Cevap: Kitap Sadeleştirme
Tercüme ve sadeleştirme üzerine
Birbirine yakın kelimeler olmadığını hepimiz biliyoruz. “Tercüme” âlemşümûl bir kelime olmasına karşılık, “sadeleştirme” kelimesinin—bugünkü Türkiye’de anlaşıldığı üzere—tarih boyunca cumhuriyet Türkiye’si dışında hemen hemen hiç kullanılmadığına şahit oluyoruz. “Tercüme”nin fıtrî bir ihtiyaçtan doğduğu bir hakîkat. Belki de ilk tercüman Hz. Adem (a.s.) eşyanın isimlerini Cennette meleklere Allah’ın emri üzerine tercüme etmişti. Bu ihtiyaçtan mütevellid tercüme olayı yazılı ve sözlü olarak tarih boyu akıp geliyor.
Resûlullah (asm) zamanındaki komşu milletlerin dillerini öğrenen sahabeleri biliyoruz. Ticaret münâsebetiyle kışın Şam üzerinden Anadolu kapılarına, yazın Yemen’e seyahat eden Kureyşlilerin de bazı dilleri öğrendiklerini görüyoruz. Hatta Asr-ı Saadet’te yazılı edebiyat metinlerinin Süryanice de te’lif edildiğini Hz. Ali’nin (r.a.) Celcelutiyye ile Kasîde-i Ercûzesinden anlıyoruz. Kur’ân’ı ve İslâmı sair milletlere takdim ihtiyacı sadedinde yapılan tercümelerin dışında, “tercüme”nin İslâm tarihi boyunca üç dönemde yanlış kullanıldığına şahit oluyoruz. Yunanlılarla muhtelit yaşayan Ortodoks Süryanilerin halife Me’muna yanaşarak eski Yunan felsefesini gündeme getirmeleri ve bu ölmüş felsefenin hortlatılmak üzere Grekçe’den Süryânice’ye ve oradan da Arapça’ya tercüme edilmesi, hem insanlık ve hem de İslâmiyet açısından zararlı olmuştur. Asr-ı Saadet’te direkt “Kur’ân”dan nurunu alan Müslümanlar, en geniş “ilmî hürriyet” içinde son derece süratli inkişaflarla insanlığı medeniyet yolunda terakkî ettirirken, Yunan felsefesiyle Müslümanların berrak düşünceleri bulanmış, zekâvet ve çalışkanlığın yerini, müşevveşiyet ve atâlet almaya başlamış. Bazı araştırmacılara göre, Huneyn ibni İshak’ların başlattığı tercüme hareketi olmasaydı; Avrupa’nın on sekiz-on dokuzuncu yüzyılda yakaladığı “teknolojik gelişmeyi” Müslümanlar bin yıllarında gerçekleştireceklerdi. Bu tercümeyi müteakiben felsefenin Endülüs-Gırnata ve Kurtuba’sında Arapça’dan Avrupa dillerine tercümesinin insanlığa ikinci zararı yaşattığını iddia edemez miyiz? Hatta Avrupalıların İslâm güneşinden gereği gibi istifade edemeyişlerinin sebebi de, Endülüs’ün kısmen (İbni Meymun v.b.) kadîm Yunan felsefesiyle müşevveş kafaları değil miydi? Avrupa “akılcılık belâsı”nı maalesef Arapça eserlerden almış oluyordu. Dinsiz Avrupa’nın medar-ı iftihârı tüm feylesoflarının fikirlerinin mayası da Endülüs’ten Paris, Londra ve Roma’ya dağılmıştı.
Üçüncü tercüme belâsını ise; Paris–Selanik–İstanbul hattında yaşamışız. Nazarlarını Kur’ân’dan ayıran Müslümanların, kompleks ve zillet sürecinde başta Fransızca olmak üzere Almanca ve İngilizce’den Türkçe’ye yapılan tercümelerle yavaş–yavaş Asya zemininden koparılmaya çalışıldığını müşahede ediyoruz. Kiliseyi dışlayan dinsiz feylesofların eserleri, fennî eserlerden önce Osmanlı Türkçe’sine kazandırılmıştı. Aydın geçinen ve yüzleri garba dönük entelektüelimizin sergüzeştidir bu. İlk iş olarak dinsizlik, sefahat ve sünneti dışlayan adab ile ilgili eserleri okuyacaktı. O günün Selanik ve Manastır'da yalnızca dönmelerin ve diğer gayr-ı müslimlerin neşrettiği gazete ve dergi sayısı iki yüz civarındadır. Muhtevalarının ise yüzde sekseni tercüme… Selanik’e karşın İzmir ve İstanbul bu hususta çok da geride değillerdir.
Doğu’dan Batı’ya tercümenin başında yıllar boyu Kur’ân gelmiş. Zaman zaman temel ilmî eserler, müceddidlerin kitapları (İmam-ı Gazalî, İbni Arabî, Taftazanî, Celâleddin-i Rumî v.b.) ve güzel sanatla ilgili kitaplar da çoklukla tercüme edilen eserler arasındadır. On dördüncü yüz yıldan sonra Avrupa İslâm âleminden tercümelere bir nevî ara verir. Kur’ân ile birlikte bazı hadis kitapları dışında eski tercüme hareketi görülmez. Zamanımızda en çok tercüme edilen eserlerin başında yine dinî kitaplar geliyor. Bunların arasında Risâle-i Nur Külliyâtını Anadolu Kur’ân kültürünün dünyaya açılmış bir elçisi konumunda görüyoruz. Yaklaşık elli dile tercüme edilen bu Kur’ân tefsirlerini, yavaş yavaş şerh ve izahları takip edeceğe benziyor.
Tercüme, eserin aslına ulaşmada yalnızca bir rehberdir. Bazan yalnızca eserden haber verir. Mesnevî-i Kebîr’in tadından tercüme ile haberdar olanlar çoğunlukla Farsça öğrenmişlerdir. Gazalî, İbni Arabî ve İbni Sina’nın tercümesini okuyanlar Arapça’ya yönelmişler. Bugün Batıda Risâle-i Nur’u tercümelerle tanıdıktan sonra Türkçe öğrenmiş yüzlerce Avrupalı’dan bahsedilmesi, tercümeden orijinale giden yolu gösteriyor. Tercüme ile amel, ilmî çalışmalarda çok gerilerde kalır. Aynı dile yüzlerce defa tercüme edilen başta Kur’ân-ı Kerîm ve bazı temel eserler gösteriyor ki, tercüme hiçbir zaman müdakkik alimlerce esas alınmamıştır. Kur’ân’ın Türkçe’ye tercüme edilip, camilerde okunması projesine şiddetle karşı çıkan ve bu zındıkların niyetlerinin mahiyetini açıklayan Bediüzzaman Hz.’leri Kur’ân’ın tercümesinin niçin mümkün olmadığını da isbat etmiş. Yüzlerce mânâ, pozisyon ve fonksiyon icra eden tek bir harfin tercüme edilemeyeceğini eserleriyle dünyaya ilân eden Üstadın bu Kur’ânî müdafaasından sonra, mülhidlerin teşebbüsleri akîm kalmış. İhtilâl dönemlerinde söz konusu dinsizlik projesine sahibiyet gayretiyle yapılan teşebbüslerin de; ne kadar sunî, cılız, itici ve ahlâkdışı görüldüğünü zaman göstermiş.
Kur’ân’ın tercüme edilip—hâşâ—ne mal olduğunu Müslümanlara gösterme gayretiyle başlayan “Türkçeleştirme”ye paralel olarak “Türk dilinde” başlayan tereddî ve tahribat da çok ilginçtir. Burada şu hakîkati esefle ifade etmek gerekiyor: Anadolu Türkçe’sinin maruz kaldığı musîbete ve felâkete hiçbir dünya dilinin maruz kalmadığını düşünüyoruz. Bin senelik Türk İslâm kültürünü çağrıştıran kelimelerin, deyimlerin edebî metin ve şiirlerin 1925’den sonra Anadolu’yu idare edenlerce Türkçe’den metazorî usûllerle sökülüp atılması, milleti kültürde ve konuşmada “dilenci” durumuna düşürmüş. Meydana gelen boşluklara Batı dillerinden ulu orta yerleştirilen kelimelerin, Türkçe’ye hem mânâ, hem dilbilgisi ve hem de dil musikîsi noktalarından ne kadar zararlı olduğunu yine günümüz Türkçe alimleri belirtiyorlar.
