ALTINCI BÖLÜM

NUR TALEBELERİNİN ÖZELLİKLERİ



İnsanlann hürmet ve ikrâmını arzu etmemek


Biz, insanlann hürmet ve ihtirâmından ve şahsımıza âit hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz îtibâriyle cidden kaçıyoruz. Husûsan acîb bir riyâkârlık olan şöhretperestlik ve câzibedar bir hodfüruşluk olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nur’un bir esâsı ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münâfidir. Onu arzulamak değil, bilâkis şahsımız îtibâriyle ondan ürküyoruz. Yalnız Kur’ân’ın feyzinden gelen ve i’câz-ı mânevîsinin lemeâtı olan ve hakîkatlerinin tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risâle-i Nur’un revâcını ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zâhir mânevî kerâmâtım ve îmân noktasında zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlûp ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz ve onu rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz.

Emirdağ Lâhikası-I, s.191-192.




Şan-şöhret peşinde koşmamak


Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binâen, hizbü’1-Kur’ân’ın fedâkâr hâdimlerini hubb-u câh
vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o mânevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Şöyle ki:
İnsanda, ekseriyet îtibâriyle hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şân ü şeref denilen riyâkârâne, halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevkî sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î-küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için, hayatını fedâ eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder. Ehl-i âhiret için bu his gâyet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gâyet dağdağalıdır; çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani bir insanı yakalamak ve kendine çekmek; onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onun ile onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyâde korktuğum, bunların bu zayıf damanndan ehl-i ilhâdın istifâde etmek ihtimâlidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakîki olmayan bâzı bîçare dostlanmı o sûretle çektiler, mânen onlan tehlikeye attılar.
HAŞİYE
Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bu hubb-u câh cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanın hafiyelerine veya ehl-i dalâletin propagandacılarına veya şeytanın şâkirtlerine deyiniz ki:
"Evvelâ, rızâ-yı İlâhî ve iltifât-ı Rahmânî ve kabul-ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in’ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek birşey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez."

Mektûbât, s. 401-402.

Ey kardeşlerim, sizler biliyorsunuz ki, bizim mesleğimizde, benlik, enâniyet, şân ü şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsâs eden hâlâttan şiddetle içtinâb ediyoruz.

Kastamonu Lâhikası, s.104.



Enâniyeti büyük tehlikelerden biri olarak bilmek


Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enâniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i
hakîkat-hattâ meşrû bir tarzda dahi olsa- enâniyetten,hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risâle-i Nur’un hakîki şâkirtleri, buz parçası olan enârıiyetlerini şahs-ı mânevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden inşaallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.

Şûâlar, s. 267.

Ehl-i dalâletin tarafgirleri, enâniyetten istifâde edip, kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakîkaten, insanda en tehlikeli damar, enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla, Çok fena şeyleri yaptırabilirler.
Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki şu asırda, ehl-i dalâlet, ene’ye binmiş, dalâlet vâdilerinde koşuyor. Ehl-i hak bilmecburiye, eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimâlinde haklı dahi olsa, mâdem ki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber etrâfına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye eneyi kabul etmiyor, "nahnü" isıiyor; "`Ben’ demeyiniz, `Biz’ deyiniz" diyor. Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki, enesiz bir hâdim-i Kur’ânî
olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş. Bununla beraber, katî deliller ile sizlere ispat etmiştir ki, meydan-ı istifâdeye vaz’ edilen eserler mîrî malıdır, yani Kur’ân-ı Hakîmin tereşşuhâtıdır; hiç kimse enesiyle onlara temellük edemez. Haydi faız-ı muhâl olarak ben enemle o eserlere sahip çıkıyonım. Benim bir kardeşimin dediği gibi, mâdem bu Kur’ânî hakîkat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemâl, arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğnâ etmemelidirler. Selef-i sâlihînin ve muhakkikîn-i ulemânın âsarları, çendan her derde kâfı ve vâfi bir hazîne-i azîmedîr; fakat bâzı zaman olur ki, bir anahtar bir hazîneden ziyâde ehemmiyetli olur. Çünkü hazîne kapalıdır; fakat bir anahtar, çok hazîneleri açabilir. Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zâtlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, hakâik-ı Kur’âniyenin birer anahtarı ve o hakâikı inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemâl ya kuvvetli enâniyet-i ilmiyeyi taşıyan zâtlar bilsinler ki, bana değil, Kur’ân-ı Hakîme talebe ve şâkirt oluyorlar. Ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi farz-ı muhâl olarak ben üstadlık dâvâ etsem, mâdem şimdi ehl-i îmânın tabakâtını, avâmdan havassa kadar, mâruz kaldıkları evham ve şübehâttan kurtarmak çaresini bulduk, o ulemâ, ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemâü’s-sû’ hakkında bir tehdid-i azîm var.Bu zamanda ehl-i ilim ziyâde dikkat etmeli. Haydi farz etseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi, ben, benlik hesâbına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba, dünyevî ve millî bir maksat için, çok zâtlar toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri halde, acaba bu kardeşiniz, hakîkat-i Kur’âniye ve hakaik-ı îmâniye etrafında, kendi enâniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi, terk-i enâniyetle hakaik-ı Kur’âniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de, ona "Lebbeyk!" dememesinde haksız değil midirler?

Kardeşlerim, enâniyetin içimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Eğer sırf Lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahele eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına hased etmez ve kalbi aklına rekabet etmez; öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde herbiriniz bir duygu, bir âza hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.
Birşey daha kaldı, en tehlikesi odur ki; içinizde ve ahbabınızda, bu fakir karde,rinize karşı bir
kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi o ilmî enâniyeti cihetinde iıntiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risâlelere karşı muâraza ister. Kalbi risâleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder. Tâ ki kendi mahsülât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.

Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyonım ki: Bu dürûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri-ulûm-u îmâniye cihetinde-yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve îzahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmâniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve îzah hâricinde birşey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhatıdır. Bizler, taksimü’la’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip, o
âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.

Mektubât, s. 412-413.




Tevâzu ve mahviyet sahibi olmak

Bu zamanda hizmet-i îmâniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesânüd ve ittihâdı muhâfaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velîden ziyâde mevkî alıyor.
Şûâlar, s. 266.

Evet, bahtiyar (odur ki), kevser-i Kur’ ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.
Lem’alar, s.159.




Dîne hizmet ettim diye gururlanmamak

Sen ey riyâkâr nefsim! Dîne hizmet ettim diye gururlanma. sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini
Sözler, s. 436.
Allah bu dîni günahkâr adamla kuvvetlendirecektir recûl-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nîmetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i sanat bil; ucb ve riyâdan kurtul.
Sözler, s. 436

Hem deme ki, "Halk içinde ben intihap edildim, bu meyveler benim ile gösteriliyor; demek bir meziyetim var." Hayır, hâşâ; belki, herkesten evvel sana verildi. Çünkü; herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan, en evvel senin eline verildi.

Sözler, s. 210.



Tezellüle girmeden hizmet etmek


Nasıl ki, bir padişahın âdi bir hizmetkârı ve bîçare bir neferi; padişah nâmına feriklere, paşalara hedâyâyı şâhânesini ve nişanlarını veriyor, onları minnettar ediyor. Eğer ferikler ve müşirler, "Bu âdi nefere neden tenezzül edip elinden ihsan ve nişanları alıyonız?" deseler, mağrurâne bir dîvâneliktir. Eğer o nefer dahi, vazifesinin haricinde müşire kıyâm etmezse, kendini ondan yüksek görse, eblehcesine bir dîvâneliktir. Hem, eğer o memnun olan feriklerden birisi, müteşekkirâne o neferin kulübeciğine tenezzülen misâfir gitse; kuru ekmekten başka bulmayan o nefer mahcup kalmamak
için, o hâli gören ve bilen padişah-elbette o neferini mahcup etmemek için-matbâh-ı şâhâneden, sâdık hizmetkârının muhterem misâfırine tabla gönderir. Öyle de, Kur’ân-ı Hakîmin sâdık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun, Kur’ân nâmına, en büyük insanlara emirlerim çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur’ân’ın âlî elmaslannı yalvararak mütezellilâne değil, belki müftehirâne ve müstağniyâne satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona mürâcaatında, kendine medâr-ı gurur bulamaz ve haddinden tecâvüz etmez. Eğer o hazîne-i kudsiyenin müşterileri içinde bâzıları, o bîçare hizmetkâra velâyet nazarıyla baksalar, elbette hakîkat-i Kur’âniyenin merhamet-i kudsiyesi şânındandır ki, o hizmetkârını mahcup etmemek için, hazîne-i hâssa-i İlâhiyeden o hizmetkârın hiç haberi ve medhali olmadan, onlara medet versin ve himmet ederek feyizdar etsin.

Mektûbât, s. 338-339.




Uhuvvetkârâne tesânüd etmek ve kardeşleri tenkit etmemek

Hayat, vahdet ve ittihâdın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihat gittiği vakit, mânevî hayat da gider.

-1- işaret ettiği gibi, tesânüd bozulsa,cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa, kıymeti üçtür--tesânüd-ü adedî ile içtimâ etse, yüz on bir kıymetinde olduğu gibi; sizin gibi üç dört hâdim-i Hak, ayn ayn ve taksimü’1-a’mâl olmamak cihetiyle hareket etse, kuvvetleri üç dört adam kadardır. Eğer hakîki bir uhuvvetle, birbirinin fazîletleriyle iftihar edecek bir tesânüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefânî sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler. Sizler koca Isparta’yı değil, belki büyük bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinenin çarkları birbirine muâvenete mecburdur.Hem, birbirini kıskanmak değil, belki, bilâkis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farz ettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünkü, vazifesini tahfıf ediyor. Hak ve hakîkatin, Kur’ân ve îmânın hizmeti olan büyük bir hazîne-i âliyeyi omuzlannda taşıyan zâtlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder. Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardaşlarınızdan hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahıum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkkî ediyorum. Siz de üstâdınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdetâ, her biriniz ötekinin fazîletlerine nâşir olunuz.
Barla Lâhikası, s. 88.




İhlâs kâideleriyle hareket etmek

Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem’a-i ihlâsın düsturlarını ve hakîki ihlâsın sırrını mâbeynimizde ve birbirimize karşı istimâl etmek vücub derecesine gelmiş.
Bizler birbirimize-lüzûm olsa-rûhumuzu fedâ etmeye hizmet-i Kur’âniye ve îmâniyemiz iktizâ ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle, hakîki fedakârlar birbirine karşı küsmeye değil, belki kemal-i mahviyet ve tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır, muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeye çalışır. Yoksa habbe kubbe olup tâmir edilmeyecek bir zarar verebilir.

Şûâlar, s. 422.




Tesânüdü en önemli bağ bilmek ve onu muhâfaza etmek

Evet, velâyetin kerâmeti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerâmeti vardır. Samîmiyetin dahi kerâmeti
vardır. Bâhusus lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samîmi tesânüdün çok kerâmetleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir velî-yi kâmil hükmüne geçebilir; inâyâta mazhar olur.
Barla Lâhikası, s.13.

