Elbise ile ilgili hükümler
ELBİSE İLE İLGİLİ HÜKÜMLER
Burada konu, Hanefî, Şafiî, ve Mâlikî mezheplerine göre incelenecektir.
HANEFİ MEZHEBİNDE ELBİSE
Hanefi mezhebine göre, elbise ile ilgili hükümler beş kısma ayrılabilir:
1. Giyinilmesi farz olan elbiseler: Bunlar avret yerlerini kapatan, vücudu sıcağın ve soğuğun doğuracağı zararlardan koruyan elbiselerdir. Çünkü avret yerlerinin kapalı olması farzdır. Bir de insan vücudu, sıcağa ve soğuğa tahammül edemez. Vücudun elbise ile korunması gerekir. Bu, aynen hayatı devam ettirecek kadar yeme ve içme gibi farzdır.
Elbisenin pamuk veya ketenden olması daha iyidir. Çünkü bu, insanı kibirden daha kolay uzaklaştırır. Kendini aşağı görmemesi için elbisesi kötü olmamalı kibirlenmemesi için de pek lüks olmamalıdır. Çünkü, Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem şöhretin iki çeşidini de yasaklamıştır: Bunlardan birisi, güzellikte en iyi olmak; diğeri de en kötü ve pejmürde olmaktır. İşlerin en iyisi orta seviyede olanıdır.
2. Müstehap olan elbise: Zaruret miktarından fazla olup, süslenmek ve Allah’ın nimetini göstermek için giyilen elbisedir. Bilhassa, ilim adamları ve itibarlı kişilerin böyle giyinmeleri iyi olur. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem, şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, verdiği nimetlerin eserinin kulu üzerinde görülmesini sever.”
3. Mübah olan elbise: Bu, güzel görünmek için giyilen elbisedir. Eğer, kibirlenme düşüncesi yoksa, Cuma ve Bayram günleri ile toplantılarda böyle elbiseler giyilebilir. Çünkü, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem bazen 1.000 dirhem kıymetinde bir rida ile çıkar, bazen de 4.000 dirhem kıymetinde bir rida ile namaza dururdu.[50] imam Ebu Hanife de 400 dirhem kıymetinde rida giyinir ve öğrencilerine şöyle derdi: “Memleketinize gittiğinizde en güzel elbiseler giyininiz.” İmam Serahsî, her zaman kullanılmış elbiseler giyinirdi. Muhtaçları üzmemek için böyle yapardı.Kınye isimli kitapta yazıldığına göre İmam Nehaî[51] evinden güzel elbiseler içinde çıkardı. Onun arkadaşları derlerdi ki, biz çok iyi biliyoruz ki, o, ölü hayvanın etini yemesi caiz olacak derecede fakirdir.
4. Mekruh olan elbise: Bu, kişiye kibir ve gurur veren elbisedir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem Mikdad b. Ma’di Kerib’e şöyle buyurmuştur: “Seni kibre sokmayacak ölçüde ye, iç ve giyin.”
5. Haram olan elbise: Erkekler için hakiki ipekten elbise giymek haramdır. Çünkü Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem ipek ve atlas giyinmeyi yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: “Onu nasipsiz olan giyer.” Yani ahiretten nasibi olmayanlar giyer, demektir. Sonra bir başka hadisle kadınların ipek giyinmelerine müsaade etmiştir. Hz. Ali’nin de içlerinde bulunduğu bir grup sahabî (Allah onlardan razı olsun) şunu rivayet etmişlerdir: “Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem bir eline ipeği, bir eline de altını almış olarak yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: “Bu iki şey ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helaldir.” Bir başka rivayette de, “Kadınlarına helaldir, ancak az olması halinde erkeklerine bağışlanmıştır.” şeklindedir.
Bu sebeple, bir işaret gibi, dört parmak genişliğinde olan bir ipek parçasının erkekler tarafından kullanılması caiz görülmüştür. İpeğin yastık ve döşek yüzü olarak kullanılması caizdir.
Çözgüsü ibrişimden ve atkısı[52] başka maddelerden dokunmuş olan bir kumaşı erkekler giyinebilirler. Fakat çözgüsü başka maddeden, atkısı ibrişimden yapılmış olan bir kumaşın, yani atlasın sadece harp esnasında giyilmesi caizdir; başka zaman giyilemez. Bu görüş ittifakla kabul edilmiştir; çünkü, harp sırasında böyle bir kumaşın bir nevi zırh görevi göreceği ve kişiyi düşmana karşı heybetli göstereceği için bunda zaruret vardır.
Çözgüsü ile atkısının tamamı ibrişimden olan saf ipek kumaşların darü’l-harb’de ve savaş esnasında giyilmesi hususunda ihtilaf edilmiştir. İmam Ebu hanife’ye göre saf ipek kumaşın, darü’l-harb’de erkekler tarafından giyilmesi mekruhtur. Çünkü erkeklerin ipek kumaş giyemiyeceği konusundaki nasslar bir kayda tabi tutulmamıştır. Savaş sırasındaki zaruret ise atlas (dışı ipek, içi başka maddeden) kumaş ile giderilir.
