Sayfa 1/2 12 SonSon
20 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)

    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Size, hastalığın dokuz faidesinden bâki kalan üçünü yazıyorum ki, o hastalığın bir meyvesi sâbık arabî fıkradır.
    Yedinci faidesi: Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir şâkirdinin ehemmiyetli bir hatasını tamir etmesidir. Şimdilik bu ehemmiyetli faideyi izah etmek münasib değil.
    Sekizinci faidesi: Gayet incedir, izah edilmez; yalnız kısa bir işaret ederiz: Nasılki Hüsrev, yazdığı Kur'an'ı fotoğrafla tab'ını kabûl etmeyerek binler câzibedar Kur'anlar kendi hattı ile Âlem-i İslâm'da intişarıyla, kutbiyet derecesinde bir mertebe-i ulviyeyi ve yüksek bir şeref-i imtiyazı bırakıp, Risale-i Nur dairesindeki sırr-ı ihlâsı muhafaza ve hazz-ı nefisten teberri etmiştir. Aynen öyle de: Bu hastalık, ruhumda öyle bir inkılâb

    yaptı ki; Risale-i Nur'un parlak fütuhatını müteşekkirâne temaşa etmek ve sevabdârâne, mücâhidâne, bir nevi kumandan hizmetinde bulunmaktan gelen uhrevî zevki ve şerefi ve dünyada uhrevî meyvesini gösteren hizmet-i îmaniyenin şahsıma ait lezzeti ve imtiyazı, o sırr-ı ihlâs için bırakmak ve kardeşlerime havale etmek ve onların şeref ve zevkleriyle iktifa etmeye nefs-i emmarem dahi muvafakat ederek, dünyanın bu uhrevî ve güzel yüzünde gözümü kapamak ve eceli ve mevti ferahla karşılamağa tam kabul etmesidir.
    Dokuzuncu faidesi: Çoktan beri benim hususî bir virdim ve
    sh»(K:296)
    hiç kaleme alınmayan ve mesleğimizin dört esasından en büyük esası olan şükrün en geniş ve en yüksek mertebesini ihâta eden ve bende çok defa maddî ve manevî hastalıkların bir nevi şifası olan ve ism-i azam ve besmele ile dokuz âyât-ı uzmâyı içine alan ve ondokuz def'a şükür ve hamdi azamî bir tarzda ifade ile, tahmidatın adedleriyle o eşyanın lisan-ı haliyle ettikleri hamd ü senayı niyet ederek, o hadsiz hamdlerin yekûnunu kendi hamdleri içine alarak azametli ve geniş bir tahmidname ve teşekkürname bulunan ve Sekine'deki esma-i sittenin muazzam yeni bir dersini izhar etmeye sebeb olmasıdır.
    Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ve beraetlerini tebrik ederiz.
    (182)
    (Medâr-ı İbret ve Hayret Bir Hâdisedir)
    «Risale-i Nur'un erkân-ı mühimmesinden bir zât yazıyor ki: "Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırılçıplak olarak âlâyişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o cazibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz kemal-i hiddet ve gayz ile onların hayasız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi."
    Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat bugünlerde hem Hüsrev ve kahraman Çelebi zelzeleden haber vermeleri; ve Hüsrev

    ve rüfekasının kanaatıyla, Isparta'nın gürültülü zelzelesi(,) : Isparta'da zelzele esnasında yerden müthiş gürültü geliyordu. karşında Risale-i Nur'u kuvvetli bir kalkan bulmasıyla hiçbir zarar vermemesi; ve Risale-i Nur'a muarız bir hocanın bütün hâsılatını mahveden dolu o muarıza has kalması, başkasına ilişmemesi bir derece kanaat verir ki; ekser vilâyetlere giren ve Adapazar'a girmeyen Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur
    sh»(K:297)
    onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hâdiseye baktım.
    ***
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ
    (183)
    Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerinde siper edilmez. Çünki, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksadlar onunla kasden istenilmez, istenilse ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibadet şeklide değişir. Yani, çocuklar gibi döğüştükleri vakit Kur'an'ı başına siper eder. Başına gelen zarar Kur'an'a geldiği gibi; Risale-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper istimâl edilmemeli.
    Evet Risale-i Nur'a ilişenler tokatlar yerler, yüzer vukuat şahiddir. Fakat Risale-i Nur tokatlarda istimâl edilmez ve niyet ve kasd ile tokatlar gelmez. Çünki sırr-ı ihlas ve sırr-ı ubudiyete münafîdir. Bizler, bizlere zulmedenleri, bizi himaye eden ve Risale-i Nur'da istihdam eden Rabbimize havale ediyoruz.
    Evet dünyaya ait hârika neticeler bazı evrad-ı mühimme gibi, Risale-i Nur'a çokça terettüb ediyor. Fakat onlar istenilmez, belki veriliyor. İllet olamaz, bir faide olabilir. Eğer istemekle olsa illet olur, ihlâsı kırar, o ibadeti kısmen ibtal eder. Çabuk bu hâdiseyi teskin ediniz; yoksa münafıklar istifade edecekler, belki onların parmağı var.
    Evet Risale-i Nur'un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibane mukavemeti, sırr-ı ihlastan ve hiçbir şeye âlet edilme
    sh»(298)
    mesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i îmaniyeden başka bir maksad tâkib etmemesinden ve bazı ehl-i tarîkatın ehemmiyet verdikleri keşf ve kerâmât-ı şahsiyeye ehemmiyet vermemekten ve velayet-i kübra sahibleri olan Sahabîler gibi, veraset-i nübüvvet sırrıyla,

    yalnız îman nurlarını neşretmek ve ehl-i îmanın îmanlarını kurtarmaktır.
    Evet Risale-i Nur'un bu dehşetli zamandaki kazandırdığı iki netice-i muhakkakası herşeyin fevkindedir, başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.
    Birinci neticesi: Sadakat ve kanaatla Risale-i Nur dairesine giren, îmanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senedler var.
    İkinci neticesi: Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle herbir hakikî sâdık şâkird; binler diller ile, kalbler ile dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melâike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerif'teki hakikat-ı Leyle-i Kadir gibi kudsî ve ulvî hakikatları, yüzbin el ile aramaktır. İşte bu gibi netice içindir ki; Risale-i Nur şâkirdleri, hizmet-i nuriyeyi velâyet makamına tercih eder; keşf ü kerâmâtı aramaz; ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz; ve vazife-i İlâhiye olan muvaffakıyet ve halka kabûl ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şân ve şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, "Vazifemiz hizmettir. O yeter" derler.
    Ve sâniyen: Seksen küsur sene kıymetinde bulunan ve Ramazan-ı Şerif'in mecmuunda gizlenen hakikat-ı Leyle-i Kadri kazanmak için, Risale-i Nur şakirdlerinin şirket-i maneviye-i uhreviyeleri muktezasınca, herbiri mütekellim-i maalgayr sîgası olan اَجِرْنَا اِرْحَمْنَا وَاغْفِرْلَنَا gibi tabiratta biz dedikleri vakit, Risale-i Nur'un sâdık şâkirdlerini niyet etmek gerektir. Tâ herbir şâkird, umumun namına münacat edip çalışsın.
    shK:299)
    Ve bu bîçare ve az çalışabilen ve haddinden çok fazla hizmet ondan beklenen bu kardeşinize, o hüsn-ü zanları yanlış çıkarmamak için, geçen Ramazan gibi yardımınızı rica ediyorum.
    * * *
    (184)
    (Birdeb Hatıra Gelen Bir Mes'ele)
    Herşeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü

    musibetlerde, Risale-i Kader'de beyan edildiği gibi, iki sebeb var:
    Biri: Zâhiren esbaba bakan beşerdir.
    Diğeri: Kader-i İlâhîdir. Beşer zâhirî esbaba bakar, bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader başka noktalara bakar, adalet eder. İşte bugünlerde elîm bir endişe ile Risale-i Nur dairesine temas eden üç mes'ele, adalet-i kaderiye noktasında mânevî suale cevaben ihtar edildi.
    Birinci Sûal: «Neden fedakâr, yüksek bir şefkatı taşıyan vâlide; bu zamanda veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi? Kader müsaade eyledi?»
    Gelen cevab şu: «Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarfetmeleridir ki; evlâdım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın diye, bütün kuvvetleriyle evlâdlarını dünyaya, mekteblere sevkediyorlar. Hattâ mütedeyyin de olsa, Kur'anî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti.»
    İkinci Suâl: Risale-i Nur'la münasebetdar bazı zâtlara acıdım. "Neden pederinin malından hakkı iki sülüs iken, o haktan kısmen mahrumiyete kader-i İlahî neden müsaade etti?"
    Gelen cevab: «Şu asırda öyle acib bir aşılamakla, ebeveynine hürmet ve peder ve validesinin şefkatlerine mukabil bilâ-kayd ü şart kemal-i hürmet ve itâat lâzım iken; ekseriyetle o hakikî hürmet ve itaat bozulduğundan, iki sülüs almaktan zulmen mahrum edildiler. Kader, onların kusuruna binaen müsaade
    etti.

    Sh: » (K: 300)
    Kızlar ise; gerçi başka cihetlerde kusurları çok, fakat za'fiyetlerine binaen, himayetkâr ve şefkatkâr ellere ziyade muhtaç bulunduklarından hürmetlerini, peder ve validelerine karşı ihtiyaçlarını hassasiyetle bir cihette ziyadeleştirdiklerinden, beşerin zalim eliyle, kardeşlerinin kısmen haklarını muvakkaten onlara vermeye müsaade etti».
    Üçüncü Suâl:« Bazı mütedeyyin zâtların, dünyadar

    haremleri yüzünden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir?» Bu havalide bu nevi hâdiseler çoktur.
    Gelen cevab: «O mütedeyyin zâtlar, diyanetlerinin muktezası, böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti. Mütebâkisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı.
    * * *
    Azîz Sıddık Kardeşlerim!
    (185)
    Evvelâ: Bu mübarek Ramazan-ı Şerif'teki dualar, ihlâs bulunmak şartıyla inşâallah makbuldür. Fakat maatteessüf ekseriyetçe Risale-i Nur şâkirdlerinin nazarlarını dünyaya çevirmek ve huzur-u kalbi bozmak için bazı taarruzlar yüzünden o ihlâs, o huzur-u tam bir derece zedelenir. Merak etmeyiniz, her şeyi Cenâb-ı Hakk'a havale edip öyle taarruzlara ehemmiyet vermeyin. Âtıf'a da yazınız, merak etmesin ve müteessir olmasın. O da bir kaza-i İlâhîdir. İnşâallah, Sav Hâfız Mehmed'in hâdisesi gibi Risale-i Nur'un lehine dönecektir. (Hâşiye 1)

    Sh: » (K: 301)
    Hem Âtıf'ın parlak hizmeti tevakkufa uğraması (Hâşiye 2)
    (Hâşiye 1): Âtıf'a muaraza eden ve hücum eden tarîkatçı müftü ve taassublu vaiz ve hoca ve ehl-i tarîkat, ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarîkat, bu muarazada, en son perdesini rejim hesabına ve tarafgirliğe ve himayesine dayanıp, Âtıf'ın müdafaa ettiği sünnet-i seniye mesleğine taarruz suretine girdiğini; ve Risale-i Nur'a muaraza eden, bilerek veya bilmeyerek zındıkaya yardım ettiğine bir delil, bu defa adliyece benden sordular ki:
    Kürd Âtıf, rejim aleyhinde çalışıyor. Demek onun muarızları, rejime dayandılar.
    Ben de dedim: «Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer'in (R.A.) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer'iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasara'ya ilişmiyordular. Demek kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir cünha suç teşkil etmiyor ki; o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar. İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur'un şakirdlerinden en müdhiş bir muhalif ve rejim müessisini tel'in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.
    (Hâşiye 2): Şimdi aldığımız haber: Denizli vâlisi, ehemmiyetli bir şifre ile buranın vâlisine, Âtıf mes'elesini i'zam ederek şifre yazmış. Hâfız-ı Hakikî'nin hıfzına dayanıp telaş etmeyiniz, fakat ihtiyat ediniz. Hapsolan Âtıf ve arkadaşlarına teselli veriniz. Ve merak etmesinler, Allah Kerîm'dir ve Rahîm'dir.


    ve gerilemesi; ve merhum Mehmed Zühdü Bedevî'nin yüksek ve geniş hizmetinin perdelenmesini düşünmesi beni ziyade mahzun ettiği hengâmda, elime bir mektub verildi. O mektub, o endişemi izale etti. «Risale-i Nur hizmetinde bir kapı kapansa, daha mühim kapılar açılır, diye kaide yine hükmünü icra etti ki; Sabri gibi Risale-i Nur'un gayet büyük bir rüknünün büyük amucası ve Risale-i Nur'un bir kahramanı olan Tâhirî'nin eniştesi ve Risale-i Nur'un saff-ı evvelinde ve şakirdlerinin başında bir zaman nâzırlık vazifesini gören ve şimdiye kadar da Risale-i Nur hakkında kalbini bozmayan Büyük Hâfız Zühdü'nün samimî kemal-i sadakat ve ihlâsını gösteren mektubiyla; ve Hûlûsi-i sâlis Abdullah Çavuş'un Hâşiyesinde tasdikle, bu eski ve yeni gayyur kardeşimiz Büyük Zühdü, resmiyete bakmayarak, Risale-i Nur'un mühim vazifelerinden olan masumlara Kur'an dersini vermekle gösterildi ki; merhum Zühdü Bedeî yerine, bu Büyük Zühdü'yü yeni veriyor. Ve Âtıf'ın tevakkufu yerine, bu müdakkik ve muktedir ve hatib Büyük Hâfız Zühdü'yü faaliyete getirdi. Cenab-ı Hakk'a şükrediyoruz. Bugünden itibaren, Risale-i Nur'un has şakirdleri içinde şirket-i maneviye-i nuriyeden hissedar olmasını ve is
    sh»(K:302)
    miyle duaya girdiğini selâmımla beraber tebliğ ediniz...
    * * *
    بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ اَلْحَمْدُ ِللَّهِ عَلَى نَعْمَآئِهِ
    (186)
    Risale-i Nur'un silsile-i kerâmâtından Mu'cizat-ı Ahmediye ve kerametli Yirmidokuzuncu Söz ve İşârât-ül İ'caz'ın himayetkârâne ve mu'cizane yeni bir kerametleri şudur ki: Bu Ramazan-ı Şerif'in başında doktorun ihbarıyla ve kuvvetli emarelerin delaletiyle ve birden hararet kırk dereceden geçmesiyle tebeyyün eden, zehirlemekten gelen şiddetli hastalık hengâmında, kardeşimiz Âtıf'ın habbe gibi hâdisesini, hariç vâliler kubbe yaparak; buranın hem adliye, hem zabıta, hem vilâyete şifrelerle Risale-i Nur aleyhine sevkedildiği aynı zamanda, iki saat evvel Mu'cizat-ı Ahmediye İstanbul'dan koşup imdada gelmiş. Masada iken, Yirmidokuzuncu Söz ve kerametli

    İşârât-ül İ'caz Tosya kasabasından imdada gelmiş gibi aynı vakitte yaldızlı cildleriyle masa üzerinde dururken, onların müsadere endişesi ve elliden ziyade sair risalelerin de namazsız ellerin zabtına geçmek ihtimali ve şiddetli hastalığın konuşturmamak vaziyetiyle beraber; Risale-i Nur'un o üç kerametli risaleleri, öyle hârika bir himayet ve muhafazaya vesile ve o zehirlendirmeye panzehir ve tiryâk oldu ki, bu hale muttali olan bizler şimdi de hayretteyiz. Güya hiçbir hastalık yokmuş gibi, gayet kuvvetli, hem şiddetli tokatlar vurarak o düşmanlık vaziyeti dostluğa çevrildi.
    Hem adliyenin büyük me'murları ve taharri komiserleri, şiddetli taharri ve müsadere için geldikleri halde; elliden ziyade kitablardan hiçbirine el uzatmadan, yalnız o risalelerin kerametlerini kısmen dinleyerek onların mânevî himayeti altında risaleler muhafaza edildi. Yalnız Müdafaat ve Onaltıncı Mektub ve Ramazaniye Risalesi'ni mütâlaa etmek için biz verdik. Üçüncü günde, daha şiddetli arama ve taharri etmek, zabıtanın siyasî komiseri bir taharri komiseriyle geldiği vakitten iki-üç saat evvel, üç kerametli risalelerin kumandasında bütün ri
    sh»(K:303)
    saleler kendilerini ellere vermemek için ortada görünmediler. Bütün iki saat o taharri neticesinde, Ankara'dan gelen bir Ramazan tebrikiyle, bir Ramazaniye Risalesini elde ettiler. Mütâlaadan sonra iade etmek va'diyle aldılar. Bütün bu hâlât, yüksekte duran Mu'cizatlı Kur'an-ı Azîmüşşan ile beraber, i'cazlı Hizb-i Kur'anî'nin nüshaları ve Hizb-i Nurî'nin risaleleri bu hârika vaziyeti gösterdiler. Cenab-ı Hakk'a onların hurufatı adedince ve şehr-i Ramazan'ın dakikalarının âşireleri sayısınca hamd ü sena ediyoruz. Elhamdülillahî alâküllihal.
    Hem hastalıktan gelen teessür ve Âtıf' hâdisesiyle kalbime gelen teellüm ve onlara acımak ve Isparta'ya sirayet etmek endişesinden neş'et eden sıkıntı ve bu mübarek şehirde Risale-i Nur'un سِرًّا تَنَوَّرَتْ perdesi altına girmesi ve üçüncü günde o iki taharriden sonra, akşama kadar gelen ve gidenlerin

    mütemadiyen tarassud edilmesi ve Emin'in hanesi de birşey bulunmadan taharri edilmesi cihetiyle ziyade muzdarib ve müteellim iken; Cenâb-ı Erhamürrâhimîn'in rahmetiyle, şimdiye kadar devam eden inâyet-i İlâhiye himayeti ve rıza, teslim, tevekkül ve ihlasın verdikleri teselli, bütün o müz'iç şeyleri akîm bıraktı. Kemal-i ferah ve istirahatla "Görelim Mevlâ neyler. Neylerse güzel eyler" deyip, kemal-i teslimiyetle müsterih olduk. Siz de öyle olunuz...... fütur getirmeyiniz.
    Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ederiz.
    Hastalık devam ediyor; fakat tahammül haricinde değil. O musibet de, Risale-i Nur'un parlak neşriyatına tevakkuf vermek için idi.
    Kardeşiniz
    SAÎD NURSÎ


    (187)
    Ramazan-ı Şerif'ten bir gün evvel gizli zındık düşmanlarımtarafından kuvvetli ihtimal verdiğimiz ve doktorun tasdikiyle bir zehirlenmek hastalığıile hararetim doktorun ihbariyle kırk dereceden geçmeye başlamış iken adliyemüddeumûmileri ve

    Sh:»(K: 304)
    taharri komiserleri menzilimi taharriye geldiler. Ben sonra başımıza gelen budehşetli taarruzu bir hiss-i kablelvuku ile anlayarak ve şiddetli zehirli hastalığımıda ölüme gidiyor diye Isparta Vilayeti'nde kıymetdar kardeşlerim kucaklarındateslim-i ruh edip o mübarek toprakta defn olmamı kalben niyaz ettim. Ve Hizb-iKur'ânî'yi açtım. Birden bu âyet-i kerime
    وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِرَبِّكَ
    karşıma çıktı. Bana bak dedi. Baktım; üç kuvvetli emâre ilemânâ-yı işârî cihetinde bana teselli veriyor.
    Şimdi başımıza gelen bu musîbeti hiçe indirdi. Ve Isparta'ya mevkufenbeşinci nefyimi, o kalbî duâmın kabul olmasına delil eyledi.
    Birinci Emâre: Şeddeler sayılır, hesab-ı ebcedî ile bin üç yüzaltmış iki ederek bu senenin arâbî aynı tarihine tevâfuk edip der:
    Sabreyle! Başına gelen kâzâ-i Rabbâniye teslim ol. Sen inayet gözüaltındasın, merak etme. Gecelerde yaptığın tesbihat ve tahmidât'a devam eyle.
    TAHLİL : Üç رaltı yüz; dört ن iki yüz; bir س ´bir م yüz; bir ص birف bir م iki yüz on; dört ك birع yüzelli; üç د , bir و bir ى kırk; bir ل dokuz ب bir د bir و dört,ا altmış iki eder; yekûnu (1362) bin üç yüz altmış iki ederek, bu seneninaynı tarihine ve başımıza gelen musîbetin aynı dakikasına tam tamınatevâ-fuku, kuvvetli bir emâredir.
    İkinci Emâre : Bu âyetin mânâsı tam tamına, hakkımda,me'mûlümün çok fevkinde aynen müşahede ettim ve üçüncü emareninbeyânına şimdilik lüzum olmadığından yazdırılmadı.
    Said Nursî

    Sh:»(K: 305)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ ايَّامِ اْلفِرَاقِ
    (188)
    Aziz Kardeşlerim,
    Sizin ile pek çok alakadar ve görüşmeye pek çok müştakım. Vevaziyetinizi bu soğuk kışta merak ederim. Hayalen sizin ile görüşürken bir ikinokta hatıra geldi, beyan ediyorum.
    Birincisi: Ondokuzuncu Söz'ün âhirinde Kur'an'daki tekrarın ekser hikmetleri,Risale-i Nur'da dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tam tamına vardır. O hikmetşudur ki:
    Herkes her vakit Kur'an'a muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur'ân'ıokumağa muktedir olamaz. Fakat bir Sûreye galiben muktedir olur. Onun için enmühim makasıd-ı Kur'âniye ekser uzun Sûrelerde dercedilerek ; herbir Sûreküçük bir Kur'ân hükmüne geçmiş. Demek hiçbir kimseyi mahrum etmemekiçin haşir ve tevhid ve Kıssa-i Mûsâ (A.S.) gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş.Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı def'a haberim olmadan, ihtiyarım verızam olmadığı halde, bazı ince hakaik-ı îmaniye ve kuvvetli hüccetlerimüteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben bu hayret ederdim... Neden bunlar banaunutturulmuş? Tekrar yazdırılmış? Sonra kat'î bir surette bildim ki : Herkes buzamanda Risale-i Nur'a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamamokuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayıelde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes'eleleri onda okuyabilir ve gıda gibiher zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütâlaasını tekrar eder.
    İkinci Bir Nokta: Âyet-ül-Kübrâ'dan çıkan "Vird-ül Ekber"nâmındaki arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münâcât'ın başındakiâyetin tefsiri diye arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa münasibdir. Bizde nüshamızda yazdık.

    Sh:»(K: 306)
    Üçüncü Nokta: Aziz kardeşlerim! Çok defa kalbime geliyordu. Nedenİmam-ı Ali (R.A.) Risale-i Nur'a ve bilhassa Âyet-ül-Kübrâ Risalesi'ne ziyadeehemmiyet vermiş? diye sırrını beklerdim. Lillâhilhamd ihtar edildi. İnkişafeden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işâret ediyorum. Şöyle ki:
    Risale-i Nur'un mümtâz bir hâsiyeti, imanın en son ve en küllî istinadnoktasını, kuvvetli ve kat'î beyan olduğundan, bu hâsiyet Âyet-ül-KübraRisalesi'nde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür veîman en son mnokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Meselâ: Nasıl ki,gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleritoplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyükordusunun cihazât-ı muharribesini kendi taburuna imdad ve kuvve-i mâneviyesinifevkalâde takviye için her vasıtayı isti'mal ederek, ehl-i îman taburunun kuvve-imâneviyesini bozmak ve efradının tesânüdünü kırmak için her vesileyikullanır. Ehemmiyetli bir istinadgahını kendine temâyül ettirerek ihtiyat kuvvetinidağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cemiyet ve komitecilik ruhiylemütesânid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i mâneviyesinimahvetmeğe çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, o taburader : "Me'yus olma ! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlûbedilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansakarşısına çıkamaz. Senin şimdilik mağlûbiyetinin bir sebebi, bir cemaate vebir şahs-ı mâneviye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin,istinad noktaları dairelerinden mânen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i mâneviye ile birşahs-ı mânevî ve bir cemiyet hükmüne geçsin" dedi ve tam kanaat verdi.
    Aynen öyle de, ehl-i îmana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaatzamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mâyesiyle bir şahs-ı mânevi ve birruh-u habîs olmuş. Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyibozuyor. Ve avâmın taklidî itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyiyırtıyor ve hayat-ı îmaniyeyi yaşatan, an'ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyiyandırıyor. Herbir müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmayame'yusane

    Sh:»(K: 307)
    çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti. Kâinâtı ihata eden sonordusunu (*) gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî, mânevî imdat getirmekhizmetinde hârika bir emirber nefer olarak Âyet-ül Kübra Risalesi'ni İmam-ı Ali(R.A.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.
    Temsildeki sâir noktaları tatbik ediniz, tâ o sırrın bir hülâsası sizegörünsün.
    SaidNursî


    -----------
    (*): Kâinatı dağıtamayan bir kuvvet onu bozamaz.

    Sh:»(K: 308)
    بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
    يَااَللَّهُ * يَارَحْمَنُ * يَارَحِيمُ * يَافَرْدُ * يَاحَىُّ * يَاقَيُّومُ * يَاحَكَمُ * يَاعَدْلُ * يَاقُدُّوسُ

    Yâ Allah, Yâ Rahman, Yâ Rahîm, Yâ Ferd, Yâ Hay, Yâ Kayyum, YâHakem, Yâ Adl, Yâ kuddûs.
    İsm-i Âzamın hakkına ve Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyânın hürmetineve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalât-ü Vesselâmın şerefine... Bu KastamonuLâhikasını bastıranları ve mübârek yardımcılarını ve Risale-i Nurtalebelerini Cennet-ül-Firdevst saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin... Ve hizmet-iîmaniye ve Kur'âniyede dâima muvaffak eyle. Âmin... Ve defter-i hasenatlarına bumecmuanın herbir harfine mukabil bin hasene yazdır. Âmin..... Ve Nurlarınneşrinde sebat ve devam ve ihlâs ihsan eyle. Âmin...
    Yâ Erhamerrâhimîn! .. Umum Risale-i Nur Şâkirdlerini iki cihanda mes'udeyle. Âmin.... İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmin...Ve bu âciz ve biçâre Said'in kusurâtını affeyle. Âmin....
    Umum NurŞâkirdleri
    nâmına
    SaidNursî
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)

    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    (176)
    Bu iki günde iki küçük hâdiseler, dört-beş mes'eleleri tahattur ettirdi:
    Birincisi: Salahaddin Ankara'dan yazıyor ki, tarîkat aleyhinde tecavüze başlamışlar. Hem Ankara'da, hem şarkta o mes'elede tevkifat varmış. Risale-i Nur şakirdleri her tarafta inayet-i Rabbaniye altında mahfuz kalıyorlar. Onların kuvvetli ihlası ve tesanüdleri ve ihtiyatları, o inayeti haklarında devam ettiriyor.
    İkincisi: Bugünlerde herkes sıkıntıdan şekva ediyor. Âdeta manevî havanın bozukluğundan, maddî ve umumî bir sıkıntı hastalığını vermiş. Hattâ bana da bir gün sirayet etti.

    Bizim her derdimize ilâç olan Risale-i Nur ile meşgul olanlarda, o sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır.
    Üçüncüsü: Merhum Mehmed Zühdü'nün vefatı, Risale-i Nur'un hizmeti noktasında bizi çok müteessir etti. Fakat birden, geçen sene Hâfız Mehmed'in bütün müsadere edilen risalelerini, on gün zarfında köyündeki Risale-i Nur şakirdleri tarafından yazıp ona vermek, çok merdane taahhüdleri hâtırıma geldi ve anladım ki; arslanlar yatağı olan Isparta ve havalisi, Mehmed Zühdü'nün hizmetini muzaaf bir surette yapacaklar ve o boşluğu dolduracaklar.
    sh»(K:282)
    Dördüncüsü: Lâhika'ya giren Isparta'lı kardeşlerimizin mektublarının bazılarında, üstadları hakkında ifrat ile tavsifat gördüm. Kendime baktım, o vasıflardan zekâtı da bana düşmüyor, benim hakkım değil. Dedim: "Acaba bu hakikatperest kardeşlerim çok ikazatımla beraber, bu hüsn-ü zan ifratında hem devamlarında faideleri nedir?" Kalbe ihtar edildi ki: "Onlar ve memleketleri Isparta havalisi, onların en büyük hüsn-ü zanları derecesinde hüsn-ü zanlarının yümnünü gördükleri için, Beşkazalı Osman-ı Hâlidî ve Topal Şükrü gibi ehl-i velayete iktidaen, o nokta-i nazardan ifrat etmemişler, bir hakikat görmüşler. Fakat nasıl keşfiyat te'vile ve rü'yalar tabire muhtaçtır; husûsî hükümler tâmim edilse, bir cihette hata görünür.
    Öyle de onlar, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsinin kendilerine ve memleketlerine ettiği faideyi, o şahs-ı mânevînin mümessillerinden birisi olan üstad dedikleri bu kardeşlerine verip, o memleket hâdisesini umumî bir hâdise nazarıyla bakıp tâmim ederek, müfritâne bir hüsn-ü zan suretinde göründü."
    Beşincisi: Hatıra geldi ki, Risale-i Nur'un eczaları çoktur. Herkes muhtaç olduğu halde bütününü elde edemez. Birden "Hüccetullah-ül Baliga" Mecmuası, hâtıra cevab olarak geldi.
    Evet Risale-i Nur'dan kesretli mecmualar çıkar ki, herbiri küçük fakat kuvvetli Risale-i Nur olur. Her muhtacın eline

    geçebilir. Bu münasebetle, Yirmibeşinci Söz'ün zeyillerini düşündüm. Şimdi benim yanımda dört-beş nüsha var, zeyilsizdirler. Mübareklerin bu de'fa gönderdikleri nüshanın zeylinde Rumuzat-ı Semaniye fihristesinden noksan alınmış Sûre-iاِذَا جَآءَ نَصْرُ اللَّهِ ve اِنَّآ اَعْطَيْنَا daki onüç elif, parmak ile ve Fatiha'da onüç el ile işaretleri ve اِنَّا اَنْزَلْنَا işareti gibi ehemmiyetli parçalar yoktur. Dünkü gün اَللَّهُ نُورُ السَّمَوَاتِ âyetine dair Yirmidokuzuncu Mektub'un âhirinde, seyahat-ı hayaliye ve seyr-i kalbî risaleciğini okudum. Ve Birinci Şua'da bu âyet, Risale-i Nur'a işaretini tahattur ettim. Dedim: Bu iki nükte-i Nuriye ve
    sh»(K:283)
    تَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَاتَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ hüccet, nükte ve hâşiyesiyle beraber Mu'cize-i Kur'aniye zeyilleri içine girse münasib olur. Siz dahi münasib görseniz yazılsın. İ'câz-ı Kur'an nüktelerine ait mühim parça bulsanız ilâve edebilirsiniz.
    Altıncısı: Seksen küsur sene mânevî ve bâki bir ömrü kazandırmak sırrını taşıyan şuhur-u selâsenizi ve Leyle-i Regaibinizi bütün ruhumla tebrik ediyorum. İki-üç gün evvel, Yirmiikinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki; içinde hem küllî zikir, hem geniş fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli îman dersi, hem gafletsiz huzur, hem kudsî hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Bir kısım şakirdlerin ibadet niyetiyle risaleleri ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Bârekâllah dedim. Hak verdim.
    Bu mektubdaki beş-altı mes'eleyi yazarken, Nur fabrikası sahibi Hâfız Ali'nin mektubuyla, ihlasta ve çalışmakta ve ince düşünmekte mümtaz Hasan Âtıf'ın mektubunu aldık. Hâfız Ali'nin mektubunda, Risale-i Nur şakirdlerinde sırr-ı ihlâsın ne derece yüksek bir terk-i enaniyet ve hazz-ı nefsîden teberri etmek gibi, ihlasın en yüksek seciyeleri Risale-i Nur şakirdlerinde tezahür ediyor diye bir delil oldu.
    Ezcümle, Hâfız Ali diyor ki: Hüsrev kardeşimiz kendi kalemiyle yazılan "Mu'cizatlı Kur'an'ı fotoğrafla tab'ına tarafdar olmaması ve demir harflerle müsaade oluncaya kadar beklemeye tarafdar olması, onun fevkalâde ihlasına ve nefsin huzuzatından teberrisine kat'î delildir. Çünki fotoğrafla tab'edilse, onun kendi hattı olduğu için, binler Kur'an nüshalarını kendi eliyle yazmış gibi Âlem-i İslâm'ın manevî nazarında ve uhrevî sevab cihetinde büyük ve masumâne ve zararsız bir makamı terkedip ihlâsın sırrı için hazzını unutarak, demir harflere tarafdar olmuş. Ve gösterdiği yanlışlar düşmek sebebi ise, demir harflerde üç defa tab'a girmek noktasında dahi o yanlışlar bulunabilir.
    sh»(K:284)
    Elhâsıl: Hâfız Ali'nin ihlâsından gelen ifadesi ve Hüsrev'i fevkalâde ihlâs noktasında takdir etmesi; ve Hüsrev de gayet büyük ve bâki bir hissesini bırakıp benim eskiden beri tekrar ettiğim bir dâvâm ki; "Risale-i Nur'un hakikî şakirdleri hizmet-i îmaniyeyi herşeyin fevkinde görür, kutbiyet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder" beni o dâvâda bilfiil tasdik etmesi cihetinden, bütün kuvvetimizle bu gibi kardeşlerimizi tebrik ediyoruz.
    Kardeşimiz Hasan Âtıf'ın mektubundan anladık ki, hakikaten tam çalışıyor. Kendi tâbiriyle, Risale-i Nur'un mücahidlerinin ve efelerinin kalem yâdigârlarını bize hediye olarak irsâl ettiğine mukabil, deriz: Cenab-ı Hak ebeden onlardan razı olsun. Ve daha çok manidar yazdığı cümleler içinde, bir parça ehl-i bid'aya şiddet gördüm. Zaman, zemin, Risale-i Nur'un müsbet mesleği, ehl-i bid'a ile değil fiilen, belki fikren ve zihnen dahi meşgul olmağa müsaade etmez. İhtiyat her vakit lâzım. O hâlis kardeşimiz, inşâallah oralarda kendi gibi çok hâlis şakirdleri yetiştirecek. Biz buradaki duamızda, Âtıf'la beraber oradaki bütün rüfekalarını teşrik ediyoruz. Ben bizzât onlarla muhabere etmek istiyorum, fakat madem Isparta o vazifeyi daha mükemmel yapıyor. O vazifeyi onlara bırakıyorum.
    Hâfız Ali'nin mektubunun âhirinde, Medrese-i Nuriye kahramanlarından

    ve Hüsrev sisteminde Ahmed ve kardeşi Süleyman hakkında takdiratı, bizi mesrur eyledi. Zaten o Medrese-i Nuriye şakirdleri benim nazarımda, eskiden beri bir gaye-i hayalim olan Medreset-üz Zehra'nın talebeleri suretinde düşünüyordum. Ve derdim: "Onlar bunlar oldu veya bunlar onların dümdarlarıdır."
    * * *
    sh»(K:285)
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!