Şimdi en ziyâde bizi ve Nurları vurmak ve sarsmak için en fena plân, Nur Talebelerini birbirinden soğutmak ve usandırmak ve meşrep ve fıkir cihetinde birbirinden ayırmaktır.
Şuâlar, s. 431.
Evvel âhir tavsiyemiz, tesânüdünüzü muhâfaza; enâniyet, benlik, rekâbetten tahaffüz ve îtidâl-i dem ve ihtiyattır.
Şûâlar, s. 262.

Mesleğimizde zaman, mekân sohbetimize mâni olamaz. Şarkta, garbda, hattâ âhirette, berzahta olsa da, beraberiz. Meselâ, berzahta Hâfız Ali (r.li.), hergün mânen yanımızdadır. Bu hakîkate binâen, sûrî ayrılmaya, hattâ ölüme ehemmiyet vermemeliyiz.
Emirdağ Lâhikası-I, s. 93.


Bizim mesteğimizde sohbet-i sûriye ehemmiyeti azdır.

Kastamonu Lâhikası, s. 159.

Pekçok, ayrı ayrı tarzda Risâle-i Nur aleyhinde yaptıkları desîseler ve tedbirler ve şâkirtleri soğutmak ve sarsmak plânları, husûsan derd-i maîşet belâları, Risâle-i Nur’un inkişâfını durdurmuyor. Günden güne tevessü’ ediyor. Hattâ en ziyâde hücum edenler dahi, perde altında istifâdeye çalışıyorlar. Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, inâyet-i İlâhiye ve himâyet-i Rabbâniye devam ediyor. Fakat, yalnız ehemmiyetli bir plânla, ayrı bir cephede, mütemerrid münâfıklar tarafından bir hücum var. Çok ihtiyat ve dikkat ve sebat ve tesânüd lâzımdır ki, tâ onların bu plânı da akîm kalsın. Plân budur: Risâle-i Nur talebeleri içinde tesânüdü bozmak. On sekiz seneden beri hakkımızda programları, has talebeleri bizden kaçınnak, soğutmak idi. Bu plânları akîm kaldı. Şimdi, tesânüdü bozmak ve bâzı menfaatperest, fakat ehl-i ilim ve ehl-i dinden, Risâle-i Nur’un cereyânına karşı rakip çıkarmak süretiyle intişârına zarar vermeye çalışıyorlar.
Hem, Ramazan Risâlesinin âhirinde; nefs-i emmâreyi her nevî azaptan ziyâde açlık ile temerrüdünü terk ettiği gibi, şimdiki ehl-i nifâkın mütemeıridâne sefâhetinin cezâsı olârak, umûma ve mâsumlara da gelen
bu açlık ve derd-i maîşet belâsından ehl-i dalâlet istifâde edip, Risâle-i Nur hizmetini her belâya, her derde bir çare, bir ilâç bulmuşlar. Biz her gün hizmet derecesinde, maîşette kolaylık, kalbde ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz, görüyoruz. Elbette bu dehşetli yeni belâlara, musîbetlere karşı da, yine Risâle-i Nur’un hizmetiyle mukâbele etmemiz lâzımdır.

Kastamonu Lâhikası, s.177.



İktisâdı esas tutmak

Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya (yani fakire) pâdişah gibi, lezzet-i nîmetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisad vasıtasıyla aldığı lezzet, bir pâdişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlık ile yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyâde lezzetlidir. Cây-ı hayrettir ki, bâzı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisadçıları, "hısset’ ile ittiham ediyorlar. Hâşâ, iktisat, izzet ve cömeıtliktir; hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin iç yüzüdür.
Lem’alar, s. 133.




Tamâ göstermemek

Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor; ve veren de Cenâb-ı Haktır, O hem Rahîm, hem Kerîm’dir;
Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir sûrette gayr-i meşrû bir tarzda yüz suyu dökmekle, vicdânını, belki bâzı mukaddesâtını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mâl-I haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir dîvâneliktir.

Evet, ehl-i dünya, husûsan ehl-i dalâletin münâfıkları sizi insâniyetin şu zayıf damarı olan tamâ yüzünden yakalasalar, geçen hakîkati düşünüp, bu fakir kardeşinizi nümûne-i imtisâl ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyâde sizin hayatınızı idâme ve rızkınızı temin eder. Bâhusus size verilen o gayr-i meşrû para, sizden ona mukâbil bin kat fazla fıyat isteyecek. Hem, her saati size ebedî bir hazîneyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu böyle bir zarar ve boşluktur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.
Mektûbât, s. 406-407.




Riyâdan sakınmak

Riyâya dâir Üç Nokta yazılacak.


Birincisi : Farz ve vâciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve Sünnet-i Seniyyenin ittibâında ve haramların terkinde riyâ giremez, izhârı riyâ olamaz. Meğer, gâyet zaaf-ı îmanla beraber, fıtraten riyâkâr ola. Belki, şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibâdetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’ l-İslâm İmâm-ı Gazâlî (r.a.) gibi zâtlar beyan ediyorlar. Sâir nevâfılin ihfâsı çok sevaplı olduğu halde, şeâire temas eden, husûsan böyle bid’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerâfetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde haramların terkindeki takvâyı izhâr etmek, değil riyâ, belki ihfâsından pekçok derece daha sevaplı ve hâlisdir.

İkinci Nokta :Riyâya, insanları sevk eden esbâbın birincisi zaaf-ı îmandır. Allah’ı düşünmeyen, esbâba perestiş eder, halklara hodfüruşlukla riyâkârâne vaziyet alır.
Risâle-i Nur şâkirtleri, Risâle-i Nur’dan aldıkları kuvvetli îmân-ı tahkîkî dersiyle esbâba ve nâsa ubûdiyet noktasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubûdiyetlerinde onlara gösterişle riyâ etsinler.
İkinci Sebep: Hırs ve tamâ, zaaf-ı fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet almaya sevk ediyor.
Risâle-i Nur’un şâkirtleri iktisat ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rızâ gibi Risâle-i Nur’un dersinden aldıkları izzet-i îmâniye, inşâallah onları riyâdan ve dünya menfaatleri için hodfüruşluktan meneder.


Üçüncü Sebep: Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sâhibi olmak, emsâline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmakla riyâ eder.
Risâle-i Nur şâkirtleri, ene’yi nahnü’ye tebdil ettikleri, yani enâniyeti bırakıp, Risâle-i Nur dâiresinin şahs-ı mânevisînin hesâbına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatin fenâ f’iş-şeyh, fenâ fi’r-resûl ve nefs-i emmâreyi öldürmek gibi riyâdan kurtaran vâsıtaların bu zamanda birisi de fena fı’1-ihvan, yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı mâneviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah, ehl-i hakîkatın riyâdan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.
Üçüncü Nokta : Vazife-i dîniye îtibâriyle nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makâmın iktizâ ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfüruşluk ve riyâ sayılmaz ve sayılmamalı. Meğer, o adam, o vazifeyi kendi enâniyetine tâbî edip istimâl eder.
Evet, bir imam, imâmet vazifesinde tesbihâtları izhâr eder, ismâ eder; hiçbir cihette riyâ olamaz. Fakat, vazife haricinde o tesbihâtlârı âşikâre halklara işittirmeye riyâ girebildiği için, gizlisi daha sevaplıdır.


Risâle-i Nur’un hakîki şâkirtleri, neşriyât-ı dîniyelerinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibâdetlerinde ve içtinâb-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur’ân hesâbına vazifedar sayılırlar; inşâallah riyâ olmaz. Meğer ki; Risâle-i Nur’a başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola.
Kastamonu Lâhikası, s.134-135.




Tasannua girmemek

Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samîmi dindarlar ve ciddî Müslümanlar, eğer herbiri bir velî, hattâ bir kutub ğörünse, benim nazanmda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyâdeleştirecek; ve eğer birer âmî ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim. Çünkü böyle pek ağır şerâit altında îman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkındedir. Şahsî makamlar ve hüsn-ü zanların ilâve ettikleri meziyetler, böyle dağdağalı, sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını kırmakla muhabbetleri azalır ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhâfaza etmek için tasannûya ve tekellüfe ve sıkıntılı vakara mecburiyet hisseder. İşte hadsiz şükür olsun ki, bizler böyle soğuk tekellüflere muhtaç olmuyoruz.
Şûâlar, s. 258.





Îman hizmetinde korku duygusu taşımamak


İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zâlimler, bu korku damarından çok istifâde etmektedirler. Onunla, korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalâletin propagandacıları, avâmın ve bilhassa ulemânın bu damarından çok istifâde ediyorlar; korkutuyorlar, evhamlannı tahrik ediyorlar. Meselâ, nasıl ki damda bir adamı tehlikeye atmak için, bir dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen birşeyi gösterip, vehmini tahrik edip kova kova tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi, çok ehemmiyetsiz evham ile, çok ehemmiyetli şeyleri fedâ ettiriyorlar. Hattâ, bir sinek beni ısırmasın diyerek, yılanın ağzına girer.
Işte ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhadın dalkavuklan, sizi korkutmak ile kudsî cihâd-ı mânevînizden vazgeçirmek için siıe hücum etseler; onlara deyiniz: "Biz hizbü’l-Kur’ ân’ ız, -2- sırrıyla,

Kur’ân’ın kal’asındayız. -3- etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimâlden bir ihtimâl ile, şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz binler zarar verecek bir yola, bizi ihtiyârımızla sevk edemezsiniz." Ve deyiniz: "Acaba hizmeti Kur’âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbîrinde üstâdımız ve ustabaşımız olan Said Nursî’nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki, biz de göreceğiz ve o görmek ihtimâli ile telâş edeceğiz. Bu kardeşimizin, binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-ı içtimâiyesine tesirli bir sûrette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Husûsan, o zaman elinde siyâset topuzu vardı, şimdi o topuz yerine nur-u hakîkat var. Eskiden, Otuz Bir Mart Hâdisesinde, çendan onu da karıştırdılar, bâzı dostlarını da ezdiler; fakat, sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem, o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binâen, bin değil, binler ihtimâlden bir tek ihtimâl-i tehlike korkusuyla bir hazîne-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hâtırına gelmemeli" deyip ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz. Hem o dalkavuklara deyiniz ki:
"Yüz binler ihtimâlden bir ihtimâl değil, yüzden yüz ihtimâl ile bir helâket gelse, zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu bırakıp kaçmayacağız." Çünkü mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki, büyük kardeşine veyahut üstâdına tehlike zamanında ihânet edenlerin, gelen belâ, en evvel onların başında patlar; hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış, hem cesedi ölmüş, hem rûhu zillet içinde mânen ölmüş. Onlara ceza verenler, kâlblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünkü derler,
"Bunlar mâdem kendilerine sâdık ve müşfık üstadlarına hâin çıktılar, elbette çok alçaktırlar, merhamete değil, tahkire lâyıktırlar."
Mâdem hakîkat budur. Hem mâdem bir zâlim ve vicdansız bir adam birisini yere atıp ayağıyla onun başını katî ezecek bir sûrette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zâlimin ayağını öpse, o zillet vâsıtasıyla, kalbi başından evvel ezilir, rûhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem, o. canavar vicdansız zâlime karşı zaaf

göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zâlimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zâlimlerin hayâsız yüzlerine!
Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyâde yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır; en az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir. mâna-i işârîsiyle gösteriyor ki, "Firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyâde karşılıyorlar."
Mektûbât, s. 403-406.




