Müslümanlar mı baskı yapıyor?
Eskilerin ‘etrafını camii, ağyarını mani’ dedikleri, zamane diliyle ‘dört dörtlük’ tabirlerimiz vardı. Onlardan biri de “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak”.
Sen tut, o koskoca Osmanlı Devlet-i Aliye’sini içerden ve dışardan gayretlerle yık, yıktır; sonra halkını un ufak parçalara böl, inancını, kültürünü, örfünü, asaletini unuttur. Bir toplumun bir arada yaşama azmini kıracak her yolu üzerinde dene… Sonra da ‘küllerinden doğan’ dini şuuru, kimlik bilincine sahip olmaya çalışan müslümanları “Mahalle baskısı” diye yaftala. Olacak şey mi?
Siz kimin mahallesinde, kime salyangoz satıyorsunuz? Müslümanlardan hiçbirinin; aslında şu sizin ‘sosyoloji’ dediğiniz bilimin, -Batı’ya göre- ‘öteki’ olan toplumları güdebilmek için geliştirdikleri bir toplum mühendisliği aleti olduğunu bilmediğini mi sanıyorsunuz? Sahi, müslümanlar o kadar cahil mi? Peki, saf mı?...
Elinden her şeyi alınmış insanlar, daha yeni yeni öz kimliğini arıyor; değil başkasına baskı yapacak, kendi kişilik/kimliğini koruyabilecek güçte bile değil. Sen tut, yavuz hırsız misali, onu ‘öteki’ne baskı yapmakla suçla…
Koparılan kökler
Tam iki yüz senedir, her türlü inançsızlık, küfür, nifak, kötü ahlak, namussuzluk, arsızlık, nefisperestlik, içki, zina vs. ne kadar eracif varsa üzerimize boşaltıldı.
Bu arada bir tarihi gerçek ve ibret vesikası olarak belirtelim ki istisnalar hariç, kendini yenilemeyen ilim ve irşad ehlinin de nefse ve dünyaya düşmesiyle, Batıdan gelen bu akımın önüne geçilemedi.
Tarihimiz, inançlarımız, ahlaki ve manevi değerlerimiz, kısacası bütün olarak bir hayat tarzımız dışlandı, karalandı ve unutturuldu. Müslüman bir toplumun beyni olan âlimlerimiz susturuldu; kalp mesabesinde olan Meşayih küstürüldü.
Beyni ve kalbi olmayan müslüman güruh da sindirilerek, sürüler gibi güdüldü. Bir parça ekmeğe muhtaç edilen insanımız, geçim derdinden başını kaldırıp ne oluyoruz? Nereye gidiyoruz? Diye düşünemedi bile. Hocanın yüzünden çok jandarma dipçiği gören babalarımız, Kur’an okumayı bile öğrenemedi.
Sapık inançlar ve günahlar, ferdî tercih olmaktan çıkıp çok kere süslenerek güzel gösterildi, alenileştirildi, normalleştirildi. Hatta kanunlarla koruma altına alındı.
Baskının âlâsını ‘biz’ yaşadık
Bu normalleştirme; günümüzde, sözüm ona tartışma programları, bilimsel (!) açıklamalı ‘zihinsel baskı’ programları, diziler, filimler, reklâmlarla pekiştirilerek topluma dayatılıyor. Artık bu sunulan hezeyanlara aldanmayanlar, hala kendi inancını yaşamak isteyenler bile ‘gık’larını çıkaramaz hale getiriliyor.
Sosyal baskının âlâsı oluşturuluyor. “Mahalle baskısı” değil, “ülke baskısı”, hatta dünya çapında “modernizm baskısı” oluşturuluyor. Rahmetli Necip Fazıl’ın eşsiz beyanıyla; “Bir hayat ki hayata kurmuş pusu”.
Bugün iyiden iyiye hissettiğimiz bu ‘görünmez’ baskılar, aslında yeni de değil. 20. Yüzyıl boyunca bütün bir insanlık, bu ekonomik tabanlı kültürel emperyalizmin kıskacında ezildi durdu. İletişimin dünyayı örümcek ağı gibi sarması, bu derin dalganın işlerini kolaylaştırdı.
Örneğin, yerine göre bir Hollywood filmi, aynı anda, tüm dünyada kafaları allak-bullak etmeye yetti. Filimlerin anlattıklarından çok, şuuraltına gönderdiği, özenle hazırlanmış yapay ve sahte imajlar; inancı sarsıcı, şüpheye düşürücü; ahlaklı, şahsiyetli olmayı zaafa düşürücü zehirler akıttı.
Ve bizler, hemen bütün dünya insanları, toplumlar olarak bu tuzaklara çoktan düştük, bu baskılara boyun eğmeye alıştırıldık bile.
Yaldızlı bir şekilde bize sunulan, ‘görsel şölen’lerin büyüsüyle, bakakaldık, ekran başında. Sinema ve eğlence salonlarını doldurduk, görmemişler gibi…
Bu patlayan havai fişeklerin, içimizdeki iman ve aksiyon volkanını söndürdüğünü düşünemedik. Şiddet ve gerilimin insani duygularımızı alıp götürdüğünü hesap edemedik. Zenginlik, lüks ve şatafatlı eğlencelerin; her türlü kötülüğün başı olan dünya muhabbetini içimizde azdırdığını fark edemedik.
Bir yandan onları izlerken eğlendik, diğer yandan da aynılarını taklit etmeye kalkıştık. Onları bir şey biliyorlar zannettik. Öyle ya çok zengindiler, koca koca üniversiteleri, laboratuarları vardı. Devasa yüzer gemileri, uluslar arası balistik füzeleri… Şehirleri bolluk içindeydi, vatandaşları gelecekten emin görünüyorlardı…
Batılının bunalımları
Evet, sadece ‘görünüyorlardı’. Gerçekte, iç dünyalarındaki inanç, huzur ve mutluluk boşluklarını göremedik. Böyle çılgınca eğlenmelerini, mutluluklarına verdik. Nerden bilecektik ki, inançsızlık ve huzursuzluklarından böyle kendilerini kaybetmeye çalıştıklarını!...
İnsanın ve kâinatın niçin var olduğunu bir türlü bulamadıkları, bilemedikleri için akıllarını zevklerle uyuşturmaya çalıştıklarını kavrayamadık. Hıristiyanlığı daha köklerinde boğduktan sonra, hakikatin ta kendisini vadeden felsefeleri iflas edince, umutsuzca ateizm çukuruna yuvarlandıklarını, ümitsizlik uçurumunda intihar ettiklerini… Şeytanın zehirli fısıltılarına râm olduklarını bilemedik.
Gerçi içimizden birileri, bu modern değerlerin ‘Dışı süs, içi pis’ pislikler olduğunu, ha bire söyleyip durdu ama nafile! Hem bunların ‘aykırı’ sözleri sürekli bastırılmaya çalışıldı hem de o çılgın ‘ritme’ kendimizi kaptırdığımızdan, zevk sarhoşluğundan, durup ne demek istediklerini düşünemedik bile…
Dünya kapitalist düzenini kuranların, onları da “hürriyet, kardeşlik ve eşitlik” mavallarıyla uyuttuklarını, ellerinden yaşam tercihlerinin alınarak, birer ‘gönüllü köle’ haline getirildiklerini anlayamadık.
“Ne güzel bir ilericilik ve çağdaşlık yolu açılmıştı önümüze, bu ‘gerici yobazları’ ne diye dinleyeceğiz ki?” kafasında tipleri, akıllı ve dost bildik. Bildikleri bir şey var sandık.
Baskıdan çıkış yolları
Çok şükür son yıllarda biraz aklımız yerine gelir gibi oldu. Hani kaçamak bir gecenin sabahında, kafasında yıldızlar dolaşan yarı-sarhoşlar gibiyiz şimdi. En azından bir kısmımız, uyanıyor, en azından uykuda olduğunun farkına varıyor. Uyanma emareleri gösteriyor.
Artık iyiden iyiye, modern hayat tarzının her şeyiyle muteber nesne olmadığını anlamaya başladık. Köklerimize bağlı kalarak da madden ve manen ilerleyebileceğimizi biliyoruz. Üstelik “ilerleme” denilen şeyin ille de inançtan kurtulmak, bilime tapmak manasına gelmeyeceğini fark ettik.
Evet, içerisine hapsedildiğimiz bu toplumsal, kültürel baskıdan kendimizi kurtarmamız gerekiyor. Bunu başarabilmek için;
1- Dünya görüşümüzde, inancımızda, kişisel tercihimizi netleştirmeliyiz; “Biz müslümanız arkadaş, buna böyle inanıyorum” diyebilmeliyiz.
2- Kişisel tercihlerimizin başkaları tarafından belirlenmesine karşı çıkmalıyız. Kendi iç dünyamızda, zihnimizi ve kalbimizi dış baskılardan korumalıyız.
3- Kişisel tercihlerimizi hal ve hareketlerimize yansıtmalıyız, toplum önünde tavır sahibi olmalıyız. (Bunu yaparken müslümanca bir tavır içerisinde olmamız gerektiğini, yumuşak huylu ama tavizsiz olmamız gerektiğini belirtmeye gerek var mı?)
4- Kendimizi bilgi, fikir ve kültür yönüyle yetiştirmeli ve bilgi/öğrenme kaynaklarımızın sağlamlığına dikkat etmeliyiz. Kimden, hangi kaynaktan ve neyi öğrendiğimize dikkat etmeliyiz. (Ne yediğimize dikkat ediyoruz da ne okuduğumuza ve kimi dinlediğimize neden dikkat etmiyoruz?)
5- ‘Millet ne der?’ değil; ‘Allah ne der?’ diye düşünmeliyiz. ‘Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) veya Sahabeler olsaydı nasıl yapardı diye düşünmeliyiz.
6- İnsan okuyarak öğrendiğinden daha çok, görerek benimsediği rolleri kopyalar. Öyleyse kimi izlediğimize, kimlerle beraber olduğumuza dikkat etmeliyiz. İyi insanlarla beraber olan/izleyen, onlar gibi olmaya yönelir. Kötülerin rollerini de çoğu defa farkında olmayarak benimseriz.
7- Kendi manevi değer ve kültür kodlarımızı keşfederek, belirginleştirerek, çağın şartlarına uygun şekilde yeniden üretmeliyiz. Üretenlere destek olmalıyız. Dergi çıkartıyorsak, müslümanca dergi çıkarmalıyız. Film yapıyorsak, haber yapıyorsak, dizi yapıyorsak, başkalarını, özellikle de batının kötü kopyalarını taklit ederek değil, müslümancasını yapmalıyız.
SÜLEYMAN KARAKAŞ
Gülistan Dergisi