan kıyamet günü öyle bir olayla karşı karşıyadır ki, kendisini ondan kurtardığı zaman, bu Allah'u Zülcelal'in yanında çok büyük bir kurtuluş demektir. Allah'u Zülcelal'in azim gördüğü bir olayda çok azimdir.
İnsan âhiretteki imânın nûruyla, dünyada Allah'u Zülcelal'in emir ve nehiylerini yerine getirmek, sûretiyle amel-i salih yapıyor, hidayet buluyor. Bunlar hep ahiretteki imanın nurunun sebebiyledir. Allah'u Zülcelal ahirette kullarına, önlerini görmeleri için nur verir, dünyada da hidayet bulmaları için nur verir.
Dünyayı öyle çok görüyoruz, âhireti de hiç gelmeyecek gibi görüyoruz. Ama bu bizim için çok yanlış bir haldir. Halbuki dünyanın süresi çok azdır, ahiretin ise ebed'ül ebed bakidir. Ahiretin hayatı bir deniz gibidir, dünya hayatı ise bir damla gibidir. Deniz ile damla hiç birbirine kıyas edilebilir mi?
Fakat Allah'u Zülcelal insanı böyle yaratmış. İnsan içinde bulunduğu saatin, günün, senenin hiç bitmeyeceğini zannediyor. Bu hal hepimizin üzerinde vardır. Ama dediğim gibi çok yanlış bir haldir. Eğer ömrümüzün geçen günlerini göz önüne getirirsek, nasıl da çabuk geçtiğini görebiliriz. Ömrümüzün kalan bölümü de aynen o şekilde hiç farkına bile varmadan geçip gidecek ve bitecektir. Sanki o zamanı hiç görmedik gibi ortada kalacağız.
Eğer şimdi; "Biz böyle değiliz" deseniz de, davranış-larımız, halimiz bunu meydana çıkarıyor.
İmam-ı Ali (Radıyallahu Anh)'den rivayet olunan bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) buyuruyor ki:
"Sadaka, bir kişinin elinden çıktığı zaman, daha fakirin eline varmadan Allah'u Zülcelal'in eline ulaşır."
Eğer biz herşeyimizin o kudret ve azamet sahibi olan Allah'u Zülcelal'in elinde olduğunu idrak edersek böyle bir yakinin içerisinde olursak, bütün malımızı, canımızı, ruhumuzu O'nun eline vermez miyiz? Veririz. Ama idrak edemiyoruz. Gaflet içinde kalıyoruz. O idrak ve yakın bizde bulunmadığından dolayı, hareketlerimiz bize;
“Sen böyle bir insansın" diyerek hitapta bulunuyor ve bizim halimizi meydana çıkarıyor.
İşte o sadaka kendi sahibine şöyle hitapta bulunur:
Birincisi; Ben küçüktüm, sen beni büyüttün,
İkincisi; Ben az idim, sen beni çoğalttın;
Üçüncüsü; Ben fâni idim, sen beni bâki yaptın,
Dördüncüsü; Şimdiye kadar sen beni muhafaza ediyordun, bundan sonra ben seni muhâfaza edeceğim." Onun için;
Koyunları olan bir adam, bir gün rüyâsında bütün koyunlarının kendisine hücum ettiğini gördü. Koyunlar, başlarıyla ona vuruyorlardı. Sadece, sadaka olarak verdiği bir koyun onun etrafında dolaşarak diğer koyunların vurmasına engel olmaya çalışıyordu. Adam birden uykusundan uyandı ve dedi ki:
“Ben Allah'u Zülcelal'e yemin ediyorum ki, senin gibi beni muhafaza edenleri çoğaltacağım." Ve koyunlarının içine girip bir bir onları sadaka olarak dağıtmaya başladı.
Hepimizin hâli, bununla meydana çıkmıyor mu? Çıkıyor ona göre kendi kendimize;
“Yarabbi! Ben senin hakkını yerine getiremiyorum; sana karşı kulluk vazifemi yapamıyorum. Senden özür diliyorum, sana karşı tövbe ediyorum. Beni af ve mağfiret et" dememiz lazımdır. Allah'u Zülcelal'e karşı devamlı olarak hatalı ve O'na karşı mahkum olarak yalvarmamız lazımdır.
Allah'u Zülcelal'in kullarına karşı olan şefkat ve merhametinden gafil kalıyoruz. Onun bize karşı olan şefkat ve merhametine karşı, elimizi vicdanımıza koyup;
“Benim Rabbim bana karşı ne kadar şefkat ve merhamet sahibidir, bense O'na karşı nasıl davranıyorum" diyerek, nefsimize itapta bulunmamız lazımdır.