Tercüme ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. İslâm tarihinde “sadeleştirme”nin yerini şerh, izah, haşiye ve zeyiller almıştır. Zamanla bu nevî çalışmaların temel eserleri perdeleyerek ilimde bir tereddî doğurduğunu ve bunun da ilmî inkişâfları gerilettiğini tarih kaydediyor. Tercüme denilince hatırımıza Bediüzzaman Hz.’lerinin Arapça’dan Türkçe’ye çevrilmiş İşârâtü’l-İ’câz ve Mesnevî-i Nûriye gibi eserleri geliyor. Müellifin kontrolünde ve rahle-i tedrîsinde yetişmiş kardeşince yapılan bu çeviriler Üstadın üslûbunu taşıdığından kanaatimizce telif ile tercüme arasında bir yerde durur. Tercümenin en mükemmelini ancak yine eserin sahibi yapabilir. Sadeleştirme yalnızca bir anlama biçimi olarak karşımıza çıkabilir. Edebî bir eseri okuyan her kişi, ayrı bir dünyada ele alacağından mütalaa edenler sayısınca anlama biçimleri ortaya çıkacaktır. Zahiren doğru ve cazib görünen sadeleştirme kelimesini fonksiyonuna göre ele aldığımızda neticenin hiç de doğru ve çekici olmadığı herkesçe bilinecektir. Zîra müellif veya şair ikinci kişinin sadeleştirme sadedinde kullanacağı kelimeleri bildiği halde kullanmadığına göre, ortaya çıkacak ikinci metin kimin fikrini temsil edecektir… Müellifi dilde acz içinde görme ve ona yardım mânâsına gelecek sadeleştirmeye, ancak maksatlı veya maksatsız bir tahrif nazarıyla bakmak en güzeli olsa gerek.
Şükrü Bulut 20.04.2004
Cevap: Kitap Sadeleştirme
NUR RİSALELERİNİ SADELEŞTİRME HEVESİNE KAPILANLARA MÜHİM BİR İHTAR!
İşittim ki, iman hakikatlerinin tefsiri olan Risaleleri sade bir dille yazma, sizin tabirinizle "sadeleştirme" sevdasına düşmüşsünüz. Maalesef bunun örneklerini de gördüm. Bu husustaki fikirlerimi madde madde söylemek niyetindeyim. Beni dinlemeseniz bile samimiyetime kulak vermenizi rica ediyorum:
Birincisi: Bu hakkı nereden ve kimden alıyorsunuz? Bir müellifin eserlerinden istifade etmek, okuyucuya kitaplarında tasarruf etme yetkisini verir mi?
İkincisi: Bu Risaleler zengin bir kelime kadrosuna sahiptir. Ben lügatini hazırladım ve bu günkü nesillerce bilinmeyen on bir bin kelime buldum. Bilinenleri de sayarsak kelime sayısı en az ikiye katlanır. Oysa, sade dille yazınca okumalarını ve anlamalarını umduğunuz insanlar azami bin kelime kullanıyorlar. Bu durumda, lisan ve lügat ilmine vakıf herkes bilir ki, Risaleleri zayi etmeksizin sadeleştirmek muhaldir. İnsaf edin, yirmi bin kelimeyi bin kelimeyle ifade etmek nasıl mümkün olabilir?
Üçüncüsü: Erbabına malumdur ki, dil ile düşünce arasında paralellik vardır. İnsan, sahibi olduğu kelimeler kadar düşünebilir ve bu sınırı aşamaz. Risale diline sahip olmak demek aynı zamanda tefekkür alanını genişletmek demektir. Bu kıymetli eserlerin önemli faydalarından biri de budur. Bu hikmeti kesip atmak zulüm olamaz mı?
Dördüncüsü: Risalelerde Bediüzzaman Hazretlerinin kendine has bir üslubu vardır. Fevkalade tesirli bir üslup. Hem akla, hem de kalbe tesir eden bir surettir bu. Bu bedi üslubu kendi keyfine göre parçalamak ve tesirini kırmak cinayet olmaz mı?
Beşincisi: Lisanımız bir asırdır sadmeler geçiriyor. Kırpıla kırpıla fakir bırakıldı, tefekkür dili olmaktan uzaklaştırıldı. Nur Risalelerinin bir hizmeti de lisanı muhafaza etmek ve ortak bir dil kurmaktır. Siz aksi istikamette hareket etmekle tahripçileri sevindirmiş olmuyor musunuz?
Altıncısı: Siz de bilirsiniz ki, her ilmin kendine has ıstılahları, terimleri, kavramları vardır. O ilmi elde etmek isteyen adam bu kelimeleri öğrenmek zorundadır. O ilmi bilmek, terimleri sindirmekle mümkündür. Risalelerde de iman ilmi anlatılıyor. Onun da ıstılahları var. Bu ıstılahların günlük dilde karşılıkları yoktur ki yerine konabilsin. Risalelerin dili, imanın dilidir. İman dili tercüme edilebilir mi, edilirse ruhu incinmez mi?