    (177)
    Sizin mi'racınızı tebrik ve Mi'rac Sahibi'nin (A.S.M.) sünnet-i seniyesine sizi ve bizi tam muvaffak eylemesine rahmet-i İlâiyeden niyaz ediyoruz. Size, bu bir-iki gün zarfında nazar-ı dikkati celbeden bir-iki küçük mes'eleyi yazıyorum:
    Evvelâ: Risale-i Nur şakirdlerinin bir kısmı bekâr kalmaklığın çok sebeblerinden bir sebebini gösteren bir hâdise. Bugünlerde, gençlik darbesini yiyen ve bekâr kalan ve teselli bulmak için Risale-i Nur ile alâkadarlığa çalışan ve mühim bir mektebde ders almağa meşgul ve ehemmiyetli bir adamın kerimesi bulunan hanıma, icmalen bir hakikat söyledim. Belki o havalide bazılara faidesi var diye yazıyorum.
    Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye olan tenasül kanununa daha girme. Çünki o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin aldığı muvakkat lezzet ve keyf bir derece bidayette kâfi geliyor. Fakat bîçare kadın, o vazife-i fıtriyede bir sene ağır yükü çekmeye ve bir-iki sene veledin meşakkatine, beslenmesine ve açık-saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsızlık ittihamı ve kocasının da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimî merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdanî azablara mukabil; izdivacda aldığı muvakkat bir keyf ve lezzet, bu bozuk zamanda ona o vazifeye mukabil yüzden birisine mukabil gelemiyor. Ve bilhassa küfüvv-ü şer'î tabir edilen, birbirine seciyeten veya

    diyaneten liyakat bulunmadığından daha ziyade azab çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman nâı altında olanlar, îmandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor, Cehennem azabı çektiriyor.
    sh»(K:286)
    Hem peder hem valide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada kemal-i hürmet ve itâtla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sâıkane bir itât ve vefatlarından sonra sâahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a'maline hasenat yazdırmak ve onbeş seneden evvel mâumen ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçı olmak ve Cennet'te onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır.
    Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk,-ancak-peder ve validesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendâeyi gösterir. Mütebâkisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakikî ve sâdık dostlar olan peder ve vâlidesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: "Neden beni îmanla terbiye ettirmediniz?" Şefaat yerinde, şekvacı olur.
    İkinci Mes'ele: Dünkü gün, beş tevafuk-u lâtifeden kat'î bir kanaat bize geldi ki; en cüz'î ve ehemmiyetsiz işlerimizde de inayetkârâne bir dikkat altındayız.
    Birincisi: Ben kapıya çıktığım vakit, me'mulün hilafında Risale-i Nur şakirdlerinden dört tane Ahmed'ler -bana alâkâdar birer maksadı yapacak- birden beraber kapıya geldiler. İki tane köylerden, ikisi de burada ayrı ayrı mahallelerden.
    Hem yine Risale-i Nur'un mühim bir talebesi Köroğlu Ahmed'e bir mikdar yoğurt, hem teberrük, hem tayin olarak verdik. Daha elinde yoğurdu tutarken, Risale-i Nur'un masum talebelerinden Hilmi'nin mahdumu Ahmed, elinde öteki Ahmed'e verdiğim mikdar yoğurtla kapıyı açtı. Risale-i Nur talebelerinden

    altı Ahmed'in bir günde bu çeşit tevafukatı tesadüfe benzemez, belki o Ahmed'lere nazar-ı dikkati celbeden bir işarettir.
    İkincisi: Muhacir, fakir bir kadın benden bir teberrük istedi. Ben de bir gömlek verdim. Beş dakika sonra, aynı isimde bir kadın, bir gömleği bana kabul ettirmek için mühim bir vasıtayı bulup gönderdi. Tevafuk hatırı için kabûl ettim.
    Hem aynı gün, bazı müstehak zâtlara yarı yağımı verirken
    sh»(K:287)
    kap fazla almış, pek az bana kaldı. Aynen, onlar daha o yağı almadan -benim niyetimde- bana kalacak mikdar kadar, uzak bir köyden kitablarımı okumak mukabilinde geldi. Onu da, o tevafuk hatırı için kabul ettim.
    Üçüncüsü: Aynı günde ben, at üzerinde seyahata (gezmeye) giderken, arkamda bir atlı sür'atle geliyor. İndi, ayağıma üzengiye sarıldı. Tanımadığım bir adam. Dedim: "Sen kimsin? Bu kadar dostluk gösteriyorsun." Dedi: "Ben Kozca hatibiyim." Halbuki Kastamonu'da hiç bu namda bir karye bulunduğunu bilmiyordum. Sonra geldim. İki Isparta'lı asker yanıma geldiler. Birisi dedi: "Ben Kozca hatibinden sana mektub getirdim." Bu acib tevafuk bana, bu iki ayrı ayrı vilayette, hem böyle tevafuk etmeleri, Risale-i Nur hizmetinde sadakatla çalışmalarına bir işarettir. Bu münasebetle Sabri, Kozca hatibine benim tarafımdan çok selâm etsin. Onu, has talebeler içinde manevî kazançlara şerik ediyoruz. Hususî mektub yazmak âdetimiz olmadığından, ona ayrıca mektub yazamadığımızdan gücenmesin. Tatlı bir tevafukun meyvesini, aynı gün daha şirin bir tarzda gördüm. Şöyle ki:
    İki asker, kemal-i sevinçle gayet dostane "Sen Isparta'lısın, bizim hemşehrimizsin." Ben de dedim: "Maaliftihar, her cihetle Ispartalıyım. Isparta, taşıyla toprağıyla benim nazarımda mübarektir, benim vatanımdır. Ve herbiri yüze mukabil, yüzer ve binler hakikî kardeşlerimin meskat-ı re'sleridir."
    Evet bu havaliye gelen Isparta'lılar asker olsun başkalar olsun, ekseriyet-i mutlaka ile beni hemşehri biliyorlar. Hangisi


    benimle görüşüyor, "Sen Isparta'lı mısın?" Ben de diyorum: Maaliftihar, ben Isparta'lıyım. Ve Isparta'da o kadar hakikî kardeşlerim ve kariblerim var ki, meskat-ı re'sim olan Nurs Karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Isparta'nın bir küçük evlâdı hükmünde olan Isparta Nahiyemize, büyük Isparta'nın bir tek köyünü tercih ediyorum. O kadar hâlis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta taşı da, toprağı da, bana ve belki Anadolu'ya mübarek olmuş. İnşâallah hem Anadolu'ya, hem Âlem-i İslâm'a neşrettikleri nur tohumları bir rahmete mazhar olur, sünbül verir. Hem gıda, hem ziya, hem deva olup; manevî galâ ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır.
    sh»(K:288)
    Dördüncüsü: Sâbık üç tevafuku yazdıktan sonra, büyük Hâfız Ali'nin gayet güzel mektubuyla, Hulusi-i sâlis Abdullah Çavuş'un manidar mektubu ve Hulusi Bey'in ve Kâtib Osman'ın kıymetli mektublarını aldım. Hâfız Ali'nin mektubunda yazdığı şu fıkra, Konya

    âlimlerinin Risale-i Nur'u yazmakta ve takdir etmekte olduklarını ve tefsir sahibi Hoca Vehbi'nin (R.H.) Risale-i İhlâs karşısında mağlubiyetle beraber, Risale-i Nur'a karşı hayran ve takdirkâr olması münasebetiyle, Hâfız Ali demiş: "Risale-i Nur'un bir kerametidir; öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana et verir. O arslan hocanın en evvel İhlas Risaleleri eline geçmiş."
    İşte Hâfız Ali'nin bu mektubunu aldığımdan ya altı, ya yedi gün evvel, Karadağ'dan inerken birden diyordum: "Yahu! Ata et, arslana ot atma; arslana et, ata ot ver." Bu kelimeyi beş-altı defa hoşuma gitmiş tekrar ediyordum. Ya Hâfız Ali benden evvel yazmış, bana da söylettirdi veyahut ben evvel söylemişim, ona yazdırılmış. Yalnız bu garib tevafukta bir farkımız var. O, öküze ot demiş; ben, ata ot demişim.
    * * *
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    (178)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim ve İzmet-i Îmaniyede Kuvvetli, Metin, Ciddî, Sarsılmaz, Fedakâr Arkadaşlarım ve Seyahat-ı Berzahiye ve Uhreviyede Nuranî Yoldaşlarım!
    Sizin, herbir dirhemi yüz dirhem şüheda kanı kadar kıymetdar siyah nuru akıtan mübarek kalemlerinizin bu def'aki kudsî hediyelerin her bir harfine mukabil, Cenab-ı Erhamürrâhimîn sizlere bin rahmet eylesin, âmin.
    Bu gaflet ve sıkıntılı ve usançlı mevsimde ve dünya meşgaleleri içinde bu fedakârane gayretiniz ve sa'yiniz, hakikaten bir inayet-i hassadır ve bir keramet-i nuriyedir. Cenab-ı Hak sizler
    sh»(K:289)
    den ebeden rzı olsun, âmin.
    Elmas kalemlerini, bize yardım için, yirmibir Abdurrahman ve Abdülmecid'lerin bu kadar çabuk nüshaları yetiştirmeleri ve kabri pürnur olan Mehmed Zühdü'nün, berzahta dahi kalemini bizim hesabımıza istimâ etmesi hükmünde, onun metrukâtından nüshaları gönderilmesi; bizi derinden derine sürurla şükre sevketti.
    Eski talebeliğim zamanında mevsuk zalardan, onlar da mühim imamlardan naklederek işittim ki: "Ciddî, müştak, hâlis talebe-i ulûm, tahsilde iken vefat ettikleri zaman, berzahta aynı tahsil misâli ve bir medrese-i mâneviyede bulunuyor gibi; o âleme muvafık bir vaziyet ihsan ediliyor." diye o zaman talebe-i ulûm içinde çok def'a medar-ı bahs oluyordu. Şimdi bu vakitte, talebe-i ulûmun en hâlisleri Risale-i Nur talebeleri olduğundan; elbette merhum Mehmed Zühdü, Âsım ve Lütfü gibi zâtların vazifeleri devam ediyor. Defter-i a'mallerine hasenat yazmak için, mânevî kalemleri inşâallah işliyorlar.
    Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür ediyoruz ki; sizdeki fevkalâde gayret ve çalışmak, matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bu defa gönderdiğiniz risaleler çok güzel, çok mükemmel, çok da lüzumlu. Fakat ben sehvetmiştim. Onbirinci Lem'a ile Telvihat-ı Tis'a-yı yazmadığımız halde, yazmışım zannediyordum.
    Minhac-üs Sünne bizde var. Onbir nükteden ibaret olan

    Onbirinci Lem'a, Mirkat-üs Sünne ve Telvihat-ı Tis'a ile ve ona zeyl olarak dört hatveden ibaret, Risale-i Kader'in zeyli iken Onyedinci Söz'ün zeyline giren parça dahi Telvihat'a zeyl olarak 0yazılsa münasib olur. اَللَّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin tecellisine bakan bir seyahat-ı kalbiye-i hayaliyeye dair iki-üç sahifelik Yirmidokuzuncu Mektub'un âhir kısımlarındaki parça dahi içlerinde bulunsa güzel olur. Şimdi size, musibet yüzünden bir inâyet-i hâssayı, fazla dua etmenize vesile olmak için yazıyorum:
    Bugün dört saat evvel ben yalnız, Karadağ'ın hâlî ormanları içinde idim. Gayet titiz bir ata binmiştim. Ben binerken, bir-
    sh»(K:290)
    den dizgin kayışı koptu. O da fena ürktü, ma'reke takıldı. Beni öyle fena bir tarzda çiftelerle yere düşürdü. Ben o halde sol elim vsol ayağım kırılmış gibi ihtimal verdiğim gibi, vaziyet de öyle gösteriyordu. At da başkasının malı. O hâlî orman içine daldı. Etrafta kimse yok ki, imdada yetişsin. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür ediyorum, el ayağım kırılmamış, çok ziyade incinmiş iken şemsiye ile yürüyebildim. O titiz at da ormana yolsuz bir istikamete, benim yürüyüşümle yürüyerek, onbeş dakikalık bir mesafeye bir saatte yetiştik. At su içmekte iken, Nuriye isminde bir kadın geldi. Elinde ekmek, bir parça ekmeği ata verip, tutuldu. Ben de Cenâb-ı Hakk'a şükür, o vakit binebildim, odaya geldim. Birden öyle bir tufanlı yağmur oldu, hücremin önünde bir sel olarak gördük. Eğer o su, o Nuriye'ye rast gelmeseydi; o hâlî yerde, o yağmur altında, at da başkasının malı, kaybolmak gibi çok musibetlerden Cenâb-ı Hak muhafaza eyledi. Bu küçük musibette dokuz cihette nimet olduğunu tasdik ettik. Ve bu nevi hıfz u himayet, sizlerin samimî dualarınızın bir neticesi olduğu kanaatındayız. Ve bu dokuz cihetle medar-ı şükran hâdise, dün aldığımız hediye-i nuriyenin çok faideli olduğuna işarettir. Çünki darb-ı meselde meşhurdur ki: Bir şeyde zahmet meşakkat, alâmet-i makbuliyettir.

    Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ve dualarını istiyoruz.
    * * *

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    (179)
    Azîz, Sıddık, Mübarek Kardeşlerim!
    Bu mübarek eyyam ve leyâli-i şerifede mübarek dualarınıza daha ziyade ihtiyacımı göstermek için, bundan evvelki mektubda, titiz atın yüzünden gelen musibet gerçi ondan dokuzu nime-
    sh»(K:291)
    te inkılâb etti. Ondan birisi, eskiden beri bende bulunan kulunç illetine ve romatizma hastalığına iltihak edip, beni yatağa düşürdü. Fakat merak etmeyiniz, ben kalkıyorum geziyorum. Kat'iyen -bugün gönderdiğiniz risaleleri tashih ederken- kanaatım geldi ki; o musibetin bâki kalan ondan birisi, on derece bir nimet hükmünde oldu. Ve on adedden ziyade faidelerinden bir faidesi şudur ki. Ben tashihatta gerçi usanmıyordum, fakat her tashihte yine ders alıp istifade etmek bir âdetimdi. Bazı çok zevk alıyordum. Bu mevsimde dağlarda, bağlardaki güzel san'at-ı İlâhiyeyi temaşa zevki, o tashihteki zevkime galebe ediyordu. Bu yeni musibetteki mütemadiyen kendini ihsas eden hastalık, kemal-i zevk şevkle Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm'ın Lem'asıyla, Hastalık Lem'asını her nüshada yeniden görüyorum gibi okuyup tashih ediyorum. Kat'iyen şübhem kalmadı ki; o zahmetli hastalık, o lezzetli, rahmetli vazife-i nuriye için verilmiş. Gerçi harekâtımda, namaz ve abdestte sıkıntı veriyor; fakat hastalıkla ubudiyet muzaaf sevabı olduğu gibi, bu tashihat-vazife-i nuriyedeki zevk, o sıkıntıları hiçe indirdi.اَلْحَمْدُ ِللَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَ الضَّلاَلِ
    Sâniyen: Sizin nüshalarınızda bazan bir yanlış, birkaç nüshada aynen bulunur. Demek mânâ iyi anlaşılmamış, öyle kalmış. Meselâ: İktisad'ın âhirlerinde Hüsrev'in Hâşiyesinde beşinci satırında: "Ulema ise, masraflarından mallarının kıymetini bilmedikleri" cümlesi yanlıştır. Sahihi ise, "Ulema ise, marifetlerinden mallarının kıymetini bildikleri için." Hem bu satırın arkasındaki, "arkasında" kelimesi yanlış, sahihi "arasında"dır.
    """
    (180)
    Azîz, Sıddık, Mübarek, Fedakâr Kardeşlerim!
    Dün altı ehemmiyetli mektublarınızı aldım. Her mektubunuza uzun bir mektub yazmak cidden arzu ederdim, hem de
    sh»(K:292)
    hakkınızdır. Fakat bu hurufatı yazan Feyzi şahiddir ki; altı gecedir, altı saat yatamadım. Yalnız bu altıncı gece, bir buçuk saat kadar yatabildim. Onun için, bu ehemmiyetli mektublara kısacık birer cümle ile iktifa ediyorum.
    Evvelâ: Risale-i Nur santralı ve Hulusi, Hakkı, Süleyman'ı temsil eden Sabri kardeşim! «Öşür, şer'î zekattır. Zekât ise, müstehaklaradır.«
    Sâniyen: Gül fabrikası gülistanlarını ve merhum bedevî bülbüllerini konuşturan Hüsrev kardeş! Risale-i Nur, Isparta'yı âfât-ı semâviye ve arziyeden muhafazasına sebeb olduğunu çok hâdisatla beraber, bu yeni zelzele hâdisesi ve muarız hocanın dolularla başının tokatlanması, yeni bir hücceti oluyor. Ve Mu'cizat-ı Kur'aniye lâhikasını sizin isabetli fikrinize havale ediyoruz. Hem siz yazdığınız mikdarı gönderiniz. Biz burada tekmil eder, size de sonra haber veririz.
    Sâlisen: Nur fabrikasının sahibi Hâfız Ali kardeş! Senin Risale-i Nur'a karşı hârika ihlâs ve irtibat ve itikadın, inşâallah o nurları o havalide daima parlattıracak. Senin, o büyük zelzelenin gürültüsünü işitmemen ve zelzeleyi hissetmemen; tokadını yiyen hoca gibi, Risale-i Nur'un bir nevi kerametidir. Demek değil şakirdlere zarar vermek, belki inayetkârâne, vücudunu da bazı haslara bildirmiyor, korkutmuyor.
    Râbian: Bizi ve Kastamonu şakirdlerini kıyamete kadar minnetdar eden ve müstesna kalemiyle Risale-i Nur'un hemen umumunu bu havaliye yetiştiren ve evlâd ve peder ve vâlideleri ve refikasıyla Risale-i Nur'a hizmet eden kahraman Tâhirî kardeşim! Cenâb-ı Hak hanenizdeki hemşireme, hem bana şifa ihsan eylesin. Hastalığıma ait bir parça size geliyor. Peder ve validenize de benim tarafımdan deyiniz ki: "Tâhirî gibi kahraman bir şakirdi Risale-i Nur'a yetiştiren ve o vasıta ile defter-i a'mallerine daima hasenat yazdıran bir şakirdi bize kardeş veren

    o mübarek zâtlar, inşâallah bu saadeti daima idame ettirecekler. Dünyanın cam parçalarını, o elmaslara tercih etmeyecekler. Onlar, hususî duamızda dâhildirler."
    Hâmisen: Mücahidlerin üstadı ve efelerin hakikî bir nâsihi
    sh»(K:293)
    ve Risale-i Nur'un hâlis muhlis bir şâkirdi olan Hasan Âtıf kardeşim! Senin uzun ve te'sirli ve ehemmiyetli mektubun içindeki edîbane, gayet ince hissiyatın ve sana mahsus latif tabiratın hoşuma gitti.
    Kardeşim, mübtedîlerin ve hodfüruşların ve mülhidlerin ilişmelerinden teessüratın beni, senin hesabına müteessir etti. Evvelce size yazdığım mektub, inşâallah o teessüratı izale eder. Risale-i Nur'un mesleği ise: Vazifesini yapar, Cenâb-ı Hakk'ın vazifesine karışmaz. Vazifesi, tebliğdir. Kabul ettirmek, Cenâb-ı Hakk'ın vazifesidir.
    Hem kemmiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havâlide bir tek Âtıf'ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme. Hem mümkün olduğu kadar hariçten gelen küçük ilişmelere ehemmiyet verme. Fakat ihtiyat,eyle bu atâlet mevsimi ve gaflet zamanı ve derd-i maişet ibtilası zamanında, cüz'î bir iştigal de ehemmiyetlidir. Tevakkuf değil, muvaffakıyetsiz mağlubiyet yok! Risale-i Nur'un her tarafta gâlibane fütuhatı var.
    Sâdisen: Eski dost ve kardeş ve Risale-i Nur'un o zamanda ciddî bir talebesi ve Isparta hayatımda bana hüsn-ü hizmetle samimî bir arkadaş ve himmeti uzun, eli kısa aziz kardeşim Mehmed Celâl!
    Seni o zamandan beri unutmadım. Çok zaman Risale-i Nur dairesinde kalemiyle çalışanlar içinde isminle hissedar oluyordun. Senin yüksek istidadını ve ulüvv-i himmetini Risale-i Nur'da istimâl etmek arzuluyordum. Demek derd-i maişet, sizi bir derece kayıd altına aldı. Başta mübarek baban, hanenizde bulunanlara bilmukabele selâm ediyorum. Ve bilhassa Mehmed Seyranî Hayyat'a çok selâm ile beraber; eğer benim orada iken tanıdığım ve Hüsrev sisteminde telâkki ettiğim Mehmed Seyranî ise, onun bin selâmına selâmla mukabele edip; o Seyranî o zamandan beri Risale-i Nur'un bir cüz'üne bahsi

    girdiği ve silinmediği gibi, hatırımda da silinmemiş. Çok def'a bekliyordum ki; Seyranî, Hüsrev'in arkasında koşup çalışsın. Demek onu da derd-i maişet bağlamış.
    Sâbian: Risale-i Nur'un erkân-ı mühimmesinden Halil İbrahim'in ondört yaşındaki evlâd-ı manevîsi, Risale-i Nur
    sh»(K:294)
    dairesindeki mâsum şâkirdlerin dairesinde inşâallah ehemmiyetli mevki alacak. Ve o küçük şahsiyette parlak, büyük bir şakird ruhu görünüyor. Mektubunda çocukça konuşmamış; gayet müdakkikâne büyük bir âlim gibi konuşması bizi çok sevindirdi. Mâşâallah, Bârekâllah dedirdi.
    Sâminen: Evvelce haber aldığınız hastalığıma dair bir noksan parça, dualarınıza ve geçen Ramazan gibi mânen yardımlarınıza vesile olmak için o hastalık münasebetiyle yanımıza gelen bazı zatlara söylediğim ve noksan kalmış bir fıkrayı yazıyorum. Şöyle ki:
    Hâlimi soranlara dedim ki: Hem nazar, hem ervah-ı gayr-ı tayyibe cihetinden başıma gelen bu musibet, rahmet-i İlahiye ile on adedden bire indi; dokuzu, nimet oldu. Bâki kalan birisi de, dokuz menfaati oldu:
    Birinci menfaati: Hastalıkta her saat ibadeti, dokuz saat ibadet hükmüne getirdi.
    İkinci faidesi: Onbeş Hasta Risalesini, tam zevk ile tashih etmek ve bu hastalık zamanında hastalara ve muhtaç olanlara çabuk yetiştirmeye sebeb oldu.
    Üçüncü faidesi: Eski Said'i Yeni Said'e kalbeden eski bir hastalık gibi; şimdi de, Risale-i Nur'un parlak bir tarzda intişarı, Yeni Said'i de dünya ile bir derece alâkadar ettiği cihetle, o halin zararından kurtulmaya sebeb oldu.
    Dördüncüsü: Bu mübarek aylarda, pek çok iştiyak ve ihtiyaç ile fazla a'mal-i uhreviyede bulunmak arzusuyla beraber; mevsim ve bazı esbab cihetiyle muvaffak olamayarak fazla müteessir idim. Bu hastalık, tam bu aylara lâyık bir tarzda,

    hastalıktan gelen ihlâs ve kesret-i sevab cihetiyle azîm bir menfaati oldu. Beni gündüzde dağ ve bağları gezmekten men'ettiği gibi; gece uyku ve gafletten kurtarıp, kemal-i tazarru' ve niyaz ile geceleri ihyaya sebeb oldu.
    Beşincisi: Geçenki Ramazan'daki hastalık gibi bu hastalık dahi, fedâkâr kardeşlerimin şefkatlerini heyecana getirip, benim hesabıma a'mâl-i uhreviyelerinin bir nevi zekatını vermek; nâkıs, kusurlu sermayemi, birden ona, belki yüze ve bine çıkarmağa sebeb olmasıdır.
    sh»(295)
    Altıncı faidesi: Hastalara yirmibeş deva-i îmanî veren risalenin ilâçlarını nefsimde tatbik ederek, ayn-ı hakikat olduğunu tasdik edip, a'sâb ve sinirden gelen ziyade hassasiyetimden kıymetsiz fâni işleri, lüzumsuz ve endişeli meraktan ve faidesiz ve zararlı alâkadan bir derece kurtulmağa sebeb olmasıdır.
    Umum kardeşler ve hemşirelerimize birer birer selâm ve selâmetlerine dua ve dualarını rica eden kardeşiniz
    (181)
    Said Nursî
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)

    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Bu defa beni çok mesrur eden ve şükre sevkeden ve bu sıralarda hâsıl olan endişemi izale eden ve Isparta Vilâyeti manevî Medreset-üz Zehra olduğunu ve Isparta şakirdleri sebatta ve sadakatta her yere fâik olduklarını gösteren, Risale-i Nur erkânlarından üç-dört mektub ve o mektubda isimleri bulunan has kardeşlerimin Risale-i Nur'a hizmet ve kalemleriyle bize yardım cihetinde bize gösterdikleri fedakârâne ulüvv-ü cenab, böyle bir zamanda ve böyle bir mevsimde gayet parlak bir inayet-i Rabbaniye olduğuna kanaatımız var.
    Nur fabrikasındaki Ali'ler ve Tahirî'nin istedikleri mu'cizeli Kur'ânımızla İ'caz-ı Kur'an zeyilleriyle beraber İstanbul'da Hâfız Emin'in yanındadır, okutturuyorlar ve yazdırıyorlar. İsterseniz benim nüshamı Hâfız Emin'den alınız, onun yerine
    Sh:»(K:269)
    güzelce zeyilli nüshanızdan birisini veriniz, yanında kalsın.
    Kur'an'ın son yazılan nüshasını da lüzum olduğu ve bilfiil İstanbul'a tab'etmek için geldiğiniz zaman İstanbul'a göndereceğim. Hüsrev'in uzun ve tesirli ve kıymetdâr mektubu ve Hâşiyesinde kahraman Rüşdü'nün küçücük mektubu ve pek çok alakadar olduğum ehemmiyetli kardeşlerimizin kalemleriyle bize yardımları ve Risale-i Nur'la iştigali her şeye tercih etmeleri ve Hüsrev'in de mütemadiyen geleliden beri çalışması isbat ediyor ki; Isparta tamamıyla Risale-i Nur'a sahib olmuş ve bir Said yerinde, bin Said'i bulmuş. Cenâb-ı Hakk'a nihayetsiz şükür, sena ve hamd olsun. Mu'cizeli Kur'an'ımızın matbaa ve teclid masrafı otuzbin liraya çıkması cihetiyle, bu azîm mes'ele şimdilik te'hir etmesine mecburiyet var. Re'fet Bey'in bizi hayrete düşüren hayretli ve garib mektubunun baştaki kısmı, Lâhika'ya medar-ı ibret olarak yazıyoruz. Ve bilhassa "Ene ve Zerre" namındaki Otuzuncu Söz'ü her mü'minin ezber etmesi zarurîdir demesi; ve o eserin kıraetinden sonra Barla'da Abdurrahîm namını kazanan ve "ya Rahîm ya Rahîm" zikrini bize işittiren mübarek kedinin bir kardeşi olarak bir kedi, Ezan-ı Muhammedî'yi (A.S.M.) müştakâne, insan gibi dinlemesi, bize de sizin kadar hayret ve sürur verdi. Ve Ezan-ı Muhammedî'yi (A.S.M.) tam zuhuruna işaret müjdesi telakki ettik. Ve Kâtib Osman ve Mehmed Zühdü gibi hizmet-i Kur'aniyede eski ve ehemmiyetli ve kıymetdar Tenekeci Mehmed'in de rü'yası ehemmiyetlidir. Allah hayretsin. Isparta için çok hayırdır, onun içinde ehemmiyetli bir müjdedir.
    Re'fet kardeşimizin mektubu dört cihetle beni memnun etmiş. Zaten eskiden beri Hüsrev, Re'fet, Rüşdü; hayalimde, tasavvurumda birleşmişler. Cenab-ı Hakk'a şükür ki, onlardan ümid ettiğim kemal-i sadakat ve sebat devam ediyor.
    Hem Hüsrev'in ve Hâfız Ali'nin mektublarında isimleri bulunan sebatkâr kardeşlerime ve Kâtib Osman ve Mehmed Zühdü ve Isparta Hâfız Ali'si ve Sav kahramanlarına birer birer selâm ve dua ediyoruz. Şimdi bu mektubu yazarken, Risale-i Nur santralı Sabri'nin mektubunu Emin getirdi. Açtık, yağmursuzluk bahsine dair Risale-i Münacat'ın kesretle yazılması bereketiyle yağmurun gelmesi ve rahmet-i İlahiyenin
    Sh:»(K:270)
    fakir fukaraya imdad eylemesini yazdığını gördük. Benim için ehemmiyetli bir mes'eleyi halletti.
    Burada da yağmura şedid ihtiyaç vardı. Yağmur gelecek hiçbir alâmet hissetmiyorduk. Bu kaht zamanında yağmursuzluk, fakir fukaraya çok ağır gelmişti. Ben üç defa namazdan sonra, masum fukaraları ve aç kalan hayvanları ve Risale-i Nur'u şefaatçi yapıp dua ettik. Birden aynı gece, me'mulümüzün fevkinde, duanın tam kabulünü gördük. Ben hayretle, bu cüz'î duamız, bu küllî mes'eleye ne derece dahli olduğunu bilemedim. Dedim: "Her halde çok mühim dualara, duamız da binden bir hissesi olmuş."
    Şimdi tahakkuk etti ki; Isparta nuranîleri, nurlu manevî duaları, bizi de o rahmetten hissedar eyledi. Hattâ o duama arkamdan âmîn diyenlerden Feyzi'ye, bu

    mânayı, bu hayretimi de ona şimdi söyledim. Evvelce söyleseydim, onun hüsn-ü zannını ta'dil edemeyecektim. Çünki o, üstadına en büyük hisse veriyor.
    Sabri'nin mektubunda, Sıddık Süleyman ve Barla'daki kardeşlerimizin selâmları ve eski alâkalarını tam muhafaza eylemeleri, Barla'daki hayatımı tahassürle hatırlattırdı. Ben de onlara çok selâm ederim.
    Mübarek Hüsrev mektubunda, has kardeşlerimizden Re'fet, Rüşdü, Kâtib Osman, Osman Nuri, Âtıf ve Feyzi'nin bir yâdigâr-ı tahattur olarak birer nüsha yazılarını bizlere hediye edilmelerini yazıyor. Cenab-ı Hak onlara, yazdıkları herbir harfe mukabil bin rahmet eylesin âmîn.
    Bu havalide çok rağbet bulan İhtiyarlar Risalesi olan Yirmialtıncı Lem'a daiçinde bulunsa idi çok iyi olurdu. Başta Nur ve Gül fabrikaları hey'eti, Mübarekler,Lütfi varisleri Medrese-i Nuriye, Mâsumlar ve Ümmîler hey'etleri ve sairkardeşlerimize birer birer selam ediyoruz. Nur fabrikası sahibi Hâfız Ali'nin sualinekarşı deriz: (Salat-ı Münciyede) (Selâm ve Âl) ilave edilebilir. Ben bazen ilaveediyorum.
    Kardeşiniz Said Nursî

    * * *
    shK:271)
    Azîz,
    Sıddık Kardeşlerim!
    (170)
    Her vakit ihtiyat iyidir. Hazret-i İmam-ı Ali (Radıyallahü Anhü) de bize ihtiyatı tavsiye ediyor. Şimdi şark tarafında yeni bir hâdise: Bir şeyh tarafından, kendi müridleri ve halifeleri vasıtasıyla din lehinde, eskiden beri meşhur olmuş Şeyh Ahmed nâmında türbedâr-ı Nebevî tarafından vasiyetname-i Peygamberî (A.S.M.) namında bir eser, o havalide gezmiş, intişar etmiş. Oralarda çalışan kahraman Salahaddin'i bir derece ihtiyata sevkedip, bütün siyasetlerin fevkinde ve siyasetlere tenezzül etmeyen Risale-i Nur cereyanı, öyle siyasete temas edebilen cereyanlarla iştirâki görünmemek için, daha ziyade ihtiyat ve tevakkufa mecbur olmuş. Bugün, beş ay Ankara'ya bir vazife ile gitmek için buraya geldi. Bir hafiye onu takib edip o da arkasından girdi. Ben o casusa, Salahaddin kalktıktan sonra -dedim ki: ''Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirdleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur'u alet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.''
    Evvelâ: Kur'an bizi siyasetten men'etmiş; tâ ki elmas

    gibi hakikatları, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.
    Sâniyen: Şefkat, vicdan, hakikat, bizi siyasetten men'ediyor. Çünki tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi-sekiz mâsum, bîçare, çoluk-çocuk, zaîf, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz mâsumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında neticenin husûlü de meşkuk olduğu halde girmek, Risale-i Nur'un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirdlerini men'etmiş.
    Sâlisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nur'a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adavet etmek, en dinsizleri de onun dindârâne, hakperestâne düsturlarına tarafdar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana,
    sh:»(K:272)
    hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola.
    Çünki bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için, beş esas lâzım ve zarurîdir: Birincisi; merhamet.. ikincisi, hürmet.. üçüncüsü, emniyet.. dördüncüsü, haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.. beşincisi, serseriliği bırakıp itâat etmektir. İşte Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu beş esası te'min edip,hemen asayişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risale-i Nur'a ilişenler kat'iyyen bilsinler ki; onların ilişmesi, anarşilik hesabına vatan ve millete ve asayişe düşmanlıktır. İşte bunun hülâsasını o casusa söyledim. Dedim ki:
    Seni gönderenlere böyle söyle:
    Hem de ki "Onsekiz senedir bir def'a kendi istirahatı için hükûmete müracaat etmeyen ve yirmibir aydır dünyayı herc ü merc eden harblerden hiçbir haber almayan ve çok mühim makamlarda çok mühim adamların dostane temaslarını istiğna edip kabul etmeyen bir adama, ondan korkup, tevehhüm edip, dünyanıza karışmak ihtimaliyle evhama düşüp tarassutlarla
    sıkıntı vermekte hangi mana var? Hangi maslahat var? Hangi kanun var? Divaneler de bilirler ki, ona ilişmek divaneliktir" dedik.
    O casus da kalktı gitti.
    Umum kardeşlerimize, hususan erkânlara ve matbaacılara, hususan Hizb-i Nuriye'nin naşirleri olan Hâfız Ali, kahraman Tahirî ve Hâfız Mustafa ve rüfekalarına birer birer selâm ediyoruz.
    Said Nursi

    * * *
    /171)
    Azîz, Sıddık, Mübarek Kardeşlerim!
    Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür ediyorum ki, bu acib zamanda sizin gibi hâlis, muhlis, mahviyetli, fedakâr kardeşleri bize ihsan eylemiş.
    Bu def'a Hüsrev'in, Hâfız Ali'nin, Hâfız Mustafa'nın, Küçük Ali'nin birbirine hitaben yazdıkları dört mektublarını okudum. En derin kalbimde bir sürur, bir hiss-i şükran, bir memnuniyet
    sh»(K:273)
    hissettim. Bu çok kıymetdar kardeşlerimin ne derece âlîhimmet ve yüksek ruhlu, Risale-i Nur hizmetinde ne derece fedakâr olduklarını anladım. Ve Risale-i Nur böyle kuvvetli ve hâlis ellere tevdi edildiğinden, bize kat'î kanaat verdi ki; Risale-i Nur mağlub olmayacak. Bu kuvvetli tesanüd, onu daima yaşattırıp parlattıracak.
    Evet, kardeşlerim! Sizler, ihlas sırrını tam muhafaza ediyorsunuz. Bu kadar esbab-ı tefrika içinde vahdetinizi muhafaza, hakikaten bir hârikadır. Hâfız Ali'nin hakikaten müstesna bir mahviyet ve tevazuu içinde ihlası ve fena fi-l ihvan düsturunu muhafaza etmesi; ve Hüsrev'in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlası ve mahviyeti; Hâfız Mustafa'nın hizmet-i nuriyede büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sadakatı ve fedakârane teslimiyeti; ve hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Hâfız Ali mânâsını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risale-i Nur hizmetini dünyada herşeye tercihan hayatının en büyük maksadı

    yapması ve sebeb-i ihtilafa karşı kuvvetli mukavemeti bulunduğunu bu dört mektubunuz bana bildirdi.
    Aynı sistemde, mes'elede alâkadar kahraman Tâhirî ve kahraman Rüşdü'nün dahi aynı hakikatta ve aynı ahlâkta bulunduklarını hiç şübhe etmiyoruz. Bu altı rüknün, bu muvakkat sarsıntıdan, hakikî bir tesanüdle birbirine el-ele, omuz-omuza, baş-başa vermesi, altıyüz belki altıbin kıymet-i mâneviyeyi alıyor.. diye, Cenâb-ı Hakk'a Risale-i Nur hesabına hadsiz şükür ediyoruz ve sizi de tebrik ediyoruz. Isparta içindeki has ve hâlis kardeşlerimizden, bu âhir mektublarda; Mehmed Zühdü, Isparta Hâfız Ali'sinden haber alamadığımdan merak ettim. Rahatsız değiller mi?
    Sandıklı tarafında, kemal-i şevk ile ve ciddiyetle faaliyette bulunan Hasan Âtıf kardeşimizin bir mektubundan anladım ki; orada perde altında faaliyetini durdurmak için, bazı hocalar, bir kısım tarîkata mensub adamları vasıta edip fütur veriyorlar. Halbuki mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor.
    Hem müşterileri de aramağa mecbur değiliz, müşteriler yalvarmalı. O kardeşimiz, hakikaten hâlis ve tam sadık. Kalemi
    sh:»(K:274)
    gibi, kalbi, ruhu da güzel. Fakat birden herşeyi mükemmel ister, onun için biraz sıkıntı çeker. Mümkün olduğu kadar hem ihtiyat etsin, hem de mübtedi' hocalara mübareze kapısını açmasın. İnşâallah Cenâb-ı Hak onu muvaffak eder.
    O mıntıkada kendi gibi hâlis rükünleri bulur, belki de bulmuş.
    Biz başta onu ve onun etrafındaki Risale-i Nur şakirdlerini tebrik ediyoruz. Onların az hizmetlerine çok nazarıyla bakıyoruz. Ben buradan onlarla muhabere ve müşavere edemediğimden; sizler benim bedelime, o kardeşlerimize hem selâmımızı, hem manevî kazançlarımıza haslar dairesinde, Âtıf'ın sadık rüfekası ünvanı altında dâhildirler. Her sabah yanımızda manen bulunuyorlar.
    Umum kardeşlerimize birer selam ve muvaffakaiyetlerimedua ediyoruz.
    Kardeşiniz
    Said Nursî
    (172)
    Aziz Sıddık Müteyakkız Samimi, Müttehid, Mübarek, Kardeşlerim:
    Ben de sizi tebrik ediyorum ki, şeytan-ı cinnî ve insînin desiselerini akîm bıraktınız. Cenâb-ı Hak sizi bu hizmet-i nuriyede daima muvaffak eylesin, âmîn. Ve sizden ebeden râzı olsun, âmîn.
    Eskide bir zaman Barla'da, bütün tarîkatların şecere-i külliyesini tanzim ve istinsah etmek için Hâfız Ali ile Hüsrev o vakit o işde bulundular, çalıştılar. Tâ o vakitte bu iki zât, ileride Risale-i Nur'a ehemmiyetli hizmette bulunacaklarını ve başta iki göz gibi, iki bakar bir görür, diye kuvvetli bir temenni ile ümid etmiştim. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki; o ümidim, o zamandan beri tahakkuk etti ve ediyor ve şimdi tam oldu.
    Kardeşlerim! Sizde vuku' bulan küçücük kusurları
    sh:»(K:275)
    çok i'zam etmeyiniz. Yalnız ben değil, belki zannediyorum ki hakikata muttali' olan herkes tasdik eder ki; Isparta ve havalisindeki Risale-i Nur şakirdlerinde fevkalâde bir sadakat ve sebat ve uhuvvet ve ihlâs ve kahramanlık var ki; bu acib zamanda binler esbab-ı fesad ve ifsad içinde vahdetlerini ve ittifaklarını ve hizmette ciddiyetlerini muhafaza ediyorlar.
    Bu kadar fırtınalı hâdiseler içinde, Risale-i Nur'u muattal bırakmadınız, söndürmediniz; belki öyle parlattırdınız ki bizi de ışıklandırıp gayrete getirdiniz. Ve bilhassa bahar mevsiminde, umumî gaflette ve derd-i maişetin verdiği dehşetli belâ içinde böyle kemal-i şevk ve gayretle Risale-i Nur'a çalışmak, hakikaten bir inâyet-i İlahiyedir. Sizleri bütün ruhumuzla tebrik ediyoruz. Ve kalemlerini bizim hesabımıza çalıştırmaya karar veren altı müttehid kahraman, bir ruh altı cesed ve altı Yeni Said yerinde ve yirmibir kardeşimi yirmibir Abdurrahman ve Abdülmecid yerinde kabûl ediyorum. Cenaâb-ı Hak o kalemlerin siyah nur olan mürekkeplerini, hadîs-i sahîhin nassıyla, herbir dirhemini yüz dirhem şehid kanı kıymetinde yevm-i haşir ve mizanda defter-i hasenatlarına ilâve eylesin, âmîn.
    Nakkaş Mehmed ve Âsım'ın vârisi Babacan, hem hayatta hem Risale-i Nur hizmetinde bulunmaları beni mesrûr eyledi.
    * * *
    (173)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Merhum Mehmed Zühdü'nün vefatı, hakikaten Risale-i Nur cihetinde büyük bir zayiattır. Fakat Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki; o mübarek zat, az bir zamanda Risale-i Nur'a pek çok hizmet eylemiş. Kırk-elli sene vazife-i nuriyesini, sekiz-on senede tamamıyla yapmış. Ve manen içimizde, dairemizde o fevkalâde hizmetiyle, parlak bir surette yaşıyor. Hasenat cihetinde ölmemiş, daima defter-i a'maline, daha kesretli hasenat yazılıyor.
    Hattâ ben de eskide sarih ismiyle birkaç defa, Risale-i Nur talebesi ünvanıyla yüzer def'a onu ve onu Risale-i Nur'a
    sh»(K:276)
    veren merhum pederini manevî kazançlarıma şerik ettiğim gibi; şimdi sarih ismiyle bazı gün elli def'aya yakın hissedar oluyor. Demek onun hayat kazancı ziyadeleşmiş. Cenab-ı Hak onun akaribine sabr-ı cemîl ve ona mağfiret-i kâmile ihsan eylesin, âmîn.
    O mübarek kalemini bize vermişti; ben de onu, hem Abdurrahman, hem Abdülmecid yerinde kabûl etmiştim. Onu vefat etmemiş gibi, daima kalemi işler hükmünde kabul ediyoruz. İkiyüze yakın masumları hanesinde Kur'an'ı ve Risale-i Nur'u ders veren o mübarek zât, aynen Abdurrahman gibi az bir zamanda uzun bir ömrün vazifesini çabuk görmüş, bitirmiş gitmiş. Kardeşimiz Kâtib Osman'ın onun hakkında yazdığı parlak fıkra, Lâhika'ya girdi. Hakikaten o zât, o fıkraya lâyıktır. İnşâallah Isparta'da o sistemde çoklar daha çıkacak. Bu acıyı unutturacak. Benim tarafımdan onun vâlidesini ve çocuklarını ta'ziye ediniz.
    Risale-i Nur'un gayet ehemmiyetli bir şakirdi olan Hulusi Bey'in ehemmiyetli mektubunu gördüm. Elhak o kardeşimiz birinciliğini daima muhafaza ediyor. Ben onu daima kalem elinde, Risale-i Nur'un işi başında biliyorum.


    Hem bütün muhaberelerimde birinci safta muhatabdır. Onun suallerine yazılan Mektubat Risaleleri ve onun yazdığı samimî mektubları, onun yerinde pek çok insanları Risale-i

    Nur dairesine celbetmiş ve ediyor. O dediği gibi, bizden uzak değil. Her gün, çok def'a beraberiz. Muhaberemiz hiç kesilmemiş. Sizlerle konuştuğum vakit Hulûsi'yi içinde buluyorum. Sabri, nasıl onun hesabıyla benimle konuşuyor; benim bedelime de onunla konuşsun.
    Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.
    * * *
    sh»(K:277)
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    (174)

    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Sizin çok mübarek ve çok faideli olan nuranî hediyelerinizi ve elmas kalemlerinizin yâdigârlarını aldık. Cenâb-ı Hak onları yazan o kalem sahiblerine, herbir harfine mukabil on rahmet eylesin, âmin. Bu nurlu İhtiyar Risalelerinin bir nevi kerameti şudur ki: Emanet kapıya gelirken, sekiz seneden beri yalnız iki defa yanıma gelen buranın ihtiyar müftüsü, belediye reisi ile hilâf-ı me'mul bir surette gelmeleri ânında, Emin de emaneti kapıya getirmesi; hem aynı günde, İhtiyarlar emaneti geldiği vakit, bu şehirde, Risale-i Nur'un ümmî ihtiyarların başında iki gayet ihtiyar zât, ayrı ayrı yerden, her ikisi ellerinde birer parça yoğurt teberrük getirmeleri; ve aynı günde Isparta kahramanlarının bir mümessili ve yanımıza yalnız üç defa gelen Hilmi Bey, bir günlük mesafeden gelirken, hilaf-ı me'mul olarak emanet ellerimizde iken, güya hediyenin seyrine gelmiş gibi girmesi; hem aynı vakitte, bir-iki keramet-i nuriyeye medar Hayri isminde bir şakird ve Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir şakirdi ve Daday kasabasından gelen Fuad ile beraber girmeleri ile, elimizdeki emanetlerden, İstanbul'da okutmak için üç nüshayı Fuad'ın alması; elbette tesadüfî ve ittifakî değil, belki bu İhtiyarlar emanetine bir hüsn-ü istikbaldir ve bu havalide hüsn-ü te'sirine bir işarettir.
    Kardeşlerim! Erkân-ı sitteden iki Ali ile Tâhirî ve Hâfız Mustafa, bu iki-üç senede ve bilhassa bu havalide bana yardımları ve fütuhatları, ya fevkalâde ihlâslarından veya yüksek iktidar ve faaliyetlerinden o derecededir ki; bu vilayette Risale-i Nur şakirdlerini ebeden minnetdar edip, Risale-i Nur'u dahi

    buralarda ebeden yerleştirdiler. Cenâb-ı Hak, onlardan ve sizlerden ebeden râzı olsun, âmin.
    Kalemlerini, ümmiliğime yardım veren Medrese-i Nuriye'nin üstadı Hacı Hâfız ve mahdumu ve iki kardeş Mustafa ve
    sh»(K:278)
    Sâlih ve iki kardeş Ahmed ve Süleyman ve beş kardeş beraber talebe olup, üçü bize yardım etmeleri; ve Babacan da Âsım'ın ruhunu şâd edip, o sistemde yardımımıza koşması; ve Zekâi de Lütfü'nün ruhunu mesrur edip, eski Zekâi gibi vazifesine sarılması ve Marangoz Ahmed ve Kâtib Osman ve Mehmed affallahu Zühdü ve Nuri ve Tenekeci Mehmed gibi, eski kıymetdar hizmetleriyle Isparta'yı nurlandıran diğerleri gibi, Kastamonu'nun tenvirine de koşmaları; ve şimdi tanıdığım Mustafa ve Mustafa ve Mustafa ve Eyyüb, kalemleriyle, eski dost gibi ümmiliğime yardım etmeleri; elbette şübhesizفَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ müjdesini tam tasdik ederler.
    * * *
    (175)
    Azîz, Sıddık, Mücahid Kardeşlerim!
    Hasan Âtıf ve sadık rüfekası!
    Evvelâ: Bu şuhur-u selâse-i mübarekenizi tebrik ediyoruz. Sizin kalemlerinizin yâdigârları ve Risale-i Nur'dan ayrılmamak ve sebat etmek senedleri olan yazılarınızı ve dininizi dünyanın çok fevkinde tutmanıza işaret veren dünya sureti üstündeki çizgilerinizi ve îman hizmetinde daima sebat etmenize vesikalar hükmündeki imzalarınızı kemal-i memnuniyetle aldık, kabûl ettik. Cenâb-ı Hak sizlere, hazine-i rahmetinden onların hurufatı adedince defter-i a'mâlinize haseneler yazsın, âmin.
    Aziz kardeşlerim! Bu def'a yazılarınızda İhlâs Risalelerini gördüğüm için, sizi o gibi risalelerin dersine havale edip, ziyade bir derse ihtiyaç görmedim. Yalnız bunu ihtar ediyorum ki: Mesleğimiz, sırr-ı ihlasa dayanıp, hakaik-i îmaniye olduğu için; hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak

    ve rekabet ve tarafgirliğe ve mübarezeye sevkeden hâlâttan tecerrüd etmeğe mesleğimiz itibariyle mecburuz. Binler teessüf ki; şimdi müdhiş yılanların hücumuna maruz bîçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüz'î kusuratı bahane ederek birbirini tenkidle yılanların ve zındık
    sh»(K:279)
    münafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar.
    Gayet muhlis kardeşimiz Hasan Âtıf'ın mektubunda, bir ihtiyar âlim ve vaiz, Risale-i Nur'a zarar verecek bir vaziyette bulunmuş. Benim gibi binler kusurları bulunan bir bîçârenin, ehemmiyetli iki mazeretine binaen, bir sünneti (sakal) terkettiğim bahanesiyle şahsımı çürütüp, Risale-i Nur'a ilişmek istemiş.
    Evvelâ: Hem o zât, hem sizler biliniz ki: Ben, Risale-i Nur'un bir hizmetkârıyım ve o dükkânın bir dellâlıyım. O ise (Risale-i Nur), Arş-ı A'zam'la bağlı olan Kur'an-ı Azîmüşşan ile bağlanmış bir hakikî tefsiridir. Benim şahsımdaki kusurat, ona sirayet edemez. Benim yırtık dellâllık elbisem, onun bâki elmaslarının kıymetini tenzil edemez.
    Sâniyen: O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstüne kâbul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevketmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem îmanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünki daha müdhiş düşman ve yılanlar var.
    Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرّوُا كِرَامًاdüsturunu rehber ediniz.
    Hem, Hasan Avni ismindeki zât, madem evvelce Risale-i Nur'a girmiş ve yazısıyla da iştirâk etmiş, o daire içindedir.

    Onun fikren bir yanlışı varsa da afvediniz. Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarîkata mensub müslümanlar, şimdi bu acib zamanda, îmanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah'ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, hristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza'noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi; hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem
    sh»)K:280)
    kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risale-i Nur'un Âlem-i İslâm'da intişarına karşı, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde maniler çıkmamak için, Risale-i Nur şakirdleri musalahakârâne vaziyeti almağa mükelleftirler. Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirâk etmeseniz de, iştirak edenleri tenkid etmeyiniz. Gerçi İmam-ı Rabbanî demiş ki: "Bid'a olan yerlere girmeyiniz." Maksadı, sevabı olmaz demektir; yoksa, namaz battal olur değil. Çünki selef-i sâlihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebaire mâruz kalırsa, halvethanesinde bulunması lâzımdır.
    Sâlisen: Hasan Âtıf'ın mektubunda, cesur ve sebatkâr zâtlardan -ki efeler tabir ediyor- bahis var. Biz o cesur ve sebatkâr yeni kardeşlerimizi ruh u canla kabûl ediyoruz. Fakat Risale-i Nur dairesine girenler, şahsî cesaretlerini kıymetleştirmek için, sarsılmaz bir sebat ve metanete ve ihvanlarının tesanüdüne cidden çalışmağa sarfedip, o cam parçası hükmünde şahsî cesaretini, hakikatperestlik sıddıkıyetindeki fedakârlık elmas'ına çevirmek gerektir.
    Evet mesleğimizde ihlâs-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki; öyleler, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş. Âdi bir adam ve yirmi-otuz yaşında iken, altmış-yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmişler var.
    Hem bir adam, kendi başına cesareti güzel de olsa, bir cemaat-ı mütesanideye girdikten sonra, onların istirahatını ve sarsılmamalarını muhafaza etmek için, o şahsî cesareti istimâl

    edemez. سِيرُوا عَلَى سَيْرِ اَضْعَفِكُمْ hadîs-i şerifinin sırrıyla hareket etmek, hem şimdilik bu müşevveş vaziyetlerde çok zararlı hem hocaları, hem ehl-i siyaseti Risale-i Nur'a karşı cephe almağa ve tecavüz etmeye sebebiyet veren şapka ve ezan mes'eleleri ve deccal ve süfyan ünvanları, Risale-i Nur şakirdleri yabanilere karşı lüzumsuz medar-ı bahs ve münazaa edilmemek lâzımdır ve ihtiyat etmek elzemdir ve itidal-i demmi muhafaza etmek vâcibdir. Hattâ sizde cüz'î bir ih
    sh»(K:281)
    tiyatsızlık, buraya kadar bize tesir ediyor. Risale-i Nur bir daire değil, mütedâhil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahibler ve haslar ve naşirler ve talebeler ve tarafdarlar gibi tabakatı var. Erkân dairesine liyakatı olmayan, Risale-i Nur'a muhalif cereyana tarafdar olmamak şartıyla daire haricine atılmaz. Hasların hasiyeti bulunmayan, zıd bir mesleğe girmemek şartıyla talebe olabilir. Bid'a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusur ile düşman sınıfına iltihak etmemek için dışarıya atmayınız. Fakat Risale-i Nur'un erkânlarında ve sahiblerindeki esrar ve nazik tedbirlere, onları teşrik etmemek gerektir.
    * * *
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)

    Azîz, Sıddık, Mübarek Kardeşlerim!
    Sabri'nin tabiriyle, Risale-i Nur'un zülfikarı olan Hizb-ül Ekber-i Nurî elhak me'mulümüzün fevkinde gayet parlak ve güzel ve dikkatli ve sıhhatlı ve yanlışları pek az bir tarzda Cenâb-ı Hakk'ın inâyetiyle vücuda gelmiş. Hâfız Ali, Tâhirî, Hâfız Mustafa bu vazifede elhak tam çalışmışlar. Risale-i Nur'un eline bir elmas kılınç verdiler.
    Kardeşlerim! Bu kudsî hediyeniz bu şehre girdiği aynı zamanda, daha biz haber almadan, memleketimizde talebeler bir kitaba başladığı
    __________________
    (Hâşiye): Evet bu tokattan, pürşer beşer, şirkten şükre girmezse ve Kur'an'a tarziye vermezse, melâike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını bu sûre bir mânâ-yı işârî ile tehdid ediyor.
    Sh:»(K:257)
    zaman, (kürdçe) مَفْتيحانه nâmında bir ziyafet verdiklerine tam bir misal olarak, Risale-i Nur'un beş talebesi, ayrı ayrı köylerde, ne biz, ne onlar postadan haberimiz yokken, güya bu kudsî kitabın مَفْتيحانه olarak herbiri, ayrı ayrı taamdan mürekkeb bir küçük ziyafet nev'inde (getirdikleri) hiçbir sebeb yokken, bütün bütün âdete muhalif bir tarzda o beşlerin bu noktada ittifakı ve tevafukları, beşimiz (Ben, Emin, Feyzi, Hilmi, Tevfik) müttefikan karar verdik ki, tesâdüf kat'iyen imkânı yok. Demek buradaki medrese-i nuriyenin مَفْتيحانهsi olarak, Rahmet-i İlâhiye tarafından bir keramet-i nuriyedir.
    Hem otuz günden beri İnebolu'dan her hafta bir-iki def'a geldikleri halde; hiçbiri gelmeden, birden, sebebsiz, bir has talebe üç günde yayan olarak Hizb-ül Ekber'le beraber geldi. İkinci gün, güya onun için gönderilmiş gibi matbu' Hizb-ül Ekber-i Nuriye'nin bir kısmını aldı, götürdü.
    Azîz Kardeşlerim!
    Bu Hizb-i Nuriye benim şahsıma ait pek büyük bir kerâmet-i maneviyesi var. Şimdi beyan etmek zamanı geldi.Yirmiüç sene evvel, Eski Said Yeni Said'e inkılâb ettiği zaman, tefekkür mesleğinde gittiği içinتَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ sırrını aradım. Her bir-iki senede o sır, ya arabî, ya türkçe bir risaleyi netice verip suret değiştiriyordu. Arabî Katre Risalesi'nden, tâ Âyet-ül Kübrâ Risalesi'ne kadar, o hakikat devam edip suretler değiştirerek, tâ Hizb-ül Ekber-i Nuriye suret-i daimesine girdi. Yirmiüç seneden beridir ki, ne vakit sıkılsam ve fikir ve kalbe yorgunluk ve usanç gelse, bu hizbin bir kısmını mütefekkirane okumuşsam, o sıkıntıyı ve usanç ve yorgunluğu izale ediyordu. Hattâ bilâ-istisna, her gece sabaha yakın dört-beş saat meşguliyetten gelen usanç ve yorgunluk, o hizbin altısından birisini okumasıyla hiçbir eseri kalmadığı bin defa tekerrür etmiş. Mühim bir hakikatı, bu hakikat münasebetiyle bu zamanda
    Sh:»(K:258)
    ehl-i medreseye ve hocalara taallûk eden bir mes'eleyi beyan ediyorum. Şöyle ki:
    Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese tâifesi, tekyeler taifesine serfüru' etmiş; yani inkıyad gösterip onlara velâyet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvak-ı îmaniyeyi ve envar-ı hakikatı aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tâbi olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envarına gittiğini ve ulûm-u îmaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velâyet; ilimde, hakaik-i îmaniyede ve Ehl-i Sünnet'in ilm-i Kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın mu'cize-i mâneviyesiyle açmış göstermiş, meydandadır.
    İşte Risale-i Nur'a herkesten ziyade kemal-i şevk ile tarafdarâne ve müftehirane medrese taifesinden olan ülemaların koşmaları lâzım ve elzem iken, maatteessüf daha medrese ehlinin ekseri, kendi medresesinden çıkan bu âb-ı hayat çeşmesini ve bu kıymetdar bâki hazinesini tanımıyor, aramıyor, muhafaza edemiyor. Lillâhilhamd şimdi tam tamına başladılar. Sözler Mecmuası hem hocaları, hem muallimleri Nurlara çekti.
    Hizb-i Nuriye başındaki türkçe parçasının "tam arabî bilen" kelimesinden sonra bu yazılsın: (Veyahut Âyet-ül Kübra ve Münacat ve Yirminci Mektub Risaleleri yanında bulunan ve okuyan.) Hem dördüncü sahifenin nihayetinden ikinci satırın başındaki ِلْلاَوْقَاتِ, ( و ) tekaddüm etmiş,ِلْلاَقْوَاتِ yazılsın, kut'un cem'idir.
    Hem yirmiikinci sahifenin dördüncü satırında فِى صَحِيفَةِ حَسَنَاتِنَا وَ فِى صَحِيفَةِkelimesinden sonra Hâfız Ali ve Tâhirî ve Hâfız Mustafa ve Nazif ilâve edilecek. Ve وَ اَمْثَالِهِ kelimesi de وَ اَمْثَالِهِمْ yazılacak.
    * * *
    Sh:»(K:259)
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ الرَّسَآئِلِ اَلَّتِى
    اَرْسَلْتُمُوهُ لَنَا
    (161)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki: Isparta Vilâyetini, eskiden beri bir gaye-i hayalim olan bir Medreset-üz-Zehra, bir Câmi-ül-Ezher yapmış. Sizin kalemleriniz, Risale-i Nur'u matbaaya muhtaç etmeyeceğini, böyle kısa bir zamanda bu kadar mükemmel tevafuklu nüshaları teksir etmesi, bugün sabahleyin söylediğim bir davaya, öğlene yakın sizin bu cennet bahçelerinin meyveleri gibi tatlı ve güzel hediyenizi Emin getirdi, sabahtaki dâvâyı tam isbat etti. Dâvâ da budur, demiştim.
    Risale-i Nur'un hizmet ettiği hakaik-i îmaniye herşeyin fevkinde olduğu gibi, bu zamanda her şeyden ziyade onlara ihtiyaç var. Fakat kalbini öldürmüş, nefsini hevesatla şımartmış mülhidler, îmandaki hakikatın derece-i ihtiyacını inkâr ettiklerinden, "Ehl-i diyanet ve ehl-i ilmi sevkeden, tahrik eden makasıd-ı dünyeviye ve ihtiyacatıdır" diye ittiham ediyorlar. O ittihama göre de, pek insafsızcasına onlara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri kat'î bir surette iskât etmek, bilfiil -maddeten- öyle fedakârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri belki büyük zararları, onların hakaik-i îmaniye ihtiyaçlarını susturmuyor. Acaba öyleleri var mı? diye hatırlarına geldi. Evet vardır.
    Isparta Vilayeti ve havalisi. İşte Sandıklı tarafından üç-dört ay zarfında Risale-i Nur'u herşeye tercih eden efeleri ve mücahidleri diye dâvâ etmiştim. İki saat sonra, hiç me'mul etmediğimiz bir tarzda, Rahmetullah namını alan Emin, iki sandıkla o dâvâya iki hüccet gösterdi.
    Kardeşimiz Kâtib Osman'ın mektubu, ayrı ayrı çok merak-
    Sh:»(K:260)
    larıma bir merhem oldu. Cenâb-ı Hak onun gibi Risale-i Nur'a binler şakirdleri o medrese-i nuranîde yetiştirsin, âmin.
    Âtıf'ın da Sandıklı tarafına gitmesi, muvaffakıyet kazanması, değil bizleri, melâikeleri de sevindirdi. Karye-i İrfan namı inşâallah bir medrese-i nuriye olur. Zaten Âtıf'taki ihlâs, öyle netice vereceğini hissediyordum.
    Gül, Nur, Mübarek, Medrese-i Nuriye, Mâsum, İhtiyarlar hey'etine binler selâm ve selâmetlerine dua ediyoruz.
    Onüç sene evvel Barla'da, beş misli bereketle keramet derecesine çıkan tatlı lokmaları ve o lokmaları hediye eden, çok mübarek Hacı Hâfız'ı sürur ile hatırımıza getiren bu yeni gelen tatlı lokmaları, beş çeşit tatlı geldi. Herbir tanesine sizlere Cenab-ı Hak Cennet'te binler Cennet tatlıları versin, âmin.
    * * *
    (162)
    Azîz Kardeşim Hüsrev!
    Cenâb-ı Hak merhumeyi mağfiret eylesin ve sana ve onun evlâdlarına sabr-ı cemil ihsan eylesin! Ben de mateminize cidden hissedarım.
    Senin ağlamana ve ağlayan mektubuna iştirak ettim. Evet sen de benim gibi, dünya ile iki cihetle alâkan kesiliyor. Hem öyle lâzım. Senin gibi Risale-i Nur'un bir fedaîsi alâkası olmamalı ve alâka peyda etmemeli. Alâkalı olsa fevkalâde bir sebat, bir ihlâsın lüzumu ile beraber; bazı ârızalar içinde sarsılır, tam fedakârlık edemez.
    O havalinin kahramanları elhak müstesnadırlar. Alâkalar onları sarsmıyor. Fakat bazıları; Hüsrev gibi, Said gibi ve Âtıf ve emsali gibi bütün bütün alâkasız da bulunmak lâzım. O merhume şimdiye kadar, Risale-i Nur'un has talebeleri içinde, daima her gün yüz def'aya yakın ve hususî ismiyle de, bir def'a fecirde manevî kazançlarımıza on senedir hissedardır. Şimdi vefatından sonra ismiyle her gün, çok def'a hususî dualarda hissedar olduğu zaman gibi, yine yüz def'a hissedar oluyor.
    Aziz kardeşim Hüsrev! Seninle çok konuşmak istiyorum.
    Sh:»(K:261)
    Fakat bu dakikada o kadar vaktim dardır ki, ziyarete gelen dost dört-beş adama karşı "Beni meşgul etmeyiniz" diye lüzumsuz hiddet ettim. Her ne ise... Oradaki kardeşlerimize hasret ve iştiyakla pek çok selâm ve selâmetlerine dua ediyorum. Buradaki kardeşleriniz de sizi ta'ziye ve oradaki kardeşlerine arz-ı hürmetle selâm ediyorlar.
    * * *
    (163)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Hizb-i Nurî'de; hem تَفَكُّرُ سَاعَةٍ sırrı, hem küllî bir ubudiyet bulunduğundan; şimdi bu vakitte, kuvvetli bir emareyi müşahede ettim. Bugün Risale-i Nur'un Hizb-i Nurî'sinden bir kısmını ve Cevşen-ül Kebir'den dahi bir kısmını okurken gördüm ki; kâinatın enva'ını ve âlemlerini Yirmidokuzuncu Mektub'un âhir kısmı ve اَللَّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin beyânında, seyahat-ı kalbiye ile, herbir İsm-i İlâhî bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor.. gafletleri, tabiatları parça parça ediyor... Ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm. Kâinatı, envaıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklar ile tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında, envar-ı tevhidi gösteriyor.
    Ezcümle: İki gün evvel, İsm-i Hakem Nüktesi'ni okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzumesinin bahsini, Risale-i Nur mesleğine vech-i tatbikini anlamamış. Demiş: "Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder" tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. "Bu bütün bütün başkadır" dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinadları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde nûr-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını tâkib ediyor. En
    Sh:»(K:262)
    uzak tahassüngâhlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: "O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!" Başına vurur.
    Hem kâinatı baştan başa âyineler hükmünde tecelliyat-ı esmaya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey, huzura mani olmuyor. Ehl-i tarîkat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için, kâinatı ya nefyetmek veya unutmak ve daha hatıra getirmemek değil; belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs'atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm. Daha var.. Fakat şimdi bu kadar yazdırıldı.
    * * *
    (164)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Bu defa Hâfız Ali'nin ve Halil İbrahim'in ve Lütfü'nün bir vârisi Abdullah'ıı olsa fevkalâde bir sebat, bir ihlâsın lüzumu ile beraber; bazı ârızalar içinde sarsılır, tam fedakârlık edemez.
    O havalinin kahramanları elhak müstesnadırlar. Alâkalar onları sarsmıyor. Fakat bazıları; Hüsrev gibi, Said gibi ve Âtıf ve emsali gibi bütün bütün alâkasız da bulunmak lâzım. O merhume şimdiye kadar, Risale-i Nur'un has talebeleri içinde, daima her gün yüz def'aya yakın ve hususî ismiyle de, bir def'a fecirde manevî kazançlarımıza on senedir hissedardır. Şimdi vefatından sonra ismiyle her gün, çok def'a hususî dualarda hissedar olduğu zaman gibi, yine yüz def'a hissedar oluyor.
    Aziz kardeşim Hüsrev! Seninle çok konuşmak istiyorum.
    Sh:»(K:261)
    Fakat bu dakikada o kadar vaktim dardır ki, ziyarete gelen dost dört-beş adama karşı "Beni meşgul etmeyiniz" diye lüzumsuz hiddet ettim. Her ne ise... Oradaki kardeşlerimize hasret ve iştiyakla pek çok selâm ve selâmetlerine dua ediyorum. Buradaki kardeşleriniz de sizi ta'ziye ve oradaki kardeşlerine arz-ı hürmetle selâm ediyorlar.
    * * *
    (163)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Hizb-i Nurî'de; hemتَفَكُّرُ سَاعَةٍ sırrı, hem küllî bir ubudiyet bulunduğundan; şimdi bu vakitte, kuvvetli bir emareyi müşahede ettim. Bugün Risale-i Nur'un Hizb-i Nurî'sinden bir kısmını ve Cevşen-ül Kebir'den dahi bir kısmını okurken gördüm ki; kâinatın enva'ını ve âlemlerini Yirmidokuzuncu Mektub'un âhir kısmı ve اَللَّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِâyetinin beyânında, seyahat-ı kalbiye ile, herbir İsm-i İlâhî bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor.. gafletleri, tabiatları parça parça ediyor... Ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm. Kâinatı, envaıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklar ile tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında, envar-ı tevhidi gösteriyor.
    Ezcümle: İki gün evvel, İsm-i Hakem Nüktesi'ni okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzumesinin bahsini, Risale-i Nur mesleğine vech-i tatbikini anlamamış. Demiş: "Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder" tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. "Bu bütün bütün başkadır" dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinadları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde nûr-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını tâkib ediyor. En
    Sh:»(K:262)
    uzak tahassüngâhlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: "O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!" Başına vurur.
    Hem kâinatı baştan başa âyineler hükmünde tecelliyat-ı esmaya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey, huzura mani olmuyor. Ehl-i tarîkat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için, kâinatı ya nefyetmek veya unutmak ve daha hatıra getirmemek değil; belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs'atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm. Daha var.. Fakat şimdi bu kadar yazdırıldı.
    * * *
    (164)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Bu defa Hâfız Ali'nin ve Halil İbrahim'in ve Lütfü'nün bir vârisi Abdullah'ın, ehemmiyetli üç mektublarını aldım. Hâfız Ali'nin Hizb-i Kur'ânî ve Hizb-i Nurî'deki yanlışlardan teessürünü bildiriyor. Kat'iyen o bilsin ki; o ve Tâhirî ve Hâfız Mustafa ve arkadaşlarının gayretleriyle tab'edilen o iki hizb, bu zamanda, bu şerait içinde gayet parlak bir muzafferiyet-i nuriyedir. Onların defter-i a'mâline, her tarafta hasenatları geçirilir. Kim okusa, onların hissesi var. Yanlışları, tahminimizden çok azdır. Lillahilhamd kolayca tashih ettik. Lâyık ellere girmiş.
    Halil İbrahim'in, Risale-i Nur hakkında gayet tatlı ve güzel ve mutabık temsili ve tavsifi, -içinde- samimî ihlâsından ve kanaatından geldiği cihetle, bizce gayet parlak ve edibâne düşmüş. Risale-i Nur'a ait kısmını Lâhika'ya yazacağız. Hakikaten Risale-i Nur'un mühim ve sebatkâr ve dâimî bir rüknü olduğuna şübhe kalmamış. Ona ve rüfekasına her gün hususî dualarımıza, kazançlarımıza, hususan İnce Mehmed hissedar olmalarını ve selâmımızı tebliğ edersiniz. Merhum Lütfü'nün ciddî ve hakikî bir varisi olan Abdullah'ın mektubunda, Risale-i Nur'la alakadar olan başta Tâhirî ve babası ve Ali ve Vehbi, Şükrü, Mustafa, Mehmed, Hüseyin, Mehmed, Hakkı ve bilhassa eskiden Risale-i Nur'da
    Sh:»(K:263)
    mevkii bulunan Büyük Zühdü gibi kardeşlerimizin selâmları beni çok ziyade mesrur eyledi. Ben de o kardeşlerimize hem selâm, hem dua, hem istid'a ediyorum. Onun mektubundaki sualleri ise, şimdi bu dakikada ise zihnim başka yerle meşgul, onların cevabına bakamıyor.
    Size bu defa üç noktayı beyan edeceğim.
    .............................. .............................. .............................. .........................
    Üçüncü Mes'ele: Bir kardeşimiz kusurunu görmediği münasebetiyle, onu ikaz için yazılmış ince bir mes'eledir. Belki size faidesi olur diye yazdık.
    Bir zaman evliya-i azîmeden nefs-i emmaresinden kurtulanlardan birkaç zâttan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmareden şekvalarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmarenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve â'sab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmarenin son tahassüngâhı bulunan ve nefs-i emmareyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren, bir mânevî nefs-i emmareyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zâtlar hakikî nefs-i emmareden değil; belki mecazî bir nefs-i emmareden şekva etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmareden haber veriyor.
    Bu ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki, onlarla ıslâh olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemler ile nefret edip veya tam bir fedâiliğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur'un erkanları gibi herşeyini, enaniyetini bıraksın. Bu acib asırda dehşetli bir aşılamak ve şırınga ile hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmare ittifak edip; öyle seyyiata öyle günahlara severek giriyor, kâinatı hiddete getiriyor. Hattâ kendim, bir dakika zarfında yirmi paralık bir sıkıntı ile, altmış liralık bir haseneye tercih etmeye çalıştım. Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i manevîde, benim cephemde kırkikilik bir top gibi düşmanlarıma atıp yol
    Sh:»(K:264)
    açtığı halde; o iki nefs-i emmarenin muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i tefevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, "Ne için ben atmadım" diye en çirkin bir riya ve rekabet damarını hissettim. Cenâb-ı Hakk'a yüzbin şükür ediyorum ki, Risale-i Nur ve bilhassa İhlâs Risaleleri o iki nefsin bütün desaisini izâle ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki haletleri birden izâle etti. Ve mânevî bir istiğfar olan kusurumu bildim. O hatanın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azabdan kurtuldum.
    Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.
    * * *
    (165)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Birden ruhuma gelmiş bir endişeyi beyan ediyorum:
    Ehl-i dalalet, Risale-i Nur'un elmas kılınçlarına mukabele edemedikleri için, şakirdleri içinde derd-i maişet cihetinden ve bahar mevsimi gafletinden istifade ederek; -meşrebler veya hissiyatları muhalefetinden- zayıf damarları bulup şakirdler içindeki tesanüdü sarsmak istediklerini hissettim ve anladım. Sakın! Çok dikkat ediniz.. içinize bir mübayenet düşmesin. İnsan hatadan hâlî olamaz, fakat tövbe kapısı açıktır.
    Nefis ve şeytan, sizi kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevkettiği vakit deyiniz ki: "Biz değil böyle cüz'î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saâdetimizi, Risale-i Nur'un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibariyle dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir." deyip nefsinizi susturunuz!.. Medar-ı niza' bir mes'ele varsa, meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrebde olmaz. Müsamaha ile birbirine bakmak, şimdi elzemdir.
    Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.
    * * *
    Sh:»(K:265)
    (166)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki; bu gaflet mevsimi olan baharda ve derd-i maişet belasında, Risale-i Nur fütuhatında devam ediyor. İstanbul'dan yazıyorlar ki; oraya giden, başta Hüsrev'in Mu'cizat-ı Ahmediye'si olarak, risaleleri her kim görmüş ve okumuş ise, başta Fetva Emini Ali Rıza olarak herkes hayret ve istihsan ile "Bu tarz-ı ifade ve isbat ve beyan, hiçbir kitabda bulmamışız. Bu şerait içinde böyle eserler hiç kimseye müyesser olmamış." deyip kemal-i iştiyak ile karşılıyorlar. Ve Ankara'da dünyaca yüksek makamlarda, askeriye heyetinde kemal-i iştiyak ve takdir ile Risale-i Nur'u yazıp okutturuyorlar. Başta miralay Mehmed Yümnü olarak mühim askerî paşalar, "Risale-i Nur îman kurtarıcıdır" diye takdirkârâne tam teslimiyetle okuyup istifade ediyorlar. Hattâ burada da pek çok ayrı ayrı tarzda Risale-i Nur aleyhinde yaptıkları desiseler ve tedbirler ve şâkirdleri soğutmak ve sarsmak plânları, hususan derd-i maişet belaları, Risale-i Nur'un inkişafını durdurmuyor. Günden güne tevessü' ediyor. Hattâ en ziyade hücum edenler dahi, perde altında istifadeye çalışıyorlar. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, inayet-i İlâhiye ve himayet-i Rabbaniye devam ediyor. Fakat yalnız ehemmiyetli bir plânla, ayrı bir cephede, mütemerrid münafıklar tarafından bir hücum var. Çok ihtiyat ve dikkat ve sebat ve tesanüd lâzımdır ki, tâ onların bu plânı da akîm kalsın. Plân da budur:
    "Risale-i Nur talebeleri içinde tesanüdü bozmak." Onsekiz seneden beri hakkımızda proğramları, has talebeleri bizden kaçırmak, soğutmak idi. Bu plânları akîm kaldı. Şimdi tesanüdü bozmak ve bazı menfaatperest fakat ehl-i ilim ve ehl-i dinden, Risale-i Nur'un cereyanına karşı rakib çıkarmak suretiyle intişarına zarar vermeye çalışıyorlar.
    Hem Ramazan Risalesi'nin âhirinde nefs-i emmareyi her nevi azabdan ziyade, açlık ile temerrüdünü terkettiği gibi; şimdiki ehl-i nifakın mütemerridane sefahetinin cezası olarak umuma ve masumlara da gelen bu açlık ve derd-i maişet
    Sh:»(K:266)
    belasından ehl-i dalalet istifade edip, Risale-i Nur'un fakir şakirdlerinin aleyhine istimal etmek ihtimali var. Madem şimdiye kadar ekseriyet-i mutlaka ile Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur hizmetini her belâya, her derde bir çare, bir ilâç bulmuşlar. Biz her gün hizmet derecesinde, maişette kolaylık, kalbde ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz, görüyoruz. Elbette bu dehşetli yeni belâlara, musibetlere karşı da, yine Risale-i Nur'un hizmetiyle mukabele etmemiz lâzımdır.
    Umum kardeşlerimize birer birer selâm ediyoruz.
    * * *
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ اْلقُرْآَنِ اَلَّذِىكَتَبْتُمُوهُ
    (167)
    Azîz, Sıddık, Mübarek, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bir vech-i i'cazını hârika kalemiyle gösteren ve mütemadiyen defter-i hasenatına, o yazdığı Kur'an'ları okuyanların sevabları yazılan kıymetdar Hüsrev!
    Bana gönderdiğin iki mübarek nüshadan birincisini size Hilmi Bey'le gönderdim. Bir hiss-i kablelvuku' ile, sen Isparta'dan ayrılacaksın diye ikisini birden bize göndermiştin. Çok da iyi oldu. Şimdi Isparta Medreset-üz Zehra-i Ekber ve Medrese-i Nuriye-i Kübra olduğundan; bu kudsî eser orada, hususan şuhur-u selâse gelmek üzere bir zamanda lâzımdır. İnşâallah orada da, bizim gibi cüzleri ile taksim ile hatmeler okunacak.
    Hilmi'nin kâğıdında şimdilik geri kaldı demiştik. Fakat bir mânevi ihtar ile gönderildi. Başta Aliler, Sabri, Rüşdü, Zühdü, Nuri, Ali, Re'fet, Tâhirî, Hacı Hâfız, Ahmedler, Mehmedler, Mustafalara umumen selâm ve dua ederiz.
    * * *
    Sh:»(K:267)
    (168)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Bu def'a Hâfız Ali'nin mektubunda büyük bir beşâret hissettik ki, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ımızı tab'edilecek esbab var.. maniler yok. Madem mübarek Hüsrev geldi; en birinci hak, bu mes'elede onundur. Ve madem iki Ali ve Tâhirî, Hâfız Mustafa, hârika tesanüdleriyle ve şimdiye kadar bütün Risale-i Nur şâkirdlerini sevindiren ve ehl-i îmanı memnun ve minnetdar eden meydandaki hizmetleriyle ve kahraman Rüşdü'nün lâyetezelzel sadakatıyla, Hüsrev'le beraber bu büyük ve ağır ve kıymetdar hizmet-i Kur'aniyeye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır. Sakın! dikkat ediniz.. İhtilaf-ı meşrebinizden ve zaîf damarlardan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip, birbirinizi tenkid ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer'iyye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlas Risalesi'nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa az bir ihtilaf, bu vakitte Risale-i Nur'a büyük bir zarar verebilir. Hattâ sizden saklamam, işte şimdi Feyzi de Emin de biliyorlar ki; mabeyninizde gayet ehemmiyetsiz bir tenkid, bize burada zarar veriyor gibi size, hiç bilmediğim halde, bu noktaya dair iki mektub yazdım ve ruhen çok endişe ediyordum. "Acaba yeni bir taarruz mu var?" diye muzdarib idim.
    Hem o zarardandır ki, mübarek Hüsrev'in gelmesiyle yeni bir şevk ve sür'atle bize Hizb-i Nurî'nin arkasına ilhak edilen münacat parçası onbeş gün te'hire uğradı. Onbeş gün evvel bize geleceğini tahmin ediyordum. İnsan kusursuz olmaz ve rakibsiz de olmaz. Risale-i Nur'un kahraman şakirdleri her müşkilâta galebe ettikleri gibi; inşâallah bu ehemmiyetli ve dehşetli mevsimde yine galebe ederler. Safvet ve ihlâslarını bozmayacaklar; ve hizmetlerine fütur getirmeyecekler. Siz, tedbir-i maddiyeyi benden daha iyi bilirsiniz. Fakat madem Hüsrev'le Rüşdü, Risale-i Nur'da çok ehemmiyetli rükünlerdir. Hem etraflarında Risale-i Nur'un çok ehemmiyetli şakirdleri var. Ve madem Hâfız Ali, Tâhirî, Hâfız Mustafa, Küçük Ali Risale-i Nur hizmetinde muvaffakıyetleriyle tam
    Sh:»(K:268)
    makbul oldukları tahakkuk etmiş. Bu iki cereyan baştaki iki göz gibi olmalı. Tam bir tesanüd lâzım ki, bu ağır defineye omuzları dayanabilsin.
    Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.
    * * *
    Sava Medrese-i Nuriye'nin kıymetdar bir talebesi Marangoz Ahmed'in güzel ve hâlis manzumesi bizi memnun edip, Lâhika'ya girdi. Hususan Risale-i Nur'un sandalyesinden mâsumları inmedikleri ve "O nurlu sandalyada oturan, yangınlar, tuğyanlardan kurtulur." diye sözleri güya tam Medreset-üz Zehra'nın hakikî bir talebesi, istikbalden zamanımıza gelmiş bize teselli veriyor ve masum talebelerin çoğalmasını müjde veriyor.
    Risale-i Nur'un te'lifi başında, başkâtib Şamlı Hâfız Tevfik'in haremi merhume Zehra, ben Barla'da iken, Şamlı Hâfız Risale-i Nur'u yazmasına çalışmak için o merhume, Hâfız'ın bedeline belinde odun taşımakla odun getiriyordu ve Hâfız'ın işlerini görüyordu.. tâ nurları yazsın. Biz de o merhumeyi o iyiliğine mukabil, Risale-i Nur'un vefat etmiş has talebeleri içinde o vakitten beri duamızda şerik ediyoruz, hem dua edeceğiz.
    * * *
    (169)
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)

    Azîz Kardeşlerim!
    Risale-i Nur'un hakkaniyetine ve ehemmiyetine dair bir imza-yı gaybî hükmünde olan yazdığınız Mecmua-i İşârât'a, Lâhika'dan intihab ettiğinizden iki misli daha ilâve etik. Eğer siz de kendinize öyle bir mecmua yazmışsanız, ilâve ettiğimiz mikdarı size de göndereceğiz. Bu mecmuanın gösterdiği kıymet Risale-i Nur'da bulunduğunu, bu zamanın dehşetli fırtınaları isbat ediyor.
    Evet kardeşlerim, Hazret-i İsa Aleyhisselâm İncil-i Şerifte
    Sh:»(K:243)
    demiş ki: "Ben gidiyorum... tâ size tesellici gelsin." -Yâni Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm gelsin,- demesiyle Kur'an'ın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi, bir hediyesi; tesellisidir.
    Evet bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zevâl ve tahribatları içinde ve bu boşluk nihayetsiz fezada herşey ile alâkadar olan insan için hakikî teselliyi ve istinad ve istimdad noktalarını yalnız Kur'an veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç bu zamandır. Bu asırda en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi isbat eden, gösteren Risale-i Nur'dur. Çünki zulümat ve evhamın menbaı olan tabiatı, o delmiş geçmiş, hakikat nuruna girmiş. Onaltıncı Söz gibi ekser parçalarında, hakaik-i îmaniyenin yüzer tılsımlarını keşf ve izah edip, aklı inkârdan ve tereddüdlerden kurtarmış. İşte bu hakikat içindir ki; bu çok usandırıcı ve dehşetli zamanda, usandırmayacak bir tarzda, çok tekrar ile beraber, aklı başında olanları Risale-i Nur'la meşgul ediyor. Re'fet Bey'in mektubunda dediği gibi, "Risale-i Nur'un en bâriz hâsiyeti, usandırmamak. Yüz def'a okunsa, yüzbirinci def'a yine zevkle okunabilir." Pek doğru demiş. Risale-i Nur'un tercümanı, hakikî vazifesinin haricinde dünyadaki istikbaliyata arasıra bakması, bir derece zâhirî bir müşevveşiyet verir. Meselâ: Bundan otuz-kırk sene evvel diyordu: "Bir nur gelecek, bir nuranî âlemi göreceğiz" deyip; o mânâyı, geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edilmiş.
    Hem bundan ondört, onbeş sene evvel, "Dinsizliği çevirenler müdhiş semavî tokatlar yiyecekler" diye; büyük, geniş, küre-i arz dairesindeki bu dehşetli hâdiseyi, dar bir memlekette ve mahdud insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybiyeyi tasavvurunun pek fevkinde tefsir ve tâbir eyledi.
    Evet Eski Said'in "Bir nur âlemi göreceğiz" demesi, Risale-i Nur dairesinin mânâsını hissetmiş; geniş bir dâîre-i siyasiye tasavvur ettiği gibi, Sırr-ıاِنَّآاَعْطَيْنَا nın remziyle, onüç ondört sene sonra, "Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müdhiş tokatlar yiyecekler." deyip; o hakikatı dar bir dairede tasavvur
    Sh:»(K:244)
    etmiş. İstikbâl, o iki hakikatı tam tâbir ve tefsir etti.
    Evet başta Isparta Vilayeti olarak Risale-i Nur dairesi, birinci hakikatı pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi; ikinci hakikatı da, medeniyet-i sefihenin tuğyanını ve maddiyyunluk (Hâşiye) tâununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habîsenin başlarına gelen bu dehşetli semavî tokatlar, geniş bir dairede, o sırr-ı اِنَّآاَعْطَيْنَا nın hakikatını, tam tamına isbat etmiş.
    Risale-i Nur kat'î bürhanlara istinaden hükümleri; sair hakaikte aynı aynına, te'vilsiz, tabirsiz hakikat çıkması ve yalnız işârât-ı tevafukiye ve sünuhat-ı kalbiyeye itimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesâil-i istikbaliyede neden bazan tabir ve te'vile muhtaç oluyor? diye hatırıma geldi.
    Böyle bir cevab ihtar edildi ki: «Gaybî istikbal-i dünyevîde ve dünya işlerinde başa gelen hâdisâtı bildirmemekte; Cenâb-ı Erhamürrâhimîn'in çok büyük bir rahmeti saklandığını ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız mübhem ve mücmel bir surette, ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile ederek, keşfiyatta ve rü'ya-yı sâdıkada bir kısım gaybî hakikatları ihsas eder. O hakikatların hususî suretleri vuku'undan sonra bilinir.»
    Kardeşlerim! Bu def'a Hilmi Bey ile gelen Re'fet ve Rüşdü'nün mektubları bizi çok sevindirdi. Zâten Hüsrev, Re'fet, Rüşdü Risale-i Nur'a intisabda eskiden beri beraber bulunmalarından, ben birisini tahattur etsem, üçü birden hâtıra geliyor. Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür ki, bu dehşetli fırtınalar onları ve sizleri sarsmadı. Mâşâallah, Re'fet şimdi de eski sadâkatını ve tam alâkasını tamamıyla muhafaza ettiğini anladık. Bir-iki senedir ondan hiçbir mektub ve hizmet-i Kur'aniyedeki vaziyetinden bir haber alamamıştım, merak ederdim. Bu defa mektubunda, "Ne vakit bir araya gelsek, Sözler'den birini açıp okuyoruz... tatlı tatlı istifade edip, üstadımızla görüşüyoruz." demesi, bizi sürur ile şükre sevketti. Sadakatta nâmdar Rüşdü'nün mektubunda merak ettiğim noktaları beyan etmesi ve hiz-
    _________________________
    (Hâşiye): Evet maddiyyunluk tâununun hastalığı nev'-i beşere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu titremeyi vermiştir.
    Sh:»(K:245)
    met-i Nuriye tevakkuf etmemesi ve sizlere sıkıntı olmaması, bizi çok mesrur eyledi.
    Lâtif bir tevafuk: Ahmed Nazif'in bu def'a çok meşgaleler içinde yazdığı, yalnız Ondokuzuncu Mektub'da [Mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M.)] tevafukatın mecmuu, dokuzbin sekizyüz otuzüç adede bâliğ olduğunu gördük. O mektubdaki Mu'cizat-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) bir kerametidir diye hükmettik.
    * * *
    (153)
    Risale-i Nur Şakirdlerinden Emin ve Feyzi'nin bir
    fıkrasıdır.
    Hem Risale-i Nur'un kasabalara ve cemaatlere berekete medar olması.. ve ona zarar edenlere tokat gelmesi gibi; şahıslara da, pek zâhir bir surette hem bereket ve hüsn-ü maişet (ona çalışanlara); ve gaybî tokatlar, onun aleyhinde çalışanlara gelmesi.. bu havalide çok hâdiseleri var. Biz kendi nefsimizde; çalıştığımız zaman pek zâhir bir surette bir hüsn-ü maişet, bir inayet gördüğümüz gibi, Risale-i Nur veya şakirdleri aleyhinde çalışanlara şiddetli tokatlar geldiğini görüyoruz. Ezcümle:
    Risale-i Nur'un erkânından birisi, kat'î bir surette haber veriyor ki: Üç-dört adam, dünya servetinin hatırı için toplanıp, münafıkane tedbir kurdukları hengâmda; üç gün sonra o üç-dört adamın haneleri ve birinin dükkânı yanıp, herbiri binler lira zayiatla tokat yediler.
    Hem bir dessas casus adam, Risale-i Nur şakirdleri aleyhinde çalışıyordu ki, onları hapse attırsın. Bir gün -serbest olarak- "Ben bir ipucu bulamadım ki, bunları hapse soksam. Eğer bir ipucu bulsam, onları hapse sokacağım." diye ilân ettiği vakitten iki gün sonra bir iş yapıp, Risale-i Nur şakirdleri yerinde, o adam iki sene hapse girdi.
    Hem bedbaht, muannid bir adam, Risale-i Nur aleyhinde hem şakirdlerinin bir rüknü aleyhinde mütecavizane bulunduğu hengâmda, bir-iki gün sonra meyhaneye gidip içe içe çatlamış, orada ölmüş. Bu neviden çok hâdiseler var. Demek
    Sh:»(K:246)
    Risale-i Nur dostlara tiryâk olduğu gibi, düşmanlara da sâika oluyor.
    * * *
    (154)
    Risale-i Nur Şakirdlerinden Hâfız Tevfik, Mehmed Feyzi, Emin, Hilmi, Kâmil'in fıkralarıdır.
    Gavs-ı Âzam'ın üstadımız hakkında
    فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ fıkrasıyla, inâyet ve teshile mazhar olduğuna; ve tevâfuk, Risale-i Nur'un kerametinin bir mâdeni bulunduğuna pek çok emarelerden, bu bir-iki gün zarfında, küçük ve lâtif, fakat kat'î kanaat veren cüz'î hâdiseler tevafukunda gözümüzle gördüğümüz inâyet-i Rabbaniyenin nümunelerinden beş-altısını beyan ediyoruz ki, onlar bu iki gün zarfında beraber vuku bulmuş:
    Birincisi: Dün Üstadımıza, Risale-i Nur'a ait üç hizmet lâzım geldi. Kimse de yok. Biz de uzaktayız. Merdivenden inip, bir çocuğu bulup, bizlere göndermek niyetiyle kapıyı açtı. Risale-i Nur'un o hizmetini görecek fevkalâde bir tarzda, dakikasıyla üç şakirdi kapıya geldiler.
    İkincisi: İki seneden ziyade Risale-i Nur'un mühim parçaları, Risale-i Nur'un berekâtıyla hanesi yangından kurtulan Hâfız Ahmed kendine yazdırıp, başka bir kaza ve nahiyede bulunan bir-iki zat onları istinsah için aldılar. İki seneden beri ellerinden kaçırıp, mahcubiyetlerinden haber vermedikleri için hem biz, hem Hâfız Ahmed merak, hem hiddet ediyorduk. O kitablar bugün geldiği aynı vakit, dün aynı saatte; üstadımıza, beş seneden beri her birkaç gün zarfında kolaylık için bir parça yemek pişirmek ile hatırını soruyordu. İki seneden beri o âdeti terketmişti. Hem komşuluktan da başka yere nakletmesiyle, iki senedir o âdet terkedilmiş iken, yine dün aynı saatte, iki sene evvelki aynı âdetiyle, o zâtın hanesinden aynen eskisi gibi küçücük bir hatır sormak nev'inde oğlu getirdi. Üstadımız dedi: "İki sene evvelki âdete lüzum kalmamış, siz de komşuluktan gitmişsi-
    Sh:»(K:247)
    niz." dedi. Bugün aynı vakitte, o Hâfız Ahmed'in yazdırdığı kaybolan kitablar, mükemmel bir surette istinsah ile beraber geldi. Bizde şübhe kalmadı ki, bu lâtif tevafuk da, Risale-i Nur hakkındaki inayetin bir cilvesidir.
    Üçüncüsü: Üstadımız, -aynı- yine bugün Emin'e dedi: «Üç-dört aydır her hafta karyesinden buraya gelen hane sahibesi gelmedi, kirasını dört aydır almadı. Herhalde cevab gönderin gelsin, alsın." dediği aynı dakikada, dört aydan beri yanına gelmeyen o hane sahibesi kapıya vurdu, geldi. Beş aylık kirasını aldı. Üstadımız, bu hâdise-i inâyetten memnuniyeti için, uzak bir nahiyeden gelen, yuvarlak, hiç görmediğimiz ve burada bulunmayan bir küçük ekmeği o hane sahibesine verdi. Aynı vakitte yirmi dakika zarfında, burada bulunmayan aynı ekmekten, iki sene Risale-i Nur'un iki kitabını alıp mütalaasının mânevî ücretinden binde bir ücret olarak geldi. Ve bir parçacık aşure çorbasını dahi yine o ev sahibesine verdi. Aynen o aşurenin on misli kadar, lâtif üç ekmek, yine iki sene iki kitabın okunmasına binde bir ücreti diye geldi. Gözümüzle gördük.
    Hem yine üstadımız, bugün o hane sahibesine, yedi senedir adını bilmediği için "İsmin nedir?" diye sormuş. O da demiş: Hayriye'dir. Hayriye isminde olmak tevafukuyla, iki saat sonra, Hayri namında Risale-i Nur'un bir şakirdi, haberimiz yokken İstanbul'a gitmiş. Hem ticaret münasebetiyle iki mühim şakirdler dahi gidip geç kaldılar. Maddî, manevî fırtınalar münasebetiyle üstadımız onları, hem oradaki mühim bir şakirdi çok merak ediyordu. Bugün o Hayri, iki saat Hayriye'den sonra geldi; o üç şakird hakkındaki merakı izale ettikten sonra, dört aydan beri devam eden tefarik namında üstadımızın bir kokusu bugün bitmişti. Hayri'nin elinde bir küçük şişe... Dedi: "Size tefarik getirdim." Biz de bu küçük, latif tefarikteki tevafuka Bârekallah dedik.
    Bu iki gün zarfında bu küçücük nümuneler gibi, üstadımız Mu'cizat-ı Ahmediye'nin tashihatıyla meşgul olduğu için, bunlardan başka çok nümuneleri görmüş. Madem iki günde böyle inayetin cilvelerini görüyoruz. Risale-i Nur dairesi içinde dikkat edilse herkes -kendi nefsinde- hizmeti derecesinde böyle nümuneleri görebilir.
    Sh:»(K:248)
    Risale-i Nur Şâkirdlerinden

    Gözümüzle gördük.

    Hâfız Tevfik Mehmed Feyzi Emin Hilmi Kâmil Hayri
    Evet Evet Evet Evet Evet Evet
    Evet. Ben de tasdik ediyorum.
    Said Nursî

    * * *

    (155)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Bu şiddetli kışta ve manevî, dehşetli ayrı tarz bir kışta ve nev-i beşer içtimaî hayatında müdhiş, kanlı diğer tarz bir kışta çırpınan bîçarelere, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev'iye cihetinden gayet derecede bir hüzün ve elem hissettim.
    Çok yerlerde beyan ettiğim gibi, yine Erhamürrâhimîn ve Ahkemülhâkimîn olan onların Hâlık-ı Kerîm ve Rahîm'in hikmet ve rahmeti, benim kalbimin imdadına yetişti. Mânen denildi ki: "Senin bu şiddetli teessürün, o Hakîm ve Rahîm'in hikmetini, rahmetini bir nevi tenkid hükmüne geçer. Rahmet-i İlâhiyeden ileri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabbaniyeden daha mükemmel hikmet, dâire-i imkânda olamaz. Âsiler cezalarını; mâsumlar, mazlumlar zahmetlerinden on derece ziyade mükâfatlarını alacaklarını düşün! Senin dâire-i iktidarın haricinde olan hâdisata, Onun merhamet ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti noktasında bakmalısın!" Ben de o lüzumsuz, şiddetli elem-i şefkatten kurtuldum.
    Otuz sene evvel aşairlerde gezerken böyle sual ettiler: «Acaba şu zaman ve dehrin şikâyetindeki, hattâ büyük zâtlar ve evliyalar dahi felekten ve zamandan şikâyet ediyorlar. Ondan, Sâni'-i Zülcelâl'in san'at-ı bediine itiraz çıkmaz mı?»
    Cevab: Hayır ve asla!.. Belki manası şudur: Güya şikâyetçi der ki: «İstediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhi ettiğim hal; hikmet-i ezeliyenin düsturiyle tanzim olunan âlemin mahiyeti müstaid değil ve inayet-i ezeliyenin pergariyle nakşolunan feleğin kanunu müsaid değil ve meşiet-i ezeliyenin
    Sh:»(K:249)
    matbaasında tab'olunan zamanın tabiatı muvafık değil ve mesâlih-i umumiyeyi te'sis eden hikmet-i İlahiye razı değildir ki; şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlak'ın yed-i kudretinden, şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümüzün iştihasıyla istediğimiz herbir semeratı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz.» Evet, bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhita hareket-i mühimmesinden durmaz.
    İşte otuz sene evvelki cevaba Risale-i Nur dahi zelzeleler bahsinde, böyle küçük bir Hâşiye ilhak ediyor ki, herbir unsurun, maddî ve mânevî kış ve zelzele gibi hâdiselerin yüzer hayırlı neticeleri ve gayeleri varken; şerli ve zararlı bir tek neticesi için onu vazifesinden durdurmak, o yüzer hayırlı neticeleri terketmekle, yüzer şer yapmak, tâ bir tek şer gelmesin gibi hikmete, hakikata, rububiyete münafî olur. Fakat küllî kanunların tazyikinden feryad eden ferdlere, inâyât-ı hâssa ve imdâdât-ı hususiye ile ve ihsânât-ı mahsusa ile Rahmânürrahîm her bîçârenin imdadına yetişebilir. Dertlerine derman yetiştirir. Fakat o ferdin hevesiyle değil, hakikî menfaatiyle yardım eder. Bazan, dünyada istediği bir cama mukabil, âhirette bir elmas verir.
    * * *
    (156)
    Feyzi ile Emin Diyorlar ki:
    Üstadımızın ve Risale-i Nur'un ciddî hakaikleri içinde en tatlı bir fâkihesi tevafuk olduğu için, kardeşlerimize yine bu iki gün zarfında küçük bir-iki tevafuku, size bundan evvelki tevafuka Hâşiye olarak yazıyoruz:
    Evet nasılki kelimatta ve kelimat-ı mektubede tevafuk; bir kasd, bir inâyet-i hususiyeyi gösteriyor. Bazan hârika olup keramet derecesine çıkıyor. Bazan lâtif bir zarafet veriyor. Aynen öyle de, Risale-i Nur'a ait ve üstadımıza ait hâdisatta da aynen kasdî ve inayetkârâne tevafuku, akvaldeki o ef'alde dahi görüyoruz. Ezcümle: Size yazılan, dört ay gelmiyen hane sahibesi için Emin kardeşimize dedi: "Haber gönder" tekellümünde, onun
    Sh:»(K:250)
    kapı çalması tevafuk ettiği gibi; aynı cümleyi, iki def'a okunduğu zaman, "Emin'e dediği" kelimesi okunduğu ânında, aşağıki kapıyı Emin açtı. Gelmek zamanı gelmeden geldi.
    İkinci gün, yine başka bir adama okunduğu vakit, "Emin'e dediği" kelimesini okuduğu vakit, aynı anda yukarı kapıyı Emin açtı, gelmek âdetine muhalif olarak geldi, girdi. Bu iki tevafuk, hane sahibesinin tevafukuna tevafuku gösteriyor ki; en cüz'î işlerimiz de tesadüf değil, kasdî tevafuktur.
    Hem dört ay evvel bir parça tarhana getiren Risale-i Nur şakirdlerinden Fuad'ın İstanbul'a gidip, otuz gün te'hirinden geç kalmasından endişe ettiğimiz aynı günde, onun tarhanası bittiği aynı günde gelmesi, tevafuk etti.
    Hem aynı günde, bir parça tereyağı, (biz ve üstadımız da bunun bereketini hissediyorduk) bittiği dakikada onun mikdarına tevafuk edip, zannımızca aynı yerde, aynı mikdar, aynı zamanda geldiği gibi; hem buralarda köylerde, kül içinde yapılan bir çörek, üstadımızın hoşuna gittiği için sabah-akşam ondan yiyip ve onbeş gün devam edip, bittiği aynı günde, aynı çörekten, onun akrabasından birisi getirdi. Bu tevafukun hâtırı için geri çevirmedi, kabul etti. Mukabiline bir teberrük verdi. Gözümüzle bu lâtif tevafuktaki şirin inayet-i İlâhiyenin cüz'î cilvelerini gördük ve anladık ki, kör tesadüf işimize karışmaz.
    Mânidar tevafuk, Risale-i Nur'un kelimatında ve hurufatında olduğu gibi, ona temas eden harekât ve ef'alde de öyle mânidar tevafuklar var. İnâyete temas ettiği için, en cüz'î birşey de olsa kıymeti büyüktür. Böyle uzun yazmak ve ziyade ehemmiyet vermek israf olmaz. Çünki, mânâsı olan inâyet ve iltifat-ı rahmet muraddır. Ve bu bahis dahi, mânevî bir şükürdür.
    Risale-i Nur şâkirdlerinden
    Emin, Feyzi

    * * *
    Sh:»(K:251)
    (157)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Nur fabrikasının sahibi ile kahraman Tâhirî bizi gayet mesrûr eden müjdeler veriyorlar, hem bazı mes'eleleri soruyorlar. Sizlerdeki erkânın verdikleri karar ve münasib gördüğü tarzlar, benim re'yimin fevkinde inşâallah isabet ederler. Mâdem benim re'yimi de almak istiyorlar. Şimdilik, evvelce nazlanan matbaacılara lüzum yok. Hem mesleğimize muhalif yeni hurufa, Risale-i Nur'un bir nevi müsaadesi hükmüne geçtiği için lâzım değil. Sizler, el makinasıyla yazdığınız mikdar yeter. Zâten Nazif de, el makinasıyla bir derece çalışıyor. Tashihine çok dikkat etmek lâzım. Eski hurufla elmas kalemli kardeşlerim matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bize yardım etsinler.
    Sorduğunuz ikinci cihet ise, Hâfız Mustafa'ya verdiğim yeni hurufla iki risale, çoğu ayrı ayrı olsun, bazı da beraber olsun. Gençlere ait risaleciğin başında isim olarak "SIRAC-ÜL- GAFİLİN" veyahut "GENÇLİK REHBERİ" nâmı; tevhide ait risaleye "HÜCCETÜLLAH-ÜL- BÂLİÐA" namını veyahut "MİSBAH-ÜL-İMAN"; Keramet mecmuasının ismi ise, "SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ" veya "TASDİK-İ GAYBÎNİN HÂTEMİ" namını başında yazarsınız. Arabî "VİRD-ÜL EKBER-İ-NURİYE" tab'edilmişse, arabî bilmeyen Risale-i Nur şakirdlerine bir teshilât olmak için Yedinci Şua Âyet-ül-Kübrâ ve Yirminci Mektub'da îzah ve tercüme edilen sahifelerinin numaraları, ''VİRD-ÜL-EKBER''in kenarlarına rakamla bir Hâşiyecik gibi yazılsa iyi olur. Yani "Bu arabî makam, filân risalede, filân sahifede izahı var" diye işaret edilse ve elmas kalemli kardeşlerimiz bunu tevzi' edip, herbiri bazı nüshaları böyle işaretlerle kaydetse ve hem el makinesiyle yaptığınız veya matbaadan gelen risalelerden nümune için bir-iki nüshasını bize gönderseniz iyi olur.
    * * *
    Sh:»(K:252)
    (158)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Bu şiddetli maddî ve manevî kıştaki galâ ve varlık içinde kaht ve derd-i maîşet fukaralara ağır basması cihetinde, ekseri fakir-ül-hâl olan Risale-i Nur şakirdlerinin bu dehşetli hâle karşı sarsılmaları ve tesanüdleri bozulması ihtimaliyle ziyade endişe ediyordum. Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihadınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkid etmemesi, Risale-i Nur'un vazife-i kudsiye-i îmaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız.
    Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkid etmeyiniz. Yoksa az bir za'f gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler. Derd-i maişet zaruretine karşı iktisad ve kanaatla mukabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakikatı, ehl-i tarîkatı dahi bir nevi rekabete sevkettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakirdleri içinde şimdiye kadar bu cihet onları zedelememiş. İnşâallah yine zedelemez. Fakat herkes bir ahlâkta olamaz. Bazıları meşru' dairede rahatını istese de, itiraz edilmemeli. Zarurete düşen bir şâkird, zekâtı kabul edebilir. Risale-i Nur'un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de, Risale-i Nur'a bir nevi hizmettir.
    Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tama' ve lisan-ı hâl ile istemek olmamalı. Yoksa ehl-i dalâlet ki, hırs ve tama' yolunda dinini feda etmiş. Onlar nazarında kıyas-ı binnefs cihetiyle, "Risale-i Nur'un bir kısım şakirdleri dahi, dinini dünyaya âlet ediyorlar" diye çirkin bir ittiham ile taarruzlarına meydan açar.
    Sizler arasıra İhlâs'ı ve İktisad Lem'alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte Risalesi'ni mabeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız, bu memlekete medar-ı iftihar olacak ve istikbâlini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz! Bu yeni fırtına, sizin tesanüdünüzü bozmasın. Arabî Vird-ül-Ekber-i Nuriye'ye dair müjdeniz ve kahraman Tâhir'lerin ve mübareklerin, sâri ve dehşetli hastalıklara tiryâklar ve ilâçlar yetiştirmeleri ve mütemadiyen çalışmaları, bizi belki ruhanîleri ve Rical-
    Sh:»(K:253)
    ül-gayb zâtları dahi sevindiriyor. Hulûsi'nin Ve-l'Asrı nükte-i i'caziyesine karşı tam takdiri ve tasdiki ve Konya'ya tahvili, hizmet-i Nuriye noktasında beni memnun eyledi. Evet Risale-i Nur şakirdlerinin birincilerinden fa'al birisi, o ehemmiyetli şehre gitmesi lâzım idi.
    Kardeşlerim!
    Lem'a-i Müdafaat'ta Isparta muhbirleri ünvanıyla, bizi hapse sevkeden Ankara'daki zalimler irade edilmiş. Mecburiyet tahtında öyle demişiz. Şimdi, Isparta benim mübarek bir vatanım ve çok kıymetdar kardeşlerimin dahi sevgili vatanları olduğundan, Isparta muhbirleri kelimesini o makamlardan kaldırdım, onların yerlerine "mülhid zâlimler" yazdım. Siz de öyle yazınız.
    Hem kahraman Tâhir'in bana yazdığı Müdafaat Risalesi'nde, İhtiyar Lem'ası'nda Ankara'ya ait bahsinde Sekizinci Rica yazmış. Halbuki Yedinci Rica'dır. Onu da tashih ediniz. Tâhirî gibi kahraman bir mahduma sahib olan ve hanesinde Risale-i Nur'un altı şakirdi bulunan kardeşimiz Hüsnü Efendi'ye bilmukabele selâm ve tebrik ederiz.
    * * *
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    (159)
    Azîz Kardeşlerim!
    Çok selâm, birden bire kalbe gelen bir nükte-i i'caziyeyi size gönderiyorum, münasib görürseniz lâhikaya geçsin.
    Kur'an'a ait en cüz'î, en küçük bir nüktenin de kıymeti büyük olduğundan; işârat-ı Kur'aniyenin bu zamanımıza temas eden küçük bir şuaı bugün Sûre-i Ve-l'Asrı nükte-i i'caziyesi münasebetiyle, Sûre-i Fil'den mânâ-yı işârî tabakasından tevafuk düsturuna istinaden bir nüktesini beyan etmem ihtar edildi. Şöyle ki:
    Sûre-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَ meşhur ve tarihî bir hâdise-i cüz'iyeyi beyân
    Sh:»(K:254)
    ile, küllî ve her asırda efradı bulunan o gibi ve ona benzeyen hâdiseleri ihtar ve tabakat-ı işâriyeden her tabakaya göre bir mânâyı ifade etmek, umum asırlarda umum nev-i beşerle konuşan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın belâgatının muktezası olmasından, bu kudsî sûre bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor, fenaları tokatlıyor. Mânâ-yı işârî tabakasında, bu asrın en büyük hâdisesini haber vermekle beraber; dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dalâlette gitmenin cezası olarak, cifir ve hesab-ı ebced ile üç cümlesi, aynı hâdisenin zamanına tetabuk edip işaret ediyor.
    Birinci cümlesi: Kâbe-i Muazzama'ya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına Ebâbil tayyareleriyle semavî bombalar yağdırmasını ifade eden تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ cümle-i kudsiyesi, bin üçyüz elli dokuz edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşları yağdırmasına tevafukla işâret ediyor.
    İkinci cümlesi: اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِى تَضْلِيلٍ kelime-i kudsiyesi, eski zaman hâdisesindeki Kâbe'nin nurunu söndürmek için, hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat dalâletinde aks-ül amel ile aleyhlerine dönmesiyle tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desiselerle, zulümlerle Edyan-ı Semaviye Kâbesini, kıblegâhını dalâlet hesabına tahribe çalışan cebbar, mağrur ehl-i dalâletin tadlil ve idlâllerine semavî bombalar tokadıyla cezalanmasına, aynı tarihi فِى تَضْلِيلٍ kelime-i kudsiyesi bin üçyüz altmış makam-ı cifrîsiyle tevafuk edip işaret ediyor.
    Üçüncüsü:اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ cümle-i kudsiyesi Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a hitaben: "Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerreme'yi ve Kâbe-i Muazzama'yı hârikulâde bir surette düşmanlarından
    Sh:»(K:255)
    kurtarmasını ve o düşmanların nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun?" diye mânâ-yı sarîhiyle ifade ettiği gibi, bu asra dahi hitâb eden o cümle-i kudsiye mânâ-yı işârîsiyle der ki: "Senin dînin ve İslâmiyet'in ve Kur'anın ve ehl-i hak ve hakikatın cebbar düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaatı için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör.. bak!" diye mânâ-yı işârîsiyle, bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle tam bin üçyüzelli dokuz (1359) tarihiyle aynen âfât-ı semavî nev'inde semavî tokatlarla, «İslâmiyet'e ihanet cezası olarak..» diye mana-yı işarî ifade ediyor.
    Yalnız اَصْحَابِ الْفِيلِ yerinde اَصْحَابِ الدُّنْيَا gelir. "Fil" kalkar, "Dünya" gelir. (Hâşiye).
    TAHLİL: تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ : İki ت sekizyüz. İki ر dörtyüz. İki م, bir ب , bir ح, bir ى yüz. Tenvin vakf olmadığından ن dur, elli. Bir ه- , birج , bir (medde Elif) dokuz; Mecmuu,
    __________________________
    (Hâşiye): Bu "Fil" lâfzı kalkmasının sırrı: Eski zamanda dehşetli Fil-i Mahmudî azametine, heybetine dayanmış, hücum etmişler. Şimdi ise dünya servetine ve malına ve o servetle filolar teşkil edip, hattâ kırk milyon bir millet, o fil gibi filolarla dörtyüz milyonu esaret altına almış ve Avrupa medeniyetçileri medeniyetin mehasiniyle, iyilikleriyle, menfaatleriyle değil, belki medeniyetin seyyiatıyla ve sefahetiyle ve dinsizliğiyle üçyüzelli milyon müslümanların her tarafta hâkimiyetlerini imha edip istibdadına serfüru' etmiş ve bu musibet-i semaviyeye sebebiyet vermiş. Ve dünyaperest gaddar zalimler, zulümlerine ceza olarak tokatlar gelmeye ve fakir ve mâsumlar ve mazlumlara, fâni mallarını ve hayatlarını âhiretlerine çevirmek ve kıymetdar eylemek ve dünyadaki günahlarına keffaret-üz zünub etmeye kader-i İlâhîye fetva verdiler. Ben birbuçuk senedir dünyaperestlerin bu musibette vaziyetlerini ve safhalarını ve ikinci harb-i umumî sahifelerini kat'iyen bilmiyorum. Fakat iki sene evvelki vaziyetleri, bu sure-i kudsiyenin mânâ-yı işârî tabakasından gelen tokatlar, tam tamına onların başlarına iniyorlar ve sûrenin bir mânâ-yı işârîsini tam tefsir ediyor.
    Sh:»(K:256)
    bin üçyüz ellidokuz. فِى تَضْلِيلٍ : ض sekizyüz.ف seksen. ت dörtyüz. İki ى yirmi. İkiل altmış. Tenvin vakfa rast gelmiş, sayılmaz. Yekûnu, bin üçyüz altmış.
    اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ : İki "re" , bir "te" sekizyüz. İki "fe" , iki ك ikiyüz. İki ل , bir م yüz. Bir ع , bir ص yüzaltmış. Dört ب üç elif, bir ى , bir ح yirmidokuz. اَلْفِيلِ yerine gelen اَلدُّنْيَا daki iki د , bir elif dokuz. Bir ن elli. Bir ى on. Bir elif, bir. Bu yekûn, bin üçyüz ellidokuz (1359), eğer okunmayan elif sayılmazsa bin üçyüz ellisekiz (1358) eder. Hem arabî, hem rumî tarihiyle bu semavî tokatların ayrı ayrı çeşitlerinin zamanlarına tevafuk ile parmak basıyor (Hâşiye). Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dualar eylerim.
    Kardeşiniz
    Said Nursî
    ***
    (160)

  6. #6
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)

    KARA DAÐ'IN BİR MEYVESİ
    Bir âyetin mana-yı işarîsinin külliyetinden bir ferdi, Teşrin-i sâni otuzuncu gün, bin üçyüz ellisekizde , Karadağ başına çıkıyordum. "İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül eden helâketleri ve hasaretleri ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?" hatıra geldi. Birden, her müşkilimi halleden Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, Sure-i ( وَالْعَصْرِ ) þþyi karşıma çıkardı. Dedi: "Bak!" Baktım. Her asra hitab ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyade bakan وَالْعَصْرِ * اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ âyetindeki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi bin üçyüz yirmidört (1324) edip, hürriyet inkılabıyla başlıyan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umumî mağlubiyetleri ve dehşetli muahedeleri ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumî'nin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasâret-i insaniye ile اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikatı, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem'a-i i'cazını gösteriyor.اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (Âhirdeki ( ت ) ,( ه ) sayılır,
    Sh:»(K:230)
    Şedde sayılır) ise, makam-ı cifrîsi bin üçyüz ellisekiz olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasaretlerden bâhusus manevî hasaretlerden kurtulmanın çare-i yegânesi,



    îman ve a'mâl-i sâliha olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasâretin de sebeb-i yegânesi küfr ü küfran, şükürsüzlük; yani îmansızlık, fısk u sefahet olduğunu gösterdi. Sure-i وَ الْعَصْرِ nin azametini ve kudsiyetini ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikın hazinesi olduğunu tasdik ederek, Cenâb-ı Hakk'a şükrettik.
    Evet Âlem-i İslâm'ın, bu asrın en büyük hâsâreti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumî'den kurtulmasının sebebi: Kur'andan gelen îman ve a'mâl-i sâliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı açlık ve kahtın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri; ve zenginlere gelen hasaret ve zayiatın sebebi de, «zekat» yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu'nun bir meydan-ı harb olmamasının sebebi; اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا kelime-i kudsiyesinin hakikatını fevkalâde bir surette yüzbin insanın kalblerine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirdlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatları isbat eder.
    Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur'a sıkıntı veren veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamların tokat yemeleri gibi; bu sene, bu memleketin etrafında umumî bir tarzda Risale-i Nur'un intişarına sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf devresi vermek hatasıyla, şimdiki umumî sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.
    Said Nursî
    SURE-İ VE-L'ASR'IN DAÐ MEYVESİ NAMINDAKİ
    NÜKTESİNE BİR HAŞİYEDİR
    (143)
    Sh:»(K:231)
    اَلصَّالِحَاتِ deki ت, âhirdeki "tâ"lar ekseriyetçe vakfa rast gelmesiyle cifirceه sayılabilir, اِلاَّ beraberdir. Bu noktada (1358) bu zamanımızı gösterir. Ve telâffuzca ه okunmadığından ت kalabilir. Bu noktadan, şeddeler sayılmazsa ve( اِلاَّ )beraber değil, ikiyüz küsur sene zamana kadar îman ve âmel-i sâlih ile beraber bir taife-i azîme, hâsârat-ı azîmeye karşı mücahedeye devam edeceğine işaret edip, Fâtiha'nın âhirinde صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ bin beşyüz kırkyedi (1547) veya bin beşyüz yetmişyedi (1577) gösterdiği zamana; hem لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى يَاْتِىَ اللَّهُ بِاَمْرِهِ birinci cümle, bin beşyüz makamıyla âhirzamanda bir taife-i mücahidînin son zamanlarına; ve ikinci cümle bin beşyüzaltı makamıyla, galibane mücahedenin tarihine; ve üçüncü cümle bin beşyüz kırkbeş makamıyla pek az bir farkla, hem Fâtiha'nın, hem Ve-l-Asrı Sûresi'nin iki cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip, tevafuk eder. Demek bu hadîs-i şerîfin üç cümlesinden herbirisi, bin beşyüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu اَلَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ şedde sayılmazsa, bin beşyüz altmışbir makamıyla, hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ (şedde sayılır fakat بِالصَّبْرِ lâmdır) bin beşyüz altmış makamıyla iştirâk edip, o tâife-i azîmenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mânâ-yı işârî ve cifrî ile gösterirler. Ve Fâtiha ve hadîsin irâe ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrüb
    Sh:»(K:232)
    edip, farklı bir derece tevafuk ederler ve mânâlarıyla da tam tetabuk ederek, parlak bir lem'a-i i'caziye-i gaybiyeyi gösteriyorlar.
    * * *
    (144)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Eski Said çok zaman Medreset-üz Zehra'yı gaye-i hayâl ederek çalışmış. Cenâb-ı Hak kemal-i merhametinden, Isparta'yı o Medreset-üz-Zehra hükmüne getirdi. Ve nahiyemiz olan küçücük Isparta'nın mahdud akraba ve ahbab yerine, mübarek Isparta Vilâyetini verip binler kardeşi ihsan eyledi. Belki muhtemeldir ki, o küçük Isparta'nın aslı, bu büyük Isparta'dan gitmiş. Benim vatan-ı aslim, bu Isparta olmak caizdir. Hattâ Isparta'lı kim olursa olsun, başkalara nisbeten benimle ve Risale-i Nur'la fazla alâkadar görüyorum. Hattâ buradaki bütün zâbitan içinde biri müstesna, en ziyade bize ve Risale-i Nur'a ciddî alâkadar, bu hâmil-i mektub Isparta'lı Hilmi Bey'i gördüm. Onu Risale-i Nur'un has şakirdleri içinde kabûl eyledik.
    Isparta'da ve Sav'daki taarruz bir derece umumîdir. Risale-i Nur'un intişar ettiği her tarafta bu sıralarda, şimdiye kadar bir plân dahilinde Risale-i Nur'un fütuhatına karşı tecavüz var. Bir derece şevk ve neş'eye zarar verdi, bir devre-i tevakkuf açtı. Şimdiki kahtlığa o tevakkuf sebebiyet veriyor. Fakat Cenâb-ı Hakk'a şükür, Isparta ve havalisi kahramanları çelik gibi metanet göstermeleri, sair yerlerin de kuvve-i mâneviyelerini takviye ediyorlar. Bazı ihtiyatsız ve dikkatsizlerin yüzünden cüz'î zararlar olduğundan, ihtiyat ve dikkat her vakit lâzımdır. Barla'da Risale-i Nur'un muvakkat ta'tili sebebiyle yağmursuzluk başladığı gibi ve Risale-i Nur'un müdahalesiyle yağmurun Barla etrafındaki daireye mahsus olarak gelmesi ve Isparta'nın Risale-i Nur'a karşı iştiyaklarıyla, Hüsrev'in dediği gibi yağmur fevkalâde bir surette imdada gelmesi gibi, pek çok emarelerle ve burada Risale-i Nur münasebetiyle vücuda gelen yüz hâdiselerin delâletiyle deriz ki: Bu Anadolu'ya ayn-ı rahmet olan Risale-i Nur'a karşı, bu acib zamanda böyle umumî ve geniş bir taarruzla ve bazı yerlerde ta'tile mecbur olması, bu kaht ve galayı ve bu acib ihtikârı ve bereketsizlik ve açlığı netice
    Sh:»(K:233)
    verdiğine bize kanaat verdi. Şimdi yanımdaki Emin ve Feyzi gibi sair arkadaşlarım da aynı kanaattadırlar.
    Umum kardaşlarımıza selam ve dua ve dualarını istiyoruz.
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    * * *
    (145)
    RİSALE-İ NUR ŞAKİRDLERİ TARAFINDAN SORULAN SUÂLE CEVABDIR.
    Suâl: Geçen sene sizden sormuştuk ki; elli gündür merak edip dünya cereyanlarına bakmadınız ve sormadınız, o zaman bize bir cevab verdiniz. Gerçi o cevab hakikattır ve kâfidir. Fakat Risale-i Nur'un intişarı ve hizmeti ve âlem-i İslâmiyetin menfaati noktasında bir derece bakmanız lâzım iken, şimdi onüç ay oluyor aynı hâl devam ediyor. Merak edip hiç sormuyorsunuz.
    Elcevab:اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ âyetine en a'zam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil tarafdar olmak veya merakla o cereyanları takib etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acib zulümlere bakmak da caiz değil. Çünki zulme rıza zulümdür; tarafdar olsa, zalim olur. Meyletse وَ لاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetine mazhar olur.
    Evet hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve belki inad ve asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan dünyada emsali vuku bulmayan gaddarâne bir zulüm hesabına olduğuna kat'î bir delil şudur ki:
    Bin masum çoluk-çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir-iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle, bombalarla onları mahvetmek ve tabakat-ı beşer cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebidleri ve sosyalistlerin ve bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek ve binler, milyonlar
    Sh:»(K:234)
    mâsumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idâme ve sulhu reddetmektir.
    İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikata ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur'an teberri eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip tezellül etmez. Çünki onlarda öyle dehşetli bir fir'avunluk bir hodgâmlık hükmediyor; değil Kur'an'a, İslâm'a yardım, belki kendine tâbi ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zalimlerin kılınçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur'aniye elbette tenezzül etmez.
    Ve milyonlarla mâsumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı Kâinat'ın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur'an'a farz ve vâcibdir. Gerçi zındıka ve dinsizlik, o boğuşanların birisine dayanıp ehl-i diyaneti ezer. O zındıkanın tazyikinden kurtulmak, onun aksi cereyanına tarafdar olmak bir çaredir. Fakat şimdiye kadar o tarafdarlık, bir menfaat vermeyerek çok zararları dokunmuş.
    Hem zındıka, nifak hâsiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip, sana düşman eder. Senin tarafdarlık cihetiyle kazandığın günahlar, faidesiz boynunda kalır. Risale-i Nur şakirdlerinin vazifeleri îman olduğundan, hayat mes'eleleri onları çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakikata binaen, değil onüç ay, belki onüç sene (Hâşiye) dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız: Günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?
    İkinci Suâl: İşârât-ı Kur'aniye Risalesi'nde, Fâtiha'nın âhirinde sırât-ı müstakîm ashabı ki, َالَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ âyetiyle târif edilen taife içinde, hem لاَ تَزَالُ طَآئِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ilâ âhir... hadîsinin âhirzamanda gösterdikleri mücâhidler içinde ve
    _____________________
    (Hâşiye): Hem tam yedi senedir aynı hal devam etti. Ne merak etti ve ne de sordu ve ne de bildi.
    Sh:»(K:235)
    hem Ve-l'Asrı Suresi'nin اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا dan başlayan üç cümlenin mânâ-yı işârîsinde hususî bir surette bir ferdi, Risale-i Nur'un has şâkirdleri olduğuna sebeb nedir ve vech-i tahsisi nedir?
    Elcevab: Sebebi ise; Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur'aniyenin muammalarını hall ve keşfetmiştir ki; her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp, tereddüdlerden kurtulamayıp, bazan îmanını kaybederdi. Şimdi bütün dinsizler toplansalar, o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler. Yirmisekizinci Mektub'daki İnâyât-ı Seb'ada bir kısmına işaret edilmiş. İnşâallah bir zaman o tılsımlar, müstakil bir risalede cem' edilecek.
    * * *
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    (146)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Kahraman Tâhirî ve Hâfız Mustafa'nın yaptıkları hizmet çok güzeldir. Onların tedbirleri isabetlidir, haktır. Nur fabrikasının divanında verdiğiniz kararlar, ne olursa kabûlümüzdür. İşârât-ı Kur'aniye tevabi'leriyle beraber çok güzel. Yalnız Seyyid Şefik'e giden mektub, şahsına ait kısmı girmeyecekti. Lâhika'dan aldığınız parçalar da çok güzel. Büyük Ali sisteminde, küçük ve ikinci Ali'nin manidar fıkrası iyidir, fakat muhtasardır. En evvel gençlere ait üç-dört dersin ki, Hâfız Mustafa'ya vermiştik el makinasıyla, mümkünse eski hurufla, değilse yeni hurufla (Hâşiye) Nur fabrikasının divanındaki heyet münasib görse
    _______________________
    (Hâşiye): Risale-i Nur'un bir vazifesi; huruf-u Kur'aniye'yi muhafaza olduğundan, yeni hurufa zaruret derecesinde inşâallah müsaade olur.

    Sh:»(K:236)
    ve hal müsaade etse, yazılsın. Bize de bazı nüshalar gönderilsin. Mübareklerin İşârât-ül İ'caz'larına bedel bir nüshamı posta ile gönderdik. Cuma gününe rast gelen bu bayram, çok kıymetdar olan hacc-ül-ekber olduğundan, hacca bu sene gidenler çok kazanmışlar. Cenâb-ı Hak bizi de onların hayırlı dualarına hissedar eylesin, âmin. Tekrar be-tekrar o bayramınızı ve umum Risale-i Nur şakirdlerinin bayramlarını ve Nur ve Gül fabrikalarının heyetlerini ve medrese-i nuriye şakirdlerinin ve üstadlarının ve Barla sıddıklarının ve masumlarının ve ümmi ihtiyarların, ricalen ve nisaen umumunun birer birer bayramlarını tebrik ediyoruz.
    Said Nursî

    * * *
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ مَاكَتَبْتُمْ وَطَبَعْتُمْ
    (147)
    Azîz, Sıddık, Muktedir, Müteyakkız Kardeşlerim!
    Sizin mübarek leyali-i aşerenizi ve Kurban Bayramınızı tebrik ederiz. Nur fabrikası sahibi Hâfız Ali'nin haşr-i cismanî hakkındaki hatırına gelen mes'ele ehemmiyetlidir ve mektubun âhirindeki temsili gayet güzel ve manidardır. O hâtıra ile Dokuzuncu Şua'ın Mukaddeme-i Haşriye'den sonraki dokuz bürhan-ı haşriyeyi istiyor diye anladım. Fakat maatteessüf bir-iki senedir te'lif vazifesi tevakkuf etmiş. Resail-in Nur'un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakikî kalmamış ki, te'life sevkolunmuyoruz.
    Evet erkân-ı îmaniye içinde "Îman-ı Billah" ve "Îman-ı Bilyevm-il âhir" Âlem-i İslâmiyet'in iki kutbu ve iki güneşidir.
    Birincisi; Risale-i Nur, tamamıyla bürhanlarını izah etmiş.
    İkinci kutub ise; kısmen müstakil olarak Onuncu Söz,
    Sh:»(K:237)
    Yirmi Dokuzuncu Söz, Yirmi Sekizinci Söz, hususan cismanî lezzetlerin isbatında ve Mukaddeme-i Haşriye gibi risalelerde gayet kuvvetli haşr-i cismanîyi isbat etmiş, muannidleri de susturmuş. Ve îman-ı billâh gibi, bu dünyadaki mevcudat zâhir bir surette onu göstermediğinden kısm-ı ekserîsi ise, sair erkân-ı îmaniye içinde haşri kuvvetli bir surette isbat eder. Ezcümle: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın hakkaniyetini isbat eden bütün hüccetleri, ikinci derecede haşr-i cismânîyi, binler âyât-ı Kur'aniyenin tasvir ve izahatlarıyla isbat ediyor. Acaba, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın mu'cizâne Cennet'in lezâiz-i cismaniyesinden bahisleri ve izahları derecesinden daha başka bir izaha lüzum kalır mı?
    Hem Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hakkaniyetini isbat eden bütün mu'cizeleri ve hüccetleri ikinci derecede haşr-i cismanîyi ve Cennet ve Cehennem'in lezâiz ve âlâm-ı cismânîsini hârika belâgatıyla tasvir ve izah ediyor. Ve o izahtan sonra, daha izaha ihtiyaç kalır mı?
    Hem Cenâb-ı Hakk'ın vücub-u vücudunu ve rahîmiyet ve hakîmiyetini ve ilim ve kudretini ve hafîziyetini ve sıfât-ı kudsiyesini isbat eden bütün bürhanlar, hüccetler, bir cihette haşri isbat ettiği gibi; rububiyetin muktezası olan irsal-i Rusül ve inzal-i Kütüb cihetiyle, hem Risalet-i Muhammediye'yi (A.S.M.) istilzam; hem Kur'an, O'nun konuşması ve kelâmı olmadığını ve kelâmullâh olduğunu isbat etmekle, haşr-i cismanîyi tafsilâtıyla bu iki noktadan yine isbat ediyor.
    Elhasıl: Risale-i Nur'da îman-ı billâh ve îman-ı bilyevm-il âhir olan iki kutb-u îmanî, tam birbirine müsavi gelecek bir derecede isbat edilmiş. Yalnız bu kadar var ki, haşr-i cismanî kısmen sarîhan ve kısmen zımnî ve tebaî isbat edilmiş. Çünki bu âlem-i şehadet, Sâniini gayet sârih ve zâhir gösteriyor; ve haşri zımnî ve perdeli haber verir. İnşâallah bir zaman, Risale-i Nur'un şâkirdlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini te'lif edecek ve Mukaddeme-i Haşriye'nin başındaki âyât-ı a'zamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risale-i Nur'da münteşir haşr-i cismanî berahiniyle ve kalblerine gelen sünuhat ve ilhamat ile açıp; Do-
    Sh:»(K:238)
    kuzuncu Şua'ı, Onuncu Söz'den daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek.
    Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ve bayramlarınızı tebrik ediyoruz.
    Said Nursî

    * * *
    (148)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrıyla; çok tecrübelerin neticesinde, çok def'a zâhirî muvaffakıyetsizlik, hakkımızda birer inâyet perdesi olduğuna bir emaresi, belki bir delili de; bu sene biz, her tarafta bir nevi taarruz, o taarruzdan bir nevi cüz'î tevakkuf, hem matbaaların kapıları şimdilik Risale-i Nur'a -hattâ yeni hurufla dahi- kapanması hayırdır. Birkaç cihette inayettir ve himayettir.
    Evvelâ: Bu sene -perde altında- insanlar, eşedd-i zulüm ile rızık hakkında bir dehşetli ameliyat; ve kader-i İlâhî hakîmane bir adaletle, çoktan beri teraküm eden zekâtları ve cizyeleri almak ve hadden çok ziyade tecavüz eden hırsı ve ihtikârı tokatlamak için, umumî bir ameliyat-ı cerrahiye hengâmında, elbette yalnız îmana ve âhirete hasr-ı nazar eden ve vazife noktasında hayat-ı içtimaiyeye çok bakmayan ve ihlâs-ı tâmmı kazanmak için hiçbir maksada âlet ve hiçbir dünyevî cereyana tâbi olmıyan Risale-i Nur'un parlak ve kuvvetli hizmeti, tesettür perdesi altından çıkıp âşikâr bir tarzda olsaydı, her halde birinci ameliyat-ı insaniye ona ilişecekti. Ve ikinci ameliyat-ı kaderiye rızık ve mide üzerine olması cihetiyle; ya insanların nazarlarını o hizmetten çevirecekti, mideleriyle meşgul edecekti veyahut o hizmetin ihlâsını bir derece kırıp, maişet derdinin bir hissesi onda bulunacaktı.
    Sâniyen: Yazılmasına şimdilik lüzum yok.
    Sâlisen: İzharına bu zamanda izin yok... Fakat mâdem şakirdlerin gayret ve şevk ve himmetleri şimdiye kadar matbaalara ihtiyaç bırakmamışlar. İnşâallah o kudsî hizmete devam
    Sh:»(K:239)
    edip, o elmas kalemler ile neşr-i envar edecekler. Mâdem bütün bütün mesleğimize muhalif olan yeni hurufu, bir-iki risale için kabûl ettiğimiz halde matbaacılar çekindiler, o hayr-ı azîmi kaybettiler. Siz o iki risaleyi bizim hesabımıza, kahraman kardeşlerimizden yirmi-otuz zâtâ tevzi' ederek, yirmi-otuz nüshayı eski hurufla yazdırınız. Yazan kalem sahiblerine dâimî hasenat kazandıran o pek büyük hayrı, siz kazanınız. Eğer yeni hurufla, el makinasıyla o iki risaleden yazılmış nüshalar varsa, bize bazı nüshalar gönderiniz.
    * * *
    (149)
    İşarat-ı Kur'aniye ve üç Keramet-i Aleviye ve Keramet-i Gavsiye Hakkındaki Sikke-i Gaybiye Risalesi'ne bir tenbih ve ihtardır.
    Bu gayet mahrem risaleler, nasılsa muannid bir nâmahremin eline bu risalelerden birisi geçmiş. Gayet sathî ve inad nazarıyla bir-iki yerine haksız bir itiraz ile ehemmiyetli bir hâdiseye sebebiyet verdiğinden; bu mecmua, Risale-i Nur'un has talebelerine belki ehass-ı havassa mahsus olduğu halde ve benim vefatımdan sonra intişarına müsaade olmasıyla beraber; şimdi mezkûr hâdisenin sebebiyle herkese değil, belki ehl-i insaf ve Risale-i Nur'la alâkadar ve talebelerinden bulunanlara, haslardan birkaç şakirdin tensibiyle gösterilebilir fikriyle yazdık.
    İkinci Nokta: Bu risale (Sikke-i Gaybiye) baştan aşağıya kadar bir tek neticeye bakar. Bine yakın emarelerle, Risale-i Nur'un makbuliyetine bir imza basıldığını isbat ediyor. Böyle bir tek dâvaya bu derece kesretli ve ayrı ayrı cihetlerde binler emareler ve îmalar onu göstermesi ilmelyakîn değil, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde o dâvayı isbat eder.
    Üçüncü Nokta: Bu risaleyi mütalâa eden zatlar, inceden inceye, hususan cifrî hesabatına meşgul olmağa lüzum yok. Hem bir kısmı anlaşılmasa da zararı yok. Hem umumunu okumak da lâzım değil. Hem Keramet-i Gavsiye'nin âhirinde, ikiyüz yirmidördüncü sahifede, Şamlı Hâfız Tevfik'in fıkrasından
    Sh:»(K:240)
    başlayıp âhire kadar mütalâadan sonra ve baştaki mukaddemeyi de okuduktan sonra istediği parçayı okusun.
    * * *

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    (150)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Hem Kâtib Osman'ın hem mübareklerden İbrahim'in, hem Nur fabrika sahibinin, hem Hulusi-i Sâni'nin mektubları bir-iki günde geldiler. Merak ile mahzun kalbimizi müferrah eylediler. Kâtib Osman'ın mektubunda, hususî selâmlarını gönderdiği zatların, hususan kahraman Rüşdü, Zühdü Bedevi ve Nuri kardeşlerimize hassaten ve umuma selâm ve selâmetlerine dua. Ve Hüsrev'in yakında gelmesinin tebşiri, onun hakkındaki merakımızı izale etti. Mâşâallah Kâtib Osman da, Hüsrev gibi mûcib-i merak noktaları yazıyor. Onun mektubunu getiren Halıcı İbrahim demiş ki: "Sıddık Süleyman Rüşdü buraya gelmek ihtimali var." O kahraman kardeşim yakînen bilsin ki ben, ondan ziyade ona müştakım. Fakat o her gün, has dairesinin birinci safında mânen yanımızda bulunuyor, mânevî kazançlarımıza da hissedar oluyor. Bizim mesleğimizde sohbet-i suriye ehemmiyeti azdır.
    Hem bu dehşetli ameliyat-ı dâhiliye hengâmında ve yol masrafı çok ziyade olduğundan, gelmek münasib olmuyor. Ve vehham ehl-i dünya, burada ziyade bize dikkat ediyorlar. Hattâ bu bayramda kapımı ziyaretçilere kapadık.
    Hâfız Ali'nin mektubunda Rüşdü'nün bir teşebbüsü var ki; gençlere ait dört-beş parça ders ki, Hâfız Mustafa'ya vermiştim ki tab' etsin. Cenâb-ı Hakk'a şükür, sizin kesretli kalemleriniz matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Eğer kolayca, ucuzca mümkün olsa, eski veya yeni hurufla yaparsınız.
    Hâfız Ali'nin mektubunda, Risale-i Nur'a karşı kemal-i
    Sh:»(K:241)
    mahviyetle kemal-i ihlâsı ve irtibatı, onun eskiden beri takdir ettiğim bir hasiyet-i mümtazesini göstermekle beraber, benim gibi bir bîçareyi de şefaatçi yapıp, ben de onun kemal-i samimiyetini şefaatçi yapıp, duasına âmin derim.
    Mübarek köyünden, mübarekler cemaatinden, mübarek İbrahim'in bereketli mektubunu okudum. Beni memnun eden çok sözler var içinde. Ve bilhassa benim başıma yağan yağmurdan rü'yada içmesi ve biraderzadesi Osman'ın ileride Risale-i Nur'a talebe olması, kendini okutması bizi mesrûr eyledi. Cenâb-ı Hak öyle mübarekleri o köyde çoğaltsın.

    Umum kardeşlerimize birer birer selam.
    (151)
    Azîz Kardeşlerim!
    Bu mektub bir derece mahremdir. (İngiliz siyasetine taraftar olanlaragösterilmesin.) Büyük Hâfız Ali'nin hususî medresesinde bir hemşiremizin intak-ı bilhak nevinden «galib cereyanın ileri gitmemesinin bir sebebini, Risale-i Nurşakirdlerinin siyasete bakmamaları ve çarpışmadan gelen zülumlere hissedarolmamak için merakla harekâtlarını İslâmiyet menfaati noktasında dualarıile takip etmedikleridir.» demesi, hem Hâfız Ali'nin Hüsrev'le görüşmesi veÜstadımız bizi siyasetten men'ediyor, zarardır demesine mukabil, bir kardeşimizneyle sabittir diye istifsarı ve onüç aydan beri harbin vaziyetini nazaraalmadığımın sebebini soran buradaki kardeşlerime verdiğim cevaba HâfızAli'nin istihsanı münasebetiyle, kaidemize muhalif olarak bir-iki dakika siyasete bakıpbir-iki kelime beyan ediyorum.
    Evvelâ : Buradaki bir kısım Risale-i Nur şakirdleri Âlem-i İslâm'daçok müstemlekâtı bulunan bir devlet (İ.N.G.L.Z), bu Anadolu haricindekimüslümanlara yalnız kendi menfaati için bir derece dinlerine ilişmiyor veyailişemiyor, diye o devletin hariç İslâm'lara tatbik ettiği (siyasete bütün bütünmuhalif bir siyaseti takib ettiği) bu memlekette faaliyette bulunan propagandasınakapılıp o cereyana taraftarlıkla Risale-i Nur'un safvet ve

    Sh:»(K: 242)
    hâlisiyetine zarar verdiğinden o siyasî şakirdlere dedim:
    O devlet ( İ.N.G.L.Z.) bu memleketteki hükümete, müstemlekâttakimüslümanlara ısınmamak ve iltihak etmemek için, eskiden beri bu vatandadinsizliği tervic etmiş, şimdiki ilhad dahi onun ifsad komitesinin eseridir.
    Hatta o yüzde beş-on dinsizin hatırını saydı, mesleklerini (rejimlerini)resmen takdir ederek, yüzer milyon İslâm'ın hatırlarını kırdı. Ve mağlubolduğu halde, inat ve menfaati için sulhu reddetti. Küre-i Arz'a ateş verdi. Ve buâlem-i insaniyetin her tarafında sönmez yangını oldu.
    İşte madem siz bu vatanın evlâdısınız, burada onun propagandasınakapılmayınız. Ve siyasete karışmayınız. Eğer hariçte olsanız oradakimüsaadekâr siyasetine tarafdarlık gösterseniz, eğer lüzum olursa ve Risale-i Nurdahi müsaade etse belki zarar olmak. Yoksa zarar ve hatar ve hatadır.
    Amma öteki galib cereyan ise, ne vakit Kur'an ve Risale-i Nur'a ve bize veİslâm'lara yardım etse ve Kur'an'ın hakikatına hizmete bilfiil teşebbüs eylese,siz de o vakit Kur'an ve Risale-i Nur hesabına onun harekâtını merakla ve dua ilebakabilirsiniz. Yoksa şimdiden tarafgirane bakmak ile tahribatındaki zulümlere hissedarolmak ihtimali var. Ve hariç Âlem-i İslâm'ın mânevî cereyanlarını muhalifolur.
    SaidNursî

    * * *

    (152)

  7. #7
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)

    Âzîz Sıddık, Sebatkâr, Vefadâr Kardeşlerim!
    Bu def'a umumunuzun hesabına bayram tebriki ve mânevî şekerlemeleri olarakmübarek Hasan Âtıf'ın ve Alevileri Sünniler'le barıştıran dördüncü bir Aliolan, sAliköylü Ali'nin mektublarını aldık. Cenâb-ı Hak o gibi kardeşlerimiziçoğaltsın.
    Kardeşimiz Hasan Âtıf'ın medrese-i Nuriye dershanesine ve yüksekkardeşimiz olan Hacı Hâfız'ın dairesine gelip çalışması ve müstesnakalemiyle bizlere yardım için Ayet-ül-Kübrayı yazması ve âyet-ül Kübradan,zevkine giden veciz parçaları küçük levhalara yazıp bize göndermesi, gayettatlı bir bayram hediyesi hükmüne geçti ve Lemeattan olan
    اُولاَشْمَزْ دَسْتِ أَدَبِ غَرْبِ هَوَسْ بَارِهَوَاكَارَدَهَادَرْد َأْبِ أَبَدْمُدَّتْ قُرْانِ ضِيَابَرِشِفَاكَارِهُدَاد َارْ
    fıkrasından aldığı bir neş'e ile yazdığı:
    Yâ Kadîr Esman bahr-ı dürdür. Yâ Rab takdir bilmezlerin haddini bildir.Y^Rab güldür, o deryada inci günden abdini güldür... Hem penceresini diyar-ıademe giden yola nâzır açmış olan gişeden, Kevser gişesinden daire-i Nuriyeye geçebilmelerine medar olan meccani birer bilet olara,....... gibi ince ve rakik hissiyatıbizi çok mesrur etti.)

    Sh:»(K:215)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
    Kardeşlerim!
    (134)
    Kur'an'ın bir tek âyetinin bir tek işâreti ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i'caziyeyi tevafuk suretiyle gösterdiğini mânevî bir ihtar ile gördüm.اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ َلحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا Bu âyet-i kerimenin makam-ı cifrîsi -şedde ve tenvin sayılmazsa- bin üçyüz ellibir مَيْتًا'in aslı مَيِّتًا olmasından bin üçyüz altmışbir ederek; bu tarihte, umûr-u azîmeden bir dehşetli gıybeti, bu

    âyetin mânaâ-yı işârî külliyetinde dâhil ediyor. Umûr-u azîmeden böyle bir acib gıybet aynı tarihte, aynı senede vukua geldi. Şöyle ki:
    Onsekiz sene müddetinde Sünnet-i Seniyeyi muhafaza için başına şapka koymadığından, onsekiz senedir haps-i münferid hükmünde ihtilâttan men' ve yalnız bir odada hayatını geçirmeye mecbur edilen ve hususî ibadetgâhında ezan-ı Muhammedî okuyup "Allahü Ekber" dediğinden ve "Lâ ilâhe illâllah" hakikatını güneş gibi gösterdiğinden, yüz arkadaşıyla taht-ı tevkife alınan ve mahkûm edilen bir adamı, yüzer emare ve karinelere istinaden inayet-i İlâhiyeden geldiğine kat'î bir kanaatı ile işârât-ı Kur'aniyeden bir müjdeyi hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına bir teselli niyetiyle beyan ettiği için onu gıybet ve galiz tabiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle îmanlarını kurtaran mâsum şakirdlerini ondan tenfir edip şübheler vermek; güya ortalıkta medar-ı inkâr hiçbir şey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi, yalnız o bîçarenin mevhum bir hatasını, sekiz senede seksen müdakkiklerin nazarında saklanan ve sathî ve inadî nazarına göre bir içtihadî yanlışını görüyor zannıyla galiz tabirler ile zemmetmek; elbette bu asırda, bu memlekette Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın kasden işaretine medar olabilir azîm bir hâdisedir.
    Sh:»(K:216)
    Bence, Kur'an'ın nasılki her sûre ve bazan bir âyet ve bazan bir kelime bir mu'cize olur; öyle de bu âyetin tek bir işareti, ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i'caziyedir. Bu âyetin bu işareti, bu asırda, Risale-i Nur şakirdlerinin hakkındaki gıybete baktığına üç emare var:
    Birincisi: Birinci Şua olan İşârât-ı Kur'aniye Risalesinde, Risale-i Nur'a ve tercümanına da işaret eden beşinci âyet olan اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا َيمْشِى بِهِ فِى النَّاسِgayet kuvvetli karinelerle مَيْتًا kelime-i kudsiyesi cifir ve ebced hesabıyla ve üç cihet-i mânasıyla Said-ün Nursî'ye tevafuk etmesidir.

    İkinci emare:اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ âyetinin makam-ı cifrîsi ve riyazîsi bin üçyüz altmışbir etmesidir ki; aynı tarihte, o acîb hâdise oldu.
    Üçüncü emare:......
    İhtiyarım haricinde, beş vecihle zemmi zemmeden ve mu'cizane gıybetten altı cihetle zecreden اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًاâyeti karşımda kendini gösterip temessül eyledi. Mânen, "Bana bak!" dedi. Ben de baktım, birden tesbihat içinde gördüm ki: 1351'den, tâ 1361 tarihini gösterdi. Halimize baktım; perde altında 51'den, tâ 61'e kadar Risale-i Nur meded beklediği İstanbul âfâkında, perde altında bir nevi taarruz bulunmuş ve 61'de birden patlamasıdır.
    TAHLİL: ت خ bin. م م ى ى yüz. ل ل ك ك yüz. Üçüncüن ى م yüz. ح ح ح ب د otuz. üç bir birDördüncü ى on. Beş elif, bir ه ile beraber on. Âhirdeki tenvin vakfen elif olduğu için yekûnu bin
    Sh:»(K:217)
    üçyüz ellibir . مَيْتًا aslı yâ-i müşeddede olduğundan bin üçyüz altmışbir eder.
    (Hâşiye): Bu âyet bizi şiddetle gıybetten men'ettiğinden, bizi gıybet edenleri unutmalıyız, medar-ı gıybet etmemeliyiz. İnşâallah, daha tekerrür etmeyecek.
    * * *

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رَسَآئِلِ النُّررِ الْمَقْرُوئَةِ وَالْمَكْتُوبَةِ
    (136)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Size (üç noktayı) beyan etmeye kalbde bir ihtiyaç oldu:
    Birincisi: "Bir hâdisede hem insan eli, hem kader müdahalesi olduğundan; insan zâhirî sebebe bakıp bazan haksız hükmedip, zulmeder. Kader, o musibetin gizli sebebine baktığı için adalet eder" diye, Risale-i Nur'da bir kaide-i esasiyedir.
    Hem şimdiye kadar Risale-i Nur'un başına gelen hâdiselerde bir dest-i inayet, bir vech-i rahmet bulunduğu tecrübelerle sabittir.
    Bu iki cihette kalbden bir sûal çıktı: "Acaba Nur hakkındaki bu yeni İstanbul hâdisesinde vech-i adalet ve rahmet nedir?" Hâtıra böyle bir cevab geldi ki:
    Risale-i Nur'a, ehl-i ilim ve ehl-i dikkati ciddiyetle bakmaya ve tedkik etmeye sevketti. Elbette Risale-i Nur'u tedkik eden bir âlim, insafı varsa tarafdar olur. Ve Risale-i Nur ülema dairesinde ve İstanbul âfâkında tezahür edecek. İşte vech-i rahmet ve inayet!
    Amma kader-i İlâhînin vech-i adaleti şudur ki: Risale-i Nur'un hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı mânevîsiyle tezahür eden fevkâlâde îmanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını bîçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve
    Sh:»(K:218)
    avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, îmana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes'ele

    ve vazife ve hizmet olan hakaik-i îmaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılabcı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur'a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.
    Kader-i İlâhî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besleyenlerin ümidlerini tâdil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı tâdil edip adalet etti. "Size kâinatın en büyük mes'elesi olan îman hizmeti yeter" diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra lillahilhamd, o muarızı susturdu; o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.
    İkinci Nokta: Bu dehşetli ihtikârdan çıkan kaht ve galâ ve açlık ve zaruret, yaşamak damarını şiddetle yaralandırıyor. Bu yara, hissiyat-ı ulviye-i dîniyeyi bir derece susturmaya vesile olup, ehl-i dalâlete yardım ediyor. Herkes midesini düşünmeye başlıyor. Kalb, hakikatten ziyade ekmeği düşünüp hayata, yaşamağa yardıma koşup, vazife-i hakikiyesini ikinci derecede bırakır. Buna karşı Risale-i Nur'un şakirdleri bir uzun Ramazan nazarıyla bakıp, keffaret-üz zünûb ve bir riyazet-i şer'iyeye çevirebilirler. Alenen nakz-ı sıyamla Ramazanın hürmetini kıran bedbahtlara gelen o musibet, masumları da incitir. Fakat Risale-i Nur şakirdleri ve mâsumları, o musibeti lehlerine döndürüp, hayırlı bir riyazete kalbederler. Kanaat ve iktisadla karşılarlar.
    Üçüncü Nokta: «İki mes'eledir.»
    Birincisi: Müdakkik Hoca Sabri, Feyzi'nin istihracına dair Feyzi'ye yazdığı mektub güzeldir. Lâhika'ya girdikten sonra, hocalar فِيهِ نَظَرٌ dememek için bazı kelimatı tâdil edildi.
    Sh:»(K:219)
    İkinci Mes'ele: İstanbul ülemasının en büyüğü ve en müdakkiki

    ve çok zaman Müfti-yül Enam olan eski fetva emini, meşhur Ali Rıza Efendi; Birinci Şua', İşârât-ı Kur'âniye ve Âyet-ül Kübra gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur'un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin'e demiş ki:
    "Bediüzzaman, şu zamanda dîn-i İslâma en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde feragat-ı nefs edip yani dünyayı terkedip, böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şâyân-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur müceddid-i din olduğunu ve Cenab-ı Hak onu muvaffak-un bilhayr eylesin, âmîn" diyerek; bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle; Mevlânâ Celâleddin-i Rumî'nin pederleri olan Sultan-ül Ülema'nın bir kıssası ile onu müdafaa edip, demiş:
    «Bu misillü, Bediüzzaman'ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır. demiş.»Ve Hoca Mustafa'ya emretmiş, söylediğimi yaz:«Bediüzzaman'a kemal-i hürmetle selâm ederim. Te'lifatınızın ikmaline hırz-ı can ile dua etmekteyim (yâni, ruha nüsha olacak kadar kıymetdardır). Bazı ülemâ-üs sû'un tenkidine uğradığına müteessir olma. Zira «Yemişli ağaç taşlanır,» (Hâşiye) kaziyesi meşhurdur. Mücahedatınıza devam buyurun. Cenâb-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak âcilen murad ve matlubunuza muvaffak-un bilhayr eylesin! Bâki Hakk'ın birliğine emanet olunuz.»
    (Hâşiye): Yani Mübarek, tatlı meyveleri bulunan ağaçlara taş atanlar, akılları varsa tatsınlar ve yesinler; çürütmeye lâyık ve kabil değiller, demektir.
    Feyzi
    Fetva Emini Ali Rıza

    İşte böyle müdakkik ve ilim ve şeriat ve Kur'an cihetinde bu zamanda söz sahibi en büyük âlim böyle hükmetmiş. Risale-i Nur'un talebeleri, bu mes'eleyi -ihtiyaten- yabanîlere onun ismini vermekle teşhir etmemek gerektir ve dualarına onu dâhil etmek lâzımdır.
    Umum kardeşlerimize selâm.
    * * *
    Sh:»(K:220)
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
    Azîz, Sıddık, Müstakim Kardeşlerim!
    (136)
    Gayet ciddî bir ihtar ile bir hakikatı beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:
    لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ الاَّ اللَّهُ sırrıyla ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakikî hâlini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere'nin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriâta muhalif ve hatâsı zâhir bir içtihad ile hareket edilmiş ola. Bu sırra binâen وَ الْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَ الْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mü'minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, îmanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur'un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerhedip ve ötekinin delilleriyle berikini yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirdleri bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârane, medar-i itiraz noktaları izah etmek ve cevab vermek gerektir.
    Çünki bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti mikdarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip, bozmuyor; kendini mazur biliyor, ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalâlet istifade ediyor.
    Sh:»(K:221)

    İstanbul'da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki; ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofî-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şâkirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba'larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.
    Fâş etmek hâtırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:
    Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi "Ferîd" makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki -ekseriyet-i mutlaka ile- Hicaz'da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu.. ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımağa mecbur olmuyor. Ben eskide Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı A'zam'da kutbiyet ve gavsiyetle beraber "ferdiyet" dahi bulunduğundan, âhirzamanda şâkirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azîme binaen, Mekke-i Mükerreme'de dahi -farz-ı muhal olarak- Risale-i Nur'un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan dahi gelse; Risale-i Nur şakirdleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medar-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.
    Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde, hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir
    Evet.
    يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ âyetinin sırr-ı işarî
    Sh:»(K:222)
    siyle, âhireti

    bildikleri ve îman ettikleri halde, dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa, bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve akibeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî mü'minler dahi bazan ehl-i dalâlete tarafdar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak ehl-i îmanı ve Risale-i Nur şakirdlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin, âmîn
    Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.
    Said Nursî

    * * *
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    (137)
    Risale-i Nur'un intişarına ve fütuhatına karşı gelen biri semavî, biri arzî iki musibete mukabele edecek ayrı bir inayet-i İlâhiyye cilvesi görülmeye başladı.
    Arzî ve insanî olan musibet: Isparta'da ve İstanbul'da olduğu gibi; Kastamonu'nun havalisinde de, ehl-i dalalet Risale-i Nur'un intişarına sed çekmek için, has talebelerin ve ciddî çalışanların şevklerini kırmak ve onlara fütur vermek için, ayrı ayrı tarzlarda, umumî bir plân dâhilinde taarruz ediliyor. Hâlislere fütur veremediklerinden, başka meşgaleler bulmakla çalışmalarına zarar veriyorlar.
    Semavî musibet ise: İhtikâr neticesinde, hayat ve yaşamak hissi, hissiyat-ı diniyeye galebe çalıp, ekser nas midesini, maişetini daima düşünüyor. Hattâ ekser fukara kısmından olan Risale-i Nur talebeleri, bu musibete karşı çabalamak mecburiyetiyle hakikî ve en mühim vazifesi olan neşir hizmetini bırakmağa mecbur oluyor.
    Hem insanların zihinleri, fikirleri kasden ve bizzat hakaik-i îmaniyeye karşı bu yüzden bir derece lâkaydlık bir vaziye almasından, bir tevakkuf devri gelmesine mukabil; Cenab-ı Hakk'ın inayet ve rahmetiyle başka bir tarzda Risale-i Nur'un
    Sh:»(K:223)
    intişar ve fütuhatına meydan açmış. Ezcümle: İstanbul âfâkından -yüksek ülemanın- eski Fetva Emini Ali Rıza, Ahmed

    Şiranî ve parlak vaizlerden Şemsi gibi zatlar, Risale-i Nur'la ciddî ve takdirkârâne münasebetdar olmağa başlamalarıdır.
    Hem hâtırımızda olmadığı halde, yeni hurufla tab'etmek üzere başta Âyet-ül -Kübra'nın en mühim parçası yedi parça, bir mecmuada tab'etmek; ve gençleri uyandıran üç-dört parça ayrı bir risalede, Hâfız Mustafa ile beraber tab'etmek için matbaaya gönderdik.
    Hem mühim bir zat teşebbüs ediyor ki: Mühim parçalardan bir kısmını Ankara'da, büyük rütbeli birisinin muavenetiyle tab'etmek niyeti var. Ben şimdilik muvafakat etmedim.
    Velhasıl bir kapı kapansa, inâyet-i İlâhiye daha parlak kapıları Risale-i Nur yüzünden açıyor, yol veriyor. Risale-i Nur'un mektub ve melfuz hurufatı adedince Cenab-ı Erhamürrâhimîn'e hamd senâ ve şükür olsun. هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
    Buna binaen, bu tevakkuf ve muvakkaten fütura merak etmeyiniz. Zâten şimdiye kadar çalışmalar tohumlar nev'inde, istikbalde kâfi sünbüller verebilir. Farz-ı muhal olarak, hiç çalışılmasa da yine kifayet eder. Kat'iyyen takarrur etmiş ki; Risale-i Nur hakikatlarına, gıdaya ihtiyaç gibi bu zamanda ihtiyaç var. Bu ihtiyaç ise onu tevakkufta bırakmaz, işlettirecek inşâallah.
    Hâfız Mustafa ile umumunuza bedel görüştük, fakat pek az bir zamanda. Cenab-ı Hak onu ve Tâhirî'yi tab' mes'elesinde muvaffak eylesin, âmîn.
    Hâfız Ali'nin mektubunda, Medrese-i Nuriye'nin üstadı olan Hacı Hâfız ile gayet samîmane ve uhuvvetkârâne görüşmeleri ve meşveretleri bizleri çok mesrur eyledi.
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    * * *
    (138)
    Sh:»(K:224)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Nur fabrikasının sahibi, Birinci Şua'ın Dördüncü Âyet bahsinde, hakikat-ı İslâmiyetin yedi esasını parlak bir surette isbat edildiği cümlesine dair soruyor ki:« Erkân-ı İslâmiyeyi beş biliyoruz.» Hem vücub-u zekat rüknü, risalelerde ne surette izah edildiğini soruyor.
    Elcevab: İslâm'ın rükünleri başkadır, hakikat-ı İslâmiyet'in(Hâşiye) esasları yine başkadır. Hakikat-ı İslâmiyet'in esasları; altı erkân-ı îmaniye ile ve esas-ı ubudiyet ki, İslâmın beş rüknü olan (savm, salât, hacc, zekat, kelime-i şehadet) mecmuunun hülâsasıdır. Risale-i Nur, altı rükn-ü îmaniye ile bu esas-ı ubudiyeti isbat edip« سَبْعَ الْمَثَانِى »cilvesine mazhariyeti muraddır. Vücub-u zekâtın izahından murad ise, zekatın teferruat tafsilâtı değil; belki zekatın, hayat-ı içtimaiyede derece-i lüzumu ve ehemmiyetli kıymeti isbat edilmiş demektir. Evet Risale-i Nur'dan evvel yazdığımız risalelerde, hem de Risale-i Nur'un müteaddid yerlerinde, vücub-u zekatın hayat-ı içtimaiyede ne derece ehemmiyetli olduğu kat'iyen ve vâzıhan isbat edilmiş demektir.

    Isparta'da Risale-i Nur'un ders ve neşrine iki köşkünü bir zaman tahsis eden kardeşimiz Şükrü Efendi'nin iki genç evlâdının vefatı, beni müteessir etti. Çünki beş-altı yaşında iken, masume kerimesi yanıma geldikçe, her defa "Adın nedir?" soruyordum. Masumane, kemal-i fahirle "Hayrünnisa" derdi, beni şefkatle güldürüyordu. Cenâb-ı Hak o mübarek mâsumeyi birden Cennetine aldı, şu dünya Cehenneminden kurtardı. Ve merhum mahdumu Hayatî ise, hastalık inşâallah onu da Hayrünnisa gibi günahsız, mâsum yaptı. Beraber Cennet tarafına gittiler. Bu nokta-i nazardan ben o iki çocuğu tebrik ediyorum. Ve peder ve validelerini de hem taziye, hem manen tebrik ediyorum ki; o iki evlâdları وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrına mazhar
    (Haşiye): «Beraber» kelimesi Şuada nİoksan oldugu için, şüphe edilmiş.


    Sh:»(K:225)
    oldular. Ben o ikisini, Risale-i Nur'un vefat eden şakirdleri içinde dualarımıza dahil ettik.
    Rüşdü Efendi benim tarafımdan Şükrü Efendi'ye, taziyenamesi olan Onyedinci Mektub'u, benim yerimde okusun.
    Risale-i Nur'un kaptanı Sabri, Nis adasındaki bir kardeşimiz ve Onuncu Söz'ün tab'ından sonra tehlikeden muhafaza için kaç ay hanesinde saklayan ve peder ve validesiyle, bizimle ciddî alâkadar bulunan Veli Efendi'nin peder ve validesinin vefat haberlerini yazıyor. Cenab-ı Hak onlara rahmet eylesin. Ben inşâallah çok zaman onları manevî kazançlarıma şerik edeceğim.
    * * *
    (139)
    Aîiz, Sıddık Kardeşlerim!
    Ben pek kat'î bir surette ve bine yakın tecrübelerim neticesinde kat'î kanaatım gelmiş ve ekser günlerde hissediyorum ki: Risale-i Nur'un hizmetinde bulunduğum günde, o hizmetin derecesine göre kalbimde, bedenimde, dimağımda, maişetimde bir inkişaf, inbisat, ferahlık, bereket görüyordum. Hem orada iken, hem burada çok kardeşlerimden aynı haleti hissettim ve ediyorum. Ve çokları itiraf ediyor ki, "Biz de hissediyoruz" derler. Hattâ size geçen sene yazdığım gibi, benim pek az gıda ile yaşadığımın sırrı, o bereket imiş.
    Hem İmam-ı Şâfiî'den (R.A.) rivayet var ki; «Hâlis talebe-i ulûmun rızkına, ben kefalet edebilirim »demiş. «Çünki rızıklarında vüs'at ve bereket olur.» Madem hakikat budur ve madem hâlis talebe-i ulûm ünvanına Risale-i Nur şakirdleri bu zamanda tam liyakat göstermişler; elbette şimdiki açlık ve kahta mukabil Risale-i Nur hizmetini bırakmak ve zaruret-i maişet özrüyle, maişet peşine koşmak yerine en iyi çare, şükür ve kanaat ve Risale-i Nur talebeliğine tam sarılmaktır.
    Evet her tarafta bu derd-i maişet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalalet bundan istifade eder. Ehl-i diyanet de kendini mazur bilir, "Zarurettir, ne yapalım?" der.
    Sh:»(K:226)

    Demek ki, Risale-i Nur şakirdleri bu açlık ve zaruret musibetine karşı, yine Nur'la mukabele etmeli. Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi îmanını kurtarmak değil; belki başkasının îmanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur.
    Size yazmıştık ki, muarızlara adavetle mukabele etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, ehl-i takva, ehl-i ilme karşı dostane vaziyet alınız. Fakat bu noktaya dikkat ediniz ki, Risale-i Nur'un zararına ve şakirdlerinin salabet ve metanetlerine ilişecek bir tarzda daireniz içine sokmayınız. Öyleler niyet-i hâlise ile girmezse, belki fütur verirler. Eğer enaniyetli ve hodfüruş ise, Risale-i Nur şakirdlerinin metanetlerini kırarlar; nazarlarını, Risale-i Nur'un haricine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metanet lâzımdır.
    Bu havalide, hakikaten ümidimin fevkinde, Risale-i Nur talebelerinden iki kahraman yetiştiler. Baba, oğul; Ahmed Nazif, Salahaddin. Bu iki zat Risale-i Nur'un neşrinde ikiyüz adam kadar çalıştıklarını görüyoruz. Ezcümle: Birisi yani oğlu, Kars'ta durup hem Van'a, hem Erzurum'a, hem Konya'ya, hem buralara -size leffen gönderdiğim mektub gibi- muhabereler ile tesirli bir surette çalışıyor; tam bir Abdurrahman'dır.
    ***
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    (140)
    Bu zamanda hususan bu sıralarda, Risale-i Nur'un şakirdleri tam bir metanet ve tesanüd ve dikkat etmeye muhtaçtırlar. Lillâhilhamd Isparta ve havalisi kahramanları demir gibi bir metanet göstermesiyle, başka yerlere de hüsn-ü misâl oldu.
    Ey Hüsrev! Te'sirli ve güzel mektubunu aldım. Vazifenin
    Sh:»(K:227)
    başına geçmen, bizi fevkalâde mesrur etti. Binlar safalar ile geldin. Sen, birbuçuk sene maddî kalemin işlemediğinden merak etme. Senin yerine ve kerametli kaleminin yadigârı olan Mu'cizat-ı Ahmediye'nin biri vilâyât-ı şarkıyede fa'alane geziyor.

    Diğer son yazdığın nüsha da, İstanbul'da senin yerinde çalışıp, inşâallah fütuhat yapar. Senin yazdığın mu'cizeli iki Kur'an-ı Azîmüşşan'ın bu havalide hususan Ramazan-ı Şerif'te sana kazandırdıkları sevabları ve tahsin ve tebriklerini, inşâallah yakında tab'a girmesiyle, âlem-i İslâm'dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah'a şükret
    Hâfız Ali'nin mektubunda, İslâmköyü'ndeki hocalara muhabbete ve dostluğa karar vermesi bizi memnun eyledi. Evet İslâmköyü, nasılki Risale-i Nur'a pek ziyade alâkadarlıkta imtiyaz ve sebkat kazanmış. Öyle de ben orada iken, sair hocalara nisbeten İslâmköyü hocaları dahi daha ziyade insaflı ve Risale-i Nur'u takdir ettiklerini gördüğümden, bu havalideki hocaların lâkaydlıklarına karşı onları hüsn-ü misal gösteriyorum. İnşâallah onlardan zarar gelmez. Ben İslâmköyü'nü Nurs Köyü gibi biliyorum, o hocalara da akrabam nazarıyla bakıyorum, onlara da selâm ediyorum. Evet onların insafı ve Risale-i Nur'a karşı dostluklarıyla, Nur Fabrikası o köyde dağdağasız teessüs etti tahmin ediyorum.
    Ey Sabri kardeş! Başın sağ olsun. Cenâb-ı Hak o validemizi mağfiret eylesin! Âmin. Benim, karabet-i nesebiyeyi ihsas eden parmaklarındaki nişan ve bu yedi-sekiz sene Abdülmecid'den daha hararetli fa'alâne kardeşlik vazifesini yaptığınızdan, elbette senin merhume validen benim de validemdir. Onu da, validem yanına mânevî kazançlarıma ve duâlarıma hissedar ediyorum. Cenâb-ı Hak sana sabr-ı cemil ihsan ve o merhumeyi de garîk-i rahmet eylesin! Âmin.
    ***
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    Sh:»(K:228)
    Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
    (141)
    Risale-i Nur, tarikât değil hakikattır. Âyât- Kur'aniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Ne şarkın ulûmundan ve ne de garbın fünunundan alınmış değil. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bu zamana mahsus bir i'caz-ı mânevîsidir. Menfaat-ı şahsiye yoktur. Risale-i Nur'un -hiç olmazsa- Söz ve Mektublarını tamamıyla okuyunca bir çok hakikatlar tezahür edeceğinden, bugünkü düşüncenizden, yani Risale-i Nur'u yazmakta çekinmek ve çekilmekten derhal teberri' edeceksiniz.
    Muhterem değerli kardeşim! Derhal yazmaya başlayınız, korkmayınız..... Hizmet-i Kur'an, inşâallah muhafaza edecektir. Diğer Efendi'yi ziyarete gidenlere ve Risale-i Nur'u yazan o havalideki kardeşlerimize geçmiş olsun (Hâşiye). Hâfız-ı Hakikî inşâallah muhafaza edecektir. İmam-ı Ali (R.A.)ın تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً * تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ emrine inkıyâd etmek îcab ettiğinden, Risale-i Nur'u gizli okumak, gizli yazmak, gizli neşretmek lâzımdı. O kardeşlerimizin bu emre riayet etmemesinden ileri geldiğinden, hafif şefkat tokadı yediklerinden tekrar geçmiş olsun.
    Hiç merak etmesinler, hiçbir şey yapılmaz ve yapamaz ve göremezler. Bu hâdiseden müteessir olup çekinmeyiniz. Bilakis çalışmanızı ziyadeleştirin ki, tecrübe-i meydan-ı imtihanda muvaffak olunuz. Risale-i Nur'a sık sık ilişirler, fakat bir halt edemezler. Çünki Gavs-ı Azam (R.A)ve İmam-ı Ali (R.A.) gibi zâtların himayeleri ve duaları berekâtına, Hâfız-ı Hakikî hıfzeder.اَلْحَمْدُ لِلَّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى Ruhânî inkıbaz inşâallah geçe
    --------------------------------
    (Hâşiye): Kardeşimiz Salâhâddin burada, Isparta'da olduğu gibi, bunlara da Risale-i Nur'u aramak için evlerini taharri edip sıkıştırdıkları zaman, hıfz-ı İlâhî ile birşey bulamadıkları zamanki hâdiseye işaret ediyor.
    Feyzi

    Sh:»(K:229)
    cektir. Risale-i Nur لِلَّذِينَ اَمَنُوا هُدًى وَشِفَآءٌ sırrına mazhardır. Ondan istimdad et. Risale-i Nur talebeleri birbirinin ibadetinden hissedar olduklarından, daimî virdleri olan bu âyet-i azîme size de şifa verir. Risale-i Nur'u yazınız. İhtiyata riayet ediniz!
    Bütün kardeşlerime selâm ve hürmetler. Risale-i Nur'a çalışmanızı tekrar tavsiye ederim, kardeşlerim
    Salahaddin

    * * *
    (142)

  8. #8
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)

    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Bu Ramazan-ı Şerif'te âfâka bakmamak ve dünyayı unutmağa çok muhtaç olduğum halde; maatteessüf, dünyaya arasıra bakmağa bizi mecbur ediyorlar. İnşâallah, bu bakmakta niyetimiz hizmet-i îmaniye olduğundan; o da bir nevi ibadet sayılır.
    Evet size iliştikleri gibi, bize de ayrı ayrı suretlerde tecavüzlerini ihsas ediyorlar. Fakat Cenâb-ı Hakk'a şükür ki, onların tecavüzleri aksülâmel amel nev'inde, Risale-i Nur'un fütuhatına yardım ediyor. İstanbul'daki ihtiyar adamın itirazı münasebetiyle kahraman Nazif yazıyor ki; o itiraz, Risale-i Nur'un İstanbul'da fütuhat yapmağa ve parlamağa vesile oldu. Bize karşı başka cihetlerde küçücük tecavüzler de öyle netice veriyor. Fakat şimdi bîçare bazı hocaları ve sofilerı Risale-i Nur'a karşı bir çekinmek, bir soğukluk vermek için hiç hatıra gelmeyen bir vesileyi bulmuşlar. Şöyle ki:



    Diyorlar: "Said, yanında başka kitabları bulundurmuyor. Demek onları beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazâlî'yi de (R.A.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor." İşte bu acib mânasız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevi hileleri yapan, perde altında ehl-i zındıkadır; fakat, safdil hocaları ve bazı sofiları vasıta yapıyorlar. Buna karşı deriz ki: "Hâşâ, yüz def'a hâşâ!.. Risale-i Nur ve şakirdleri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî ve beni Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takib ettiği mesleği ehl-i dalâletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.
    Fakat onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı îmaniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allâme ve müçtehid zatların asırlarına göre münazara-i ilmiyede ve diniyede istimal ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden; Risale-i Nur, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'dan hem çabuk, hem keskin, hem tam
    Sh:»(K:203)
    düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zâtların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünki umum onların merci'leri ve menba'ları ve üstadları olan Kur'an, Risale-i Nur'a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nûrânî eserlerden de istifade etsek.
    Hem Risale-i Nur şakirdlerinin yüz mislinden ziyade zâtlar, o kitablarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de, o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa hâşâ ve kellâ! O kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz. Fakat herbirimizin bir kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var. Vaktimiz dar. En son silâh, mitralyoz gibi Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.
    Lâtif bir tevafuk:
    Bu mektubu başta بِعَدَدِ عَاشَرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ deyip, müteaddid işler meydana

    geldi, daha yazamadık. Tâ, mübarek Âtıf'ın mübarek mektubu geldi. Başında بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ kelimeleri mektubumuzun başına tevafuk etmek için bizi beklettirdi. O kerametkâr kalemiyle bu memlekete evvelce gönderdiği parlak yazıları Risale-i Nur'u, bu havalide imdadımıza göndermek niyeti, pek büyük bir hizmet-i nuriye olarak bir fedakârlıktır; fakat kendine de çok lâzımdır.
    Şimdiden, buradaki Risale-i Nur şakirdleri namına ona binler teşekkür ve o hizmette onu tebrik ediyoruz. Ve onun kerametli kalemi, cazibedâr esrar-ı tevafukiyeden yüzünü çevirip doğrudan doğruya Risâle-i Nur'un neşrine sarılması, bizi çok minnetdar ve mesrur eyledi. Cenâb-ı Hak onun gibi hâlis, muhlis talebeleri çoğaltsın, âmîn.
    Mektublarınızda arasıra Sıddık Süleyman'ın, eski zamanda hararetli sadakati ve alâkadarlığı ve kuvvetli şakirdliği ile bahsi geçiyor.O zat ben ölünceye kadar onun sadakati ve selâmet-i
    Sh:»(K:204)
    kalbini ve bana ve Risale-i Nur'a hâlisane hizmetini unutamıyorum.
    * * *
    (127)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!

    Bu aşr-ı âhirde hakikat-ı Leyle-i Kadir, İnşâallah Risale-i Nur dairesinde tecelli edecek ve etmiş. Bu tecelli ile her bir hakikî şakird o hakikata hissedar olur.

    Bu defaki mektubunuz, bize bu kanaatı verdi ki, Risale-i Nur'a itiraz ile hücum edenler, karşılarında çelik gibi kahramanları bulup, hücumundan bin pişmanlık göstereceklerini, bir Said'e mukabil, binler Said Risale-i Nur'u müdafaa eder, muterizleri susturur.

    Mektubunuzdaki kıymettar kardeşlerimizin selâmlarına binler selam ediyoruz. Ve hâlis ve müdakkik ve ince fikirli kardeşimiz Hasan Âtıf'ın müstesna kalemiyle bizlere hediye ettiği gayet güzel risaleleri güzelce ve süslü cildlettirdik.

    Buradaki kardeşlerimiz onun hesabına ve ona sevab kazandırmak için ellerinde gezecek.

    Size bu defa bir ihtara binâen, gayet muhtasar bir hakikat gönderildi. Belki ehl-i dalâletin kendilerine perde ettikleri bazı sâfdil sofileri ve hocaları riya noktasında bir taarruza mukabil bir esasdır.
    * * *

    (128)
    Azîz, Sıddık, Hâlis, Muhlis Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur'aniyede Ciddî, Hakikî arkadaşlarım!
    Bu yakında hem Isparta'da, hem bu havalide Risale-i Nur'un İhlas Lem'aları intişara başladığı münasebetiyle ve bir-iki küçük hâdise cihetiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi. Riyaya dair üç nokta yazılacak:
    Birincisi: Farz ve vâciblerde ve şeâir-i İslâmiyede ve Sünnet-i Seniyenin ittibaında ve haramların terkinde riya giremez
    Sh:»(K:205)
    izharı riya olamaz. Meğer gayet za'f-ı îmanla beraber, fıtraten riyakâr ola. Belki şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfasından çok derece daha sevablı olduğunu, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazâlî (R.A.) gibi zâtlar beyan ediyorlar.

    Sair nevafilin ihfası çok sevablı olduğu halde; şeaire temas eden, hususan böyle bid'alar zamanında ittiba-ı Sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebair içinde haramların terkindeki takvayı izhar etmek, değil riya belki ihfasından pek çok derece daha sevablı ve hâlistir.
    İkinci Nokta: Riyaya insanları sevkeden esbabın
    Birincisi: Za'f-ı îmandır. Allah'ı düşünmeyen, esbaba perestiş eder, halklara hodfüruşlukla riyakârane vaziyet alır. Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur'dan aldıkları kuvvetli îman-ı tahkikî dersiyle; esbaba ve nâsa ubudiyet noktasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudiyetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.
    İkinci Sebeb: Hırs ve tama', za'f fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyakârane vaziyet almaya sevkediyor.
    Risale-i Nur'un şakirdleri, iktisad ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur'un dersinden aldıkları izzet-i îmaniye, inşâallah onları riyadan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluktan men'eder.
    Üçüncü Sebeb: Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sâhibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler insanlara iyi görünmek, tasannu kârâne haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek ve tekellüfkârane lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek tarzını takınmak ile riya eder.
    Risale-i Nur şakirdleri ene'yi nahnü'ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatın "fena fi-ş şeyh" ve "fena fi-r resul" ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de "fena fi-l ihvan" yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîyesi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.
    Sh:»(K:206)
    Üçüncü Nokta: Vazife-i diniye itibariyle, nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler,

    hodfüruşluk ve riya sayılmaz ve sayılmamalı. Meğer o adam, o vazifeyi kendi enaniyetine tâbi edip istimâl ede.
    Evet bir imam imamet vazifesinde tesbihatları izhar eder, ismâ' eder; hiç bir cihetle riya olamaz. Fakat vazife haricinde, o tesbihatları aşikâre halklara işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha sevablıdır.
    Risale-i Nur'un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittiba-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur'an hesabına vazifedar sayılırlar. İnşâallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur'a başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha yazılacaktı, fakat bir tevakkuf hali kesti.
    ***
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    (129)
    Azîz Sıddık Kardeşlerim!
    Sizin mübarek Ramazanınızı ve kudsî Leyle-i Kadrinizi ve sürurlubayramınızı tebrik ediyoruz. Lillahilhamd bu sene dualarınızın himmetiyle,hastalık beni yatağa düşürmedi. Ta'cizatını yapıp hafifçe geçti. Bu defa ozatın i'tirazı münasebetiyle yazdığı mektublar ve Sabri'nin eski Said'in lahikayagiren fıkraları münasebetiyle yazdığı mektub ruhumuza büyük bir inşirah vemüteşekkirane bir iftihar verdi.
    Size bu defa bayrama manevî bir şekerleme nev'inden kudsî Hizb-ül-Ekber'in birmahsulu olarak, Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi'nin bulduğu istihracî fıkrasınısize leffen gönderdim. Feyzi diyor ki, ben bu istihracdaki manidar ve muterizleri susturan«mâdemler» Birinci Şua'nın her bir âyetin her bir âyetinde maksud vemukadder olduğunu hisettim. Üstadım'a
    Sh:»(K:207)
    ittibaen kaydettim.
    Nur ve Gül fabrikaları hey'etine ve mübarekler ve medrese-i Nuriye ve masum veihtiyarlar ve fedakâr hemşirelerimize birer birer selâm ve dua edip, geçmişRamazan-ı Şerif ve mübarek Leyle-i Kadirlerini tebrik ediyoruz. Ve Ramazan-ışerifte bu fakir kardeşinize manevî yardımlarınızı Ramazandan sonra dadevamına bütün ruhumla rica edip, Rahmet-i İlahiyeden muvaffakiyetini niyazediyoruz.
    Duanıza daima muhtaç
    Kardeşiniz
    Said Nursî


    (130)
    * * *
    KÜÇÜK HÜSREV FEYZİ'NİN BİR İSTİHRACIDIR
    (Otuzüçüncü Âyet'ten Hâfız Ali'nin İstihracının Bir Zeyli ve Lâhikasıdır.)
    Sure-i Zümer'de اَفَمَنْ شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ ِلْلاِسْلاَمِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ âyet-i azîmenin mana-yı sarihinden başka bir mana-yı işarî tabakasının külliyetinde dâhil bir ferdi Risale-i Nur ve tercümanı olduğuna kuvvetli bir delil buldum.
    Çünki اَفَمَنْ شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ ِلْلاِسْلاَمِ فَهُو cümlesi, hesab-ı cifrî ve ebcedî ve riyazî ile bin üçyüz yirmidokuz veya sekiz eder. Demek مَنْ külliyetinde veفَهُوَ işaretinde dahil ve medar-ı nazar bir ferd, inşirah-ı sadr (Hâşiye) nuruyla başka bir hâlete girip, eski sıkıntıdan kurtulup, nuranî bir mesleğe giren bir şahsı, eski
    (Hâşiye): Bu şerh-i sadra münasebetdar bir tevafuktur Üstadımdan anladım; yirmibeş senedir daima ve en mühim bir duası اَللَّهُمَّ اشْرَحْ صَدْرِى لِْلاِ يمَانِ وَ اْلاِسْلاَمِ münacatı olmuş.
    Sh:»(K:208)
    ve yeni harb-i umumînin gelmeye hazırlanmaları olan dehşetli tarihe ve o ferdin vaziyetine remzen bakar.
    فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ dekiنُورٍ مِنْ رَبِّهِ kelimesi, Risale-i Nur ismine ve manasına hem cifri, hem sureti, hem manası tevafuk ettiği gibi; اَفَمَنْ شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ ِلْلاِسْلاَمِ فَهُو cümlesinin de makam-ı cifrîsi gösterdiği tarihte Risale-i Nur'un tercümanı olan Üstadımın -tahkikatımla- aynen vaziyetine tevafuk ediyor.
    Çünki o zamanda harb-i umumînin mebde'lerinde, Üstadım eski âdetini vesair ulûm-u felsefeyi ve ulûm-u âliyeyi bırakıp, tam bir inşirah-ı sadrla Risale-i Nur'un fatihası ve birinci mertebesi olan İşârât-ül İ'caz tefsirine başlayıp, bütün himmetini, efkârını Kur'ân'a sarfetmeğe başladığına tevafuku kavî bir emaredir ki; bu asırda o küllî mana-yı işârîde medar-ı nazar bir ferd, Risale-i Nur'un tercümanı ve şâkirdlerinin şahs-ı manevîsini temsil eden mümessilidir.
    Evet mâdem Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan her asırda her ferde hitab eder bir ilm-i muhit ve bir irade-i şâmile ile herşeye bakabilir; ve madem ülema-i İslâm'ın ittifakıyla, âyetlerin mâna-yı sarîhinden başka işarî ve remzî ve zımnî müteaddid tabakalarda manaları vardır.
    Ve madem يَآ اَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا gibi hitablarda her asır gibi, bu asırdaki ehl-i îman, Asr-ı Saadetteki mü'minler gibi dahildir.
    Ve madem İslâmiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kur'an ve Hadîs ihbar-ı gaybî ile, ehl-i îmanı onun fitnesinden sakınmak için şiddetle haber vermiş.
    Ve madem hesab-ı cifrî ve ebcedî ve riyazî, eskiden beri sağlam bir düsturdur ve kuvvetli bir emare olabilir.
    Ve madem Risale-i Nur ve tercümanı ve şakirdleri, îman ve

    Kur'an hizmetinde parlak ve te'sirli vazifeleri gayet ehemmiyet kesbetmiştir.
    Sh:»(K:209)
    Ve madem bu büyük âyet, hesab-ı cifirle bu asra ve iki harb-i umumîye bakar. Eski harbin patlamasına ve Risale-i Nur'un zuhuruna tevafuk ettiği gibi, mânen de gösterir. Elbette mezkûr hakikatlara ve kuvvetli karinelere binaen bilâ-tereddüd hükmederiz ki: Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsi ve tercümanı, bu âyet-i azîmenin mâna-yı işârî tabakasının külliyetinde dâhil ve medar-ı nazar bir ferdidir. Ve bu âyet ona işaret eder. Ve mâna-yı remziyle ondan da haber verir. Ve ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i'caziyeyi gösterir, denilebilir ve deriz.
    Tahlil: Birش iki ر yediyüz.ف م ن ل ikiyüz. ص د ه ا yüz. س م yüz. İsm-i Celal altmışyedi. İki ل altmış. فَهُوَ doksanbir. ِلْلاِسْلاَمِ da iki veya üç elif, iki veya üç. ح sekiz. نُورٍ مِنْ رَبِّهِ, "Risale-i Nur" Her ikisinde نُور var. "Risale" de ر, رَبِّهِ'deki ر'ya mukabildir. Eğer نُورٍ deki tenvin sayılsa, النُّور da dahi şeddeli ن sayılır, yine ittihad ederler. نُورٍ başka مِنْ به doksanyedi ederek, Risale-i Nur'da kalan ه ل س iki Elif dahi doksanyedi ederek, tam tevafuk eder. Türkçe telâffuzda Risale-i Nur hemze ile okunması zarar vermez.
    Sure-i Mâide'nin ondördüncü âyetiقَدْ جَآءَكُمْ مِنَ اللَّهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ يَهْدِى بِهِ اللَّهُ Sure-i Nisâ'nın âhirinde

    يَآ اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَآءَ كُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَآ اِلَيْكُمْ نُورًا
    مُبِينًاâyeti gibi, Risale-i Nûr mâna ve cifir cihetiyle, mana-yı işarî efradından olduğuna kuvvetli bir karine buldum.
    Sh:»(K:210)
    İkinci âyet olan Sure-i Nisâ âyeti, Birinci Şua olan İşârât-ı Kur'âniye'de, Üstadım işaretini beyan etmiş. Birinci âyet olan Sure-i Mâide'nin ondördüncü âyeti hem bunun işaretini teyid ediyor, hem de اَفَمَنْ شَرَحَ اللَّهُ âyetinin işaratını tasdik ediyor.
    Evet bu asırda mâna-yı işarî tabakasından tam bu âyetin kudsî mefhumuna bir ferd, Risale-i Nur olduğuna kim insaf ile baksa tasdik edecek.
    Madem Risale-i Nur bir ferdi olduğuna mânevî münasebet kavîdir. Mâdem bu âyetin makam-ı cifrîsi bin üçyüz altmışaltıdır, eğer meddeler ve okunmayan hemzeler sayılmazsa altmışikidir. Ve madem Risale-i Nur, Kur'an-ı Mübin nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübindir.
    Ve madem zâhiren ondan daha ileri, o vazifeyi ağır şerait altında yapanları görmüyoruz. Ve madem âyetler, sair kelâmlar gibi cüz'î bir mânaya münhasır olamaz. Ve mâdem delâlet-i zımnî ve işarî ile kaideten mefhum-u kelâmda dâhil oluyor. Ve mâdem Necmeddin-i Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî (R.A.) gibi pek çok ehl-i velayet, mana-yı zâhirîden başka bâtınî ve işârî mânalar ile ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde Mûsa (A.S.) ve Firavun'dan murad, kalb ve nefistir dedikleri halde ümmet onlara ilişmemiş; büyük ülemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette âyetin delâlet-i zımniye ile Risale-i Nur'a kuvvetli karineler ile işareti kat'îdir, şübhe edilmemek gerektir.
    TAHLİL: قَدْ جَآءَكُمْ yüz altmışdokuz. مِنَ اللَّهِ yüz elliyedi. نُورٌ tenvin ile beraber üçyüzaltı. وَ كِتَابٌ مُبِينٌ tenvinlerle beraber altıyüz

    otuzbir.يَهْدِى بِهِ اللَّهِ yüzüç. Yekûnu, bin üçyüz altmışaltı. Eğer meddeler ve okunmayan hemzeler sayılmazlarsa, bu seneki muharrem tarihine; yani bin üçyüz
    Sh:»(K:211)
    altmışikiye tamam tevafuk eder. Eğerمُبِينٌ deki tenvinde vakfedilse, bin üçyüz onaltıdır ki; hem Risale-i Nur'un mukaddematına, hem tenvin ile tekemmülüne ve Birinci Şua'da beyan edildiği gibi, çok âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri aynı meşhur tarihe tevafuk eder.
    * * *
    EHEMMİYETLİ BİR HOCANIN ÜSTAD HAKKINDA ZİYADE HÜSN-Ü ZANNINI TA'DİL ETMEK MÜNASEBETİYLE YAZILMIŞ, BELKİ SİZE DE FAİDESİ OLUR DİYE GÖNDERİLDİ
    (131)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشَرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ
    Azîz, Sadık, Muhterem Kardeşimiz Hoca Haşmet!
    Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki: Evet bu zaman hem îman ve din için, hem hayat-ı içtimai ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i îmaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür.
    Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, îmanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında

    cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i dîniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mâna veriyorlar.
    Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve
    mükemmel olması ve birbirini cerhetme
    Sh:»(K:212)
    mesi pek uzak, âdeten kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî'nin (A.S.M.) cemaat-ı nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'nin ve cemaatindeki şahs-ı mânevîde ancak içtima 'edebilir. Bu asırda, Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatına ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsine, hakaik-i îmaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fâtihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i îmanın îmanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.
    Amma benim gibi âciz ve zaîf bir bîçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında, şahsımı medar-ı nazar etmemeli diyor ve size selâm ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur'la alâkadar olanlara selâm ediyoruz.
    Risale-i Nur şakirdlerinden
    Emin, Feyzi, Kâmil

    (132)
    Azîz Sıddık, Müdakkik Kardeşlerim!
    Birinci Şua' İşârâtı Kur'aniyenin başında bir mukaddime olarak sizegönderdiğimiz اَفَمَنْ شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلاِْسْلاَمِ âyetine dâir Feyzi'nin istihrâcı ve اَلحُيبُّ اَحَدُكُمْ âyetinin istihracı vemelfufen bu defa evvelce size gelen bir mektubdan intihâb ettiğimiz bu parçası ileberâber İşârât-ı Kur'âniye kimde varsa onun başında bir mukaddimeolarak yazılsın. Çünki bu üç parça nasıl şimdiki itirâzı zir ü zeber etti,ileride gelen itirazları da red eder bir mahiyettedir.
    Evet ben müdafaadan vazgeçip Kur'ân'a havale ettiğim aynı zamanda,Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan bu اَلحُيبُّ اَحَدُكُمْ âyetiyle bizi himaye ve müdfaa etmeyebaşladığını ve bizi bize bırak-
    Sh:»(K:213)

    madığını kat'î kanaatım geldi. (Hâşiye) Demek mânen Kur'an bize İşârât-ı Kur'aniye'yi bir derece meydana çıkmaya, fakat ehl-i insafa ve Risale-i Nur'u takdir edenlere karşı bir derece izin veriyor.

    Madem İşârât-ı Kur'aniye bazı namahremlerin ellerine girmiş ve tardedilen zayıf hucümlara da maruz kalmış, elbette Risale-i Nur'un makbuliyetini imza eden İşârât-ı Kur'aniye üç Keramet-i Aleviye ve Keramet-i Gavsiye ve Lâhika'ya girmiş ve Risale-i Nur'un kerametini göstermiş, altı-yedi fıkra beraber bir ciltte lazım geliyor. ضyle ise sizler taksim-ül amâl ile bir kıt'ada, başta İşârât-ı Kur'aniye Birinci Şua, ve onun başında bu mektubun başında mezkur üç parça ve İşârât-ı Kur'aniyeden sonra üçüncü Keramet-i Aleviye, Ondan sonra ikinci kerameti Aleviye, ondan sonra birinci kerameti Aleviye, ondan sonra Kerameti Gavsiye zeyilleriyle (Şamlı ve Rüşdünün fıkraları dahil) sonra lahikadan intihab ettiğiniz beş-altı fıkra benim için güzelce yazılsın.

    Üç Ali, Âtıf, Hüsrev, Sabri gibi kardeşlerim yazıp bize göndersinler. Fakat yazdıkları bütün bir cild içinde olacak. Kahraman Süleyman Rüştü'nün bize ayrıca da gelen tebrikine mukabil üç bayramını birden tebrik ediyoruz.

    Müdakkik ve muhakkik Sabri'nin ( لاَ ) ve ( نَعَمْ ) le cevab istediği mes'elesine: ( لاَ )......

    اِلاَّاَنْ يَكُونَ اْلآخِذُوَاْلمَأْخُوذُ لَهُ مِنَ اْلمُستَحَقِّينَ لِلذَّكَاتِ

    Her zamandan ziyade bu acib ihtikardan, zaruret-ş kat'iyye düşen fakirlere ve miskinlere zenginler zekat ile imdadlarına koşsalar, bire yüz kazanırlar. Bu maddî musibetin bir çare-i yeganesi (Zekat-ı Şer'î) dir.

    ______________________________ __
    (Hâşiye): Evet ben de Üstadımın kanaatına kat'î iştirak ediyorum. İncecik bir remiz kanaatımı teyid etti. Nasıl ki «meyten» lafzı makamıyla Üstadımın ismine îmâ ediyor. ( اَحَدُكُمْ ) kelimesi de muarızın ismine üç harfiyle gizli remz ediyor. ( د ا ) yerine ( þþþ ى ) gelse (.........) olur.
    Feyzi


    Sh:»(K:214)
    Acaba Hüsrev gelmiş mi? merak ediyorum. Şamlı rahatsız değil mi? Pek çok zatları soracaktım. Fakat Lillahilhamd o kadar çok has ve onlar ile fazla alakadar kardeşlerimiz var ki, bir kaç mektubda ancak yazı ile, öyle ise, bilirsiniz ki, kimleri soracaktım. Bildiğinize havale edip, kısa kesiyorum.

    Umum kardeş ve hemşirelerimize birer birer selâm ve dünya ve âhirette selametlerine dua ediyoruz.
    Duanıza Muhtaç
    Kardaşınız

    (133)

  9. #9
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)

    HAKİKخ BÜTÜN ELEM DALÂLETTE, BÜTÜN LEZZET خMANDADIR
    HAYAL LİBASINI GİYMİŞ MUAZZAM BİR HAKİKAT
    Ey yoldaş-ışdar! Sırât-ı müstakîmin o meslek-i nuranî, mağdûb ve dâllînin o tarîk-ı zulmânî, tam farklarını görmek istersen eğer ey aziz,
    Gel vehmini ele al, hayal üstüne de bin, şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. O mezar-ı ekberi, o şehr-i pür-emvatı bir ziyaret ederiz.
    Bir Kadîr-i Ezelî, kendi dest-i kudretiyle bu zulümat kıt'adan bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya; şu şehr-i bî-lezâiz.
    İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, o sahra-yı hâile. Gözümüz de açıldı, şeş cihette biz baktık; evvel istîtafkârâne önümüze bakarız.
    Lâkin beliyyeler, elemler önümüzde düşmanlar gibi tehacüm eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anâsır-ı tabâyia bakarız, ondan meded bekleriz.

    sh: » (K: 181)
    Lâkin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kasiyye, merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar; ne naz dinler, ne niyaz!
    Muztar adamlar gibi me'yusane nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdadkârâne ecram-ı ulviyeye bakarız; pek dehşetli tehdidkârâne görürüz.
    Güya birer gülle bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezada pek sür'atli geçerler, her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.
    Ger birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, el'iyâzübillâh, şu âlem-i şehadet ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.
    Me'yusane nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sînemizde saklandık, nefsimize bakarız. Mütalâa ederiz.
    İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hâcetlerin sayhaları geliyor. Binlerle fâkatlerin enînleri çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.
    Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakârâne vicdanımıza girdik; içine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah! Yine bulmayız; biz meded vermeliyiz.
    Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat, kâinata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.
    O âmâl sıkışmışlar vücud-adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. ضyle vüs'atları var; ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.
    İşte bu elîm yolda nereye bir baş vurduk, onda bir belâ bulduk. Zira mağdub ve dâllîn yolları böyle olur. Tesadüf ve dalâlet, o yolda nazar-endâz.
    O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde' ve meâdi, hem Sâni' ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.
    Cehennem'den beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zira o şeş cihetten ki onlara baş vurduk. ضyle hâlet almışız.

    sh: » (K: 182)
    Ki yapılmış o hâlet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile ra'şetten, hem kalâk ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkeb vicdân-sûz.
    Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def'ine çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz, vâesefâ görürüz.
    Ki âcize zaîfe. Sâniyen: Nefiste olan hâcâtın susmasına teveccüh ediyoruz. Vâesefâ durmayıp bağırırlar görürüz.
    Sâlisen: İstimdadkârâne, bir halâskârı için bağırır, çağırırız, ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:
    Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garib. Hiçbirşey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakikî zevki vermez.
    Râbian: Biz ecrâm-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdanın müz'ici bir tevahhuş geliyor: Akıl-sûz, evham-sâz!
    İşte ey birader! Bu dalâletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti, bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.
    Tekrar yine geliriz. Bu kerre tarîkımız sırat-ı müstakimdir, hem îmanın yoludur. Delil ve imamımız, inayet ve Kur'andır, şehbaz-ı edvar-pervâz.
    İşte Sultan-ı Ezel'in rahmet ve inayeti, vaktâ bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşîete: Etvar üstünde perdaz.
    Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil'at-ı vücudu, emanet rütbesini bize tevcih eyledi. Nişanı niyaz ve namaz.
    Şu edvar ve etvârın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât içindir ki, kaderden bir emirnâme vermiş, sahifede cephemiz.
    Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz, pek uhuvvetkârâne istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.
    Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi' ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız işitiyoruz âvâz.

    sh: » (K: 183)
    Bak girdik şu zemine; ayağımızı bastık şehadet âlemine: Şehr-âyîne-i Rahman, gürültühâne-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız meşîet-i Rahman'dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?
    Garib, yetim olmuştuk; düşmanlarımız çoktu, bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u îman ile o düşmanlara karşı bir rükn-ü metînimiz
    İstinadî noktamız, hem himayetkârımız def'eder düşmanları. O îman-ı billâhtır ki ziya-i ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz.
    İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda, vakta vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad u fîzar ve âvâz.
    Ondan belâya düştük. Zira âmâl, arzular, istidad ve hissiyat; daim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik, bizden yol bilmemezlik, onda fizâr ve niyaz.
    Fakat elhamdülillâh, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad, ki daim hayat verir o istidad, âmâle; tâ ebed-ül-âbâda onları eder pervaz.
    Onlara yol gösterir, o noktadan istidad hem istimdad ediyor, hem âb-ı hayatı içer, hem kemâline koşuyor; o nokta-i istimdad, o şevk-engîz remz ü nâz.
    İkinci kutb-u îman ki: Tasdik-i haşirdir, saadet-i ebedî; o sadefin cevheri îman, bürhanı Kur'an. Vicdan, insanî bir râz.
    Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müdhiş görünüyordu. Şimdi de mütebessim her tarafa gülüyor, nâzenînâne niyâz ve âvâz.
    Görmez misin: Gözümüz arı-misal olmuştur; her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır, her tarafta çiçekler, her çiçek de veriyor ona bir âb-ı lezîz.
    Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor. O da alır getirir; şehd-i şehadet yapar. Balda bir bal akıtır, o esrar-engiz şehbâz.

    sh: » (K: 184)
    Harekât-ı ecrama, ya nücum, ya şümusa nazarımız kondukça, ellerine verirler Hâlıkın hikmetini. Hem mâye-i ibreti, hem cilve-i rahmeti alır ediyor pervaz.
    Güya şu Güneş bizlerle konuşuyor: Der: "Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız, ehlen sehlen merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar-ı şehnâz.
    Ben de sizin gibiyim; fakat sâfi isyansız, mutî bir hizmetkârım. O Zât-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni müsahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz."
    Yâhu, bakın Kamer'e! Yıldızlarla denizler herbiri de kendine mahsus birer lisanla: "Ehlen sehlen merhaba!" derler. "Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?"
    Sırr-ı teavünle bak, remz-i nizamla dinle. Herbirisi söylüyor: "Biz de birer hizmetkârız, Rahmet-i Zülcelâl'in birer âyinedârıyız; hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız."
    Zelzele na'raları, hâdisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbîh, velvele-i nâz u niyaz.
    Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelâl, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini. İman gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz.
    Ey mü'min-i kalbi hüşyâr! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler, onların bedeline hassas kulağımızı îmanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir sâz.
    Evvelki yolumuzda bir mâtem-i umumî, hem vâveylâ-yı mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz u namaz, birer âvâz u niyaz, birer tesbihe âğâz.
    Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, raadlardaki rakraka, taşlardaki taktaka birer mânidar nevaz...
    Terennümat-ı hava, naarat-ı ra'diye, nağamat-ı emvâc, birer zikr-i azâmet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz.

    sh: » (K: 185)
    Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur: Ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: "Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!."
    Tuyurları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar, nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.
    Remzen onlar derler: "Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir hâlimiz: Şefkatle perverdeyiz, Hâlimizden memnunuz. Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer âvâz-ı pür-nâz.
    Güya bütün kâinat ulvî bir musikidir, îman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu, nizam ise tardeder ittifak-ı evham-sâz.
    Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misalîden çıkarız, hayalî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mîzana çekeriz, ederiz yolları ber-endaz.
    Evvelki elîm yolumuz mağdub ve dâllîn yolu, o yol verir vicdana, tâ en derin yerine hem bir hiss-i elîmi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıd olmuşuz.
    Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız; ya o teskin edilsin, ya ihsas da olmasın; yoksa dayanamayız, feryâd u fîzar dinlenmez.
    Hüdâ ise şifadır; heva, ibtal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesat-ı sihirbaz.
    Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, vicdanı ihrak eder; fîzara dayanılmaz, elem-i ye's çekilmez.
    Demek sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu halet te'sir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var, birer iz.
    Demek heves, heva, eğlence, sefahetten memzuc olan şaşaa-i medenî, bu dalâletten gelen şu müdhiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehir-baz.

    sh: » (K: 186)
    Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nuranî tarîkte bir hâleti hissettik; o hâletle oluyor hayat, maden-i lezzet. Âlâm, olur lezâiz.
    Onunla bunu bildik ki mütefavit derecede, kuvvet-i îman nisbetinde rûha bir hâlet verir. Cesed ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz.
    Bir saadet-i âcile, vicdanda münderiçtir; bir firdevs-i mânevî, kalbinde mündemiçtir. Düşünmekse deşmektir; şuur ise, şiâr-ı râz.
    Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse; lezzet ziyade olur, hem de döner ateşi nur, şitası yaz.
    Vicdanda firdevslerin kapılarıılır, dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız, eder pervaz u perdaz, olur şehbaz u şehnaz, yelpaz namaz u niyaz.
    Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allah'a ısmarladık. Gel, berâber bir duâ ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız...
    اَللَّهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ آمِينَ

    (120)
    Îcaz ile Beyan İ'câz-ı Kur'ân
    Bir zaman rü'yâda gördüm ki: Ağrı Dağı .altındayım. Birden dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı.
    Füc'eten bir adam yanımda peyda oldu. Dedi ki: Îcaz ile beyan et, icmal ile îcaz et, bildiğin envâ-ı i'câz-ı Kur'ânı!
    Daha rü'yâda iken tâbirini düşündüm, dedim: Şuradaki infilâk, beşerde bir inkılâba misal. İnkılâbda ise elbet hüdâ-yı Furkânî,
    Her tarafta yükselip hem de hâkim olacak. İ'câzının beyânı, zamanı da gelecek! O sâile cevâben dedim: İ'câz-ı Kur'ânî,
    Yedi menabi-i külliyeden tecelli, hem yedi anasırdan terekküb eder.
    sh: » (K: 187)
    Birinci Menba': Lâfzın fesâhatından selâset-i lisanı; Nazmın cezâletinden, mâna belâgatından, mefhumların bedaatından, mazmunların beraatından, üslûbların garâbetinden birden tevellüd eden bârika-i beyânı.
    Onlarla oldu mümtezic, mîzac-ı i'cazında acib bir nakş-ı beyan, garib bir san'at-ı lisanî. Tekrarı hiç bir zaman usandırmaz insanı.
    İkinci Unsur ise: Umur-u kevniyede gaybî olan esasat, İlâhî hakaikten gaybî olan esrardan, gaybî-yi âsumanî.
    Mâzide kaybolan gaybî olan umurdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvalden birden tazammun eden bir ilm-ül guyûb hızanı,
    Âlem-ül guyûb lisanı, şehadet âlemiyle konuşuyor erkânı, rumuz ile beyanı, hedef nev'-i insanî, i'cazın bir lem'a-i nûranî...
    Üçüncü Menba' ise: Beş cihetle hârika bir câmiiyet vardır. Lâfzında, mânasında, ahkâmda, hem ilminde, makasıdın mîzânı.
    Lâfzı tazammun eder pek vasi' ihtimalât; hem vücuh-u kesire ki, her biri nazar-ı belâgatta müstahsen, arabiyece sahih, sırr-ı teşriî lâyık görüyor ânı.
    Mânasında: Meşârib-i evliya, ezvâk-ı ârifîni, mezâhib-i sâlikîn, turuk-u mütekellimîn, menâhic-i hükema, o i'caz-ı beyanî. Birden ihata etmiş, hem de tazammun etmiş. Delâletinde vüs'at, mânasında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün ne geniştir meydanı!
    Ahkâmdaki istiâb: Şu hârika şeriat ondan olmuş istinbat, saadet-i dâreynin bütün desatirini, bütün esbab-ı emni.
    İçtimaî hayatın bütün revabıtını, vesâil-i terbiye, hakaik-i ahvali birden tazammun etmiş onun tarz-ı beyanı...
    İlmindeki istiğrak: Hem ulûm-u kevniye, hem ulûm-u İlâhî, onda meratib-i delâlat, rumuz ile işârât, sûreler surlarında cem'etmiştir cinanı.
    Makasıd ve gâyâtta: Müvazenet, ıttırad, fıtrat desatirine mutabakat, ittihad; tam müraat etmiş, hıfzeylemiş mîzanı.

    sh: » (K: 188)
    İşte lâfzın ihâtâsında, mânanın vüs'atınde, ilmin istiğrakında, hükmün istîabında, müvazene-i gayatta câmiiyet-i pürşanı!..
    Dördüncü unsur ise: Her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istidad, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifaza-i nuranî.
    Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşade. Güya her demde, her yerde taze nâzil oluyor o Kelâm-ı Rahmanî.
    İhtiyarlandıkça zaman, Kur'an da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdanî.
    Nur-u tevhidi, her dem her âyetten fışkırır. Şehadet perdesini gayb üstünden kaldırır. Ulviyet-i hitabı dikkate davet eder, o nazar-ı insanı.
    Ki o lisan-ı gaybdır; şehadet âlemiyle bizzât odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar hârika tazeliği bir ihata-i ummanî!
    Te'nîs-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlâhî tenezzülât. Tenzil'in üslûbunda tenevvü-ü munisliğidir mahbub-u ins ü cânı.
    Beşinci Menba' ise: Nakil ve hikâyatında, ihbar-ı sadıkada esasî noktalardan hazır müşahid gibi bir üslûb-u bedi-i pür-maânî
    Naklederek, beşeri onunla îkaz eder. Menkulâtı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahval-i âhirîni, esrar-ı cehennem ve cinânı.

    Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlahî, revabıt-ı kevnîye dair hikâyatıdır hikâyet-i ayânî
    Ki ne vâki reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabûl etmezse red de bile edemez. Semavî kitabların ki matmah-ı cihanî.
    İttifakî noktalarda musaddıkane nakleder. İhtilâfî yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle naklî umûrlar bir "Ümmî"den sudûru hârikâ-i zamanî...
    Altıncı Unsur ise: Mutazammın ve müessis olmuş Din-i İslâma. İslâmiyet misline ne mazi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekânı!..
    Arzımızı senevî, yevmî dairesinde şu hayt-ı semavîdir; tutmuş
    Sh:»Kİ:189)
    da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş. Bırakmıyor isyanı.
    Yedinci Menba' ise: Şu altı menba'dan çıkan envar-ı sitte, birden eder imtizac. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vasıta-i nurânî.
    Şundan çıkan bir zevktir; zevk-i i'caz bilinir, tabirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kasırdır, görünür de tutulmaz o necm-i âsumanî.
    Onüç asır müddetle meyl-üt tahaddî varmış Kur'ânın a'dâsında, şevk-i taklid uyanmış Kur'anın ahbabında. İşte i'cazın bir bürhanı...
    Şu iki meyl-i şedidle yazılmış meydanda, milyonlarla kütüb-ü arabiye, gelmiştir kütübhane-i vücuda. Onlar ile Tenzîl'i düşerse bir mizanı
    Müvazene edilse, değil dânâ-i bî-müdânî, hattâ en âmî adam, göz kulakla diyecek: Bunlar ise insanî, şu ise âsumânî!
    Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı; bu ise, bilbedahe mâlûm olmuş butlanı.
    Öyle ise, umumun fevkindedir. Mazmunları o kadar zamanda, kapı açık, beşere vakfedilmiş; kendine dâvet etmiş ervah ile ezhanı!
    Beşer onda tasarruf, kendine de mâletmiş. Onun mazmunları

    ile yine Kur'ana karşı çıkmamış, hiçbir zaman çıkamaz; geçti zaman-ı imtihanı.
    Sâir kitablara benzemez, onlara makîs olmaz; zira yirmi sene zarfında müneccemen hâcetlere nisbeten nüzulü; müteferrik mütekatı', bir hikmet-i Rabbanî.
    Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede es'ile mütekerrir, mütefavit. Hâdisat-ı ahkâmı müteaddid, mütegâyir. Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmanı.
    Hâlât-ı telâkkisi mütenevvi', mütehalif. Aksam-ı muhatabı müteaddid, mütebaid. Gâyât-ı irşadında mütederric, mütefavit. Şu esaslara müstenid binaî, hem beyanî,
    Sh: (K:190)
    Cevabî, hem hitabî. Bununla da beraber selaset ve selâmet, tenasüb ve tesanüd, kemalini göstermiş; işte onun şâhidi: Fenn-i Beyân Maânî.
    Kur'anda bir hassa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb: Âyine-i insânî.
    Kur'an ise zahiren o nebi muhatabı gösterir. Muhattab sahib-i kelâma perde.
    Zira bir Vacib-ül vücud ki, bînefad ve bînihayet hitab ve kelimat-ı Sübhanî.
    Lâyuhad muhatabînine ezelden tâ ebede birden tevecücüh etmiş tekellümde ediyor.
    Şöyle mahdud kelâmın arkasında ezel-ebed sultanı, yalnız bir lem'a-itecellisi kabildir sıkışması, eğer bütün onu nihayet-i kelimat def'aten dinlemesi.
    Daire-i imkanda olsa idi, bir mekanı, yahut bütün muhâtabînî zerrat-ıkâinat suretinde, tek bir kulak olsa idi o ezan-ı cihanı, hem bir nûr-u îmanî, hembir hads-i vicdanî.
    Belki kelam-ı bî nihayet arkasında, ya içinde bî nihayet-i celal azametiiçinde o haşmet-i Subhanî görürdü timsalini.
    Demek tenzilin esalibinde tenevvü', İlâhî tenezzülat, Tecelli esma-isıfâttır ki, kelâmın arkasında görüyor onu bir nazar-ı îmanî.
    Her adam diyebilir, şems benim için yakılmış, evim olan dünyada, şuâyinede güneş, bana tebessüm eder, bakıyor o ayn-ı âsumanî
    Allah (C.C.), eğer şuuru ona, hem de sözü verse idi, o nazenin-i sema benimlekonuşurdu.
    Ayine de olurdu vâsıta-i beyanî, inhisar-ı zihniyet ona bu hakkı verir, hem dahidiyebilir.
    «Rabbim benimle konuşur, kelamın arkasında görüyorum imanımla birRahman-ı Nuranî»
    Bütün zîruh, hem de bütün kâinat birden böyle derler. Zira onda tezahümyoktur, inhisar da olamaz, o sermedîdir, lâ

    ShK:191)
    Ey sâil-i misalî! Sen ki îcaz istedin, ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde!.. Sinek seyretmez âsumanı.
    Zira o kırk enva'-ı i'cazından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır;
    İşârât-ül İ'cazda sıkışmadı tibyanı.
    Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları ziyade. Ben istiyorum senden tafsil ile beyanı!
    اُولاَشْمَازْ دِسْتِ أَدَبِ غَرْبِ هَوَسْ بَارِ هَوَاكَارِ دَهَادَارْ
    دَأْبِ أَدَبْ أَبَدْ مُدَّتْ قُرْآنِ ضِيَابَارِ شِفَاكَارِ هُدَادَارْ
    Kâmilîn insanların zevk-i meâlîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
    Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
    Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hâzır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'anda olan letâif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.


    Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, hâricine çıkamaz:
    Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabanî edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.
    Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.
    Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san'at-ı İlahî suretinde bakmaz,
    Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.
    Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissini, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
    Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ızdırabatına o
    ShK:192)
    edebsizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakikî fayda vermez.
    Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.
    Hem tiyatro gibi tenasühvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
    Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
    Güneşi gösterse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zâhiren der: "Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz."
    Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
    İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur'andaki edebse hevayı karıştırmaz.
    Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.
    Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san'at-ı İlahî, bir sıbga-î Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

    Mârifet-i Sâni'in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.
    Avrupazâde edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş'et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.
    Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdâr. Âlemi bir vahşetzâr tanır, başka çeşit göstermez.
    O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.
    Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta'tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.
    ShK:193)
    Kur'anın edebi ise: ,öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetîmane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.
    Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir san'at-ı İlahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.
    Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.
    Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem'iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.
    Her köşede istînas, o cem'iyet içinde mahzunu vaz'ediyor bir hüzn-ü müştâkâne, bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.
    İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.
    Kur'anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i meâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez.
    Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip.. Demek hüzn-ü Kur'anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.
    Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.
    * * *
    Sh:»(K:194)
    رمالهُ نوركَ ( حبّه ) ذبلنك بر ففره مسبىر ..
    ابز سم كزادنك نرهبىسنى يازارمسَلز
    اعلم !ان من لطا ئف اعجا زالقرآن ومن دلائل انّه رحمته عا قة للكا فة :
    انّه كما ان لكل احد من العا لم عا لمًايخُصُّه ويربيّه ويدا ويه . ومن مزايًالطف ــارشاده
    ان آياته مع كمال الانسجام وغايةالارتباط وتما م الا تصال بينها ،
    يتيسّر لكل احدٍان يأهذَمن السّورالمتعددةآيات متفرقةلهدايته

    وشفائه ، كمااهذهاعموم اهل المشارب واهل العلوم (حاشيه)
    فبينماتراهاأشتاتًاباعتبارالمنا زل والنزول ، اذًاتراهاقدصارت كقلادٍة
    منظمةٍإئتلفت واتصلت مع أخواتهاالجديدة . فلابالفصل من
    الاصل تنتقص ، ولابالوصل بالايآت الاخرتستوحش.فهذاالسرّيشير
    الىان لاكثرالايآت الفرقانيةمع سائرالايات مناسباتٌ دقيقة يجوزذكرهامعهاواتصالهابها.
    فكماأنسورة (الاخلاص) اشتملت علىثلاثين سورة
    بضمّ جُمَلِهَا بعضٌ الىبعض دليلاًونتيجةً .كماذكرفى(لمعات) فى
    (حاشيه) ان كتمىنرم ياىمنبالقران ال اكبردر.

    Sh:»(K:195)
    صحيفة (39) كذلك القرانالكلّيىالجزئي والنوع المحصر
    فىالشخص شيتملبجامعيةالايات للمعانىالمتعددةومناسبة
    الكل للكل يحتوي علىالوف الوف قرآنٍ فىنفس القران .فلكل

    ذي حقيقةفيه كتابٌ يخصُّه ومن اتبعه..
    اللهم يامنزل القرآن
    بحق القرآن
    اجعل القرآن مونسًاليفي حياتىوبعد مماتىونورًافىقلبي وقبرى
    لااله الااللَّه محمدرسول اللَّه..الوداع (1)
    (1 ) ظتن بزةمرضىفرب الدمب فىذلك الوذن فقلت:الوداع . لْااسافرمسهيا
    القبرالىسبع اصبابىواتبذيورفظبىسمه طلبةالروسوالنور.اطزلف

    Sh:»(K:196)
    بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
    اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ علَى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَ علَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
    T'EVHİD'İN İKI BÜRHAN-I MUAZZAMI VE SÛRE-İ İHLÂS'IN BİR NÜKTE-İ İ'CÂZİYESİ
    (122)
    Şu kâinat tamamıyla bir bürhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet tevhid-i Rahman'la, büyük bir sesle zâkirdir ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    Bütün zerrat-ı hüceyrat, bütün erkân ve a'zası birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    O dillerde tenevvü' var, o seslerde meratib var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    Bu bir insan-ı ekberdir, büyük sesle eder zikri; bütün eczası, zerratı, küçük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşrı, şu Kur'an maşrık-ı nuru. Bütün zîruh eder fikri ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    Bu Furkan-ı Celîlüşşân, o tevhide nâtık bürhan, bütün âyât sâdık lisan. Şuâât-ı bârika-i îman. Beraber der ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    Kulağı ger yapıştırsan, şu Furkan'ın sinesine, derinden tâ derine, sarîhan işitirsin semavî bir sada der ki,
    Sh:»(K:197)
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    O sestir gâyeten ulvî, nihayet derece ciddî, hakikî pek samimî, hem nihayet mûnis ve muknî' ve bürhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ


    Şu bürhan-ı münevverde, cihat-ı sittesi şeffaf ki, üstünde münakkaştır müzehher sikke-i i'caz. İçinde parlıyan nûr-u hidayet der ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ.

    Evet, altında nescolmuş mühefhef mantık ve bürhan, sağında aklı istintak; mürefref her taraf, ezhan-ı "Sadakat" der ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    Yemîn olan şimalinde, eder vicdanı işhad. Emâmında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    Emam olan verasında ona mesned semavîdir ki, vahy-i mahz-ı Rabbanî. Bu şeş cihet ziyadardır; bürucunda tecellidar ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    Evet vesvese-i sârık, yâ vehim- şübhe-i târık, ne haddi var ki o mârık, girebilsin bu bârık kasra. Hem şârık ki, sur sureler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki,
    لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    O Kur'an-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-ı tevhiddir. Birtek katre, misal için birtek Sure-i İhlas.. fakat kısa birtek remzi, nihayetsiz rumuzundan. Bütün enva'-ı şirki reddeder, hem de yedi enva'-ı tevhidi eder isbat; üçü menfî, üçü müsbet şu altı cümlede birden:
    Birinci cümle: قُلْ هُوَ karinesiz işarettir. Demek ıtlâk ile tâyindir. O tâyinde taayyün var. Ey
    اَىْ لآَاِلَهَلآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

    Sh:»(K:198)
    Şu tevhid- şuhuda bir işarettir. Hakikat-bîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki,
    لاَمَشْهُودَاِلاَّهُوَ

    İkinci cümle اَللَّهُ اَحَدٌ ) dir ki, tevhid-i ulûhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki,
    لاَمَعْبُودَ اِلاَّهُوَ


    Üçüncü cümle اَللَّهُ الصَّمَدُ )dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: Tevhid-i Rububiyet. Evet nizam-ı kevn lisanı der ki,
    لاَخَالِقَ اِلاَّهُوَ


    İkinci dürrü: Tevhid-i Kayyumiyet. Evet seraser kâinatta, vücud ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki,
    لاَقَيُّومَ اِلاَّهُوَ

    Dördüncü: (لَمْ يَلِدْ )dir. Bir tevhid-i celalî müstetirdir; enva'-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.
    Yâni tegayyür, ya tenasül, ya tecezzi eden elbet; ne Hâlık'tır, ne Kayyum'dur, ne İlah...
    Veled fikri, tevellüd küfrünü(لَمْ ) reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah...
    Ki İsa (A.S.) ya Üzeyr'in, (A.S) ya melaik, ya ukûlün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh...
    Beşincisi: وَلَمْ يُولَدْ )Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa, olmaz İlah...
    Yâni: Ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penah...
    Esbabperestî, nücumperestlik, sanemperestî, tabiatperestlik şirkin birer nev'idir; dalâlette birer çâh...
    Altıncı: وَلَمْ يَكُنْ )Bir tevhid-i câmi'dir. Ne zâtında nazîri, ne
    Sh:»(K:199)
    ef'alinde şeriki, ne sıfâtında şebîhi لَمْ lafzına nazargâh...
    Şu altı cümle manen birbirine netice, hem birbirinin bürhanı, müselseldir berahin, mürettebdir netâic şu surede karargâh...


    Demek şu Sure-i İhlas'ta, kendi mikdar-ı kametinde müselsel, hem müretteb otuz sure münderiç; bu bunlara bahirgâh...
    لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللَّهُ
    * * *
    Sh:»(K:200)
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    (123)
    Bu parça hem Lâhika'ya, hem İ'caz-ı Kur'ân'ın âhirine yazılacak. Birkaç gün sonra ehemmiyetli bir parçayı da göndereceğiz.
    Mübarek Ramazan'ın Leyle-i Kadir sırrıyla, seksenüç sene bir ömr-ü manevî kazandırması sırr-ı hikmetiyle ve Risale-i Nur'un şâkirdlerindeki sırr-ı ihlâsla tesanüd ve iştirâk-i â'mâ
    l-i uhrevî düsturuyla herbir sâdık şâkird, o fevkalâde manevî kazancı elde edeceğine gayet kuvvetli bir delili budur ki: Bu daire içinde kırkbin, belki yüzbin hâlis, hakikî mü'minlerin içinde hakikat-ı Leyle-i Kadr'i elde edecek bir-iki, on-yirmi değil, belki yüzlerin elde etmesi ihtimâli kavîdir.
    Sırr-ı ihlâsla ve iştirâk-i a'mâl-i uhrevî düsturunun sırrıyla biz ve siz bu hakikata müteveccihen, bu Ramazan-ı Şerif'de herbirimiz umumun hesabına ve umum arkadaşları içinde kendini farzedip, (nun-u mütekellim-i maalgayrı,) yani daima
    اَجِرْنَا اِرْحَمْنَا وَاغْفِرْلَنَا وَوَفِّقْنَا وَاهْدِنَا
    وَاجْعَلْ لَيْلَةَ الْقَدْرِ فِى هذَا الرَّمَضَانَ خَيْرًا فِى حَقِّنَا مِنْ اَلْفِ شَهْرٍ
    gibi kelimelerde (نَا )içinde umum kardeşlerini niyet etmektir. Ve bilhassa en zaîf olan bu kardeşinizi, ağır vazifesinde o hususî niyetle yardım etmektir.
    * * *

    Azîz, s
    Sıddık Kardeşlerim!

    (124)
    Hem sizi, hem bizi, hem Risale-i Nur dairesini ve hususan
    Sh:»(K:201)
    kahraman Tahir'i, bu Vird-ül A'zâm-ı Kur'ânî'nin bu tarzda zuhura gelmesiyle tebrik ediyoruz. Evet bunun tab'ında iki emr-i azîm var:
    Birisi: Mu'cizatlı Kur'ân-ı Hakîm'in ve kerametli Risale-i Nur'un tab'larına matbaada görülmemiş bir çığır açtı.
    İkincisi: Tâhir'e ve Hâfız Ali'ye ve arkadaşlarına kazandırdığı fevkalâde bir sevab noktasıdır ki; bu sırra delil-i zâhir, emsali matbaada, tab'da görülmemiş bir tarzda, aynen Tâhir'in hattı fotoğrafla alınmış gibi, kim bakıyorsa, "Bu Tâhir'in yazısıdır, matbu' değildir" der.
    Hem kâğıt, hem vakit dar olduğundan bâki umuma selâm.
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    (125)
    Azîz Kardeşlerim!
    Hâfız Ali'nin İslâmköyü'nün ismine ve oradaki Risale-i Nur'unhâfızlarına dâir beyanatı, bayram şekerlemelerinden belki Leyle-i Kadr'in tatlıenvarlarından bir tatlı ruhumuza verdi.
    Kâtib Osman'ın mektubunda iki keramet-i Nuriye'yi ve Hüsrev'in hem lmektubu,hem geleceğini Nur, Gül sahiblerini ve mübarekler medrese-i Nuriye hey'etlerini vema'sum ve ihtiyarların selâm ve dualarını tebliğleri, bizi bu Ramazan-ı Şerif'inher bir günü bize bir bayram hükmüne getirdi.
    Bu Ramazan-ı Şerif'te bu müzeyyen, mükerrem Hizb-ül-Ekber-i Kur'ânî,birden bu havalinin ellerine geçmesi maddeten ve manen pek büyük bir hüsn-ü te'sirve sebeb olanlara pek çok sevab kazandırmaya başladı. Zaten bazı âyâtınher bir hurufuna on değil belki yüz, beş yüz sevab meyvelerini veriyor. Bu hizb-i

    * * *
    Sh:»(K:202)
    ekberdeki âyâtın çoğu bu neviden olduğu gibi, i'caz noktasında da daha yüksek dereceleri var.

    (126)
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  10. #10
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)

    Azîz Kardeşlerim!
    Sizin fevkalâde sebat ve ihlâsınızın galebesi ve o musibeti def'inden sonra, ehl-i dünya cepheyi değiştirdi. Zındıkanın desiseleriyle bu havalide bizlere karşı perde altında maddî ve mânevî tahşidatı başlamış. Gayet dikkatle ve şeytancasına, şâkirdlerin hakikî kuvvetleri olan tesanüdü bozmağa çalışıyorlar. Sizlere risaleleri iade ettikleri halde, kurnazcasına dolaplar çevriliyor. Biz sizin bir şûbeniz hükmünde olduğumuz halde, bizi asıl ve merkez telâkki ediyorlar. Hâfız-ı Hakikî Cenab-ı Hak'tır. İnşâallah hiçbir zarar edemeyecekler.
    Fakat bu şuhur-u mübârekenin eyyam ve leyâli-i mübarekesinde hâlis dualarınız ile bize yardım ediniz. Birşey yok. Fakat mümkün oldukça ihtiyatlı ve dikkatli olunuz. Hazret-i Ali (Radıyallahü Anhü) ve Gavs-ı Geylânî (Kuddise Sirruhu) gibi kahramanların mânevî te'minatıقُلْ وَ لاَ تَخَفْ ve وَلاَ تَخْشَ hitabları, bize her vakit cesaret ve kuvve-i mânevî veriyor.
    Kâtib Osman'ın mektubunda, kahraman Lütfi'nin bahadır biraderi Burhan'ın, risalelerin kurtulmasına çok hizmet ettiğini yazıyor. Zâten o cesur kardeşimizin eskiden de bu çeşit hizmetleri vardı. Hem ona, hem Risale-i Nur'un kurtulmasına çalışanlara ve medhali bulunanlara, hattâ mahkeme reisine ve insaflı âzâlarına hem dua, hem teşekkür ediyoruz. Münasip
    sh: » (K: 166)
    görülse, mahkeme reisine hususî teşekkürümüzü beyan edersiniz.
    * * *
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ هذِهِ الشُّهُورِ الثَّلاَثَةِ
    (113)
    Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
    Evvelâ: Sizin geçmiş Leyle-i Mi'rac ve gelecek Leyle-i Beratınızı tebrik ediyoruz ve makbul dualarınızı rica ediyoruz.
    Sâniyen: Yirmibeşinci Söz olan Mu'cizat-ı Kur'aniye'nin nısf-ı âhiri, acelelik belâsıyla gayet mücmel kalmasına bedel; size evvelce yazdığım gibi, bazı lâhikaları onun âhirinde ilhak etmiştik. Şimdi en mühim bir parça, yirmi sene evvel tab'edilen Lemeât'ta gördük. Onun da Mu'cizat-ı Kur'aniye zeyilleri içine derci pek münasib görüldü. Kahraman Tahirî'nin bana getirdiği bir nüsha Lemeât'ı çok kıymetdar gördüm. Eğer bir nüsha daha o havalide varsa, siz de o parçayı nüshalarınızın âhirine yazarsınız. Zâten Lemeât, kendisi de hârikadır. Ramazan-ı Şerif'te yirmi gün zarfında, nesir bir surette, tekellüfsüz birden yazılmış. Sonra baktık, sehl-i mümteni' gibi bir nesr-i manzum ve bir nazm-ı mensur suretini almış. İçinde bu parça daha hârikadır. Lemeât'ta o parçanın serlevhası: "Îycâz ile beyan i'caz-ı Kur'ân."
    "Bir zaman rü'yada gördüm ki: Ağrı Dağı altındayım. Birden dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı."
    Bundan da, «Tarz-ı nazar ikidir; biri zulmetdar, diğeri ziyadar» serlevhasına kadar.
    Eğer Lemeât sizin elinize geçmemişse, o parçayı buradan size göndereceğiz.
    Sâlisen: Hem lâtif, hem güzel, zarif bir hâdiseyi söyliye-
    sh: » (K: 167)
    ceğim: Bu memlekette Risale-i Nur'a erkeklerden ziyade fedakârâne yapışan ihtiyare hanımlar ve ihtiyare hükmünde mâsume genç hanımlar, eski zaman sırmalı ve yaldızlı gelinlik cihazatının içinde kıymetdar parçaları Risale-i Nur'un eczalarının cildleri üstüne çekip, bütün risaleler altun yaldız ile cildlemiş gibi bir tarza girdi. Risale-i Nur'un mânen güzelliğine ve Hüsrev ve Tâhirî ve Ali'lerin ve Hasan Âtıf ve Âsım gibi kardeşlerimizin yaldızlı yazılarının cemaline, cildi üstünde de şirin bir güzellik daha ilâve ettiler. Hâfız Ali'nin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şâhide değerinde, burada Risale-i Nur'a bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz var. Meselâ Âsiye, Sâniye, Ulviye, Lütfiye, Aliye gibi Risale-i Nur'un şakirdleri, oradaki hemşirelerine ve kardeşlerine selâm ve dua ediyorlar.
    Biz de onlar gibi, umum kardeşlerimize birer birer selam ve dua ederiz. MâşâallahSalahaddin Çelebi, şarkda, Kars'da garbdaki Isparta kahramanlarına omuz omuza verip,fütühat yapıyor. Pederi Nazife yetişmeğe çalışıyor. Baba oğul, hakikatenRisale-i Nurun iki kahramanıdırlar.

    * * *
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ شَعْبَانَ وَ رَمَضَانَ
    (114)
    Aziz, Sıddık, Mübarek, Metin Kardeşlerim!
    Sizin Leyle-i Berat'ınızı ve gelen Leyali-i Ramazan-ı Mübareke'nizi tebrik ederiz. Cenâb-ı Hakk'a yüzbinler şükür olsun ki, Risale-i Nur kendi kendine tevessü' ediyor. Her tarafta fütuhatı var. Ehl-i dalâletin hileleri onu durdurmuyor, bilâkis çok dinsizler teslim-i silâh ediyorlar. Hâfız Ali'nin dediği gibi, korkuları pek ziyadedir. Şimdi dinsizlik taassubiyla değil, korku cihetiyle ilişiyorlar. O korku, Risale-i Nur lehine dönecek inşâallah.
    Nur fabrikasının sahibi, bu def'aki mektubundaki hârika ve
    sh: » (K: 168)
    yüksek duası, onun fevkalâde ihlâs ve sadakatinin bir tereşşuhatı nazarıyla baktığımızdan, bin derece haddimden ziyade hüsn-ü zannını Risale-i Nur hesabına kabul edip, duasına âmin deriz. O Nur fabrikasının mektubu, Hasan Âtıf'ın mektubuyla Leyle-i Berât akşamında elimize geçti. O gecemize, bereketli ve mübarek bir tebrik nev'inde telâkki eyledik.
    Hasan Âtıf'ın mektublarına uzun bir mektubla cevap vermek onun hakkıdır.Fakat onun tam kanaat getirdiği terk-i şahsiyet ve teveccüh eyledi şahsiyet-imânevî-i Nuriye hususi mektuba ihtiyaç göstermiyor. Halis, muhlis Âtıf'ın uzunmektublarında, üç ehemmiyetli cihet gördük.
    Birincisi: Bu aciz kardeşiniz nasılki esrâr-ı gaybiye-i Kur'aniyeye tevâfukanahtarı ile bir zaman müteveccih oldum. Kaç def'a kapı açıldı, fakat ondaistihdam edilmedim kapandı. Çünki hakaik-ı îmaniyeye hizmet ciheti yüz def'aihtiyaç noktasında müreccih olduğundan o meraklı, zevkli olan tevafukat-ıgaybiyye o vazife-i hakikîye mani' olmasından o yolu bıraktık.
    Aynen öyle de; Hasan Âtıf'ın gayet sâfi kalbi ve gayet ince hissiyatı ve gayethâlis sadakatı onu Risale-i Nur'un hazinesine garib bir tevâfuk anahtariyle girmeyeçalışıyor. Gayet zevkli bir hakikatı hissediyor. Fakat hissiyatını kuvvetlişeylerle bağlayıp ifade edemiyor. Halbuki onun fevkalâde herkesin nazar-ıistihsânını kendine celb eden kalemi ve sadâkat ve ihlâsı en ehemmiyetli vazifeolan Risale-i Nur'un neşrindeki hizmetine bir derece zarar verdiğinden o da benim gibi ozevkli, meraklı yolda çok meşgul olmasa daha ziyâde ondan istifâde edilir.
    İkinci Cihet : Hakikaten Âtıf fıtraten Risale-i Nur'a ve meşrebine ve hizmetineve tam talebe olmasına ve sırr-ı ihlâs ile fenâ fil-ihvan düsturuna tammüstaiddir. Fakat pek hassas ve ince düşünceleri vardır. Hattâ epey dikkatleancak hissedebiliyorum.
    Üçüncü: Müstesna ve parlak hattı ile beş-on mühim düsturları vevecîzeleri Risale-i Nurdan intihab edip, on parça kağıtlara yazıp göndermiş. Bizde o mübarek vecîzeleri odamızda her gelenlere Âtıf'tan bir ders-i nuriye almak ve Âtıf'a hâyır

    Sh:»(K:169)
    kazandırmak için duvara astık. Odamıza tezyin ettik.
    Aziz kardeşlerim!
    Bu mübarek Ramazan'da dahi geçen Ramazan gibi, bu âciz ve zaîf kardeşinize, mânevî ve uhrevî sa'y ve çalışmanızdan zekât mikdarınca vermenizi ve onun hesabına bir mikdar çalışmanızı ve ziyade hüsn-ü zannınız ile ona tahmil ettiğiniz ağır yüke o cihette yardımınızı pek çok rica ederim.
    Derd-i maîşet sersemliğiyle, ekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalâlet istifade edip onları avlıyorlar. Risale-i Nur şakirdleri kanaat ve iktisad düsturlarıyla bu mânevî hastalığa da mukabele ederler, inşâallah.
    Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize birer birer selâm ve dua ederiz.
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    * * *
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    (115)
    Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
    Sizin mübarek Ramazan-ı Şerîfinizi tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn bu Ramazan-ı Mübareke'nin hürmetine Rahmeten-lil-Âlemîn olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ümmetine rahmetiyle imdad eylesin! Âmin.
    Âsâr-ı Gadab-ı İlâhî olan âfât ve dalâletlerden muhafaza eylesin! Âmin. Ve Risale-i Nur şakirdlerini neşr-i envâr-ı Kur'aniyede muvaffak eylesin! Âmin. Hizb-ül A'zam-ı Kur'ânî'nin gelmesini iştiyakla bekliyoruz.
    Sâniyen: Hâfız Ali'nin mektubunda, kahraman Süleyman Rüşdü'nün gelmesini tebşir ediyor. Biz de ona, "Binler safalarla geldin" deyip ve üç cihetle onu ve mâsumlarını tebrik
    sh: » (K: 170)
    ediyoruz. Ve Hasan Âtıf'ın, Demirci Mehmed nâmını verdiği Bedevî kardeşimize yazdığı uzun mektubu buradaki kardeşlerimize ihlâs noktasında ehemmiyetli te'siri var. İhlâs Risalesi'nin sırrını ve düsturlarını yerleştirmeye çalışması, bizi çok mesrur eyledi. Cenâb-ı Hak onun gibi hâlis kardeşleri çoğaltsın. Ve Âtıf'ın o mektubunda Medrese-i Nuriye'deki kahramanlardan kıymetdar bir-iki yüksek ihtiyarın, Risale-i Nur'a parlak irtibatları bizi sürur yaşıyla ağlattırdı.
    Bu def'a evvelce size gönderilen gençler îkaznâmesinin bir tetimmesi olarak, bu havalideki tehlikeli vaziyette bulunan gençlere bir ihtarnâme nâmında bir fıkra gönderiyoruz. Tâ ki Risale-i Nur'un genç şakirdlerinin gittikleri istikamet ve iffet ve ittiba'-i sünnet-i seniye, gençlik noktasında ne kadar kıymetdar bulunduğunu ve hakikî ve zevkli gençlik ise o tarzdaki bahtiyarların gençlikleri olduğunu bir kat daha isbat edip, hakikî genç Türkler kimler olduğunu göstersin.
    Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize selâm ve dua ederiz. Ve mübarek dualarını bu mübarek Ramazan-ı Şerif'te ve bire bin kazancı kazandıran eyyam ve leyâli-i mübarekede rica ediyoruz.
    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    * * *
    (116)
    BİRKAÇ BİÇARE GENÇLERE VERİLEN BİR TENBİH, BİR İHTARNAMEDİR.
    (Bu def'adan evvelce size gönderilen gençler îkaznâmesinin bir tetimmesidir.)

    Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için te'sirli bir ihtar almak istediler. Ben de eskiden Risale-i Nur'dan meded isteyen gençlere dediğim gibi onlara dedim ki:

    Sizdeki gençlik kat'iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem
    sh: » (K: 171)
    kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve tâatte sarfetseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebeb olacak.
    Hayat ise, eğer îman olmazsa veyahut isyan ile o îman te'sir etmezse; hayat, zâhirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünki insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler, gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise; eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.
    Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında ma'dumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, îtikadsızlığı cihetiyle yine ma'dumdur. Ve ademle hâsıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyor.
    Eğer îman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar îmanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur. Zaman-ı hâzır gibi ruh ve kalbine îman noktasında ulvî ve mânevî ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatın, İhtiyar Risalesi'nde Yedinci Rica'da izahı var. Ona bakmalısınız. İşte hayat böyledir.
    Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı îman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Her gün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-ı mevt ise, size başka gençlere söylediğim gibi bir temsil ile beyan ediyorum:
    Meselâ, burada gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş,
    sh: » (K: 172)
    onun yanında bir piyango fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren dairesi var. Biz buradaki on kişi alâküllihâl, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından her dakika, ya "Gel idam ilâmını al, darağacına çık!" veyahut "Gel, milyonlarla altunu kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış gel, al!" demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zâhiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de; aldatmaz ve aldanmaz ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: "Size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okursanız, o helvayı yemezseniz, siz o darağacından kurtulursunuz.. Bu tılsım ile emsalsiz ikramiye biletini alırsınız.
    İşte bakınız bu darağacında zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya gidiyor ve oraya girinceye kadar da o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zâhiren onlar da o darağacına çıkıyorlar. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını milyonlar, milyarlar şahidler var, haber veriyorlar.
    İşte pencerelerden bakınız.. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zâtlar yüksek sesle ilân ediyorlar, haber veriyorlar ki; O darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüz ile gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şübhe getirmez, görür gibi, gündüz gibi kat'î biliniz." dedi.
    İşte bu temsil gibi zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârâne zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan îmanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zâhiren göründüğü gibi düşer ve ecel gizli olduğu için genç, ihtiyar farketmiyerek her vakit ecel cellâdı, başını kesmek için gelebilir.
    Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terkedip, tılsım-ı Kur'ânî olan îman ve feraizi elde etmekle o fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüzyirmidört bin Enbiya Aley-
    sh: » (K: 173)
    himüsselâm ile beraber hadd ve hesaba gelmiyen ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat ve ehl-i tahkik müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.
    Elhâsıl: gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette, binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sûiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla, ya hastahanelere veya taşkınlıklariyla hapishanelere veya sefalethanelere veya manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.
    Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik sâikasiyla israfat ve sûiistimâlden gelen hastalıktan «eninler» «eyvahlar» işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençlik saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüfatlarını işiteceksiniz. Ve kabristanda mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfelkuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatın tasdikıyla ve şehadetleriyle ekser azabların, gençlik sû'-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.
    Hem nev'-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile "Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zâyi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız." diyecekler.
    Çünki beş-on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ sırrıyla hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünki zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın câzibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin...

    * * *
    sh: » (K: 174)
    (117)
    Azîz, Sıddık, Risale-i Nur Şakirdleri Kardeşlerim!
    Risale-i Nur şakirdlerinin zaif kısımlarına zarar veren, hâtıra gelmeyen, ihtiyar bir zât tarafından bir itiraz münasebetiyle ve o gibi itirazların esasını kesecek bir hakikatı beyan etmeye mecbur oldum. Evvelce birisine dediğim gibi, bunu tekrar ediyorum:
    Hem mucib-i taaccüb, hem medar-ı teessüftür ki: Ehl-i hakikat, ittifaktaki fevkalâde kuvveti zâyi ettikleri ve zâyi' ile mağlub oldukları halde; ehl-i nifak ve dalâlet, meşrebine zıd olduğu halde, ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken, doksan ehl-i hakikatı mağlub ediyorlar. Ve en ziyade medar-ı taaccüb ve medar-ı hayret şudur ki:
    En ziyade muavenet ve teşvik beklediğimiz ve onlar da o yardıma İslâmiyetçe ve meslekçe ve vazifeten mükellef oldukları bize yardımı yapmayıp, bilâkis yanlış anlamasına binaen, Risale-i Nur'un hizmetine fütur verecek bir tarzda, mevki-i içtimaiyelerinin ehemmiyetine istinaden itiraz etmişler. Bir hakikate dair beyanata itiraz etmişler.
    Ben bilmiyorum hangi mes'eledir, hangi âyete dairdir. Olsa olsa, gayet mahrem kısmından olan Birinci Şuâ nâmında İşârât-ı Kur'aniye'den bir mes'eleye dair olacaktır. Bu âciz kardeşiniz, hem o eski dost zâtâ hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki: Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın feyziyle Yeni Saîd hakaik-i îmaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatça bürhanlar zikrediyor ki değil müslüman üleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.
    Amma Risale-i Nur'un kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda Hazret-i Ali (R.A.) ve Gavs-ı A'zâm'ın (K.S.) ihbârâtı nev'inden, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan'ın dahi bu zamanda bir mu'cize-i mânevîyesi olan Risale-i Nur'a nazar-ı dikkati celbetmesine mânâ-yı işarî tabakasından rumuz ve îmaları, i'câzının şe'nindendir ve o lisan-ı gaybın belâgât-ı mu'cizekârânesinin muktezasıdır.
    sh: » (K: 175)
    Evet Eskişehir hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsî bir teselliye pek çok muhtaç olduğumuz hengâmda, mânevî bir ihtarla: "Risale-i Nur'un makbuliyetine dair eski evliyâlardan şahid getiriyorsun. Halbuki وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ sırrıyla en ziyade bu mes'elede söz sahibi Kur'andır. Acaba Risale-i Nur'u Kur'an kabûl eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?" denildi. O acib sual karşısında bulundum.
    Ben de Kur'andan istimdad eyledim. Birden otuzüç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan mana-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dâhil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izah ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatımda hiçbir şekk ve şübhe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ben de ehl-i îmanın îmanını Risale-i Nur'la muhafaza niyetiyle o kat'î kanaatımı yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki; âyetin mânâ-yı sarihi budur, tâ hocalar (fîhi İİnazarun) desin.
    Hem dememişiz ki, mânâ-yı işârînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki: mânâ-ı sarîhinin tahtında müteaddid tabakalar var. Bir tabakası da mânâ-yı işârî ve remzîdir ve o mâna-yı işârî de bir küllîdir. Her asırda cüz'iyatları var. Risale-i Nur dahi bu asırda o mâna-yı işârî tabakasının külliyetinden bir ferddir ve o ferdin kasden bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ülema mabeyninde câri bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken, Kur'ânın âyetine veya sarahatine değil incitmek, belki i'caz ve belâgâtına hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatın nihayetsiz işârât-ı Kur'aniyeden hadd ü hesaba gelmeyen istihracâtlarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.
    Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib'ad edip itiraz eden zât, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ
    sh: » (K: 176)
    gibi çam ağacını halkeylemek azamet ve kudret-i İlahiyeye delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakta ve böyle ihtiyac-ı şedîd zamanında böyle bir eser zuhuru, «Vüs'at-i rahmet-i İlâhiyyeye delildir.» demeye mecbur olur.
    Ben sizi ve mu'terizleri Risale-i Nur'un şeref ve haysiyetiyle temin ediyorum ki: Bu işaretler ve evliyanın îmalı haberleri, remizleri, beni dâima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara sevketmiş. Hiçbir vakitte hiçbir dakika nefs-i emmareme medar-ı fahr ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi sene hayatımın göz önünde tereşşuhatıyla isbat ediyorum.
    Evet bu hakikatla beraber insan kusurlardan, nisyandan, sehivden hâli değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde hatalar da olmuş. Fakat Kur'an'ın hurufât-ı kudsiyesinin yerine beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla yeni hat altında tahrifkârâne ehl-i dalâletin tevilât-ı fâsideleri âyâtın sarâhatını incitmelerine bakmıyor gibi; bîçâre mazlûm bir adamın kardeşlerinin îmanını kuvvetleştirmek için bir nükte-i i'caziyeyi beyan ettiği için hizmet-i îmaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil öyle zâtlar, belki zerre mikdar insafı bulunan itiraz edemez.
    Benim şahsım için mucib-i hayrettir ki: O itiraz eden zât, benim silsile-i ilimde en mühim üstadım olan Şeyh Fehim'in (K.S.) bir tilmizi ve en ziyade merbut olduğum İmam-ı Rabbânî (R.A.)'ın bir talebesi olduğu halde; herkesten ziyade, kusurlarıma, eski karışık hayatlarıma, taşkınlıklarıma bakmayarak bütün kuvvetiyle imdadıma koşmak lâzım iken; maatteessüf ondan tereşşuh eden bir itiraz, bazı zaîf arkadaşlarımıza fütur ve ehl-i dalâlete bir sened hükmüne geçtiğini çok teessüfle işittik.
    O ihtiyar zâttan, çabuk bu sû'-i tefehhümü izale etmek için tamire çalışmasını; hem duasıyla, hem te'sirli nasihatıyla yardımını bekleriz. Bunu da ilâveten beyan ediyorum:
    Bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatlı milyonlar fedakâr-
    sh: » (K: 177)
    ları bulunan meşrebler, meslekler bu dehşetli dalâlet hücumuna karşı zâhiren mağlubiyete düştükleri halde; benim gibi yarım ümmî ve kimsesiz, mütemadiyen tarassud altında, karakol karşısında ve müdhiş, müteaddid cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, elbette dalâlete karşı galibane mukavemet eden ve milyonlar efradı bulunan mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nur'a sahib değildir. O eser onun hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez.
    Belki doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîm'in bu zamanda bir mu'cize-i mânevîyesi rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur'aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur'un öyle parçaları var ki; bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile te'min ediyorum ki, Eski Said'in kuvve-i hâfızası beraber olmak şartıyla o on dakikalık işi on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum ve o altı saatlik risale olan Otuzuncu Söz'ü ne ben, ne de en müdakkik dindar feylesoflar altı günde o tahkikatı yapamaz ve hâkezâ...
    Demek biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve birer hizmetçisi olmuşuz. Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle, bu hizmet-i kudsiyede hâlisane, muhlisâne bizi ve umum Risale-i Nur şakirdlerini daim muvaffak eylesin, âmin.
    Said Nursî

    * * *
    (118)
    Sûre-i İhlâs nüktesi, parçasıyla, bir kaç gün sonra göndereceğimizi'caz-ı Kur'ân'a dair parça, ikisi Yirmi Beşinci Söz'ün zeyillerinin âhirine girecek.
    Eski Said'in âsarından İşârât-üI'caz tefsiri Risale-i Nur'a girmesimünasebetiyle, Risale-i Nur dairesinde Yeni Said'in ve arkadaşlarının fıkralarıiçinde onun da (Eski Said'in) bir iki fıkrası girmek hakkını kazandığındanyirmi üç sene evvel, Ra

    Sh:»(K:178)
    mazan-ı Şerifte, Fâtihanın âhirine aid birden ehemmiyetli îmani birfıkrası, Lâhikanın üçüncü parçasının başına girdi. Fakat o gayetmuhtasar konuştuğu için, tam dikkatle anlaşılabilir. İkinci fıkrası Sûre-iIhlâs'ın bir nükte-i i'caziyesine aitdir.

    LEMEÂT'TAN
    FÂTİHA'NIN ÂHİRİNDE İŞARET OLUNAN
    ÜÇ YOLUN BEYANI
    Ey birader-i pür emel! Hayâli ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz, etrafa bakarız; kimse de görmez bizi.
    Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde karanlıklı bir bulut tabakası atılmış, hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü.
    Müncemid bir sakf olmuş, fakat altı yüzü açıkmış, o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız, sıkıyor zulmet bizi.
    Sıkıntı da boğuyor; havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var: Bir âlem-i ziyadar, bir kerre seyrettimdi bu zemin-i mecâzi.
    Evet bir kerre buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı dahi gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider; o da devr-i âlemdir, seyahata çeker bizi.
    İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahranın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdid ediyor bizi!
    Bak şu deryanın dağvari emvacına! O da bize kızıyor. İşte Elhamdülillâh öteki yüze çıktık; görürüz güneş yüzü.
    Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of! tekrar buraya döndük şu zemin-i vahşetzâr, bulut damı zulmettar. Bize lâzım: Revnakdar eder kalbdeki gö
    Bir âlem-i ziyâdar. Fevkalâde eğer bir cesaretin var; gireriz de beraber, bu yol pür-hatarkâr. İkinci yolumuzu:
    Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bî-nâz ve pür-niyâzi.

    sh: » (K: 179)
    Fakat o zaman zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu'cizi
    Kur'an onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma! Bak şurada tünelvari mağaralar, tahtel'arz akıntılar beklerler ikimizi.
    Bizi geçirecekler. Tabiat da şu müdhiş cümudiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.
    Radyumvâri o madde-i Kur'anî ışığıyla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyadar âleme çıktık, bak şu zemin-i pür-nâzı
    Bu fezâ lâtif, şirin. Yahu başını kaldır! Bak semavata ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış. Dâvet ediyor bizi.
    Şu şecere-i tûba, meğer o Kur'an imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedelli eden bu dala biz de asılmalıyız, oraya alsın bizi.
    O şecere-i semavîye; bir timsalî zeminde olmuş şer'-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.
    Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz; şu dağlar üstünde durmuş olan şehbâzi
    Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i âzama, Muhammed-ül Hâşimî (A.S.M.) dâvet eder insanı âlem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.
    Bulutları da yırtmış, bak bu hüda dağlarına. Semavata ser çekmiş, bak şeriat cibaline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.
    İşte çıkmalıyız biz buradan himmet tayyaresiyle. Ziya, nesim orada, nur u cemal orada. İşte buradadır Uhud-u Tevhid, o cebel-i azizî.
    İşte şuradadır Cûdi-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebel-i Kamer olan Kur'an-ı Ezher, zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menba'dan. İç o âb-ı lezizi!..
    فَتَبَارَكَ اللَّهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
    وَ اَخِرُ دَعْوَينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

    sh: » (K: 180)
    Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir! Evvelki iki yolun mağdub ve dâllîn yolu; hatarları pek çoktur, kıştır dâim güz yazı...
    Yüzde biri kurtulur; Eflatun, Sokrat gibi. Üçüncü yolu; sehildir, hem karib, müstakimdir. Zaîf, kavî, müsavi. Herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki: Şehid olmak ya gazi.
    İşte neticeye gireriz. Evet dehâ-yı fennî: Evvelki iki yoldur ona meslek ve mezheb. Fakat hüda-yı Kur'anî: Üçüncü yoldur, onun sırat-ı müstakîmi îsâl eder o bizi.
    اَللَّهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَالضَّآلِّينَ آمِينَ
    * * *
    (119)

Sayfa 1/2 12 SonSon

Benzer Konular

  1. LAHİKALAR. (Denizli Lahikası.)
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 20.05.11, 03:03
  2. Cevaplar: 8
    Son Mesaj: 20.05.11, 02:06
  3. LAHİKALAR (Emirdağ. İfadet-ül Meram )
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 12
    Son Mesaj: 20.05.11, 01:25
  4. LAHİKALAR (Emirdağ. İfademin Kısacık bir tetimmesi )
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 18.05.11, 15:44
  5. LAHİKALAR (Emirdağ lahikası. I_Mektub)
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 35
    Son Mesaj: 16.05.11, 20:24

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •