***
DIŞARDA
Points: 455.346, Level: 100
Level completed: 0%,
Points required for next Level: 0
Overall activity: 100,0%
Achievements


Kem Niyyet ile Keyyfiyet Olmaz, Lâkin:
Kem Niyyet ile Keyyfiyet Olmaz, Lâkin:
.:.Bismihi
Sual: Kemmiyet ve Keyfiyyet ve aralarındaki münasebet nedir?
El-Cavab: Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu"? Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz.
Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu"? Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.
[Linkleri Görmek İçin RisaleForum.Com Üyesi Olmanız Gerekiyor Üye Olmak İçin Buraya Tıklayınız....]
Allah Rasulü (sav), 'Benim dinim, güneş doğup battığı her yere ulaşacaktır.' buyuruyor. Bu haber, âli himmet olan insanlara şöyle bir ufuk çizmektedir: Gaye-i hayaliniz bu olmalı... Sizden evvelkiler bu ideali bir bayrak gibi omuzlayıp cihanın dört bir yanına götürmeye çalıştılar. Ya ömürleri, ya da mevcut şartlar vefa etmedi.. ve bayrak bir yerde düştü. İşte bu bayrak, arkadan gelip onu omuzlayacak ve götürecek niyet kahramanları beklemektedir. Cedlerimiz, gaye-yi hayallerinin mükâfatını aldılar. Sıra size gelmiş olmalı... Ukbe bin Nafi, atını beline kadar Atlas Okyanusu'na sürmüş ve şöyle haykırmıştı: 'Allah'ım! Eğer şu zulmet denizi karşıma çıkmasaydı nam-ı celilini denizler aşırı ülkelere götürürdüm.' Arkadan Berberi bir köle Tarık bin Ziyad, kulağında selefi Ukbe bin Nafi'nin sözleri, atını Herkül burcuna sürmüş ve nâm-ı celîl-i Muhammedî'yi o karanlık denizin ötelerine götürmüştü. Şimdi sıra günümüzün mü'minlerinde.. onlar da aynı sorumluluk altında bulunuyorlar.. himmetler, cehdler ve azimler âli tutulmalı ve ümitle, halis niyetle istikbale yürünmelidir. Allah, öte âlemde bu niyetinize göre size muamele yapacaktır. Hadisteki ifadesiyle 'Mü'minin niyeti amelinden daha hayırlıdır.' Bu itibarla da, mü'minin niyetinin ufku çok geniş olmalıdır. Aslında onun başarılarının ufku, bir yönüyle iktidar, irade ve cehdleriyle mebsûten mütenasiptir. Ben, zaman zaman Şililerde, Arjantinlerde, Perularda; zaman zaman da Alp Dağları'nın zirvelerinde hayalimi gezdirir; oralarda mektepler kurup camiler yapar ve minarelerinden 'Eşhedü enne muhammeden resulullah'ları dinlemeye çalışırım.
Evet, niyet ufkumuz itibariyle tıpkı uçup uçup çatlayan bir üveyk gibi olmalıyız. Zannediyorum işte o zaman Allahu Teala da bu gayretlerimizi bir dua olarak kabul buyurarak bize olmazsa bir ikinci nesle, ikinci nesle olmasa da üçüncü nesle, -inşaallah- gaye-yi hayallerine ulaşmayı nasip edecektir. Ama böyle yüce bir istikbale ve zirveye yürürken, aynı zamanda kıvamı elde etme ve koruma mevzuunda çok gerekli olan tarih şuuru, ruh ve mana köklerimize bağlılık gibi dinamiklere de sımsıkı sarılmamız gerekecek. İşin doğrusu benim bu hususta bir kısım endişelerim de yok değil. Zira, elde edilen başarılar bazı kimselerde zafer sarhoşluğu meydana getirebilir ve netice itibariyle de bu başarıları kendimize mal etme gibi bir şirke girebiliriz.