Yedincisi: Bazı kimseler risaleleri okumak istiyorlar da anlamakta zorlandıkları için mi okumuyorlar sanıyorsunuz. Zehi gaflet! Nurları, enfüsi aleminde sorgulaması olan ve hakikati arayanlar okur. Bu vasıflara sahip her yaştan ve her baştan insan okuyor zaten. Anlamak için lügatlere bakıyor, bilmediklerini soruyor ve istifade ediyorlar. Bu o kadar bedihi ki delil bile istemiyor. İnsanlar daha çok namaz kılsın diye caminin dışına seccade sermekle namaz kılanların sayısı artar mı?
Sekizincisi: Bazı sadeleştirmeleri inceledim, hakiki metinden hiç de daha anlaşılır olmadıkları gördüm. Risalelerin anlaşılıp anlaşılamaması sadece kelimelerle ilgili değil ki. Ortada derin ve ince bir ilim var, dikkat ve itina istiyor. Zengin kelime kadrosu onun sadece bir yönü. Bazı kelimelerin yerine başkalarını koymakla, belki bir derece bilinen kelimelerin sayısını artırıyorsunuz, ama esas dokuyu bozmakla da onu daha karışık bir hale getiriyorsunuz. Bunun neresinde sadelik?
Dokuzuncusu: Risalelerin şiirli bir dili vardır. Ahengi ruhlara tesir eder, kalbin en derin ve ince hislerini lerzeye getirir. İnsan da sadece akıldan ibaret değildir. Akla iyilik edeceğim diye kalbe darbe vurmak akıllılık mıdır? Sadeleştirme ünvanı altında bu harika, sanatlı, revnaklı, fasih ve selis üslubu tahrip etmek nurlara en büyük zararı vermektir. Malum ya, bazen gafil dostumuz düşmanımızdan ziyade zarar verebilir!
Onuncusu: Kaldı ki, nurlardan istifade ettikten sonra, kalem erbabı zatlar, bu hakikatleri yazabilir, her edebi türde eserler verebilirler. Buna hiçbir engel yoktur. Nurlar, yazılarınıza ruh olmak kaydıyla roman, hikaye, deneme, şiir ve saire yazmanıza ne mani var? Risalelere hemen muhatap olamayanlar sizin eserlerinizi okur, istifade eder, hakikati bulabilirler. Daha fazlasını isteyince de nurları okumaya başlarlar. Nitekim böyle de oluyor. Nice Nur Talebesi yazar var dünyada. Kitapları basılıyor, satılıyor, okunuyor. Sizin de madem ilminiz ve edebi kabiliyetiniz var, gösteriniz, işte meydan! Bu yazarlar kendileri adına yazıyor ve konuşuyorlar. Nurlara halel getirmeleri söz konusu olmuyor. Çünkü Risaleler adına konuşmuyor ve yazmıyorlar.
On birincisi: Muarızlar, Nurların önüne perde çekmek ve insanları onu tanımaktan alıkoymak için her yolu denediler, ama muvaffak olamadılar. Siz ise, Nurların sadesi, lügatlisi, meallisi ve saire derken araya perdeler koyuyorsunuz ve koyacaksınız. "Kötü para iyi parayı kovar" misali, sizin uyduruk dilinizle yazılanlar nurlara perde oluyor ve olacak. Zamanla bu perdeler hem daha da artacak, hem de daha fazla kalınlaşacak. Nurlar, zaman zaman hatırlanan birer mübarek yadigar haline gelecek!
On ikincisi: İnsanları zıvanadan çıkaran mühim amillerden biri de para hırsıdır. Bu mübarek eserler iyi de alıcı buluyor, çünkü herkesin ihtiyacı var. Sade basım, yalın yayım derken korkarım ki, bazı paracıların iştahını kabartırsınız. Cevşen ticareti meydanda! O zaman her bezirgan, canı nasıl isterse ve ne kadar isterse o kadar basar ve satar. Bu yolu açmaktan korkmuyor musunuz?