İmam Ebu Yusuf ve Muhammed (rahimehümallah)’a göre harp esnasında hem ipek, hem de atlas giyilebilir. Çünkü, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem’in harp esnasında ipek ve atlas giymeye müsaade ettiği rivayet olunmaktadır. Ayrıca buna ihtiyaç ta vardır. Bir de saf ipek, silah darbelerine karşı vücudu daha iyi korur ve parlak olduğu için kişiyi düşmana daha heybetli gösterir.
Elbise ile ilgili diğer hükümler:
1- Renkler: Elbisenin beyaz veya siyah renkte olması müstahaptır. Çünkü Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ beyaz elbiselileri sever; zira cenneti beyaz olarak yaratmıştır.”
Rivayete göre Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem Mekke’nin fethi günü siyah cübbe giymiş ve siyah sarık takınmıştı.
Elbisenin mavi olmasının da bir sakıncası yoktur.
Bazı kitaplarda yeşil giymenin sünnet olduğu belirtilmiştir.
Erkeklerin elbiseleri kırmızı ve sarı renkli olmamalıdır. Çünkü Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem’in bu konuda bir yasağının olduğu rivayet edilmiştir. Kırmızı elbisenin giyilebileceği yolunda görüşler de vardır. Buradaki yasağın bir kerâhet-i tenzihiyye olduğu anlaşılmaktadır.
Kadın elbiselerine renk sınırlaması yoktur.
2- Başa sarılan sarığın bir ucunu, sırta aşağı bir karış uzunluğunda sarkıtmak sünnettir. Çünkü Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem böyle yapardı. Sarığın bir ucunun sırtın orta kısmına, hatta oturak yerine kadar uzatılmasının sünnet olacağı yolunda görüşler vardır. Sarığı yeniden sarmak isteyen onu çıkarıp yere koyamaz, olduğu gibi geriye doğru açar ve baş üzerinde tekrar sarar.
3- Her çeşit kürk giyilebilir. Bunun yabani veya diğer hayvanların tabaklanmış derilerinden yapılmış olmasının bir farkı yoktur.[53]
MALİKİ MEZHEBİNDE ELBİSE
1. Elbise, cildin rengini hemen belli etmeyecek derecede sık ve kalın olmalıdır. Dikkatle bakınca cildin rengini belli eden bir elbiseyi giymek mekruhtur. Bu elbise ile namaz kılanın, namazını vakit içinde yeniden kılması gedekir. Elbise şeffaf olup cildin rengini hemen belli ediyorsa bununla örtünme olmaz. Bu şekilde kılınan namazın mutlaka iade edilmesi gerekir.
2. İnce veya dar olduğu için organın şeklini belli eden (muhaddid) bir elbiseyi giymek mekruhtur. Bağlanmak sebebiyle organı belli eden elbise de böyledir. Çünkü bu, bir şahsiyetsizlik sayılır ve selefin elbisesine muhalefet edilmiş olur. Ancak rüzgar vurması veya ıslanması sebebiyle vücuda yapışıp organları belli edecek bir elbiseyi giymenin mahzuru yoktur.[54] Çok dar veya şeffaf elbise giyen kadın çıplak gibi olur. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Giyinmiş fakat çıplak kadınlar, kıvrak bir şekilde yürüyerek erkeklerin yüreğini hoplatan (ilgisini çeken) kadınlar cennete giremiyecek ve kokusunu hissedemiyeceklerdir. Halbuki cennetin kokusu beşyüz yıllık yoldan hissedilir.”[55]
3. Ne erkek ne de kadın için belli bir elbise modeli yoktur. Çok dar olmamak ve altını göstermemek şartıyla her model elbise giyilebilir.
ŞAFİİ MEZHEBİNDE ELBİSE
Elbisede şart olan organın şeklini belli etse de cildin rengini belli etmemesidir. Elbise organın her tarafını örtmelidir. Cam, saf su ve şeffaf elbise ile örtünme meydana gelmez. Karanlık da başlı başına bir örtü değildir. Vücudu boyama ile örtünme meydana gelmez. Çünkü boya her ne kadar rengi örtse de bir örtü sayılmaz. Ayrı bir varlığı (cirm) olmadığı için pek incedir. Çamur ve bulanık su böyle değildir. Onlarla örtünme meydana gelir.[56]
Dar elbiseye gelince (mesela dar pantalonlar gibi) bunları da kadınların giymesi mekruh, erkeklerin giymesi de hilaf-ı evladır.[57]
ÖRTÜNMENİN DİNDEKİ YERİ
Hz. Peygamber tarafından tebliğ edildiği kesin olarak bilinen hükümlere ve haberlere zarurat-ı diniyye denir. Her müslümanın bunları olduğu gibi kabul ve tasdik etmesi gerekir. Bunlardan birinde tereddüt veya şüphe etmek kişiyi imansız bırakır.
