MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 22. MEKTUP
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Yirmiikinci Mektub
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
(Su Mektub, iki mebhastir. Birinci Mebhas, ehl-i îmani uhuvvete ve muhabbete davet eder.)
Birinci Mebhas
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ * اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىّ ٌ حَمِيمٌ * وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ اْلمُحْسِنِين
Mü'minlerde nifak ve sikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inad ve hased; hakikatça ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan Islâmiyetçe ve hayat-i sahsiyece ve hayat-i içtimaiyece ve hayat-i maneviyece çirkin ve merduddur, muzir ve zulümdür ve hayat-i beseriye için zehirdir. Su hakikatin gayet çok vücuhundan alti vechini beyan ederiz:
BIRINCI VECIH: Hakikat nazarinda zulümdür.
Ey mü'mine kin ve adâvet besleyen insafsiz adam! Nasilki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalisan bir adamin, ne derece zulmettigini bilirsin. Ve zalimligini,
sh: » (M: 281)
semâvâta isittirecek derecede bagiracaksin. Hattâ bir tek masum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiç bir kanun-u adâletle batirilmaz.
Aynen öyle de: Sen, bir hâne-i Rabbâniye ve bir sefine-i Ilâhiye olan bir mü'minin vücudunda îman ve Islâmiyet ve komsuluk gibi dokuz degil, belki yirmi sifât-i mâsume varken; sana muzir olan ve hosuna gitmeyen bir câni sifati yüzünden ona kin ve adâvet baglamakla, o hâne-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakina, tahrib ve batmasina tesebbüs veya arzu etmen, onun gibi seni' ve gaddar bir zulümdür.
IKINCI VECIH: Hem hikmet nazarinda dahi zulümdür. Zira malûmdur ki: Adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi ziddirlar. Ikisi, mâna-yi hakikîsinde olarak beraber cem' olamazlar.
Eger muhabbet, kendi esbabinin rüchaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecâzî olur; acimak sûretine inkilab eder. Evet mü'min, kardesini sever ve sevmeli. Fakat fenaligi için yalniz acir. Tahakkümle degil, belki lütufla islahina çalisir. Onun için nass-i hadîs ile: "Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat'-i mükâleme etmeyecek."
Eger esbab-i adâvet galebe çalip, adâvet hakikatiyla bir kalbde bulunsa; o vakit muhabbet mecâzî olur, tasannu' ve temelluk sûretine girer.
Ey insafsiz adam! Simdi bak ki: Mü'min kardesine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünki nasilki sen âdi küçük taslari, Kâ'be'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akilsizlik edersin. Aynen öyle de: Kâ'be hürmetinde olan îman ve Cebel-i Uhud azametinde olan Islâmiyet gibi çok evsaf-i Islâmiye; muhabbeti ve ittifaki istedigi halde, mü'mine karsi adâvete sebebiyet veren ve âdi taslar hükmünde olan bazi kusurati, îman ve Islâmiyete tercih etmek, o derece insafsizlik ve akilsizlik ve pek büyük bir zulüm oldugunu aklin varsa anlarsin!..
Evet tevhid-i îmanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet inkâr edemezsin ki: Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karsi dostane bir rabita anlarsin; ve bir kumandanin emri altinda beraber bulundugunuzdan arkadasane bir alâka telakki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârane bir
sh: » (M: 282)
münasebet hissedersin. Halbuki îmanin verdigi nur ve suur ile ve sana gösterdigi ve bildirdigi esmâ-i Ilâhiye adedince vahdet alâkalari ve ittifak râbitalari ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ:
Her ikinizin Hâlikiniz bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzikiniz bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kibleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhîdi, vifak ve ittifaki, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettigi ve kâinati ve küreleri birbirine baglayacak manevî zincirler bulunduklari halde; sikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek agi gibi ehemmiyetsiz ve sebatsiz seyleri tercih edip mü'mine karsi hakikî adâvet etmek ve kin baglamak; ne kadar o râbita-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-i muhabbete karsi bir istihfaf ve o münasebât-i uhuvvete karsi ne derece bir zulüm ve i'tisaf oldugunu; kalbin ölmemis ise, aklin sönmemis ise anlarsin!
ÜÇÜNCÜ VECIH: Adalet-i mahzayi ifade eden وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى sirrina göre; bir mü'minde bulunan câni bir sifat yüzünden sair masum sifatlarini mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin baglamak, ne derece hadsiz bir zulüm oldugunu ve bahusus bir mü'minin fena bir sifatindan darilip küsüp, o mü'minin akrabasina adâvetini tesmil etmek,
اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ sîga-i mübalâga ile gayet azîm bir zulüm ettigini, hakikat ve seriat ve hikmet-i Islâmiye sana ihtar ettigi halde; nasil kendini hakli bulursun, "Benim hakkim var" dersin?
Hakikat nazarinda sebeb-i adâvet ve serr olan fenaliklar, serr ve toprak gibi kesiftir; baskasina sirayet ve in'ikas etmemek gerektir. Baskasi ondan ders alip serr islese, o baska mes'eledir. Muhabbetin esbabi olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in'ikas etmek, se'nidir. Ve ondandir ki; "Dostun dostu dosttur" sözü, durub-u emsal sirasina geçmistir. Hem onun içindir ki; "Bir göz hatiri için çok gözler sevilir" sözü umumun lisaninda gezer.
Iste ey insafsiz adam! Hakikat böyle gördügü halde, sevmedigin
sh: » (M: 283)
bir adamin, sevimli mâsum bir kardesine ve taallûkatina adâvet etmek; ne kadar hilaf-i hakikat oldugunu hakikat-bîn isen anlarsin.
DÖRDÜNCÜ VECIH: Hayat-i sahsiye nazarinda dahi zulümdür. Su dördüncü vechin esasi olarak birkaç düsturu dinle:
Birincisi: Sen, meslegini ve efkârini hak bildigin vakit; "Meslegim haktir veya daha güzeldir" demeye hakkin var. Fakat, yalniz hak benim meslegimdir, demeye hakkin yoktur. وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ وَلكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا sirrinca, insafsiz nazarin ve düskün fikrin hakem olamaz. Baskasinin meslegini butlân ile mahkûm edemez.
Ikinci Düstur: Senin üzerine haktir ki: Her söyledigin hak olsun. Fakat her hakki söylemege senin hakkin yoktur. Her dedigin dogru olmali. Fakat her dogruyu demek dogru degildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazan damara dokundurur, aks-ül âmel yapar.
Üçüncü Düstur: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et; onun ref'ine çalis. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adâvet et, islahina çalis. O muzir nefsin hatiri için, mü'minlere adâvet etme. Eger düsmanlik etmek istersen; kâfirler, zindiklar çoktur; onlara adâvet et. Evet nasilki muhabbet sifati, muhabbete lâyiktir; öyle de adâvet hasleti, her seyden evvel kendisi adâvete lâyiktir. Eger hasmini maglub etmek istersen, fenaligina karsi iyilikle mukabele et. Çünki eger fenalikla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren maglub bile olsa, kalben kin baglar, adâveti idame eder. Eger iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur. اِذَا اَنْتَ اَكْرَمْتَ الْكَرِيمَ مَلَكْتَهُ *وَ اِنْ اَنْتَ اَكْرَمْتَ اللَّئِيمَ تَمَرَّدًا hükmünce; mü'minin se'ni, kerim olmaktir. Senin ikraminla sana müsahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, îman cihetinde kerimdir. Evet fena bir adama "Iyisin iyisin" desen, iyilesmesi ve iyi adama "Fenasin fenasin" desen, fenalasmasi çok vukubulur. Öyle ise
sh: » (M: 284)
وَاِذَا مَرّوُا بِاللَّغْوِ مَرّوُا كِرَامًا * وَاِنْ تَعْفُوا وَتَصْفَحُوا وَتَغْفِرُوا فَاِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
gibi desatir-i kudsiye-i Kur'aniyeye kulak ver, saâdet ve selâmet ondadir.
Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adâvet hem nefsine, hem mü'min kardesine, hem rahmet-i Ilâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünki kin ve adâvet ile nefsini bir azab-i elîmde birakir. Hasmina gelen nimetlerden azabi ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. Eger adâvet hasedden gelse, o bütün bütün azabdir. Çünki hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandirir. Mahsud hakkinda zarari ya azdir veya yoktur.
Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettigi seylerin akibetini düsünsün. Tâ anlasin ki; rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattir. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eger uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda hased olamaz. Eger onlarda dahi hased yapsa; ya kendisi riyakârdir, âhiret malini dünyada mahvetmek ister veyahut mahsudu riyakâr zanneder, haksizlik eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup kader ve rahmet-i Ilâhiyeye, onun hakkinda ettigi iyiliklerden küsüyor. Âdeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkid eden basini örse vurur, kirar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalir.
Acaba, bir gün adâvete degmeyen bir sey'e, bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamis hangi vicdana sigar? Halbuki mü'min kardesinden sana gelen bir fenaligi, bütün bütün ona verip, onu mahkûm edemezsin. Çünki evvelâ, kaderin onda bir hissesi var. Onu çikarip o kader ve kaza hissesine karsi riza ile mukabele etmek gerektir. Sâniyen, nefis ve seytanin hissesini de ayirip, o adama adâvet degil, belki nefsine maglub oldugundan acimak ve nedamet edecegini beklemek. Sâlisen, sen kendi nefsinde görmedigin veya görmek istemedigin kusurunu gör; bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karsi en selâmetli ve en çabuk hasmini maglub edecek afv ve safh ile ve ulüvvücenablikla mukabele etsen, zulümden ve za-
sh: » (M: 285)
rardan kurtulursun. Yoksa sarhos ve divane olan ve siseleri ve buz parçalarini elmas fiatiyla alan cevherci bir Yahudi gibi, bes paraya degmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye; güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi sedid bir hirs ile ve daimî bir kin ile mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalaga ile bir zalûmiyettir veya bir sarhosluktur ve bir nevi dîvaneliktir.
Iste hayat-i sahsiyece bu derece muzir olan adâvete ve fikr-i intikama, -eger sahsini seversen- yol verme ki kalbine girsin. Eger kalbine girmis ise, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hâfiz-i Sirazî'yi dinle:
دُنْيَا نَه مَتَاعِيسْتِى كِه اَرْزَدْ بَنِزَاعِى
Yani: "Dünya öyle bir meta' degil ki, bir nizâa degsin." Çünki fâni ve geçici oldugundan kiymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanin cüz'î isleri ne kadar ehemmiyetsiz oldugunu anlarsin!.. Hem demis:
آسَايِشِ دُو ِيتِى تَفْسِيرِ اِينْ دُو حَرْفَسْتْ
بَادُوسِتَانْ مُرُوَّتْ بَادُشْمَنَانْ مُدَارَا
Yani: "Iki cihanin rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandirir: Dostlarina karsi mürüvvetkârane muaseret ve düsmanlarina sulhkârane muamele etmektir."
Eger dersen: "Ihtiyar benim elimde degil; fitratimda adâvet var. Hem damarima dokundurmuslar, vazgeçemiyorum."
Elcevap: Sû'-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve giybet gibi seylerle ve muktezasiyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa zarar vermez. Mâdem ihtiyar senin elinde degil, vazgeçemiyorsun. Senin manevî bir nedamet, gizli bir tövbe ve zimnî bir istigfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksiz oldugunu anlaman; onun serrinden seni kurtarir. Zâten bu mektubun bu mebhasini yazdik, tâ bu manevî istigfari temin etsin; haksizligi hak bilmesin, hakli hasmini haksizlikla teshir etmesin.
Cây-i dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i
sh: » (M: 286)
siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafigi, hürmetkârane medhetti. Iste siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, "Eûzü billahi minesseytani vessiyaseti" dedim, o zamandan beri hayat-i siyasiyeden çekildim.
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 22. MEKTUP
BESINCI VECIH: Hayat-i içtimaiyece, inad ve tarafgirlik, gayet muzir oldugunu beyan eder.
Eger denilse: Hadîste اِخْتِلاَفُ اُمَّتِى رَحْمَةٌ denilmis. Ihtilaf ise, tarafgirligi iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazi; mazlum avami, zalim havassin serrinden kurtariyor. Çünki bir kasabanin ve bir köyün havassi ittifak etseler, mazlum avami ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarir. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukûlden hakikat tamamiyla tezahür eder.
Elcevap: Birinci suale deriz ki: Hadîsteki ihtilaf ise, müsbet ihtilaftir. Yani: Herbiri kendi mesleginin tamir ve revacina sa'yeder. Baskasinin tahrib ve ibtaline degil, belki tekmil ve islahina çalisir. Amma menfî ihtilaf ise ki: Garazkârane, adâvetkârane birbirinin tahribine çalismaktir; hadîsin nazarinda merduddur. Çünki birbiriyle bogusanlar, müsbet hareket edemezler.
Ikinci suale deriz ki: Tarafgirlik eger hak namina olsa, haklilara melce' olabilir. Fakat simdiki gibi garazkârane, nefis hesabina olan tarafgirlik, haksizlara melce'dir ki; onlara nokta-i istinad teskil eder. Çünki garazkârane tarafgirlik eden bir adama seytan gelse, onun fikrine yardim edip taraftarlik gösterse, o adam o seytana rahmet okuyacak. Eger mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona hâsâ lanet okuyacak derecede bir haksizlik gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namina, hakikat hesabina olan tesadüm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatin her kösesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavunlasmis nefs-i emmare hesabina hodfürusluk, söhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat degil, belki fitne atesleri
sh: » (M: 287)
çikiyor. Çünki maksadda ittifak lâzim gelirken, öylelerin efkârinin Küre-i Arz'da dahi nokta-i telakîsi bulunmaz. Hak namina olmadigi için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan insikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna sahiddir.
Elhasil:
اَلْحُبُّ لِلّهِ
* وَالْبُغْضُ فِى اللّهِ * وَالْحُكْمُ لِلّهِ
olan desatir-i âliye düstur-u harekât olmazsa nifak ve sikak meydan alir. Evet
َالْبُغْضُ فِى اللّهِ *وَالْحُكْمُ لِلّهِ demezse, o düsturlari nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.
Cây-i ibret bir hâdise: Bir vakit, Imam-i Ali Radiyallahü Anh, bir kâfiri yere atmis. Kilincini çekip kesecegi zaman, o kâfir ona tükürmüs. O kâfiri birakmis, kesmemis. O kâfir, ona demis ki: "Neden beni kesmedin?" Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karistigi için ihlasim zedelendi. Onun için seni kesmedim." O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Mâdem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir, o din haktir." dedi.
Hem medar-i dikkat bir vakia: Bir zaman bir hâkim, bir hirsizin elini kestigi vakit eser-i hiddet gösterdigi için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmis. Çünki seriat namina, kanun-u Ilâhî hesabina kesse idi, nefsi ona aciyacak idi. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek nefsine o hükümden bir hisse çikardigi için, adaletle is görmemistir.
Cây-i teessüf bir halet-i içtimaiye ve kalb-i Islâmi aglatacak müdhis bir maraz-i hayat-i içtimaî:
"Haricî düsmanlarin zuhur ve tehacümünde dâhilî adâvetleri unutmak ve birakmak" olan bir maslahat-i içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptiklari halde, su cemaat-i Islâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmus ki; birbiri arkasinda tehacüm vaziyetini alan hadsiz düsmanlar varken, cüz'î adâvetleri unutmayip, düsmanlarin hücumuna zemin hazir ediyorlar. Su hal bir sukuttur, bir vahsettir. Hayat-i içtimaiye-i Islâmiyeye bir hiyanettir.
Medar-i ibret bir hikâye: Bedevi asiretlerinden Hasenan
sh: » (M: 288)
asiretinin birbirine düsman iki kabilesi varmis. Birbirinden belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde; Sipkan veya Hayderan asireti gibi bir kabile karsilarina çiktigi vakit; o iki düsman taife, eski adâveti unutup omuz omuza verip, o haricî asireti def'edinceye kadar, dâhilî adâveti hatirlarina getirmezlerdi.
Iste ey mü'minler! Ehl-i îman asiretine karsi tecavüz vaziyetini almis ne kadar asiret hükmünde düsmanlar oldugunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardir. Her birisine karsi tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onlarin hücumunu teshil etmek, onlarin harîm-i Islâma girmeleri için kapilari açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adâvetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakisir mi? O düsman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanin ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karsi zararli bir vaziyet alan, birbiri arkasinda size hiddet ve hirs ile bakan, belki yetmis nevi düsmanlar var. Bütün bunlara karsi kuvvetli silâhin ve siperin ve kal'an: Uhuvvet-i Islâmiyedir. Bu kal'a-i Islâmiyeyi, küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-i vicdan ve ne kadar hilaf-i maslahat-i Islâmiye oldugunu bil, ayil!..
Ehadîs-i serifede gelmis ki: "Âhirzamanin Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zindika basina geçecek eshas-i müdhise-i muzirralari, Islâm'in ve beserin hirs ve sikakindan istifade ederek az bir kuvvetle nev'-i beseri herc ü merc eder ve koca Âlem-i Islâmi esaret altina alir.
Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altina girmemek isterseniz, aklinizi basiniza aliniz! Ihtilafinizdan istifade eden zalimlere karsi اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal'a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatinizi muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle bogusurken; bir çocuk, ikisini de dögebilir. Bir mizanda iki dag birbirine karsi müvazenede bulunsa; bir küçük tas, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukari, birini asagi indirir. Iste ey ehl-i iman! Ihtiraslarinizdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-i içtimaiyenizle alâkaniz varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا düstur-u âliyeyi
sh: » (M: 289)
düstur-u hayat yapiniz, sefalet-i dünyeviyeden ve sekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!..
ALTINCI VECIH: Hayat-i maneviye ve sihhat-i ubudiyet, adâvet ve inad ile sarsilir. Çünki vasita-i halâs ve vesile-i necat olan "ihlâs" zayi' olur. Zira tarafgir bir muannid, kendi a'mal-i hayriyesinde hasmina tefevvuk ister. Hâlisen livechillah amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelâtinda tarafgirini tercih eder, adalet edemez. Iste ef'al ve a'mal-i hayriyenin esaslari olan "ihlâs" ve "adalet" husumet ve adâvetle kaybolur. Su Altinci Vecih çok uzundur. Fakat kabiliyet-i makam kisa oldugundan kisa kesiyoruz.
* * *
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 22. MEKTUP
sh: » (M: 290)
Ikinci Mebhas
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ * وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ َتحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Ey ehl-i îman! Sâbikan, adâvet ne kadar zararli oldugunu anladin. Hem anla ki; adâvet kadar hayat-i Islâmiyeye en müdhis bir maraz-i muzir dahi hirstir. Hirs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. Evet her milletten ziyade hirs ile dünyaya saldiran Yahudi Milletinin zillet ve sefaleti, bu hükme bir sahid-i kati'dir. Evet hirs, zîhayat âleminde en genis bir daireden tut, tâ en cüz'î bir ferde kadar sû'-i tesirini gösterir. Tevekkülvari taleb-i rizk ise, bilakis medar-i rahattir ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir. Iste bir nevi zîhayat ve rizka muhtaç olan meyvedar agaçlar ve nebatlar, tevekkülvari, kanaatkârane yerlerinde durup hirs göstermediklerinden, riziklari onlara kosup geliyor. Hayvanlardan pek fazla evlâd besliyorlar. Hayvanat ise, hirs ile riziklari pesinde kostuklari için, pek çok zahmet ve noksaniyet ile riziklarini elde edebiliyorlar. Hem hayvanat dairesi içinde za'f u acz lisan-i haliyle tevekkül eden yavrularin mesru' ve mükemmel ve latif riziklari hazine-i rahmetten verilmesi; ve hirs ile riziklarina saldiran canavarlarin gayr-i mesru ve pek çok zahmet ile kazandiklari nâhos riziklari gösteriyor ki: Hirs, sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir.
Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hirs ile dünyaya yapisan ve ask ile hayat-i dünyeviyeye baglanan Yahudi Milleti pek çok zahmet ile kazandigi, kendine faidesi az, yalniz hazinedarlik ettigi gayr-i mesru bir servet-i ribaî ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki:
sh: » (M: 291)
Hirs maden-i zillet ve hasarettir. Hem harîs bir insan, her vakit hasarete düstügüne dair o kadar vakialar var ki, اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ darb-i mesel hükmüne geçmis, umumun nazarinda bir hakikat-i âmme olarak kabul edilmistir. Mâdem öyledir; eger mali çok seversen, hirs ile degil, belki kanaat ile mali taleb et, tâ çok gelsin.
Ehl-i kanaat ile ehl-i hirs, iki sahsa benzer ki; büyük bir zâtin divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: "Beni yalniz kabul etsin, disaridaki soguktan kurtulsam bana kâfidir. En asagidaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur." Ikinci adam güya bir hakki varmis gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecbur imis gibi magrurane der ki: "Bana en yukari iskemleyi vermeli." O hirs ile girer, gözünü yukari mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp asagi oturtur. Ona tesekkür lâzimken, tesekküre bedel kalbinden kiziyor. Tesekkür degil, bilakis hane sahibini tenkid ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor. Birinci adam mütevaziane giriyor; en asagidaki iskemleye oturmak istiyor. Onun o kanaati, divanhane sahibinin hosuna gidiyor. "Daha yukari iskemleye buyurun" der. O da gittikçe tesekküratini ziyadelestirir, memnuniyeti tezayüd eder.
Iste dünya bir divanhane-i Rahman'dir. Zemin yüzü, bir sofra-yi rahmettir. Derecat-i erzak ve meratib-i nimet dahi, iskemleler hükmündedir.
Hem en cüz'î islerde de herkes hirsin sû'-i tesirini hissedebilir.
Meselâ: Iki dilenci bir sey istedikleri vakit, hirs ile ilhah eden dilenciden istiskal edip vermemek; diger sâkin dilenciye merhamet edip vermek, herkes kalbinde hisseder. Hem meselâ: Gecede uykun kaçmis, sen yatmak istesen, lâkayd kalsan uykun gelebilir. Eger hirs ile uyku istesen: "Aman yatayim, aman yatayim" dersen, bütün bütün uykunu kaçirirsin. Hem meselâ: Mühim bir netice için birisini hirs ile beklersin; "Aman gelmedi, aman gelmedi" deyip en nihayet hirs senin sabrini tüketip kalkar gidersin; bir dakika sonra o adam gelir; fakat bekledigin o mühim netice bozulur.
Su hâdisatin sirri sudur ki: Nasilki bir ekmegin vücudu, tarla, harman, degirmen, firina terettüb eder. Öyle de: Tertib-i esyada bir teenni-i hikmet vardir. Hirs sebebiyle teenni ile hareket etmedigi için, o tertibli esyadaki manevî basamaklari müraat etmez; ya atlar
sh: » (M: 292)
düser veyahut bir basamagi noksan birakir; maksada çikamaz.
Iste ey derd-i maisetle sersem olmus ve hirs-i dünya ile sarhos olmus kardesler! Hirs bu kadar muzir ve belali bir sey oldugu halde, nasil hirs yolunda her zilleti irtikâb ve haram helâl demeyip her mali kabul ve hayat-i uhreviyeye lâzim çok seyleri feda ediyorsunuz? Hattâ erkân-i Islâmiyenin mühim bir rüknü olan zekati, hirs yolunda terkediyorsunuz? Halbuki zekat, her sahis için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattir. Zekati vermeyenin herhalde elinden zekat kadar bir mal çikacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktir.
Hakikatli bir rü'ya-yi hayaliyede, Birinci Harb-i Umumî'nin besinci senesinde, bir acib rü'yada benden soruldu:
"Müslümanlara gelen bu açlik, bu zayiat-i mâliye ve mesakkat-i bedeniye nedendir?"
Rü'yada demistim:
"Cenâb-i Hak, bir kisim maldan onda bir (Hâsiye-1) veya bir kisim maldan kirkta bir (Hâsiye-2), kendi verdigi malindan birisini bizden istedi; tâ bize fukaralarin dualarini kazandirsin ve kin ve hasedlerini men'etsin. Biz hirsimiz için tama'kârlik edip vermedik. Cenâb-i Hak müterakim zekatini, kirkta otuz, onda sekizini aldi. Hem her senede yalniz bir ayda yetmis hikmetli bir açlik bizden istedi. Biz nefsimize acidik, muvakkat ve lezzetli bir açligi çekmedik. Cenâb-i Hak ceza olarak yetmis cihetle belali bir nevi orucu bes sene cebren bize tutturdu. Hem yirmidört saatte bir tek saati, hos ve ulvî, nuranî ve faideli bir nevi talimat-i Rabbaniyeyi bizden istedi. Biz tenbellik edip, o namazi ve niyazi yerine getirmedik. O tek saati diger saatlere katarak zayi' ettik. Cenâb-i Hak onun keffareti olarak, bes sene talim ve talimat ve kosturmakla bize bir nevi namaz kildirdi" demistim.
Sonra ayildim, düsündüm, anladim ki; o rü'ya-yi hayaliyede pek mühim bir hakikat vardir. Yirmibesinci Söz'de, medeniyetle hükm-ü Kur'ani müvazene bahsinde isbat ve beyan edildigi üzere; beserin hayat-i içtimaîsinde bütün ahlâksizligin ve bütün ihtilâlâtin mense'i iki kelimedir:
Birisi: "Ben tok olduktan sonra, baskasi açliktan ölse bana ne?"
___________________
(Hâsiye-1): Yani her sene taze verdigi bugday gibi mallardan onda bir.
(Hâsiye-2): Yani eskiden verdigi kirktan ki: Her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle o kirktan taze olarak on aded verir.
sh: » (M: 293)
Ikincisi: "Sen çalis, ben yiyeyim."
Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-i riba ve terk-i zekattir. Bu iki müdhis maraz-i içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekatin bir düstur-u umumî suretinde icrasiyla, vücub-u zekat ve hurmet-i ribadir. Hem degil yalniz eshasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev'-i beserin saadet-i hayati için en mühim bir rükün belki devam-i hayat-i insaniye için en mühim bir direk, zekattir. Çünki beserde, havas ve avam iki tabaka var. Havastan avama merhamet ve ihsan ve avamdan havassa karsi hürmet ve itaati temin edecek, zekattir. Yoksa yukaridan avamin basina zulüm ve tahakküm iner, avamdan zenginlere karsi kin ve isyan çikar. Iki tabaka-i beser daimî bir mücadele-i maneviyede, bir kesmekes-i ihtilafta bulunur. Gele gele tâ Rusya'da oldugu gibi, sa'y ve sermaye mücadelesi suretinde bogusmaya baslar.
Ey ehl-i kerem ve vicdan ve ey ehl-i sehavet ve ihsan!
Ihsanlar zekat namina olmazsa, üç zarari var. Bazan da faidesiz gider. Çünki Allah namina vermedigin için, manen minnet ediyorsun; bîçare fakiri minnet esareti altinda birakiyorsun. Hem makbul olan duasindan mahrum kaliyorsun. Hem hakikaten Cenâb-i Hakk'in malini ibadina vermek için bir tevziat memuru oldugun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-i nimet ediyorsun. Eger zekat namina versen; Cenâb-i Hak namina verdigin için bir sevab kazaniyorsun, bir sükran-i nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmege mecbur olmadigi için, izzet-i nefsi kirilmaz ve duasi senin hakkinda makbul olur. Evet zekat kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riya ve söhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararlari kazanmak nerede? Zekat namina o iyilikleri yapip, hem farzi eda etmek, hem sevabi, hem ihlasi, hem makbul bir duayi kazanmak nerede?
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا وَ قَالَ اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌ لاَ يَفْنَى وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
* * *
sh: » (M: 294)
Hâtime
(Giybet hakkindadir)
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Yirmibesinci Söz'ün Birinci Su'lesinin Birinci Suainin Besinci Noktasinin makam-i zemm ve zecrin misallerinden olan birtek âyetin, mu'cizane alti tarzda giybetten tenfir etmesi; Kur'an'in nazarinda giybet ne kadar seni' bir sey oldugunu tamamiyla gösterdiginden, baska beyana ihtiyaç birakmamis. Evet Kur'anin beyanindan sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.
Iste اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ َلحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde alti derece zemmi, zemmeder. Giybetten alti mertebe siddetle zecreder. Su âyet bilfiil giybet edenlere müteveccih oldugu vakit, manasi gelecek tarzda oluyor. Söyle ki:
Malûmdur: Âyetin basindaki hemze, sormak (âyâ) manasindadir. O sormak manasi, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zimnî var.
Iste birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevab mahalli olan akliniz yok mu ki, bu derece çirkin bir sey'i anlamiyor?
Ikincisi, يُحِبُّ lafziyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmus mu ki, en menfur bir isi sever?
Üçüncüsü, اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatini alan hayat-i içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmus ki, böyle hayatinizi zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü, اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmiyla der: Insaniyetiniz ne olmus
sh: » (M: 295)
ki, böyle canavarcasina arkadasinizi dis ile parçalamayi yapiyorsunuz?
Besincisi, اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sila-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardesiniz olan bir mazlumun sahs-i manevîsini insafsizca disliyorsunuz? Ve hiç akliniz yok mu ki, kendi âzanizi kendi disinizle divane gibi isiriyorsunuz?
Altincisi, مَيْتًا kelâmiyla der: Vicdaniniz nerede? Fitratiniz bozulmus mu ki, en muhterem bir halde bir kardesinize karsi, etini yemek gibi en müstekreh bir isi yapiyorsunuz?
Demek su âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayri ayri delaletiyle: Zemm ve giybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fitraten ve milliyeten mezmumdur. Iste bak nasil su âyet, îcazkârane alti mertebe zemmi zemmetmekle, i'cazkârane alti derece o cürümden zecreder.
Giybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadin en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtir. Izzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. Nasil meshur bir zât demis:
اُكَبِّرُ نَفْسِى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ
* فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لاَ لَهُ جَهْدٌ
Yani: "Düsmanima giybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünki giybet; zaîf ve zelil ve asagilarin silâhidir."
Giybet odur ki: Giybet edilen adam hazir olsa idi ve isitse idi, kerahet edip darilacakti. Eger dogru dese, zâten giybettir. Eger yalan dese; hem giybet, hem iftiradir. Iki katli çirkin bir günahtir.
Giybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:
Birisi: Sekva suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardim edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkini ondan alsin.
Birisi de: Bir adam onunla tesrik-i mesaî etmek ister. Senin ile mesveret eder. Sen de sirf maslahat için garazsiz olarak,
sh: » (M: 296)
mesveretin hakkini eda etmek için desen: "Onun ile tesrik-i mesaî etme. Çünki zarar göreceksin."
Birisi de: Maksadi, tahkir ve teshir degil; belki maksadi, tarif ve tanittirmak için dese: "O topal ve serseri adam filân yere gitti."
Birisi de: O giybet edilen adam fâsik-i mütecahirdir. Yani fenaliktan sikilmiyor, belki isledigi seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sikilmayarak asikâre bir surette isliyor.
Iste bu mahsus maddelerde garazsiz ve sirf hak ve maslahat için giybet caiz olabilir. Yoksa giybet, nasil ates odunu yer bitirir; giybet dahi a'mal-i sâlihayi yer bitirir.
Eger giybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit اَللّهُمَّ اغْفِرْلَنَا وَ لِمَنِ اغْتَبْنَاهُ demeli, sonra giybet edilen adama ne vakit rast gelse, "Beni helâl et" demeli.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî
* * *