2 sonuçtan 1 ile 2 arası

Konu: Dördüncü Bölüm

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Dördüncü Bölüm


    DÖRDÜNCÜ BÖLÜM


    RİSALE-İ NUR İNAYET-İ RABBANİYE ALTINDADIR



    Risale-i Nur ve hizmeti inayet-i Rabbaniye altındadır


    Kardeşlerim, hiç merak etmeyiniz. Katî kanaatim geldi, bizler bir inayet altında, gayet ehemmiyetli bir hizmette ve ihtiyar ve iktidarımız haricinde bir Dest-i Gaybî tarafından istihdam ediliyoruz. Bu çalışmada zahmet pek az, ücret pekçok.

    Emirdağ Lâhikası-II, s. 25.

    Biz bir himayet ve inayet altındayız. Bize ilişenler, ahirette şiddetli tokat yiyecekleri gibi, dünyada dahi bir kısmı çabuk çarpılır.
    Emirdağ Lâhikası-l, s. 284.

    Bu yeni hadise-i taarruziyeden müteessir olmayınız. Çünkü; mükerrer tecrübelerle, Risâle-i Nur inayet altındadır. Hiçbir taife, şimdiye kadar, böyle ehemmiyetli hizmette bizler kadar az meşakkat ile kurtulan olmamış. Hem, geçen Ramazandaki hastalığım ve Eskişehir’deki musîbetimiz gibi çok vakıalarla; zahirî sıkıntılı, meşakkatli halat altında Risale-i Nur’un
    faydasına ait inkişâfâtı ve daha tesirli fütûhatı görülmüş.İnşaallah, bu sıkıntılı hadise dahi münafıkların aks-i maksûduyla Risale-i Nur’run fütûhatı başka mecralarda teshîle vesîle olur:
    "Beşinci Şûâ" ellerine geçmesi ehemmiyetlidir; fakat, bunda bir hikmet var. Belki onlara kendi mesleklerini bildirmek,ve Cehenneme gidenin mahiyetini bilmek için fevkalâde ve iktidarımız haricinde bir kazayı İlâhî diye Cenab-ı Hakkın hikmetine ve inayetine ve hıfzına îtimad edip, merak etmeyiniz.
    Hem siz, hem onlar bilsinler ki; sadaka belayı defettiği gibi, Risâle-i Nur, Anadolu’dan, husûsan Isparta ve Kastamonu’dan âfât-ı semaviye ve arzıyeyi def’ ve ref’ine vesîledir.

    Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s.148.

    Bu da inayet-i İlâhiyenin Risâle-i Nur’a verdiği bir keramettir ki; nasıl ki bu asrın en dehşetli üç büyük kumandanlarını korkutup, harika bir tarzda, hem Mart hadisesinde Hareket Ordusunun Başkumandanı, hem İstanbul’un eski Harb-i Umûmideki istilasındaki Hareket-i Milliye sırasında İstanbul’u istila eden dehşetli ecnebî kumandanı korkutup, bize taarruz edememesi ve hem Ankara’da, dîvan-ı riyasetinde en dehşetli
    reisin hiddetini tarziyeye çevirmesi gibi üç adliyenin de dokunaklı, şiddetli müdâfâata karşı binler bahane tutabildikleri halde, hakperestane ve musalâhakârâne ittifakla beraet kararını vermeleri, elbette Kur’an’ın bir mu’cize-i manevîsi olan Risale-i Nur’un bir kerametidir.

    Emirdağ Lahikası-l, s. 247.




    Risale-i Nur’ un kendisi de bir inayet-i İlahiyedir

    Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı îmâniye ve Kur’âniyeyi, hatta en muannide karşı dahi parlak bir sûrette ispatı çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlâhiyedir. Çünkü hakaik-ı îmâniye ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dahî telakkî edilen İbn-i Sîna, fehminde aczini îtiraf etmiş;
    "Akıl buna yol bulamaz" demiş. "Onuncu Söz" risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaikı avamlara da, çocuklara da bildiriyor.
    Hem mesela, sırrı-ı kader ve cüz’-ü ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme, kırk elli sayfada, meşhur "Mukaddemat-ı İsna Aşer" namiyle telvih nam kitabında, ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın iki sayfasında tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa, nedir?
    Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i alem ve tılsım-ı kainat denilen ve Kur’ân-ı Azîmüşşanını î’câzıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkülküşa ve o muamma-yı hayretnüma, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Sözün ahirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Sözün tahavvülat-ı zerratın altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kainattaki faaliyet-i hayretnümanın tılsımını ve hilkat-i kainatın ve akıbetinin muammasını ve tahavvülât-ı zerrâttaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşf ve beyan etmişlerdir. Meydandadır; bakılabilir.