Böyle bir şirke girildiğinde de 'İn yeşe' yüzhibkum ve ye'ti bihalkin cedid' (İbrahim, 14/19; Fâtır, 36/16) ayeti gereğince, tevhid davasına hizmet safveti korunamadığından, Allah bu kudsi vazifeyi onlardan alır.. alır ve yeni bir ruhla gelen ve o eskimeyen güfteyi yeniden seslendirebilecek yeni ses, yeni soluklarla seslendirip ortaya koyabilir. Öyle yeni ses ve soluklar ki, bütün dünyaya sahip olsalar da zerre kadar sevinip neşelenmezler, bütün dünyayı kaybetseler, bu defa da zerre kadar mahzun olmazlar... İşte bu ölçüde mukavemeti yepyeni insanlar. Kur'an-ı Kerim'in 'tü'ti ukulehâ külle hînin bi izni Rabbiha' (İbrahim, 14/25) ifadesiyle 'onlar, her mevsimde meyve verirler' sözleriyle onları anlatır. Onlar, İslam'a gönül vermiş ve onu her zaman temsil eden, bir taraftan realiteleri görme, yapacakları şeyleri yeryüzünde arzî birer insan olarak arza göre realize etme bakımından tıpkı Aristoteles gibi düşünen, diğer taraftan da nazarları hep semada ideler aleminde veya monatlarda dolaşan ufuk insanları gibi aşkınlık içinde yaşayan kutlulardır. Kıvamın korunması gelecekte bu emanetin bizim uhdemizde kalması açısından çok önemlidir. Ne var ki dünya bir devvâr-ı gaddârdır ve onun elinden kimse kurtulamamıştır. Nice şahlar ve nice gedalar onun karşısında serfürû etmiş ve iki büklüm olmuşlardır. -Hafizanallah- bizim için de bu manada bir ölüm mukadderdir. Bu itibarla da hayatımızı ne kadar uzatırsak, İslam adına o kadar avantajlı sayılırız. Bu yeni diriliş erleri içinde de ölümler başlamış mıdır?! Bazılarını hazan yemiş gibi görmemiz hata mıdır, yoksa bir karamsarlık mı?! Ben şahsen dua sayılabilecek bu kabil olumsuz düşünceleri, hayalimden bile geçirmek istemiyorum. Şayet öyleleri varsa onu kendileri düşünsünler ve kendileri karar versinler. Ben burada bir kısım kıstaslar ortaya koymaya çalışıyorum: Allah'ın, Resulullah'ın ve Kur'an'ın her şeye tercih edilmesi önemli bir husustur. Yol ayrımında bulunan bizler için bir tarafta bunlar, diğer tarafta da bizim cismaniyete ve nefse ait dünyamız.. bunlar yan yana getirildiğinde yapılacak tercihin isabetli olması, meseleyi kökünden halleder. Evet bu tercihin isabetli yapılması çok önemlidir. Ve ben, bunu emanetin devam ve temadisinin garantisi olarak görüyorum. Burada bir temenni olarak şöyle bir istirhamda bulunmak istiyorum: Milletimize böyle bir emanetin verilme faslı yaşandığı şu dönemde, o emanetin elimizden alınabileceği endişesine karşı bu tür handikaplara karşı sürekli bir tavır içinde bulunalım...
[Linkleri Görmek İçin RisaleForum.Com Üyesi Olmanız Gerekiyor Üye Olmak İçin Buraya Tıklayınız....]
Enbiya-ı izamdan öyleleri gelmiştir ki, ya tek bir ümmeti olmuş veya hiç olmamış; ama onlar yine de peygamberlik için gerekli olan vazifeyi yerine getirmişlerdir. İşte bu, benim aklımın alamayacağı ve ona karşı hayret ve hayranlık duygularımı gizleyemediğim peygamber ihlâsıdır. Bir insan kırk sene-elli sene hakkı anlatıp da, hiç kimseye bir şey dinletemesin; ama, hiç tavrını değiştirmeden yine anlatsın.. işte bu farklılık irşatta çok önemlidir.
Evet, ısrar ihlâsın bir buududur. Vefa hissi ile hiç sarsılmadan aktif bekleme ise irşat ve tebliğde çok önemlidir. Ehlullahtan birisi, Beni bir kedi irşat etti; gördüm ki o, yirmi dört saat gözünü kırpmadan farenin deliğine yöneldi ve bekledi. İşte o zaman anladım ki, bu iş öyle ara sıra deliğin önüne uğramakla olmayacak. Ondan sonra gözünü kırpmadan ve hiç yılmadan Hakk'ın kapısını gözetlemeye koyuldum.' der. Hakkı, hakikati bulma, bazılarına kırk haftada, bazılarına kırk ayda, bazılarına da kırk senede nasip olur. Şahsen ben senelerden beri şu tenteneli âlem-i şehadetin arkasında, âlem-i gaybı bir kitap gibi mütalâa edeceğim anı bekledim durdum.. bekleyeceğim de.. ve bulacağım ümidini de hiçbir zaman yitirmedim.
