Ayet ve hadislerle islamın sünnetleri
Hafız Mustafa Urgenç Avrupa islam üniversitesi İslam kürsüsü kuran öğretmeni /rotterdam
AYET ve HADİSLERLE İSLAMIN SÜNNETLERİ
İNTİSAB ETMEK ve İNTİSAB ETMENİN ÖNEMİ
Bu gün, güzel Dinimiz İslam’ın mühim Sünnetlerinden birisi hakkında sohbet edeceğiz. İslam, her görüşe açık ve her mizaca şekil verecek her türlü doktrini kendi bünyesinde taşımaktadır. İnsanlar, yaratılış itibarı ile medeni varlıklardır. Bu münasebetle de, toplu yaşamak durumundadırlar. Toplu yaşayış bir çok değişik görüşleri, ölçüleri, usulleri, yöntemleri beraberinde getirir. Bu kadar değişiklikler içerisinde, değişmeyen ve herkesin tutunması lazım gelen ortak bir nokta vardır ki o da: TEVHİD’dir. İslam toplumu, çok kültürlü bir toplumdur. Ancak onları tek bir topluluk olarak tarif etmek gerekirse, onlar TEVHİD toplumudur. Bu topluluğa da MUVAHHİD’ler denir.
Muvahhidler içerisinde özel bir hüviyete sahip çeşitli fertler ve sınıflar da vardır. Bunlar: Dinin her meselesinde kendilerine uyulan Müçtehidler tabakası ve bunların takipçileri. Bu Müçtehidler, ilk dönem İslam toplumu içerisinde yetişmiş, ahlak ve fazilet numunesi müstesna insanlardır. İlmi bir şahsiyet oluşlarıyla, ahlak ve fazilette, zühd ve takvada seçkinlikleriyle, İslam toplumunun teveccühünü kazanmışlar ve onların fikirleri ile asırlardır insanlar, dinlerini anlayıp yaşamışlardır. Kendilerine uyarak onların izah ve yorumlarını hayata geçiren kimselerle, İslam toplumu belli düşünceler etrafında toplanmış ve belli başlı bir takım MEZHEB’ler oluşmuştur. Müçtehidlere uyanlara MUKALLİD denmiş ve bir mezhebe bağlanmaya da İNTİSAB denilmiştir.
İntisab, lügatte bir yere, bir şahsa mensup olma, o şahsın maiyetine girme, bir tür bağlanma manalarına gelir. Daha özel olarak, fikirde, amelde, eylemde, belli bir şahsın etrafında toplanmak, birleşmek ve bağlanmak manası kastedilir. Bu da, ilimde, takvada şöhret bulmuş, halkın güvenini kazanmış Üstadların çevresinde toplanmak sureti ile olur.
İslam alimleri, Dinimizde üç çeşit bağlılıktan söz ederler. Birisi, namaz kıldıran İmama yapılan namazdaki bağlılık. Buna: İKTİDA denilir. Birisi, ahlakı güzelleştirmek, olgun ve kamil manada bir mü’min olmak hususunda, ehliyetli, Kamil bir Mürşidin terbiyesine girmek sureti ile, Mürşide yapılan bağlılık. Buna: İNTİSAB denilir. Bir diğeri ise; bütün müslümanların onayı ile kabul edilen İmama yani Halifeye yapılan bağlılık. Buna da: BİAT denilir.
Biz burada ahlakı güzelleştirme, nefsin terbiye ve kalbin tasfiye edilmesi hususunda, ehliyet ve liyakat sahibi bir Kamil Mürşide intisab etmeyi ele alacağız. Çoğu ulema bir mürşide bağlılığın lüzumunu eserlerinde belirtmişlerdir. Bu bağlılığa İslam literatüründe İNTİSAB denildiği gibi, İNABE adı da verilir. İnabe, kavram olarak dönmek anlamınadır. Tevbenin bir ileri mertebesidir ve daha şümullüdür. Zira tevbe, işlenen hatalara karşı duyulan kalbi pişmanlıktır. Fakat inabe, insanın nefsinde bulunan çirkin tabiatından kaçarak, Allah’a yönelmesidir. İnsana bu olguyu kazandırma işi ise, ehliyetli bir Kamil Mürşidin teveccüh göstermesi ile gerçekleşir.
Hulasa; İnabe’nin gerçekleşmesi, kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi sağlanması için, mutlaka Kamil bir Mürşid lazımdır. Bu Mürşid-i Kamil, Allah’ın kullarına olan bir ihsanıdır. Bu ümmetin kandilleridir. Zamanımızda ender bulunan ve yetişen simalardır. Fakat her türlü zorluğa rağmen yine de mevcuttur. Ancak, her Mürşidim diyen kimse, Kamil Mürşid değildir. Bu yolun da yol kesicileri olduğu unutulmamalıdır.
Cevap: Ayet ve hadislerle islamın sünnetleri
MÜRŞİDLİK MAKAMI İSLAMDA EN ŞEREFLİ MAKAMLARDAN BİRİDİR
Mürşidlik, Allah’a davet hususunda Peygamberlerin hususi vazife ve şahsi sıfatlarıdır. Bu müstesna görevi ümmet içinde ifa edebilecek kimseler, Peygamberlerin varisleridir. Bunların sözleri hikmet manası taşır. Bunlar söz ve davranışları ile, toplumu Allah’a ulaştıran kılavuzlardır. İslam, bunların kılavuzluğunda Dinin hükümlerini alıp yaşamayı gerekli görür. Bunlara yapılan itaati, makbul sayar. Konuyla alakalı olarak, İmam Serahsi hazretleri cenab-ı Hakkın:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنْكُمْ..
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan buyruk sahiplerine itaat edin” (1) ayeti hakkında der ki:
“Bu ayetteki ulü’l-emir/buyruk sahiplerinden maksat, kimilerine göre idareciler değil, alimlerdir. Alimlere itaat vaciptir. Çünkü onlar halka, dinleri için faydalı olanı emrederler.” (2)
Bu yorum, halka rehberlik eden, onları her halleri ile İslam’a yönelten, onları tezkiye eden Rabbani/terbiyeci alimler hakkındadır. Yoksa her ilim adamı bu yorumun şümulüne girmez. Bunu belirtmekten kastımız, herhangi bir şahıs veya cemaat liderini hedefimize almış değiliz. Bizim kasdettiğimiz zat-ı şerif, kendisine uyulabilecek gerçek vasfa sahip olan zatlardır. Zira Mürşidlik iddiası ile, nice ifadeye sığmaz davranışlar sergileyen, memleketimizde bir zamanlar 28 şubat sürecini gündeme getiren, sözde Şeyh müsveddelerini, müteşeyyihleri gördük. Bu sebeple, bu makaleyi kaleme almaktaki maksadımız, Üstad seçiminde temkinli olmayı ve ölçülü davranmayı tavsiye etmektir.
Üstadın Kamil olmasını aramak hem dini bir görev ve hem de insani bir harekettir. Sıradan, rasgele, ehliyetsiz insanlara teveccüh ederek, Mürşid diye ardından gitmek ve onlara uymaya teşvik etmek, büyük bir vebaldir. Ayrıca, kendisinde böyle bir vasıf olmadığı halde, olduğunu iddia eden kimsenin de, ahiretteki durumu fecidir. Fakat, Kamil manada yetişmiş, ehliyetli bir zatın varlığını duyurmak, O’nun sözlerini dinlemek ve tavsiyelerini tutmak, ona bağlanmak, hem İlahi bir mevhibedir/bağıştır ve hem de Allah’a davet hususunda Cihad mertebesinde bir ibadettir. Mürşidin Veli, Kamil olmasının ne önemi vardır? İnsanın gönlünün gıda aldığı, sohbetinden istifade ettiği herhangi bir hoca efendi de bu vazifeye layık görülemez mi? Denilecek olursa, buna bir ayetle işaret etmek isteriz. Allah teala buyurur ki:
مَنْ يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا..
“Allah kime hidayet ederse, işte o hakka ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse, artık onun için bir Veliyy-i Mürşid bulamazsın.” (3)
Ayet, hidayet ve dalaletin Allah’ın iradesi ile gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Hidayete erdirmek istediği bir kimse için Allah, çeşitli vesileler yaratır. Bu vesilelerin en önemlisi ise, Veli Mürşidlerdir. Bu ayetten anladığımız kadarı ile, Allah’a götüren rehber, kılavuzlar içerisinde, Mürşid Veli’ler kadar tesirli olanı yoktur. Zira Kamil Mürşid Veliler, saliki/dervişi Rabbi ile beraber olmasını temin etmek amacı ile, onu birtakım hususi vazife ile vazifelendirdikleri için, onların Allah katında seçkin bir mevkileri bulunur. Allah’ın yardımı, lütfu, keremi, ihsanı hep onunla beraber olur. Nitekim bunu açıklayan bir başka ayette ise şöyle buyurulur:
وَمِمَّنْ خَلَقْنَا أُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِهِ يَعْدِلُونَ..
“Bizim yarattıklarımızdan öyle bir Ümmet vardır ki, bunlar, daima Hak’ka ileten ve Adaleti Hak ile yerine getiren kimsedirler.” (4)
Ayet, Hak yola davet eden bahtiyarlardan bahsetmektedir. Allah’a davette en etkili insan, Mürşid-i Kamildir. Mürşid; kendisi ilim ve amel bütünlüğü içerisinde şahsi olgunluğa eriştiği gibi, halkı da bu minval üzere eğitip yetiştirmeye ehliyetli kimse demektir. Mürşidlik makamı, hakikatte Allah’a davet makamıdır. Allah’a davet makamı ise, Peygamberlerin vazifelerindendir. Peygamberler toplumları hidayete ulaştırmada gerçek rehberler oldukları gibi, Mürşidler de Allah’a davet hususunda Peygamberlerin varisi durumundadır. Mürşidler, Peygamberlerin sunduğu bu İlahi mesajları, Şer’i ölçülere göre yorumlayan kimselerdir. Bu sebeple, Allah’a davetin sağlıklı bir netice verebilmesi, Mürşid Velilerin varlığı ile mümkündür.
Mürşidin esas mahiyeti, Allah’a davet edici olmasıdır. Bu maksat ve gayenin dışında Mürşidlik geçersizdir. Bu maksat ve gayeye erişmiş, liyakatli bir Mürşid olabilmek de kolay değildir. Böyle Kamil bir Mürşid olabilmek için, belli gayretler ve disiplin şarttır. Bunlar da; Başlangıçta ehliyetli, Kamil bir Mürşide bağlılık, ilim ve amel bütünlüğü içerisinde olmak, Mürşidin terbiyesinde Sülukünü tamamlamak, Manevi derece ve mertebeleri kendinde bulmak gibi, feyzi yüce olan makamlara ulaşmaktır. Bunları kendi nefsinde elde etmeden bir kısım rüya, ya da hal nazariyesi gibi, çeşitli müşahedelerle Mürşidlik makamına eriştiğini zannedenler, Bağdatlı Ruhi’nin işaret ettiği:
“Gör zahidi kim, sahib-i irşad olayım der,
Dün tekkeye vardı, bu gün Üstad olayım der” beytinde anlatılan manaya düşerler. Bununla yukarıda belirttiğim gibi, herhangi bir kişi ya da cemaat liderleri kastımız değildir. Sadece maksadın anlaşılmasını sağlamaktır.
Hulasa; Mürşidlik makamı Allah’ın bu ümmete bahşettiği yüksek bir makamdır. Bunun ele geçmesi durumunda, büyük bir bahtiyarlık, yüksek bir rütbe kazanılmış olur. Ayrıca, ahirette de Peygamberler, Sıddikler, Şehidler gibi, Şefaatte pay sahibi olmak gibi şerefli bir mevkie ulaşmak da söz konusudur. Nasıl olmasın ki; daha dünyada iken her nerede görülseler, Allah’ı hatırlatırlar. Aynen öyle de, dünyada Allah’ı hatırlatan, O’nu sevdiren, O’na yönelten bu yüce zevat, mü’minleri orada da Allah’a kavuşturacaklardır. Onları Allah (cc), bir emniyet aracı olarak görerek, Onların razı oldukları kimselerden Allah da razı olacaktır. Bunları insaf ehlinden kimse reddetmez. Gerçi bizim bu tezimizi, dün ve bu gün Şefaati inkar eden bid’at ehli reddedip yadırgayacaktır ama, Sünnet ve Cemaat ehlinden hiçbir ehli vicdan, buna karşı çıkmayacaktır ve çıkmamıştır da. Çünkü, Sünnet ve Cemaat ehlinin nazarı, İslam’ın ölçüsüdür.
Bu itibarla, rahmetli Üstadımız Abdullah Babamız (ks), her fırsatta bir kar ve zarar diyarı olan bu dünya hayatında, manevi olgunluğa ulaşmayı, nefsimizi tezkiye etmeyi, kalbimizi tasfiye etmeyi, sık sık kulağımıza üfledi. Allah’a şükürler olsun ki, O mübarek ağızdan bunları işitmek nasip oldu. Bir çok kimse, daha hayatta iken bu manevi olgunluğa erişerek, yüce Dinimizin Hak bir Din olduğunu ve yolumuzun da Hak bir yol olduğunu idrak etme şerefine nail oldular. İçimizden Hakka yürüyen pek çok bahtiyar, bu olgunluk içerisinde Rabbine kavuştular. İşte bu mesajları alabilme nimetine bizleri eriştirdiği için, Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Bu bizlere Allah tealanın bir lüutfudur. Her türlü Hamd ve Şükür O’na mahsustur.
Cevap: Ayet ve hadislerle islamın sünnetleri
MÜRŞİD-İ KAMİLLER BU ÜMMETİN KANDİLLERİDİR
Tasavvuf öğretisine göre, gökteki yıldızlar gibi bu yolun kandilleri, Hakikat Alimi olan Mürşid-i Kamillerdir. Mürşid-i Kamiller Tarikat-ı Aliyyenin en büyük uzvudur. Çünkü onlar ‘Varis-i Enbiya’dırlar. Onlar, görüldükleri yerde Allah’ın hatırlandığı zatlardır. Hadis-i şerifte buyurulduğuna göre efendimiz (sav) bu şerefli zatlardan şöyle bahsetmiştir.:
: ألا أنبئكم بخياركم قالوا بلى يا رسول الله قال خياركم الذين إذا رءوا ذكر الله.. رواه ابن ماجة..
“Dikkat ediniz! Ben size en hayırlı olanlarınızı bildireyim mi?” buyurduğunda Sahabeler: “Bela, yani bize bildir ey Allah’ın Resulü” diye karşılık vermişler ve Resulullah (sav) cevaben buyurmuşlar ki:
“Sizin hayırlılarınız o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Aziz ve Celil olan Allah hatırlanır” (5)
Bunlar, daima müslümanlara vaaz ve nasihat ederek doğru yolu gösteren, bol bol Allah’ı zikir ve tesbih eden, bulunduğu mecliste Rahmani bir huzur ve sükunetin hakim olduğu ve insanların gönlünde Allah sevgisini coşturduğu, gerçek Mürşidde aranan şartları taşıyan Allah’ın has kullarıdır.
Yine Mürşid-i Kamiller Allah’ı kullarına ve kullarını da Allah’a sevdiren zatlardır. Allah’ı rahmetinden ümit kestirmeyerek ve azabından emin kılmayarak Allah’ı kullara sevdirir. Kalpleri tasfiye ve nefsi tezkiye etmek sureti ile de kulları arındırarak, Allah’a sevdirirler. Maksadımız burada O seçkin zevatın övgü dolu vasıflarını anlatarak, konuyu uzatmak değildir. Ancak her ne zaman bir Mürşide rastlanırsa alametleri ve kişilikleri hakkında biraz olsun malumat sahibi olmamız açısından bunlara temas ediyoruz.
Cevap: Ayet ve hadislerle islamın sünnetleri
MÜRŞİD-İ KAMİLE NASIL İNTİSAB EDİLİMELİDİR
Mürşidlerden tarikat alma yolları çeşitlidir. Sırf bereketlenmek için bir şeyhten inabe almakla, bir mürşid-i kamilin terbiyesine girmeyi birbirine karıştırmamalıdır. Bereketlenmek için şeyhten inabe almak isteyen, dilediği şeyhten ders alabilir. Ama bir mürşid-i kamilin terbiyesine girmek isteyen kimse, içine gireceği cemaatin adabına riayetle mükelleftir.
Tasavvuf literatüründe bu yola girmiş kimselere MÜRİD denir. Yani Allah’ın rızasını kazanmak için, kendi iradesinden soyunmuş kimse demektir. Mürid, kendisini bu yolda maksadına kavuşturacak kamil sıfatlara sahip bir mürşid bulduğu zaman, edeble huzuruna varmalı ve o zata sormalıdır: Peygamberimiz (sav)’den İRŞAD görevi alıp almadığı, Rüyada görüldüğü zaman, şekil ve suretine şeytanın girip giremeyeceği ve sıkışıldığı takdirde manen yardıma koşabileceği sorulur. Gerekli cevabı alırsa hemen intisab etmelidir.
Mürşid-i Kamile iki türlü intisab olunur. Birisi, Kalben mutmain olarak şüphesiz bir halde sıdk ile bağlanmakla, diğeri de, istihare yaparak rüyada görüldüğü takdirde bağlanmaktır. Ancak, bizzat üstte arzettiğimiz soruların sorulması, kalbin mutmein olması bakımından önemlidir. Onun için de bu soruları sormaya ve cevabını da iyi muhafaza etmeye çalışmalıdır.
Cevap: Ayet ve hadislerle islamın sünnetleri
MÜRŞİD-İ KAMİLLERİN ŞAHSINDA BELİREN ALAMETLER
Allah kendisinden razı olsun, muhterem Üstadımız bizlere kendisine uyulacak, yolundan gidilecek Mürşid zatların bütün özelliklerini bildirirdi. Temelde üç ayrı kısımda ele alarak Şeriatta, Tarikatta ve Hakikatte olmak üzere ayrı ayrı durumlarının olduğunu söylerdi. Buyururdu ki:
1..) Mürşid-i Kamilin Şeriatta alametleri şunlardır:
“Kamil bir şeyhin alameti Resulullah (sav) efendimiz gibi, kapısı açık olur. İmanlı olsun, imansız olsun evine herkes gelir, halini anlatır.”
“İkincisi; sohbeti bol olur. Allah ve Resulünden bahseder. Şeriattan asla taviz vermez. Ayetlerden, helallerden, haramlardan bahseder.”
“Üçüncüsü de; cömert olur. Resulullah (sav) eline bir üzüm aldı mı, Sahabelere verir. Bir bardak su alır üç yudum içer, hemen Sahabelere verir. Bir bardak süt ikram edilir, üç yudum içer, hemen Sahabelere verirdi. Bu zatlar da tıpkı O’nun gibi cömert olur”
2..) Mürşid-i Kamilin Tarikatta alametleri şunlardır:
“Ona vardığında onu görür görmez: ‘Allah Allah, ben bu kişiyi tanıyorum ama, nereden tanıyorum’ der. Bir sevgi, bir muhabbet kalbine girer gibi olur. Çok sever”
“İkincisi soracağı soruyu unutur. ‘Şöyle bir soru soruyum, şöyle yapayım’ der. Onu görünce soruyu unutur.”
“Üçüncüsü de yanından ayrılmayı istemez. İşi de olsa, dükkanı bekliyor olsa, zamanı geçiyor ama huzurundan ayrılmayı, kalkmayı bir türlü istemez.”
3..) Mürşid-i Kamilin Hakikatte alametleri ise şunlardır:
“İstihare yapmak ve sonra da o zata sormak lazım. ‘Size Allah teala, Peygamber (sav) Efendimiz görev verdi mi?’ diye. Vermediyse verdi diyemez, yalan söyleyemez. Yalan söylüyorsa zaten Mürşid-i Kamil olamaz. Yalan söyleyemez. ‘Elhamdülillahi teala bizi vazifelendirdiler’ der.”
“İkincisi: ‘Sizi rüyamda gördüğüm zaman, şeklinize ve suretinize şeytan girer mi?’ diye sorulur. Resulullah (sav) Efendimizin vazife verdiği kimse, Verasetül-Enbiyadır. Peygamber Efendimizin de varisidir. Varisinin de şekline, suretine şeytan giremez. ‘İnşaallahü teala evladım rüyada gördüğünüz bu fakirdir’ der. Eğer aslı yok’ta söylüyorsa o insan katildir. Nasıl cinayet işlenip de katil olunuyorsa, o da insanların Allah’a vuslata, Muhammedenil Mustafa’ya vuslatına mani oluyor, sanki onu öldürüyor, demektir. ‘İnşaallah bu fakirin de şekline ve suretine şeytan giremez. Bize de vazife verildi.’ Der.”
“Üçüncüsü de: ‘Bize maddi olsun, manevi olsun. Daraldığımız zaman: *Benim şöyle şöyle bir işim var* dediğimizde, rüya olsun, hal olsun, benim halime çare bulabilir, Rüyamda beni ikaz edebilir, öleceğim zaman imanla gitmeme vesile olabilir misin?’ diye sorulur. Eğer gerçekten Peygamber (sav) efendimizin varisi ise, Allah teala onun şekline, suretine şeytanı girdirmediği için, derhal onun yardımında hazır bulundurur. İmanla gitmesine vesile olur. İşte Kamil Mürşid bu şekilde bilinir.”
Evet.. Allah’ın bir lütuf ve inayeti sayesinde, bizlere böyle bir Üstad nasip oldu. Bu sayede Allah’ı tanımayı, Resulünü sevmeyi, Dini yaşamayı, Hayattan lezzet almayı öğrendik. Allah’a sonsuz Hamd ve Şükürler olsun. O’nun telkinleri sayesinde ruhumuzu Din tacirlerine teslim etmedik. Allah dostlarına karşı kalbimizde olumsuz herhangi bir his veya düşünce oluşmamıştır. O’nun sebebi ile elde ettiğimiz nimetleri saymaya ne ifade yeter ve ne de bunları belirtmeye takat yeter. Allah teala O’na olan sevgimizi hakiki sevgi kılsın ve kendi rızasına erdirsin.
Şimdi, herhangi bir şekilde gerek zahiri bir biçimde elinde Seceresi/İcazeti bulunan ya da Salihler divanında manevi görev almış bir zat, Mürşidlik iddiası ile insanın karşısına çıkarsa, ona bunları sormak kişisel bir haktır. Bu soruları sormak küstahlık değildir. Rahmetli Üstadımız, nasıl manevi görev aldığını, daha önceden de Seyr-i Sülukünü nasıl tamamladığını defalarca sohbetlerde olsun, soranlara olsun, ilim adamlarına ve devlet adamlarına dahi anlatmaktan çekinmezdi. Bu münasebetle de, Salihler Divanında görev almış bir zata nasıl görev aldığı ve ne tür görev verildiği hususu sorulmalıdır. Onun da Allah için sorulan soruları cevaplandırması bir insanlık görevidir. İster insanlar inansın ya da inanmasın, kendisinde bulunan bir nimeti açıklaması Şer’an vacip olur. Ve bunları dile getirmek de riya sayılamaz. Bilakis TAHDİS-İ NİMET’tir. Yani Allah’ın ihsan ettiği nimete şükretmek maksadı ile, ihsan olunan nimeti açıklamaktır. Bunun için de Mürşid olan zat, çevresindekilerin tutumuna göre değil, Allah ve Resulünün ölçüsüne göre hareket etmesi icap eder. Zira hakiki Mürşidin insanlara ihtiyacı yoktur. Bilakis insanların kendisine ihtiyacı vardır.
Alınan cevap tatmin edici olursa, kişi bu noktadan hareketle o zata isterse intisabını gerçekleştirir. Yok eğer kalpte bir itminan hasıl olmazsa, o zaman da müsaade alıp huzurundan ayrılır. İntisab etmediği için de kimse ona aşağılayıcı bir gözle bakamaz. Buna kimsenin hakkı yoktur. Kimse kimseyi töhmet altında tutamaz. Ayrıca intisab etmemiş olan kimse de, o zat hakkındaki şahsi kanaatini ortaya koyarken ölçüsüz hareket etmemeli, sadece kendisinin mutmein olmadığını ve bu yüzden de intisab etmediğini ifade etmelidir.
