Evliyanın büyüklerinden olup, Adı Sehl b. Abdullah, künyesi Ebu Muhammed, nisbesi et-Tusteri’dir. 200 (m. 815)'de doğdu. Tasavvuf ehlinin büyüklerinden ve müctehitlerinden olup zamanının maneviyatta rehberi, hakikatin delili idi. Konuşmasındaki çekicilik sebebiyle, insanlar fevc fevc etrafında toplanmışlardır.
İmam-ı Yâfiî kuddise sirruhu, Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretlerinin bir talebesinden şöyle nakleder: “Sehl bin Abdullah’a otuz sene hizmet ettim. Gece ve gündüz yatıp uyuduğunu görmedim. Sabah namazını yatsının abdesti ile kılardı.”
Sehl bin Abdullah kuddise sirruhu, daha küçükken önce annesi, sonra da babası vefat etti. Babası vefat etmeden önce Sehl'i dayısına emanet etti. Evliya bir zat olan dayısı Muhammed bin Süvar, onu güzel bir şekilde terbiye edip yetiştirdi. Sehl bin Abdullah, daha sonra Horasan'ı terk edip Bağdat'a geldi. Bir rivayete göre, Marûf-i Kerhî hazretlerinin hizmetine girdi. Hacca gidince orada, evliyanın büyüklerinden Zünnûn-i Mısrî hazretlerini gördü ve ona talebe olmakla şereflendi. Küçük yaştan itibaren harikulâde hallere kavuştu.
Tasavvufta ilk dersini 3 yaşında aldı
Kendisi şöyle anlatır: “Üç yaşında iken gece kalkardım. Dayım Muhammed bin Süvâr, gece ibadet eder, ağlar ve bana: “Sehl, yat uyu, kalbimi meşgul ediyorsun” derdi. Ben ise onu yine gözetlerdim. Öyle bir hal aldım ki, dayıma:
- Bana garip bir hâl oluyor, başımı arşın önünde secdede buluyorum, dedim.
- Oğlum bu halini kimseye söyleme! Bundan sonra yatağına girdiğin zaman dilini oynatmadan kalbinle 3 kere “Allahu maiye, Allahu nazırun ileyye, Allahu şahidi” yani “Allah benimledir, Allah beni gözetliyor, Allah şahidimdir” de, buyurdu. Bir süre sonra, halimi sordu:
- Buna devam ediyorum, dedim.
- Her gece yedi defa söyle, buyurdu. Aradan biraz zaman geçti, tekrar sordu:
- Yine devam ediyorum, dedim.
- On bir defa söyle, buyurdu. Söyledim. Ve kalbimde bir tatlılık buldum. Bir sene geçince, dayım bana:
- Sana öğrettiğimi iyi muhafaza et ve hep o hâlde ol! Ölünceye kadar bırakma. Dünya ve ahirette neticesini görürsün, buyurdu.
Yıllarca devam ettim. Sonra dayım bana: “Ey Sehl, Allah-u Teâlâ’nın kendisiyle olduğunu bilen, hiç günah işleyebilir mi? Hep böyle bil, günah işlemezsin!” buyurdu.
Sonra beni mektebe gönderdiler. Kur’an-ı Kerim’i öğrendim. Yedi yaşından on iki yaşlarına kadar oruca devam ettim. Yiyeceğim sadece arpa ekmeği idi. On iki yaşında iken, bir meseleye takıldım. Kimse çözemedi. Basra'ya gitmek istedim. Gönderdiler. Basra âlimlerinden sordum. Hiç kimse cevap veremedi. Abadan'a gittim. Habib İbni Hamza'ya sordum. O cevaplandırdı. Yanında fazla kalmadım, ama ondan çok istifade ettim. Sonra Tüster'e geldim. İbadet, riyazet ve nefsimle mücahedeye koyuldum.
Nefsiyle mücadelesi
Anamdan bana çok mal kalmıştı. Hemen fukarayı çağırıp hepsini dağıttım. Kimde alacağım varsa onları da bağışladım. Ondan sonra da Kâbe'ye gitmek için yola çıktım. Yolda kendi kendime “Ey Nefsim! Artık iflâs ettin, benden isteyeceğin bir şey de kalmadı. Zaten isteyecek olsan da bir şey bulacak değilsin!” dedim.
Kûfe şehrine uğradığımda nefsim, balık ekmek istedi. Her ne kadar bunu yapmamaya çalıştımsa da nefsimin arzusu çok şiddetlendi. Nefsimi Mekke'ye kadar incitmeyeyim, diye düşündüm. Şehirde bir un değirmenine rastladım. Değirmenin dolabına bir at koşmuşlar, durmadan buğday öğütüyorlardı. Değirmenciye yaklaşarak:
- Bu iş için ata günde ne kadar kira veriyorsunuz? Diye sordum. Değirmenci:
- Günde iki akçe ödüyoruz, deyince:
- Bu işi bir gün de ben yapayım, bana da bir akçe verir misiniz? Dedim. Değirmenci buna razı oldu. Akşama kadar, nefsime eziyet için dolabı döndürdüm. İşi bırakınca bir akçe aldım. Gidip onunla balık ekmek alıp nefsime; “Her ne zaman benden bir şey isteyecek olursan, sana layık olan böyle bir hizmeti gördürür, ondan sonra da makul isteklerini yerine getiririm” dedim.
Dünya ve ehline değer vermezdi
Sehl kuddise sirruhu, nefse ağır gelen şeriat hükümlerinin, her şeye rağmen sıkı sıkıya uygulanmasının kişinin kemaline vesile olacağını söylerdi. Şer'i meselelerde taviz vermez, dünyevî mevkii ve parası ile halka kendini kabul ettirmeye çalışanlara yüz vermezdi.
Nitekim rivayete göre, İran'ın ileri gelenlerinden Yakub bin el-Leys, ölecek kadar kabız olmuştu. Devrin bütün doktorları çağrıldığı halde bir türlü tedavi edilememişti. Artık tıbbın yapacağı bir şey kalmamış, iş duaya kalmıştı. Sehl'in salah ve takvasından kendisine bahsedilince hemen adamları vasıtasıyla onu getirtti.
Sehl, ona önce günahlarından pişmanlıkla tevbe etmesini söyledi. Sonra da: “Allah'ım ona günahın zilletini gösterdiğin ve tevbe nasip ettiğin gibi itaatinin de şerefini ve tadını göster, şifa bulup ibadet etsin” diye dua etti. Biiznillah derhal şifa buldu. Bunun üzerine Emir Yakub, Sehl'e armağanlar vermek istedi. Fakat o, kabul etmedi.
Memleketine dönünce bazı dostları, kendisine:
- Keşke kabul etseydiniz, burada fakirlere dağıtırdık, denildiğinde şu karşılığı verdi:
- Siz dünyalık mı istiyorsunuz? Yere bakın! Bir de baktılar ki, yer boydan boya altın. Sehl şöyle konuştu:
- Allah ile beraber olan, dünyalığının çoğalmasını istemez, dünyalığın azına, çoğuna da değer vermez.
Kamil müminlerden olmanın yolu
O'nun anlayışına göre tasavvuf yoluna giren sufî, sırrını saklar, ihtiyacını gizler (yaratılanlara arz etmez, Allah’tan ister), farzları eda eder, zann, dedikodu ve kusur araştırmayı bırakır, yalan söylemez, iftira etmezdi.
Derdi ki gıybet etmek istemeyen, zan (insanlar hakkında kanaat yürütme, düşünme) kapısını kapasın. Zandan kurtulmak isteyen tecessüsü (insanların gizlisini bilme merakını) bıraksın. Çünkü tecessüsten kurtulan, gıybetten yana selamete çıkar; gıybetten selamete çıkan yalanı bırakır. Yalanı bırakan iftira etmekten kurtulur. Zan ile iş yapan yakîn nurundan mahrum olur. Malayani (boş sözler) konuşan, doğru sözlülükten uzaklaşır. Organlarını Allah'ın emrinden başka şeylerle meşgul edenler, takvadan yoksun kalır.
Sehl-i Tusterî kuddise sirruhu, bir gün talebelerinden birine, bir işi yapmasını emredince talebesi:
- Söz olur, halkın dilinden çekindiğim için bunu yapamam, dedi. Bunun üzerine Sehl-i Tusterî kuddise sirruhu, sohbetinde bulananlara dönüp:
- Bir kimse şu iki vasfı kazanmadığı müddetçe, bu yolun hakikatine eremez (kâmil müminlerden olamaz); Allah-u Teâlâ’dan başkasını görmeyecek şekilde halk, insanın gözünden düşmeli. İkincisi, nefis, insanın gözünden düşmeli ve halkın kendisinde gördüğü hiçbir sıfattan çekinmemelidir. Her şeyi Hak’tan görmeli, Allah’tan bilmelidir, dedi.
Bedbahtlığın alameti
Kendisine bedbahtlığın alâmeti olan şeyler nelerdir? Diye sorulduğunda: “İlmi olup, onunla amel edememek; ameli olup, ihlâslı olmamak. Bunun alâmeti de ibadet ve hizmetleri zorlukla yapmak ve Hak Teâlâ’nın verdiğine razı olmayıp, başka şeyler peşinde koşmaktır. Bedbahtlığın diğer bir alâmeti de, Allah-u Teâlâ’nın dostlarının sohbetine kavuşamamak ve onlardan hüsn-ü kabul görmemektir” buyurdu.
Ömrünün sonunda, el ve ayakları hareket etmez olmuştu. Namaz vakti gelince, el ve ayakları açılır, namaz bitince, eskisi gibi hareketsiz olurdu. Bir gün zikirden bahsederken: “Allah-u Teâlâ’yı hakkıyla zikreden, Allah’tan bir ölünün diriltilmesini istese, diriltilir” dedi ve elini önünde duran bir sakata sürdü, sakat iyileşip, ayağa kalktı.
Bazıları onu kıskanarak rahatsız ettiler ve bulunduğu bölgeleri terke mecbur bıraktılar. Bu yüzden sıkıntı ve çile dolu, fakat huzurlu bir hayat yaşadı. 283/896 yılında seksen yaşını geçmiş bir pîr-i fani iken Tüster'de (veya Basra'da) vefat etti. Allah bizleri onların mirasından bereketlendirsin. (Âmin)
HİKMETLİ SÖZ VE NASİHATLERİ
• Haram yiyenlerin yedi azası, istese de istemese de günah işler. Helal yiyenlerin azası ibadet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir.
• Kırk gün ihlâslı olan, dünyada zahid olur, kerameti görülür.
• Bizim yolumuzun esası altı şeydir: Allah'ın kitabına sarılmak, Resulullah'ın sünnetine uymak, helal yemek, insanları incitmemek, yasaklardan uzak durmak, hakkı ve borcu ödemede acele etmek.
• Allah-u Teâlâ’yı unutmaktan daha büyük günah yoktur.
• İnsanoğlunu şu iki şey mahvetmiştir: İzzet ve makam arzusu; fakirlik korkusu.
• Sadık kimseye Allah-u Teâlâ bir melek gönderir. Bu melek, namaz vakti gelince, o kimseye namaz kılmayı hatırlatır, uyuyorsa uyandırır.
• Zühd, kulların Allah-u Teâlâ’ya yönelmeleridir.
• Her kim nefsini kendine dost edinirse, Allah-u Teâlâ’yı kendine düşman etmiş olur.
• İnsanların, “Lâilâhe illallah” ifadesine, kalben itikad edip dil ile söylemeleri ve buna fiilen vefa göstermeleri lâzım gelir.
GÜLİSTAN DERGİSİ