    Hem, sırr-ı Ehadiyet ile, şeriksiz vahdet-i Rubûbiyeti; hem, nihayetsiz kurbiyet-i İlâhiyeye nisbeten zerrât ve seyyârât müsavi olduğunu ve haşr-i âzâmda umum zîrûhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu; ve şirkin hilkat-i kâinatta müdahalesi imtina derecesinde akıldan uzak olduğunu, kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektuptaki kelimesi beyanında üç temsili havi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.


    Onun herşeye gücü yeter ve hiçbir şey Ona ağır gelmez. Hadîs-i şerif: Müslim, Mesacid:146, Zikir: 28, 30; Buhari, Ezan:155. Aynı ifade birçok ayette de geçer. Mesela, Mülk Sûresi birinci ayet. Hem, hakaik-ı îmâniye ve Kur’âniyede öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde, benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracâat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve süratle yazan bir adamda, o hakaikın ekseriyet-i mutlakası, dekaikıyla zuhuru doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin î’câz-ı mânevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.

    Mektûbat, s. 361-362.




    Kur’ an’ ın ve evliyanın Risale-i Nur’a dair müjdeleri

    Malûm olsun ki, ben Risâle-i Nur’un kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmekle Kur’ân’ın hakîkatlerini ve îmânın rükünlerini îlan etmek ve zaaf-ı îmâna düşenleri onlara davet etmek ve onların kuvvetlerini ve hakkaniyetlerini göstermek istiyonım.

    Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 91.

    Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasip olurdu. Fakat bu kadar hadsiz muarızlar ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve zayıf olan bizlere kuvve-i maneviye ve gaybî imdat ve teşcî
    ve sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i katiye oldu, ben de yazdım.

    Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 12.

    Risâle-i Nur şâkirtlerinin zayıf kısımlarına zarar veren, hatıra gelmeyen ihtiyar bir zât tarafından bir îtiraz münasebetiyle ve o gibi îtirazların esasını kesecek bir hakîkati beyan etmeye mecbur oldum. Evvelce birisine dediğim gibi bunu tekrar ediyorum.

    Hem mûcib-i taaccüp, hem medar-ı teessüftür ki, ehl-i hakîkat, ittifaktaki fevkalâde kuvveti zayi ettikleri ve zıya’ ile mağlûp olduklan halde; ehl-i nifak ve dalalet, meşrebine iıt olduğu halde, ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar; yüzde on iken, doksan ehl-i hakîkati mağlûp ediyorlar. Ve en ziyade medâr-ı taaccüp ve medar-ı hayret şudur ki:
    En ziyade muavenet ve teşvik beklediğimiz ve onlar da yardıma İslâmiyetçe ve meslekçe ve vazifeten mükellef oldukları bize yardımı yapmayıp, bilakis, yanlış anlamasına binaen, Risâle-i Nur’un hizmetine fütur verecek, mevkî-i içtimaiyelerinin ehemmiyetine istinaden îtiraz etmişler. Bir hakîkate dair beyanata îtiraz etmişler.

    Ben bilmiyorum hangi meseledir, hangi ayete dairdir. Olsa olsa, gayet mahrem kısmından olan, "Birinci
    Şua" namında, İşârât-ı Kur’âniyeden bir meseleye dair olacaktır. Bu aciz kardeşiniz, hem o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyanın feyziyle, Yeni Said, hakaik-ı îmâniyeye dair o derece mantıkça ve hakîkatçe bürhanlar zikrediyor ki, değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa feylesoflannı da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.

    Amma, Risâle-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda, Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Azam’ın (k.s.) ihbaratı nevinden, Kur’ân-ı Mu’cizü’1 Beyanın dahi, bu zamanda bir mu’cize-i mânevîsi olan Risâle-i Nur’a na-zar-ı dikkati celb etmesine mânâ-i işarî tabakasından rumuz ve îmaları, i’câzının şe’nindendir ve o lisan-ı gaybın belâgât-ı mu’cizekârânesinin muktezasıdır.


