4 sonuçtan 1 ile 4 arası

Konu: Osmanlı nezaketi...

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Osmanlı nezaketi...

    Osmanlı Nezaketi...




    Evlatları olmakla gurur duyduğumuz, Osmanlılar’ın edeb, nezâket ve terbiye husûsunda kaydettikleri seviye, hiçbir milletle kâbil-i kıyâs değildir. Onların muâşeret âdâbı, misli görülmemiş bir mükemmellik ve incelik arzeder. Akıllara sığmayan bir zarafetle bezeli tezhipler, büyük sabrın ürünü hatlar, edep ve itaatin şahitleri haşmetli camiiler, merhametin alemi vakıflar, bize kadar tevarüs eden manevi mirasın şerefli parçalarıdır.

    Bunlar, bu üç güzel, edep, nezaket ve terbiye millet ve mezhep ayrımı yapılmaksızın bütün insanlara karşı aynen riâyet edilen rûhî ve vicdanî bir kanun mesâbesindedir. Dolayısıyla Osmanlı demek, imrenilecek edeb ve nezâket timsâli kimse demektir.

    Bu vasıfların sayısız tezâhürleri vardır. Osmanlılar, husûsiyle can ü gönülden bağlı bulundukları İslâmiyet’in kin ve garazı yasaklaması münâsebetiyle her cum’a ve bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve aralarındaki kusurları afvedip barışmaya vesîle hâline getirmişlerdir. Merhametlerinin muktezâsı
    olarak şahsî münâsebetlerde kin gütmeyip afv yolunu tutmuşlardır. Villamont, takdir hisleri içinde, şöyle der:
    “... Her kimin bir düşmanı varsa gidip ondan afv dilemekle mükelleftir. Öteki de el öpmeden ve musâfaha da etmeden evvel afvettiğini söylemek mecbûriyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir. Bu esasa riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık telâkkî edilirler.”
    Osmanlı edeb, nezâket ve terbiyesinin burada sayılmasına imkân olmayacak derecede birçok tezâhürleri vardır. İslâm’la yoğrulan Osmanlı mülkünde, bugünle ve bugünkü halimizle mukayese etmemiz gereken neler varmış da ah edip yad ediyoruz:

    a. Avrupa halklarında mevcûd olan küstahlık, taşkınlık ve sokak kavgaları yoktu. Sokaklar, gâyet sâkin ve emniyet içindeydi. Hiç kimse yerlere tükürmezdi.

    b. Konuşanın sözü kesilmezdi. Konuşan da, son derece vakar ve sekînet-içinde olurdu. fâdeleri gâyet zarîf ve düzgündü. Bunları gören Charles MacFarlane şöyle demekten kendini alamaz:
    “Bu milletin konuşması, ne kadar güzel ve mükemmel! Öyle ki, bütün medenî milletlere örnek olabilir.”

    c. Oturuş, kalkış ve yürüyüş, hep müstesnâ bir nezâket ve vakurluk arzederdi.

    d. Yaşlılara hürmet, kusursuz ve pek yüksekti.

    e. Hanımlara karşı hürmet ise, umûmî bir an’aneydi. Anne, teyze, hala ve bacı olarak telâkkî edilirlerdi.

    Bu ve benzeri hususlarla alâkalı tedkîklerde bulunan Avrupa’lı müelliflerin birçok sayısız tesbit ve itirafları olmuştur.

    Guer’den bir kaç satır:
    “Türklerin pek mükemmel muâşeret usûlleri vardır ki, onlar, bunların bütün kaidelerine riâyet ederler. Birbirlerine mülâkî olduklarında başlarını eğip sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar. Muhatablarına, onları tebcîl edici bir surette, yâni rütbe ve mevkilerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi vasıflarıyla hitab ederler.

    Lady Craven’da hemcinslerine karşı tutumun fevkaladeliğini yine aynı hayretle dile getirir:
    “Türklerin kadınlara karşı olan muâmeleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Meselâ bir erkeğin, hukûken boynu vurulur, evrakı tedkîk edilir ve bütün eşyâsı da müsâdere olunabilir; fakat karısına gâyet iyi muâmele edilir, mücevherâtı kendisine bırakılır.”

    Memalik-i Osmaniye'de gezerek, şahid olduklarını anlatan Brayer şunları söylüyor:
    “... Umûmiyetle pek kalabalık olmayan cemiyetleri iyi tedkik edin: Halkın üstleri başları ne kadar temizdir. Hâl ve tavırlarında ne büyük bir asâlet ve yüzlerinin çizgilerinde ne tatlı bir sükûnet ve nezâket vardır! Konuştukları dil de, ne tatlı ve ne kadar âhenklidir!”

