VII

HZ. MEHDî ve VAZİFELERİ




Mehdî meselesinin sırrı


Sual: ahir zamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş alemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivayat-ı sahîha var. Halbuki şu zaman, cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil! Şahıs ne kadar dahi ve hatta yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı manevîsine karşı mağlûptur. Şu zamanda-kuvvet-i velayet ne kadar yüksek olursa olsun-böyle bir cema-at-i beşeriyenin ifsadat-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdî’nin bütün işleri harika olsa, şu dünyadaki hikmet-i İlahiyeye ve kavanîn-i adetullaha muhalif düşer. Bu Mehdî meselesinin sırrını anlamak istiyoruz?

Elcevap: Cenab-ı Hak; kemal-i rahmetinden, Şerîat-ı İslamiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında
bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u a’zam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; dîn-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş. Madem adeti öyle cereyan ediyor; ahirzamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hakim, hem Mehdî, hem mürşid, hem kutb-u a’zam olarak bir zat-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da, Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenab-ı Hak, bir dakika zarfında beyne’s-sema ve’l-arz alemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını îcad eden Kadîr-i Zülcelal; Mehdî ile de, alem-i İslamın zulümatını dağıtabilir. Ve vaadetmiştir, vaadini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; "Eğer muhbir-i sadıktan rivayet olmazsa
dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır" diye ehl-i tefekkür hükmeder. Şöyle ki: Felillahi’l-hamd,

-1-

duası, umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua, bilmüşahede kabûl olmuştur ki; al-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, al-i İbrahim Aleyhisselam gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve asarın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar.
HAŞİYE1
.............................. ........



İkinci İşaret: Hazret-i Mehdî’nin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akaranesini tamir edecek, sünnet-i seniyyeyi ihya edecek; yani alem-i İslâmiyette risalet-i Ahmedîyeyi (a.s.m.) inkar niyetiyle Şerîat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mu’cizekar manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.

Hem alem-i insaniyette inkar-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselamın dîn-i hakîkisini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkar ve fedakar bir İsevî cemaati namı altında ve "Müslüman İsevîler" ünvanına layık bir cemiyet, o deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselamın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri inkar-ı Ulûhiyetten kurtaracak.
Mektûbat, ss. 425-426.






Asıl Mehdî’nin evsafındaki rivayetler niçin muhteliftir?

Resûl-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselamın istikbalden haber verdiği bazı hadiseler, cüz’i birer hadise değil; belki tekerrür eden birer hadise-i külliyeyi cüz’i bir surette haber verir. Halbuki o hadisenin müteaddit vecihleri var; her defa bir vechini beyan eder. Sonra, o ra-vi-i hadis, o vecihleri birleştirir; hilaf-ı vaki gibi görünür. Mesela Hazret-i Mehdî’ye dair muhtelif rivayetler var; tafsilat ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında isbat edildiği gibi, Resûl-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam, vahye istinaden herbir asırda kuvve-i maneviye-yi ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye’se düşmemek için, hem alem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Al-i Beytine ehl-i imanı manevi rabtetmek için
Mehdîyi haber vermiş. Ahirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asır Al-i Beytten bir nevi Mehdî, belki Mehdîler bulmuş. Hatta Al-i Beytten madud olan Abbasiye hulefasından Büyük Mehdî’nin çok evsafına cami bir Mehdî bulmuş.

İşte büyük Mehdî’den evvel gelen emsalleri, numuneleri olan hulefa-i Mehdiyyîn ve aktab-ı Mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdî’nin evsafına karışmış ve ondan rivayetler ihtilafa düşmüş.
Mektûbat, s. 96.

Ecel ve mevt gibi umûr-u gaybiye çok hikmet ve maslahat cihetiyle gizli kaldığı misillü, dünyanın sekeratı ve mevti ve nev-i beşerin ve cins-i hayvanın eceli ve vefatı olan Kıyamet dahi çok maslahatlar için gizlenmiş.

Evet, eğer ecel vakti muayyen olsaydı, yarı ömür gaflet-i mutlaka içinde ve yarından sonra darağacına asılmak için hergün bir ayak daha onun tarafına atılmakla dehşet-i mutlaka içinde, havf ve recanın muvazene-i maslahatkarane ve hakîmanesi bozulduğu gibi; aynen öyle de, dünyanın eceli ve sekeratı olan Kıyamet vakti muayen olsaydı, kurûn-u -la ve vusta fikr-i ahiretten pek az müteessir olacaktı ve kurûn-u uhra dehşet-i mutlaka içinde bulunup, ne hayat-ı dünyeviyenin lezzeti ve kıymeti kalır ve ne de havf ve reca içinde ihtiyar ile itaatkarane olan ubûdiyetin ehemmiyeti ve hikmeti bulunurdu. Hem eğer muayyen olsa, bir kısım hakaik-ı îmaniye bedahet derecesine girer, herkes ister istemez tasdik eder; ihtiyar ve irade ile bağlı olan sırr-ı teklif ve hikmet-i îman bozulur.
Şualar, ss. 499-500.

Rivayetlerde, ahirzaman alametlerinden olan ve al-i Beyt-i Nebevîden Hazret-i Mehdînin (Radıyallahü Anh) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hatta bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.

Allahü a’lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdînin çok vazifeleri var. Ve siyaset aleminde, diyanet aleminde, saltanat aleminde, cihad alemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi; herbir asır, me’yusiyet vaktinde kuvve-i maneviyesini te’yid edecek bir nevî Mehdîye veyahut Mehdînin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlahiye ile her devirde, belki her asırda, bir nevî Mehdî, al-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Mesela, siyaset aleminde Mehdî-i Abbasî ve diyanet aleminde Gavs-ı azam ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve on iki imam gibi büyükMehdînin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdî hakkında gelen rivayetlerde, medar-ı nazar Muhammed Aleyhissalatü Vesselam olduğundan, rivayetler ihtilaf ederek bir kısım ehl-i hakîkat demiş: "Eskide çıkmış." Herne ise, bu mesele Risale-i Nur’da beyan edildiğinden, onu ona havale ile, burada bu kadar deriz ki: Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabîle ve münevver hiçbir cemiyet yoktur ki, al-i Beytin hanedanına ve kabîlesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.


Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler manevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakîkat-i Kur’aniyenin mayası ile îmanın nûruyla ve İslâmiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden al-i Beyt, elbette ahirzamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakîkat-i Furk...niyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ihya ile, îlan ile, icra ile, başkumandanları olan büyük Mehdînin kemal-i adaletini ve hakk...niyetini dünyaya göstermeleri g...yet makul olmakla beraber, g...yet lazım ve zarûri ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.
Şualar, ss. 509-510.

Hata 75 : "Ehl-i Sünnete göre İmam-ı Mahfî ve İmam-ı Muntazır akîdesi batıldır.

Cevap : Mehdî hakkında Şiîlerin, "On iki imamdan birisi, hayatta iken gizlenmiş, ahirzamanda çıkacak" demelerine mukabil; Ehl-i Sünnetin bir kısmı, "İmam-ı Muntazır akîdesi batıldır" demişler. Az bir kısım Hanefî
uleması da, -2- demişler. Bunda hem Denizli’deki ehl-i vukûfun bir kısmı, hem makam-ı iddia yanlış mana vermişler. Her asırda Mehdî manasına ümmetin fıtrî bir ihtiyacına binaen beklemişler. Ve birkaç vecihde rivayetlerin delaletiyle birkaç Mehdî, belki her asırda bir nevî mehdî, Sadat-ı Ehl-i Beytten geleceği ümmetçe kabul edilmiş. Buna hata diyen, birkaç cihette yanlış eder.

Hata 76 : Bir kitapta Mehdîye dair hadîslerin kaffesi zaiftir denilmiş.