Kur’an-ı Kerîm Allah’ın kelamıdır. Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem indirilmiş ve ondan bize tevâtüren ulaşmıştır. Müslümanlar Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem zamanından beri Kur’an-ı Kerîm’e büyük itina göstermişler, hem yazıyla hem de milyonlarca hafızın zihninde ve hafızasında bize kadar ulaştırmışlardır. Bugün yeryüzünde bulunan Kur’an nüshalarının her biri diğerinin aynıdır. Elimizde bulunan Kur’an-ı Kerîm’in Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem’e indirilmiş olan Kur’an’ın aynısı olduğunda hiç bir tereddüt yoktur. Onun için Kur’an-ı Kerîm’i, hiç şüpheye düşmeden kabul ve tasdik etmek gerekir. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerîm’in kesin ve açık olarak belirttiği bütün hükümleri hiç tereddüt göstermeden kabul etmek icabeder. Namaz, oruç, zekat vb. hükümlerin farz olması hırsızlık, zina, faizin haram olması gibi emir ve hükümler nasıl açık ve kesin ise örtünme ile ilgili hükümler de açık ve kesindir. Bu emir ve hükümleri kabul etmeyen bir şahıs derhal imanını kaybeder ve kafir olur.[58]
İNSANLIĞIN DURUMU
İnsanların bir kısmı samimi olarak müslümandırlar. Bunların kalplerinde ne varsa dillerinde de o vardır. İslâmî hakikatlere doğru bir biçimde inanırlar ve bunu itiraf ederler. İşte gerçek müminler bunlardır.
İnsanların bir kısmı da kafirdirler. İslâmın hükmünü kabul etmez ve kendi yanlış inançlarını açığa vururlar. Bunların durumları belli olduğu için müminlerin onlara karşı tavır alması kolay olur.
Bir kısım insanlar da münafıktırlar. İçlerinde olanı açığa vurmaz, kafir oldukları halde kendilerini mümin gösterir, müslümanları aldatmak isterler.
Deme düşmana düşman elinde silahı ola
Veli müşkil budur sûret-i haktan gele.
Bunlar dost görünen düşmanlardır. Bu gibilere karşı tavır almak çok zordur. Müslümanların önemli bir kısmını aldatıp kendilerine destek sağlıyabilir ve fesatlarını sürdürebilirler. Müslümanların asıl düşmanları bunlardır. Bunlara karşı korunmak gerekir. (Münafikun Suresi ayet 4)
Bunlar yalancıdırlar. Kafir oldukları halde yalan söyler, gerekirse yemin eder kendilerini müslüman göstermeye çalışırlar. (Münafikun Suresi ayet 1) Çok korkaktırlar, en küçük bir sesi ve en küçük bir davranışı aleyhlerinde zannederler. (Münafikun Suresi ayet 4)[59]
KUR’AN-I KERİM NE DİYOR?
Kendilerini müslüman zanneden ama İslâm’ın bazı hükümlerini kabul etmeyenlerle ilgili Kur’an-ı Kerîm’de çok sayıda ayet vardır. Konumuzla ilgisi dolayısıyla Nisa Suresinin 60. ayetinden 65. ayetine kadar olan kısmını okuyalım:
“Sana indirilmiş olan Kur’an-ı Kerîm’e ve senden önce indirilmiş bulunan mukaddes kitaplara inandıklarını zannedenleri görmez misin, tağuta göre yargılanmak isterler! Halbuki, onlar tağuta karşı çıkmakla görevlendirilmişlerdir. O şeytan onları pek derin bir sapıklığa düşürmek ister.
Onlara, «Geliniz, Allah-ü Teâlâ’nın indirmiş olduğu Kur’an-ı Kerîm’e ve Hz. Muhammed’e başvuralım.» denince o münafıkları görürsün ki, senden hep kaçınırlar.
Bizzat elleri ile yaptıkları şey yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman halleri ne olacak? Bu defa da sana gelirler, «Vallahi maksadımız sırf bir iyilik yapmak ve arayı bulmaktı.» diye yemin ederler.
Onlar var ya, Allah onların kalplarinde olanı bilir. Onlara aldırma, onlara öğüt ver ve kendi haklarında onlara etkili söz söyle.”
EK
T.C.
BAŞBAKANLIK
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIğI
ANKARA
Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığına
Konu : İmam-Hatip Liselerinde Okuyan Kız Öğrencilerin Kıyafetleri
Karar Tarihi : 30.12.1980
Karar No. : 77
Milli Eğitim Bakanlığı’nca İmam-Hatip Liselerinde okuyan kız öğrencilerin kıyafetleri konusunda Bakanlık görüşünün bildirilmesiyle ilgili olarak Devlet Bakanı Sn. Mehmet Özgüneş’e yazılan 22.12.1980 gün ve 018323 sayılı yazı ile Devlet Bakanlığı Makamının konunun Din İşleri Yüksek Kurulunca da incelenerek Bakanlık görüşünün tesbit edilmesine dair 22.12.1980 gün ve 5.05-1020 sayılı yazıları konunun önemi ve şumulü dikkate alınmak suretiyle 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un 5. maddesiyle Kurulumuza verilen görev, yetki ve sorumluluklara dayanılarak dinî, hukukî ve diğer yönlerden incelendi.