Vazifegüzarlığa kalkmamak; tenbelliğe düşmemek

Altıncı desîse-i şeytâniye şudur ki: İnsandaki tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifâde eder. Evet, şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan metîn kalbli, sadâkati kuvvetli, niyeti ihlâslı, himmeti âlî gördükleri vakit, başka noktalardan hücum ederler. Şöyle ki:
İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, onların tenbelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifâde ederler. Onlar, öyle desîselerle onları hizmet-i Kur’âniyeden alıkoyuyorlar ki, haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar; tâ ki hizmet-i Kur’ âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da, dünyanın câzibedar şeylerini gösteriyorlar ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin ve hâkezâ...

Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibâdet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir; biliniz ki, elinizden kaçmasın.
Mektûbât, s. 414.





İnsânî zaafların îmân hizmetine mâni olmasına fırsat vermemek


Hem gizli düşmanlarım, hem nefsim, şeytanın telkiniyle zayıf bir damarımı arıyorlar ki, beni onunla yakalayıp Nurlara tam ihlâsla hizmetime zarar gelsin. En zayıf damar ve dehşetli mâni, hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verdikçe, hiss-i nefs-i cisim galebe eder, "zarûrettir, mecburiyet var" der, ruh ve kalbi susturur, doktoru müstebit bir hâkim gibi yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilâçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise, fedâkârâne, ihlâsla hizmete zarar verir.


Hem, gizli düşmanlarım da bu zayıf damarımdan istifâdeye çalışmışlar ve çalışıyorlar-nasıl ki korku ve tamâ ve şân ü şeref cihetinde çalışıyorlar. Çünkü, insanın en zayıf damarı olan korku cihetinde bir halt edemediler; îdamlarına beş para vermediğimizi anladılar.


Sonra, insanın bir zayıf damarı, derd-i maîşet ve tamâ cihetinde çok soruşturdular. Nihayetinde, o zayıf damardan birşey çıkaramadılar. Sonra, onlarca tahakkuk etti ki, onlar mukaddesâtını fedâ ettikleri dünya malı, nazarımızda hiç ehemmiyeti yok ve çok vukuâtlarla onlarca da tahakkuk etmiş. Hattâ bu on sene zarfında yüz defadan ziyâde resmen "Ne ile yaşıyor?" diye mahallî hükûmetlerden sormuşlar.


Sonra, en zayıf bir damar-ı insânî olan şân ü şeref ve rütbe noktasında bana çok elîm bir tarzda o zayıf damarımı tutmak için emredilmiş. İhânetler, tahkirlerle, damara dokunduracak işkencelerle dahi hiçbir şeye muvaffak olamadılar ve katiyen anladılar ki, onlann perestiş ettiği dünya şân ü şerefini bir riyâkârlık ve zararlı bir hodfüruşluk biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet verdikleri hubb-u câh ve şân ü şeref-i dünyeviyeye beş para ehemmiyet vermiyoruz, belki onları bu cihette dîvâne biliyoruz.
Sonra, bizim hizmetimiz îtibâriyle bizde zayıf damar sayılan, fakat hakîkat noktasında herkesin
makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan mânevî makam sahibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakkî etmek ve o nîmet-i İlâhiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırrı-ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya binâ edilen hizmet-i îmâniye ile şahsî makâm-ı mâneviyeyi aramamak iktizâ ediyor. Harekâtında onlan istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakîki ihlâsın sırrı bozulmasın. İşte bunun içindir ki, herkesin aradığı keşf ü kerâmâtı ve kemâlât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı, zayıf damarlarımı tutmaya çalışanlar anladılar, bu noktada dahi mağlûp oldular.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 239-240.




Risâle-i Nur’ a perde olmamak

Risâle-i Nur Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım; tâ ki, kusurlarım ona sirâyet etsin. Belki o Nur’un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherât dükkânının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim; ona sirâyet edemez, ona dokunamaz. Zâten Risâle-i
Nur’un bize verdiği ders de, hakîkat-i ihlâs, ve terk-i enâniyet ve dâimâ kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini ehl-i îmâna gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene-fakat hakîkat olmak şartıyla-minnettar oluyoruz, Allah râzı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluıuz; kusurumuzu-fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’alara ve dalâlete yardım etmemek kaydı ile-kabul edip minnettar oluyoruz.
Emirdağ Lâhikası-I, s. 49.

Deniliyor ki : "Neden, Nur şâkirtlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve katî kanaatleri, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyâde şevklerine medâr olan bir makâmı ve kemâlâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risâle-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?"


Elcevap : Hadsiz hamd ve şükür olsun ki, Risâle-i Nur’un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var ki, benim şahsımda zannedilen meziyete, istidâda ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi, müellifin kâbiliyetine bakıp, makbuliyeti ve kuvveti ondan almıyor. İşte meydanda, yirmi senedir katî hüccetlerine dayanıp, şahsımın maddî ve mânevî düşmanlarını teslime mecbur ediyor. Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i istinad olsaydı, dinsiz düşmanlarım ve insafsız muârızlarım kusurlıı şahsımı çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki o düşmanlar, dîvâneliklerinden, yine her nevî desîselerle beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü âmmeyi kırmaya çalıştıkları halde, Nurların fütûhâtına ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bâzı zayıf ve yeni müştakları bulandırsa da, vazgeçiremiyorlar.
Bu hakîkat için, hem bu zamanda enâniyet ziyâde hükmettiği için, haddimden çok ziyâde olan hüsn-ü zanları kendime almıyorum ve ben, kardeşlerim gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum. Hem, kardeşlerimin bu bîçare kardeşlerine verdiği makâm-ı uhrevî, hakîki, dînî makam ise, Mektubât’ta İkinci Mektubun âhirindeki kâideye göre, "Şahsıma verdikleri mânevî hediye olan kemâlâtı-eğer hâşâ-ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir; kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lâzım geliyor." Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enâniyet müdâhale edebilir.

Birşey daha kaldı ki; dünya cihetinde, hakâik-ı îmâniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa daha iyi tesir eder, denilebilir. Bunda da iki mâni var:
Birisi: Farazâ velâyet olsa da, bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velâyetin mâhiyetindeki
ihlâs ve mahviyete münâfidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhâr ve dâvâ edemezler; onlara kıyas edilmez.
İkinci Mâni: Pekçok cihetlerle çürütülebilir ve fânî ve cüz’î ve. muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakâik-ı îmâniyenin fütûhâtına zarar gelir. Fakat bir nokta var ki, mûcib-i şükrandır. Ehl-i siyâsetteki düşmanlarım, mezkûr hakîkatleri bilmedikleri için, şerefli, izzetli eski Said’i düşünüp mütemâdiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihânet ve tenkîs etmekle meşgul oluyorlar. Bâzı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar. Güyâ Nurları söndürmeye çalışıyorlar. Halbuki Nurları daha ziyâde parlattırmaya vesîle oluyorlar. Nurlar, âdi şahsımdan değil, Kur’ân güneşinin menbâından nurları alıyor.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 223-224.





Kendi nefsini ittiham edip, meslektaşına taraftar olmak

Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, dâimâ karşısındaki meslektaşına taraftar olmak. Fenn-i âdâb ve ilm-i münâzaranın ulemâsı mâbeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: "Eğer bir mes’elenin münâzarasında kendisinin haklı çıktığına taraftar
olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna ınemnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit o münâzarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor; belki gurur ihtimâliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes’eleyi öğrenip, menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek, insaflı hakperest, hakkın hatın için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rızâ ile kabul edip, taraftar çıkar, memnun olur.

İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakîkât, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlâsı kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukut ve musîbet-i hâzıradan rahmet-i İlâhiyye ile kurtulurlar.

Lem’alar, s. 152.



Kendisi haklı da olsa, kardeşine îtiraz ve tenkit etmemek

[ Birden rûhuma gelmiş bir endişeyi beyân ediyorum.]

Ehl-i dalâlet, Risâle-i Nur’un elmas kılınçlarına mukâbele edemedikleri için, şâkirtleri içinde, derd-i maîşet cihetinden ve bahar mevsimi gafletinden
istifâde ederek-meşrepler veya hissiyâtları muhâlefetinden-zayıf damarları bulup, şâkirtler içindeki tesânüdü sarsmak istediklerini hissettim ve anladım. Sakın, çok dikkat ediniz! İçinize bir mübâyenet düşmesin. İnsan, hatâdan hâlî olamaz. Fakat, tevbe kapısı açıktır.
Nefis ve şeytan, sizi kardeşinize karşı îtiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki, "Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nur’un en kuvvetli râbıtası olan tesânüde fedâ etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice îtibâriyle, dünyaya, enâniyete âit herşeyi fedâ etmek vazifemizdir" deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ birşey varsa, meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsâmaha ile birbirine bakmak şimdi elzemdir.
Kastamonu Lâhikası, s.176.




Birbirine gücenmemek ve küsmemek

Bu şiddetli maddî ve mânevî kıştaki galâ ve varlık içinde kaht ve derd-i maîşet, fukarâlara ağır basması cihetinde, ekseri fakirü’l:hâl olan Risâle-i Nur şâkirtlerinin bu dehşetli hâle karşı sarsılmaları ve tesânüdleri bozulması ihtimâliyle ziyâde endişe ediyordum.


Sizler her zamandan ziyâde bu fırtınada tesânüdünüzü ve ittihâdınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i îmâniyesi hesâbına mükellef ve muhtaçsınız.
Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifâde edip, sizlere büyük zarar verebilirler. Derd-i maîşet zarûretine karşı, iktisat ve kanaatle mukâbele etmeye zarûret var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakîkati, ehl-i tarîkati dahi bir nevî rekâbete sevk ettiği için, endişe ederim. Risâle-i Nur şâkirtleri içinde şimdiye kadar bu cihet onları zedelememiş; inşaallah yine zedelemez. Fakat herkes bir ahlâkta olamaz. Bâzıları, meşrû dairede rahatını istese de, îtiraz edilmemeli. Zarûrete düşen bir şâkirt zekâtı kabul edebilir. Risâle-i Nur’un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de Risâle-i Nur’a bir nevî hizmettir; hem, yardım edilmeli. Fakat hırs ve tamâ ve lisân-ı hâl ile istemek olmamalı. Yoksa; ehl-i dalâlet -ki, hırs ve tamâ yolunda dînini fedâ etmiş onlar nazarında, kıyâs-ı binnefs cihetiyle, "Risâle-i Nur’un bir kısım şâkirtleri dahi dînini dünyaya âlet ediyorlar" diye çirkin bir ittiham ile taarruzlarına meydan açar.


Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını ve bâzan Hücumât-ı Sitte Risâlesi’ni mâbeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve metânet ve tesânüd ve ittifâkınız, bu memlekete medâr-ı iftihar olacak ve istikbâlini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesânüdünüzü bozmasın.
Kastamonu Lâhikası, s. 1.67.

Kur’ân-ı Azîmüşşânın hürmetine ve alâka-i Kur’âniyenizin hakkına ve Nurlar ile yirmi sene zarfında îmâna hizmetinizin şerefıne, çabuk bu dehşetli, zâhiren küçücük, fakat vaziyetimizin nezâketine binâen pek elîm ve fecî ve bizi mahva çalışan gizli münâfıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vazgeçiniz ve geçiriniz. Yoksa, bir dirhem şahsî hak yüzünden bizlere ve hizmet-i Kur’âniyeye ve îmâniyeye yüz batman zarar gelmesi-şimdilik-ihtimâli pek kavîdir. Sizi kasemle temin ederim ki, biriniz bana en büyük bir hakâret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur’âniye ve îmâniye ve Nuriyeden vazgeçmezse, ben onu helâl ederim, barışırım, gücenmemeye çalışırım. Mâdem cüz’î bir yabânîlikten düşmanlarımız istifâdeye çalıştıklarını biliyorsunuz, çabuk barışınız. Mânâsız, çok zararlı nazlanmaktan vazgeçiniz. Yoksa bir kısmımız Şemsi, Şefik,
Tevfık gibi muârızlara sûreten iltihak edip hizmet-i îmâniyemize şimdiye kadar bir zâyiâta bedel çokları o sistemde vermiş. İnşaallah yine imdâdımıza yetişir.
Şûâlar, s. 432.




Biribirine tarafgirâne bakmamak

Mâbeynimizdeki hakîki ve uhrevî uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz. Mâdem ben size bütün kuvvetimle îtimat edip bel bağlamışım ve sizin için, değil yalnız istirahatimi ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle rûhumu da fedâ etmeye karar verdiğimi bilirsiniz, belki de görüyorsunuz.

Şûâlar, s. 420.




Birbirinin kusuruna bakmamak ve affedici davranmak

Baba ne kadar haksız da olsa, oğul, onun rızâsını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa, baba, şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli. Değil böyle baba ve evlât ve mümtaz seciyeli ve Risâle-i Nur’un baş şâkirtleri, belki birbirinden çok uzak ve düşman da olsalar, Risâle-i Nur’un hatırı için Risâle-i Nur şâkirtlerinin mâbeynindeki tefânî, birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturu ile, bu iki kardeşim dünyevî ve cüz’î ve hissî
şeyleri medâr-ı münâkaşa etmesinler. Pederlik ve veledliğin iktizâ ettiği hürmet ve şefkatle beraber, Nurun şâkirtliği iktizâ ettiği kusura bakmamak ve affetmek ve benim çok sevdiğim iki kardeşim-benim hatırım için-birbirini tenkit etmemek lâzım geliyor.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 88.




Birbirinin kusurunu örtmeye çalışmak

Sizdeki ihlâs ve sadâkat ve metânet, şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve setretmeye kâfi bir sebeptir ve Risâle-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adâlet-i İlâhiye hasenelerin seyyielere râcih gelmesiyle affettiğine binâen, siz de hasenelerin rüçhânına göre muhabbet ve af muâmelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asâbîlik ile zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. İnşaallah, birbirinize sürurda ve tesellîde yardım edip, sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.

Şûâlar, s. 277.




Kendi kusurunu görmek

Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, îmânını kurtarmaktır, başkaların îmânına kuvvet verecek bir
sûrette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medâr şeylerden çekin. Tevâzu, mahviyet ve terk-i enâniyet, bu zamanda ehl-i hakîkate lâzım ve elzemdir. Çünkü bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakîkat, mahviyetkârâne dâimâ kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir. Sizin gibilerin ağır şerâit içinde kahramancasına îmânını ve ubûdiyetini muhâfaza etmesi, büyük bir makamdır.

Emirdağ Lâhikası, s. 62.




Biribirine sû-i zan etmemek

Risâle-i Nur şâkirtlerinin tesânüdlerine zarar vermek için, birbirinin hakkında sû-i zan verdiriyorlar; tâ birbirini ittiham etsin. Belki filân talebe bize câsusluk ediyor der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz. Gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukâbele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz. Sır vermeyiniz. Zâten sırrımız yok; fakat, vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor, ıslâhına çalışınız.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 107.




Birbiriyle münâkaşa etmemek

Sakın sakın münâkaşa etmeyiniz; câsus kulaklar istifâde ederler. Haklı olsa, haksız olsa, bu hâlimizde
münâkaşa eden haksızdır; bir dirhem hakkı varsa, münâkaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.
Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikâyeyi tekrar ediyonzm: Eski Harb-i Umûmide Rusya’nın şimâlinde doksan zâbitimizle beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zâtların bana karşı haddimden çok ziyâde teveccühleri bulunmasından, nasihatla gürültülere meydan vermezdim. Fakat, birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münâkaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç dört adama dedim: "Siz gürültü işitseniz, gidiniz, haksıza yardım ediniz." Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münâkaşalar kalktı. Benden sordular: "Neden bu haksız tedbiri yaptın?" Dedim:
"Haklı adam, insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umûminin yüz dirhem menfaatine fedâ eder. Haksız ise ekseriyetle enâniyetli olur, fedâ etmez, gürültü çoğalır."

Şûâlar, s. 269-270.




Birbirine güvenmek ve yardım etmek

Sizin tesânüdünüze benim ziyâde ehemmiyet verdiğimin sebebi yalnız bize ve Risâle-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkîkî îmâmın dairesinde olmayan ve
nokta-i istinâda ve sarsılmayan bir cemaatin katî buldukları bir hakîkate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm ehl-i îmân için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir mercî, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesânüdünüzü gören kanaat eder ki, "Bir hakîkat var; hiçbir şeye fedâ edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûp olmaz" diye kuvve-i mâneviyesi ve îmânı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefâhete iltihaktan kurtulur.

Şûâlar, s. 269.




Birbirine minnettarlık duyma yerine, duâ ve tebrik etmek

Risâle-i Nur’un şâkirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nîmetlerine mazhar bâzı zâtlar-Hüsrev, Re’fet gibi-iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstâdına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nîmet-i istifâde ile, Üstadlarına ihsan ettiği nîmet-i ifâdeyi beraber kılmış, mukârenet vermiş. Onlar derler ki: "Eğer Üstâdımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifâdesi, istifâdemize illettir." Ben de derim:
"Ey kardeşlerim, Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nîmet beraber gelmiş. İki nîmetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas
ederek, bir vakit Risâle-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şâkirtlerine çok minnettarlık hissediyordum ve diyordum ki: `Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir bîçare nasıl hizmet edecekti?’ Sonra anladım ki, sizlere kalem vâsıtasıyla olan kudsî nîmetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakıyet ihsan etmiş. Birbirine iktirân etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, duâ ve tebrik ediniz."

Mesnevî-i Nûriye, s. 147.




Birbirlerine ihlâsla muhabbet beslemek

Medâr-ı necât ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rızâ-yı İlâhî oldcığunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı.

Herşeyde bir ihlâs var. Hattâ muhabbetin de ihlâs ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccüh eder. İşte bir zât bu ihlâslı muhabbeti böyle tâbir etmiş:

Yani, "Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukâbele, bir mükâfat istemiyonım. Çünkü, mukâbilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet, zayıftır, devamsızdır." Hattâ hâlis muhabbete tam mânâsıyla vâlidelerin şefkatleri mazhardır. Vâlideler, o sırr-ı şefkat ile, evlâtlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil, rûhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için fedâ etmeleridir. Tavuğun bütün sermâyesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için-Hüsrev’in müşâhedesiyle-kafasını ite kaptırır.

Mesnevî-i Nûriye, s. 146.




Cemaat içinde şahsî cesâreti kullanmamak

Risâle-i Nur dairesine girenler, şahsî cesâretlerini kıymetleştirmek için, sarsılmaz bir sebat ve metânete ve ihvanlarının tesânüdüne cidden çalışmaya sarf edip, o cam parçası hükmünde şahsî cesâretini,
hakîkatperestlik sıddîkıyetindeki fedâkârlık elmasına çevirmek gerektir.
Evet, mesleğimizde ihlâs-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metânettir. Ve o metânet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuât var ki, öyleler, herbiri yüze mukâbil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş âdi bir adam ve yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velîlere tefevvuk etmişler var.
Hem bir adam, kendi başına cesâreti güzel de olsa, bir cemaat-i mütesânideye girdikten sonra, onların istirahatini ve sarsılmamalarını muhâfaza etmek için, o şahsî cesâreti istimâl edemez.
Kastamonu Lâhikası, s. ??



Birbirini enâniyet vesadâkatsizlikle ittihametmemek

[Birbirinizi enâniyetle ve sadâkatsizlikle ittiham etmemek için, bir hakîkati beyân etmek ihtar edildi.]

Ben bir zaman enâniyetini bırakmış ve nefs-i emmâresi kalmamış büyük evliyâdan, şiddetli bir sûrette nefs-i emmâreden şikâyet ettiğini gördüm, hayrette kaldım. Sonra katî bildim ki, âhir ömre kadar mücâhede-i nefsiyenin sevaptar devamı için nefs-i
emmârenin ölmesi üzerine onun cihazâtı damarlara ve hissiyâta devredilir, mücâhede devam eder. Hem, mânevî kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki kendini ihsâs etsin. Hattâ en büyük makamda bulunanlardan bâzı zâtlara verilen büyük bir ihsân-ı İlâhîyi hissetmediklerinden, kendilerini herkesten ziyâde bîçare ve müflis telâkkî etmeleri gösteriyor ki, avâmın nazarında medâr-ı kemâlât zannedilen keşif ve kerâmet ve ezvâk ve envâr, o mânevî kıymet ve makamlara medâr ve mehenk olamaz. Sahabîlerin bir saati, başka velîlerin bir gün, belki bir çilesi kadar kıymet olduğu halde, keşif ve mânevî hârikulâde hâlâta evliyâ gibi mazhariyetleri her Sahabîde olmaması, bu hakîkati ispat ediyor.
İşte kardeşlerim, dikkat ediniz, sizin nefs-i emmâreniz kıyâs-ı binnefs cihetinde, sû-i zan noktasında sizleri aldatmasın. Risâle-i Nur terbiye etmiyor, diye şüphelendirmesin.

Şuâlar, s. 278.




Birbirine tesellîci ve nümûne-i imtisâl olmak

Bu eski ve yeni iki medrese-i Yûsufıyedeki şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini
bırakmayan ve bu kadar tehâcüme karşı kuvve-i mâneviyesi kırılmayan zâtları ehl-i hakîkat ve nesl-i âti alkışlayacakları gibi melâike ve rûhânîler dahi alkışlıyorlar diye kanaatım var. Fakat içinizde hastalıklı ve nâzik ve fakirler bulunmasıyla, maddî sıkıntı ziyâdedir. Ve buna karşı da herbiriniz her birisine birer tesellîci ve ahlâkta ve sabırda birer nümûne-i imtisâl ve tesânüd ve taltifde birer şefkatli kardeş ve ders müzâkeresinde birer zekî muhatap ve mucîb ve güzel seciyelerin in’ikâsında birer âyine olmanız, o maddî sıkıntıları hiçe indirir diye düşünüp rûhumdan ziyâde sevdiğim sizler hakkında tesellî buluyonım.

Şuâlar, s. 257.




Birbirinin kuvve-imâneviyesini takviye etmek

Mâdem hakîkat budur ve mâdem şimdiye kadar Risâle-i Nur’un hizmetinde inâyet-i Rabbâniyenin tecellîsini inkâr edilmeyecek derecede gördük; herbirimiz cüz’î ve küllî bunu hissetmişiz ve mâdem şimdi siyâsetin ve dünyanın çok cereyanlarının birbirine karşı tahşidâtı oluyor ve mâdem elimizden kazâya rızâ ve kadere teslim ve hizmet-i îmâniye ve Kur’âniye ve Nuriyenin verdikleri büyük ve kudsî tesellîden başka birşey gelmiyor; elbette bize en elzem iş, telâş etmemek ve me’yuş olmamak ve birbirinin kuvve-i mâneviyesini takviye etmek ve korkutmamak ve tevekkülle bu musîbeti karşılamak ve habbeyi kubbe yapan farfaralı gazetecilerin kubbelerini habbe görüp ehemmiyet vermektir. Bu dünya hayatı, husûsan bu zamanda, bu şerâit altında kıymeti yoktur. Başa ne gelse gelsin, hoş görmeli.

Şûâlar, s. 282.




Risâle-i Nur’ lara sadâkat, sebat ve metânetle bağlanmak

Risâle-i Nur, kendi sâdık ve sebatkâr şâkirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pekçok kıymettar neticeye mukâbil fiyat olarak, o şâkirtlerden tam ve hâlis bir sadâkat ve dâimî ve sarsılmaz sebat ister. Evet, Risâle-i Nur on beş senede medresede kazanılan kuvvetli îmân-ı tahkîkîyi on beş haftada ve bâzılara on beş günde kazandırdığını, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehâdet ederler.
Hem, iştirâk-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla, herbir şâkirdine, herbir günde binler hâlis lisânlar ile edilen makbul dua ve binler ehl-i salâhatin işledikleri a’mâl-i sâlihanın misil sevâplarını kazandırıp, herbir hakîki, sâdık ve sebatkâr şâkirtlerini amelce binler adam hükmüne getirdiğine delil, kerâmetkârâne ve takdirkârâne İmâm-ı. Ali Radıyallâhü Anhın üç ihbârı

ve kerâmet-i gaybiye ve Gavs-ı Âzamdaki (k.s.) tahsinkârâne ve teşvikkârâne beşâreti ve ashâb-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek katî ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.
Mâdem hakîkat budur, Risâle-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarîkat ve sofi meşrep zâtlar, onun cereyânına girmek ve ilim ve tarikatten gelen eski sermâyeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şâkirtlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enâniyetini, tam bir havuzu kazanmak için, o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risâle-i Nur’a karşı rakîbâne başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakîm ve metîn cadde-i Kur’âniyeye bi1meyerek zarar verir; zındıkaya bir nevî yardım olur.Sakın, sakın, dünya cereyanları, husûsan siyâset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalâlet fırkalarına kârşı perişan etmesin -5-düstur-u Rahmânî yerine (el-iyazü billâh)
-6- düstur-u şeytânî hükmedip, melek gibi bir hakîkat kardeşine adâvet ve elhannâs gibi bir siyâset arkadaşına; muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne nzâ gösterip, cinâyetine mânen şerik eylemesin.
Evet, bu zamanda siyâset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyâseti bırakmalı. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musîbetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umûmiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i tâmme-i Sübhâniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsîye alâkadarlık cihetiyle, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü lüzumsuz ve mâlâyânî bir sûrette vazife-i hakîkiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyâsî boğuşmalara ve kâinatın hâdisâtına merak ile dinleyerek, karışarak, ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler; ve bilerek kendi zararına fiilen rızâ göstermek cihetinde, zarara râzı olana şefkat edilmez mânâsındaki

-7-kâide-i esâsiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyâkatini kendilerinden selb etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlanna belâ getirirler.
Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-i rûhunu muhâfaza eden ve kurtaran yalnız hakîki ehl-i îman ve ehl-i tevekkül ve rızâdır. Bunların içinde de en ziyâde kendini kurtaranlar, Risâle-i Nur’un dairesine sadâkatle girenlerdir. Çünkü, bunlar Risâle-i Nur’dan aldıkları îmân-ı tahkîkî derslerinin nûruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, herşeyde kemâl-i hikmetini, cemâl-i adâletini müşâhede ettiklerinden, kemâl-i teslimiyet ve rızâ ile, rubûbiyet-i İlâhiyenin icraatından olan musîbetlere karşı-teslimiyetle gülerek karşılıyorlar- rızâ gösteriyorlar. Ve merhâmet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler. İşte buna binâen, değil yalnız hayat-i uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini, isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risâle-i Nur’un îmânî ve Kur’ânî derslerinde bulabilirler.

Kastamonu Lâhikası, s. 84-85.



Kerâmet ve keşfiyât aramamak

Deniliyor ki: "Mâdem Risâle-i Nur hem kerâmetlidir, hem tarîkatlerden ziyâde îmân hakîkatlerinin inkişâfında terakkî veriyor ve sâdık şâkirtleri kısmen bir cihette velâyet derecesindeler. Neden evliyâlar gibi mânevî zevkler keşfiyâtlara ve maddî kerâmetlere mazhariyetleri görülmüyor? Hem, onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar?"
Elcevap : Evvelâ, sebebi, sırr-ı ihlâstır. Çünkü dünyada, muvakkat zevkler, kerâmetler tam nefsini mağlûp etmeyen insanlara bir maksat olup, uhrevî ameline bir sebep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz; aranılsa, sırr-ı ihlâsı bozar.
Risâle-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilemez. Çünkü ehemmiyetli bir ibâdet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasten istenilmez; istenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibâdet şekli değişir. Yani, çocuklar gibi, döğüştükleri vakit Kur’ân’ı başına siper eder. Başına gelen zarar. Kur’ân’a geldiği gibi, Risâle-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper istimâl edilmemeli.
Sâniyen: Kerâmetler, keşfiyâtlar, tarîkatte sülûk eden âmî ve yalnız îmânı, taklidî bulunan ve tahkîk
derecesine girmeyenlere, bâzan zayıf olanları takviye vevesveseli şüphelilere kanaat vermek içindir. Halbuki Risâle-i Nur’un îmânî hakîkatlerine gösterdiği hüccetler, hiçbir cihette vesveselere meydan vermediği gibi; kanaat vermek cihetinde kerâmetlere, keşfiyâtlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği îmân-ı tahkîkî, keşfıyât, zevkler ve kerâmetlerin çok fevkınde olmasından, hakîki şâkirtleri, öyle kerâmet gibi şeyleri aramıyorlar.

Sâlisen: Risâle-i Nur’un bir esâsı, kusurunu bilmekle mahviyetkârâne yalnız rızâ-yı İlâhî için rekâbetsiz hizmet etmektir. Halbuki kerâmet sahipleri ve keşfiyâttan zevklenen ehl-i tarîkatin mâbeynindeki ihtilâf ve bir nevî rekâbet, ve bu enâniyet zamanında, ehl-i gafletin nazarında, onlara sû-i zan edip, o mübârek zâtları, benlik ve enâniyetle ittiham etmeleri gösteriyor ki; Risâ1e-i Nur’un şâkirtleri, şahsı için kerâmet ve keşfiyâtlar istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir. Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor: Şirket-i mâneviye ve kardeşler birbirinde tefânî noktasında Risâle-i Nur’un mazhar olduğu binler kerâmet-i ilmiye ve intişâr-ı hizmetteki teshîlât ve çalışanların maîşetindeki bereket gibi ikrâmât-ı İlâhiye umûma kâfi gelir; daha başka şahsî kerâmeti aramıyorlar.


Râbian: Dünyanın yüz bahçesi, fânî olmak haysiyetiyle, âhiretin bâkî olan bir ağacına mukâbil gelemez. Halbuki, hazır lezzete meftûn kör hissiyât-ı insâniye, fânî, hazır bir meyveyi, bâkî, uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmâre bu hâlet-i fıtriyeden istifâde etmemek için Risâle-i Nur şâkirtleri ezvâk-ı rûhâniyeyi ve keşfiyât-ı mâneviyeyi dünyada aramıyorlar.
Risâle-i Nur şâkirtlerine bu noktada benzeyen eskiden bir zât, haremiyle beraber büyük bir makamda bulunduklan halde, maîşet müzâyakası yüzünden haremi, demiş zevcine, "İhtiyacımız şedittir." Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: "İşte Cennetteki bizim kasrımızın bir kerpicidir." Birden o mübârek hanım demiş ki: "Gerçi çok muhtacız ve âhirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat, fânî bir sûrette bu zâyi olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Duâ et, yerine gitsin; bize lâzım değil." Birden yerine gitti; keşf ile gördüler diye rivâyet edilmiş.
İşte bu iki kahraman ehl-i hakîkat, Risâle-i Nur şâkirtlerinin dünyaya âit ezvâk-ı kerâmetlere koşmadıklarına bir hüsn-ü misâldir.
Emirdağ Lâhikası-1,s. 85-86.


Risâle-i Nur’un hakîki şâkirtleri, hizmet-i îmâniyeyi herşeyin fevkınde görür;-kutbiyet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder.
Kastamonu Lâhikası, s.190.

Evet, dünyaya âit hârika neticeler, bâzı efrâd-ı mühimme gibi, Risâle-i Nur’a çokça terettüb ediyor; fakat, onlar istenilmez, belki veriliyor. İllet olamaz, bir fayda olabilir. Eğer istemekle olsa, illet olur, ihlâsı kırar, o ibâdeti kısmen iptal eder. Çabuk bu hâdiseyi teskin ediniz; yoksa, münâfıklar istifâde edecekler. Belki onların parmağı var.
Evet, Risâle-i Nur’un o kadar dehşetli muanrıidlere karşı gâlibâne mukâvemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i îmâniyeden başka bir maksat takip etmemesinden ve bâzı ehl-i tarîkatin ehemmiyet verdikleri keşf ve kerâmât-ı şahsi· yeye ehemmiyet vermemekten ve velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabîler gibi, verâset-i nübüvvet sırrıyla yalnız îman nurlarını neşretmek ve ehl-i îmânın îmanlarını kurtarmaktır.
Evet, Risâle-i Nur’un o kadar dehşetli zamandaki kazandırdığı iki netice-i muhakkakası herşeyin
fevkındedir; başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.

Birinci Neticesi: Sadâkat ve kanaatle Risâle-i Nur dairesine giren, îmânla kabre gireceğine gâyet kuvvetli senetler var.

İkinci Neticesi: Risâle-i Nur dairesinde, ihtiyârımız olmadan, haberimiz yokken takarrür ve tahakkuk eden şirket-i mâneviye-i uhreviye cihetiyle herbir hakîki sâdık şâkirdi, binler diller ile, kalbler ile duâ etmek, istiğfar etmek, ibâdet etmek ve bâzı melâike gibi kırk bin lisân ile tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı şerifteki hakîkat-i Leyle-i Kadir gibi, kudsî ve ulvî hakîkatleri yüz bin el ile aramaktır. İşte, bu gibi netice içindir ki, Risâle-i Nur Şâkirtleri, hizmet-i Nuriyeyi velâyet makâmına tercih eder, keşf ve kerâmâtı aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz. Ve vazife-i İlâhiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şân ü şeref ve ezvâk ve inâyetlere mazhar etmek gibi, kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara binâ etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, "Vazifemiz hizmettir, o yeter" derler.

Kastamonu Lâhikası, s. 200.





Dünyanın ücret yeri değil, hizmet yeri olduğunu bilmek

Bizlerle pekçok alâkadar bir zât, çok defa dehşetli şekvâ ediyor ki, "Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum" diye medet istiyor. Ona yazıyoruz ki, "Bu dünya dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir. A’mâl-i sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tâbî etmek demektir. O amel-i sâlihin ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez; edilse teşvik için verildiğini düşünüp, şükreder."
Evet, bu asırda, o derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralamış ve heyecana getirmiş ki, mübârek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salâhat olan bir zât dahi, dünyada bir nevî hayat-ı uhreviye ezvâkını istiyor, birinci derecede, zevk-i hayat onda hükmediyor.

Kastamonu Lâhikası, s. 92.




Nur Talebesi dünya rahatına ehemmiyet vermez, onu istemez

Azîz, sıddık kardeşlerim,
Evvelen, garip bir münâzara-i nefsiyemi, bana mahsus iken, berâ-i mâlûmât, size yazmak hatınma geldi. Şöyle ki:
Başım üstündeki size mâlûm levha nefsimi tam susturduğu halde, bu gece nefs-i emmârenin silâhını daha musırrâne istimâl eden kör hissiyâtım, damarlarıma tam dokundurup, tesemmüm ve hastalıktan gelen ziyâde teessür ve hassâsiyet ve şeytandan gelen ilkaât, ve fıtrî hubb-u hayattan gelen acîb bir hâletle, o ikinci nefs-i emmâre hükmünde olan kör hissiyât, benim vefât ihtimâlinden şiddetli bir me’yusiyet ve teellüm ve kuvvetli bir hırs ve zevk ve lezzetle kalb ve rûhuma tam ilişti. "Ne için istirahat-i hayatına çalışmıyorsun, belki reddediyorsun; ve gâyet zevkli ve mâsumâne lezzetli bir hayat ve bir ömür kendine Nur dairesinde aramıyorsun ve ölmeye karar verip râzı oluyorsun?" dedi ve dediler. Birden gâyet kuvvetli iki hakîkat, o ikinci nefs-i emmâreyi şeytanla beraber susturdu.
Birincisi : Mâdem Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i îmâniyesi benim ölümümle daha ziyâde hâlisâne inkişaf edecek ve hiçbir cihetle dünya işlerine ve benlik ve enâniyete vesîlelikle ittiham edilmeyecek ve rekâbeti tahrik eden hayat-ı şahsiyemi bulmadığı için daha mükemmel ve ihlâs ile o vazife devam edecek; hem, ben dünyada kaldıkça-gerçi bir derece yardımım olabilir, fakat âdi şahsiyetimin ehemmiyetli râkipleri, münekkitleri, o şahsiyeti ittiham edebilir ve Risâle-i Nur’a ihlâssızlıkla ilişebilir ve bir derece çekinir, çekindirir-hem bir derece bekçilik yapan bir şahsiyetin yatmasıyla, o daire-i nûrâniyedeki bütün ehl-i gayret müteyakkız davranır; bir nöbettar yerine binler bekçi çıkar; elbette, ölüm gelse, "Baş üstüne geldin" demek gerektir.
Hem, mâdem Nur Şâkirtlerinden çokları hem malını, hem istirahatini, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetinde fedâ ediyorlar; sen ey nefsim, neden fedâkârlıkta en geri kalmak istersin?
Hem, katiyen bil ki, çok bîçarelerin hayat-ı bâkiyelerini Nurlarla kurtarmak hizmetinde, fânî ve zahmetli ihtiyarlık hayatını memnuniyetle bırakmaya lüzum olsa veya vakti gelse, râzı olmak gâyet lezzetli bir şereftir.
İkincisi : Nasıl ki âciz, zayıf bir adam, bir batmanı kaldıramadığı halde, on batman yük, üstüne yığılmış bulunsa ve dostları onu çok kuvvetli bilip, ona, gizli zaafına yardımdan ziyâde, ondan yardım istedikleri halde, o bîçare de onların hüsn-ü zannını kırmamak veyahut kendini çok aşağı göstermemek için gâyet ağır ve soğuk olan gösteriş ve tekellüflerle kendini yüksek ve kuvvetli göstermeye çalışmak, çok elîm ve zevksiz olması gibi; aynen öyle de, ey kör hissiyâtın içine giren nefs-i emmâre, bu âdi şahsiyetimin ve bir çekirdek kadar ehemmiyeti olmayan istidâdımın yüz derece fevkınde ve sırf bir inâyet-i Rabbâniye olarak bu karanlıklı ve çok hastalıklı asırda Kur’ân’ın eczahâne-i kudsiyesinden çıkan ve rahmet-i İlâhiye ile elimize verilen Risâle-i Nur’daki hakîkatlere o şahıs masdar ve menbâ ve medâr olamaz. Belki, yalnız çok bîçare ve muhtaç ve Kur’ân kapısında bir sâil ve muhtaçlara yetiştirmeye bir vesîle olduğum halde, Nurun muhlis ve hâlis, sıddîk ve sâdık, sâfî ve fedâkâr şâkirtleri, o bîçare şahsiyetim hakkında yüz derece ziyâde hüsn-ü zanlarını kırmamak ve hissiyâtlarını incitmemek ve Nurlara karşı şevklerine ilişmemek ve "üstad" nâmı verdikleri o bîçare şahsı-onların hatırı için-çok aşağı olduğunu göstermemek ve ağır ve elemli tekellüflere ve tasannûlara mecbur olmamak için ve yirmi sene tecridâtın verdiği tevahhuş için-hattâ dostlarla dahi hizmet-i Nûriye olmazsa görüşmeyi terk ediyorum ve etmeye rûhen mecbur oluyorum-ve tekellüfe ve kıymetten ziyâde kendimi göstermeye ve ziyâde hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görünmek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlâsa tam münâfi kendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin zararlı ve fânî zevkini aramak hâletleri ise, ey nefsim, meftûn olduğun o zevkleri hiçe indirirler.
Ey nefıs! Ey zevke müptelâ bedbaht kör hissiyât! Binler dünyevî zevki alsan, şu vaziyette yine bozulur, o zevk ayn-ı elem olur. Mâdem yüzde doksan mâzideki ahbap âdetâ, güyâ beni berzâha çağırıyorlar. Bu
hazır zamandaki on dosttan ben kaçmaya mecbur oluyorum. Elbette bu ihtiyarlık ve yalnızlık hayata, berzah hayat-ı mâneviyesi bin derece müreccahtır diye, bu iki hakîkatle, hadsiz şükürler olsun, o ikinci nefs-i emmâre tam susturuldu, kalb ve ruhtan gelen zevke râzı oldu, şeytan dahi sustu, hattâ damarlarımdaki maddî hastalık da gâyet hafifleşti.
Elhâsıl, ölsem, vazife-i Nuriye daha ziyâde ihlâs ile rekâbetsiz, ittihamsız inkişaf eder.
Hem bu zamanda aramadığım cüz’î, muvakkat zevk ve bu hayat ve dünya gözüyle fütûhât-ı Nuriyeden gelen lezzet bedeline, çok ağır, soğuk ve nâhoş tekellüf elemlerinden ve hodfüruşluk zahmetlerinden ve tasannû zararlanndan kurtulmak vardır.
Hem, bu senede bir defa, ey nefıs, ruh ve kalb ile beraber çok müştak olduklarınız eski zevkli, ve hayatımdaki yaşadığım memleketleri ve ünsiyet ettiğim ahbapları ve müfârakatlarından çok mahzun olduğum kardeşleri görmek için, beraber, kısmen hakîkaten, kısmen hayâlen o geçmiş mâzide gezdin. Sen de gördün ki, o sevimli, müteaddit vatanlarımda, yüzde ancak bir iki ahbâbı bulabildin; ötekiler, bütün, berzah âlemine göçmüşler ve o sevimli hayat levhaları değişmiş, elîm ve hazîn bir vaziyet almış. Daha o ahbapsız yerleri görmek.istenilmez. Onun için, bu hayat ve bu dünya bizi kovmadan evvel ve "Haydi dışarıya"
demeden, biz kemâl-i izzetle "Allah’a ısmarladık" deyip, izzetimizle bu fânî zevklerimizi bırakmalıyız.

Emirdağ Lâhikası-1, s.196-198.




Nur Talebeleri diğer dindarlarla münâkaşaya girmez

Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyat ediniz, sakın sakın hocalarla münâkaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musâlâhakârâne davranınız, enâniyetlerine dokunmayınız. Bid’at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedi’lerle uğraşıp onları, dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rast gelseniz, mümkün olduğu kadar münâzaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle îtirazları, münâfıkların ellerinde bir senet olur.
Emirdağ Lâhikası-I, s.130.


Risâle-i Nur dairesinde bulunan ve bilfiil çalışan hocalardan ve Konya hocalarından başka, sâir hocalara, bugünlerde, tashîhât yaparken şiddetli bir hiddet bana geldi. Çünkü Arabî okumayan Nur şâkirtlerinin fedâkârları, Arabî bilmemesinden sehivler, hatâlar oluyor. Ben de zahmet çektiğimden, hem eski talebelerimden olan hocalara ve kardeşime, hem şimdiki
Ankara’da ve İstanbul’daki resmî hocalara bağırarak dedim: "Ey insafsızlar! Neden hem vazifeniz, hem medresenin mahsulü, hem size farz-ı ayn gibi lüzumu bulunan bu hizmet-i îmâniyede bana yardım etmiyorsunuz? Belki de, sizin lâkaydlığınızdan, çokların çekilmesine sebebiyet veriyorsunuz? İmâm-ı Ali’nin (r.a.), âhirzamanın bir kısım hocalarına vurduğu tokattan hissedar oluyorsunuz" diye dehşetli bir îliraz kalbe gelirken, birden, kalbini bozmayan hocaları müdâfaa etmek için üç mânâ ihtar edildi.
Birincisi: Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyânı münâsip olmayan çok esbâba binâen, her vesîleyle hoca kısımlarının Risâle-i Nur’dan çekilmeleri için çok vâsıtaları istimâl ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maîşet belâsıyla bîçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar. Bîçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyorlar değil, belki derdi maîşet veyahut o heyet-i ulemâdaki büyük hocalara îtimat edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dînî kendi îmânını kurtaracak derecesindedir zannıyla lâkayd kalıp, ruhsatla amel etmeye kendine fetvâ buluyor.
İkinci Mânâ: Bu kadar dehşetli bir hücum ve tazyike mâruz kalan Risâle-i Nur şâkirtlerini, evham yüzünden, güyâ "Menemen ve Şeyh Said vak’aları gibi bir hâdisenin ihtimâli var" diye, iki defa, imhâ için; hem-perde altında-eskiden beri düşmanlarım, hem resmen kánun ve idâre ve siyâset cihetinde merhametsiz bir sûrette bâzı erkân-ı hükûmetin bizi iki defa hapis ve ittiham etmesi ve resmî ve gayr-i resmî propagandalarla herkesi bizden ve Nurlardan ürkütmesiyle, elbette hassas ve bir derece zayıf hocalara ehemmiyetli bir korku verip, bir mâzeret olur. Onun için, ekseriyet değil, belki yalnız fevkalâde bir cesâret ve gayret taşıyan bir kısım hocalar, Nurlar dairesine girip, girmeyenleri de bir derece affettirdiler.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 210.