Kalbi mutmein olarak vasıfları anlatılan bir Üstaz-ı Kamile intisab etmiş bir kimse de, kendisine verilen vazifeleri ifa etmekle meşgul olmalı. Üzerinde bulunan bir kısım rütbe, makam, mevki gibi her neyi varsa bunları Üstadına teslim etmeli ve o da uygun gördüğü takdirde tekrar bunları kendisine iade eder veya daha başka bir vazifeyle vazifelendirir. Üstadına karşı muhabbetini güçlendirmeye çalışır. Allah’tan kalbini O’nun sevgisiyle arındırmasını ister.
Şu arzettiğim hususlar, tamamen şahsi kanaatim olmakla beraber, bize bu yolda öğretilen öğretilerden hareketle, bunları kaleme aldım. Maksadım kimseyi bir yere getirmek veya bir yerde olanı indirmek değildir. Sadece, tarafıma yöneltilen bir kısım suallere buradan cevap arzetmeye çalıştım. Allah tealadan, bizleri rızasına nail olacağımız istikamete hidayet etmesini diler, bu yolda bize rehberlik eden asrımızın mana sultanı, gönlümüzün mevlanası, muhterem Üstadımız Allah’tan rahmet diler, kendisine verdiğimiz taahhüdü muhafaza etmekte olduğumuzu belirtir, Cenab-ı Haktan feyiz ve bereketlerinin üzerimizde daim olmasını dileriz. Allah’a emanet olunuz. Dualara devam edelim, kimseyi incitmeyelim.
Dipnotlar
1-) Kur’an-ı Kerim Nisa suresi ayet 59
2-) Es-Siyeru’l-Kebir c 1 s 178 müellif Şemsü’l-Eimme Serahsi mütercimler M. Said Şimşek İ. Sarmış
3-) Kur’an-ı Kerim Kehf suresi ayet 17
4-) Kur’an-ı Kerim A’raf suresi ayet 181
5-) Sünen-i İbn-i Mace c 10 s 391 hadis 4119 müellif İmam ibn-i Mace mütercim Haydar Hatipoğlu
Cevap: Ayet ve hadislerle islamın sünnetleri
EDEB YA HU
Allah’ın lutfu inayeti ile, bu gün Edeb’den bahsedeceğiz. Edeb, İslam’ın üç temel sac ayağından birisidir. Birinci ayak İtikad olup, inancımızla alakalı hususları kapsar. İkinci ayak Amel olup, Rabbimize ve yaratıklara karşı olan sorumluluklarımızı kapsar. Üçüncü ayak ise Edeb ve Ahlak’tır. Gerek iman ve gerekse ameldeki güzellikler, Edeb sayesinde belirginlik kazanır. Edeb insanlıktır. İnsanı hayvandan ayıran en belirgin özelliktir. Edeb, insanın süsüdür. Edebden nasibi olanın, insanlıktan nasibi vardır demektir.
Allah kendisine Rahmet buyursun, rahmetli Üstadımız şöyle anlatırdı: ‘Allah teala Adem (as)’ı yarattığı zaman, O’na üç tane özel nimet bahşetmiş ve ancak bunlardan sadece bir tanesini seçebileceğini şart koşmuş. Bunlar ise: Birisi akıl, birisi ilim ve diğeri de edebdir. Adem (as) ise, bunlardan aklı tercih eder. Bunun üzerine ilim kendiliğinden aklın yanında yer alır. Edeb’de ilmin yanında yer alır. Böylece Adem (as) fıtratı seçmiş ve sadece aklı tercih etmekle, diğer ikisine de sahip olmuştur.’ Üstadımızın naklettiği bu güzel kıssa bize, edebin akıl ve ilimden ayrılmayan bir parça olduğunu hatırlatmaktadır.
Bugün inşaallah EDEB YA HU başlığında kaleme aldığımız bu bahis, inşaallah birkaç bölüm halinde devam edecektir Allah’ın izniyle. Allah’tan kendim için ve sizler için edebden pay nasip etmesini dilerim.
Bugün insanlığın içine düştüğü bunalımlar ortadadır. Bunlarda sebep aramaya lüzum yoktur. Bir millet kendi içinde bulunan faziletleri değiştirmediği müddetçe, Allah o milletteki üstün meziyetleri değiştirmez. İslamiyet, her sahada insana değer vererek, kendini bulmaya teşvik etmiştir. İnsan ise kendini bildiği ölçüde kıymet kazanır. İnsanın kendisini tanıması ise gerçek Edeb’in ta kendisidir.
İnsanı kemal mertebeye erdiren yegane unsur imandır. İmanı kemale erdiren unsur ise ~Edeb~dir. Edeb, güzel terbiye ve güzel huylarla vasıflanmaktır. Edeb, utanılacak hata ve ayıplardan insanı koruyan bir melekedir. Edeb, insan için mutlak bir fazilet kaynağıdır. Edeb, insanın süsüdür.
Edeb, dinin hakikatine nüfuz etmek, dünyanın geçici zevklerine aldanmamak, yaratıklara merhamet edip, şefkat göstermektir. Edeb’e riayeti olmayan hiç kimse Allah’ın seçkin kullarından olamaz. Bazı büyüklerin ifadesinde olduğu üzere; Edeb’den nasibi olmayan kimselerin, insanlıktan da nasibleri yoktur. Yunus EMRE bu hususta ne güzel söyler:
~Edeb bir tac imiş nur-i Hüdadan,
Giy onu kurtul cümle beladan.~
Alemlerin efendisi Hz. Muhammed (sav) bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Gerçekten ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” Peygamberlerin miras olarak bıraktıkları sadece güzel ahlak ve Edeb’dir. Peygamberimiz de onun tamamlayıcısıdır. Güzel ahlak ve Edeb, yalnızca peygamberden ve O’nun terbiyesinde yetişmiş, varisleri olan Alimlerden öğrenilir.
Şimdi o örnek alınacak insanların edeb anlayışlarından bahsederek devam edeceğiz. Din büyüklerinin edeblerini öğrenmek sureti ile, edeb noktasındaki noksanlıklarımızı gidermeye çalışalım inşaallah...
Peygamberimiz (sav) bir gün hastalanıyor. Hz. Ebu Bekir (ra) ziyarete geliyor. Sohbet ediyorlar ve evine vardıktan sonra o da hastalanıyor. Üzüntüsünden o da yatağa düşüyor. Efendimiz (as) afiyete kavuşur ve o da onu ziyarete gider. Hz. Ebu Bekir Resulullahı ayakta ve sıhhate kavuşmuş olarak görünce hastalığını yatakta bırakarak ayağa kalkıyor. Sonra: “Habibim hastalandı, ona olan üzüntümden ben de yatağa düştüm. Sevgili efendim afiyete kavuştu, onu afiyette görünce ben de iyi oldum” der. Resulullaha bağlılık ve sevgide gösterilen Edeb!..
Hz. Ömer’e bir gün birisi: “Allah’dan kork ey Ömer!” demişti. Ömer atından inerek yüzünü yerlere sürer, rengi kaçmış ve sesi sönük bir halde: “Ömer de kim oluyor ki Allah’dan korkmasın” der. Allah ismine karşı gösterilen Edeb!..
Kudüs fethedildikten sonra hz. Ömer Kudüse gelir. Kıyame kilisesini ziyareti esnasında namaz vakti olur. Kilisenin patriğine namaz kılabileceği bir yer sorar. Patrik’te, istediği yerde kılabileceğini söyler. Ömer kilisenin içinde namaz kılmak istemez ve namazını dışarıda kapının önünde kılar. Sonra patriğe dönerek: “Eğer ben içerde kılsa idim, diğer müslümanlarda burada namaz kılarlar ve burasını mescid yaparlardı” dedi. Bundan sonra müslümanların kilisede namaz için toplanmamasını, orada ezan okunmamasını emreyledi. Kişilik haklarına saygı duyanların Edebi!..
Hz. Ali, harp anında yaman bir kafiri yere yatırır. Göğsüne oturup hançerini çeker; imana davet eder. Kafir hz. Ali’nin yüzüne tükürür. Bunun üzerine hz. Ali o yaman pehlivanın üzerinden kalkar. Adam hayretler içinde kalır ve: “Benim gibi bir düşmanı nasıl serbest bırakır¬sın?” der. Hz. Ali: “Biz harbi Allah için yaparız. Öldürdüğümüzü Allah için öldürürüz. Ne zaman ki sen yüzüme tükürdün, nefsim kabardı. Öfkelendim. Eğer o anda seni öldürse idim, nefsim için öldürecektim. Bu ise Allah’ın has kullarına yakışmaz” dedi. İslam dinindeki bu ince hakikati gören kafir derhal İslama girip dost olur. İşte ihlas sahiplerinin Edebi!..
İmam Şafii (rh.a) bir defasında Bağdat’a gelir ve İmam A’zamın kabrini ziyaret ettikten sonra, yatsı namazının vakti girer. İmam yatsı namazının ardından Vitir namazını da aynı Ebu Hanife’nin İctihadı üzere kılar. Kendisine mezhebindeki içtihadını değiştirip değiştirmediğini sordukları vakit; İçtihadını değiştirmediğini, ancak İmam A’zam Ebu Hanife’ye hürmeten O’nun içtihadı üzere kıldığını ve bununla da Allah’ın rahmetine erişeceğini ümid ettiğini bildirmiştir. İşte Din büyüklerine saygı duyanların Edebi!..
Yavuz Sultan Selim büyük alim ibn-i Kemal-i yanından ayırmazdı. Bir sefer esnasında, Şeyhülislamın atı huysuzluk eder. Yavuz’un beyaz gömleğine çamur sıçratır. Alimin rengi kaçar. Bu hali gözünün ucu ile süzen koca Yavuz, tevazu ile buyurur ki: “Alın bu gömleğimi saklayın. Ben ölünce tabutumun üzerine örtün. Çünkü Ulemanın atının ayağından sıçrayan çamur, bizim şerefimizdir. Yarın huzur-u İlahide kurtuluş beratımız olacağını ümid ederim” der. İşte ilme ve Alimlere karşı saygı duyanların Ede¬bi!..
Büyüklerin Edeb örneklerine burada bir nokta koyarak, mühim bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Şu çok iyi bilinsin ki: Müslümanlar sadece kendi aralarında Edeb anlayışına sahip değillerdir. İslam beldelerinde yaşayan gayr-i müslimlere, diğer müslüman tebeaya tanıdıkları hakları aynen ve hatta daha fazla inisiyatifle, insana insanca nasıl davranılması gerekiyorsa o şekilde davranarak adilane bir davranış sergilemişlerdir. Daha dün II. Abdulhamid Han zamanında padişahın eliyle cami, havra ve hristiyanlara ait tiyatro salonunun açılışının görkemli bir törende aynı günde açıldığı tarihte kayıtlıdır.
Gayr-i müslimlerin ticaret, mülk edinme, dinlerini ve törelerini yaşama noktasında müslümanların gösterdiği inisiyatifi tarih kaynakları bize bildirmektedir. Bu itibarla, peygamber ahlakı ile ahlaklanmamış, gönül gözü açılmamış, basireti kapalı, kalbi hakikate tıkalı, feraseti kıt insanlar, müslümanlardaki Edeb anlayışını görmezlikten gelenler, Edeb’den nasibi olmayan insanlardır. Din adamını gördüğü zaman midesi bulanan, her fırsatta müslümanlara saldıranlar, kişilik haklarına saygı duyamayacak kadar vahşi ve haşin kimselerdir. Bunlar, din ve iman duygusundan uzak, terbiye ve Edeb hissinden mahrum kişilerdir. Bunlar aslında hakikat güneşinin de düşmanıdırlar. Bugün dünyadaki dengesizlikler, huzursuzluklar hep bu gibi bencil ruhlu, materyalist zihniyetin ürünüdür.
Müslümanları her fırsatta aşağılayanlar, Kur’ana çöl kanunu, Peygamberimize çöl bedevisi diyen başı dönmüş eşkıya güruhu, her türlü ahlaksızlığı, yüzsüzlüğü meşru addedenler şunu iyi bilsinler ki, Kur’an çöl kanunu ve hz. Muhammed de çöl bedevisi değildir. Kur’an bütün bir beşeri saadet ve kurtuluşa götüren yegane kitap, Hz. Muhammed de insanların en üstünü ve en edeblisidir.
İslam’ın asırlar önce sunduğu hayat modeli, aile nizamında en mazbut ve en sağlıklı bir hayat programını esas alarak, neslin korunmasını farz kılmış ve nesli yok edecek tüm unsurları cemiyet bünyesinden silmiştir. Batılılar, kendi çocuklarından şüphe ederken, müslümanlar ailevi huzur ve mutluluk içinde idiler. Toplumun ekonomik ve iktisadi bağımsızlığı noktasında va’zettiği ticaret, alış-veriş hususundaki eşsiz nizam sayesinde, müslümanlar batılıların ticaret kanunlarını alıncaya kadar, süper güç idiler.
Tarihe baktığımız zaman, bulacağız ki; en çok çile çeken, mahrumiyete giriftar olan, açlık ve kıtlıkla perişan kalan, iktisadi ve sosyal hayatı felce uğrayan toplumlar, israfa kaçmalarından, moda ve lükse düşkünlükten, servetini şuursuzca, sefahat ve fuhuş peşinde yok eden insan topluluklarını yetiştiren milletler olmuştur. Bir toplumda zina yaygın hale gelirse, o toplumda nesil ve namus inkıraza uğrar. Yine bir toplumun ekonomisi faize endeksli ise, o toplumun ekonomik yapısı çökmeye mahkumdur.
Bugün insanlığın kurtuluşu ancak İslam’ın sunmuş olduğu hayat modeli ile olacaktır. Yıllar yılı, beşeri sistemler insanlık alemine felaketten başka bir şey getirmemiştir. Komünizm, insanlara saadet sunamadı. Bilakis insanlığın yüz karası olarak tarihin karanlıklarına gömüldü. Kapitalizm de son günlerini yaşıyor. Diğer ideolojilerde aynen böyle olacak ve yeryüzünde beşeri sistemler çökecek, İslam her zaman ki tazeliği ile yeniden gönülleri aydınlatacak, toplumları huzura sevkede¬cektir.
İnsanlığın gerçek huzur ve saadete eriştiği o güzel günlere kavuşmak ümidi ile Allah’a emanet olunuz.
Cevap: Ayet ve hadislerle islamın sünnetleri
GÖNÜL DÜNYAMIZA DOKUNANLAR
“Kalb-i insan azamet Halikının hanesidir,
Kalbe nisbet, Arş-ı A’zam mercimek danesidir...”
Evet.. Hayat yolunda hepimiz ilerliyoruz. Her şeyin sınırlı olduğu dünyada, sonu olan bir yola doğru hep birlikte gidiyoruz. Giderken dış alemimizde bizden hiç ayrılmayacağını zannettiğimiz şeyleri, maalesef burada bırakıyoruz da, iç alemimizde hesaba katmadığımız şeyleri beraberimizde götürüyoruz. En çok ihmal ettiğimiz maalesef kalbimizdir... Kalbimizin ne kadar geniş bir alem olduğunu düşünmüyoruz... Bedenimizin tahrip olması bazen elimizde olmaz... Nitekim yaşlandıkça yüzümüzün estetiğinin değişmesinde, saçlarımızın bizi başkalaştırmasında, gençliğimizin biz terk etmesinde hiçbir dahlimiz yoktur. Ama kalbimizin tahrip olması tamamen bizim irademizde olan şeylerdir. O’nu gıybetle, şehvetle, hırsla, tamahla, kanaatsızlıkla biz tahrip etmekteyiz... Halbuki insan kalbi ne kadar önemli bir merkezdir...
Şu dünya hayatı uğruna, Devletler, Ülkelerinin kalbi konumunda olan Başkentleri korumak için nice tedbire başvururlar da, asker ve polis gücüne rağmen yine de yolsuzluklardan, çirkefliklerden ne kendileri kurtulur ve ne de yönettikleri!.. Ama esas korumaları gereken merkez Kalptir!.. İnsan kendi başkentine sahip olsa, dışarıdaki üsler emniyette olur... Ne çare ki O’nun korunması için ne askeri birlik hazırlarlar, ne de polis teşkilatı kurarlar... Üstelik beden ülkesinin Başkenti olan kalbini, nefis ve şeytanın sultasından korumaya çalışanları da ‘zavallı’ ya da ‘ahmak’ diye nitelendirirler!.. Garip olaylar... Garip insanlar... Tuhaf şeyler bunlar cidden...
Evet.. İnsan kalbi, her türlü güç ve kudretin sahibi olan Cenab-ı Hakkın nazar merkezidir... Hadiste öyle belirtildi: ‘Allah teala kulun kalbine bakar...’ Orada kendisine ait bir üs, bir merkez görürse, Nuruyla oraya tecellide bulunur... Hikmetlerini oradan yansıtır... Kuluna vereceği ihsanları oradan ifşa eder...
Allah’ın hikmetlerine erişen insanlardan öylesi vardır ki, Arş-ı A’zam denilen en kudretli alemi, oturduğu yerden seyre dalanlar olmuştur. Nasıl olmasın ki!.. Kul Allah için olursa, Allah da onun için olur!.. Kul; rızası için heva ve heveslerini terk eder de, Allah onun için razı olacağı Cennetler hazırlamaz mı!.. Evet... Biraz dikkat lütfen... Kalp, canavar yatağı değildir!.. Orayı kurtlarla doldurmayın!.. Orası, dışından bakıldığı zaman içindekiler görülecek kadar şeffaf bir saraydır... Orayı çapulcuların eline teslim etmeyin... Nasıl ki, sizi yöneten idarecilerden memnun olmadığınızda, onları işbaşından kovmanın yollarını arıyorsunuz... Acaba sizin yönettiğiniz kalp, sizden gerçekten memnun mudur?.. Sizin yöneticilerinizi değiştirdiğiniz gibi, kalbiniz de sizi değiştirecek olsa, haliniz nice olur?..
Zünnun-ü Mısri (ks) buyurur ki: ‘Kalbin bir saatlik salahı, insanların ve cinlerin ibadetinden üstündür!..’ Aman Allah’ım!.. Bir Kalp mütehassısının teşhisidir bu... Nitekim bu ümmetin en büyük SIDDIK’ı olan hz. Ebu Bekr (ra) hakkında: ‘Ebu Bekr’in size olan üstünlüğü, çok namaz kılıp ve çok oruç tutmasında değildir. Bu, O’nun kalbine Allah’ın koyduğu bir olgudur’ buyuruldu... Evet... Hz. Sıddık gibi halis bir kalp sahibi ol da, o uğurda başına gelene aldırış etme!.. Bir saatlik zamanı insanların ve cinlerin ibadetinden üstün olan kalp sahibi olmak... Bu ne bahtiyarlıktır...
“Kalbin selameti iki şeydedir. O da: Eline geçen nimete sevinmemek ve elinden
çıkana da üzülmemektir...”
Efendim, insan dünyada toplumun yanlışlarından bi-zar olup, bazen dert dökecek, gönlünü rahatlatacak, kalp selametine ermiş, engin gönül sahipleri arar... Eskilerde bazı Zahidler, inzivaya çekilirler, şehrin gürültüsünden ve halkın dedi-kodusundan uzak, sakin bir hayat sürmeyi tercih ederler ve onlar halktan bu maksatla uzaklaştıkları halde, halk bunların peşine düşerdi. Zira kalp selametini ele geçirmek, o dönemlerde halkın içerisinde bulunmakla mümkün değildi. Hayatın sıkıntıları içerisinde bunalan halk, koşarak bunlara gelirler ve beş on dakikalık sohbette duydukları hikmetli sözler, adeta onları kendilerine getirirdi.
Şimdilerde ise, bu gönül insanları kitapların arasında yad edilir oldu. Halbuki aransa bu gönül insanları yine zamanımızda mevcut ama, halkın bunları aramaya dahi mecali yok!.. Bırakın aramak şöyle dursun, düşünmeye dahi fırsatı yok... Zira insanlık problem içinde problem yaşıyor, hastalık içinde hastalığa düşmüş vaziyette... Fakat, ‘Dert ehline derman, yine kendindedir’ vecizesinde geçtiği üzere, insanın problemlerinin çözümü yine kendindedir... O derdi kazanan kendisi olduğu gibi, derdin tesirinden kurtulacak olan da yine kendisidir...
Ne çare ki dünyayı fermanıyla titreten, aleme dilediği gibi hükmeden insan, içinde oluşan küçücük bir fırtınayı dindirmekten acizdir... Çünkü kalp hastalığı, beden hastalığına benzemez... Kalbi yaralayan hususlar, esasen kalbi selamete erdirecek şeylerdir... Ama insan, Kalbini selamete erdirecek, gönül huzurunu sağlayacak unsurları değil de, cep huzurunu sağlayacak unsurları daha önemli bulur... Eline geçen herhangi bir şeyle sevinir ve onunla avunur. Düşünmez ki: ‘Her gücün sahibi Allah’tır!..’ Düşünmez ki: ‘Elde ettiği şeyleri kendisine veren Allah’tır!..’ Düşünmez ki: ‘Allah dilediğini aziz kılar ve dilediğini de zelil kılar...’
Efendiler.. Maddi şeyler hakkında duyulan kaygı ve endişeler, insanı daima ızdıraba düşürür... Ulvi değerler hakkında duyulan kaygı ve endişeler de insanı ızdıraba düşürür ama, bu, insan üzerinde Pozitif etki bırakır. Diğeri ise Negatif etki bırakır. Kalbi üzen şeyler mahluk sevgisidir!.. Bunda Hikmet ehlinin ittifakı vardır... İnsan neyden korkarsa, o korktuğu şey kendisinde mevcuttur. İnsan sahip olmadığı bir şey hakkında elem çekmez... Bizim memlekette ‘Karayazı’ diye bağlık bir mevki vardı. Üzümleri leziz ve ürünü de bol olan bir mevki idi. Memleket tabirleri arasında geçen eski bir deyim vardır ki eskiler: ‘Karayazı da bağım yok, Tilki ile kavgam yok...’ derlerdi.
Evet.. İnsanın endişesini taşıdığı şey daima sahip olduğu şeylerdir. O zamanlar Nevşehir ahalisinden, Karayazı mevkiinde bağı olanlar, hasad zamanı geldiğinde, günlerce, belki de haftalarca bağ evlerinde kalırlarmış. Nasıl kalmasın ki, sorumsuz, duygusuz, çalmayı, çırpmayı sanat edinmiş bir kısım insanlar, hep bağ sahibinin gafletini gözlemekte... Hulasa, Tilki’den maksat, üzümcünün rahatını kaçıran hırsızdır... Onun için üzümcünün endişe etmesi doğaldır... Ama Karayazı da bağı olmayan o konuda rahattır...
Şu halde, sahip olunan bütün eşya ve diğer kıymetli şeylerin hepsi Allah’ındır, şeklinde kabul edilirse, kalbin selameti ele geçer. İnsan o zaman eline geçene sevinmez ve elinden çıkana da üzülmez. Yoksa, kalp mahzun olur... Belki daralır ve iç sıkıntısı hasıl olur. Ardından Stres, Depresyon ve sonra Psikolojik dengesizlikler birbirini takip eder...
“Başkalarını düzelteyim derken,
kendini hariçte görenlerden olmamalı!...”
Her zaman bize doğruyu söylemeye yardımcı olacak açık nesneler olsaydı... Eşyanın dili olsaydı da, bizi konuştuğumuz her yanlış ifade karşısında uyarsaydı... O zaman bütün bir eşya hakiki bir ayna hükmüne geçerdi... Böylece insan hatasının farkına daha çabuk varır, erdemli olma yolunda gayreti o ölçüde çoğalırdı... Gerçi erdemliliği şiar edinmeyenlere, bütün kişiliklerini ayna gibi gösterseniz dahi, o yine eline bir bez parçası alır da, aynanın gösterdiği lekeyi sileceği yerde, aynayı lekeli kabul ederek, onu silmeye çalışır... Böylelerine içinde bulunduğu hal ortamından çıkmayı öğütleseniz, sizi ahmaklıkla, zavallılıkla suçlar... Ancak böylelerini hizaya getirmek Allah’a çok kolaydır.
Vaktiyle halk arasında okkalı konuşmasıyla ün yapmış ve bu sebeple de devrin insanları tarafından ‘HATIB’ namıyla yad edilen bir zat varmış. Bir keresinde, bağda bir Kavak ağacı vardır, bunun kesilmesi gerekmektedir. Bizim Hatıb ağa, atını arabaya koşarak, doğruca yalnız başına koskoca Kavağı kesmeye ve yine kendi başına parçalayıp, arabaya yükleyip, eve getirmek amacı ile bağa doğru yola koyulur. Nihayet bağa varır-varmaz, ağacın etrafında şöyle bir pervaz ederek dolaştıktan sonra, kendi-kendine:
- “Şimdi bu ağacı burada keseceğim. Sonra parçalayacağım. Sonra arabaya yükleyip, eve götüreceğim. Bu kadar külfete katlanmaya ne gerek var. En iyisi, arabayı ağacın altına yanaştırayım. Arkadan baltayla ağacı kesip, yavaşça ağacı arabanın üzerine yerleştirdikten sonra, çeke-sürükleye eve kadar rahatça götüreyim” diye düşünmüş. Fikrini çok beğenmiş. Öyle ki: ‘Sen HATIB değil, KUTUB’sun, KUTUB...’ diye sevincinden ağacın etrafında dönmeye başlamış.
Nihayet bizimki planını uygulamaya koyulmuş. Arabayı ağaca yanaştırmış. Eline baltasını alıp, ağacı kesmeye başlamış. Koca ağaç ansızın devrilince, yere inmesiyle birlikte, arabayı paramparça ediverir. İşte o zaman eşyanın hakikati ile karşı-karşıya gelen zavallı herif, fikrinin çürüklüğünün farkına varır ve:
- “Sen ne HATIB’sın, ne de KUTUB... Sen! KÜTÜK oğlu KÜTÜK’sün’ diye hayıflanarak, nefsine, layık olduğu yeri gösterir...
Evet.. Kendini tanımayı bir türlü kendine yediremeyenler, eşyanın hakiki çehresi ile yüz yüze geldikleri zaman, halleri böyle olur... Ama yine de önemli olan, Hakikatle yüz yüze gelindiğinde, acı da olsa, o Hakikati yudum yudum içebilmek, milim milim kabul edebilmek, tabiatında İrfan ruhu bulunanlara mahsus bir özelliktir... Ya bundan da mahrum olursa insan... İşte o zaman onda insanlık şerefinden hiçbir eser bulunmadığını ortaya koyar...
Büyükler daima nasihat ederler... Yol gösterirler... İbretli mev’izeler anlatırlar... Güzel temsillerle hikayelerle, yeni kuşağa yön vermeye çalışırlar... Önemli olan, o anlatılan ibret levhalarından gereken dersi çıkarabilmektir...
Evet.. Gönül dünyamıza dokunan bazı şeyleri bu sefer kaleme aldık. Gönlü ihmal etmek büyük gaflettir. Zira Hak’kın nazargahı olan bir karargah, çapulculara teslim edilirse, en büyük hazinenin yerinde yeller eser. Öyleyse en büyük endişemiz, hadise ve olaylar, çevre ve insanlar yerine İMANIMIZ olmalı... Kalp, İmanın merkezidir. Hak tealanın nazargahıdır. Onu orada korumalı ve ihmal etmemeliyiz. Selam ve dua ile Allah’a emanet olunuz.
Cevap: Ayet ve hadislerle islamın sünnetleri
HADİSLERLE İSLAMIN SÜNNETLERİ
ALLAH’IN KOYDUĞU SINIRLAR ve ONLARIN DOKUNULMAZLIĞI
وعن أبى ثَعْلَبَةَ الخُشَنِّى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: قال رَسُولُ اللّه صلّى اللّهُ علَيْهِ وَسَلّمَ: إنَّ اللّهَ تَعَالىَ فَرَضَ فَرَائِضَ فَلاَ تُضَيِّعُوهَا، وَحَدَّ حُدُوداً فَلاََ تَعْتَدُوهَا، وَحَرَّمَ أشْيَاءَ فَلاََ تَقْرَبُوهَا، وَتَرَكَ أشْيَاءَ عَنْ غَيْرِ نِسْيَانٍ فَلاََ تَبْحَثُوا عَنْهَا.. حديث حسن رواه الدَّارَقُطْنِيّ وغيرُه.. حَسَّنَه النووي رحمه الله تعالى، ووافقه عليه الحافظ العراقي، والحافظ ابن حجر، و صححه ابن الصلاح..
Ebu Sa’lebe el-Huşeni (ra) anlatıyor: “Resulullah (sav) buyurdular ki:
“Allah bir kısım farzlar koymuştur, siz bunları zayi etmeyin. Bir kısım da sınırlar koydu. Bunlara tecavüz etmeyin. Bazı şeyleri de haram kıldı, onlara yaklaşmayın. Bazı şeyleri de bırakmıştır. Bunları, unutarak bırakmış değildir. Öyle ise onları araştırmayın”
Hadisin Rivayet Boyutu:
Hadisimizi Darekutni Sünen adlı eserinde rivayet etmiş ve ‘Hadis Hasen bir hadistir’ demiştir. Ayrıca hadisi başkaları da rivayet etmişlerdir. (1) İmam Nevevi de Erbeıyn’inde (30) numara ile rivayet etmiştir ve Hasen saymıştır. Hafız Iraki, Hafız ibn-i Hacer de bu konuda ona muvafakat etmiş ve ibn-i Salah da bunu tashih etmiştir. Kütüb-i Sitte mütercimi de: ‘Bu hadis, aynı hükmü ihtiva eden başka rivayetlerle takviye görmüş ve ‘Hasen’ mertebesine yükselmiştir’ diye açıklama getirmiştir. (2)
Hadis-i Şerifi takviye eden diğer rivayetlerden bazıları hakkında ulema şu nakillerde bulunmuşlardır: Bezzar (rh.a) Müsned adlı eserinde, Hakim (rh.a) Sahih adlı eserinde, Ebu’d Derda (ra)’dan kaydettiği bir rivayette Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
مَا اَحَلَّ اللّهُ في كِتَابِهِ فَهُوَ حَلاَََلٌ وَمَا حَرَّمَهُ فَهُوَ حَرَامٌ وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ عَافِيَةٌ فَاقْبِلُوا مِنَ اللّهِ عَافِيتَهُ فإنَّ اللّهَ لَمْ يَكُنْ لَيَنْسَى شَيْئاً..
“Allah, kitabında her ne helal kılmışsa o helaldir, her ne haram kıldı ise o da haramdır. Sükut buyurduğu şey de afiyettir. Allah’tan afiyetini kabul edin. Zira Allah herhangi bir şeyi unutucu değildir.” (3)
Keza İbn-i Kesir (rh.a) (وَمَا كَانَ رَبُّكَ نَسِيّاً) “Rabbin unutkan değildir” (4) ayetinin tefsirinde bu hadisi Ebu’d Derda (ra)’den rivayet etmiş ve isnadını da İbn-i Ebi Hatim’e dayandırmıştır. (5) Diğer bir rivayette de Abdullah ibn-i Abbas (ra) şöyle demiştir:
كَانَ أهْلُ الْجَاهِلِيَّةِ يَأكُلُونَ أشْيَاءَ، وَيَتْركُونَ أشْيَاءَ تَقََذُّراً، فََبعَثَ اللّهُ تعالى نَبِيَّهُ صلّى اللّهُ علَيْهِ وَسَلّمَ، وَأنْزَلَ كِتَابَهُ، وَأحَلّ حَلاَلَهُ، وَحَرّمَ حَرَامَهُ، فَمَا أحَلَّ فَهُوَ حَلاَلٌ، وَمَا حَرَّمَ فَهُوَ حَرَامٌ، وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهْوَ عَفْوٌ، وَتَلاََ قَوْلَهُ تَعالى: قُلْ لاََ اَجِدُ فِيمَا أُوحِيَ إلَيّ مُحَرَّماً عَلى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُ إلاَّ أنْ يَكُونَ مَيْتَةً..
“Cahiliyye devri insanı bazı şeyi yiyorlar, bazı şeyleri de tiksinerek yemeyip terk ediyorlardı. Cenab-ı Hak, Peygamberini gönderdi. Kitabını indirdi. Helal kıldığını helal diye, haram kıldığını da haram diye bildirdi. Helal kıldığı helaldir, haram kıldığı da haramdır. Sükut edip bildirmediği ise, af edilmiştir. Ve şu ayeti okudu: (6)
قُلْ لاََ اَجِدُ فِيمَا أُوحِيَ إلَيّ مُحَرَّماً عَلى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُ إلاَّ أنْ يَكُونَ مَيْتَةً..
“Ey Muhammed! De ki: Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti, -ki pistir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum. Fakat darda kalan, -başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere- bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder” (7)
Hadisin Ravisi Hakkında Malumat
Hadisimizi ashabdan Ebu Sa’lebe Cürsum b. Naşir el-Huşeni (ra) tarafından rivayet edilmiştir. Ebu Nuaym Hilyetü’l-Evliya isimli kıymetli eserinde, bu Sahabe’yi Ebu Sa’lebe el-Haseni şeklinde takdim eder. Asıl adı Cürsum olup, künyesi Ebu Salebe’dir ve Huşeni kabilesine mensuptur. Resulullah (sav)’in ashabı arasında mertebesi oldukça yüksek bir zat olup, Resulullah (sav)’den sonra Şam’da ikamet etmiş ve hicret yılının 75. senesinde yine Şam’da vefat etmiştir.
Hadisin İhtiva Ettiği Mana
Hadisimiz; Cevamiu’l-Kelim olan Peygamberimiz (sav)’e, Allah (cc) tarafından özel olarak ihsan olunan en açık ve en veciz ifade üslubun ortaya koymaktadır. Çünkü bu hadiste; Resulullah (sav) Allah tealanın ahkamını dört kısma ayırmış bunlar: Farz olanlar, haram kılınanlar, hudutlar ve haklarında sükut buyurulan şeylerdir. Öyle ki; bunlar bu dinin hükümlerinin tamamı niteliğindedir.
Hadis Hakkında Gelen Eser
İbn-i Sem’ani dedi ki: Kim bu hadisle amel ederse sevabı alır, azaptan emin olur. Çünkü kim farzları yerine getirir, haramlardan kaçınır, sınırlarda durur (aşmazsa), kendine kapalı olanı araştırmazsa, fazilet kısımlarını tamamlar, dini haklarını yerine getirmiş olur. Çünkü kurallar bu hadiste zikredilen çeşitlerin dışına çıkmaz. (9)
Hadiste Geçen Kelimelerin İzahı
Hadiste geçen (إنَّ اللّهَ تَعَالىَ) ‘Gerçekten yüce Allah’ tabiri, Cenab-ı Hak’ka gösterilen saygı ve ta’zimin ifade tarzıdır. Allah’ın ismini anarken, böyle derin saygı içeren bir üslupla anmalıdır. Hz. Peygamber (sav) bu edebi bizlere öğretiyor. Bundan sonra Cenab-ı Hak’kın ne bildirdiğini açıklamak üzere buyurdu ki: (فَرَضَ فَرَائِضَ) ‘Farzlarını farz kıldı’ Allah teala bu ümmete yapılmasını istediği bütün hükümlerini farz kılmıştır. Allah teala bu ümmeti diğer ümmetlerden ayrı olarak mütalaa ettiğini ve bu ümmete bir çok ayrıcalık verdiğini kitabında belirtmektedir. Bir ayette şöyle buyurur:
وَكَذلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهيدًا ..
“And olsun ki sizi, insanlara şahit olmanız ve Peygamberin de size tam bir şahit olması için ‘VASAT’ bir ümmet kıldık.” (9)
Ayette geçen (اُمَّةً وَسَطًا) ‘Vasat Ümmet’ tabiri ile, Hak tealanın murad ettiği topluluk kastedilmiştir. Her türlü aşırılıktan ve seviyesizlikten uzak bir topluluk demektir. Vasat; denge unsuru demektir. Ruh ve madde konusunda, dünya ve ahiret konusunda, toplumcu ve bireyci görüşün arasında ifrat ve tefridin arası demektir. Allah (cc) bu ümmeti denge unsuru yapmıştır.
Bu ümmet bilgiyle ameli, düşünceyle hayatı birleştiren bir ümmettir. Vasat ümmet; bir de hükmüne tüm insanlığın boyun eğmesi gereken ümmet demektir. Bu demektir ki; önderliğin İsrailoğullarından alınıp Muhammed ümmetine, müslümanlara verilmesidir bu. Böylece bu ümmet, bütün İlahi emirlerle muhatap kılınmıştır. Bir başka ayette de bu ümmetin üstünlüğü açıkça vurgulanırken şöyle buyurulmaktadır:
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ ..
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir Ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a da iman edersiniz” (10)
Ayette geçen (خَيْرَ اُمَّةٍ) ‘Hayırlı Ümmet’ tabiri ile, bu Ümmet, yani Ümmet-i Muhammed kastedilmiştir. Çünkü bu ümmetin en bariz vasfı, ‘İyiliği emretmek, Kötülükten sakındırmaktır.’ Diğer ümmetler ise, her ne kadar Allah’a iman etseler de, bu ümmetin sahip olduğu özelliği üzerlerinde bulamamışlardır. Bu itibarla bu ümmet bu asil vazifeyi yerine getirmede Peygamberlerin mesleğini icra etmiş olmaktadır. İşte Allah’ın bu ümmete kıldığı farzlar hem ferdi alanda ve hem de toplumsal alanda alemşümul bir mahiyet arz etmektedir.
Bir Usul-i Fıkıh terimi olarak (فرض) Farz kavramı; ıstılahta şöyle tarif edilir: Yapılması Şarii Mübin tarafından emrolunduğu kat’i delille sabit olan herhangi bir vazifedir. (11) Bu farzlar da temel olarak Ayni ve Kifai olmak üzere iki kısımdır. Ayni farz; bütün mükellef kabul edilen herkese yapması gereken temel vazifelerdir. Kifai farz ise; bir kısım mükellefin yerine getirmesi ile, diğer mükelleflerin üzerinden sorumluluğu düşen vazifelerdir. Eğer bu farz yerine getirilmezse, her mükellef bu konuda mes’ul ve günahkar olur. Hadiste zikredilen farzlar, Allah tealanın kullarından yapmalarını istediği bir kısım görevlerdir ki; namaz, zekat, oruç, hac gibi vazifelerdir.
Hadiste geçen (فَلاَ تُضَيِّعُوهَا) ‘Onu zayi etmeyiniz’ ifadesinde buyuruluyor ki; o farzları yaşamamak sureti ile terk etmeyiniz. Yahut, sıfatını değiştirerek aslını bozmayınız. Veya bir kısım şeyler ilave ederek, yaşanmasını zorlaştırmayınız. Ya da bazı şeyleri eksilterek, Hak tealanın istediği hususların dışına çıkmayınız. Bundan maksat; o farzların orijinal bir şekilde ifa edilerek korunmasıdır.
Hadisimizin ikinci boyutu, Allah’ın çizdiği sınırlarla alakalıdır. Dinî bir terim olarak Had; Allah’ın hakkı olarak belirlenmiş ceza demektir. (12) Bundan maksat, çağların değişmesi ile, kişi ya da herhangi bir kurum tarafından değiştirilemeyen İlahi yasalar demektir. Bilginler ‘Hudutla, suçun kendisi de kastedilir’ der ve şu ayeti misal gösterirler:
تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ وَلاَ تَقْرَبُوهَا..
“Bu hükümler, Allah'ın sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın” (13)
Kur’an-ı Kerim, hakkında takdir edilen hüküm bulunan fiillere de ‘HUDUD’ kelimesini kullanır.
وَتِلْكَ حُدُودُ اللّهِ وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّهِ فَقدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ..
“Bunlar Allah’ın hudududur. Kim Allah’ın hududunu çiğneyip aşarsa, muhakkak ki kendisine yazık etmiş olur” (14)
Bu âyetler, helal ile haramı ayırdıkları için bunlara ‘HUDUD’ denmiş olmaktadır. Bazı âyetler, fiilin yapılmasını zecrederken, (15) bazıları da fiile ziyade ve noksanda bulunmayı zecreder. Hulasa; hadiste geçen (وَحَدَّ حُدُوداً) ‘Bir kısım da sınırlar koydu’ ifadesi ile, üstte belirtilen Hudutlar kastedilmektedir. Şer’î hududların genel anlamı, Allah’ın koyduğu helal-haram ölçüleridir. Öyleyse buna ne yapmak gerekir? (فَلاََ تَعْتَدُوهَا) ‘Sakın bunlarda haddi aşmayın!’ emri gereğince, bu sınırları çiğnememelidir. Allah’ın sınırlarını çiğneyip aşırılığa gidenler hakkında Kur’an’da korkunç vaid (16) vardır. Mesela bir ayette:
وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فيهَا وَلَهُ عَذَابٌ مُهينٌ..
“Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa onu, içinde ebedi kalmak üzere cehenneme sokar ve alçaltıcı bir azaba uğratır” (17) buyurulur.
Kur’an, suçlar karşısında yer yer dünyevi cezaların yanında uhrevi cezalara da atıfta bulunur. Bununla birlikte, bazı hadislerde bu dünyada çekilen hukuki cezaların uhrevi cezalara keffaret teşkil edeceği belirtilir. Bunun karşılığında ise Allah’ın hudutlarını koruyanlara büyük mükafat vaad edilmektedir.
وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّهِ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنينَ..
“Allah’ın hudutlarını koruyan mü’minleri müjdele” (18) Hulasa; hadiste Allah’ın çizdiği sınırları korumak emrediliyor.
Hadisimizin üçüncü kısmında ise: (وَحَرَّمَ أشْيَاءَ) ‘Bir kısım şeyleri de haram kılmıştır’ buyuruluyor. Haram; Şari’in (19) kat’i şekilde terkini talep ettiği şeydir. Bütün haramların belirleyicisi Allah’u Teala’dır. Bir şeyin helal ya da haram olduğunu belirlemek ancak Allah’ın yetkisi dahilindedir. Dolayısıyla Allah ve Resulünden kesin bir delil olmaksızın şu helaldir, bu haramdır demek, Allah’a iftira olmaktadır. Selef alimleri, hakkında kesin nass bulunmayan konularda haram sözünü kullanmaktan mümkün mertebe kaçınırlar ve onun yerine: ‘Bu mekruhtur’ yahut, ‘Bu uygun değildir’ veya, ‘Hoş değildir’ gibi ifadeleri tercih ederlerdi. Çünkü helal olan bir şeye haram demenin büyük bir vebal ve Allah’a iftira olduğunu biliyorlardı. (20)
Hadiste geçen (فَلاََ تَقْرَبُوهَا) ‘Ona yaklaşmayınız’ ifadesi ile, haramlardan kaçmak tavsiye edilmektedir. Bilindiği gibi haramların hürmeti kesindir. Bu hem Kur’an’da ve hem de Sünnette açık olarak belirtilmiştir. Her Padişahın belli koruları bulunduğu gibi, Haramlar da Allah’ın korularıdır. Bunlara kısaca şu ayetleri örnek olarak gösterebiliriz:
وَلا تَقْرَبُوا الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ..
“Fuhşun gizlisine de açığına da yaklaşmayın” (21)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لا تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ مَا أَحَلَّ اللَّهُ لَكُمْ..
“Ey iman edenler, Allah’ın size helal kıldığı, dünyanın güzel nimetlerinden yararlanın ve bunları kendinize daha dindar olabilme sebebiyle haram kılmayın.” (22)
İslam, ruhu öldüren ve kalbi söndüren bütün haramların karşısındadır. Gayr-i meşru keyiflere ve lezzetlere asla izin vermediği gibi, meşru dairedeki zevk’u lezzetten de kimseyi alıkoymaz. Dahası, Allah’ın yasaklamadığı bazı nimetlere karşı tavır almayı da kesinlikle men eder. Ancak Zühd anlayışı bununla karıştırılmamalıdır.
Hadisimizin dördüncü kısmında (وَتَرَكَ أشْيَاءَ عَنْ غَيْرِ نِسْيَانٍ..) “..Unutma kastı olmaksızın bir kısım şeyleri de terk etmiştir” buyurulur ki, bu Allah tealadan kullarına bir rahmet olarak bir hafifletmedir. Zaten bu Dinin temel özellikleri Te’min-i Maslahat, Tevzi-i Adalet, Adem-i Haraç (Meşakkat), Az Teklif, Tedrice Riayet gibi, insan tabiatını her yönden kuşatan prensiplerdir.
Hadisimizin son kısmında ise (فَلاََ تَبْحَثُوا عَنْهَا..) “..onların künhünü araştırmayınız..” buyuruluyor ki, buradaki soru sorma yasağı, lüzumsuz soru sorma gayesine matuftur. Yahut Hak tealanın kullarına merhameten Teşri kılmadığı bir meselenin, soru sebebi ile yasallaşması ve bunun sonucunda da vaz’edilen hükmün şiddetinden çekindiği için Resulullah (sav) efendimiz fazla soru sormaktan, ümmetini sakındırmıştır. Bu makamda meydana gelmiş bir çok olay da buna örnek teşkil eder. Bütün bunları özetleyen bir hadiste buyurulmuştur ki:
عن عامر بن سعد بن أبي وقاص أنه سمع أباه يقول: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: أعظم المسلمين في المسلمين جرما من سأل عن شيء لم يحرم على المسلمين فحرم عليهم من أجل مسألته..
“Müslümanlar içerisinde en büyük suçlu o kimsedir ki, müslümanlara haram olmayan bir şeyi sorar da ve o sormasından dolayı o şey haram kılınır”
ذروني ما تركتكم، فإنما أهلك الذين من قبلكم كثرة مسائلهم واختلافهم على أنبيائهم..
“Ben size bir şeyi emretmediğim sürece, beni kendi halime bırakınız. Zira sizden önceki ümmetleri helak eden şeylerden biri de, çok soru sormaları ve Peygamberlerine muhalefet etmeleri olmuştur.”
Konuyla alakalı olarak Kütüb-i Site mütercimi şu açıklamada bulunur:
“Hadislerde gelen sual yasağının mahiyet ve şümulü ile alakalı olarak Hattabi şu açıklamayı yapar: “Bu yasak, kişinin ihtiyacı olmadığı halde zoraki olarak abes nev’inden laf olsun diye sorduğu sorularla alâkalıdır. Zaruri bir ihtiyaç için sorulan soru bu yasağa girmez. Kur’an’da Beni İsrail’in kesilecek inek (Bakara) hakkındaki soruları, lüzumsuz sorunun örneğidir. Amma bir hükmün açıklanması için veya bir ilimden faydalanmak için sorulan sorular bu yasağa girmez. Nitekim ayet-i kerimede:
فَسَْلُوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ..
“Bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun” (23) diye emredilmiştir.” (24)
Allah teala bizleri emirlerini severek ifa eden, yasaklarından son derece sakınan, sınırlarını koruyan ve Dinin her hükmüne derin bir saygıyla sahip çıkan Salihler topluluğuna eriştirsin. Amin.
Dipnotlar
1-) Camiu’l-Ulumü ve’l-Hikem s 337 müellif İmam İbn-i Receb el-Hanbeli
2-) Kütüb-i Sitte Muhtasarı c 8 s 81 mütercim Prof. Dr. İbrahim Canan
3-) Camiu’l-Ulumü ve’l-Hikem s 337 müellif İmam İbn-i Receb el-Hanbeli
4-) Kur’an-ı Kerim Meryem suresi ayet 64
5-) Muhtasar İbn-i Kesir Tefsiri c 2 s 460 müellif Ebi’l-Fida İsmail ibn-i Kesir ihtisar eden Muhammed es-Sabuni
6-) Sünen-i Ebi Davud c 4 s 576-577 hadis 3800 müellif İmam Ebu Davud mütercim İbrahim Koçaşlı
7-) Kur’an-ı Kerim En’am suresi ayet 145
8-) Camiu’l-Ulumü ve’l-Hikem s 337 müellif İmam İbn-i Receb el-Hanbeli
9-) Kur’an-ı Kerim Bakare suresi ayet 143
10-) Kur’an-ı Kerim Al-i Imran suresi ayet 110
11-) Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu c 1 s 33 müellif Ömer Nasuhi Bilmen
12-) Minhacü’s-Salihin c 3 s 186 müellif İzzeddin Belik mütercimler İbrahim Cücük-Vecdi Akyüz-Salim Öğüt
13-) Kur’an-ı Kerim Bakara suresi ayet 187
14) Kur’an-ı Kerim Talâk suresi ayet 1
15-) Zecr: Men etme, engel olma, nehyetme. zorlama, zorla yaptırma. önleme, sıkma gibi manalara gelmektedir.
16-) Vaîd: İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ilerde olacak kat'î hâdiseleri haber vererek korkutmak.
17-) Kur’an-ı Kerim Nisa suresi ayet 14
18-) Kur’an-ı Kerim Tevbe suresi ayet 112
19-) Şâri: Şerîatı meydana koyan Allah teala kastedilmektedir. Resulullah (sav)’e de Şeriat getirmesi sebebi ile şâri denmiştir. Böylece Şari’ denilince Allah ve Resulü anlaşılır.
20-) Minhacü’s-Salihin c 2 s 125 müellif İzzeddin Belik mütercimler İbrahim Cücük-Vecdi Akyüz-Salim Öğüt
21-) Kur’an-ı Kerim En’am suresi ayet 151
22-) Kur’an-ı Kerim Maide suresi ayet 87
23-) Kur’an-ı Kerim Enbiya suresi ayet 7
24-) Kütüb-i Sitte Muhtasarı c 8 s 81-82 mütercim Prof. Dr. İbrahim Canan
Cevap: Ayet ve hadislerle islamın sünnetleri
HADİSLERLE İSLAM’IN SÜNNETLERİ
İMANDA İSTİKAMET BULMAK
عن أنس بن مالك قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: لا يستقيم إيمان عبد حتى يستقيم قلبه، ولا يستقيم قلبه حتى يستقيم لسانه، ولا يدخل الجنة حتى يأمن جاره بوائقه.. رواه أحمد في مسنده..
Enes b. Malik (ra)’den rivayete göre Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kişinin imanı, kalbi istikamet bulmadıkça, kalbi de lisanı istikamet bulmadıkça kemale ermez. Komşusu kötülüğünden emin olmayan kimse de, Cennete giremez..”
Hadisimizin Rivayet Boyutu
Hadisimizi ashabdan Enes b. Malik (ra) rivayet etmiştir. Muhaddislerden sadece İmam Ahmed (12575) numara ile ve İbn-i Ebi’d-Dünya Samt bölümünde nakletmişlerdir. Hadiste geçen ravilerden Ali ibn-i Mes’ade el-Bahili’den geride kalan ravilerin za’fı sebebi ile hadis zayıf addolunmuştur. Ancak muhteva bakımından önemli mesajlar içeren bir hadistir. Çalışmamıza malzeme olarak seçtiğimiz bu kıymetli hadisin, pratik hayatımızda sağlayacağı faydaları düşünerek, istifadeli olacağını ümit etmekteyiz.
Hadisimizin İçindeki Konular
Hadisimiz, insanın dünya ve ahirette selametini temin eden mesajlar içeren konuları ihtiva etmektedir. Her şeyden evvel; imanın faziletini ve onu korumanın gerekliliğini, imanın selametinin hangi şartlara bağlı olduğunu, kalbin salahına itina göstermeyi, lisanı kötü sözlerden korumayı, güzel söz söylemeyi, cennete girmeye sebep olan amellerin neler olduğu, bunlar içerisinde en kalıcı amellerden birisinin de komşu hakkına riayet olduğu ve komşuluk ilişkilerinin düzenliliği, komşuya iyilik üzere muamele etmek lazım geldiği, hadisimizde konu edilmekte.
Hadisimizin İzahı
Hadisimizde temel olarak iman, kalbin salahı, lisanın korunması ve komşu hakları ele alınmaktadır. Ve bunlar birbirine bağlanarak, birinin yokluğu, diğerinin de yokluğu manasına gelircesine başlı başına bir bütünlük ortaya konmuştur.
Hadisimizde Geçen Bazı Kelimelerin İzahı
Hadiste geçen (لا يستقيم) ‘İstikamet bulmaz..’ hiçbir şekilde düzelmez demektir. İstikamet; dürüstlük, doğruluk, istikrarlı olmak, sözünde durmak, ahde vefa etmek, her hususta aşırılıktan kaçınmak gibi, kişinin ahlakında ve amellerinde beliren temel bir fazilettir. Bir insanın, doğru yol üzerinde sağa sola sapmadan, hedefine doğru yürümesi, İstikametin ta kendisidir. Sufilere göre İstikamet, işlerin ancak kendisi ile tamamlandığı bir derecedir. Her hayır işin varlığı ve düzenli oluşu, İstikametin varlığına bağlıdır. Zira İstikamet bulunmayan bir amel her ne olursa olsun herhangi bir kıymet ifade etmez. Zira İstikamet, Saliki Mevlasına vardıran, Rabbinde fani kılarak Fenafillah olmasını sağlayan yegane amildir. Bundan sonra İstikamet bulmayan noktaya işaretle buyuruluyor ki:
(إيمان عبد) ‘Kulun imanı..’ İman, mü’mini kafirden ayıran en temel özellik ve mü’minin yegane sermayesidir. Bir kimsenin Allah katındaki değer ve kıymeti ancak bu imanını koruduğu ölçüdedir. Bu imanı koruyabilmek için, sahih bir inanca sahip olmalı, inancında bozuk düşünceye yer vermemeli ve iman bütünlüğü içinde yaşamalıdır. İmanın lezzetine götüren amellere ağırlık vermelidir.
Bundan sonra imanın İstikamet bulacağı nokta noktaya işaret edilerek buyuruluyor ki: (حتى يستقيم قلبه) ‘Kalbi İstikamet buluncaya kadar..’ İmanın selameti, şüpheden uzak oluşu, kalbin istikametine bağlıdır. Kalp, Allah’ın latif bir nurudur. İnsanın özü, kalbin bu latif olan nur kısmıdır. Kur’an da iki çeşit kalpten söz edilir. Birisi övülür, diğeri yerilir. Övülen kalp, zikrin tesir ettiği kalptir. Buna SELİM KALB tabiri kullanılır. Selim kalp, şüphelerden arınmış, şirkten uzaklaşmış ve manen sıhhatte olan kalptir. Bu kalp, Tehzib edilmiş kalptir. Yerilen kalp ise, zikrullahın tesir etmediği kalptir. Buna da KASVETLİ KALB tabiri kullanılır. Bu da Tehzib edilmesi gereken kalptir. Kalbin Tehzibi demek, ahlakı temiz hale getirmek, ruhu arındırmak, ruhi kabiliyetleri inkişaf ettirmek, demektir.
Hulasa; insanın iç alemi olan Kalbin İstikamet üzere olması, zahiri amellerinde de İstikamet üzere olmasını sağlar. Şayet içte bir İstikamet oluşmazsa, dışta İstikamet meydana gelmez veya kalıcı olmaz. Bunun için buyuruluyor ki: (ولا يستقيم قلبه) ‘Kalbi de İstikamet bulmaz..’ Zira kalp, Allah’ın zikri ile yatışır duruma gelmediği sürece, Kasvetli demektir. Kasvetli kalpte sabit duran katılık, iç darlığı/stres sebebi ile, diğer organlarda inkişaf belirtisi olmaz. Bundan sonra Kalbin İstikamet bulacağı noktaya işaret edilerek buyuruluyor ki:
(حتى يستقيم لسانه) ‘Lisanı İstikamet buluncaya kadar..’ Lisan, kalbin tercümanıdır, denilmiştir. Allah rahmet buyursun Üstadım Abdullah Baba hazretleri, kalbi dükkana ve dili de satıcıya benzetirdi. Dükkanda ne varsa, satıcının onu satacağını ima ederek, kalpte de fazilet ya da onun zıddı rezilet sayılan kötü duygulardan her ne varsa, lisanın da ondan bahsedeceğini belirtirdi. Kimi insanların bu gün: ‘Benim namazım niyazım yok ama, kalbim temiz’ demelerinin dinen hiçbir kıymeti olmadığı gibi, namazı, niyazı olduğu halde amel ve davranışlarında Ahlak-ı Hamide denilen güzel vasıflardan nasibi olmayan kimselerin de amellerine bakılarak, kendilerine güven ve itimat edilemez. Diliyle ve eliyle insanlara eziyet vermeyen bir müslüman, kendisine güven duyulmayı hakketmiştir.
Hadisimizin geri kalan kısmı, Komşu haklarını ve komşuluk ilişkilerini ihtiva ediyor. Komşuluk ilişkilerinde güzel davranışın iman alameti sayıldığı ortaya konuluyor. Bunun zıddının ise, Cennete girmeye engel teşkil ettiği belirtiliyor. Buyuruluyor ki:
(ولا يدخل الجنة) ‘Cennete giremez..) İbarenin başındaki (و) atıftır. Yani bundan maksat (عبد) kuldur. Cennete layık görülmeyen kimse, kalbi bozuk, lisanı berbat, imanın meyvelerinden nasipsiz kimsedir. Bununla beraber hadisin son noktasında vurgulandığı üzere: (حتى يأمن جاره بوائقه) ‘Komşusu kötülüğünden emin oluncaya kadar..’ Komşusuna güvenemeyen kimseden burada söz edilmiyor da, komşusuna eziyet veren kimseden söz ediliyor. Bunun sebebi ise; komşuya eziyet vermenin mahiyeti anlatılmak sureti ile, akıl sahiplerine akıllıca hareket etmek öğretiliyor ki, bununla toplumun her kesimi irşad edilmiş olmaktadır. Yani bu mesajı alan herkes, komşuya eziyet vermenin zararını anlamış olacak ve böylece bütün bir toplum otokontrol altına alınmış olacak demektir.
Sonuç: Bir mü’minin imanı ancak kalbinin selametine bağlıdır. Kalbin selameti ise, lisanın düzgünlüğüne bağlıdır. Kalp ve lisanın düzgünlüğü, diğer uzuvların düzgün hareket etmesini sağlayarak, komşudan başlayarak toplumun bütün kesimlerine güzel ahlakın meyveleri yansıyacak demektir. Hadisimizin İslam toplumuna kazandırmak istediği karakter budur!.. Allah teala cümlemizi bu seçkin mertebeye ulaştırıp, razı olduğu amel ve davrnışları tatbik etmeye bizleri muvaffak kılsın. Üç aylarınızı tebrik eder, geçmiş Kandilinizi kutlar, Rabbimden nice Kandil gecelerine kavuşturmasını dilerim.
Cevap: Ayet ve hadislerle islamın sünnetleri
HADİSLERLE İSLAMIN SÜNNETLERİ
MÜ’MİNİN HER HALİ HAYIRDIR
عَنْ أَبِي يَحْيَي صُهَيْبِ بْنِ سِناَنٍ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ عَجَبًا لأَمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ لَهُ خَيْرٌ وَلَيْسَ ذَلكَ لأَحَدٍ إِلاَّ لِلْمُؤْمِنِ إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ .. أخرجه مسلم..
Ebu Yahya Suheyb b. Sinan (ra)’den rivayete göre Resulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hali kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek bir hal olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir bela gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur..” ( )
Hadisimizin Rivayet Boyutu
Hadisimizi ashabdan Suheyb b. Sinan er-Rumi (ra) rivayet etmiştir. İmam Müslim sahihinde (5318) numara ile, İmam Ahmed (18171-18175-22797-22804) numara ile dört ayrı yerde ve Darimi (2658) numara ile rivayet etmişlerdir.
Hadisimizin İhtiva Ettiği Konular
Hadisimizde, mü’minlerin en belirgin iki vasfı olan SABIR ve ŞÜKÜR kavramları ele alınmaktadır. Bu iki vasıf sayesinde mü’minlere hayranlık duyulacağı belirtilmektedir. Bu yönüyle hadiste mü’minlerin fazileti ortaya konmuş olmaktadır. Hadisimiz; mü’minlerin Allah’ın himayesi altında oluşlarını, dünya ve ahirette emin oluşlarını konu edinmektedir. Bunun sebebi; İmanın dallarından olan Sabır ve Şükür kavramları ile bütünleşmeleridir.
Hadisimizin İzahı
Hadisimizde efendimiz (sav), mü’minleri iki ayrı özellikleri ile vasfediyor. Ve bu iki vasıf, hayranlık verecek nitelik arzettiğini ortaya koyuyor. Bunların Allah katında büyük bir derece kazandırdığına dikkatleri çekiyor. (عجبا لأمر المؤمن) ‘Mü’minin haline şaşılır..’ Buradaki şaşkınlık, hayranlık ve gıpta manasınadır. (إن أمره كله له خير) ‘Gerçekten onun her hali kendisi için bir hayırdır..’ Allah ve Resulünün ahlakı ile ahlaklanan bir Mü’min, hayır üzere yaşar ve hayır üzere çalışır ve o şekilde de vefat eder. Böyle bir mü’min, hayırdan başka bir iş için zamanını ve varlığını heba etmez. Konuştuğu zaman mutlaka hayır konuşur. Çalıştığı zaman mutlaka hayır için çalışır. Sohbet ettiği zaman mutlaka hayır üzere sohbet eder. Bunun için de her hali kendisi için bir hayır vesilesidir.
(خير) Hayır kavramı lisanımızda her türlü meşru ve faydalı iş manasına bir kavram olup, Dini bir ıstılah olarak, Allah tealanın rızası olabilecek her türlü ibadet, hal ve davranışa genel bir isim olmuştur. Ve bu hayır iki kısımdır: Birisi mutlak olan hayırdır ki; herkese şamildir. Yapıldığı zaman hem onu işleyen ve hem de başkaları ondan faydalanır. Kalıcı eserler bırakmak bunun en tipik örneğidir. O eser varlığını korudukça ve gayesine uygun olarak kullanıldıkça, eseri meydana getirenler ve ondan faydalanan herkes, o hayırda ortaktır demektir. Diğeri ise; mukayyet olan hayırdır ki, onda belirli kimseler için hayır söz konusu olur. İffetli olmak, namuslu olmak, şerefini zayi etmemek, hayat ölçülerini Dinin gösterdiği standartlara bağlı kılmak gibi kişiye özel hallerdir.
(وليس ذلك لأحد إلا للمؤمن) ‘Bu özellik mü’minden başkasına mahsus değildir..’ Yaşantısı, düşüncesi ile imanla bütünleşmiş kimseler ancak bu yüce fazilete layıktırlar. Yoksa: ‘Ben de müslümanım.. Benim anam-babam Hacı Hocadır.. Benim namazım filan yok ama, çok hacıdan ve hocadan kalbim temiz..’ diyen zavallılar, bu hükme dahil değildirler. Merhum Muhammed İkbal böyle düşünenlere cevap olarak: ‘Dilinle istediğin kadar kelime-i Tevhidi söyle; şayet gönlün ve görüşün müslüman değilse, o zikrin sana faydası yoktur..’ ( ) demektedir. Etiyle, kemiğiyle, bedeniyle ve ruhuyla İslamlaşmış bir kimse ancak hadiste belirtilen rütbeye nail olabilir. Şimdi buyuruluyor ki:
(إن أصابته سراء شكر فكان خيراً له) ‘Kendisine sevindirici bir şey hasıl oldu mu, buna şükreder. İşte bu, onun için bir hayırdır..’ Hz. Mevlana: ‘Nimete şükretmek, nimetten daha hoştur’ diyerek, nimetin şükrünü eda etmenin, daha büyük bir nimet olduğuna işaret etmektedir.
(وإن أصابته ضراء صبر فكان خيراً له) ‘Eğer kendisine bir zarar dokunacak olsa, buna da sabreder. İşte bu, onun için bir hayırdır..’ Yunus Emre hazretleri bu son iki cümleyi, şu şekilde güzel bir edebi üslupla dile getirmiştir:
“Gelse Celalinden cefa,
Yahut Cemalinden vefa,
İkisi de cana safa,
Kahrın da hoş, Lutfunda hoş..”
Yunus Emre hazretleri burada Celal ve Cemal tecellisine temas etmektedir. Hak tealadan gelen sıkıntı ve zorluklarla cenab-ı Hakkın kulunu imtihan edişini, Celal tecellisi ve her türlü lütuf ve nimetlerle kulunu kolaylıklarla imtihan edişini de, Cemal tecellisi olarak değerlendiriyor. Ve sonunda da: ‘İkisi de cana safa..’ buyurarak, Senden gelen her şey benim ruhuma gıdadır, diyerek, canla-başla kabul gösteriyor.
Hadisimiz; imanın iki mühim kanadını oluşturan iki kavramın mahiyeti ile beraber Kamil mü’minlerin özelliklerini haber vermektedir. İmanla alakalı iki kavramdan birisi SABIR ve diğeri ŞÜKÜR’dür. Kamil mü’min ise; bu iki vasfa sahip olan kimsedir. Zira hali hayranlıkla tarif edilen kimse, Sabredilmesi gerektiği yerde Sabrettiği, Şükredilmesi gereken yerde de Şükrettiği için bu şekilde vasfedilmiştir. Rivayet olunuyor ki Hz. Ömer bir adamın ‘Allahım beni o azdan kıl’ diye dua ettiğini duymuş: ‘Bu nasıl dua!’ diye sormuş. O zat, ‘İşitiyorum ki, demiş, Allah: (وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ) ‘Kullarım içinde şükreden azdır’ ( ) buyuruyor. Beni de azlardan kılmasını istiyorum..’ Bunun üzerine Hz. Ömer: ‘Herkes Ömer’den daha bilgili’ demiş.
Hadisimizde Geçen Şer’i Kavramlar
Hadisimizde geçen (شكر) kelimesi, nimeti dile getirme, nankörlük etmeme, nimet veya iyilik sahibini yad etme manalarına gelen bir kavramdır. Daha ziyade Tasavvufi bir ıstılah olarak ŞÜKÜR, her türlü nimetin Allah’a ait olduğunu bilerek, kalben O’na karşı son derece bir saygıyla yönelmek sureti ile, nimetlerine karşı nankörlük etmemektir. Bir diğer yönüyle Şükür, verilen nimetleri kendi mahallerinde kullanmaktır. Şükür, hem dil, hem kalp ve hem de uzuvlarla yapılır. Buna göre şükreden kimse, her nimeti Allah’ın razı olduğu yere sarf eder. Kulluğun en mühim noktası işte bu Şükürdür.
İkincilikle (صبر) kelimesi, dayanma, dayanıklılık manasına gelen bir kavramdır. Dini bir terim olarak, kulun başına gelen bela ve musibetlere katlanması, şikayetçi olmaması manasında kullanılan bir kavramdır. Pek çok ayetlerde sabretmek tavsiye edilmiş ve sabrın mükafatının büyük olduğu belirtilmiştir. Bilginler sabrın, günah işlememeye, taatleri yerine getirmeye ve musibete katlanmaya matuf olmak üzere üç kısma ayrıldığını belirtmişlerdir. Tasavvuf ehli, Sabrın bütün makam, amel, hal ve ahlakı ihata ettiğini söylemişlerdir. Bunun açıklamasında ise: Bütün makam, amel, hal ve ahlakta devamlılık, son derece kararlılığa ulaştırır. Kararlılık istikrara, istikrar da, kulu Allah’a kavuşturur, demişlerdir. Bu yönüyle sabır kadar kişiyi Allah’a yaklaştıran başka bir şey yoktur. Karıncanın hacca gitmesi meşhurdur!
Hadis Hakkında Gelen Eser
Hadis olduğu bildirilen bir rivayette şöyle buyuruldu:
الإيمان نصفان نصف صبر ونصف شكر. لقوله تعالى: {إِنَّ فِي ذَلِكَ لآياتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ}..
“İman, iki bölümden ibarettir. Bunun yarısı Sabır ve yarısı da Şükürdür” Nitekim şu ayette: “Bu hatırlatmada, her türlü sıkıntıya göğüs germesini ve Allah’a yürekten şükretmesini bilen herkes için, ibretler ve öğütler vardır..” ( ) buyurulmuştur.
وقال الإمام الباقر: العبد بين ثلاثةٍ بلاءٍ وقضاء ونعمةٍ. فعليه في البلاء من الله الصبر فريضة , وعليه في القضاء من الله التسليم فريضة , وعليه في النعمة من الله الشكر فريضة..
İmam Bakır hazretleri buyurdu ki: “Kul üç şey arasında bulunur. Bunlar: Bela, Kaza ve Nimetten ibarettir.
1..) Belaya karşı sabretmek Allah’tan bir farzdır.
2..) Kazaya karşı Teslim olmak da Allah’tan bir farzdır.
3..) Nimete karşı şükretmekte Allah’tan bir farzdır.”
Sabır Hakkında Bir Nükte
Timur’a sormuşlar. Demişler ki: ‘Sen giriştiğin bütün savaşları kazanıyorsun. Bu ne haldir?.’ Timur, soruyu soran adama der ki: ‘Ben bütün düşmanlarımı sabırla yeniyorum’ cevabını vermiş. Adam nasıl sabrettiğini de sorunca, Timur adama: ‘Parmağını ver bakayım’ demiş. Adamın parmağını alıp kendi ağzına götürmüş, kendi parmağını da adamın ağzına götürmüş. Sonra: ‘İkimizde ısıracağız. Harp bir ısırma sanatı¬dır..’ demiş. Ve ikisi de parmakları ısırmaya başlamışlar. Bir süre sonra Timur’un karşısındaki adam dayanamayınca: ‘Aaaa...’ demiş ve bağırmak için ağzını açmış. Timur elini adamın ağzından çekmiş. Ama adamın parmağını ısırmaya devam etmiş. Bir müddet daha bağırttıktan sonra bırakıvermiş. Demiş ki: ‘İşte sabır budur. ‘Aaaa..’ demek sana fayda vermez, bana fayda verir...’
Sonuç: Alimlerimiz, “Eğer dünya musibetleri olmasaydı, ahirete müflis olarak giderdik!” demişlerdir. Zira musibetler, kişiyi inançsızlıktan korur. Asıl büyük hastalık inançsızlık, ibadetsizlik musibetidir. Her hastalık ve musibet bizim için acı bir ilaç gibidir. Şükür üç şekilde eda edilir:
1..) Dil ile: Nimet vereni anmak, onu övmek ve bu hususta dil ile yapılabilecek şeyi yapmakla olur. Yüce Allah Hz. Muhammed (sav)’e onun vasıtasıyla bütün insanlara bu hususta şöyle seslenmiştir: (وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ) ‘Rabbinin nimetine (ihsanına) gelince, onu minnet ve şükranla an’ ( )
2..) Kalp ile: Kalp ile nimeti vereni tanımak ve onu tasdik etmektir. Kul nimetin kimden geldiğini bilip anladığı vakit, nimet sahibini hatırlar ve böylece emirlerine karşı isyan etmeksizin itaat eder. Yaratıcısını unutmaksızın zikreder. Nimetlere nankörlük etmeksizin şükreder.
3..) Fiil ile: Bu da, vücudun bütün organlarıyla olur. Her çeşit nimeti veren Allah’ın emir ve yasakları, vücudun hangi organını ilgilendiriyorsa, o organın, Allah’ın emir ve yasaklarına uygun hareket etmesini sağlamakla olur.
Not: Bir önceki bahsimizde, Efendimiz (sav)’in Hususiyetleri konusunu periyodik olarak sunmayı amaçlamış idik. Ancak muhtevanın anlaşılmadığı endişesi ile, kafa kurcalamaktan çekindik. Bu sebeple, makalemizin geri kalan kısmını, ömrümüz vefa ederse, ileriki sohbetlerimizde ele alacağız. Baki selam,
Allah’a emanet olunuz...