İnsanın Yüklendiği Emânet: “Biz emâneti göklere, yere, dağlara yükledik; onlar buna riâyetsizlikten çekindiler, (ihânet etmekten) korktular. (Fakat) insan, (kendisine yüklenen emânete) ihânet etti. Böylece insan, hem çok zâlim, hem de çok câhil olduğunu ispatladı.” (33/Ahzâb, 72). Özellikle bu âyette geçen ‘emânet’ konusunda çok farklı açıklamalar bulunmaktadır. Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındıkları ‘emânet’ ne olabilir? Bu emâneti yüklenen insan niçin zâlim ve câhil olarak nitelendiriliyor.
Kur’an’ın bütünlüğü ve Peygamberimizin tebliğinin hedefi içerisinde düşünüldüğü zaman, âyetin maksadını anlamaya çalışabiliriz.
‘Emânet’in kelime anlamında görüldüğü gibi ‘emânet’ olayında iki taraf söz konusudur. Birisi, kendisine güvenilen, itimat edilen, emin olan taraf; diğeri de ona herhangi bir şeyi gönül huzuruyla, güvenerek veren taraf. Emâneti veren de, kendisine emânet edilen de bu işin şuurundadır. Böylece şuurla, birbirine güvenen iki taraftan birinin diğerine ‘korunması için bıraktığı şey’ bir ‘emânet’ olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kimilerine göre buradaki ‘emânet’; Tevhid kelimesi ve gereği, akıl, kulluk veya Allah’a itaattir. ‘Emânet’i eğer böyle anlarsak, o zaman şöyle dememiz mümkündür: Emânet olayının farkında olan ve onu dünya hayatında gereği gibi koruyan mü’minler, emânete hıyanet etmedikleri ve onun değerini, ne olduğunu unutmadıkları için ‘zâlim ve câhil’ değildirler.
Puta tapanlar, taptıkları nesneleri ilâh edinirler. Halbuki onlar şuursuz, güçsüz, âciz varlıklardır. Kur’an bu yüzden şuursuz varlıklara tapanları ‘câhil’, bilgisiz ve olgun hareketten yoksun kimseler diye tanımlıyor. Onların taptıkları bu şuursuz ve güçsüz varlıklar, insana bir fayda vermedikleri gibi, ona bir görev de yükleyemezler. Puta tapanların, ‘kulluk’ emânetini bu gibi ilâhlara yapmaları olacak şey değildir.
‘Emânet’ kelimesindeki karşılıklı eminlik özelliğinden hareketle diyebiliriz ki, ‘emânet’i ancak şuurlu ve akıllı insan taşıyabilir. Akılsız, şuursuz, irâdesiz varlıkların bu emâneti yüklenmeleri mümkün değildir. İnsanın yüklendiği bu ‘emânet’, onun dünya hayatının sırrıdır, oluş sebebidir. Varlık, insanın emâneti taşıyıp taşımadığına göre bir anlam kazanmaktadır. İnsan, ‘emânet’in gereğini yapıp yapmamakla denenmektedir.
İlim adamları buradaki ‘emânet’i, İslâm’ın insanlara teklifleri, kulluk, rûhî ve bedenî kabiliyetler, ma’rifetullah (Allah’ı hakkıyla tanıma), Allah’ın insanlara gönderdiği hak din ve onun yüklediği görevler, akıl, insanın yeryüzündeki halifeliği, emir ve yasaklar, adâleti yerine getirme, doğruluk (emin olma), Allah’a itaat şeklinde açıklamışlardır.
Bilginlerin birçoğunun görüşüne göre ‘emânet’, insana yüklenen kulluk görevi ve O’nun hükümleriyle amel etmektir. Allah (c.c.), gerek kendi hakları, gerekse kullarıyla ilgili haklar konusundaki hükümlerini ve bunların yerine getirilmesini, emin olma/güvenilir olma sıfatını kazanan, yeryüzünde halife olan insanlara, baskı ve zorakî değil, gönül rızâsıyla veriyor. Zaten ‘emânet’ verme konusunda zorâkîlik değil, gönül rızâsı vardır. Böylece ‘emânet’in gereğini yapan mükâfat alır, yapmayan ise büyük kayıplara uğrar. Nitekim, müslüman olmak ve İslâmî ilkeleri yerine getirme konusu da gönül rızâsıyla, hür irâde ile olmaktadır.
İnsan önce Rabbine karşı, sonra kendine karşı, sonra da diğer insanlara karşı ‘emin/güvenilir’ olmak görevindedir. Yani her türlü emâneti taşıyabilecek bir özellikte olması gerekir. İnsana düşen görev, öncelikli olarak Rabbinden gelen ‘emânet’i korumak, gereğini yapmak, ona ihânet etmemektir.
İnsana verilen ömür, nimetler, ilim, beden ve imkânlar birer emânettir. Bütün bunların gereği gibi korunması lâzımdır. Zaten insan bu emânetlerin hesabını vermeden âhirette kurtuluşa eremez (Tirmizî, Kıyâme 1, hadis no: 2416).
(AHMET KALKAN-KAVRAMLAR TEFSİRİ)