    Evet, Eskişehir hapishanesinde, dehşetli bir zamanda ve kudsî bir tesellîye pekçok muhtaç olduğumuz hengâmda, manevî bir ihtarla, "Risâle-i Nur’un makbuliyetine dair eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki, 1

    sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’ân’dır. Acaba, Risâle-i Nur’u, Kur’ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?" denildi. O acîb sual karşısında bulundum. Ben de Kur’ân’dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç ayetin mânâ-i sarîhinin teferruatı nevindeki tabakattan, mânâ-i işarî tabakasında ve o mânâ-i işarî külliyetinde dahil bir ferdi Risâle-i Nur olduğunu ve duhûlüne medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karîne bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izah ve bir kısmı mücmelen gördüm. Kanaatimde, hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ben de, ehl-i îmânın îmanını Risâle-i Nur’la muhafaza niyetiyle o katî kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime, mahrem tutulmak şartıyla, verdim.
    Ve o risalede, biz demiyoıuz ki, ayetin mânâ-i sarîhi budur; ta hocalar "fihi nazarun" desin. Hem. dememişiz ki, mânâ-i işarînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mânâ-i sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mânâ-i işarî ve remzîdir. Ve o mânâ-i işarî de, bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları var. Risâle-i Nur dahi bu asırda o mânâ-i işarî tabakasının külliyetinden bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine eskiden beri ulema beyninde câri bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karîneler, belki hüccetler gösterilmiş iken; Kur’ân’ın ayetine veya sarahatine, değil incitmek,
    belki î’caz ve belâgatına hizmet ediyor. Bu nevî işârât-ı gaybiyeye îtiraz edilmez. Ehl-i hakîkatin, nihayetsiz işarat-ı Kur’âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihracâtlarını inkar edemeyen, bunu da inkar etmemeli ve edemez.
    Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib’ad edip, îtiraz eden zât, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk eylemek azamet ve kudret-i İlâhiyeye delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakta ve böyle ihtiyac-ı şedit zamanında böyle bir eserin zuhuru, "Vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeye delildir" demeye mecbur olur.
    Ben, sizi ve mûterizleri Risâle-i Nur’un şeref ve haysiyetiyle temin ediyonım ki, bu işaretler ve evliyanın îmalı haberleri, remizleri beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara sevk etmiş. Hiçbir vakitte, hiçbir dakika, nefs-i emmareme medar-ı fahr ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini size bu yirmi sene hayatımın göz önünde tereşşuhatıyla ispat ediyorum.
    Evet, bu hakîkatle beraber, insan kusurlardan, nisyandan, sehivden halî değil. Benim, bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalede
    hatalar da olmuş. Fakat, Kur’ân’ın hurufat-ı kudsiyesinin yerine beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla, yeni hat altında, tahrifkârâne, ehl-i dalaletin tevilat-ı fâsideleri âyâtın sarahatini incitmelerine bakmıyor gibi, bîçare, mazlum bir adamın, kardeşlerinin îmânını kuvvetleştirmek için bir nükte-i î’câziyeyi beyan ettiği için, hizmet-i îmâniyesine fütur verecek derecede îtiraz, elbette değil öyle zatlar, belki zerre miktar insafı bulunan îtiraz edemez.
    Benim şahsım için mûcib-i hayrettir ki, o îtiraz eden zat, benim silsile-i ilimde en mühim üstadım olan Şeyh Fehim’in (k.s.) tilmizi ve en ziyade merbut olduğum İmam-ı Rabbanî’nin (r.a.) bir talebesi olduğu halde, herkesten ziyade kusurlarıma, eski karışık hayatlarıma, taşkınlıklarıma bakmayarak, bütün kuvvetiyle imdadıma koşmak lazım iken, maattessüf, ondan tereşşuh eden bir îtiraz, bazı zayıf arkadaşlanmıza fütur ve ehl-i dalalete bir senet hükmüne geçtiğini çok teessüfle işittik.

    Kastamonu Lahikası, s.115-117.




    Risale-i Nur’ a ilişmek ve hizmetine mani olmak musîbetleri celb eder

    Size ihtar ediyorum: Kur’ân’a dayanan Risâle-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlûp olmaz, bu

    memlekete yazık olur. HAŞİYE 1 , başka yere gider, yine tenvir eder. Hem, eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakîkat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i îmâniye ve Nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.

    Şûâlar, s. 294.
    Bu Anadolu’ya ayn-ı rahmet olan Risâle-i Nur’a karşı bu acîb zamanda böyle umûmi ve geniş bir taarnızla; ve bazı yerlerde tatile mecbur olması, bu kaht ü galayı ve bu acîb ihtikarı ve bereketsizlik ve açlığı netice verdiğine bize kanaat verdi.

    Kastamonu Lahikası, s.153.

    Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risâle-i Nur’un kuvvetli kitaplarına karşı inat etse ve musalâha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz hapistir; ve mülhidler, bolşevizmi zındıka ile birleştirdiğine alâmettir; ve hükûmet, onlan dinlemeye mecbur olur. O zaman Risâle-i Nur

    çekilir, tevakkuf eder, maddî ve manevî musîbetler hücuma başlarlar.