Yapılan müzakereler sonunda:
1- Kur’an-ı Kerîm’de Nur Suresi’nin 31. ayet-i kerîmesinde: “Mü’min kadınlara da söyle. Gözlerini bakılması yasak olan şeylerden çevirsinler. İffetlerini korusunlar. (El, yüz, ayak ile bu uzuvlarda bulunan yüzük, kına ve sürme gibi) kendiliğinden görünenler müstesna zinetlerini açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar...” buyrulmuştur.
İslâmiyet’ten önce (Cahiliyye Devrinde) kadınlardan başlarını örtenler, örtülerini enselerine bağlarlar veya arkalarına salıverirler, boyun ve gerdanlarını açık bırakırlardı. Cenab-ı Hak bu ayet-i celile ile Cahiliyye Devri’nin bu adetini kesinlikle yasaklamış, müslüman kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir.
Kur’an-ı Kerîm’in mücmel hükümlerini açıklama yetkisi, onu tebliğ ile görevli Peygamber-i Zişan Efendimize aittir. Bu ayet-i celilede “kendiliğinden görünenler” ifadesiyle mücmel olarak beyan edilen uzuvların hangileri olduğunu, muhterem eşi Ümmü’l-mü’mimin Hz. Aişe (r. a.)’nın nakletmiş olduğu bir hadis-i şerifinde Rasûllah (s. a.) Efendimiz, Hz. Aişe’nin ablası Hz. Esma’ya yüz ve ellerini işaret ederek: “Ey Esma! Kadın erginlik çağına erince, şurası ve şurası dışında kalan yerlerini göstermesi caiz olmaz.” (Sünen-i Ebî Davud, 4/62 Hadis No. 4104) buyurmuş, böylece ayet-i celilede istisna edilen uzuvları bizzat açıklamıştır.
Ahzâb Suresi’nin 59. ayet-i celilesinde ise: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mümin kadınlarına, söyle: (Evden çıkarlarken) üzerlerine dış elbiselerini giysinler. Bu, onların iffetli bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar.” buyurmuştur.
Bu ayet-i celile ile de, müslüman hanımların evlerinden çıkarken üzerlerine vücut hatlarını belli etmeyecek bir dış elbise almaları, ev kıyafetiyle sokağa çıkmamaları emredilmiştir.
Yukarıda mealleri verilen ayet-i celileler ile Hz. Aişe (r.a.)’nın naklettiği hadis-i şerif ve benzeri hadis-i şeriflerden, İslam müctehid ve fakihleri, müslüman kadınların sadece namaz kılarken değil, namaz dışında da vücudun el, yüz ve ayaklar dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik caiz olan yabancı erkekler yanında açık bulundurmamaları gerektiği hükmünde ittifak etmişlerdir. İslâmî hükümlerin iki temel kaynağı olan Kitab ve Sünnet delilleri yanında, ashab ve tabiîn devirlerinden itibaren bu husus daima böyle anlaşılmış, böylece kadınların tesettürü konusunda her asırda icma‘-ı ümmet de meydana gelmiştir. Nitekim, İslâm’ın doğuşundan, günümüze kadar bütün İslâm ülkelerinde her asırdaki uygulama da böylece devam edegelmiş, hiç bir İslâm alimi söz konusu hükme aykırı bir beyanda bulunmamıştır.
2- İnsan haklarına saygılı ve demokratik rejimle yönetilen ülkelerde, yönetimin en önemli ilkelerinden biri de laiklik ilkesidir. Laiklik, Devletimizin de temel ilkelerinden biridir. Bu ilkenin tabii sonucu ise, devlet yönetiminde din kurallarına uyma zorunluluğunun olmamasıdır. Bunun yanında, devletin de kişilerin dini inanç ve kanaatlerine saygılı olması, bunları baskı altına almaması, devletçe fertlere tam bir din ve vicdan hürriyeti tanınmış olması da laikliğin tabii bir sonucudur. Nitekim, Birleşmiş Milletler Teşkilatının 10 Aralık 1948 tarihinde kabul ettiği «İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYENNAMESİ»nin 18. maddesinde:
«Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır. Bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyetini, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık veya özel surette öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle açıklama hürriyetini gerektirir.» hükmü yer almıştır. Bu beyenname, 6 Nisan1949 tarih ve 9119 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’yla Türkiye tarafından da benimsenmiş ve 27 Mayıs 1949 tarihinden itibaren yürürlüğe konmuştur.