Ebu Emamet (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilen bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyuruyor.
“Bir kul, hastalandığı zaman Allah'u Zülcelal o kulun sağında ve solunda bulunan meleklere;
-Benim kulum sıhhatli iken ne ibadet yapıyordu ise, onun daha güzelini ona yazın. Çünkü ben onu hasta ettim. Şimdi bana ibadet yapamıyor, buyurur. Ve dört tane meleği o kulun yanına gönderir. O meleklerden biri, onun kuvvetini alır. Birisi, yüzündeki nuru alır."
Hasta bir kimseyi gördüğümüz zaman dikkat edersek yüzünün rengi değişik olur.
Birisi onun ağzındaki yemeklere karşı olan tadı alır. Birisi de onun üzerindeki günahları alır. Hasta olan kul, tertemiz günahtan masum kalır. Allah'u Zülcelal musibet olarak hastalık verdiği için, bu hastalığın karşılığında onun günahlarını alır.
“O kulun üzerinden hastalık kalktıktan sonra, Allah'u Zülcelal o üç meleğe:
“Benim kuluma aldıklarınızı geri verin" diye emir verir. Günahları olan melek bir miktar yerine durduktan sonra, Allah'u Zülcelal'in huzurunda secdeye gider ve
“Yarabbi! Sen benim arkadaşlarıma emir verdin, aldıkları emanetleri geri verdiler. Ben o kulun aldığım günahlarını ne yapayım" dedi. Allah'u Zülcelal o meleğe şöyle buyurdu:
“Onun günahlarını alıp, sonra geri vermek benim keremime ve şanıma layık değildir. Ben onu af ve mağfiret ettim. O günahı götür denizlere at."
İşte Allah'u Zülcelal bize karşı böyledir. Biz de O'nu karşı biraz gayretli olup nefsimize uymamamız lazımdır. Nefs çok yaramazdır. Bize öyle planlar yapıyor, öyle tuzaklar kuruyor ki, bizi kendi Rabbimize düşman ediyor.
Nefs ve şeytan bizi öyle bir duruma sokuyor ki, sanki kalbimizde olanları -hâşâ- Allah'u Zülcelal bilmiyormuş gibi bir hâlin içine giriyoruz. İbâdetten geri kalıyoruz, riyâ yapıyoruz. İnsanların yanına geldiğimiz zaman ibâdet yapıyoruz, kendi başımıza olduğumuz zaman ibâdet yapmıyoruz. Bütün bunlar şeytan ve nefsin hileleridir.
Allah'u Zülcelal kalbimize rûhumuza bakmaktadır. Yalnız kaldığımız zaman, insanların yanında bulunduğumuzdan daha fazla ibâdet yapıp Allah'u Zülcelal'e yalvarmamız lazımdır. Bunu tecrübe edebiliriz. Yalnız kaldığımız zaman, kalbimizi, rûhumuzu, sırrımızı Allah'u Zülcelal'in önüne açıp samimi olarak ne dilediğimiz varsa O'ndan istediğimiz zaman bize verecektir.
Bakın! Firavun; “Ben Rabbim" diyordu. Nil nehrinin suyu kuruduğu zaman, insanlar firavuna gelerek;
“Sen bizim Rabbimizsin, nil nehri kurudu; bahçelerimiz tarlalarımız hep kurudu mahvolduk. Nilin suyunu tekrar artır" dediler. Firavun, tenha bir yere gidip:
“Kimse benim yanıma gelmesin" dedi. O tenha yerde başına toprak saçtı. Sakalını yerlere sürdü ve;
“Ya Rabbi! Sen beni mahcup etme" diye Allah'u Zülcelal'e yalvardı. Allah'u Zülcelal nil nehrinin suyuna öyle bol olarak verdi ki, önceki halinden beş zira daha fazla yükseldi.
Allah'u Zülcelal kafir olan firavun kendisine yalvardığı için, onun duâsını kabul etti. Onun için Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem):
“Yarabbi! Bana yakin ver" diye duâ etmiştir. Yakın çok büyük bir cevherdir. Yakin, imandır. Herşeyin Allah'u Zülcelal' in elinde olduğunu idrak etmektir.
Abdullah bin Mübarek (Radıyallahu Anh) bir gün hayvan pazarına gitti. Baktı ki bir at satıyorlar, ama öyle ucuz satıyorlar ki, sanki sahibi onu bedava veriyor. Atın sahibine:
“Bu atı niçin böyle ucuz satıyorsun" diye sordu?
Sahibi dedi ki:
“Onda birçok ayıp ve kusur vardır. Harbe gittiğimiz zaman düşmanın arkasından koşmuyor. Düşman üzerimize geldiği zaman yerinde duruyor. Sessiz olmamız gereken yerde bağırıp çağırıyor. Daima ters şeyler yapıyor. Onun içinde ben onu ucuz satıyorum."