Nur Talebeleri sâir âlimlerin eserlerine karşı tavır almaz

Bîçare bâzı hocaları ve sofuları Risâle-i Nur’a karşı bir çekinmek, bir soğukluk vermek için hiç hatıra gelmeyen bir vesîleyi bulmuşlar. Şöyle ki:
Diyorlar, "Said, yanında başka kitapları bulundurmuyor; demek onları beğenmiyor. Ve İmâm-ı Gazâlî’yi de (r.a.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor." İşte, bu acîb, mânâsız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevî hileleri yapan, perde altında, ehl-i zındıkadır, fakat, safdil hocaları ve bâzı sofuları vâsıta yapıyorlar.
Buna karşı deriz ki, "Hâşâ, yüz defa hâşâ. Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin, bir üstâdı olan Hüccetü’1-İslâm İmâm-ı Gazâlî ve beni Hazret-i Ali ile bağlayan
yegâne üstâdımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle, onların takip ettiği mesleği, ehl-i dalâletin hücumundan kurtarmak ve muhâfaza etmektir. Fakat, onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı îmâniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allâme ve müçtehid zâtların asırlarına göre münâzara-i ilmiyede ve dîniyede istimâl ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden, Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyândan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübârek ve kudsî zâtların tezgâhlarına mürâcaat etmiyor. Çünkü umum onların mercîleri ve menbâları ve üstadları olan Kur’ân, Risâle-i Nur’a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nûrânî eserlerden de istifâde etsek.
Hem, Risâle-i Nur şâkirtlerinin yüz mislinden ziyâde zâtlar o kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa, hâşâ ve kellâ, o kudsî üstadlarımızın mübârek eserlerini rûh u canımız kadar severiz. Fakat, herbirimizin bir kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecâviz var; vaktimiz dar, en son silâh, mitralyöz gibi Risâle-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifâ ediyoruz.
Kastamonu Lâhikası, s.133.





Vazifenin hizmet; neticenin ise Allah’ a âit olduğunu bilmek

Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: "Sen böyle yapsan, sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?" diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: "Ben böyle işlesem, Sen böyle işler misin?" diye tecrübevârî bir sûrette Cenâb-ı Hakkın rubûbiyetine karşı imtihan tarzı sû-i edeptir, ubûdiyete münâfidir."
Mâdem hakîkat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:
"Sen muzaffer olacaksın; Cenâb-ı Hak seni gâlip edecek."
O demiş:
"Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek Onun vazifesidir."

İşte o zât, bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir sûrette çok defa muzaffer olmuştur.
Evet, insanın elindeki cüz’-i ihtiyârî ile işledikleri ef’âllerinde, Cenâb-ı Hakka âit netâici düşünmemek gerektir. Meselâ kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risâle-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyâdeleştiriyor, gayrete getiriyor; dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki üstâd-ı mutlak, muktedâ-i küll, rehber-i ekmel olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, -8- olan fermân-ı İâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesi ile ve dinlememesiyle daha ziyâde sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü, -9- sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidâyet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.


Öyle ise, işte ey kardeşlerim, siz de, size âit olmayan vazifeye harekâtınızı binâ etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız. Mesnevî-i Nûriye, s. 144-145.




İhlâsla hizmete hırs ve kanaatsizlik, neticelerine ise kanaat göstermek

Umûr-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür, fakat mesleğimizde ve hizmetimizde
-bâzı ârızalar ile-inkisâr-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, me’yusiyetle şekvâ etmeye sebep olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde kanaat, dâimâ şükrü ve metâneti ve sebâtı netice verdiği için, ihlâs dairesinde hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semerâtına karşı kanaatle mükellefiz.

Emirdağ Lâhikası-l, s. 89.



Dîne hizmette nefse hisse vermemek


İmânın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gâyet şiddetli bir ihtiyac-ı katî ile ders-i dinde bâzı şahıslar lâzımdır ki, hakîkati hiçbir şeye fedâ
etmesin, hiçbir şeye âlet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin; tâ ki, îmâna dâir dersinden istifâde edilsin, kanaat-i katiye gelsin.

Şuâlar, s. 335.




Kusur ve rekâbete karşı saffet ve ihlâsı kullanmak

İnsan kusursuz olmaz ve rakipsiz de olmaz. Risâle-i Nur’un kahraman şâkirtleri her müşkülâta galebe ettikleri gibi, inşaallah bu ehemmiyetli ve dehşetli mevsimde yine galebe ederler. Safvet ve ihlâslarını bozmayacaklar ve hizmetlerine fütur getirmeyecekler.

Kastamonu Lâhikası, s. 178.




Risâle-i Nur’ a hizmeti en birinci vazife bilmek

Hakâik-ı îmâniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sâir şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risâle-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medâr-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım iken, şimdiki hâl-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi, husûsan hayat-ı içtimâiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyâsiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefâhet ve dalâletine ceza olarak gelen gadab-ı İlâhînin
bir cilvesi olan Harb-i Umûminin tarafgirâne, damarları ve âsabları tehyîc edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakâik-ı îmâniyenin elmasları derecesine o zararlı, fânî arzuları yerleştirecek derecesinde, bu meş’um asır, öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki, Risâle-i Nur dairesi haricinde bulunan ulemâlar, belki de velîler, o siyâsî ve içtimâî hayatın râbıtaları sebebiyle, hakâik-ı îmâniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derece bırakıp, o cereyanlann hükmüne tâbî olarak, hem fikri olan münâfıkları sever, kendine muhâlif olan ehl-i hakîkati, belki ehl-i velâyeti tenkit ve adâvet eder, hattâ hissiyât-ı dîniyeyi o cereyanlara tâbî yaparlar.
İşte, bu asrın bu acîb tehlikesine karşı Risâle-i Nur’un hizmet ve meşgâlesi, şimdiki siyâseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki, bu Harb-i Umûmiyi bu dön ayda merak etmedim, sormadım.
Hem, Risâle-i Nur’un has talebeleri, bâkî elmaslar hükmünde olan hakâik-ı îmâniyenin vazifesi içinde iken, zâlimlerin satranç oyunlarına bakmakla, vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir.
Cenâb-ı Hak, bize nur ve nûrânî vazifeyi vermiş,onlara da zulümlü, zulümâtlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğnâ edip yardım etmedikleri ve elimizdeki
kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına, vazifemizin zararına, bakmaya tenezzül etmek hatâdır. Bize ve merakımıza dairemiz içindeki ezvâk-ı mâneviye ve envâr-ı îmâniye kâfi ve vâfîdir.
Kastamonu Lâhikası, s. 80-81.




Hizmetteki sıkıntılara tahammül ve sabır göstermek

Mâdem âhiret için, hayır için, ibâdet ve sevap için, îman ve âhiret için Risâle-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerâit altında herbir saati yirmi saat ibâdet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur’ân ve îman hizmetindeki mücâhede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakîki mücâhid kardeşler ile görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve tesellî etmek ve mütesellî olmak ve hakîki bir tesânüdle kudsî hizmete sebatkârâne devam etmek ve güzel seciyelerinden istifâde etmek ve Medresetü’z Zehrâ’nın şâkinliğine liyâkat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu Medrese-i Yûsufiyede tâyinini ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekte sevap kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faydaları düşünüp sabır ve tahammülle mukábele etmek gerekir.
Şuâlar, s. 261.

Her türlü meşguliyet ve zarara rağmen hizmetten geri durmamak
Risâle-i Nur’un hizmet ettiği hakâik-ıîmâniye herşeyin fevkınde olduğu gibi, bu zamanda herşeyden ziyâde onlara ihtiyaç var. Fakat, kalbini öldürmüş, nefsi hevesâtla şımarmış mülhidler, îmandaki hakîkatin derece-i ihtiyacını inkâr ettiklerinden, "Ehl-i diyânet ve ehl-i ilmi sevk eden, tahrik eden, makâsıd-ı dünyeviye ve ihtiyacâtıdır" diye ittiham ediyorlar. O ittihâma göre de, pek insafsızcasına onlara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri katî bir sûrette iskât etmek, bilfiil -maddeten-öyle fedâkârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları, onların hakâik-îmâniyeye ihtiyaçlarını susturmuyor.

Kastamonu Lâhikası, s. 173.




Hizmette nefsi öne sürüp ücrette unutmak
İ’lem, eyyühe’l-azîz! İnsan nisyandan alındığıiçin, nisyâna müptelâdır. Nisyânın en kötüsü de de nefsin unutulmasıdır. Fakat, hizmet, sa’y, tefekkür zamanlarında nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalâlettir. Hizmetler görüldükten sonra, neticede mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemâldir. Bu îtibarla, ehl-i dalâl ile ehl-i kemâl, nisyan ve tezekkürde müteâkistirler. Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibâdet teklifinde başını havaya kaldırarak firavunlaşır; lâkin mükâfatın, menfaatin tevzünde bir zerreyi bile terk etmez. Ammâ nefsini unutan ehl-i kemâl, sa’y, tefekkür, sülûk zamanlarında herşeyden evvel nefsini ileri sürüyor; fakat neticelerde, faydalarda, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor.

Mesnevî-i Nûriye, s. 201.

***

İ’lem, eyyühe’l-azîz! Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzî edildiği vakit, rekâbet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat, iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor; hattâ tenbel olan adam çalışkanı sever, zayıf olan kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat, çalışmasını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.
Dünya da umûr-u dîniyeye ve a’mâl-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibâdetlerin semeresi öteki âlemde göründüğüne nazaran, ibâdetlerde
rekâbet edilmemelidir. Olduğu takdirde, ihlâsı kaybolur; ve o rekâbeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünce ile amelini adem-i ihlâs ile iptal eder. Çünkü, sevap îtâsında ve ücret aldığında, nâsı Rabb-i nâsa şerik yapar ve halkın nefretlerine hedef olur.

Mesnevî-i Nûriye, s. 192.

***
Bundan on dakika evvel, cesurca, fakat kalemsiz iki adam, Risâle-i Nur dairesine biri birisini getirdi. Onlara dedim ki: "Bu dairenin verdiği büyük neticelere mukâbil, sarsılmaz bir sadâkat ve kırılmaz bir metânet ister. lsparta kahramanlannın gösterdikleri hârikalara ve cihanpesendâne hidemât-ı Nuriyenin esâsı, hârika sadâkatleri ve fevkalâde metânetleridir. Bu metânetin birinci sebebi, kuvvet-i îmâniye ve ihlâs
hasletidir. İkinci sebebi, cesâret-i fıtriyedir."Onlara dedim: "Sizler cesâretle ve efelikle tanınmışsınız ve dünyaya âit ehemmiyetsiz şeyler için fedâkârlık gösterirsiniz; elbette Risâle-i Nur’un kudsî hizmetinde ve cihâna değer uhrevî neticelerine mukâbil, merdâne ve fedâkârâne cesâret ve metânet gösterip sadâkatinizi muhâfaza edersiniz" dedim. Onlar da tam kabul ettiler.

Kastamonu Lâhikası, s. 102.





Sarsılmaz metânet sahibi olmak

Mâdem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakîkatin uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musîbetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metânetle mukâbele etmemiz gerektir. Hem, belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bâzı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakîler çıkartılır; bunlara karşı vahdetimizi, tesânüdümüzü muhâfaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münâkaşa etmemek gerektir.

Şuâlar, s. 265.





Sadâkat, sebat ve sıkı irtibat içinde olmak

Cenâb-ıHakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gâyet kudsî ve gâyet ehemmiyetli ve gâyet kıymettar ve her ehl-i îmâna menfaatli bir hizmette taksimü’l-mesâi kâidesiyle iştirak etmişiz. Tesânüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşâdı bize kâfidir.
Hem mâdem bu zamanda herşeyin fevkınde hizmet-i îmâniye en ehemmiyetli bir vazifedir; hem
kemmiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyâset âlemleri ebedî, dâimî, sabit hidemât-ı îmâniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medâr da olamaz.
Risâle-i Nur’un tâlimâtıdairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritâne âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadâkat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakkî etmeliyiz.

Kastamonu Lâhikası, s. 57.




Sadâkatle sabır göstermek

Eski zamanda, bir şeyhin müridleri pekçok olmasından, o memleketin hükûmeti siyâsetçe telâş edip, onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zât hükûmete demiş: "Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz." O zât, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: "Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennete gidecek." Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti; güyâ has bir müridini kesti, Cennete gönderdi. O kanı gören binler müridler, daha hiçbiri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar: Yalnız, bir adam dedi: "Başım fedâ olsun."


Yanına gitti. Sonra, bir kadın dahi gitti; başkalar dağıldılar. O zât, hükûmet adamlarına dedi: "İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz."
Cenâb-I Hakka yüz binler şükürler olsun ki, Risâlei Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şâkirtlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak, Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine on bin ilâve oldu. İnşaallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.
Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkatten hilâfet almak için bir çare bulmuş ve irşâda başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkîye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gâyet sukutta görmüş. O zât ise ferâsetiyle bildi, o müridine dedi: "İşte beni anladın." O da dedi: "Mâdem senin irşâdın ile bu makâmı buldum, seni bundan sonra daha ziyâde başımda tutacağım" diye Cenâb-ı Hakka yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakkî edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakîki kalmış. Demek, bâzan bir mürid şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyâde uhuvvetini kuvvetleştirip ıslâhına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe’nidir. Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerinin tesânüdünü ve
birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: "İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar âdi, âciz insanlardır."
Her ne ise, musîbette, gerçi çok zararımız var, fakat umum âlem-i İslâmı alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından, pekçok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hâdiseler, ya siyâset-i dîniye veya başka sebeplerle umum âlem-i İslâm nâmına olamadılar.
Şuâlar, s. 268.




Mânevî fırtınalara karşı dikkatli ve ihtiyatlı olmak

Nurcular, çok ihtiyat ve dikkat ve temkinde bulunmaları lâzımdır. Çünkü, mânevî fırtınalar var. Bâzı
dessas münâfıklar her tarafa sokulur; istibdâd-ı mutlaka dinsizcesine taraftarken, hürriyet fırkasına girer-tâ onları bozsun ve esrarlarını bilsin, ifşâ etsin.

Emirdağ Lâhikası-l, s. 156.




Îman hizmetkârlığını gizlememek

Bütün rûh u cânımla hattâ nefs-i emmaremle beraber Risâle-i Nur’un ve sizlerin selâmetine, şahsıma gelen bütün zahmetleri mânevî sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum. Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Dünya ve zahmetleri fânî ve çabuk geçici olduğu gibi, bize gizli düşmanlanmızdan gelen zulüm de mahkeme-i kübrâda ve kısmen de dünyada yüz derece ziyâde intikâmımız alınacağından, hiddet yerinde onlara teessüf ediyoruz.
Bâzı kardeşlerimizin, lüzumsuz, talebeliğini inkâr, husûsan (...) eskide ehemmiyetli kendi hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz setretmeleri, gerçi çirkin, fakat onların sâbık hizmetleri için affedip gücenmemeliyiz.

Şuâlar, s. 429.




Mümkün oldukça nâmahreme bakmamak

Risâle-i Nur Talebelerinden bir genç hâfız, pekçok adamların dedikleri gibi dedi: "Bende unutkanlık hastalığı tezâyüd ediyor, ne yapayım?" Dedim: "Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme." Çünkü rivâyet var; İmâm-ı Şâfiî’nin (r.a.) dediği gibi, "Haram-ı nazar, nisyan verir."
Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyâdeleştikçe hevesât-ı nefsâniye heyecana gelip, vücudunda sû-i istimâlât ile israfa girer; haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir. Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, husûsan bu
memâlik-i hârrede o sû-i nazardan sû-i istimâlât, umûmi bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes, cüz’î-küllî o şekvâdadır. İşte, bu umûmi hastalığın tezâyüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki:
"Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur’ân nez’ ediliyor, çıkıyor, unutuluyor." Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-I Kur’ân’a set çekilecek; o hadîsin tevilini gösterecek.

Kastamonu Lâhikası, s. 92.




Îmân hizmetini hiçbir şeye âlet etmemek

Cenâb-ıHakka hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risâle-i Nur’da, nokta-i istinad olarak avâm-I mü’minînin en ziyâde muhtaç oldukları ve Nurda bulduklan öyle bir hakîkattir ki, hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksat içine girmeyecek ve hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek; ve yalnız hak ve hakîkat için ona çalışanlar bulunacak, dünya maksatları ona karışmayacak. Tâ ki, uzakta olan ehl-i îman, o hakîkate ve sâdık nâşirlerine tam îtimat edip, îmanlannı zındıklann ve dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli feylesofların îtirazlarından ve inkârlarından kurtarsınlar.


Evet, o ehl-i îman, lisân-ı hâl i1e diyecek ki, "Mâdem bu hakîkati, bu kadar şiddetli düşmanları çürütemediler ve îtiraz edemiyorlar ve şâkirtleri haktan başka onun hizmetinde hiçbir maksat taşımıyorlar; elbette o hakîkat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakîkattir" diye bin bürhan kadar bir delil hükmünde îmânını kuvvetlendirir ve kurtarır. Ve, "İslâmiyette bir hakîkatsizlik mi var?" diye daha evhâma düşmeyecekler.

Emirdağ Lâhikası-l, s. 211.
***

Bu zamanda ehl-i îman öyle bir hakîkate muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbî ve basamak olamaz; ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez; ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlûp edemez bir tarzda îman hakîkatlerini ders versin. Umum ehl-i îmânın bin seneden beri terâküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı îmanları muhâfaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risâle-i Nur ehemmiyet vermiyor, onlan arayıp tâbi olmuyor... Tâ avâm-I ehl-i îmânın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bâzı gâyelerine basamak olmasın; ve doğrudan doğnıya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakîkati, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izâle eylesin.

Emirdağ Lâhikası-I; s. 73.


Şer’î meşvereti esas tutmak Bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’âniyeye kemâl-i tesânüdle çâlışmak lâzımdır. Sakın, dikkat ediniz. İhtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarınızdan ve derd-i maîşet zarûretinizden ehl-i dalâlet istifâde edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iye ile reylerinizi teşettütten muhâfaza ediniz. İhlâs Risâlesınin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risâle-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.
Kastamonu Lâhikası, s.178.





Başkalarının da îmânını kurtarmayı vazife bilmek

Her şâkirdin vazifesi, yalnız kendi îmânını kurtarmak değil; belki başkasının îmanlarınıda muhafaza etmeye mükelleftir. O da, hizmete ciddî devam ile olur.

Kastamonu Lâhikası, s. 148.





Namaz tesbihâtını terk etmemeye çalışmak


Namaz tesbihâtının sırrına göre, nasıl ki namazdan sonra tesbih ve zikir ve tehlîl ile bir hatme-i muazzama-i Muhammediye (a.s.m.) ve zikir ve tesbih eden ve rûy-i zemin kadar geniş bir halka-i tahmîdât-ı Ahmediye (a.s.m.) dairesine tasavvuran ve niyeten girmek medâr-ı füyuzât olduğu gibi, ben ve biz de, Risâle-i Nur’un geniş daire-i dersinde ve halka-i envârında ders alan ve duâ eden ve çalışan binler mâsum lisânların ve mübârek ihtiyarlann duâlarına ve a’mâl-i sâlihalarına hissedar olmak ve duâlarına âmin demek hükmünde olarak, onlarla tayy-i mekân ederek, hayalen omuz omuza, diz dize bulunmak hayaliyle ve niyetiyle ve tasavvuruyla kendimizi fevkalhad bahtiyar biliyoruz.
Kastamonu Lâhikası, s. 79.




Risâle-i Nur derslerini ihmâl etmemek

Azîz kardeşlerim,
Bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecelerin kısa olması, hem şuhûr-u selâsenin gitmesi ekser kardaşların bir derece neşeli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur, size fütur vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u îmâniyeden olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus, siz, dâimâ bir iki hakîki kardaşıda bulursunuz. Hem, o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenâb-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkâtı vardır ki, hakâik-ı îmâniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin, o kısım arkadaşınız ve müstemîleriniz çoktur. Hem, mütefekkirâne o çeşit
sohbet-i îmâniye, zemin yüzünün bir mânevî zîneti ve medâr-ı şerefi olduğuna işareten, biri demiş:

Yani, semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisenlillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir iki adam, bir iki nefes, yani bir iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli vc süslü âsâr-ı sanatını birbirine göstererek, Sânîlerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.
Hem de ilim iki kısımdır. Bir nevî ilim var ki, bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. "Bir defa anladım, yeter" diyemez. İşte ulûm-u îmâniye bu kısımdandır. Önümüzdeki Sözler ekseriyet îtibâriyle inşaallah o cümledendir.

Barla Lâhikası, s.146-147.




Başka mesleklere düşmanlık değil kendi mesleğine muhabbet etmek

Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye
hakkın var. Fakat "Yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur.

sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlân i1e mahkûm edemez.

Senin üzerine haktır ki; her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zîrâ senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bâzan damara dokundurur, aksülamel yapar.

***

Mektûbât, s. 256.

Tarafgirlikle bakan hiçbir kusuru göremez; ancak, garazkârlıkla bakan gizli kusurlarıda açığa çıkarır.






HÂŞIYE: O bîçareler, "Kalbimiz Üstad ile beraberdir" fıkriyle, kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhâdın cereyânına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafıyelikte istimâl edilmek,tehlikesi bulunan bir adacnın, "Kalbim sâfidir, Üstâdımın mesleğine sâdıktır" demesi, bu misâle benzer ki: Birisi namaz kılarken kaınındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vukû buluyor. Ona "Namazın bozuldu" denildiği vakit, o diyor: "Neden namazım bozulsun, kalbim sâfidir."


1 İhtilâfa düşmeyin; sonra cesâretiniz kırılır kuvvetiniz de elden gider. (Enfâl Sûresi: 46.)
2 Şüphesiz ki Kur’ân’ı Biz indirdik ve onu koruyacak olan da Biziz. (Hicr Sûresi: 9.)
3 Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi:173.)
4
De ki: Kaçtığınız ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır. (Cum’a Sûresi: 8.)
5
Allah için sevmek, Allah için düşmanlık beslemek (Feyzü’l-Kadîr, 2:828, Hadis no:1241.)
6
Siyâset nâmına sevmek ve siyâset nâmına buğzetmek.
7 Zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez.
8 Peygambere düşen ancak tebliğ etmektir. (Mâide Sûresi: 99.)
9 Sen sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Ailah dilediğine hidâyet verir. (Kasas Sûresi: 56.)