Din ve vicdan hürriyeti, esasen, Türkiye’mizde Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ndan, yani 1839’dan beri devlet umdelerimizin başında gelmiştir. 1924 Anayasasının 75. maddesinde bu hürriyet:
«Hiç kimse mensub olduğu felsefî ictihad, din ve mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumi muaşeret adabına ve kanunların hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dinî ayinlerin yapılması serbesttir.» cümleleriyle ifade edilmiştir.
1961 Anayasasının «Temel Haklar ve Ödevler»le ilgili bölümünde yer alan 19. maddesinde ise:
«Herkes, vicdan ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
Kamu düzenine veya genel ahlaka veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan ibadetler, dinî ayin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadette, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Kimse dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz...» hükmüne yer verilmiştir.
3- Din, sırf bir inanç veya inanç sisteminden ibaret değildir. Dinin inanca ait esasları yanında; ibadet, amel ve ahlaki davranışlarla ilgili hükümleri, dini kabul eden inançlı kişilerin yaşayışlarında uymaları zorunlu emir ve yasakları da vardır. O halde din ve vicdan hürriyeti, sadece bir dinin inançla ilgili esaslarına inanmak veya inanmamak hakkı değil; dindarın mensub olduğu dinin bütün emir ve yasaklarını hiç bir engele rastlamadan, serbestçe yerine getirebilmesi hakkıdır. İnanç, ferdin iç alemiyle ilgili olup kendisi tarafından açıklanmadıkça başkaları tarafından kontrolü mümkün olmadığına göre devletin fertlerinin inancına karışıp karışmaması fazla bir önem taşımaz. Din ve vicdan hürriyeti, dinin emir ve yasaklarını hiç bir baskıya uğramadan yerine getirebilme hürriyeti olduğu şüphesizdir. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Beyennamesini kabul eden Devletimiz, Anayasamızın (1961 Anayasası) 19. maddesiyle din ve vicdan hürriyetini açık bir şekilde tanımış ve bu hürriyeti Anayasanın 10. maddesiyle kişiye ağlı, dokunulmaz. devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlerinden saymıştır. O halde her Türk vatandaşı, bir anayasa hakkı olarak, mensub olduğu dinin bütün emir ve yasaklarını «kamu düzeni, genel ahlak ve bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmamak şartıyla» hiç bir baskıya maruz kalmadan, serbestçe yerine getirebilme hürriyetine sahiptir. Din ve vicdan hürriyetinin ve laiklik ilkesinin tabiî ve mantıkî sonucu budur.
4- Müslüman hanımların başlarını örtmeleri, vücutlarının el, yüz ve ayaklar dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlenme caiz olan yabancı erkekler yanınnda açık bulundurmamaları, bazı çevrelerce sanıldığı gibi belli zümrenin sonradan ortaya çıkardığı bir adet veya işaret değil, İslâm Dini’nin bir hükmüdür. Bu husus yukarıda delilleriyle açıklanmıştır. Bu emirlerin bir gereği olarak kadınların örtünmesi milletimizin de bir örfü haline gelmiştir. Ülkemizdeki hanımların çoğunluğunun, yaşlı hanımların ise hemen hemen tamamının günümüzde de başlarını örtmeleri bunun en açık kanıtıdır. Üstelik hanımların söz konusu kıyafetlerinde (yani başlarını kapatmalarında ve dinin emrittiği şekilde örtünmelerinde), kamu düzenine, genel ahlaka ve kanunlara aykırı bir durum olmadığı da açıktır. Bu hususun devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunup korunmamasıyla da bir ilgisi yoktur. Bu itibarla müslüman hanımların dinî tesettüre uymalarının kanunla sınırlandırılması da Anayasamızın 11. maddesi uyarınca söz konusu olamaz. Kaldı ki, Anayasamız, 10. maddesiyle «devleti, kişinin temel hak ve hürriyetlerini fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırmak ve insanın maddi manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamakla» yükümlü kılmıştır.
5- Hürriyet, en basit anlamıyla, başkalarına zarar vermemek şartıyla kişinin dilediği şekilde hareket edebilmesi ve dilediğini yapabilmesi demektir. Buna göre, dinin emrettiği şekilde örtünmeyi kabul etmeyen bir kimseyi örtünmye zorlamak, kişi hak ve hürriyetiyle ne derece bağdaşmayan bir davranış ise, ister sırf öyle arzu ettiği için veya estetik amaçlarla olsun, örtünmek isteyen bir kimsenin örtünmesini engellemeye kalkışmak ve bu maksatla ona baskı yapmak da, aynı şekilde kişinin temel hak ve hürriyetlerine açık bir müdahele sayılmak gerekir. Çünkü genel ahlaka aykırı bir durum olmadıkça, kişinin örtünmesi veya örtünmemesinde başkaları için bir zarar söz konusu değildir. Nitekim, hürriyetçi demokrasi ile idare edilen ve laiklik ilkesini kamil uygulayan bütün ülkelerde, kişi hak ve hürriyetleri bu şekilde anlaşılmakta, ister dini, ister estetik, isterse başka amaçlarla olsun kişilerin giyinişlerine, kılık ve kıyafetlerine hiç bir sınırlama getirilmemekte ve bu konuda herhangi bir müdahele düşünülmemektedir. Hatta bu ülkelerde bir takım dinî okulların ve cemaatlerin, kendi inançlarının gereği sayarak giydikleri, toplumun genellikle benimsediği kıyafetten çok farklı olan özel kıyafetleri de hiç bir şekilde yadırganmamakta, hatta saygı görmektedir.
6- Milli Eğitim Bakanlığı yazısında kadınların örtülü kıyafetlerinin «Atatürk ilkelerine tamamen aykırı» olduğu ifade edilmekte ise de, genel ahlaka ve kanunlara aykırı olmayan her türlü kadın kıyafetinin Atatürk devrim ve ilkelerine aykırılığı söz konusu değildir. Nitekim bizzat Atatürk «Eğer kadınlarımız Şer‘in tavsiye ve dinin emrettiği bir kıyafetle, faziletin icabettiği tavr u hareketle içimizde bulunur, millatin ilim san’at, ictimaiyyat hareketlerine iştirak ederse bu hali, emin olunuz, milletin en mutaassıbı dahi men‘-i nefs edemez.» demiştir. (Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Kazanılması, Tarih Boyunca Kadının Hak ve Görevleri, s.104, İstanbul, 1968, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlarından).
Atatürk’ün müslüman Türk kadınının kıyafeti konusunda benimsediği bu fikirlerine aykırı bir sözüne rastlanmadığı gibi bu sözlerinden çok sonra çıkartmış olduğu devrim kanunlarından kıyafetle ilgili olan 671, 677 ve 2596 sayılı kanunların hiç birinde kadın kıyafetiyle ilgili bir hükme de yer verilmemiştir. Esasen, Atatürk’ü ve ilkelerini, -çoğu zaman yapıldığı gibi- dinimizin kadın kıyafetiyle ilgili hükümlerine karşı göstermek, memleketimiz yararları ve Atatürk ilkelerinin benimsenmesi açısından son derece sakıncalı bir tutumdur. Müslüman Türk vatandaşı, «ya Allah’ın emri, ya Atatürk ilkeleri» şeklinde son derece vahim bir tercihle karşı karşıya bırakılmamalıdır.
Unutulmamalıdır ki, örtünmek dinin bir emridir ve Atatürk dinimizin en son ve mükemmel din olduğunu çeşitli vesilelerle bir çok defalar ifade etmiştir.
7- Bilindiği üzere İmam-Hatip Liseleri ve Kur’an Kurslarında, Kur’an-ı Kerîm’in usulüne uygun olarak tilaveti yanında, bu okullardaki eğitim ve öğretimin bir gereği olarak dini hükümler de öğretilmekte ve bu hükümlere her müslümanın uymasının gerekli olduğu anlatılmaktadır. Dinimizin kadın kıyafetiyle ilgili hükmü, yukarıda belirtilmiştir. Sözü edilen eğitim ve öğretim kurumlarında dinimizin kadınların örtünmeleriyle ilgili hükümleri de tabiatıyla öğretilecektir. Bu durumda, bir taraftan müslüman kadınların örtünmelerinin dinen zorunlu olduğu öğretilirken, diğer yandan müslüman kızların başlarını açmaya zorlanmaları, izahı kabil olmayan bir çelişki olacağı gibi, onların vicdanında da son derece olumsuz etkiler meydana getirecektir. Şüphesiz bu durumun eğitim ve öğretim açısından da fevkalade sakıncalı ve olumsuz sonuçları olacaktır.
Diğer taraftan İmam-Hatip Liselerimizde ve özellikle Kur’an Kurslarımızda Kur’an-ı Kerîm Öğretimi, temel dersler arasında yer almaktadır. Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim okumak bir ibadettir. İbadet esnasında Allah’ın emirlerine tam bir itaat halinde olmak gerekir. Kız öğrencilerin yaptıkları bir ibadeti başı açık halde yapmaya zorlanmaları, onların vicdanına açık bir baskı teşkil eder.
8- Vatandaş vicdanına baskı daima reaksiyonla karşılaşır ve toplumun huzursuz olmasına sebep olur. Şayet bu baskılar devletten geliyorsa, devlet-millet ilişkilerinin olumsuz yönde etkilenmesine sebebiyet verir.
İmam-Hatip Liseleri ve Kur’an Kursları gibi dini öğrenim kurumlarında okuyan öğrencilerin ve onların velilerinin vicdanlarına yapılacak baskıların okul-veli-öğrenci, ilişkilerini olumsuz yönde etkileyeceğinde şüphe yoktur. Çünkü sözü edilen eğitim ve öğretim kurumlarına çocuklarını gönderen veliler, çocukların öğrenimlerini dinî hükümlere uygun yapmalarını ve onların dinî emirlere riayetkar olarak yetişmelerini istemektedirler. Kaldı ki ilk nazarda sadece okul-veli-öğrenci ilişkilerinde olumsuz gelişmelere sebep olabileceği sanılan bu gibi durumlar, genişleyerek toplum vicdanında da rahatsızlıklara sebep olabilir.