    “... Sohbet edenlerin ifâdeleri vecîz ve telaffuzları da pek temizdir! Tebessümlerinde incelik ve el hareketlerinde ayrı bir zerâfet ve sâdelik vardır. Ecnebîleri en çok hayrette bırakan cihet, bir kaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umûmiyetle sözünü pek kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar güzel bir dikkat hâlindedir. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle müdâfaa ederler. Söylenen sözlerde herhangi bir fenâlık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe mugâyir lâubâlî muhtelif lakırdılar yoktur. Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riâyet, hayâl edilemeyecek bir nezâket içindedir.

    Diyebilirim ki Osmanlılar’ın ahlâkî husûsiyetleri, insanı âdetâ teshîr eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişâmı, misâfir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riâyet ettikleri teşrîfâtın zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”

    Dünyaca tanınmıi yazar Edmondo de Amicis se Osmanlı halkının şahitleri arasında:
    “... Tedkîk ve tesbîtlerime göre İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar
    topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahî bir yabancı için hiçbir hakâret ve zarâra uğrama tehlikesi yoktur. Hattâ namaz vakitlerinde bile câmîleri gezmek kâbildir! Bu ziyâretlerde bir ecnebî, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha çok hürmet ve riâyet görebileceğinden emîn olabilir. Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla mütecessis bir nazara bile hiçbir zaman tesâdüf edilmez. Kahkaha sesleri gâyet nâdirdir. Sokakta kavga eden ayak takımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.”

    Osmanlılar, koğuculuk, iftirâ, küfür, kin, garaz, kumar, intihar, düello ve cinâyet gibi her türlü fenâlıklardan son derece kaçınıp korunmaya çalışmışlardır. Öyle ki dıştan bakanlar, onların bu fenâlıkları âdetâ bilmediklerine hükmetmişlerdir.

    Du Loir şöyle der:
    “Türkler herhangi bir intikâm hissi beslemekten son derece çekinirler: Dînlerinin bu husûsa âid bir hükmü mûcibince cum’a namazına başlamadan önce düşmanlarını afvettiklerini âdetâ îlân etmek durumundadırlar. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü de onlar için umûmî bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında musâfaha ederler ve küçük olan büyüğünün elini öptükten sonra ellerini başlarına götürüp «Bayramın mübârek olsun!» derler.”

    “Küfürbazlık, öfke ve intikâm hissinin müşterek mahsûlü olduğu gibi kumarbazlığın da tabiî bir netîcesidir. Bu, hıristiyan memleketlerinde pek yaygın bir şekilde ve tamamıyla kâfirce mevcuddur. Ancak Osmanlılar’ın sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı da, Osmanlılar’ın yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır. Onlar yalnız «Vallâhi» şeklinde Allâh’a kasem ederler.” demektedir. Nitekim o devre şâhid olan yaşlı kimseler bilirler ki, bir şahsın kendisini kızdıran bir mes’elede muhâtabı için kullandığı cümleler:

    “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh…”
    “Hay Allâh derdini alsın!
    “Fesübhanalâh!”
    “Hasbünallâhü ve ni’mel-vekîl!”.
    “Yâ sabır!” gibi güzel ve telkîn edici ifâdelerden ibarettir. Tekke ve zâviyelerde de duvarlara asılı levhalarda tesellî için:
    “Bu da geçer yâ hû!”, “Vazgeç yâ hû!” ve “Hoş gör yâ hû!” tâlimatları meşhûrdur.

    Osmanlı dediğimiz zaman az bir sayıdan oluşan, kendi hayatlarımız kadar kısa bir zamanda yaşamış küçük bir topluluktan söz etmiyoruz. Kendi geçmişinden, yüzyıllar öncesinden getirdiği, 700 yıl boyunca, yaşadığı topraklarla harmanladığı, bizlerin 10-15 yılda bir değişip duruken, hiç değişmeden kalmayı başarmış bir milletin, bu güne taşıdığı değerlerden ve ahlaki seviyeden söz ediyoruz. Doğruyu, doğruluğu, faydalıyı, arayıp bulmalı, geçmişten bugüne taşımalı... Değişmeli ve değiştirmeli, yanlız hayranlıkla seyretmek, iç geçirmek değil üzerimize düşen, tarif edildiği şekilde dosdoğru olmak için biraz da emeğimize ihtiyaç var.


    Seni çok Özledim Annem

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Osmanlı nezaketi...