    Şûâlar, s. 282.

    Azîz kardeşim,

    -2- Bu ayet dahi -2- işaretine işaret eder ki; kâfirlerin bu kadar tahribatları ve harbleri faydasız ve hasarât içerisinde ayn-ı zararoldu. işaretinde Risâle-i Nur’a bir îma bulunması remziyle, bu âyet dahi remzen bin üç yüz altı Rûmî tarihi olan bu senede münafıklar ve küfre düşenler Risâle-i Nur’a ilişecekler, fakat hasarât ederler. Çünkü zelzele ve harp gibi belâların ref’ine bir sebep, Risâle-i Nur’dur. Onun tatili belâları celb eder diye bir gizli îma olabilir.

    Şûâlar, s. 259.
    Risale-i Nur ve şakirtlerine dört defa şiddetli taarruzların aynı zamanında dört defa dehşetli zelzelenin hücumu tam tamına tevafukları tesadüfi olmadığı gibi, Risâle-i Nur’un iki merkez-i intişârı olan Isparta ve Kastamonu’nun sair ycrlere nisbeten âfâttan mahfuz kalmaları ve Sûre-i Ve’1-Asr işaretiyle, ahirzamanın en büyük bir hasaret-i insaniyesi olan bu İkinci Harb-i Umûmiden çâre-i necat ise îmân ve amel-i salih olmasından, Risâle-i Nur’un Anadolu’nun her tarafında îmân-ı tahkîkîyi neşri zamanına Anadolu’nun fevkalâde olarak bu hasaret-i azîme-i harbiyeden kurtulması tam tamına tevafuku dahi tesadüfi olamaz. Hem, Risâle-i Nur’un hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanında gelen şefkat veya hiddet tokatlarının yüzer vukuatları tam tamına tevafukları tesadüfi olmadığı gibi, Risâle-i Nur’a hüsn-ü hizmet edenlerin hemen hemen bilâistisna maîşetinde vüs’at ve bereket ve kalbinde meserret ve rahat görmelerinin binler hadiseleri dahi tesadüfi olamaz.

    Şûâlar, s. 272.

    Risale-i Nur, sefine-i Nuh gibi, Anadolu’yu cebel-i Cudî hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tokatından kurtulmasına bir sebeptir. Çünkü, zaaf-ı îmândan gelen tuğyan, ekserî musıbet-i ammeyi
    airesinin haricine bırakmaya rahmet-i İlahiye tarafından vesîle oldu. Bu ehl-i dünya, bu Anadolu halkı, Risâle-i Nur’a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler, yakında bekleyen yangınlar, tûfanlar ve taunların istilasına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Madem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onların da lüzûmsuz bir halde bu derece ahiretimize karışmalarında onlara felaket getirmek ihtimali kavîdir.

    Kastamonu Lâhikası, s. 94.

    Medar-ı ibrettir ki; burada Risâle-i Nur serbest okunup yazılırken, hilâf-ı adet, başta bu kış, yaz gibi gittiğini çok adamlardan işittim. Ne vakit bana ve Risâle-i Nur’a hücum edildi, yazdırılmadı, tatil oldu, gayet şiddetli bir kış başladığı gibi; Afyon’a şekva sûretinde yazılan hasb-i hal ve zelzeleleri Risâle-i Nur’un tatiliyle münasebettar gösterdiği cihetini inanmayanlara güya inandırmak için aynı taarruz zamanında başlayıp şimdiye kadar ara sıra hafifçe sarsar; îkaz ediyor diye işittim.

    Hem, ne vakit Risale-i Nur’a ilişilmişse, bir nevî umûmi korku başlamış görüyoruz. Demek bu vatanın belalardan muhafazası için Risâle-i Nur bir katî vesîledir. Madem böyledir, millet ve vatanı sevenler,
    Risâle-i Nur’u serbest bıraksınlar ve okusunlar ve okutsunlar.

    Emirdağ Lâhikası-I, s. 24.

