Ebû Süfyan’ın Peygamberimize müracaatı

Kerimesi Hz. Ümmü Habîbe’nin yanından öfkeli olarak ayrılan Ebû Süfyan, doğruca, Hz. Resûlullahın yanına vardı, “Ey Muhammed!” dedi. “Hudeybiye Muâhedesini yenile ve mütâreke müddetini de uzat!”

Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Sen bunun için mi geldin?” diye sordu.

Ebû Süfyan, “Evet, bunun için geldim.”

Resûl-i Ekrem, “Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyoruz. Yoksa siz, bir hâdise çıkarıp onu bozdunuz mu?” diye sordu.

Ebû Süfyan bir an durakladı. Ne diyeceğini o anda kestiremedi. Sonunda cesaretini topladı ve “Allah korusun! Öyle birşey yapmadık. Ama biz, her şeye rağmen muâhedenin yenilenmesini istiyoruz” diye hiçbir şey olmamış gibi konuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu teklifine bir cevap vermeden sustu.2

Ebû Süfyan, çıkmaz bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bundan nasıl kurtulabileceğini de bir türlü kestiremiyordu.

Hz. Resûlullahtan herhangi bir cevap alamayınca gidip Hz. Ebû Bekir’e başvurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve bu hususta Hz. Resûlullah ile kendisi arasında tavassut etmesini istedi.

Hz. Ebû Bekir, “Bu, benim değil, Resûlullahın bileceği, ona ait bir iştir. Ben, buna asla karışamam” diye cevap verdi.

Ebû Süfyan, “Öyle ise, beni himâyene al ve bunu halka bildir” dedi.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullaha sadakâtını bir kere daha belgeledi:

“Benim himâyemde bulunanlar, Resûlullahın himâyesinde bulunanlardır”1 dedi.

Ebû Süfyan, ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer’e başvurdu, “Muâhedeyi yenilemeye çalış, halkın arasını bul” dedi.

Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle tanınan Hz. Ömer, öfkeyle, “Demek, siz muâhedeyi bozdunuz, öyle mi?” dedikten sonra ilâve etti:

“Eğer, ondan geride birşey kalmışsa, Allah onu da bir an evvel yok etsin! Ben, bu hususta, asla gidip Resûlullahtan şefaat dilemeyeceğim. Vallahi, ben küçük bir karıncadan başka birşey bulamazsam bile, o karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşırım.”2

Kendi kendine “Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün görmedim” diye mırıldanıp Hz. Ömer’in yanından ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman’ın yanına gitti:

“Ey Osman,” dedi, “bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur şu mütârekeyi yenile ve müddetini uzat! Çünkü arkadaşın seni hiçbir zaman reddetmez.”

Hz. Osman, “Benim himâyemde bulunanlar, Resûlullahın (a.s.m.) himâyesinde bulunanlardır”1 diyerek, bu hususta kendisine hiçbir yardımda bulunamayacağını ifâde etti.

Ebû Süfyan’ın içi, müracaatlarının neticesiz kalmasından için için yanıyordu. Son şansını denemek için Hz. Ali’ye gitti:

“Benim en yakın akrabamsın. Bu akrabalık hakkı için, gidip Resûlullaha bu muâhede işinin yenilenmesi ve müddetin uzatılması için şefaatçı ol,” dedi.

Hz. Ali’nin cevabı diğer Ashab-ı Kiramınkinden farklı olmadı:

“Allah senin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!” dedi, “Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm bir işte karar verdi mi, onu mutlaka yapar.

“Bu Resûlullahı ilgilendiren bir iştir. Ben onun hakkında asla bir hüküm veremem.”2

Bunun üzerine Ebû Süfyan yalvarır bir edâ ile, “Peki, ey Ali, bana bu hususta bir öğüt ver” dedi.

Hz. Ali, “Vallahi, ben senin için bu hususta faydalı olacak birşey bilmiyorum. Ama, sen Kinânelerin büyüğüsün. Kalk, iki taraf halkını uzlaştırmak için himâyene aldığını ilân et! Sonra da yurduna çık git!” dedi.

Çaresiz ve bitkin Ebû Süfyan bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı:

“Evet, sen doğru söyledin. Ben bunu yapmalıyım” diyerek Hz. Ali’nin yanından ayrılıp Mescid-i Nebevîye vardı.3

Ebû Süfyan, mânen yorgun ve bitkindi. Üzerine aldığı meseleyi halledememenin üzüntüsünü yaşıyordu.

Mescid-i Nebevîde ayakta dikildi ve “Ey insanlar! Ben iki tarafı uzlaştırmak için onları himâyeme aldım, haberiniz olsun” dedikten sonra ürkek ürkek ilâve etti:

“Muhammed’in, bu taahhüdümde bana vefâsızlık edeceğini hiç sanmıyorum.”

Sonra tereddütler içinde bocalar bir bitkinlik ile Efendimizin yanına vardı, “Yâ Muhammed,” dedi, “zannetmem ki, bu himâye sözümü reddedesin!”

Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Bunu sen söylüyorsun, ben değil” buyurdu.1

Ebû Süfyan meseleyi anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir netice alamamanın eziklik ve ümitsizliği içinde devesine zar zor atlayarak Mekke’nin yolunu tuttu.2