    Osmanlılar mabetleri taşan, evleri ise ahşaptan inşa emişler zira taş ölümsüzlüğü, ağaç ise hem daha sağlıklı hem de faniliği hatırlatıyordu.
    Osmanlıda her şey sade ve temizdi. Ama özele indiğimizde mükemmellikleri ayrıntıda gizliyor, kendini anlamaya çalışanlara sonuna dek kapılarını
    açarak güzelliklerini sunuyordu.
    Ahşap evlerin balkonlarında çeşitli manalara gelen çiçekler bulunurdu. Sarı çiçek bulunan bir evin önünden sessizce ve çabucak geçilirdi ki burada hasta
    olduğu anlaşılıyordu. Kırmızı çiçeği olan bir balkonun önünden de bağıra çağıra geçilmezdi ki orada evlenme çağına gelmiş kızları bulunan aile,
    kızlarının ola ki bir galiz laf duyar da temiz ruhlarının saffetine bir halel gelir diye uyarıda bulunurlardı. Yine Osmanlı evlerinin kapılarında iki tokmak bulunurdu. Birinin sesi kalın, diğeri ise inceden bir ses çıkarırdı. Hanımlar eve vardıklarında kendilerine ait olan ince sesli tokmağı vurur, kendilerini bir hanım kapıda karşılardı, erkekler için de aynı şey geçerliydi.

    Yine o dönemde yerde bir kese altın bulunduğunda bunu Osmanlı efendisi almıyor, bulduğu yere bir sopayla etrafını daire çiziyor ve bırakıyor. Yine
    tekrar rastlayan ikinci daireyi üçüncü, dördüncü…yedinci daire çiziliyor ve yedi kişiye de nasip olmazsa eğer sekizinci kişi almak hakkına sahip
    oluyor, ihtiyacı varsa kendine yoksa bir ihtiyaç sahibine sessizce takdim ediyor.

    Şimdi her Osmanlı ailesinde geçebilecek nitelikte olan hadiselerden birine tanık olalım. 1700 yıllar Zehra nine M. Selahaddin Efendiyi sabah kahvaltısı için uyandırıyor ve kahvaltılık malzeme almasını rica ediyor. Efendi gidiyor ama normal vakit geçmesine rağmen dönmüyor, eşi gayet merakta, yaşlı adam bir şey mi oldu acep? diye kendi kendine telaşlanırken aradan bir saat geçince beyi kapıya soluk soluğa dayanıyor. Zehra nine bu neden bu kadar geç
    kaldığını sorunca aldığı cevap çok manidar: “Hanım, mahallenin sonunda yeni bir bakkal açılmış, o adam Allah’a tevekkül ediyor, bizim ise onu bu kararında fikrinde yüzünü kara çıkartmamak görevimiz.”Onun için onca yokuşa ve yaşlı-hasta olmasına rağmen gidiyor, alış-verişini oradan yapıp geliyor, bu ne ince düşünce!
    İstanbul efendisi! Küfür yiyince karşıdakine aynıyla mukabele edeceği yerde şöyle diyor “seni küfür edecek derecede küçük düşürdüğüm için özür
    diliyorum. Eğer ben seni bu derece sinirlendirmeseydim sen de bu galiz küfürleri bana sarf edip küçük düşmeyecektin.” buyuruyor. Bir ülkenin kültür düzeyi insan başına düşen kağıt kilosuna oranla anlaşılır. Bizde yılda 18 kilo, ABD’de ise 391 kilo. Cemil Meriç şöyle der: “Asıl büyüklük ölçüsü-medeniyetin ölçüsü- insana verilen değerdir.”

    Bir ülkede vakıf ne kadar çoksa o kadar medeniyet açısından gelişmişlik vardır. ABD’de bu oran %3 tür ki bu şu an dünyada bulunan en yüksek rakamdır. Sıkı durun şimdi, bu rakam Osmanlıda %26/27! yani her 5 yapıdan…vs biri vakıf Yasak kelime kullandınız.ı. Her türlü ihtiyacı da vakfın sahibi tarafından gideriliyor, bu yolda insanlar sırf Allah rızası için birbirleriyle yarışıyor. Osmanlı tam anlamıyla bir VAKIF MEDENİYETİ idi. Yine Osmanlıda zengin olup da bir vakıf sahibi olmamak büyük utanç vesilesiydi. Birkaç vakıf ismi zikretmek gerekirse; “Şehit ailelerini besleme vakfı.” Bu vakıf gece, kimse görmeden bu ailelere yemek, giyecek…vs dağıtırlardı. Şu an yabancı ülkelerde uygulanan ve bize de geçen bir yemek dağıtma yöntemi var, dağıtanla yemeği alan arasında bir paravan var ve karşıdakini göremiyorsun, bizde bu tanıdık olup da fazla yemek verilmesin diye yapılıyor bu ama Osmanlıda alan el vereni görmesin diye yapılıyordu ki Eyüp imarethanesinde Padişahlar bizzat kendi elleriyle halka yemek dağıtırlardı. Yine bir vakıf var ki çok ilginç; “Hamal taşı vakfı” bu vakfın yaptığı şey o dönemin insana verdiği önemi ve ne kadar inceliklerle inceldiklerini apaçık göstermektedir. Hamallar ağır yükler taşıyorken ola ki durmak zorunda kaldılar ya da uzun yol yorunca dinlenme ihtiyacı baş gösterdi. İşte hamallar vakıflar tarafından kendilerine hibe edilmiş bu taşlara
    sırtlarındaki yükü tamamen aşağı indirme zahmetine katlanmadan bırakıyorlar, soluk alıp su içtikten sonra tekrar o yükü yeniden yükleme zahmetinden de beri olarak yollarına kolaylıkla devam ediyorlardı.

    O dönemde Batıda akli açıdan rahatsız olanlar diri diri yakılırken Osmanlıda musıki ve su sesiyle tedavi yoluna gidilmişti-hatta her hastanın ruh
    haline göre ayrı ritm ve makam kullanılmaktaydı.- ki şu an bu işleme yeni yeni baş vurulmaktadır ve çok da iyi neticeler alınmaktadır. Yine tarihe dönüp baktığımızda o dönemde suç vakaları çok azdır, 46 yıllık saltanat süren Kanuni sultan Süleyman döneminde sadece 1 tek cinayet suçu işlenmiştir.
    Osmanlı dirilerine değer verdiği gibi ölülerine de değer verirdi ve Osmanlıda ayrıca bir “mezarlık kültürü” oluşmuştu. Her mezar taşından kişinin tüm özellikleri görülebilirdi. Çiçek motifleri olan kabirde çocuk, kadın yatıyor demektir. Yine erkeklerin de kendi durumlarına göre alim, talebe, esnaf, hakim, polis….vs oldukları anlaşılıyordu.

    Osmanlı tüm bu yaptıklarını Allah rızası ve sevap kazanma umuduyla, ibadet neşvesi içinde yapıyordu. Hatta o dönemde Batı bu yapılanları “Çılgın
    Türklerdeki ibadet anlayışı” olarak yorumluyordu. İşte bu şefkat medeniyetine bir örnek verecek olursak; Osmanlıda tüm servetini meyve vermeyen ağaçları sulamaya adayacak kadar şefkatte ileri gitmiş çılgın Türkler mevcuttu. Haydi meyve veren ağacı sularsın, onu anladık da meyve vermeyen ağacı sulamak hangi aklın işi? İşte Osmanlıdaki şefkatin doruk noktası!
    Yine bir vakıf ismi “Dağdaki aç kurtları besleme vakfı.” Başka bir şey söylemeye gerek var mı bilemiyorum, kışın aç kalan kurtlar ölmesin diye parça etler atılıyor ve onlar ölüme terk edilmiyordu, böylece çiftliklere gelebilecek olan zararlar da bertaraf ediliyordu. Evler ahşap olur dedik, biliyoruz ki ahşap evlerde tahta kurusu- hamam böceği…vs haşarat çok olur. Bunlar için yapılan özel kaplar vardı, evin bir köşesine su dolu tepsi konur, ortasına da taş, evde yakalanan böcekler bu aşın üstüne koyularak sabah münasip bir yere dökerek onları da öldürmeden bir sonuca varılıyordu.
    İşte OSMANLI, KURTLARIN-KUŞLARIN MUTLU OLDUĞU BİR MEDENİYETTİ!
    Biz her ne kadar atalarımızın değerini bilmesek de hala Türklere bizden daha çok değer veren milletler mevcut. Örneğin Arnavutlarda halk deyimi olarak
    kullanılan bir cümle o dönemin ihtişamını günümüze taşımaya yetiyor :bizler kendi doğruluğumuzu ispatlamak için yemin dereken bir Arnavut; “yalan
    söylüyorsam Türk olmayayım!” diyerek Türk olmanın ne kadar şeref vesilesi olduğunu vurguluyor. Yine Ukrayna’da çözülmesi çok zor olan problemler için
    “bir Türk adamı bulunmalı” deniyor hala günümüzde…
    Hollanda ticaret odasında karar için oylamaya gidildiğinde bir Türk’ün de bu gurup içinde bulunması şartı geçerlidir. Çünkü Türk asla haksızlık yapmayacağı gibi yapılabilecek olan haksızlıklara da izin vermeyecektir. Thomas More, Farabi, Compenella (Güneş Ülkesi), idealist bakış açısıyla mutlak mutluluğa ulaşmış, ütopyacı devlet anlayışını yansıtan eserler yazmışlardır. Ve Thomas More’a böyle bir şeyin mümkün olabileceğine gerçekten inanabiliyor musunuz yani diye sorulunca; Osmanlı bizim hayal ettiğimizi 600 yıl yaşamayı başarmışsa ben neden inanmayayım. Onun mevcudiyeti yarın da böle bir medeniyetim mevcudiyetine olan inancımı sağlamlaştırıyor.

    Tarih Osmanlının son dönemleri, 1811, Tokapı İskelesi- Batılı bir tüccar gemiden inince elbisesinin bir köşesinde sakladığı altın dolu kesesi dağılır ve damcağız feryat figan onları toplamaya çalışır, bir yandan da etraftaki kişileri kovalamaya … oysa etraftan yardıma gelen kişilerden hiç biri tek bir altınına el sürmeden kendine teslim ederler. Tabi batılı tüccar bu durum karşısında ne kadar şaşırsa, ne kara çılgın bunlar dese az…

    1811′den 1999′a geliyoruz; ANAP eski milletvekili Tınaz Titiz şöyle sitem ediyor : “Ben bu insanlarla aynı ülkeyi paylaşmaktan utanç duyuyorum.

    İstanbul kapalı çarşısında altın taşıması yapan bir çocuk elindeki altınlar yere saçılınca 1 dakika içinde tüm altından eser kalmıyor, hepsi kişiler
    tarafından yağma ediliyor. Peki biz bu hale nasıl geldik? Havas nasıl kayboldu? Her şeyimiz yabancılaştırıldı, aklımıza ne gelirse hepsi…
    Alimin ölümü alemin ölümü gibidir, biz onları öldürebilmek için ayrıca bir efor harcadık, onları gömdüğümüz yerden bir daha hiç çıkarmadık…
    Hasan Celal Güzel, ANAP Milli Eğitim Bakanı, en nankör bakanlık bana düştü diyor, haklı, biz bu kadar körpe ve açık zihinlere adeta uyuşturucu
    aşıladık, eğitim sistemini sistemsizlik haline getirerek yap-boz tahtasına çevirdik…
    Bir öğrenci ABD’de okul kazanıyor, okuması gayet zor bir okul, annesi gidip üniversitenin dekanı ile konuşarak bu okulun çok zor olduğunu, onun için
    başka bir bölüme geçirmesini istiyor çocuğunu. Dekan hay hay diyor, yalnız yavrunuzun kabak mı yoksa çınar mı olmasını istersiniz? Biri 3 ayda
    yetişir, diğerinin yetişmesi içinse en az 30 yıl ister!… işte bizler insana endeksli ve hep kazanmaya mecbur olan bir milletin evlatları olarak o
    çınardan aldığımız asaletle yolumuza devam etmek zorundayız… Tarih boyunca tüm değişmeler içten dışadır. Öyleyse ferden ferda değişmedikçe bu ülkenin Osmanlı olmaya hiç niyeti yok.

    En son olarak, I. Dünya savaşından çıkan ülkemiz, Yemen, Sarıkamış, Çanakkale’de binlerce şehit vermiş, yokluklar arenasında hasta adamın son
    anlarını yaşarken bir batılı gazeteci ülkemizi gezip görmeye geliyor, yolda ayakları çıplak, Per perişan çocuklar oynaşıyorlar, evlerinin ailelerinin
    olmadığı aşikar,onlara kiminiz kimseniz yok mu? size kim bakıyor diye sorduğunda bir nineyi işaret ederek bize o bakıyor diyorlar, kısa bir süre
    sonra çileyle pişirdiği aşından çocukların karnını doyurmak isteyen nine tek tek çocuklarını çağırıyor; GAZANFER! MUZAFFER!! MÜCAHİD!!! İşte, ayakları
    çıplak, isimlere bak! İnsana endeksli bir medeniyet her zaman kazanır!


    Seni çok Özledim Annem

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Osmanlı nezaketi...

    Osmanlılar mabetleri taşan, evleri ise ahşaptan inşa emişler zira taş ölümsüzlüğü, ağaç ise hem daha sağlıklı hem de faniliği hatırlatıyordu.
    Osmanlıda her şey sade ve temizdi. Ama özele indiğimizde mükemmellikleri ayrıntıda gizliyor, kendini anlamaya çalışanlara sonuna dek kapılarını
    açarak güzelliklerini sunuyordu.
    Ahşap evlerin balkonlarında çeşitli manalara gelen çiçekler bulunurdu. Sarı çiçek bulunan bir evin önünden sessizce ve çabucak geçilirdi ki burada hasta
    olduğu anlaşılıyordu. Kırmızı çiçeği olan bir balkonun önünden de bağıra çağıra geçilmezdi ki orada evlenme çağına gelmiş kızları bulunan aile,
    kızlarının ola ki bir galiz laf duyar da temiz ruhlarının saffetine bir halel gelir diye uyarıda bulunurlardı. Yine Osmanlı evlerinin kapılarında iki tokmak bulunurdu. Birinin sesi kalın, diğeri ise inceden bir ses çıkarırdı. Hanımlar eve vardıklarında kendilerine ait olan ince sesli tokmağı vurur, kendilerini bir hanım kapıda karşılardı, erkekler için de aynı şey geçerliydi.

    Yine o dönemde yerde bir kese altın bulunduğunda bunu Osmanlı efendisi almıyor, bulduğu yere bir sopayla etrafını daire çiziyor ve bırakıyor. Yine
    tekrar rastlayan ikinci daireyi üçüncü, dördüncü…yedinci daire çiziliyor ve yedi kişiye de nasip olmazsa eğer sekizinci kişi almak hakkına sahip
    oluyor, ihtiyacı varsa kendine yoksa bir ihtiyaç sahibine sessizce takdim ediyor.

    Şimdi her Osmanlı ailesinde geçebilecek nitelikte olan hadiselerden birine tanık olalım. 1700 yıllar Zehra nine M. Selahaddin Efendiyi sabah kahvaltısı için uyandırıyor ve kahvaltılık malzeme almasını rica ediyor. Efendi gidiyor ama normal vakit geçmesine rağmen dönmüyor, eşi gayet merakta, yaşlı adam bir şey mi oldu acep? diye kendi kendine telaşlanırken aradan bir saat geçince beyi kapıya soluk soluğa dayanıyor. Zehra nine bu neden bu kadar geç
    kaldığını sorunca aldığı cevap çok manidar: “Hanım, mahallenin sonunda yeni bir bakkal açılmış, o adam Allah’a tevekkül ediyor, bizim ise onu bu kararında fikrinde yüzünü kara çıkartmamak görevimiz.”Onun için onca yokuşa ve yaşlı-hasta olmasına rağmen gidiyor, alış-verişini oradan yapıp geliyor, bu ne ince düşünce!
    İstanbul efendisi! Küfür yiyince karşıdakine aynıyla mukabele edeceği yerde şöyle diyor “seni küfür edecek derecede küçük düşürdüğüm için özür
    diliyorum. Eğer ben seni bu derece sinirlendirmeseydim sen de bu galiz küfürleri bana sarf edip küçük düşmeyecektin.” buyuruyor. Bir ülkenin kültür düzeyi insan başına düşen kağıt kilosuna oranla anlaşılır. Bizde yılda 18 kilo, ABD’de ise 391 kilo. Cemil Meriç şöyle der: “Asıl büyüklük ölçüsü-medeniyetin ölçüsü- insana verilen değerdir.”

    Bir ülkede vakıf ne kadar çoksa o kadar medeniyet açısından gelişmişlik vardır. ABD’de bu oran %3 tür ki bu şu an dünyada bulunan en yüksek rakamdır. Sıkı durun şimdi, bu rakam Osmanlıda %26/27! yani her 5 yapıdan…vs biri vakıf Yasak kelime kullandınız.ı. Her türlü ihtiyacı da vakfın sahibi tarafından gideriliyor, bu yolda insanlar sırf Allah rızası için birbirleriyle yarışıyor. Osmanlı tam anlamıyla bir VAKIF MEDENİYETİ idi. Yine Osmanlıda zengin olup da bir vakıf sahibi olmamak büyük utanç vesilesiydi. Birkaç vakıf ismi zikretmek gerekirse; “Şehit ailelerini besleme vakfı.” Bu vakıf gece, kimse görmeden bu ailelere yemek, giyecek…vs dağıtırlardı. Şu an yabancı ülkelerde uygulanan ve bize de geçen bir yemek dağıtma yöntemi var, dağıtanla yemeği alan arasında bir paravan var ve karşıdakini göremiyorsun, bizde bu tanıdık olup da fazla yemek verilmesin diye yapılıyor bu ama Osmanlıda alan el vereni görmesin diye yapılıyordu ki Eyüp imarethanesinde Padişahlar bizzat kendi elleriyle halka yemek dağıtırlardı. Yine bir vakıf var ki çok ilginç; “Hamal taşı vakfı” bu vakfın yaptığı şey o dönemin insana verdiği önemi ve ne kadar inceliklerle inceldiklerini apaçık göstermektedir. Hamallar ağır yükler taşıyorken ola ki durmak zorunda kaldılar ya da uzun yol yorunca dinlenme ihtiyacı baş gösterdi. İşte hamallar vakıflar tarafından kendilerine hibe edilmiş bu taşlara
    sırtlarındaki yükü tamamen aşağı indirme zahmetine katlanmadan bırakıyorlar, soluk alıp su içtikten sonra tekrar o yükü yeniden yükleme zahmetinden de beri olarak yollarına kolaylıkla devam ediyorlardı.

    O dönemde Batıda akli açıdan rahatsız olanlar diri diri yakılırken Osmanlıda musıki ve su sesiyle tedavi yoluna gidilmişti-hatta her hastanın ruh
    haline göre ayrı ritm ve makam kullanılmaktaydı.- ki şu an bu işleme yeni yeni baş vurulmaktadır ve çok da iyi neticeler alınmaktadır. Yine tarihe dönüp baktığımızda o dönemde suç vakaları çok azdır, 46 yıllık saltanat süren Kanuni sultan Süleyman döneminde sadece 1 tek cinayet suçu işlenmiştir.
    Osmanlı dirilerine değer verdiği gibi ölülerine de değer verirdi ve Osmanlıda ayrıca bir “mezarlık kültürü” oluşmuştu. Her mezar taşından kişinin tüm özellikleri görülebilirdi. Çiçek motifleri olan kabirde çocuk, kadın yatıyor demektir. Yine erkeklerin de kendi durumlarına göre alim, talebe, esnaf, hakim, polis….vs oldukları anlaşılıyordu.

