İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi *
Mukaddeme
Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktâ ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; Meşrutiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep yaptı.
Ey şu şahadetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir bedevî talebenin hal-i ihtilâlde olan ceset ve dimağına gönderiniz. Tâ tahtie ile hatâya düşmeyiniz.
31 Mart Hadisesinde Divan-ı Harb-i Örfîde dedim ki:
Ben talebeyim. Onun için her şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.
Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkit ederek, değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî beşere irad ettiğim bir nutuktur. Onun için,
-1- sırrınca, kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyak ile müheyyayım. Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî garaipperest, İstanbul’un acaip ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş; nasıl kemal-i hâhişle görmeyi arzu eder! Ben de ma’rez-i acaip ve garaip olan âlem-i âhireti, o hâhişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse, beni vicdanen tâzib ediniz! Ve illâ başka suretle azap, azap değil, benim için bir şandır!
Bu hükûmet zaman-ı istibdatta akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın mevt! Zalimler için de yaşasın Cehennem! Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.
Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harpte bana da sual ettiler: "Sen de şeriatı istemişsin."
Dedim: Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira, şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.
Hem de dediler: "İttihad-ı Muhammediyeye (a.s.m.) dahil misin?"
Dedim: Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat, benim târif ettiğim vecihle... Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir, bana gösterin.
İşte o nutku şimdi neşrediyorum. Tâ ki, Meşrutiyeti lekeden ve ehl-i şeriatı meyusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan ve hakikati evham ve şüpheden kurtarayım. İşte başlıyorum:
Dedim: Ey paşalar, zabitler!
Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmali:
Yani, medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl itizar edeyim, mütehayyirim.
Mukaddeme olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zâlimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır. Bunu da derim ki:
Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatini setr için başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler. Şimdiki hafiyeler eskisinden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimad olunur? Adalet onların sözlerine nasıl bina olunur?
Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zirâ insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir.
Şimdi gelelim on bir buçuk cinayetlerimin tâdâdına:
Birinci Cinayet: Geçen sene bidayet-i Hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşiretlerine Sadâret vasıtasıyla çektim. Meâli şu idi:
"Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz."
Her yerden bu telgrafların cevabı, müspet ve güzel olarak geldi. Demek vilâyat-ı şarkiyeyi
tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım demediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim.
İkinci Cinayet: Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla şeriatın ve müsemmâ-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki:
-2- hadîsinin sırrıyla, Şeriat âleme gelmiş; tâ isbibdadı ve zâlimane tahakkümü mahvetsin.
Herhangi bir nutuk irad ettim ise; her bir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa, bürhân-ı katî ile ispata hazırım. Ve dedim ki: Asıl, Şeriatın meslek-i hakîkisi, hakikat-ı Meşrutiyet-i meşruadır. Demek Meşrutiyeti, delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklîdî ve hilâf-ı Şeriat telâkki etmedim. Ve Şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulemâ ve Şeriatı, Avrupa’nın zünun-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştığımdan cinâyet ettim ki; bu tarz muâmelenizi gördüm.
ÜÇÜNCÜ CİNÂYET : İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi-hamal ve gafıl ve safdil olduklarından-bazı particiler onları iğfal ile vilâyat-ı şarkiyeyi lekedâr etmelerinden korktum. Ve hamallann umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle Meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu meâlde:
İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşıvtiyet, adâlet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhiyle cihâd edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularamızla dost olup el ele vereceğiz. Zirâ husûmet-te fenalık var, husOmete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine kanşmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.
İşte o hamalların, Avusturya’ya karşı-benim gibi bütün Avrupa’ya karşı HAŞİYE 1 -boykotaj-ları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketlerinde bu nasihatın tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını ta’dil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm.