SONUÇ
Belirtilen sebeplerle, İmam-Hatip Liseleri’nin Yönetmeliğinde, dinimizin müslüman kadınların örtünmesiyle ilgili hükümlerine aykırı, Anayasamızın tanıdığı, kişinin temel hak ve hürriyetlerini zedeleyici ve sözü edilen okulların yönetim, eğitim ve öğretim faaliyetlerini olumsuz yönde etkileyici nitelikte hükümlerin yer almasının uygun olmayacağı mütalaa olunmuştur.
Keyfiyetin Devlet Bakanlığı Makamına sunulmak üzere Başkanlık Makamına arzına karar verildi.
Cevap: Elbise ile ilgili hükümler
* Prof. Dr. Abdulaziz BAYINDIR, Süleymaniye Vakfı Başkanı.
[1] Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, C. IV, s.3506 ve C. V, s.3927 (Nur Suresi 31, Ahzab 59).
[2] Fahreddin er-Râzi Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer (öl. 606 h. /1210 m.) et-tefsîr’ül-kebîr, Mısır, C. XXV, s.230 (Ahzab 59).
[3] el-Kurtubî Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (öl. 671 h. /1273 m.), tahkik eden Ebu İshak İbrahim Etfiş, el-Cami li Ahkam’il-Kur’an, Kahire 1387 h. 1967 m. C. XII, s.158 ve C. XIII, s.113.
[4] el-Kurtubî, a.g.e., C.XIII, s.243 (Ahzab 59).
[5] Ebubekr el-Cessas er Râzî (öl. 370 h. /980 m.), Ahkam’ül-Kur’an, Beyrut (Matbaa-i Amire baskısından ofset), C. III, s.371.
[6] Fahreddin er-Râzî, a.g.e., C. XXIII, s.206; el-Kurtubî a.g.e., C. XII, s.230.
[7] Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali, İst. 1986, s.99; Ahmed b. Hacer el-Heytemî, Tuhfet’ül-Muhtac bi Şerh il-Minhac, (Şirvânî ve İbâdî haşiyeleri ile birlikte) tarih ve yer yok, C. II, s.111; Abdullah b. Ahmed b. Kudame (öl. 620 h. /1223 m.) el-Muğnî, Kahire, C. I, s.578.
[8] Muhammed Uleyş, Menâhil’ül-Celî alâ muhtasar-i allâme Halîl, tarih ve yer yok, C. I, s.133.
[9] er-Rağıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfâz'il-Kur'an, Beyrut 1412/1992, s. 505. Burada geçen ifade şöyledir: (الضرب إيقاع شيء على شيء)
[10] er-Rağıb el-İsfahânî, a.g.e. s.506.
[11] er-Rağıb el-İsfahânî, a.g.e. s.298.
[12] İbn'ul-Esîr, el- Mübârek b. Muhammed el-Cezerî (544/606 h.), en-Nihâye fî garîb'il-hadîsi v'el-eser, Beyrut 1399/1979, II/78.
[13] İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem (630-711 h.), Lisan'ul-Arab, Beyrut, 1410/1990, IV/257; Muhammed Murtaza ez-Zebîdî, Tâc'ul-Arûs, Mısır 10306, III/188.
[14] İbn Manzûr, Lisan'ul-Arab, IX/332.
[15] Muhammed Uleyş, a.g.e., C. I, s.133.
[16] el-Kurtubî, a.g.e., C. XIV, s.243; Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.371.
[17] Şeyhülislâm Ebussuud Efendi Muhammed b. Muhammed el-İmâdî (öl. 982 h. /1574 m.) Tefsirü Ebissuud (Tefsir-i Kebir ile birlikte) Matbaa-i Amire, C. VII, s.801 (Ahzab 59).
[18] Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, a.g.e., C. VII, s.801.
[19] Firuzabâdî, Kamus’ül-Muhît, tercüme Asım Efendi.
[20] el-Mucem’ül-Vecîz, Heyet tarafından hazırlanmış, Mısır 1400 h. /1980 m.
[21] Firuzabâdî, Kamus, Asım Efendi Tercümesi.
[22] Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.371.
[23] Firuzabâdî, Kamus, Asım Efendi Tercümesi.
[24] Elmalılı, a.g.e., C. IV, s.3927-3928.
[25] İsmail b. Kesir (öl. 774 h. /1372 m.), Tefsirü İbni Kesir, Muhammed es-Sabûnî tarafından ihtisar ve tahkik edilmiş nusha, Beyrut 1393, C. III, s.114.
[26] Elmalılı, a.g.e., C. V, s.3928.
[27] Elmalılı, a.g.e., C. V, s.3928.
[28] Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.372.
[29] Damad Abdurrahman b. Muhammed, Mecma’ül-Enhür (hudud), İstanbul 1301, C. I, s.542 vd.
[30] Fahreddin er-Râzî, a.g.e., C. XXIII, s.205.
[31] Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.315 (Nur Suresi 30).
[32] Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali, (Müslümanlıkta aile ve karabet münasebetleri) İst. 1986, s.415.
[33] Bkz. Nisa Suresi ayet 23.
[34] Bkz. Nisa Suresi ayet 23.
[35] Damad, a.g.e., C. II, s.538-542.
[36] Damad, a.g.e., C. II, s.538-542.
[37] Firuzabâdî, Kamus, Asım Efendi Tercümesi.
[38] Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. II, s.315-316; Şemsüddin es-Serahsî (öl. 483 h. /1090 m.), el-Mebsût, Mısır 1324, C. X, s.149 (İstihsan).
[39] Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.149.
[40] Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.315.
[41] Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.315; Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.152.
[42] Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.152. Burada çarşaf diye tercüme ettiğimiz “müâle” kelimesidir. Müâle, bir ya da iki en kumaştan yapılır, kadınlar bununla bütün vücutlarınıbürüyüp örtünürler. Cilbab konusuna da bakınız.
[43] Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.316.
[44] Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.153.
[45] Nesaî, Zinet 18. Aynı hadis, küçük kelime değişiklikleriyle Ebu Davud, Tereccül 4 ve Ahmed b. Hanbel, C. VI, s.262 de geçmektedir. Her üçünde de el yerine “yed” kelimesi kullanılmıştır. Yed kelimesi Arapçada hem kol, hem de el anlamına gelir (Kamus). Bu hadis-i şerif, Ebu Yusuf’a ait olan kolun açılabileceği görüşünü desteklemektedir. ancak Mebsût’ta geçen rivayette “yed” yerine “keff” kelimesi geçmektedir. Keff ise elden başka bir anlama gelmez. (Bkz. Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.153).
[46] Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.153.
[47] Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.153.
[48] Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.153.
[49] Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.315.
[50] Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.150.
[51] Dirhem, Peygamber sallallhü aleyhi ve sellem zamanında ve daha sonra dolaşımda bulunan gümüşten basılmış para biriminin adıdır. Peygamberimiz devrinde birbirineden farklı üç ayrı dirhem vardı. Hz. Ömer (r. a.) devrinde kabul edilen İslam dirheminin yaklaşık ağırlığı 2.975 gr.’dır.Değeri ise 0.425 gr. altına eşittir. Bu altın genellikle 22 ayardır. O zaman yaklaşık olarak 5 dirheme bir koyun alınabilmekteydi. (Bkz. Abdülaziz BAYINDIR, «Paranın Değer Kaybetmesiyle Ortaya Çıkan Problemler ve İslam Hukukuna Göre Çözüm Yolları», İslam Açısından Enflasyon ve Çözüm Yolları s.17 vd. İstanbul 1983).
[52] İbrahim en-Nehaî, Ebu İmran b. Yezid b. Kays: Kadim ulema ve fukahadandır. Kûfe’lidir. Aslen Yemen’deki Nehaî kabilesine mensuptur. Hz. Aişe validemizle karşılaşmıştır. Sikadır, ancak hadis rivayetinde çok kere irsalde bulunurmuş. H. 96 yılında elli yaşında olduğu halde vefat etmiştir. (Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukuk-ı İslamiyye Kamusu I/439).
[53] Çözgü: Dokumacılıkta, boyda kullanılan ipliktir.
Atkı: Dokumacılıkta, enden atılan ipliktir.
İbrişim: Bükülmüş ipek ipliğidir.
[54] Bu bilgiler için bk. Damad, a.g.e., C. II, s.531 vd. (Faslün fi’l-lübs) ile Ömer Nasuhi BİLMEN’in Büyük İslam İlmihali s.429 vd. 8. Kitap, (Giyilmeleri ve Kullanılmaları Lazım ve Caiz Olup-Olmayan Şeyler)54- Ömer Nasuhi BİLMEN, Muvazzah İlm-i Kelam, İstanbul 1972, s.102; Bekir TOPALOĞLU, (İslam İtikadı Açısından Kıyafet ve Örtünme’ kitabı içinde) İstanbul 1987, s.15 vd.
[55] Muhammed ‘Uleyş, a.g.e., C. I, s.136.
[56] Ebu’l-velid b. Rüşd, el-Mukaddimât (el-Müdevvene ile beraber) Matbaa-i Hayriyye, 1325, C. I, s.109.
[57] Ahmed b. Hacer el-Heytemî, a.g.e., C. II, s.111-112.
[58] Abdülhamid eş-Şirvânî, Tuhfe haşiyesi II, 112. (Bu görüş, Nihâye ve Muğnî’den nakledilmiştir).
[59] Ömer Nasuhi BİLMEN, Kur’an-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Alîsi ve Tefsiri, İstanbul, C. I, s.18.