Bazı kimseler, hatalarını kabul etmeye bir türlü yanaşmazlar; ya atf-ı cürümlerde bulunur, başkalarını suçlarlar ya da zorlayıcı sebepler ve olmadık bahaneler sıralayarak işin içinden sıyrılmaya çalışırlar.
İşte, bu meselede mü'min ile münafığın birbirinden nasıl ayrıldığını -bir turnusol kağıdı gibi- gösteren en güzel misallerden biri Tebük Seferi olmuştur.
Bilindiği üzere; Tebük Seferi, Resül-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Şam'da toplanan kırkbin kişilik Bizans ordusuna karşı yapmış olduğu askeri harekettir. Bu hareket, Arap yarımadasının kuzeyinde, Medine ile Şam'ın ortasında bulunan, suyu ve hurmalığı bol bir yer olan Tebük'e kadar uzanıp orada sona erdiği için bu adı almıştır. Ciddi bir savaş hazırlığı içinde gidilip de, savaş olmadan geriye dönülen Tebük Seferi'nde, o zamana kadarki en güçlü ve düzenli İslam ordusu techiz edilmiş; Bizans'a karşı sindirme harekatı ve savaş tatbikatı yapılmış ve neticesi itibarıyla askeri ve siyasi açıdan önemli bir zafer kazanılarak geri dönülmüştür.
Münafıklardan yaklaşık seksen tanesi Tebük Seferi'ne katılmamak için Resül-i Ekrem'e bir sürü bahane saymış ve izin istemişlerdi. Onlardan bazıları da, ganimet devşirmek ümidiyle orduya katılmış ama yol boyunca bozgunculuk yapmaktan bir an dür olmamışlardı.
Mü'min olduğu halde küçük bir ihmalden dolayı geride kalıp İslam ordusundan ayrı düşenler de mevcuttu. Ka'b b. Malik, Mürare b. Rebi' ve Hilal b. Ümeyye bunlardandı.
Ka'b b. Malik'in hicranı
Ka'b b. Malik, Akabe'de İnsanlığın İftihar Tablosu'na bey'at etmiş, kılıcı kadar sözü, sözü kadar da kılıcı keskin bir insandı. Şiirleriyle hasımların moral dünyalarını alt-üst edebilecek kadar söz üstadıydı. Fakat her türlü imkana sahip olduğu ve bir özrü de bulunmadığı halde Tebük Seferi'ne katılmamıştı. İşte, bu büyük sahabinin sefer esnasında ve sonrasında yaşadıkları, duygu ve düşünceleri, tavır ve davranışları mevzumuza çok güzel bir misaldir. Fakat, bu hazin hikaye, o yüce kameti sorgulama manasına da gelebileceğinden dolayı, hadisenin mevzuyla alakalı kısmını, Ka'b b. Malik hazretlerinin kendi dilinden aktarmak daha doğru olsa gerektir. En muteber kaynaklarda nakledilen hadis-i şeriflere göre; Hazreti Ka'b serencamesini şöyle anlatmıştır:
"Ben hiçbir zaman, katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi'nden önce iki deveyi bir araya hiç getirememiştim; fakat bu sefere çıkılacağı esnada, iki tane binek devesine birden sahiptim.
Aslında, Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemezdi, bir başka yere gittiği sanılırdı. Ne var ki, bu gazve sıcak bir mevsimde, uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Resül-i Ekrem hedefi açıkça söylemiş; iyice hazırlanabilmeleri için Müslümanlara nereye gideceklerini haber vermişti.
Müslümanlar savaş hazırlığına başladıklarında, ben de onlarla beraber harp ihtiyaçlarını tedarik etmek için evden çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de "Canım hazırlık da ne ki, dilersem çabucak hazırlanabilirim!" diyordum. Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Efendimiz ile yanındaki Müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben hala hiçbir hazırlık yapmamıştım. Bu maksatla bir süre daha çarşı-pazara gidip geldim; sabah evden çıktım, ama hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Bu hal de böyle sürüp gitti. Savaş henüz başlamamıştı, ama mücahidler bir hayli mesafe almışlardı. "Yola çıkıp onlara yetişeyim" dedim, keşke öyle yapsaymışım; heyhat, bu da bana nasip olmadı.
Onlar Medine'den ayrıldıktan sonra, halkın arasına çıktığım zaman gördüğüm bir manzara beni çok üzüyordu: Savaşa gitmeyip geride kalanlar ya münafıklık damgası yemiş kimselerdi veya zayıflıkları sebebiyle Cenab-ı Hakk'ın mazur addettiği özürlü mü'minlerdi.
Resülullah'ın (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) Tebük'ten Medine'ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü aldı. Bir aralık bir yalan uydurmayı düşündüm. Kendi kendime "Ne söylesem ki yarın Allah Resülü'nü darıltıp gücendirmekten ve O'nun tarafından cezalandırılmaktan kurtulsam?" dedim. Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerin fikirlerine de müracaat ettim. Resülullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki saçma sapan düşünceler dağılıp gitti. İyice anladım ki, yalana başvurmakla asla kurtulamam... Her şeyi dosdoğru söylemeye karar verdim.
Derken Nebiler Serveri bir sabah Medine'ye geldi. O, bir seferden dönerken önce Mescid-i Nebevi'ye girerek iki rek'at namaz kılar, sonra halkın arasına çıkıp otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna koştular; neden savaşa gidemediklerine dair mazeretlerini yemin billah ederek bir bir anlatmaya başladılar. Bu kimselerin sayısı seksenden fazlaydı. Peygamber Efendimiz onların ileri sürdüğü mazeretleri kabul etti; kendilerinden biat aldı; Allah Teala'dan bağışlanmalarını niyaz etti ve iç yüzlerini O'na bıraktı.
Sonunda ben de huzura girdim. Selam verdiğim zaman Allah Resülü acı acı gülümsedi ve "Gel!" dedi. Yaklaştım ve önüne oturdum. Bana, "Niçin savaşa katılmadın? Sen Akabe'de biat edip söz vermemiş miydin; hem sefer için binek hayvanı satın almamış mıydın?" diye sordu. Ben şu cevabı verdim: "Evet ya Resülallah! Şu anda senin değil de dünya ehlinden bir başkasının yanında oturmuş olsaydım, inandırıcı mazeretler ileri sürüp, mutlaka öfkesini gidererek yanından ayrılırdım. Çünkü -Allah'ın lütfu- insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın Cenab-ı Hak işin doğrusunu sana bildirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğruyu söylersem, o zaman da bana kızacaksın. Ama ben doğruluğu seçerek Allah'tan hayırlı sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman gazadan geri kaldığım sıradaki kadar da kuvvetli ve zengin olamamıştım!.."
Bu üç kişiyle kimse konuşmayacak!
Benim bu itirafım üzerine Resülullah (aleyhissalatu vesselam), "İşte bu doğru söyledi." dedi. Sonra da bana müteveccihen, "Haydi kalk, senin hakkında Allah Teala hüküm verene kadar bekle!" buyurdu. Ben kalkınca Beni Selime'den bazıları peşime takılarak, "Vallahi senin daha önce bir suç işlediğini bilmiyoruz. Sen de savaşa katılmayan diğerlerinin ileri sürdükleri gibi bir mazeret söyleseydin ya!.. Halbuki günahlarının bağışlanması için Peygamber Efendimiz'in istiğfar etmesi yeterdi!" dediler. Beni o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar Resülullah'ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimi inkar etmeyi bile düşündüm. Sonra onlara, "Benim vaziyetime düşen başka biri var mı?" diye sordum. "Evet iki kişi daha tıpkı senin gibi itirafta bulundular. Onlara da sana söylenen söylendi." dediler. Onların kim olduklarını sorunca da "Biri Mürare İbni Rebi' el-Amri, diğeri de Hilal İbni Ümeyye el-Vakıfi" diyerek, Bedir Gazvesi'ne katılmış olan nümune-i imtisal iki mükemmel şahsiyetin adını verdiler. Bunun üzerine ben geri dönüp özür beyan etme fikrinden vazgeçtim.
Derken Allah Resülü gazveye katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar ve bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Öyle ki, yeryüzü bile bana yabancılaştı. Sanki dünya, o zamana kadar bilip tanıdığım dünya olmaktan çıktı..
İşte, bu minval üzere tam elli gün geçirdik. Diğer iki arkadaşım halktan uzaklaşıp boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerine kapandılar. Fakat ben onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşıda dolaşırdım. Ne var ki, kimse benimle konuşmazdı. Bazen namazdan sonra, ashabıyla oturmakta olan Resülullah'a uğrayıp selam verirdim. "Acaba selamımı alarak dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?" diye kendi kendime sorardım. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar ve fark ettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza durunca bana doğru yöneldiğini, ama kendisine baktığım zaman yüzünü hemen geri çevirdiğini görürdüm.
Bir gün Medine çarşısında dolaşıyordum. Erzak satmak üzere gelen Şamlı bir çiftçi, "Ka'b İbni Malik'i bana kim gösterir?" diye sordu. Halk da beni işaret etti. Adam yanıma gelerek Gassan Meliki'nden bir mektup verdi. Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selamdan sonra şöyle diyordu: "Duyduğumuza göre arkadaşın seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel, seni aziz tutalım." Mektubu okuyunca, "Bu da başka bir imtihan." dedim. Hemen mektubu tandıra atıp yaktım.
Bu boğucu elli günün kırkı geçmiş, fakat hakkımızda hala vahiy gelmemişti. O sırada, Resülullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) gönderdiği bir şahıs çıkageldi; "Allah Resülü eşinden ayrı oturmanı emrediyor!" dedi. "Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?" diye sordum. "Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın!" dedi. Peygamber Efendimiz, diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Bunun üzerine eşime, "Allah Teala bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailene git ve onların yanında kal." dedim.
Bu vaziyette, sıkıntısı gittikçe artan on gece daha geçirdim. Ellinci gecenin sonunda, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teala'nın (Kur'an-ı Kerim'de bizden) bahsettiği üzere ruhum iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir halde otururken, Sel Dağı'nın tepesindeki birinin var gücüyle, "Ka'b İbni Malik! Müjde!" diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma zamanının geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım.
Meğer Efendimiz, Cenab-ı Hakk'ın bizi affettiğine dair sevindirici haberi o gün sabah namazında halka duyurmuş, halk da bize müjde vermek üzere koşuşmuş. İki arkadaşıma da müjdeciler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. Eslem kabilesinden bir diğer müjdeci de koşup Sel Dağı'na tırmanmış; oradan bağırmaya başlamış. Tabii ses attan önce bana ulaşmıştı. Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen giydim. Resülullah'ı (aleyhissalatu vesselam) görmek arzusuyla yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahabiler tevbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve "Gözün aydın, Allah'ın seni bağışlaması kutlu olsun!" diyorlardı.
Nihayet Mescid'e girdim. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabın ortasında oturuyordu. Peygamber Efendimiz'e selam verdiğimde memnuniyetten ışıl ışıl, mütebessim bir yüzle, "Müjdeler olsun! Annenden doğalıdan beri yaşadığın en hayırlı gününü tebrik ederim!" buyurdu. Ben de, "Ya Resülallah! Bu sizin tarafınızdan bir bağışlanma mıdır, yoksa Allah tarafından mı?" diye sordum. "Hayır, bu Allah'tan gelen bir lütuftur!" buyurdu. Nebiler Sultanı'nın mübarek yüzleri, sürurlu anlarında, bir ay parçası gibi parıldardı. Biz onun sevindiğini böyle anlardık; o anda da memnuniyeti yüzünden okunuyordu. Ben önüne oturunca, "Ey Allah'ın Resülü! Tevbemin kabul edilmesine şükür olarak bütün malımı Allah ve Resülullah uğrunda tasadduk etmek istiyorum." dedim. Efendimiz, "Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin için daha hayırlı olur." buyurdu. Ben de, "Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyor, gerisini bağışlıyorum!" dedikten sonra sözüme şöyle devam ettim: "Ya Resülallah! Cenab-ı Hak beni doğru sözlülüğümden dolayı kurtardı. Tevbemin bir gereği olarak, artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim."
Cenab-ı Hak, onlarla alakalı olarak şu mealdeki ayet-i kerimeyi indirmişti: "Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet, Allah'ın cezasından kurtulmak için yine Allah'ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da, bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tevbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah Tevvabdır, Rahimdir (kullarını tevbeye yönlendirir, sonra da onların tevbelerini kabul buyurur ve onlara hep rahmetiyle muamele eder.)" (Tevbe, 9/118)