Cevap: Hangi mesele var ki, bazı kitaplarda ona ilişilmesin? Hatta İbn-i Cevzî gibi büyük bir muhaddis bazı sahîh ehadisi mevzû dediğini, ulemalar taaccüble nakletmişler. Hem, her zaif veya mevzû hadîsin manası yanlış demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadîsiyeti katî değildir demektir. Yoksa manası hak ve hakîkat olabilir.

Hata 77 : Bunların zaif ve muztarip olduğunda ittifak vardır. İmam-ı Şafiî, değil mevz-u, mürseli dahi kabul etmediği halde; Said, Şafiî iken, bunları kavl etmesinin hikmeti anlaşılamamıştır.

Cevap : İttifak olmadığına bin seneden beri ehl-i hadîs ve ümmetçe bu hakîkatin devamı katî bir delildir. Bu da hata içinde bir hatadır. Hem İmam-ı Şafiî mürsel ve zayıf hadîsleri ahkam-ı şer’iyede hüküm çıkarmak için hüccet tutmuyor; yoksa, haşa, ümmetçe kabul edilen hakîkatli hadîsleri ahkamda değil, fezail-i a’malde ve hadisat-ı İslamiyede hüccetlerini ve delaletlerini kabul etmiştir.
Şualar, ss. 363-364.




Hakikat noktasında en büyük mesele iman meselesidir

Üç mesele var: Biri hayat, biri Şeriat, biri îmandır. Hakikat noktasında en mühimi ve en a’zamı, îman meselesidir.
Fakat, şimdiki umumun nazarında ve hal-i alem ilcaatında en mühim mesele hayat ve Şeriat göründüğünden, o zat şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum ruy-i zeminde vaziyetlerini
değiştirmek, nev-i beşerdeki cari olan adetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en azam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; ta ki îman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara alet olmadığı tahakkuk etsin.

Hem, yirmi senedenberi tahrifkarane eşedd-i zulüm altında o derece ahlak bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acib halata karşı çok fevkalade sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslamiye lazımdır; yoksa akîm kalır, zarar verir.
Demek en halis ve en selametli ve en mühim ve en muvaffakiyetli hizmet Risale-i Nur Şakirtlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir. Her ne isea Bu mesele şimdilik bu kadar yeter.
Kastamonu Lahikası, s. 62.






Üç vazifenin birden yerine getirilmesi, ancak Hazret-i Mehdî ve cemaatindeki şahs-ı manevî ile mümkündür

Bu zaman hem îman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve Şeriat için, hem hukuk-u amme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-ı îmaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-i içtimaîye ve siyasiye daireleri ona hisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derece kalıyor. Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, îmanî hak...ikteki tecdid itibariyledir. Fakat, efkar-ı ammede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hakimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaîye-i İslamiye ve siyaset-i dîniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.


Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, adeta kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdî’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirtlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-ı imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i îmanın îmanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder.
Kastamonu Lahikası, ss. 145-146.




Mehdî’nin üç vazifesi

Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.
Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz."
Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te’vil lazım.

Birincisi: Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî al-i Resûlün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üc vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdî’nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.


İkinci vazifesi : Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. alem-i İslamın vahdetini nokta-i istinad edip, beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gadab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır.


Üçüncü vazifesi : İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve Şeriat-ı Muhammedîyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tatile uğramasıyla o zat, bütün ehl-i îmanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.

Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskidenberi cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur’u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te’vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te’vil lazımdır.
Birincisi: ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik
arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar "Mehdî olacağım," diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, ahirzamanın Büyük Mehdî ünvanını almamışlar.


Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki ahirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beytten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu.
Emirdağ Lahikası-I, ss. 231-233.

Ümmetin beklediği, ahirzamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan îman-ı tahkîkiyi neşr ve ehl-i îmanı dalaletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı a’zam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı manevîyi bir hadimine vermişler, o hadime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki; sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir
programı olarak neşr ve tatbik edecek. O zatın ikinci vazifesi, Şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lazım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zatın üçüncü vazifesi, hilafet-i İslamiyeyi ittihad-ı İslama bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip, dîn-i İslama hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakarlarla tatbik edilebilir.


Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır, fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa’şaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tabire ve te’vile muhtaç fikirleri ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telaşa verir ve vermiş. Hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatını ve kıymetini göremiyorlar, öteki cihetlere hamlederler.

Kardeşlerimin ikinci iltibası: Fani ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur Şakirtlerinin şahs-ı manevîsini temsil eden o aciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur’un hakikî ihlasına ve hiçbir şeye, hatta manevî ve uhrevî makamata dahi alet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur’un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı manevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bakî hakikatlar, fanî ve aciz ve sükût edebilir şahsiyetlere bina edilmez!


Elhasıl: O gelecek zatın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor, yanlış olur. Hem hiçbir şeye alet olmayan Nurdaki ihlas zedelenir, avam-ı mü’minîn nazarında hakikatların kuvveti bir derece noksanlaşır, yakîniyet-i bürhaniye dahi kazaya-yı makbûledeki zann-ı galibe inkılab eder, daha muannid dalalete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i îmanda görünmemeye başlar; ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki müceddittir, onun pişdarıdır, denilebilir.
Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, ss. 11-12.





Risale-i Nur’u manevî makamlara dahi alet etmemek gerekir

Bu zamanda ehl-i îman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kainatta hiçbir şeye alet ve tabi ve basamak olamaz ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlûb edemez bir tarzda îman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i îmanın bin senedenberi teraküm etmiş dalaletlerin hücümuna karşı îmanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tabi olmuyor. Ta avam-ı ehl-i îmanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın; ve doğrudan doğruya hayat-ı bakiyeden başka hiçbir şeye alet olmadığından, fevkalade kuvveti ve hakikatı, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.
Amma, manevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i îman ve hakikatın istedikleri nuranî makamlar ve uhrevî rütbelerden, halis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlasınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeyecek derecede senetler, hüccetler bulunduğu halde; sen, değil tevazu ve mahviyetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun?"


Elcevap: Nasıl ki, ehl-i hamiyet bir insan, dostlarının hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de; ehl-i îmanın hayat-ı ebedîyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa-hem lüzum var-kendim, değil yalnız layık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim. Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede; siyaset ve felsefenin galebesinde; ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında büyük makamlar herşeyi kendine tabi ve basamak yapar. Hatta dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını alet eder. Manevî makamlar olsa, daha ziyade alet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatları basamak ve vesile yapıyor, diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatlar dahi tereddütler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faidesi bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.


Elhasıl: Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men’ediyor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, halis bir hadim olarak hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkınde hakaik-ı îmaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü, o on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalpleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini, "Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor" nazarıyla bakıp, mağlûb olarak dağılabilirler. Bu mana için hizmetkarlığı, makamatlara tercih ediyorum.
Emirdağ Lahikası-I, ss. 66-67.




Mehdî manası ehl-i siyasete inkilapçı bir siyaset-i İslamiye fikrini verir


Risale-i Nur’un hakikatiyle ve şakirtlerinin şahs-ı manevîsiyle tezahür eden fevkalade îmanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını bîçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, îmana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslamiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kainatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-ı îmaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılapçı bir siyaset-i İslamiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani
olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.
Kastamonu Lahikası, s. 148.

Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre, birer meta merğûb oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, alem meşherinde, içtimaiyat-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda, birer meta merğûb olup, revaç buluyor. Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezip oluyor. Mesela, şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.
Sözler, s. 443.




Kur’an’a hizmet için Mekke’de olsam da buraya gelmem lazımdı


Mektubunda benim istirahatimi ve eğer iktidarım olsa, benim Şam ve Hicaz tarafına gitmeme dair sizin hükûmet-i hazıraya müracaat maddesi ise:


Evvela: Biz, imanı kurtarmak ve Kur’an’a hizmet için, Mekke’de olsam da, buraya gelmek lazımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin îmanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya Kur’an’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.

Saniyen: Bana karşı hürmet yerine hakaret görmek noktasını mektubunuzda beyan ediyorsunuz. "Mısır’da, Amerika’da olsaydınız, tarihlerde hürmetle yad edilecektiniz," dersiniz.


Aziz, dikkatli kardeşim,
Biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden, mesleğimiz itibariyle cidden kaçıyoruz. Hususan acib bir riyakarlık olan şöhretperestlik ve cazibedar bir hodfüruşluk olan tarihlere şa’şaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlasa zıttır ve münafidir. Onu arzulamak değil, bilakis şahsımız itibariyle ondan ürküyoruz.

Yalnız Kur’an’ın feyzinden gelen ve i’caz-ı manevîsinin lemeatı olan ve hakikatlarının tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risale-i Nur’un revacını ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zahir manevî keramatını ve îman noktasında zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlûb ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz ve onu rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz.
Emirdağ Lahikası-I, ss. 169-170.





Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi Hz. Hasan’ın altı aylık hilafetinin tamamlayıcısı ve devamıdır

"Hazret-i Hasan" Radiyallahü Anhın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur’un Cevşenü’l-Kebîr’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı îmaniye noktasında Hazret-i Hasan Radiyallahü Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek, tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü
adalet-i hakîkiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta bulunan Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan Radiyallahü Anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir .

Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zan ile verdiğiniz makamlar cihetinde değil; belki vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile alûde mahiyetim, benden kaçmaya bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben, size nisbeten kardeşim; mürşidlik haddim değil, üstad da değilim; belki ders arkadaşıyım. Ben, sizin kusuratıma karşı şefkatkarane dua ve himmetinize muhtacım; benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle, sizlerle, gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i îmana menfaatli bir hizmette, taksim-i mesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalade ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, bize kafidir.

Madem bu zamanda, herşeyin fevkinde hizmet-i îmaniye bir kudsî vazifedir; hem kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sabit hizmet-i îmaniyeye nisbeten ehemiyetsizdir, mikyas olmaz. Risale-i Nur’-un, talimatı dairesinde bize bahş ettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalade hüsn-ü zan ile müfritane ali makam vermek yerine, fevkalade sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lazımdır; onda terakki etmeliyiz.
Emirdağ Lahikası-I, ss. 65-66.




Risale-i Nur tamir ve ıslah vazifesini tam yapıyor

Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kal’ayı
tamir ediyor; ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin senedenberi tedarik ve teraküm edilen müfsit aletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkar-ı ammeyi ve umumun, bahusus avam-ı mü’minînin istinadgahları olan İslamî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’an’ın i’caziyle o geniş yaralarını, Kur’an’ın ve îmanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor.

Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilaçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, îmanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır .
Kastamonu Lahikası, ss. 28-29.






Risale-i Nur, bu memleketi ve istikbali tehlikelerden korur

Biz, Risale-i Nur’la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def’etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hatta mahkemede de kısmen ispat etmişiz.

Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeye çalışan anarşiliğe karşı sed çekmek.

İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.
Emirdağ Lahikası-I, s. 111.

O dehşetli beladan birisi: Hıristiyan dinini mağlûb eden ve anarşiliği yetiştiren Şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevî istilasına karşı Risale-i Nur, Sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir ve alem-i İslamın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını
izale etmek için matbuat lisaniyle konuşmak lazım gelmiş, diye kalbime ihtar edildi.

Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupa’da istilakarane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi, alem-i İslamın ve Asya kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp, Risale-i Nur’u tab’ederek, resmî neşretmeleri lazımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında îman-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı, bu dehşetli asırda acib inkılab ve infilaklarda bu mübarek vatan, Kur’an’ını, îmanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi? Her neyse..
Emirdağ Lahikası-I, s. 90.
Evet, Şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanını durduracak, yalnız Risale-i Nur’dur. Siyaset, diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için, vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçiler, Nurlara sarılmaya mecburiyet var.
Emirdağ Lahikası-I, s. 181.





Risale-i Nur harika bir surette tamir ediyor

Her zaman def-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan, def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.
...................
Malumdur ki, bir adamın bir günde harab ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lazım gelirken; şimdi binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir
seviyede olsaydı, onun tamirinde mu’cizevari muvaffakıyet ve fütuhat görülecekti.


Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve bîçare ihtiyar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor. Cenab-ı Hakka şükür ki, Risale-i Nur bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor.

Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, Şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) olan sedd-i Kur’anî’nin tezelzülüyle de Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş olarak ahlakta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.
Kastamonu Lahikası, s. 110-111.

Risale-i Nur, bu mübarek vatanın manevî bir halaskarı olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli manevî belayı defetmek için matbuat ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir, zannederim.


O dehşetli beladan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren, Şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı manevî istilasına mukabil Risale-i Nur, Sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir.

İkincisi: alem-i İslamın, bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek için matbuat lisaniyle konuşmak lazım gelmiş, diye kalbime ihtar edildi. HAŞİYE2
Ben, dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa’da istilakarane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan bu dehşetli cereyanın istilasına karşı, Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi, alem-i İslamın ve Asya kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ithamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Bu vatanın, bu milletin vatanperver siyasîleri

sür’atle Risale-i Nur’u tab’ettirerek, resmî neşretmeleri lazımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsunlar. HAŞİYE3
Tarihçe-i Hayat, s. 427.

Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeye çalışan anarşiliğe karşı sed çekmek.

İkincisi : Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.
Tarihçe-i Hayat, s. 429.




Beşeriyetin inkisar-ı hayat yarasını Kur’an tedavi edecektir

Aziz sıddık kardeşlerim!

Şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya Kur’an’ı, mekteplerinde en büyük halaskar bir kitap olarak kabul ettikleri gibi, şimdi erkan-ı İslamiyenin birincisi olan Ramazan sıyamını tutmak niyetiyle Camiü’l-Ezher’e "Şimalin pek uzun günlerinde bir çare-i tahfifi ve tehiri yok mu?" diye sormuşlar. Demek Avrupa’nın yalnız o küçük hükûmetleri değil, belki siyaset manası verilmemek için kendini izhar etmeyen eskide büyük ve dünyanın yüksek mevkiini tutmakla beraber, gayet dehşetli bir tarzda dünyanın fena ve faniliğini dehşetli tokatla o yüksek mertebelerin hiçe indiğini görmekle hakikî tesellî, yalnız ve ancak hakaik-i Kur’a-niyede bulmasıyla, o küçüklerle manen beraber tahmin edilebilir.
Evet, dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra, elbette hayat-ı ebedîyeden başka, beşeriyetin o inkisar-ı hayal yarasını tedavi edecek Kur’an’dan başka yoktur.
Emirdağ Lahikası-I, s. 210.






HAŞİYE 1 Hatta onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmedü’s-Sünûsî, milyonlar mürîde kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüz binden fazla Müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüz binler adamlara emirlik ediyor ve hakeza... Bu seyyidler kabilesinin efradlarında böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebülhasen-i Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış...
HAŞİYE 2 İşte bu hakikat, Risale-i Nur’un-bu mektubun yazılışından on sene sonra-Ankara’da matbaalarda tab’edilmesiyle tahakkuk etmiştir.
HAŞİYE 3 Bu dünya çapındaki büyük şerefe ve en muazzam İslamî hizmete ancak yeni hükûmet mazhar olabilmiş; ve büyük bir anlayış göstererek, Risale-i Nur’un matbaalarda 1956 senesinde basılmasına sebep olmakla, millet-i İslamiyenin büyük bir teveccühünü kazanmakla, kuvvetini çok fazla arttırmak muvaffakıyetini elde etmiştir.



1
Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in aline, Hazret-i İbrahim’e ve Hazret-i İbrahim’in aline rahmet ettiğin gibi alemlerde rahmet eyle. Şüphesiz Sen övgüye layık Hamîd ve şanı yüce Mecîdsin. (Dua)
2
Hazret-i Îsa’dan başka Mehdî yoktur.