DÖRDÜNCÜ CİNÃYET: Avrupa, bizdeki cehâlet ve taassup müsaâdesiyle, Şeriatı hâşâ ve kellâ-istibdata müsait zannettiklerinden, nihâyet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade Şeriat nâmına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder, diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camünde meb’usana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki: Meşrûtiyeti, meşrûtiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı Şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrat ve avâm-ı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adâlet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira, hakaik-ı Meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâva ettim. Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım, demek cinayet ettim ki, bu tokatı yedim.
BEŞİNCİ CİNÂYET: Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı Islâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumîyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:
Ey gazeteciler! Edipler edeplí olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı. Ve onlann sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle, yâni taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrup·a’ya kıyas ederek etkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazlan ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira; elif bâ okumayan çocuğa felsefe-i tabîiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu kan libâsı yakışmaz: Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânların ve aktârın tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı hali düşünmemekten çıkar.
Ben ki ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalâtalı ve ağrâzlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim.
ALTINCI CİNÂYET: Kaç defa büyük içtimalarda, heyecanlan hissettim. Korktum ki, avam-ı nas siyasete kanşmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lâfızlar ile heyecanı teskin ettim. Ezcümle; Bayezit’te talebenin içtimâında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı. Ben ki; bedevî bir adamım. Medenîlerin entrikalarını bildiğim halde işlerine karıştım. Demek cinayet ettim.
Yedinci Cinayet: İşittim: İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevât, (Süheyl Paşa ve Şeyh Sâdık gibi zatlar) daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat-ı alâka ettiler, siyasete karışmayacaklar. Lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez. Ben nasıl ki dindar müteaddit cemiyete bir cihetle mensubum. Zira maksatlarını bir gördüm. Kezâlik, o ism-i mübareke intisap ettim. Lâkin tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin (a.s.m.) tarifi budur ki:
Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nuranî ile merbut bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihetülvahdeti ve irtibatı, tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini, imandır. Müntesipleri, kàlû belâdan dahil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmâları da Levh-i Mahfuzdur. Bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Günlük gazeteleri de, i’lâ-i kelimetullahı hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri, câmi ve mescidler ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir. Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyndir. Böyle cemiyetin reisi, Fahr-i Âlemdir. Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede, yani ahlâk-ı Ahmediye (a.s.m.) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ve başkalara da muhabbet ve-eğer zarar etmezse-nasihat etmektir. Bu ittihadın nizamnâmesi sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevâhî-i şer’iyedir. Ve kılıçları da berâhin-i katıadır. Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Taharrî-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da, ilâ-yı kelimetullahtır. Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.
Şimdi maksadımız, o silsile-i nurânîyi ihtizaza getirmekle, herkesi bir şevk ve hâhiş-i vicdaniye ile tarik-i terakkîde kâbe-i kemalâta sevk etmektir. Zira, ilâ-yı kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.
İşte ben bu ittihadın efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim.
Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyat-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddîn-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki, demiş:
İhtilâf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dâyı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağ-dar eyler beni.
Yavuz Sultan Selim
Ben zahiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için:
Birincisi: O ismi tahdit ve tahsisten halâs etmek, umum mü’minlere şümulünü ilân etmek. Tâ ki tefrika düşmesin ve evham çıkmasın.
İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının, tevhid ile önüne set olmaktı. Vâ esefâ ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı. Ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye ref’ oldu.
Ben ki âdi bir adamım. Böyle meclis-i meb’usan ve a’yan ve vükelânın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım. Demek cinayet ettim.
Sekizinci Cinayet: Ben işittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki:
Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerinin cemiyetidir. Umum mü’min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dahildir. Zira, ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve ilâ-yı kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü’min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap etmek lâzımdır. Sair cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir.
Amma ittihad-ı Muhammedî (a.s.m.) ki, umum mü’minlere şâmildir, cemiyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli gaziler, şehidler, âlimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü’min ve fedakâr asker-zâbit olsun, nefer olsun-hariç değil ki, tâ intisaba lüzum kalsın. Lâkin bazı cemiyet-i hayriye, kendine ittihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.
Ben ki âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasp ettim. Demek cinayet ettim.
Dokuzuncu Cinayet: Mart’ın otuz birinci gününde dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi işittim. Fakat yedi renk sür’atle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlaplardaki fesadâtı binden bire indiren ve avâmı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti mucize gibi muhafaza eden lâfz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım iş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avâm çok; bizim hemşehriler gafil ve safdil; ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyüne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki, Ayastafanos’a kadar tek başıma olsun, Hareket Ordusuna karşı mukabele ederek ispat-ı vücut edecektim.Merdane ölecektim. O vakit dahlim bedîhî olurdu. Tahkika lüzum kalmazdı. İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaatı askeriyeden sual ettim. Dediler ki: "Askerlerin zâbitleri asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamış." Tekrar sual ettim: "Kaç zâbit vurulmuş?" Beni aldattılar, dediler: "Yalnız dört tane. Onlar da müstebit imişler. Hem Şeriatın âdap ve hududu icra olunacak." Ben de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşrû gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zirâ; en mukaddes maksadım, Şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-ı askeriyeye halel geldiğinden, nihâyet derecede me’yus ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki: Ey askerler! Zâbitleriniz bir günah ile nefislerine zulüm ediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuı milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfusu İslâmiyenin haklarına bir nevi zulmediyorsunuz. Zirâ; umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saâdet ve bayrak-ı tevhîdi, bu zamanda bir cihette sizin itaatınız ile kaimdir.
Hem de Şeriat istiyorsunuz. Fakat itaatsizlikle Şeriata muhalefet ediyorsunuz.
Ben onların hareketini ve şecâatlannı okşadım. Zirâ, etkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatımı bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı. Ben ki, bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım. "Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün," demediğimden cinayet ettim.
ONUNCU CİNÂYET: Harbiye nezaretindeki askerler içine Cumâ günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaata getirdim: Nasihatlanm tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sureti: Ey asâkir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saâdeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatmıza vabestedir. Sizin zâbitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslâma zarar ediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuı. Biliniz ki, asker ocağı cesîm ve muntaıam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika hercü merc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz Şeriat dersiniz, halbuki Şeriata muhalefet ediyorsunuz. Ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur’ân ile, hadis ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest ulü’I-emre itaat farzdır. Sizin ulü’l-emriniz, üstadınız, zâbitlerinizdir. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezâlik; münevverü’l-etkâr ve fenn-i harbe âşina, mektepli, hamiyetli, mü’min zâbitlerinizin bir cüz’î nâmeşrû hareketi için itaatınıza halel vermekle Osmanlılara ve İslâmlara zulmetmeyiniz! Zira, itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun vücuda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılâpları siz itaatinizle, kan dökmeden yaptınız.
Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevverü’l-fikir bir zâbiti zâyi etmek, mânevî kuvvetinizi zâyi etmektir. Zira şimdi hükümfermâ, şecaat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevverü’l-fikir, yüze mukabildir. Ecnebîler size bu şecaatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kâfi değil...
Elhasıl: Fahr-i Âlemin fermanını size tebliğ ediyorum ki, itaat farzdır. Zabitinize isyan etmeyiniz. Yaşasın askerler! Yaşasın meşrûta-i meşrûa!
Demek ki ben, bu kadar âlim varken, böyle mühim vazifeleri deruhte ettiğimden cinayet ettim.
On Birinci Cinayet: Ben vilâyât-ı şarkiyede aşiretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrâsı ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulemâ-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin.
Zira, o vilâyatta nim-bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyarı, ulema elindedir. Ve o saik ile Dersaadete geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte-şimdi münkasim olmuş, şiddetlenmiş olan-istibdatlar, merhum Sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.
Şimdiki sivrisinekler beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketiminn neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul’un ekserisi bunu bilir.
Ben ki bir hamalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hamal oğulluğundan ve fakr-ı halden çıkarmadım. Ve dünya le kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan vilâyât-ı şarkıyenin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve Meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umurlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim.
Yarı Cinayet: Şöyle ki: Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla ve "Aslâh tarik musalâhadır" mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisanıyla söyledim ki:
Münhasif Yıldızı darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle.
Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.
Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.
Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. HAŞİYE2
Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrûâ, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifratperver olanlar Meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâübaliyâne ile milletin rağbetine karşı maatteessüf set çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler; vatan namına rica olunur.
Ey paşalar, zabitler!
Bu on bir buçuk cinayetin şahitleri binlerle adamdır. Belki bazılarına İstanbul’un yarısı şahittir. Bu on bir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, on bir buçuk sualime de cevap isterim. İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:
Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cemiyat-ı akvamiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.
Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref-i imtiyaz lâzım. Tâ ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın, derim: Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.
Zira, biliyoruz ki,
-3-Fakat, meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmâsına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille vuracağım.
Fikrimce meşrutiyetin düşmanı, meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. "Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez." En büyük hatâ, insan kendini hatâsız zannetmek olduğundan, hatâmı itiraf ederim ki, nâsın nasihatini kabul etmeden nâsa nasihati kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan, emr-i bilmârufu tesirsiz etmekle tenzil ettim.
Hem de tecrübe ile sabittir ki, ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun suretinde kendini gösterir, o adam mâsum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.
Ey ulû’l-emir! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız.
Kendi kendine olmuş istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı, onunla avâma nasihatımı tesir ettiriyordum; maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaifim var; kahrolayım eğer idama esirgersem! Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem! Suretâ mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intaç edecektir. Bu hal bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatımdaki tesiri kırdınız.
Saniyen: Kendinize zarardır. Zira, hasmınızın elinde bir hüccet-i kàtıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır? Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaretse ve hilâf-ı şeriat hareket ise,
HAŞİYE3
Zira yalanlarla ittihad yalandır. Ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet, fâsittir. Müsemmâ-i meşrutiyet hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.
Maatteessüf bunu kemal-i telâş ve teessüfle ihtar ediyorum ki: Meselâ, bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesat ve fenalıktan men etmişken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesat ve fenalığın zikri vaktinde onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti ima eder. Kezalik, şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki, fırkaların ağrâz-ı şahsiye ve hilâf-ı şeriat ile ektikleri tohum-u fesadı bir milyon fişek havaya atıldığı ve umum siyaset ve âsâyiş efrad elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu halde, o müthiş fırtına mucize-i şeriatla kansız, hafif geçtiği halde, o mübarek nâm ile o müthiş fesadı binden bir dereceye indirmekle beraber, daima o ismi garaz sahiplerine siper göstermek pek büyük bir tehlikeli noktaya, belki ukde-i hayatiyeye ilişmektir ki, dehşetinden her bir vicdan-ı selim titriyor, dağ-dâr-ı teessüf oluyor.
Süreyyayı süpürge yapmaya, üfürmekle şemsi söndürmeye ihtimal veren, belâhetini ilân eder. Mesela, Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir terazinin birer kefesine konulsalar ve cevv-i semâda, Zuhalde duran bir melek de o terazinin ucunu tutsa; Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa Sübhan Dağı âsumâna, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden fikri kısa olanlar, kıymet ve sıkleti tamamen o ilâveye verecekler.
İşte haysiyet-i askeriye ve hamiyet-i İslâmiye ve şeriat-ı Muhammediye, o cesîm dağlara benzer. Esbâb-ı hariciye bir dirhem kıymetindedir. Bu kıymetsiz esbabı esas tutmak, insaniyetin ve İslâmiyetin kıymetini bilmemek ve tenzil etmektir.
Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun. Şöyle ki:
31 Mart Hâdisesi denilen o sâika ve müthiş fırtına, âdi sebepler tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya etmişti ki, neticesi hercümerc olduğu halde, min indillâh ehl-i kıyamın lisanına daima mucizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden Nisan’ın nısfından sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor. Zira, o hadiseye sebebiyet veren yedi mesele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütâlâaya alınsa, hakikat tezahür eder.
Onlar da bunlardır:
1. Yüzde doksanı İttihad ve Terakkinin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.
2. Fırkaların meydan-ı münakaşâtı olan vükelâyı tebdil idi.
3. Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı.
4. Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatın önüne set olmaktı.
5. Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Beyin kàtilini meydana çıkarmaktı.
6. Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.
7. Hürriyeti, sefahete şumulünü men ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avâmın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas ve kat-ı yed haddini icra idi.
Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. Üssü’l-esas esbab, fırkaların taraftarane ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâğat yerine mübalâğat ve yalan ve ifratperverane keşmekeşleri idi. Bu metâlib-i seb’ada, nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziyâ-yı şeriat-ı beyzâ tecellî etti, fesadın önüne set çekti.
Elhasıl: Sekiz-dokuz ayda gazetelerin heyecan verici neşriyatıyla ve fırkaların cemiyetlere fedai yazmakla ve inkılabı vücuda getiren zevatın tahakkümatıyla ve itaat-i askeriyeye münafi olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle ve âdâb-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyleri bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla ve itaat bozulduktan sonra müstebitler, cahil mutaassıplar, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar, iyilik zannıyla o bataklık zeminde tohum ekmeye başlamasıyla ve devletin umum siyaseti cahil efradın elinde kalmakla ve bir milyona yakın fişek havaya atılmakla ve dahil ve hariç müddeîler parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden, bu hâdisenin istidad-ı tabiîsi, hercümerc ve müdahale-i ecnebî iken, min indillâh, ism-i şeriat, o müteaddit sebeplerden çıkan ervah-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına irca ile, on üç asırdan sonra bir mucize daha gösterdi.
Hem gelen inkılâb-ı azîmde ordu ve ulemanın "Meşrutiyet şeriata müsteniddir" diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâmın vicdanlarını manyetizmalandırdı. O inkılâp, inkılâpların kaide-i tabiîyesini hark ile şeriatın tesir-i mucizânesini gösterdi. Ve daima da gösterecektir. Nisan’ın nısf-ı âhirinde çıkan gazetelerin esas-ı fikirlerine muterizim. Şöyle ki:
Hayat onun yoluna feda edilen ve hayattan bin derece daha yüksek olan haysiyet ve itaat-i askeriyeyi, hayata feda edilen ve ehl-i vicdan nazarında gayet hasis olan âmâl-i nâmeşruaya feda etmeye ihtimal verdiler. Hem de hakaik ve ahval onun cazibesine tâbi ve o merkeze merbut olan şems-i şeriat, saltanata veya hilâfete veya başka siyasete tâbî ve âlet tevehhümüyle, bir şems-i münîri, münkesif bir yıldıza peyk ve câzibesine tâbi itikad etmek gibi göstermekle tarik-i dalâlete sülûk ettiler.
Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellîsiyledir. Yoksa, "Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi" diye olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.
Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem cemiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem
hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. Zira müsennâ daha muhkemdir.
Ey paşalar, zabitler!
Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevap isterim. İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ; ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır. HAŞİYE4
Birinci sual: Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?
İkinci sual: Bir insan yılan suretine girse, yahut bir velî haydut kıyafetine girse, veyahut meşrutiyet, istibdat şekline girse, ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki, hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdattırlar.
Üçüncü sual: Acaba müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit şahıslar müstebit olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.
Dördüncü sual: Bir mâsumu idam etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha zarardır?
Beşinci sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?
Altıncı sual: Bir mâden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref-i imtiyazdan başka ne ile olur?
Yedinci sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazıları tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek, zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile mâsumiyetleri tebeyyün eden ekser mahbusînin, belki yüzde sekseni mâsum iken, acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hal hükümferma olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.
Sekizinci sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?
Dokuzuncu sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?
Onuncu sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba biçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasaydı, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez miydi?
On Birinci sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemmâ-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse, acaba kefaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve mâsum olan efkâr-ı umumiye yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?
Elhasıl: Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdat ve hafiyelik tenâsuh etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!
Yarım sual: Nazik ve zayıf bir vücut ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telâş ve zahmetle onları def’e çalışırken, biri çıksa, dese ki:
Maksadı sivisinekleri, arıları def etmek değil, belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister. Acaba böyle demekle hangi ahmağı kandıracaktır?
Sualin diğer yarısı çıkmaya izin yoktur.
Ey paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:
Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celp namesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. HAŞİYE5
Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır.
-4- Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah.
-5-
Sizin işkenceli hapishanenin hali, zaman müthiş, mekân muvahhiş, mahbusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalbler hazin, vicdanlar müteessir ve meyus, bidayet-i halde memurlar şemâtetli, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber, vicdanım beni tâzip etmediği için, o hal bana eğlence gibiydi. Musibetlerin tenevvüü, musikinin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu.
Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektepte itmam ettim. HAŞİYE6 Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumâne ve mazlumâneden, zayıfa şefkat, ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.
Ümidim kavîdir ki: Çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden "ay," "vay" ve "ah"lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâmda yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle, o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.
Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâübâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kal, şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.
Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edep böyleyse ve efkâr-ı umumî böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında, yani, Başit başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.
Muarrâdır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,
Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ.
Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden,
Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ.
Eğer ulvî mesuliyetler, yüce gayeler ve bir de hadiselerin yarın ne getireceği belli olmasaydı, nefsimin benden istediklerini yerine geririrdim ki, çocukluktan beri takip ettiğim gayem budur. Söyleyeceğim bazı şeyleri gizliyorum. Çünkü söylersem, sulh için bir zemin bırakmamış olurum.
* Bu tarih 1954 senesine aittir.
HAŞİYE 1 Bediüzzaman’a zurefådan biri bir gün, irfaniyle mütenâsib bir esvab giymesi lüzumundan bahseder. Müşarü’n-ileyh de: "Siz, Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz, hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bülün Avrupa’ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddi ve månevï mamulâtını giyiyorum" buyurmuştur.
HAŞİYE 2 O yarının zamanı, on beş sene sonra yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Siracü’n-Nur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.
HAŞİYE 3 Yani, bütün dünya, cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciim.
HAŞİYE 4 Bu sualler, kırk-elli mâsum mahpusun tahliyelerine sebep oldu.
HAŞİYE 5 Şimdi Üstad Bediüzzaman bu kırk beş senedeki dehşetli mahkemelerinde, aynen bu on bir buçuk cinayetlerini ve on bir buçuk suallerini o divan-ı harb-i örfîdeki gibi tekrar etmiştir ve etmektedir.
Nur talebeleri namına Hüsrev
HAŞİYE 6 Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri kırk beş sene evvel tımarhane hükmündeki mahkeme-i zalimanede aldıkları dersi, şimdi bu gaddarane hazır mektepte imtihan vermişler, ve böylece iki şehadetname almışlardır.
1 "O gün ki, bütün sırlar ortaya serilir." Târık Sûresi,86:9.
2 "Milletin efendisi, onlara hizmet edendir." el-Mağribî, Câmiu’ş-?eml, 1:450, hadis no: 1668, el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463.
3 En büyük hile, hileleri terk etmektir.
4 "Hak daima üstün gelir; hakka galebe edilmez." (Keşfü’l-Hafa, 1:127, Hadis No: 362.)
5 Akıllı olanlara bu dediklerim yeterlidir. Ben köyü çağırdım-eğer köyde kimseler varsa.