Mescid-i Dırar

Peygamber Efendimiz, Tebük seferine hazırlandığı sıradaydı. Kubâlı bir grup münâfık huzura çıkarak, “Yâ Resûlallah! Yağmurlu ve soğuk gecelerde hasta ve uzak yere gidemeyeceklerin namaz kılmaları için bir Mescid yapmış bulunuyoruz” dedikten sonra ilâve etmişlerdi:

“Senin gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanı arzu ediyoruz.”1

Dillerinden dökülen bu cümleler, zahire bakılırsa, masum bir niyetin ifadesi olarak görünüyordu. Ne var ki, içlerinde gizledikleri menhus niyet başkaydı. Maksatları; Müslüman cemaatı bölmek, İslâmın ilk mescidi olan Kubâ Mescidinden, inşa ettikleri mescide adam çekip kendi nifak saçan emellerine onları âlet etmeye çalışmaktı. Bu hususta, bizzat Peygamber Efendimizin “fasık” diye adlandırdığı Ebû Amir Rahip Abd-i Amr2 da kendilerine yardım edeceğine söz vermiş ve şöyle demişti: “Siz, bir mescid yapınız ve içine mümkün olduğu kadar silah depo ediniz. Ben de Rum Hükümdarı Kaysere gideceğim. Rumlardan asker getirtip Muhammed ve Ashabını Medine’den çıkaracağım.”3

Ne var ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz içlerinde gizledikleri bu menhus niyet ve çirkin maksatlarını bilmiyordu. Bu sebeple onlara, “Şu sırada Tebük seferine çıkmak üzereyim. Seferden dönersek ve Allah da dilerse gelir mescidinizde size namaz kıldırırız”4 buyurmuştu.

Hz. Resûlullahı çağırmalarındaki asıl maksat, inşâ ettikleri mescidin bir nevi kudsiyet ve meşrûiyetini tescildi. Bu gerçekleşirse halkı oraya çekip meş’um gayelerine âlet etmeleri daha da kolaylaşacaktı.

Hakikat-ı halde böyle bir mescide ihtiyaç var mıydı? Hayır.

Ama, münâfıklık tohumlarının intişârı için böyle bir yuvaya, böyle bir toplantı yerine kendilerince gerek duymuşlardı.

Nihâyet Tebük Seferi neticelenmiş Peygamber Efendimiz Ashabıyla Medine’ye dönüyordu. Medine yakınında bu münâfıklar Peygamberimizin yoluna çıkarak kendilerine verilmiş olan sözü yerine getirmesini istediler.1

Fakat, Cenâb-ı Hak, onların bu art niyetlerinin tahakkuk etmesine fırsat vermedi. İşin iç yüzünü orada Resûlüne inzal buyurduğu şu âyetlelerle bildirdi:

“O kimseler ki, Müslümanlara zarar vermek, küfre yardımda bulunmak, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve bundan önce Allah ve Resûlüne karşı savaşa yeltenmiş kimsenin gelişini beklemek için bir mescid edindiler. ‘Bizim iyilikten başka bir kastımız yok’ diye yemin ederler. Yalan söylediklerine ise Allah şâhittir.

“O mescidde namaz kılma. Senin namaz kılmana lâyık olan mescid, ilk günden beri takvâ üzerine kurulu bulunan mesciddir. Orada maddî ve mânevî pisliklerden temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever.

“Binâsını Allah korkusu ve rızâsı üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa çökmeye yüz tutmuş bir yar kenarına kurup da onunla birlikte Cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah zâlimler topluluğuna yol göstermez.

“Onların binâ ettikleri mescid, kalblerinde bir şüphe olarak devam eder ve kalbleri parçalanıp ölmedikçe o şüpheden kurtulamazlar. Allah herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yapar.”2

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Mâlik bin Duhşum ile Âsım bin Adiyy’i çağırıp şu emri verdi:

“Şu, halkı zâlim olan mescide gidiniz. Onu yıkınız, yakınız.”1

Peygamber Efendimizin bu emri derhal yerine getirildi. Kur’an’da “Mescid-i Dırar (Zarar Mescidi)” olarak vasıflandırılan mâlum binâ yakılıp yıkıldı.2

Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine’ye yaklaştığı sırada Ashab-ı Kirama hitaben, “Medine’de öyle kimseler vardır ki, sizin gittiğiniz ve geçtiğiniz her yerde ve vadide onlar da sizinle birlikte bulunmuş gibidir” buyurdu.

Ashab-ı Kiram, “Yâ Resûlallah! Onlar Medine’de iken nasıl bizimle birlikte olabilirler” diyerek hayretlerini izhar ettiler.

Peygamber Efendimiz meseleyi şöyle izah etti:

“Onlar, ancak mâzeretleri sebebiyle Medine’de kalmışlardır. Allahu Taâla Kitabında, ‘Mü’minlerin hepsinin birden harbe çıkması gerekmez. Her topluluktan bir kısım geride kalıp da, dinlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri geri döndüğünde onları ikaz etmeleri daha doğru olmaz mı? Umulur ki, böylece Allah’ın yasaklarından sakınmış olurlar’ (Tevbe Sûresi, 122) buyurmuyor mu?

“Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; onların duâları, düşmanımıza silahlarımızdan daha tesirlidir.”3

Medine’ye doğru yaklaşırken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimiz Uhud Dağına baktı ve “İşte Uhud Dağı! O bizi sever, biz de onu severiz” buyurdu.4

Peygamber Efendimizin gelmekte olduğunu duyan Medine’deki büyük küçük bütün Müslümanlar yola çıkıp onu Seniyyetü’l-Veda’ denilen tepede karşıladılar. Kadınlar, küçük çocuklar Hz. Resûlullahı tekrar görmenin sevincini yaşıyorlardı. Bu sevinçlerini, “Seniyyetü’l-Veda’dan dolunay doğdu üstümüze. Yalvaran bulundukça, Allah’a hamdetmek düşer bize” diyerek izhar ediyorlardı.1

Nihâyet, Resûl-i Ekrem Efendimiz ordusuyla yorucu bir yolculuktan sonra Ramazan ayında Medine’ye geldi.2

İslâm ordusu, Tebük’te kimseyle karşılaşmamıştı. Ancak, böylesine uzun bir yolu en zor şartlar altında kat’edip düşmanı karşılamaya gitmesi bile büyük bir muvaffakiyetti. Bu sefere çıkış aynı zamanda o günün en büyük devletlerinden biri olan Bizans İmparatorluğuna açıktan açığa bir meydan okuyuştu. Bu meydan okuyuşa cevap verme cesaretinin gösterilememesi ise ayrı bir ehemmiyetli mânâyı taşıyordu. Bu, artık İslâm kuvvet ve kudretinin karşısına çıkacak bir gücün bulunmadığının bir ifâdesiydi.