Küçük gibi görünen kimi dikkatsizlikler, vahim neticeler doğururBir kibrit bir ormanı yakar
Önemsemeye değmez gibi gözüken bir nüans, çok ciddi ayrılıkların beşiği olur
Baş bir batman ağırlığı kaldırırken, göz bir kıl kadar ağırlığa dayanamaz
Bir açının merkezindeki bir milimetrelik sapma, çizgiler uzadıkça, metrelerce, hatta kilometrelerce uzaklığa yol açar
Bunca kelamı ard arda niye sıraladık?
Risale-i Nur sıradan bir kitap değil; ve o yüzden dikkatsizliği, ezberciliği, zihin tenbelliğini hiç kaldırmıyorİnsanın kendini ona vermediği yerde, o da sırrını bize vermiyor
Sanırım bu yüzden, bizatihî Said Nursî, birçok mektupta risaleleri dikkatle, teennî ile, üzerinde dura dura okuma; gazete okur gibi okumama; üzerinde müzakere ve mütalaada bulunma; ‘ders müzakeresinde zeki birer muhatap’ olma uyarısında bulunuyor
Meselâ "Yirminci Mektub" adlı risalenin girişindeki bir bahse dair küçük bir nüansın, Risale-i Nur’daki bahislere neden dikkatle muhatap olmamız gerektiğini açıkça gösterdiği kanaatindeyim
Burada, Bediüzzaman, "Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır" derSonra, ‘o iman-ı billah içindeki marifetullah’tan, sonra ‘o marifetullah içindeki muhabbetullah’tan, en sonunda ise ‘o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniye’den söz açar
![]()
Kısacası, ortada, dörtlü bir tasnif gözükmektedir: iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, lezzet-i ruhaniye
Peki, bu tasnif Bediüzzaman’a mı aittir? Bana göre, hayırBöyle bir tasnif, bizim tasnifimizdir; Risale-i Nur’un değil
Evet, Said Nursî de bir sıralama yapmıştırAma, bu sıralama içinde, bizim ilk bakışta gözden kaçırdığımız anahtar bir kelime vardır
İlgili bahsi daha dikkatlice okuduğumuzda, bu anahtar kelime kendini kolayca ele verecektir:
"Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtırVe insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır
Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı ni’meti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır
Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir
"
Bizim kafamızdaki dörtlü sıralamada, önce iman vardır, sonra marifetullah, sonra muhabbetullah, sonra da lezzet-i ruhaniyeSanki tüm bunlar ayrı ayrı dairelerdir; zihnimizde öyle yer etmişlerdir
Oysa, Said Nursî, ısrarla ‘içindeki’ ifadesini kullanır; ‘iman-ı billah içindeki marifetullah’tan, ‘marifetullah içindeki muhabbetullah’tan, ‘muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniye’den söz eder
Böylece şu dersi verir: Bütün bunlar, iç içe dairelerdir
Asıl olan ve en geniş olan daire imandır; diğerleri, bu daire içindeki dairelerdir
Yani, iman asıldır, esastır, temeldir; imanla marifetullaha, imandaki marifetin inkişafı nisbetinde muhabbetullaha, imandaki marifetle gelen muhabbetullahın inkişafı nisbetinde lezzet-i ruhaniyeye ulaşılır
İnsan, Rabbini, iman etmeden tanıyamaz, tanımadan sevemez; Rabbini sevmeyen ise hiçbir hal ve şartta ruhanî bir lezzet alamaz
Aynı şekilde, içinde marifet ve muhabbet-i ilahîyi barındırmayan bir iman ikrarı, tahkikî değil, taklidî kalmaktadır
Ne denli ifade edebildim bilmiyorum, ama bu nüansın çok hayatî olduğuna inanıyorumRisale-i Nur mesleğinin birçok ölçüsünün de, böylesi nüanslarda saklandığı kanaatini taşıyorum
İşte, iman-hayat-şeriat üçlemesinde de, böylesi bir nüans bulunur
Kastamonu Lâhikası’nda ‘üç muazzam mesele’ olarak bu üçünden söz eden Said Nursî, ardından Risale-i Nur’un iman üzerindeki ısrarına dikkat çekerBunu, imanı kurtarmak hizmetinin ‘içlerinde en muazzamı, en kudsî ve en büyüğü’ oluşuyla izah eder
Öte yandan, Emirdağ Lahikası’nda yer alan bir mektupta, Mehdi’nin üç vazifesinden söz edildiğini görürüzManidar bir şekilde, burada da aynı sıralama izlenmekte; ve ardından, Risale-i Nur’un ‘iman’ üzerinde temellendiğinden söz edilmektedir
Böylesi bahisler, birçok zihinde şöyle bir ‘aşamalı’ izaha yol açıyor: Risale-i Nur iman meselesini hallediyor, ardından İslâm’ın hayata mal olması, sonra da siyaset dairesi dahil her noktada hükümferma olması aşamaları gelecek
Yine buna paralel bir yorum da şu: Önce fert planında iman, sonra içtimaî hayat planında hayat, sonra siyaset dairesinde şeriat
Bu yorum tarzının, Bediüzzaman’ın ilgili ifadelerindeki anlama muvafık düşmediği kanaatindeyim
Zira, bu bakış açısına göre, iman, hayat ve şeriat ayrı ayrı dairelerdirİmanla başlanır, sonra hayata geçilir, sonra da şeriata
Yine aynı mantığa göre, Risale-i Nur Mehdi’nin birinci vazifesini deruhte etmektedir; ama diğer iki vazife için, başkaları gelecektir
Oysa, bu üç daire üç ayrı daire değildirTek daire vardır: iman dairesi
Hayat ve şeriat, bu iman dairesinin yanında değil, içindedir
Ancak hakkıyla iman eden, imanını hayatının her anında sergileyebilir; ve ancak tahkikî imana erişen şeriata râm olur
Nitekim, Kur’ân, "Ey iman edenler, iman edin" fermanıyla bu hakikata dikkat çekmektedir
Hz
Peygamber "İmanınızı yenileyin" demişse, bu sırrı ders vererek demiştir
Mekke’de iman vazifesi vardı; şimdi sıra hayata ve şeriata geldi dememiştir
Üçünü ayrı daireler olarak gören bir tavır sergilememiştir
Sahabilerin, Medine’de, doğrudan imanı ders veren âyetleri unuttuklarına veya ikinci plana attıklarına dair bir rivayet de yoktur
Bu nazarla bakılırsa, Risale-i Nur’da kasdolunan, "Önce iman, sonra hayat, sonra şeriat" değildir"İmanın içinde hayat; imanın içindeki hayatın içinde şeriat"tır
İman hizmeti bir ilk aşamadan, bir ara duraktan ibaret değildir
Bütün zamanların asıl hizmeti; en öncelikli, en hayatî, en vazgeçilmez vazifesidir
Çünkü, hayatın da, şeriatın da özü, temeli, esası, dayanağı odur
Hayat da, şeriat da, iman ekseninde dönmektedir
Velhasıl, iman hizmeti devri, HzAdem’den beri hiç kapanmamıştır; kıyamete kadar da asla kapanmayacaktır
Dolayısıyla, "Kırmızı kitap okuyarak hizmet devri kapandı" türünden, işin ucunu para kazanmaya, makam edinmeye ve binalar yığmaya götüren hükümler, olsa olsa, ‘silik sözler’ hanesinde yer almaktadır
Bilakis, Risale-i Nur’un imanı herşeyin mihverine yerleştiren o açık çizgisine rağmen bu kabil sözler söylenebiliyorsa, şu zamanda o iman derslerini daha da çok okumaya ihtiyaç var demektir
Aksi takdirde, Hızır’ı bekleyenler Musa’sız kalabilir
METİN KARABAŞOĞLU