On üçüncüsü: Sizden bir kısmınızın Risale neşir hakkı yok diye biliyorum. Var da ben mi bilmiyorum. Sahi, siz risale basma ve yayma hakkını kimden aldınız? Muhterem müellifin varis tayin ettikleri malum. Siz de onlardan mısınız? İzniniz yoksa bu fiilinizin hesabını nasıl vereceksiniz? Biliyorum ki, varislerden hiç biri yaptıklarınızı uygun bulmuyor. Öyleyse siz yaptıklarınızı ne hakla yapıyor ve hangi hukuka dayanarak basıp yayıyorsunuz!
On dördüncüsü: Mesele sadece sadeleştirme de değil. Kiminiz sayfanın altına meal koyuyorsunuz, kiminiz metnin yanına sözlük yerleştiriyorsunuz, kiminiz kitabın önüne önsöz, takdim, biyografi ekliyorsunuz. Öyle ya, bu mübarek Kuran tefsirine herkes ne isterse yapabilir! Yeter ki aslını kaybetsin! Her yol mübah! Bunları yapmak için fetvayı kimden aldınız?
On beşincisi: Tercümeleri kendinize delil yapıyormuşsunuz. Böyle kıyas mı olur, insaf ediniz! Hiç lisan bilmeyenlere tercüme etmek bir zarurettir. Zaruret ise haramı bile helal kılar. Açlıktan ölme tehlikesi geçiren adam haram etten doymayacak kadar yiyebilir. Ama ölüm tehlikesi olmayan adam bu ruhsattan istifade edemez. Bu misali meselemize tatbik ediniz! Türki lisan bilmeyenler, muztar adamlardır. Sizin muhataplarınız böyle mi! Nasıl unutursunuz ki, risaleler onların diliyle yazıldı. Risale dili muhataplarınıza yabancı değil, muhataplarınız bu dile yabani. Onları buraya getirmek gerek. Yoksa bunu oraya taşımak için derisini yüzmek akıl karı değildir. Müfsitler de dil uygulamalarıyla bunu yapmak niyetindeydiler zaten. Ezanı ve namaz surelerini tahrif için az mı didindiler! Nurlarda dil ve üslup canlı deri gibidir. Elbise gibi olsa, belki onu soyar, kendi modanıza göre bir libas giydirebilirdiniz!
On altıncısı: Evet, risalelerde manası hemen kavranamayan yerler vardır. Ama hepsi böyle mi? Kolayca anlaşılan, sezilen, sevilen bölümler de var. Nurlara yeni muhatap olan bunlardan başlamalı. Sonra öbürlerini de okur, onlardan da faydalanır.
On yedincisi: Risalelerin bir gazete yazısı gibi basit olmayışından dolayı bir cazibesi var. O bezme ancak layık olanlar girebilir. İhtiyacını hisseden ve iştiyak duyanlar talebe olabilir. Onu arayanlar bulabilir, bulmalıdır. O, popüler bir meta değildir. Biraz istek, biraz talep, biraz da gayret lazım. Ucuz bir mal olmamalı nurlar. Hemencecik tüketilememeli. Tüketim kültürü yaygınlaştı. Bu kültürün etkisinde kalanlar kolay elde ettiklerinin kıymetini bilmezler. Pahalı olan ve zor elde edilen daha değerlidir. Bu sakat kültürün bir aktörü mü olmak istiyorsunuz? Olabilir, sözüm yok, ama yeter ki bunu Nurlarla yapmayın!
On sekizincisi: Nurlardaki derin meseleleri anlamak ve tam feyiz almak için toplu okumalar ve müzakereler yapılır. Talebeler birbirinin anlayışından ve uygulamasından istifade eder. Mesleğimizin mühim bir esası da budur. Zaman cemaat zamanıdır. Bu hususa ne kadar ehemmiyet verilse azdır. İlminiz ve iktidarınız varsa buraya sarfediniz!
On dokuzuncusu: Bu biçare kardeşiniz risaleleri üniversitede tanıdı. Ne arabi bilirdi, ne de tam anlamıyla türki. Nurun talebelerinden etkilendi ve anladı ki onları böyle yapan Kuran Nurlarıdır. Okumaya başladı. Anlamakta biraz zorlandı. Ama önemini inanmıştı okumanın. Yüzünde ve hayatında nur parlayan talebeleri görüyordu. Şevke geldi, gayret etti, sonunda Nurlar kapılarını ona da açtı. İşte fıtri yol budur. Risaleler, kalbime iman, aklıma nur, ağzıma dil ve elime kalem verdi. Herkese de verebilir. Siz de aynı yollardan geçmediniz mi? Öyleyse bu bidat niye? Öyle ya, bidat her sahada olabilir. Her bidat mebdede cazip görünür. Oysa, devamı ve neticesi vahimdir. Sonra nedamet cahiminde yanarsınız, ama kar etmez!
Hazer ediniz! Nefsiniz sizi aldatmasın. Bu kitaplar orta malı değildir. Size ve bize düşen onun aslını titizlikle korumaktır. Her ilave ve her noksan ona vurulmuş bir darbedir. Ehil olmayanlara kapı açmaktır. Yağmacılara zemin hazırlamaktır. Ne niyetle olursa olsun her tahrif bir tahriptir, zarar verir. Aslını bozar. Suretini yırtar. Özünü zedeler. Tesirini kırar... Meslek bozulur. Dehşetli bir zamandayız. Her tarafta bidat selleri akıyor. Dalalet fırtınaları esiyor. Nurun duvarlarında delikler açmak akıl karı değildir. Nur risalelerinin cazibesi kendini okutmaya kafidir. Üslubu harikadır. Dili zengindir. Anlatımı fıtridir. Her harfine ihlas kokusu sinmiştir. Her noktasının altında feragat nuru vardır. Kırık dökük kelimelerinizle Nurların dilini ve üslubunu bozup insanlara göstermek, "İşte risaleler bunlardır" demek hak mıdır, adalet midir, hizmet midir, yoksa tahrif ve tahrip midir? İnsafınıza havale ediyorum!
Ömer SEVİNÇGÜL
...
Cevap: Kitap Sadeleştirme
Merak ediyorum acaba risale sadeleştirilsin diyenler risale okuyorlarmı malum bir zamanlar ezan türkçe okunsun diyenlerde sebeb olarak anlamayı gösteriyor ve bu söylevlerin altındaki planları gerçekleştirmeye çalışıyorlardı
Meselâ, biri dese, "Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu hâlde bir tüfek atmak kâfidir." Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahâlisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?
Evvelen : Risalelerin başka dilere çevrilmesi hususundada
Hem frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir. Istılahât-ı şer'iyenin maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı hâl ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından, bilmecburiye, kudsî maânî, mukaddes elfâza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş
Saniyen : Risaleinur müelifinin ve yakın talebelerin izin vermediği bir mesele hakında alakasız insanların konuşması ve hüküm vermesi bir hakka tecavüzdür
Salisen : Risaleinurun sık sık okunması o tekrarda yalnız bir kısım letâif kalır ki, pek geç usanıyor; devam eder, daha mânâya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lâfız ve lâfz-ı müşebbi' olduğu bir meâl-i icmâlî ile ve isim ve alem bulundukları mânâ-yı örfî onlara kâfi geliyor. Eğer mânâyı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir. Ve o devam eden lâtifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cilt hükmündeki lâfızları onlara kâfi geliyor ve mânâ vazifesini görüyorlar.
Hamisen : Risaleinurdaki fesahat anlamamaktan şikayetçi olan bir gurubunda tezini çürütüyor
(Fesâhat, sözün; lafız, mânâ ve âhenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Diğer tâbirle, lafızların söylenişinin tatlı, mânâsının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi, kelime ve cümle âhengi ile, ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile ilgilidir. Fesâhatin daha yüksek derecesine belâgat denir ki; fasih bir sözün, yerine ve adamına göre söylenmesidir. Bir söz, yerine göre denmemişse,—fasih olsa bile—beliğ olamaz. )
Öyleki hemde beliğ olan bir kitabın sadece bu asra seslendiğini düşünmek basiretsizlik olur zira üsdadımız sadece kendi asrına yazmadıgı gibi biz ve daha sonraki asrada sesleniyor o mütefekkrin hayatını feda etiği bu davaya ahkam kesmek edepsizliktir
istersen lügatın teceddüd ve tağyiratın ve iştirak ve teradüfün sırlarına müracaat et. İyi kulak versen, işiteceksin ki:
Selefin zevklerine giden çok kelimatı ve hayâlâtı veya maânî, ihtiyar ve ziynetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine tevafuk etmediklerinden, meyl-i teceddüde ve fikr-i icada ve cür'et-i tağyire sebep olmuşlardır. Bu kaide, lügatta gibi, hayalât ve maânî ve hikâyatta dahi cereyan eder. Öyleyse, herşeye zahire göre hükmetmemek gerektir. Muhakkikin şe'ni, gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a'mâkına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır.
DAHA BİR ÇOK HİKMETİ VAR ŞİMDİLİK BU KADAR
...