İrşatta diğer önemli bir mesele de sistemdir. Bu mesele hem kemmiyet hem de keyfiyet buudlarıyla oldukça önemli bir husustur. Ancak bazı ihlâslı müminler, zannediyorum ihlâslarına bir şey karışmasın diye kemmiyetle fazla meşgul olmuyorlar. Bu, bir yönüyle doğru olsa da bazı yönlerden yanlış bir anlayıştır.
Evvelâ, kemmiyet olmayınca, keyfiyeti düşünmek mümkün değildir. Zamanın mekâna nisbeti ne ise, keyfiyetin kemmiyete nisbeti de odur. Keyfiyet, kemmiyet plânında var olan bir şeyin bir buudu, bir derinliği ve ayrı bir yanıdır. Kemmiyetin tasavvur edilmediği bir yerde, keyfiyetten bahsetmek muhaldir. Ortada hiçbir insan yoksa insanla alâkalı keyfiyet nasıl tasavvur edilecek ki? Mesela ihlâs, mü'minin sıfatıdır; ortada mü'min yoksa, o sıfat nasıl olacak ki?
O halde kemmiyet ve keyfiyet birlikte aranmalı; keyfiyet kemmiyete ya da kemmiyet keyfiyete feda edilmemelidir. Efendimiz (s.a.s.)'in tebliğ ve irşat adına cepheden cepheye, panayırdan panayıra koşması, karşılaştığı hemen her insana 'Lâilâhe illallah deyin kurtulun.' demesi keyfiyet eksenli bir kemmiyet arayışı değil midir? Allah Resûlü (s.a.s..) karşısına iki insan alır, akşamdan sabaha, sabahtan akşama Kur'ân okur, onları eğiterek keyfiyet insanı haline getirirdi. İşte böylece o -O'nun için söz konusu olmasa da- kemmiyet hatası içine düşmekten kurtulma yolunu gösterirdi.
İhlâs ise sistemde apayrı ve başlı başına bir yer işgal eder. İhlâs olmadan bir yere varılabilmesi imkânsızdır.
Hüsrev Efendi'nin mâlâyânî şeylerle meşgul olmayıp, risaleleri yazayım diye, on beş sene kapısını ördürerek odasını hücre haline getirdiğini anlatırlar. Kaldı ki o esnada çok ciddi takip de söz konusudur. Mesela, o mübarek zat, yazdığı risaleleri rulo yapıp banyodan dışarıya, suyu boşaltmak için kullanılan küçük bir borucuk içine bırakır, birileri de ara sıra gelip, boru içinden ruloları alır, altı saat uzaklıktaki köylere giderek risaleleri yerlerine ulaştırırlarmış. Sonra taş baskılar yapılıp, benzer ta
lerle dağıtım yapılırmış. İşte bu ihlâs ve bu sistem sayesinde Üstad, bir avuç talebesiyle Türkiye'nin her tarafına risaleleri dağıtmıştır...
Evet, bütün bu misalleri niçin arz ettim? Aşk ve aksiyona bakın ki, o dönemde Üstad, yirmi talebesi ile Türkiye'de ulaşmadığı yer kalmıyor. O, iman, ilim, irfan, muhabbet ve ihlâsta çok derin olmanın yanında bir o kadar da aksiyon insanı. Şimdi eğer bu insan, başkalarına anlatayım diye ciddi bir gayret içinde bulunmakla kemmiyeti keyfiyete tercih ediyor, ihlâsından feragatta bulunuyorsa geliniz Allah aşkına bu yanlışlığı hepimiz yapalım, Bediüzzaman gibi kemmiyet hastalığına düşelim!.
Hâsılı, ihlâs, ısrar ve kemmiyet ile keyfiyet dengesinin birlikte gözetilmesi irşat ve tebliğ vazifesinde çok önemli bir unsurdur.