Abdullah bin Mübarek adamın yanından ayrılınca, onun bir talebesi o atı satın aldı. Evine getirdi ve besledi. Birgün islam ordusu bir harp için hazırlandı. O talebe de orduya katıldı ve harbe gitti. O at harpte öyle yararlılıklar gösterdi ki, herkes onun bu haline şaşırdı. Abdullah bin Mübarek talebesine dedi ki:
“Bu atın birçok kusuru vardı. Nasıl oldu da böyle oldu ? " Talebesi şöyle cevap verdi.
“Evet, doğrudur. İlk önce onda birçok kusurlar vardı. Ben onu eve götürünce, kulağına eğilip dedim ki: 'Bak, bende günahkarım, sende de kusurlar vardır. Ben Allah'u Zülcelal'e karşı bütün günahlarımdan tövbe ediyorum sen de tövbe ediyor musun?' Ben böyle söyleyince, 'evet bende tövbe ediyorum' der gibi üç sefer başını salladı."
Onun sahibinin tövbesi samimi ve sağlam bir tövbe olduğu için, o atta tövbe etti ve onun yeni halini gören herkes şaşırdı.
İşte bakın! Bu olay, bizim için ne büyük derstir. Hayvanlar dâhi Allah'u Zülcelal'e karşı bizden daha samimidirler.
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) zamanında da bir deve, sahibinden kaçarak Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in evine doğru gelmeye başladı. Sahibi de onun arkasından elinde kılıçla takip etti ama yetişemedi. Deve Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) yanına geldi. Adam da gelince dedi ki:
“Ya Resulallah! Bu benim devemdir. Onu besliyorum ama o benim dediklerimi yapmıyor, yükümü taşımıyor. Ben onu öldürmek istiyorum." Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) deveye:
“Niye sahibinin emrini dinlemiyorsun" diye sordu? Deve dedi ki:
“Ya Resulallah! Ben onun emrini dinliyorum. Ama o yatsı namazını kılmadan yatıyor. Sana bir daha yatsı namazını kılmadan yatmayacağına söz versin, ben de onun emrini yerine getireceğim"
Şimdi size soruyorum. "Bu hayvanlar bizden daha samimi değiller mi?"
İşte bu anlatılanların hepsi bizim için ders olmalıdır. Allah'u Zülcelal o hayvanları sütlerinden, etlerinden, binek olarak istifâde edelim diye bizim için musahhar kılmıştır. Onlar Allah'u Zülcelal'e karşı bu kadar samimi iken, bizim böyle nankör olmamız çok biçimsiz bir davranıştır.
Allah’u Zülcelal’in bizlere bizlere sermâye olarak verdiği bu ömrü iyi bir şekilde değerlendirelim, hiç olmazsa bu hayvanlardan ibret alalım ve Allah’u Zülcelal’in rahmetine müstehak olabilmek için elimizden geldiği kadar O’na kulluk yapalım.
Allah’u Zülcelal kendi râzı olacağı şekilde amel-i salih yapmayı ve kendi fazlı keremi ile bizlere muamele etmeyi hapimize nasip etsin
http://www.konyevi.somee.com/forum_images/ip.gif http://www.konyevi.somee.com/forum_i...eport_icon.gifMisafir
Misafir
http://www.konyevi.somee.com/forum_i...tar_rating.gif
http://www.konyevi.somee.com/forum_i...quote_icon.gifhttp://www.konyevi.somee.com/forum_images/reply.gifhttp://www.konyevi.somee.com/forum_images/bullet.gif Gönderim Zamanı: 18-Haziran-2006 Saat 04:06alperen demiski..
İşte bu anlatılanların hepsi bizim için ders olmalıdır. Allah'u Zülcelal o hayvanları sütlerinden, etlerinden, binek olarak istifâde edelim diye bizim için musahhar kılmıştır. Onlar Allah'u Zülcelal'e karşı bu kadar samimi iken, bizim böyle nankör olmamız çok biçimsiz bir davranıştır.
Allah’u Zülcelal’in bizlere bizlere sermâye olarak verdiği bu ömrü iyi bir şekilde değerlendirelim, hiç olmazsa bu hayvanlardan ibret alalım ve Allah’u Zülcelal’in rahmetine müstehak olabilmek için elimizden geldiği kadar O’na kulluk yapalım.
Allah’u Zülcelal kendi râzı olacağı şekilde amel-i salih yapmayı ve kendi fazlı keremi ile bizlere muamele etmeyi hapimize nasip etsin