    Hem, Risâle-i Nur’un kasabalara ve cemaatlere berekete medar olması ve ona zarar edenlere tokat gelmesi gibi, şahıslara da pek zahir bir sûrette, hem bereket ve hüsn-ü maîşet-ona çalışanlara-ve gaybî tokatlar-onun aleyhinde çalışanlara-gelmesi, bu havalide çok hadiseleri var. Biz, kendi nefsimizde, çalıştığımız zaman pek zâhir bir sûrette bir hüsn-ü maîşet, bir inayet gördüğümüz gibi; Risâle-i Nur veya şakirtleri aleyhine çalışanlara şiddetli tokatlar geldiğini görüyonız.
    Ezcümle, Risâle-i Nur’un erkanından birisi, katî bir sûrette haber veriyor ki; üç dört adam, dünya servetinin hatırı için toplanıp, münâfıkane tedbir kurdukları hengâmda, üç gün sonra, o üç dört adamın haneleri ve birinin dükkanı yanıp, herbiri binler lira zayiatla tokat yediler.
    Hem, bir dessas casus adam, Risâle-i Nur şakirtleri aleyhinde çalışıyordu ki, onları hapse attırsın. Birgün serbest olarak, "Ben, bir ipucu bulamadım ki, bunlan hapse soksam. Eğer bir ipucu bulsam, onları hapse sokacağım" diye îlan ettiği vakitten iki gün sonra, bir iş
    yapıp, Risâle-i Nur şakirtleri yerinde, o adam, iki sene hapse girdi.
    Hem, bedbaht, muannid bir adam, Risâle-i Nur aleyhinde, her şakirtlerinin bir rüknü aleyhinde mütecavizane bulunduğu hengâmda, bir iki gün sonra meyhaneye gidip, içe içe çatlamış, orada ölmüş. Bu nevîden çok hadiseler var. Demek Risâle-i Nur, dostlara tiryak olduğu gibi, düşmanlara da saika oluyor.

    Kastamonu Lâhikası, s. 162.

    Risale-i Nur’la îmana hizmette usanç ve tenbellik göstermek "şefkat tokatlarını" celb eder

    Bu hizmet-i kudsiyenin kerameti üç nevîdir.
    Birinci nevî : O hizmeti ihzar etmek ve hâdimlerini o hizmete sevk etmek cihetidir.
    İkinci kısım : Manileri bertaraf etmek ve muzırların şerrini defedip, onları tokatlamaktır.
    Bu iki kısmın hadiseleri çoktur, hem çok uzundur.
    HAŞİYE 2 Başka vakte talikan, en hafif olan üçüncü bir kısımdan bahsedeceğiz.
    Üçüncü kısım şudur ki : Hizmette halisen çalışanlara fütur geldiği vakit, şefkatli bir tokat yerler, intibaha gelerek yine o hizmete girerler. Bu kısmın hadisâtı, yüzden fazladır. Yalnız yirmi hadiseden on üç, on dördü şefkatli tokat yemişler, altı yedisi zecr tokatı görmüşler.

    BİRİNCİSİ : bu bîçare Said’dir. Her ne vakit hizmete fütur verir, "neme lazım" deyip husûsi nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatım geliyor ki, ihmalimden tokat yedim. Çünkü, hangi maksadım beni iğfale sevk etmişse, onun aksi ile tokat yerdim. Sair halis arkadaşlanmın da yedikleri şefkat tokatları, dikkat ede ede, benim gibi, hangi maksat için ihmal etmişse, onun aksiyle şefkat tokatlannı yediklerinden, kanaatimiz gelmiş ki, o hadiseler, hizmet-i Kur’âniyenin kerametindendir.
    Mesela, bu bîçare Said, Van’da ders-i hakaik-ı Kur’âniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hadisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki "neme lazım" dedim, kendi nefsimi düşündüm, ahiretimi kurtarmak için Erek Dağında harabc mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler. Burdur’a getirildim.
    Orada yine hizmet-i Kur’âniyede bulunduğum miktarca-o vakit menfilere çok dikkat ediliyordu; her
    akşam ispat-ı vücud etmekle mükellef oldukları halde-ben ve halis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit ispat-ı vücuda gitmedim, hükûmeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paşaya şikayet etmiş. Fevzi Paşa demiş: "Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz." Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kur’âniyenin kudsiyetidir. Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız ahiretimi düşünmek fikri bana galebe etti, hizmet-i Kur’âniyede muvakkat fütur geldi, aksi maksadımla tokat yedim. Yani, bir menfadan diğerine, Isparta’ya, gönderildim.
    Isparta’da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra hazı korkak insanların ihtarlarıyla,
    "Belki bu vaziyeti hükûmet hoş görmeyecek. Bir parça teennî etsen daha iyi olur" dediler. Bende, tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. "Aman, halklar gelmesin" dedim. Yine o menfadan dahi üçüncü nefiy olarak Barla’ya verildim.
    Barla’da ne vakit bana fütur gelmiş ise, yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet bulmuş ise, bu ehl-i dünyanın yılanlarından, münâfıklarından birisi bana musallat olmuş. Bu sekiz senede seksen hadiseyi, kendi başımdan geçtiği için hikaye edebilirim. Usandırmamak için kısa kesiyorum...

    ÜÇÜNCÜSÜ : Hizmet-i Kur’âniyenin pek mühim bir âzâsı olan Hulûsi Bey, Eğridir’den memlekete gittiği vakit, saadet-i dünyeviyeyi tam zevk ettirecek ve temin edecek esbab bulunduğundan, bir derece, sırf uhrevî olan hizmet-i Kur’âniyede fütûra yüz göstermeye dair esbab hazırlandı. Çünkü, hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli, rütbeli bir sûrette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Halbuki hizmet-i Kur’âniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Ta ihlasla, ciddiyetle hizmet-i Kur’âniyede bulunsun.

    İşte Hulûsi’nin kalbi çendan layetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütûra sevk ettiğinden, şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münâfıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i mâneviyesindeki ciddiyete tam manasıyla sarıldı.

    BEŞİNCİSİ : Hakkı Efendidir. Şimdi burada olmadığı için, Hulûsi’ye vekalet ettiğim gibi ona da vekaleten derim ki: Hakkı Efendi talebelik vazifesini hakkıyla îfa ederken, ahlâksız bir kaymakam geldi. Hem Üstadına, hem de kendine zarar gelmemek için, yazdıklarını sakladı. Muvakkaten hizmet-i Nuriyeyi terk etti. Birden, bir şefkat tokatı manasında bin lirayı vermeye mükellef olacak bir dava başına açıldı. Bir sene o tehdit altında kaldı. Ta geldi, burada görüştük,
    avdetinde hizmet-i Kur’âniyeye talebelik vazifesine girdi. Şefkat tokatının hükmü kalktı, tebrie etti.
    Sonra Kur’ân’ı yeni bir tarzda
    HAŞİYE 3 yazmak husûsunda talebelere bir vazife açıldı. Hakkı Efendiye de hisse verildi. Elhak, o hissesine sahip çıktı. Bir cüz’ü güzel yazdı. Fakat derd-i maîşet zarûretiyle kendini mecbur bilip, gizli dâva vekaletine teşebbüs etti. Birden bir şefkat tokatı daha yedi. Kalemi tutan parmağı muvakkaten kırıldı. "Bu parmakla hem dava vekaleti yapmak, hem Kur’ân’ı yazmak olmayacak" diye, lisan-ı mânâ ile ihtar edildi. Dâva vekaletine teşebbüsünü bilmediğimiz için parmağına hayret ediyorduk. Sonra anlaşıldı ki, kudsî sâfî hizmet-i Kur’âniye, gayet temiz, kendine mahsus parmakları başka işe karıştırmak istemiyor...

    ALTINCISI
    : Bekir Efendidir... Bekir Efendi Onuncu Sözü tâb etti. Î’câz-ı Kur’ân’a dair Yirmi Beşinci Sözü yeni huruf çıkmadan tâb etmek için ona gönderdik. Onuncu Sözün matbaa fiyatını gönderdiğimiz gibi, onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakr-ı halimi düşünüp, matbaa fiyatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülahaza ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye. onun nefsi onu aldattı. Tâb edilmedi. Hizmet-i Kur’âniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra dokuz yüz lira hırsızların eline geçti. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşaallah, zıya’a giden dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti.

    YEDİNCİSİ : Şamlı Hafız Tevfık’tir. O kendisi diyor: Evet, îtiraf ediyorum ki, ben bilmeyerek ve yanlış düşünerek hizmet-i Kur’âniyede fütur verecek harekâtım sebebiyle iki şefkatli tokat yedim. Şüphem de kalmadı ki, bu tokat, o cihetten geldi.

    Birincisi : Lillahilhamd, benim hatt-ı Arabiyem Kur’ân’a bir derece uygun bir tarzda ihsan edilmişti. Üstadım en evvel üç cüz’ bana yazdırmakla sair arkadaşlarıma taksim etti. Kur’an yazmak iştiyakı, risâlelerin tebyîz ve tesvîdindeki hizmetime arzumu kırdı. Hem Arabî hattı bulunmayan sair arkadaşlara tefevvuk edeceğim diye gururkârâne bir tavırda bulundum. Hatta Üstadım yazıya ait bir tedbir bana söylediği vakit, "Bu iş bana aittir," o vakit dedim. "Ben bunu biliyorum, ders almaya ihtiyacım yoktur" gibi mağrurane söyledim. İşte bu hatama göre fevkalade, hiç hatıra gelmeyen bir tokat yedim. En az Arabî hattı olan bir kardeşime (Hüsrev’e) yetişemedim. Bizler bütün hayret ettik. Şimdi.anladık ki, o bir tokattır.

    İkincisi : Ben îtiraf ediyoıum ki, hizmet-i Kur’âniyedeki kemal-i ihlas ve sırf livechillah için hizmeti, iki vaziyetim ihlal ediyordu. Şiddetli bir tokat yedim. Çünkü ben bu memlekette garip hükmündeyim, garibim. Hem, şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaate riayet etmediğimden, fakr-ı hâle manızum. Hodbîn, mağrur insanlarla ihtilata mecbur olduğumdan--Cenab-ı Hak affetsin- mürüvvetkarane bir sûrette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum Üstadım çok defa beni îkaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki, Kur’ân-ı Hakîmin rûh-u hizmetine zıt olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.
    İşte ben bu kusuruma karşı şiddetli-fakat inşaallah şefkatli-bir tokat yedim. Şüphemiz kalmadı ki, bu tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben Üstadımın hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar Nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da, "Bu neden böyle oluyor?" diye esbab arıyorduk. Şimdi katî kanaatimiz geldi ki, o hakaik-ı Kur’âniye nurdur, ziyadır. Tasannû, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için, bu nurların hakîkatlerinin meali benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu. Cenâb-ı Haktan niyaz ediyonım ki, bundan
    sonra Cenâb-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlas ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannû ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak kardeşlerimden dua rica ediyorum.
    Pür Kusur
    Şamlı Hafız Tevfik

    DOKUZUNCUSU : Büyük Hafız Zühtü’dür. Bu zat, Ağrus’taki Nur Talebelerinin başında nazırları hükmünde olduğu bir zaman, Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve bid’alardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görmeyerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevkî kazanmak emeliyle mühim bir bid’anın muallimliğini deruhte etti. Tamamıyla mesleğimize zıt bir hata işledi. Pek müthiş bir şefkat tokatını yedi. Hanedanının şerefıni zîr ü zeber edecek bir hadiseye maruz kaldı...

    ONUNCUSU
    : Hafız Ahmed (r.h.) namında bir adamdır. Bu zat, risalelerin yazmasında iki üç sene teşvikkârâne bir sûrette bulunuyordu ve istifade ediyordu. Sonra ehl-i dünya zayıf bir damarından istifade etti. O şevk zedelendi. Ehl-i dünyaya temas etti-belki o cihetle ehl-i dünyanın zararını görmesin, hem onlara sözünü geçirsin ve bir nevî mevkî kazansın ve dar olan maîşetine bir sühûlet olsun. İşte, hizmet-i Kur’âniyeye o sûretle, o yüzden gelen fütur ve zarara mukabil iki tokat yedi. Biri: Dar maîşetiyle beraber beş nüfus daha ilave edildi, perişaniyeti ehemmiyet kesb etti. İkinci tokat: Şeref ve haysiyet noktasında hassas ve hatta bir tek adamın tenkit ve îtirazını çekemeyen o zat, bilmeyerek bazı dessas insanlar onu öyle bir sûrette kendilerine perde ettiler ki, şerefı zîr ü zeber oldu, yüzde doksanını kaybetti ve yüzde doksan adamı aleyhine çevirdi...

    ON İKİNCİSİ : Muallim Galip’tir (r.h.). Evet, bu zât, sâdıkane ve takdirkârâne, risalelerin tebyîzinde çok hizmet etti ve hiçbir müşkülat karşısında zaaf gösternıedi. Ekser günlerde geliyordu, kemal-i şevkle dinliyordu ve istinsah ediyordu. Sonra kendine, otuz lira ücret mukabilinde umum Sözler’i ve Mektubât’ ı yazdırdı. Onun maksadı, memleketinde neşretmek ve hem hemşehrilerini tenvir etmekti. Sonra bazı düşünceler neticesinde, risâleleri tasavvur ettiği gibi neşretmedi, sandığa bıraktı. Birden, elîm bir hadise yüzünden bir sene gam ve gussa çekti. Risalelerin neşri ile ona adavet edecek resmî birkaç düşmanlara bedel, zalim, insafsız çok düşmanları buldu, bir kısım dostlannı kaybetti.

    Lem’alar, s. 39-44.

    Sual: Has dostlarınıza gelen musîbetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur’âniyede fütûrları cihetinde

    bir itab telakkî ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur’âniyeye hakîki düşmanlık edenler selamette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?

    Elcevap: sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevî zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir.
    Düşman ise, hizmet-i Kur’âniyeye zıddıyeti, mümanâatı, dalalet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü, zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar.
    Nasıl ki, küçük kabahatleri işleyenlerin nahiyelerde cezaları verilir, büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de, ehl-i îmânın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için, kısmen dünyada ve süraten verilir. Ehl-i dalaletin cinayetleri o kadar büyüktiir ki, kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, mukteza-i adalet olarak alem-i bekadaki Mahkeme-i Kübraya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar. İşte, hadîs-i şerifte

    Zulüm devam etmez, ama küfür devam eder.

    -3-mezkûr hakîkate dahi işaretediyor. Yani, dünyada şu mü’min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için, dünya onun hakkında bir dar-ı cezadır. Dünya, onların saadetli ahiretlerine nisbeten bir zindan ve Cehennemdir. Ve kâfirler, madem Cehennemden çıkmayacaklar, hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları tehir edildiği cihetle, onların ahiretine nisbeten dünya cennetleridir. Yoksa, mü’min bu dünyada dahi kafirden mânen ve hakîkat nokta-i nazarında çok ziyade mesuttur. Adeta mü’minin îmânı, mü’minin rûhunda bir cennet-i mâneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde mânevî bir cehennemi ateşlendiriyor.
    Lem’alar, s. 46.

    Bir kısım zayıf kardeşlerimiz muvakkaten vazgeçseler, belki kendileri bu belâdan kurtarılır diye iki defa bu imtihana giren ve mukabilinde bu kadar zahmet çektikten sonra faydasız, zararlı, kalben vazgeçmek değil, belki yalnız onları aldatmak için sırf zâhiri bir içtinab gösterebilir. Yoksa, hem kendine, hem
    bizlere, hem kudsî mesleğimize zararı dokunur, cezası olarak aksi maksadıyla tokat yer.

    Şûâlar, s. 265.

    Risâletü’n-Nur şakirtlerinin, hüsn-ü hizmetine acele bir mükâfat gördüklerı gibi, hizmette kusur edenler dahi tokat yediklerini, Isparta’da olduğu gibi burada dahi gözümüzle gördük...

    İkincisi : Üstadımıza ve Risâle-i Nur’a dört beş sene hizmet eden ve okutturan ve cidden taraftar bulunan bir zât, elinde dîne ait bir gazete ile geldi. Risâle-i Nur’un mesleğine muhalif bir cereyanın sahiplerine taraftarâne bir tavır gösterdiği zaman, Üstadımın canı çok sıkıldı. Bir iki gün sonra şiddetli, fakat şefkatli bir tokat yedi. Bir doktor ona dedi ki, "Eğer ameliyat yaptırmazsan yüzde yüz ölüm var." O da bilmecburiye ameliyat yaptırdı. Fakat şefkat ciheti imdada yetişerek, çabuk kurtuldu.

    Üçüncüsü : Bir memur Risaletü’n-Nur’u kemal-i iştiyakla okurdu. Hem, Üstad ile görüşmeye ve tam ders almaya çalışıyordu. Birden, bir komiser tarafından ona evham verildi. O da görüşmeyi ve okumayı bırakıp başka şehre giderken, birden, sebepsiz bir taızda bir ayağı kınldı, bir ay çekti. Yine şefkat yâr oldu ki, şimdi tekrar okumaya şevk ile başladı.

    Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 30.






    HAŞİYE 1: Dört def a mübareze zamanında gelen debşetli zelzeleler, "yazık olur" hükmünü ispat ettiler.
    HAŞİYE 2: Mesela din muhaliflerinin, Nur Talebelerine verdikleri azap ve sıkıntı ve ihanetlerden, kendileri dünyada daha ziyade cezasını çektiler, aynını gördüler.
    HAŞİYE 3: Tevavuk mu’cizesini gösterir bir sûrette demektir

    1 Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır. (En’am Sûresi: 59.)

    2 İşte kâfirler o zaman hüsrana uğramışlardır. (Mü’min Sûresi: 85.)
    3 Dünya mü’minin zindanı, kâfirin ise cennetidir. (Hadîs-i şerif: Keşfü’l-Hafâ, c.1. s. 410; Müslim, Tirmizî, Taberanî rivayet etmişlerdir.)


  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 455.346, Level: 100
    Points: 455.346, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 100,0%
    Overall activity: 100,0%
    Achievements
    SiLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    EMEKTAR KURUCU

    .
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    ISPARTA
    Mesajlar
    18.956
    Points
    455.346
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Dördüncü Bölüm

    ALLAH C.C Razı olsun.güzel paylaşım olmuş.ellerine emeğine sağlık TAHİR kardeşim...

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •