Mekke’de kalma müddeti dolunca

Hudeybiye Anlasmasi geregince, Mekke’de kalma müddeti olarak tayin edilen üç gün dolmustu.

Hayati boyunca düsmani ile dahi ahdini bozmamis bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayi arzu ettigi halde, ahdine ters düsmemek için Mekke’yi, Kâbe-i Muazzamayi terk etmek zorunda kaliyordu. Aslinda bu bir mânâda uzaklasmak degil, Mekke’yi fethetme zamanina gün be gün yaklasmakti. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke’nin fethini, onunla birlikte gönüllerin fethini de yakinlastiracakti.

Bu üç gün zarfinda Müslümanlar, Mekke’deki bir çok akrabalariyla görüsme imkânina da kavusmuslardi. Iman hakikatlarini ve Islâm ahlâkinin güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranislariyla ortaya koyma firsatini bulmuslardi. Dogru Islâmiyeti ve Islâmiyete lâyik dogrulugu müsriklerin de gözleri önünde nuranî bir manzara halinde sergilemislerdi. Bunun neticesinde müsrik azililari hariç, halktan bir çok kimsenin gönlünde iman ve Islâma karsi sicak bir ilgi, samimi bir istek uyanmisti. Âdeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkindan bir çogunun gönlü fethe hazir hale gelmisti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ashabiyla Mekke’den ayrildigi sirada arkasindan mâsum bir ses duydu:

“Amca! Amca!”

Dönüp baktilar. Sesin sahibi sehidlerin efendisi Hz. Hamza’nin biricik kizi Ümâme idi. Mekke’de bulunuyordu. Sesinde bir imdad, bir “Beni kurtarin bu sirk diyarindan” ifâdesi ve mânasi vardi. Ve sanki, bütün Mekke, bir agiz olmus, “Beni birakma” diye bu biricik yavruyla birlikte imdad diliyordu.

Kalbi, sefkat ve merhamet deryasini andiran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine’ye beraberinde getirdi.1

Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashabiyla Mekke’den ayrildiktan sonra Serif mevkiinde konakladi. Orada Hz. Meymûne ile evlendi.2