    Osmanlı tüm bu yaptıklarını Allah rızası ve sevap kazanma umuduyla, ibadet neşvesi içinde yapıyordu. Hatta o dönemde Batı bu yapılanları “Çılgın
    Türklerdeki ibadet anlayışı” olarak yorumluyordu. İşte bu şefkat medeniyetine bir örnek verecek olursak; Osmanlıda tüm servetini meyve vermeyen ağaçları sulamaya adayacak kadar şefkatte ileri gitmiş çılgın Türkler mevcuttu. Haydi meyve veren ağacı sularsın, onu anladık da meyve vermeyen ağacı sulamak hangi aklın işi? İşte Osmanlıdaki şefkatin doruk noktası!
    Yine bir vakıf ismi “Dağdaki aç kurtları besleme vakfı.” Başka bir şey söylemeye gerek var mı bilemiyorum, kışın aç kalan kurtlar ölmesin diye parça etler atılıyor ve onlar ölüme terk edilmiyordu, böylece çiftliklere gelebilecek olan zararlar da bertaraf ediliyordu. Evler ahşap olur dedik, biliyoruz ki ahşap evlerde tahta kurusu- hamam böceği…vs haşarat çok olur. Bunlar için yapılan özel kaplar vardı, evin bir köşesine su dolu tepsi konur, ortasına da taş, evde yakalanan böcekler bu aşın üstüne koyularak sabah münasip bir yere dökerek onları da öldürmeden bir sonuca varılıyordu.
    İşte OSMANLI, KURTLARIN-KUŞLARIN MUTLU OLDUĞU BİR MEDENİYETTİ!
    Biz her ne kadar atalarımızın değerini bilmesek de hala Türklere bizden daha çok değer veren milletler mevcut. Örneğin Arnavutlarda halk deyimi olarak
    kullanılan bir cümle o dönemin ihtişamını günümüze taşımaya yetiyor :bizler kendi doğruluğumuzu ispatlamak için yemin dereken bir Arnavut; “yalan
    söylüyorsam Türk olmayayım!” diyerek Türk olmanın ne kadar şeref vesilesi olduğunu vurguluyor. Yine Ukrayna’da çözülmesi çok zor olan problemler için
    “bir Türk adamı bulunmalı” deniyor hala günümüzde…
    Hollanda ticaret odasında karar için oylamaya gidildiğinde bir Türk’ün de bu gurup içinde bulunması şartı geçerlidir. Çünkü Türk asla haksızlık yapmayacağı gibi yapılabilecek olan haksızlıklara da izin vermeyecektir. Thomas More, Farabi, Compenella (Güneş Ülkesi), idealist bakış açısıyla mutlak mutluluğa ulaşmış, ütopyacı devlet anlayışını yansıtan eserler yazmışlardır. Ve Thomas More’a böyle bir şeyin mümkün olabileceğine gerçekten inanabiliyor musunuz yani diye sorulunca; Osmanlı bizim hayal ettiğimizi 600 yıl yaşamayı başarmışsa ben neden inanmayayım. Onun mevcudiyeti yarın da böle bir medeniyetim mevcudiyetine olan inancımı sağlamlaştırıyor.

    Tarih Osmanlının son dönemleri, 1811, Tokapı İskelesi- Batılı bir tüccar gemiden inince elbisesinin bir köşesinde sakladığı altın dolu kesesi dağılır ve damcağız feryat figan onları toplamaya çalışır, bir yandan da etraftaki kişileri kovalamaya … oysa etraftan yardıma gelen kişilerden hiç biri tek bir altınına el sürmeden kendine teslim ederler. Tabi batılı tüccar bu durum karşısında ne kadar şaşırsa, ne kara çılgın bunlar dese az…

    1811′den 1999′a geliyoruz; ANAP eski milletvekili Tınaz Titiz şöyle sitem ediyor : “Ben bu insanlarla aynı ülkeyi paylaşmaktan utanç duyuyorum.

    İstanbul kapalı çarşısında altın taşıması yapan bir çocuk elindeki altınlar yere saçılınca 1 dakika içinde tüm altından eser kalmıyor, hepsi kişiler
    tarafından yağma ediliyor. Peki biz bu hale nasıl geldik? Havas nasıl kayboldu? Her şeyimiz yabancılaştırıldı, aklımıza ne gelirse hepsi…
    Alimin ölümü alemin ölümü gibidir, biz onları öldürebilmek için ayrıca bir efor harcadık, onları gömdüğümüz yerden bir daha hiç çıkarmadık…
    Hasan Celal Güzel, ANAP Milli Eğitim Bakanı, en nankör bakanlık bana düştü diyor, haklı, biz bu kadar körpe ve açık zihinlere adeta uyuşturucu
    aşıladık, eğitim sistemini sistemsizlik haline getirerek yap-boz tahtasına çevirdik…
    Bir öğrenci ABD’de okul kazanıyor, okuması gayet zor bir okul, annesi gidip üniversitenin dekanı ile konuşarak bu okulun çok zor olduğunu, onun için
    başka bir bölüme geçirmesini istiyor çocuğunu. Dekan hay hay diyor, yalnız yavrunuzun kabak mı yoksa çınar mı olmasını istersiniz? Biri 3 ayda
    yetişir, diğerinin yetişmesi içinse en az 30 yıl ister!… işte bizler insana endeksli ve hep kazanmaya mecbur olan bir milletin evlatları olarak o
    çınardan aldığımız asaletle yolumuza devam etmek zorundayız… Tarih boyunca tüm değişmeler içten dışadır. Öyleyse ferden ferda değişmedikçe bu ülkenin Osmanlı olmaya hiç niyeti yok.

    En son olarak, I. Dünya savaşından çıkan ülkemiz, Yemen, Sarıkamış, Çanakkale’de binlerce şehit vermiş, yokluklar arenasında hasta adamın son
    anlarını yaşarken bir batılı gazeteci ülkemizi gezip görmeye geliyor, yolda ayakları çıplak, Per perişan çocuklar oynaşıyorlar, evlerinin ailelerinin
    olmadığı aşikar,onlara kiminiz kimseniz yok mu? size kim bakıyor diye sorduğunda bir nineyi işaret ederek bize o bakıyor diyorlar, kısa bir süre
    sonra çileyle pişirdiği aşından çocukların karnını doyurmak isteyen nine tek tek çocuklarını çağırıyor; GAZANFER! MUZAFFER!! MÜCAHİD!!! İşte, ayakları
    çıplak, isimlere bak! İnsana endeksli bir medeniyet her zaman kazanır!


    Seni çok Özledim Annem

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Osmanlı nezaketi...




    GENERAL GURO'NUN HATIRASI
    O gün Türkleri Birkaç siper geri atmıştık. Savaş alanında Türklerden aldığımız siperlerdedurum tespiti yapıyordum. Bir Türk askeri telaşlı bir şekildegönmleğinden parçalar koparıp kucağında yatan bir Fransız askerinin yarasını tedaviye çalışıyordu. “Biraz önce öldürmeye çalıştığın düşmanını şimdi niye tedaviye çalışıyorsun?” diye sordum. Türk askeri; -Biz savaşta da olsa, kadına, çocuklara yaşlılara ve aman (af dileyen) dileyenlere silah kullanmayız.bizim dinmizde günahtır. Bu askede süngü darbemle yere düşerken anlayamadım ama yalvararak bana birşeyler söylüyordu. Yere düşerken cebinden bir resim düştü. Onu bana ağlayarak gösterdi ve birşeyler söyledi. Anlamasanda, tahmin ettiğime göre o kadın onun eşi yanındaki iki çocukta onun çocukları olabilir! Ben öksüz büyüdüm. Geride bekleyenim yok. Hiç olmazsa o yaşasın da bekleyenlerine kavuşsun!” dedi.. Adeta şok olmuştum. Gözlerimden boşanan yaş yanaklarımda dondu kaldı!.. Dünya tarihi böyle bir insanlığı kaydetmemiştir. Emir subayım, onun kan sızan gömleğini sıyırdı. Görünen daha hayret verici birşeydi. Onun göğsünde, bizim askerin açtığı yara daha ağırdı. Ama o kendi yarasına ot ve yaprak kapatmış, bizim askere kendi gömleğini yırtıyordu. Az sonra ikiside öldüler!... Onları yan yana gömdürdüm...



    Seni çok Özledim Annem

Benzer Konular

  1. Osmanlı - Osmanlı Devleti Hakkında Herşey.
    By BuRaK in forum Osmanlı tarihi
    Cevaplar: 129
    Son Mesaj: 22.01.11, 20:31
  2. Osmanlı Ansiklopedisi
    By BuRaK in forum Osmanlı tarihi
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 08.07.08, 15:24
  3. Osmanlı Tarihi
    By SiLa in forum İnkılap Tarihi Ödev
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 06.07.08, 09:22
  4. Osmanlı Hazineleri
    By BuRaK in forum Osmanlı tarihi
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 05.07.08, 08:03
  5. Osmanlı Yemekleri
    By Admin in forum Et Yemekleri
    Cevaplar: 45
    Son Mesaj: 06.06.08, 12:04

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •