İNANCIMIZ HENÜZ RESMEDİLMEDİ
Bir dönem Osmanlı medreselerinde, ifrat ve tefritin (pozitif ilimlere ve tasavvufa karşı kapalı kalararak) sanatı, estetiği ve fikri hareketi dondurduğunu söylüyorsunuz… Sunni İslamın (kimilerince göre İmam Gazali ile) felsefeyi, sanatı, özgür düşünceyi tıkadığı iddiaları var. Siz 20. y.y.da Sunni İslama (sıratı mustakim) vurgu yapan biri olarak bu eleştirileri, kendi eleştirilerinizi de göz önünde bulundurarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sünni İslam'ın, estetiğe, sanata, güzelliğe, güzelliğin ifadesine karşı olması düşünülemez. Öyle bir şey olsaydı Asya'daki Ümranlar teşekkül etmezdi. Ki o dönem en ileri seviyede hadisin, tefsirin, fıkhın tedvin edildiği dönemdir. Sanatın, özgür düşüncenin ayağına zincir vuracak, bir düşünce sistemi varsa, olsa olsa o da fıkıh yoluyla olur. Fakat azıcık tarih kitaplarını karıştırdığınızda fıkhın en ileri seviyede tevdin edildiği dönemin, estetik ve hür düşünce adına en yoğun, en ileri seviyede olduğunu göreceksiniz. Endülüs bu yönüyle harikalar ülkesidir. Şimdilerde İslam Bilim Tarihi yazarları, hayranlıklarını, hatta şaşkınlıklarını ifadeden geri duramıyorlar. Seyyid Hüseyin Nasır'dan, Garodi'ye bu hayranlıklar belki elli defa ifade edildi. Bir medeniyet kurulmuş. Estetiğin, hür düşüncenin ve inancın bağrında yoğrulan, hoşgörü, barış ve muhabbetin temsil edildiği bir medeniyet.
Sanat, estetik gibi konulara yürümek, biraz müsbet ilimlerin ve düşüncenin önünün açılmasıyla, asıl önemlisi de tasavvuf yoluyla olacak bir iştir. Fakat bu yolda kapılar kapatıldığından dolayı, ufuklar daralmıştır. Bu küçük dünya içinde de, büyük düşüncelerin, sanat eserlerinin meydana gelemesi sözkonusu olamazdı herhalde. Her şey saksıların içindeki yeşillikler gibi oldu. Belli bir noktaya geldikten sonra da, tepeden kurumaya başladı. Medrese bu mevzuda katılığıyla, biz de sanat ruhunu öldürdü.
Sanatı maalesef bazıları, hemen Mikelanjelo gibi eline bir çekiç alıp, bir tane heykel dikmek şeklinde anlıyor. Bu da yobazlığın diğer bir çeşidi. Çünkü Mikelanjelo kendi düşüncesini resmediyordu. Herkes kendi düşüncesini resmetmeli. Taklitçi olmamalı. Ben başka bir şeye inanırken, bir başka şeyin şiirini yazmamalıyım, bir başka şeyin nesrini döktürmemeliyim, bir başka şeyin resmini yapmamalıyım.
Sanatı sadece estetik buuduyla da görmemek lazım. Estetik ihtiyaçlarımız çerçevesinde şekillenmeli. Allah'a inancınız varsa bir kere, kainat tasavvurunuz farklılaşır. Yediğiniz yemeğin adabı bir yana, yemeklerinizin kırıntılarını bile düşünmeye başlarsınız. Kırıntıların kanalizasyonlara akmamasına kadar her şeyi planlarsınız. İbadet ve tefekkürünüze uygun bir ortam hazırlarsınız. Batıda olduğu gibi, estetiği, ihtiyacın dışında, farklı bir buud olarak düşünüp Emile Zola romantizmi içinde düşünemeyiz.
Mevcudun, aynı zamanda zevk yanımızı ve bizi kucaklar hale gelmesi çok önemli. Elinize güzel bir atlas, bir ibrişim, bir ipek geçmiştir, münasebetsiz bir şekilde onu omuzunuza almanız başkadır, güzel bir elbise diktirip, aynı zamanda estetik bir görünüme ulaşmanız daha başkadır. Sonsuzluk mülahazasının, insanlığın ruhunda, kalbinde yeniden mayalanması gerekir. Mütenahi–namütenahi, ne kadar içiçedir? Bunun çok iyi kavranması gerekir.
Bir dönem Osmanlı medreselerinde, ifrat ve tefritin (pozitif ilimlere ve tasavvufa kapalı kalarak) sanatı, estetiği ve fikri hareketi dondurduğunu belirtiyorsunuz... Sünni İslam'ın (kimilerince İmam Gazali ile) felsefeyi, sanatı, özgür düşünceyi tıkadığı iddiaları var. Siz 20.yy'da Sünni İslam'a (sıraten müstakim) vurgu yapan biri olarak bu eleştirileri, kendi eleştirilerinizi de gözönünde bulundurarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sünni İslam'ın, estetiğe, sanata, güzelliğe, güzelliğin ifadesine karşı olması düşünülemez. Öyle bir şey olsaydı Asya'daki Ümranlar teşekkül etmezdi. Ki o dönem en ileri seviyede hadisin, tefsirin, fıkhın tedvin edildiği dönemdir. Sanatın, özgür düşüncenin ayağına zincir vuracak, bir düşünce sistemi varsa, olsa olsa o da fıkıh yoluyla olur. Fakat azıcık tarih kitaplarını karıştırdığınızda fıkhın en ileri seviyede tevdin edildiği dönemin, estetik ve hür düşünce adına en yoğun, en ileri seviyede olduğunu göreceksiniz. Endülüs bu yönüyle harikalar ülkesidir. Şimdilerde İslam Bilim Tarihi yazarları, hayranlıklarını, hatta şaşkınlıklarını ifadeden geri duramıyorlar. Seyyid Hüseyin Nasır'dan, Garodi'ye bu hayranlıklar belki elli defa ifade edildi. Bir medeniyet kurulmuş. Estetiğin, hür düşüncenin ve inancın bağrında yoğrulan, hoşgörü, barış ve muhabbetin temsil edildiği bir medeniyet. Ve bu medeniyetin mayası İslam. Dolayısıyla İslam'ın sanat telakkisi...
İslam'ın sanat telakkisi nedir?
İslam'ın sanat telakkisi; varlığı olduğu gibi görüp, resmetmeyi büyük ölçüde tecrid düşüncesi içerisinde, Kur'an'ın bize gösterdiği yolda ele alır. Tecrid, soyutlama İslam sanatlarının çok belli başlı hususiyetlerindendir. Çünkü temelde inandığımız şeyler, biraz o düşünceyle irtibatlıdır.
İslam sanatları hakkında sizin de vurguladığınız gibi yazılmış kritikler var. Fakat mesele, teorik–pratik ilişkisine geldiğinde çok müşahhas şeyler söylenemiyor...
Teşhise geçildiğinde, bazı şeyleri kendi düşüncemize göre ifade edemediğimizden dolayı, belki dualizme düşeriz. Bir ikilem içine gireriz. Bu açıdan bizim sanatımız diyebileceğimiz sanatı, sanat mevzuundaki mütalaamı ben tayetmiştim. Cenab–ı Hakk imkan verirse, düşünerek, taşınarak, not alarak, Yeryüzü Mirasçılarının Vasfı olarak ilerde yazmayı düşünüyorum.
Yani şu anda erken mi diyorsunuz?
Jülver'ce konuşursak, şimdilik bizim cephe, böyle bir seyahate muktedir değil deyip, geçmiştim o yazıyı yazmayı düşündüğümde. Ancak Asya'da, Endülüs'te, belli bir dönem itibariyle Selçuklu'larda, Osmanlı'larda, –ben yine belli bir dönemde diyeyim–, çünkü Osmanlılar'da bütünüyle mükemmel bir sanatın varolduğu söylenemez...
Tarihi birikimin değerlendirilmesi ve tevarüs ettirilmesi ayrı ama, şu anda İslam sanatı deyince hemen Osmanlı'ya sarılıyor büyük bir çoğunluk...
Osmanlı'nın belli bir döneminde sanatın zirvelerine çıkılabilmiş, ama bu, devam etmemiş. Bu husus, sanat tarihi yazarlarının ve tenkitçilerin eserlerine bakıldığında görülecektir. Başka mükemmellikleri baştacı, ama Batı taklitçiliği vardır büyük ölçüde Osmanlı'da... Bizim ruhumuz zayi edilmiştir. Yani inancımız resmedilememiştir. İnancın bütün fakülteleri resmedilememiştir. Duygudaki, düşüncedeki sonsuzluk resmedilememiştir...
Sebebi nedir sizce?
Zannediyorum medresenin bu düşüncelere karşı kapanmış olması en önemli husus. Esasen sanat, estetik gibi konulara yürümek, biraz da tasavvuf yoluyla olacak bir iştir. Fakat bu yol da bütün bütün kapatıldığından dolayı, ufuklar daralmış, dünya küçülmüş ve giderek ufalanmıştır. Bu küçük dünya içinde de, büyük düşüncelerin, sanat eserlerinin meydana gelmesi sözkonusu olamazdı herhalde. Her şey saksıların içindeki yeşillikler gibi oldu. Tabanın büyüme adına, bize verdiği kadarıyla büyüyebildi. Belli bir noktaya geldikten sonra da, tepeden kurumaya başladı. Evet, medrese bu mevzuda katılığıyla, bizde sanat ruhunu öldürdü. Sanat derken bazıları hemen Mikelanjelo gibi eline bir çekiç alıp, bir tane heykel dikmeyi anlıyor, bu da öbür cephenin yobazlığı, dar düşünmesi, katılığıdır. Birincisi ne kadar yanlışsa ikinci anlayış da o kadar yanlıştır. Çünkü Mikelanjelo kendi düşüncesini resmediyor. Bence insan kendi düşüncesini resmetmeli. Taklitçi olmamalı. Ben başka bir şeye inanırken, bir başka şeyin şiirini yazmamalıyım, bir başka şeyin nesrini döktürmemeliyim, bir başka şeyin resmini yapmamalıyım. Eğer öyle yapsam, ben kendimi anlatmış olamam ki. Ben kendimi anlatmalıyım. Vakıa sanat ruhu sübjektife, objektife karşı bir isyanın ifadesidir ama, onu yönlendiren, belli hedeflere tevcih eden, insanın inancı ve kanaatidir... "Vela tezkiru mesavü meftaküm" mülahazasına bağlı kalarak geçmişlerimizin mesavilerini zikredip onlara kusur atfetmeme, temel ahlakımız, temel prensibimiz olduğu için bu hususu geçelim müsaadenizle...
Sanata karşı ciddi bir temayülünüz var...
Temayül mü onu bilemem de, sanata karşı, büyük bir hayranlığım olduğu açık. Diyelim ki bir bina yaptıracaksınız. Yapacağınız binada öncelikle ihtiyaçlarınızı gözönüne alarak mimara doneler verirsiniz. Şimdi bizim ihtiyacımızla bir başkasının ihtiyacının aynı olması beklenemez. Bir farklılık olacaktır. Çünkü duygu ve düşüncedeki farklılık, ihtiyaca da ayrı bir farklılık buudu kazandırır. Bizim inanç ve geleneklerimizde bir mahremiyet vardır mesela. Bağışlayın ama, banyo ve tuvalette bile farklılıklar çıkıyor ortaya. Ayrı bir soyunma odası anlayışımız var, evin mahrem alanına uygun bir konumu var. Misafir için ayrı bölümler bütün ihtiyaçlar gözönüne alınarak düzenlenir. Bunlar haliyle mimariye de yansıyor. Evvela Allah'a inancınız varsa, bir kere hayat tasavvurunuz değişiyor. Yediğiniz yemeğin adabı bir yana, yemeklerinizin kırıntılarını bile düşünmeye başlıyorsunuz. Kırıntıların kanalizasyonlara akmamasına kadar her şeyi planlıyorsunuz. İbadet ve tefekkürünüze uygun bir mescit hazırlıyorsunuz. Bizim vahdet ruhu içinde, estetik anlayışımız, ihtiyacın bir buudunu teşkil eder. Batı'da olduğu gibi, estetiği ihtiyacın dışında, farklı bir buud olarak düşünüp Emile Zola romantizmi içinde düşünemeyiz. Bir resmin göbeğine, bir gül yapılıyor mesela... Oysa bizde, 'Şu kubbe niye böyle olmuş?' diye sorulur ve mimarinin bütün unsurları gözönüne alınır. Öncelikle bu bir ihtiyaca binaen olmuştur. Aynı zamanda akustik düşünülmüştür. Aynı zamanda, isten mürekkep çıkartma meselesi vardır. Ve bir de mana ifade etmesi sözkonusudur...
Bu şekilde üzerinizde etki bırakan yapılar oldu mu?
Askerlikten evvel, imamlık yapıp çok feyizlendiğim Edirne'de 2. Murat'ın yaptırdığı Üç Şerefeli Cami vardı. Kubbesinde işlenen motifler, hususi ile o günün estetik anlayışı içerisinde ele alınacak olursa, insanı bayıltacak güzelliktedir mesela. Kullanılan mürekkep, daimiyet ve sabitiyet, ahenk karışısında hayran kalmamak mümkün değil. Fakat aynı zamanda mimaride bir kanaat resmedilmiştir. Bir yönüyle İslam'ın içinde birbirinden farklı gibi gösterilen ayrı dinamikler, ayrı rükünler, ayrı esaslar vardır. Fakat İslam estetiği bu ayrılıkları aşarak, aynı zamanda bir kompleks halinde, tevhid anlayışını meydana getirmiştir. Kubbelerin herbiri birbirinden farklıdır. Fakat o farklılıklar, adeta birbirlerine içirilerek bir vahdete irca edilmiştir. Bunun yanı sıra bütün bir yapı iki direk üzerine oturtulur. Bunu yapan Hünkar, Mimar Hayrettin'e Ayasofya minarelerinin kaidelerini yaptırtır, o da Fatih'in karşına çıkıp, "Hünkarım, minarelerin kaidelerini yaptım, İstanbul'u feth edip minarelerini koymak size kalıyor" diyen Mimar Hayrettin. Mimar Sinan'a dede olabilecek bir insan. Yetiştirdikleri, Sinan'ı yetiştirmiş. Hünkar ona doneler veriyor ve diyor ki: "Ben bayram namazının resmedilmesini istiyorum buraya" Bayram namazının tekbirleri farklıdır. İftitah tekbiri farzdır. Zevayi tekbiri farklıdır. Rüku tekbiri farklıdır. Koca Mimar düşünüyor ve 600 sene geçmiş olmasına rağmen cami, müthiş statik üzerine müesses olarak ayakta dimdik duruyor. Şimdi bu işin bir tarafı. Teferruatına girdiğinizde o muhteşem mimarinin, kendi inanç kökümüz etrafında şekillendiğini de görürsünüz. İki tane sütun üzerinde durmuştur mesela, bunu namazın rekatlarından hareketle düşünmüş. İki rekat. Dokuz tane kubbe koymuş ve her kubbede bir farklılık sergilemiş. Yapı olarak ayrı, nakış olarak ayrı, arabesk olarak ayrı, ayrı... Ve böylece kendi ruhunu, bu küçük kubbelerden adeta parça parça fakültelerden geçirip sonsuza doğru yürütmüş... Kubbeye geldiğiniz zaman, azıcık bir delik açılsa, ordan Cenab–ı Hakk'ın arşının eteklerini görecek gibi olursunuz. Sanatta çok erken dönemde bunu yakalama meselesi çok önemlidir ve Osmanlı ilerki dönemlerde eleştirilerimize rağmen erken dönemlerinde bu işi zirvesine çıkarmasını da bilmiştir. Bu ruh sonradan kaybedilmiş ama. Bu anlayış, bu ruh geliştirilebilirdi. Bir Kurtuba Camii seviyesine ulaştırılarak, semavileştirilebilirdi...
Peki günümüzde bunu yeniden ihya etmek mümkün olabilecek mi?
Çok ciddi bir ara var. O duygu ve düşünceye insanlar soğumuşlardır. Bir kere o seviyenin yakalanabilmesi için, öncelikle o İslami anlayışı ve o anlayışın, ruhun sonucunda, İslam'ın estetiğinin yakalanması gerekir. Gündelik hayatında da insanın dikkat edeceği hususiyetler var. Mevcudun, aynı zamanda zevk yanımızı ve bizi kucaklar hale gelmesi çok önemli. Elinize güzel bir atlas, bir ibrişim, bir ipek geçmiştir, münasebetsiz bir şekilde onu omuzunuza almanız başkadır, güzel bir elbise diktirip, aynı zamanda estetik bir görünüme ulaşmanız daha başkadır. Sonsuzluk mülahazasının, insanlığın ruhunda, kalbinde yeniden mayalanması gerekir. Mütenahi–namütenahi, ne kadar iç içedir? Bunun çok iyi kavranması gerekir. Tabii bunlar beni aşan mevzular o yüzden müsaade ederseniz daha fazla bir şey söylemeyeyim...