SÖZLER / Risale-i Nur'dan 27. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Yirmiyedinci Söz
Içtihad Risalesi
Bes-alti sene mukaddem, Arabî bir risalede, içtihada dair yazdigim bir mes'ele, iki kardesimin arzulariyla, o mes'eleye dair haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, su söz, o mes'ele-i içtihadiyeye dair yazildi.
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلَى اُولِى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ
Içtihad kapisi açiktir. Fakat su zamanda oraya girmeye "alti mâni" vardir.
Birincisi: Nasilki kista, firtinalarin siddetli oldugu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapilari açmak, hiçbir cihetle kâr-i akil degil. Hem nasilki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmaga vesiledir. Öyle de, su münkerat zamaninda ve âdât-i ecânibin istilâsi aninda ve bid'alarin kesreti vaktinde ve dalâletin tahrîbati hengâminda, içtihad namiyla,
sh: » (S: 507)
kasr-i Islâmiyetten yeni kapilar açip, duvarlarindan muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, Islâmiyet'e cinâyettir.
Ikincisi: Dinin zaruriyâ ti ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat'î ve muayyendirler. Hem o zaruriyâ t, kut ve gida hükmündedirler. Su zamanda terke ugruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onlarin ikamesine ve ihyasina sarfetmek lâzim gelirken, Islâmiyet'in nazariyât kisminda ve selefin içtihadat-i sâfiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanlarin hâcâtina dar gelmeyen efkârlari oldugu halde, onlari birakip heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid'akârane bir hiyanettir.
Üçüncüsü: Nasilki çarsida mevsimlere göre, birer metâ mergub oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem mesherinde, içtimaiyat-i insâniye ve medeniyet-i beseriye çarsisinda, her asirda birer metâ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda yâni çarsisinda teshir ediliyor, ragbetler ona celboluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ: Su zamanda siyaset metâi ve hayat-i dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçlari gibi... Ve selef-i sâlihîn asrinda ve o zaman çarsisinda en mergub metâ, Hâlik-i Semâvat ve Arz'in marziyatlarini ve bizden arzularini, kelâmindan istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur'an ile, kapatilmayacak derecede açilan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandirmak vesâilini elde etmek idi.
Iste o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatini anlamaga müteveccih oldugundan, içtimaiyat-i beseriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatlari, ahvâlleri ona bakiyordu. Ona göre cereyan ettiginden her kimin güzelce bir istidadi bulunsa, onun kalbi ve fitrati, suursuz olarak herseyden bir ders-i mârifet alir. O zamanda cereyan eden ahvâl ve vukuat ve muhâverattan taallüm ediyordu. Güya herbir sey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fitrat ve istidadina, içtihada bir istidad-ihzârini telkin ediyordu. Hattâ o derece su fitrî ders tenvir ediyordu ki; yakin idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, atessiz nurlana... Iste su tarzda fitrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalismaga basladigi vakit, kibrit hükmüne geçen istidadi, "nûrun alâ nûr" sirrina mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.
sh: » (S: 508)
Amma su zamanda, medeniyet-i Avrupa'nin tahakkümüyle, felsefe-i tâbiiyenin tasallutuyla, serait-i hayat-i dünyeviyenin agirlasmasiyla, efkâr ve kulûb dagilmis, himmet ve inâyet inkisam etmistir. Zihinler mâneviyata karsi yabanilesmistir. Iste bunun içindir ki, su zamanda birisi; dört yasinda Kur'an'i hifzedip, âlimlerle mübahase eden Süfyan Ibn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsinda bulunsa, Süfyan'in içtihadi kazandigi zamânâ nisbeten, on defa daha fazla zamânâ muhtaçtir. Süfyan, on senede içtihadi tahsil etmis ise, su adam yüz seneye muhtaçtir ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan'in ibtida-i tahsil-i fitrîsi sinn-i temyiz zamanindan baslar. Yavas yavas istidadi müheyya olur, nurlanir, herseyden ders alir, kibrit hükmüne geçer. Amma onun nazîri, su zamanda çünki zihni felsefede bogulmus, akli siyasete dalmis, kalbi hayat-i dünyeviyede sersem olmus, istidadi içtihaddan uzaklasmis, elbette fünun-u hâzirada tevaggulü derecesinde istidadi içtihad-i ser'î kabiliyetinden uzaklasmis ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadin kabûlünden geri kalmistir. Onun için "Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetisemiyorum?" diyemez ve demeye hakki yoktur ve yetisemez.
Dördüncüsü: Nasilki bir cisimde, nesv ü nema için tevessü' meyli bulunur. O meyl-i tevessü' ise, -çünki dâhildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eger hariçte tevsi' için bir meyl ise, o vücudun cildini yirtmaktir, tahrib etmektir; tevsi' degildir. Öyle de, Islâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takvâ-yi kâmile kapisiyla ve zaruriyâ t-i diniyenin imtisâli tarîkiyla dâhil olanlarda meyl-üt tevessü' ve irade-i içtihad bulunsa; o Kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyâ ti terk eden ve hayat-i dünyeviyeyi hayat-i uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meyl-üt tevsi' ve irade-i içtihad, vücud-u Islâmiyeyi tahrib ve boynundaki ser'î zincirini çikarmaga vesiledir.
Besincisi: Üç nokta-i nazar, su zamanin içtihadatini arziye yapar, semâvîlikten çikariyor. Halbuki Seriat semâviyedir ve içtihadat-i Ser'iye dahi, onun ahkâm-i mestûresini izhar ettiginden semâviyedirler.
Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayridir, illeti ayridir. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, îcaba icada medâr degildir. Illet ise, vücuduna medârdir. Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki
sh: » (S: 509)
rek'at kilinir. Su ruhsat-i ser'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise mesakkattir. Sefer bulunsa, mesakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz mesakkat bulunsa, namazin kasredilmesine illet olamaz. Iste su hakikatin aksine olarak, su zamanin nazari ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semâvî degildir.
Ikincisi: Su zamanin nazari, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakiyor ve ahkâmlari ona tevcih ediyor. Halbuki Seriatin nazari ise, evvelâ ve bizzât saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede -âhirete vesile olmak dolayisiyla- dünyanin saadetine nazar eder. Demek su zamanin nazari, ruh-u Seriattan yabanidir. Öyle ise, Seriat namina içtihad edemez.
Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yâni "Zaruret, harami helâl derecesine getirir." Iste su kaide ise, küllî degil. Zaruret eger haram yoluyla olmamis ise, harami helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû'-i ihtiyariyla, gayr-i mesru sebeblerle zaruret olmus ise, harami helâl edemez, ruhsatli ahkâmlara medâr olamaz, özür teskil edemez. Meselâ: Bir adam sû'-i ihtiyariyla, haram bir tarzda kendini sarhos etse; tasarrufati, ülemâ-i Seriatça aleyhinde câridir, mâzur sayilmaz. Tatlîk etse, talâki vâki olur. Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat sû'-i ihtiyariyla olmazsa, talâk vâki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsi zaruret derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki: "Zarurettir, bana helâldir."
Iste su zamanda zaruret derecesine geçen ve insanlari mübtelâ eden bir beliyye-i âmme Sûretine giren çok umûrlar vardir ki; sû'-i ihtiyardan, gayr-i mesru meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatli ahkâmlara medâr olup, harami helâl etmeye medâr olamazlar. Halbuki su zamanin ehl-i içtihadi, o zarurati ahkâm-i ser'iyeye medâr yaptiklarindan, içtihadlari arziyedir, hevesîdir, felsefîdir, semâvî olamaz, ser'î degil. Halbuki semâvat va arzin Hâlikinin ahkâm-i Ilahiyesinde tasarruf ve ibâdinin ibâdâtina müdahale o Hâlikin izn-i mânevîsi olmazsa; o tasarruf o müdahale merduddur. Meselâ: Bâzi gafiller, hutbe gibi
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 27. Söz
sh: » (S: 510)
bâzi seâir-i Islâmiyeyi, Arabîden çikarip her milletin lisaniyla söylemeyi, iki sebeb için istihsan ediyorlar.
Birincisi: "Tâ, siyaset-i hâzira avâm-i müslimîne de o Sûretle tefhim edilsin." Halbuki siyaset-i hâzira, o kadar çok yalan ve hile ve seytanet içine girmis ki, vesvese-i seyatîn hükmüne geçmistir. Halbuki minber, vahy-i Ilahînin teblig makami oldugundan, o vesvese-i siyasiyenin hakki yoktur ki, o makam-i âlîye çikabilsin .
Ikinci sebeb: "Hutbe, Bâzi suver-i Kur'aniyenin nasihatlari anlasilmak içindir." Evet eger millet-i Islâm, Islâmiyetin zaruriyâ ti ve müsellemâti ve mâlûm olan ahkâmini, ekseriyet itibariyle imtisâl edip yerine getirseydi, o vakit nazariyâ t-i ser'iye ve mesâil-i dakika ve nasâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildigi lisan ile hutbe okunmasi ve suver-i Kur'aniyenin -eger mümkün olsaydi- tercümesi (Hasiye) belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekat, orucun vücubu ve katl, zina ve sarabin haramiyeti gibi mâlûm olan ahkâm-i kat'iye-i Islâmiye mühmel kaliyor. Avâm-i nas, onlarin vücubunu ve haramiyetini ders almaga muhtaç degiller. Belki tesvik ve ihtar ile o ahkâm-i kudsiyeyi hatirlatip, Islâmiyet damarini ve îmân hissini tahrik etmekle imtisâllerine tesvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtirlar. Halbuki bir âmi ne kadar câhil dahi olsa, Kur'an'dan ve hutbe-i Arabiyeden su meal-i icmâliyeyi anlar ki: "Herkese ve bana mâlûm olan îmânin rükünlerini ve Islâmiyet'in umdelerini hatib ve hâfiz ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor" der; kalbinde onlara karsi bir istiyak hasil olur. Acaba kâinatta hangi tâbirat var ki; ars-i âzamdan gelen Kur'an-i Hakîm'in i'câzkârane, müfehhîmâne ihtarlarina, tezkirlerine, tesviklerine mukabil gelebilsin!
Altincisi: Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izâmi, asr-i nur ve asr-i hakikat olan asr-i sahabeye yakin olduklarindan, safi bir nur alip, hâlis bir içtihad edebilirlerdi. Su zamanin ehl-i içtihadi ise, o kadar perdeler arkasinda ve uzak bir mesâfede hakikat kitabina bakar ki, en vâzih bir harfini de zor ile görebilirler.
Eger desen: "Sahabeler de insandirlar, hatâdan, hilâftan hâlî olmazlar. Halbuki içtihadatin ve ahkâm-i seriatin medâri, sahabe
___________________________
(Hasiye): I'câza dair olan Yirmibesinci Söz, Kur'anin hakikî tercümesi mümkün olmadigini göstermistir.
sh: » (S: 511)
lerin
adâlet i ve sidkidir ki, hattâ ümmet "Sahabeler umumen âdildirler, dogru söylerler" diye ittifak etmisler.
Elcevab: Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka asik, sidka müstak, adâlet e hahisgerdirler. Çünki yalanin ve kizbin çirkinligi, bütün çirkinligiyle ve sidkin ve dogrulugun güzelligi, bütün güzelligiyle o asirda öyle bir tarzda gösterilmis ki, ortalarindaki mesâfe Arsdan Ferse kadar açilmis. Esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb'in derekesinden â'lâ-yi illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'in derece-i sidki kadar bir ayrilik görülmüstür. Evet Müseylime'yi esfel-i safilîne düsüren kizb oldugu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm'i âlâ'yi illiyyîne çikaran sidktir ve dogruluktur.
Iste, hissiyat-i ulviyeyi tasiyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestis eden ve Sems-i Nübüvvetin ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebeb ve Müseylime'nin maskara-âlûd müzahrafat dükkânindaki kizbe, ihtiyariyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadasi olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medâr-i fahr ve mübahat ve mi'rac-i suud ve terakki ve Fahr-i Risâlet'in hazine-i âliyesinde en revaçli bulunan ve sasaa-i cemâliyle içtimaat-i insâniyeyi nurlandiran sidkavedogrulugave hakka -ve bilhassa ahkâm-i ser'iyye rivayetinde ve tebliginde- elbette ellerinden geldigi kadar talib ve muvafik ve âsik olmalari kat'îdir, zarurîdir, sübhesizdir. Halbuki su zamanda, kizb ve sidkin ortasindaki mesâfe o kadar kisalmis ki, âdeta omuz omuza vermisler. Sidktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ siyaset propagandasi vasitasiyla yalancilik, dogruluga tercih ediliyor. Iste en çirkin sey, en güzel seylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satilsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sidk ve hak pirlantasi o dükkâncinin mârifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alinmaz.
* * *
sh: » (S:512)
Hâtime
Asirlara göre Seriatlar degisir. Belki bir asirda, kavimlere göre ayri ayri seriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmistir. Hâtem-ül Enbiya'dan sonra Seriat-i kübrâsi, her asirda, her kavme kâfi geldiginden, muhtelif seriatlara ihtiyaç kalmamistir. Fakat teferruatta, bir derece ayri ayri mezheblere ihtiyaç kalmistir. Evet nasilki mevsimlerin degismesiyle elbiseler degisir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asirlara göre Seriatlar degisir, milletlerin istidadina göre ahkâm tahavvül eder. Çünki: Ahkâm-i Ser'iyenin teferruat kismi, ahvâl-i beseriyeye bakar. Ona göre gelir, ilâç olur. Enbiya-yi salife zamaninda, tabakat-i beseriyye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem siddetli ve efkârca ibtidaî ve bedeviyete yakin oldugundan, o zamandaki Seriatlar, onlarin haline muvafik bir tarzda ayri ayri gelmistir. Hattâ bir kit'ada bir asirda, ayri ayri peygamberler ve Seriatlar bulunurmus. Sonra âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya ibtidaî derecesinden, idadiye derecesine terakki ettiginden, çok inkilâbat ve ihtilâtat ile akvam-i beseriyye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek Seriatla amel edecek vaziyete geldiginden, ayri ayri Seriata ihtiyaç kalmamistir, ayri ayri muallime de lüzum görülmemistir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediginden ve bir tarz-i hayat-i içtimaiyede gitmediginden, mezhebler taaddüd etmistir. Eger beserin ekseriyet-i mutlakasi bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-i hayat-i içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse; o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat bu hâl-i âlem, o hâle müsaade etmedigi gibi, mezahib de bir olmaz.
Eger desen: Hak bir olur; nasil böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmlari hak olabilir?
Elcevab: Bir su, bes muhtelif mizaçli hastalara göre nasil bes hüküm alir; söyle ki: Birisine, hastaliginin mizacina göre su ilâçtir, tibben vacibdir. Diger birisine, hastaligi için zehir gibi muzirdir; tibben ona haramdir. Diger birisine, az zarar verir; tibben ona mekruhtur. Diger birisine,zararsiz menfaat verir; tibben ona sünnettir. Diger birisine ne zarardir, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tibben ona mübahtir. Iste hak burada taaddüd etti. Besi de haktir. Sen diyebilir misin ki: "Su yalniz ilâçtir, yalniz vâcibdir, baska hükmü yoktur."
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 27. Söz
sh: » (S: 513)
Iste bunun gibi, ahkâm-i Ilahiye mezheblere hikmet-i Ilahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre degisir, hem hak olarak degisir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i Ilahiyenin tensibiyle Imam-i Safiî'ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle hânefîlere nisbeten köylülüge ve bedevîlige daha yakin olup Cemâati birtek vücud hükmüne getiren hayat-i içtimaiye de nâkis oldugundan, herbiri bizzât dergâh-i Kadiyy-ül Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususî matlubunu istemek için, imam arkasinda Fatihayi birer birer okuyorlar. Hem ayn-i hak ve mahz-i hikmettir. Imam-i Azam'a ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, Islâmî hükûmetlerin ekserisi, o mezhebi iltizâm etmesiyle medeniyete, sehirlilige daha yakin ve hayat-i içtimaiyeye müstaid oldugundan; bir Cemâat, bir sahis hükmüne girip, birtek adam umum namina söyler; umum kalben onu tasdik ve rabt-i kalb edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiginden, hânefî Mezhebi'ne göre imam arkasinda Fatiha okunmaz. Okunmamasi ayn-i hak ve mahz-i hikmettir.
Hem meselâ, mâdem seriat, tabiatin tecavüzatina sed çekmekle onu tadil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder. Elbette ekser etbâi, köylü ve nim-bedevî ve amelelikle mesgul olan Safiî Mezhebi'ne göre: "Kadina temas ile abdest bozulur, az bir necaset zarar verir." Ekseriyet itibariyle hayat-i içtimaiyeye giren, nim-medenî seklini alan insanlar, ittiba ettikleri mezheb-i hânefîye göre "Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var."
Iste bir amele ile bir efendiyi nazara alacagiz. Amele, tarz-i maiset itibariyle ecnebi kadinlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yaninda oturmaya ve mülevves seylerin içine karismaya mübtelâ oldugundan; san'at ve maiset itibariyle, tabiat ve nefs-i emmâresi meydani bos bulup tecavüz edebilir. Onun için, Seriat onlarin hakkinda, o tecavüzata sed çekmek için, "Abdest bozulur, temas etme; namazini ibtal eder, bulasma" mânevî kulaginda bir sada-yi semâvî çinlattirir. Amma o efendi, namuslu olmak sartiyla âdât-i içtimaiyesi itibariyle, ahlâk-i umumiye namina, ecnebi kadinlara temasa mübtelâ degil, mülevves seylerle nezafet-i medeniye namina kendini o kadar bulastirmaz. Onun için Seriat, mezheb-i hânefî namiyla ona siddet ve azimet göstermemis; ruhsat tarafini gösterip, hafiflestirmistir. "Elin dokunmus ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalik içinde su ile istinca etmemenin zarari yoktur.
sh: » (S: 514)
Bir dirhem kadar fetva vardir." der, onu vesveseden kurtarir. Iste denizden iki katre sana misâl.. onlara kiyas et. Mizân-i Sârânî mizaniyla, Seriat mizanlarini bu Sûretle müvazene edebilirsen et.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ تَمَثَّلَ فِيهِ اَنْوَارُ مُحَبَّتِكَ لِجَمَالِ صِفَاتِكَ وَ اَسْمَائِكَ بِكَوْنِهِ مِرْآةً جَامِعَةً لِتَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِكَ الْحُسْنَى وَ مَنْ تَمَرْكَزَ فِيهِ شُعَاعَاتُ مَحَبَّتِكَ لِصَنْعَتِكَ فِى مَصْنُوعَاتِكَ بِكَوْنِهِ اَكْمَلَ وَ اَبْدَعَ مَصْنُوعَاتِكَ وَ صَيْرُورَتِهِ اَنْمُوذَجَ كَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ وَ فِهْرِسْتَةَ مَحَاسِنِ نُقُوشِكَ وَ مَنْ تَظَاهَرَ فِيهِ لَطَائِفُ مَحَبَّتِكَ وَ رَغْبَتِكَ ِلاِسْتِحْسَانِ صَنْعَتِكَ بِكَوْنِهِ اَعْلَى دَلاَّلِى مَحَاسِنِ صَنْعَتِكَ وَ اَرْفَعَ الْمُسْتَحْسِنِينَ صَوْتًا فِى اِعْلاَنِ حُسْنِى نُقُوشِكَ وَ اَبْدَعِهِمْ نَعْتًا لِكَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ وَ مَنْ تَجَمَّعَ فِيهِ اَقْسَامُ مَحَبَّتِكَ وَ اِسْتِحْسَانِكَ لِمَحَاسِنِ اَخْلاَقِ مَخْلُو قَاتِكَ وَلَطَاءِفِ اَوْصَافِ مَصْنُو عَاتِكَ بِكَونَهِ جَمِعًالَمِحَاسِنِ الاخلاق كَافَّةً بِاِحْسَانِكَ وَ لِلَطَائِفِ اْلاَوْصَافِ قَاطِبَةً بِفَضْلِكَ وَ مَنْ صَارَ مِصْدَاقًا صَادِقًا وَ مِقْيَاسًا فَائِقًا لِجَمِيعِ مَنْ ذَكَرْتَ فِى فُرْقَانِكَ اِنَّكَ تُحِبُّهُمْ مِنَ الْمُحْسِنِينَ وَ الصَّابِرِينَ وَ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُتَّقِينَ وَ التَّوَّابِينَ وَ اْلاَوَّابِينَ وَ جَمِيعِ اْلاَصْنَافِ الَّذِينَ اَحْبَبْتَهُمْ وَ شَرَفْتَهُمْ لِمَحَبَّتِكَ فِى فُرْقَانِكَ حَتَّى صَارَ اِمَامَ الْحَبِيبِينَ لَكَ وَ سَيِّدَ الْمَحْبُوبِينَ لَكَ وَ رَئِيسَ اَوِدَّائِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اِخْوَانِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
.
* * *
sh: » (S:515)
Yirmiyedinci Söz'ün Zeyli
Sahabeler hakkindadir
Mevlâna Câmî'nin dedigi gibi derim:
يا رسول اللّه ه باشد ون سكِ اصحابِ كهف
داخلِ جنّت شَوَمْ دَرْ زمرهء اصحابِ تو
او رَوَدْ دَرْ جنّت من دَرْ جهنّم كى رَوَاست
او سكِ اصحابِ كهف من سكِ اصحابِ تو
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
مُحَمّدٌ رَسُولُ اللّهِ وَالّذِينَ مَعَهُ اَشِدّاءُ عَلَى الْكُفّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ
ilâ âhir-i âyet...
Sual ediyorsunuz: Bâzi rivayetlerde vardir ki; "Bid'alarin revaci hengâminda ehl-i îmân ve takvâdan bir kisim sulehâ, sahabe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir" diye rivayetler vardir. Bu rivayetler sahih midir? Sahih ise, hakikatlari nedir?
sh: » (S: 516)
Elcevab: Enbiyadan sonra nev'-i beserin en efdali sahabe oldugu, Ehl-i Sünnet ve Cemâatin icmâi bir hüccet-i katiadir ki, o rivayetlerin sahih kismi, fazilet-i cüz'iye hakkindadir. Çünki cüz'î fazilette ve hususî bir Kemâlde, mercuh râcihe tereccuh edebilir. Yoksa Sûre-i Feth'in âhirinde sitayiskârane tavsifat-i Rabbâniyeye mazhar ve Tevrat ve Incil ve Kur'anin medh ü senasina mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarinda yetisilemez. Su hakikatin pekçok esbab ve hikmetlerinden, simdilik üç sebebi tâzammun eden üç hikmeti Beyân edecegiz:
Birinci Hikmet: Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatin envarina mazhar olur. Çünki: Sohbette insibag ve in'ikâs vardir. Mâlûmdur ki: In'ikâs ve tebaiyetle, o Nur-u âzam-i Nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çikabilir. Nasilki, bir sultanin hizmetkâri ve onun tebaiyeti ile öyle bir mevkiye çikar ki, bir sah çikamaz. Iste su sirdandir ki, en büyük veliler sahabe derecesine çikamiyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyutî gibi, uyanik iken çok defa sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüsseler ve su âlemde sohbetine müserref olsalar, yine sahabeye yetisemiyorlar. Çünki Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nûruyla, yâni Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-i Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i görmeleri, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in onlarin nazarlarina temessül ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; nübüvvet itibariyle degil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi, velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzim gelir. Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksîr-i nûrani oldugu bununla anlasilir ki: Bir bedevî adam, kizini sag olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahsiyânede bulundugu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müserref olur, daha karincaya ayagini basamaz derecede bir sefkat-i rahîmâneyi kesbederdi. Hem câhil, vahsi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i Kemâlât olurdu.
Ikinci Sebeb: Yirmiyedinci Söz'deki içtihad bahsinde Beyân ve isbat edildigi gibi; sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kema
sh: » (S: 517)
lât-i insâniyenin en a'lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkilâb-i azîm-i
Islâmîde hayir ve hak bütün güzelligiyle, ser ve bâtil bütün çirkinligiyle görülmüs ve maddeten hissedilmis. Ser ve hayir ortasinda öyle bir ayrilik ve kizb ve sidk mabeyninde öyle bir mesâfe açilmisti ki, küfür ve îmân kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklasti. Kizb ve ser ve bâtilin dellâli ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzâb ve maskaraca kelimeleri oldugundan, fitraten hissiyat-i ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahatâ meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlariyla, kizb ve serre ellerini uzatip, Müseylime derekesine düsmemisler. Sidk ve hayir ve hakkin dellâli ve nümunesi olan Habibullah'in (A.S.M.) a'lâ-yi illiyyîn-i Kemâlâtindaki makamina bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa kosmak mukteza-yi seciyeleridir. Meselâ: Nasilki zaman oluyor; medeniyet-i beseriye çarsisinda ve hayat-i içtimaiye-i insâniye dükkâninda, Bâzi seylerin verdigi müdhis neticeleri ve çirkin eserleri zehr-i katil gibi herkes onu satin almak degil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar ve Bâzi seylerin ve mânevî metâ'larin verdikleri güzel neticeler ve kiymetdar eserler, bir tiryak-i nâfi' ve bir pirlanta gibi, herkesin nazar-i ragbetini kendine celbeder. Herkes elinden geldigi kadar onlari satin almaga çalisir. Öyle de, Asr-i Saadette hayat-i içtimaiye-i insâniyenin çarsisinda, kizb ve ser ve küfür gibi maddeler, sekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzâb gibi süflî maskaralari tevlid ettiginden, secaya-yi âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan sahabelerin zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmalari ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nuranî meyveler gösteren sidk ve hakka ve imânâ en nâfi' bir tiryak, en kiymetdar bir elmas gibi, o fitratlari sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letâifleriyle, onlara müsteri ve müstak olmasi zarurîdir. Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele sidk ve kizb ortasindaki mesâfe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satilmaga basladigi gibi, ahlâk-i içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanin müdhis çirkinligi gizlenip, dogrulugun parlak güzelligi görünmemeye basladigi zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adâlet ve sidk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarina yetisebilsin veya derece
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 27. Söz
sh: » (S: 518)
lerinden geçsin. Geçen mes'eleyi bir derece tenvir edecek, basima gelmis bir halimi Beyân ediyorum. Söyle ki:
Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetisemiyorlar? Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى derken, su kelimenin mânâsi inkisaf etti.
Tam mânâsiyla degil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: Keski, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydim, bir sene ibâdetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladim ki, o hatira ve o hal, sahabelerin ibâdetteki derecelerine yetisilmedigine bir irsaddir. Evet Kur'an-i Hakîm'in envâriyla hasil olan o inkilâb-i azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çikip ayrilirken; serler bütün tevabiiyle, zulümatiyla ve teferruatiyla ve hayir ve Kemâlât bütün envariyla ve netâiciyle karsi karsiya gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsinin tabakatini turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir Sûrette ifade ettigi gibi; o inkilab-i azîmin tarrakasi altinda olan insanlarin bütün hissiyatini, letâif-i mâneviyesini uyandirmis; hattâ vehim ve hayal ve sir gibi duygular hüsyar ve müteyakkiz bir Sûrette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid mânâlari kendi zevklerine göre alir.. emer. Iste, su hikmete binaen bütün hissiyatlari uyanik ve letâifleri hüsyar olan sahabeler, envâr-i îmâniye ve tesbihiyeyi câmi' olan kelimât-i mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsiyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alirlardi. Halbuki o infilâk ve inkilâbdan sonra, gitgide letâif uykuya ve havas o hakaik noktasinda gaflete düsüp, o kelimât-i mübareke, meyveler gibi gitgide, ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Âdeta sathîlik havasiyla kuruyor gibi, az bir yaslik kaliyor ki; kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir. Iste bundandir ki, kirk dakikada bir sahabenin kazandigi fazilete ve makama, kirk günde, hattâ kirk senede baskasi ancak yetisebilir.
Üçüncü Sebeb: Onikinci ve Yirmidördüncü ve Yirmibesinci Sözlerde isbat edildigi gibi, nübüvvetin velâyete nisbeti, Günesin ayn-i zâtiyla, âyinelerde görülen Günesin misâli gibidir. Iste daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o günesin yildizlari olan sahabeler dahi, daire-i velâyetteki sulehâya o derece tefevvuku olmak lâzim geliyor. Hattâ velâ
sh: » (S: 519)
yet-i kübrâ olan veraset-i nübüvvet ve siddîkiyet ki, sahabelerin velâyetidir; bir veli kazansa, yine saff-i evvel olan sahabelerin makamina yetismez. Su üçüncü sebebin müteaddid vücuhundan üç vechini Beyân ederiz:
Birinci Vecih: Içtihadda yâni istinbat-i ahkâmda, yâni Cenâb-i Hakk'in marziyâtini kelâmindan anlamakta, sahabelere yetisilmez. Çünki o zamandaki o büyük inkilâb-i Ilâhî, marziyât-i Rabbâniyeyi ve ahkâm-i Ilâhiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-i ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, "Rabbimizin bizden istedigi nedir!" diye merak ederdi. Ahvâl-i zaman, bu hâli ismam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhâverat, bu mânâlari tâzammun ederek vuku buluyordu.
Iste bunun için hersey ve her hâl ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânâlari bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiginden; sahabenin istidadini tekmil ve fikirlerini tenvir ettiginden; içtihad ve istinbatta istidadi kibrit derecesinde nurlanmaya hâzir oldugundan; bir günde veya bir ayda kazandigi mertebe-i istinbat ve içtihadi, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadinda olan bir adam, su zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktir. Çünki: Simdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medâr-i nazardir. Beserin nazar-i dikkati, baska maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maiset, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiginden; beserin muhit-i içtimaîsi, o sahsin zihnine ve istidadina, içtihad hususunda kuvvet vermedigi gibi, tesettüt veriyor.. dagitiyor. Yirmiyedinci Söz'ün içtihad bahsinde, Süfyan Ibn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin müvazenesinde isbat etmisiz ki; Süfyan'in on senede kazandigini, öteki yüz senede kazanamiyor.
Ikinci Vecih: Sahabelerin kurbiyet-i Ilâhiye noktasindaki makamlarina velâyet ayagiyla yetisilmez. Çünki Cenâb-i Hak bize akrebdir ve herseyden daha ziyade yakindir. Biz ise, ondan nihayetsiz uzagiz. Onun kurbiyetini kazanmak iki Sûretle olur. Birisi: Akrebiyetin inkisafiyladir ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sirra mazhardirlar. Ikinci Sûret: Bu'diyetimiz noktasinda kat'-i merâtib edip bir derece kurbiyete müserref olmaktir ki, ekser seyr ü sülûk-ü velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu Sûretle cereyan ediyor. Iste birinci Sûret sirf vehbîdir, kesbî degil, incizab
sh: » (S: 520)
dir, cezb-i Rahmânîdir ve mahbubiyettir. Yol kisadir, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Digeri; kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikalari çok ise de; kiymetçe kurbiyetçe evvelkisine yetisemez. Meselâ: Nasilki dünkü güne, bugün yetismek için iki yol var. Birincisi: Zamanin cereyanina tabi olmiyarak, bir kuvvet-i kudsiye ile; fevk-az zaman çikip, dünü bugün gibi hâzir görmektir. Ikincisi: Bir sene kat'-i mesâfe edip, dönüp dolasip, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamiyor, onu birakip gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikata geçmek iki Sûretledir. Biri: Dogrudan dogruya hakikatin incizabina kapilip, tarîkat berzahina girmeden, hakikati ayn-i zâhir içinde bulmaktir. Ikincisi: Çok merâtibden seyr-ü sülûk Sûretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi öldürürler. Yine sahabeye yetisemiyorlar. Çünki sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiginden; nefsin mahiyetindeki cihazat-i kesîre ile, ubûdiyetin enva'ina ve sükür ve hamdin aksamina daha ziyade mazhardirlar. Fena-i nefisten sonra, ubûdiyet-i evliya besatet peyda eder.
Üçüncü Vecih: Fazilet-i a'mâl ve sevab-i ef'âl ve fazilet-i uhreviye cihetinde sahabelere yetisilmez. Çünki nasil bir asker bâzi serait dâhilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette, bir sene ibâdet kadar bir fazilet kazanabilir ve bir dakikada bir kursunu yemekle, en ekall kirk günde ancak kazanilacak velâyet derecesi gibi bir makama çikiyor. Öyle de, sahabelerin tesis-i Islâmiyette ve nesr-i ahkâm-i Kur'aniyede hizmetleri ve Islâmiyet için bütün dünyaya ilân-i harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasina baskalari bir senede yetisemez. Hattâ denilebilir ki; bütün dakikalari, -o hizmet-i kudsiyede- o sehid olan neferin dakikasi gibidir. Bütün saatleri, müdhis bir makamda bir saat nöbet tutan fedâkâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, ücreti çok, kiymeti yüksektir. Evet sahabeler mâdem Islâmiyetin tesisinde ve envar-i Kur'aniyenin nesrinde, saff-i evvel teskil ediyorlar. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sirrinca, bütün ümmetin hasenatindan onlara hisse çikar. Ümmetin اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَاَصْحَابِهِ demesiyle;
sh: » (S: 521)
sahabelerin, bütün ümmetin hasenatindan hissedârliklarini gösteriyor. Hem nasilki bir agacin kökündeki küçük bir meziyet; agacin dallarinda büyük bir Sûret alir, büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasilki mebde'de küçük bir irtifa, gittikçe bir yekûn teskil eder. Hem nasilki nokta-i merkeziyeye yakin bir igne ucu kadar bir ziyadelik; daire-i muhîtada, bâzan bir metre 0kadar ziyadeye mukabil geliyor. Aynen su dört misâl gibi, sahabeler, Islâmiyetin secere-i nûraniyesinin köklerinden, esâslarindan olduklari, hem bina-yi Islâmiyetin hutut-u nurâniyesinin mebde'inde, hem Cemâat-i Islâmiyenin imamlarindan ve adedlerinin evvellerinde, hem Sems-i Nübüvvet ve Sirac-i Hakikat'in merkezine yakin olduklarindan; az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. onlara yetismek için, hakikî sahabe olmak lâzim geliyor.
اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ اَصْحَابِى كَا لنُّجُومِ بِاَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ وَ خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِى وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
sh: » (S: 522)
Sual: Deniliyor ki: Sahabeler Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i gördüler, sonra îmân ettiler. Biz ise görmeden îmân ettik. Öyle ise, îmânimiz daha kavîdir. Hem, kuvvet-i îmânimiza delâlet eden rivayet var?
Elcevab: Sahabeler o zamanda, efkâr-i âmme-i âlem hakaik-i Islâmiyeye muâriz ve muhalif iken; -sahabeler- yalniz Sûret-i insâniyede Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i görüp, bâzan mu'cizesiz olarak, öyle bir îmân getirmisler ki; bütün efkâr-i âmme-i âlem, onlarin îmalarini sarsmiyordu. Sübhe degil, bâzisina vesvese de vermezdi. Sizler iseniz kendi îmâninizi, sahabelerin îmânlariyla müvazene ediyorsunuz. Bütün efkâr-i âmme-i Islâmiye, îmâniniza kuvvet ve sened oldugu halde; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in secere-i tûbâ-i nübüvvetinin çekirdegi olan beseriyeti ve Sûret-i cismâniyesini degil, belki umum envar-i Islâmiye ve hakaik-i Kur'aniye ile nurani muhtesem sahs-i mânevîsini bin mu'cizât ile muhat olarak akil gözüyle gördügünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve sübheye düsen îmâniniz nerede! Bütün âlem-i küfrün ve Nasara ve Yehûd'un ve feylesoflarin hücumlarina karsi sarsilmayan sahabelerin îmânlari nerede! Hem, sahabelerin kuvvet-i îmânlarini gösteren ve îmânlarinin teressuhati olan siddet-i takvâlari ve Kemâl-i salâhatlari nerede! Ey müddei! Senin siddet-i za'findan, ferâizi tamamiyla senden göstermeyen sönük îmânin nerede! Amma hadîste varid olan ki, "Âhirzamanda beni görmeyen ve îmân getiren, daha ziyade makbûldür" meâlindeki rivayet, hususî fazilete dairdir. Has Bâzi eshas hakkindadir. Bahsimiz ise, fazilet-i külliye ve ekseriyet itibariyledir.
Ikinci Sual: Diyorlar ki: Ehl-i velâyet ve ashâb-i Kemâlât, dünyayi terketmisler. Hattâ hadîste var ki: "Dünya muhabbeti bütün hatâlarin basidir." Halbuki, sahabeler dünyaya pek çok girmisler; terk-i dünya degil, belki bir kisim sahabe, o zamanin ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmisler. Nasil oluyor ki, böyle sahabelerin en ednâsina, en büyük bir veli kadar kiymeti var, diyorsunuz?
sh: » (S: 523)
Elcevab: Otuzikinci Söz'ün Ikinci ve Üçüncü Mevkiflarinda gâyet kat'î isbat edilmistir ki: Dünyanin âhirete bakan yüzüyle, Esmâ-i Ilâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek; sebeb-i noksaniyet degil, belki medâr-i Kemâldir ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibâdet ve mârifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyasi ise, iste o iki yüzdedir. Dünyayi âhiret mezraasi görüp, ekip biçmisler. Mevcûdâti, Esmâ-i Ilâhiyenin âyinesi görüp, müstakane temasa edip bakmislar. Fena-i dünya ise, fâni yüzüdür ki, insanin hevesâtina bakar.
Üçüncü Sual: Tarîkatlar, hakikatlarin yollaridir. Tarîkatlarin içerisinde en meshur ve en yüksek ve cadde-i kübrâ iddia olunan tarîk-i Naksbendî hakkinda, o tarîkatin kahramanlarindan ve imamlarindan bâzilari esâsini böyle târif etmisler. Demisler ki:
دَرْ طَرِيقِ نَقْشِبَنْدِى لاَزِمْ آمَدْ َارِ تَرْكْ
تَرْكِ دُنْيَا تَرْكِ عُقْبَى تَرْكِ هَسْتِى تَرْكِ تَرْكْ
Yâni, tarîk-i Naksîde dört seyi birakmak lâzim. Hem dünyayi, hem nefis hesabina âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak; hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düsünmemektir. Demek hakikî mârifetullah ve Kemâlât-i insâniye terk-i mâsiva ile olur?
Elcevab: Eger insan yalniz bir kalbden ibaret olsaydi; bütün mâsivayi terk, hattâ Esmâ ve sifâti dahi birakmak, yalniz Cenâb-i Hakk'in zâtina rabt-i kalb etmek lâzim gelirdi. Fakat insanin akil, ruh, sir, nefis gibi pek çok vazifedâr letâifi ve hâssalari vardir. Insan-i kâmil odur ki: Bütün o letâifi; kendilerine mahsus ayri ayri tarîk-i ubûdiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi genis bir dairede, zengin bir Sûrette.. kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramânâne maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalniz kendini kurtarmak için askerini birakip tek basiyla gitmek, medâr-i iftihar degil, belki netice-i iztirardir.
Dördüncü Sual: Sahabelere karsi iddia-yi rüchan nereden çikiyor? Kim çikariyor? Su zamanda, bu mes'eleyi medâr-i bahsetmek nedendir? Hem müçtehidîn-i Izâma karsi müsavat dâva etmek neden ileri geliyor?
sh: » (S: 524)
Elcevab: Su mes'eleyi söyleyen iki kisimdir: Bir kismi, sâfi ehl-i diyanet ve ehl-i ilimdir ki; Bâzi ehadîsi görmüsler, su zamanda ehl-i takvâ ve salâhati tesvik ve tergib için öyle mebhaslar açiyorlar. Bu kisma karsi sözümüz yok. Zâten onlar azdirlar, çabuk da intibaha gelirler. Diger kisim ise gâyet müdhis magrur insanlardir ki; mezhebsizliklerini, müçtehidîn-i Izâma müsâvat dâvasi altinda nesretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, sahabeye karsi müsavat dâvasi altinda icra etmek istiyorlar. Çünki evvelen: O ehl-i dalâlet sefahete girmis, sefahette tiryaki olmus; sefahete mâni olan tekâlif-i Ser'iyeyi yapamiyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: "Su mesâil, içtihadiyedirler. O mesâilde, mezhebler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardir; hatâ edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istedigimiz gibi ibâdetimizi yapariz. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?" Iste bu bedbahtlar, bu desise-i seytâniye ile, baslarini mezahibin zincirinden çikariyorlar. Bunlarin su dâvalari ne kadar çürük, ne kadar esâssiz oldugu Yirmiyedinci Söz'de kat'î bir Sûrette gösterildiginden ona havale ederiz.
Sâniyen; o kisim ehl-i dalâlet baktilar ki, müçtehidînlerde is bitmiyor. Onlarin omuzlarindaki yalniz nazariyâ t-i diniyedir. Halbuki bu kisim ehl-i dalâlet, zaruriyâ t-i dîniyeyi terk ve tagyir etmek istiyorlar. "Onlardan daha iyiyiz" deseler, mes'eleleri tamam olmuyor. Çünki; müçtehidîn, nazariyâ ta ve kat'î olmayan teferruata karisabilirler. Halbuki bu mezhebsiz ehl-i dâlalet, zaruriyâ t-i diniyede dahi fikirlerini karistirmak ve kabil-i tebdil olmayan mesâili tebdil etmek ve kat'î erkân-i Islâmiyeye karsi gelmek istediklerinden; elbette zaruriyâ t-i diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilisecekler. Heyhat! Degil bunlar gibi insan Sûretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanlarin en kâmilleri olan evliyanin büyükleri; sahabenin küçüklerine karsi müsavat dâvasini kazanamadiklari, gâyet kat'î bir Sûrette Yirmiyedinci Söz'de isbat edilmistir.
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى رَسُولِكَ الَّذِى قَالَ لاَتَسُبّوُا اَصْحَابِى.. لَوْ اَنْفَقَ اَحَدُكُمْ مِثْلَ اُحُدٍ ذَهَبًا مَا بَلَغَ نِصْفَ مُدٍّ مِنْ اَصْحَابِى صَدَقَ رَسُولُ اللّهِ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