2 sonuçtan 1 ile 2 arası

Konu: Üçüncü Bölüm

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Üçüncü Bölüm


    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
    RİSALE-İ NUR’UN HİZMET TARZI



    Risâle-i Nur, hizmette îman, hayat, şeriat sırasını takip eder

    Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesâbına aldığı için, farazâ hakîki beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için, siyâset âlemindeki vaziyetten ferâgat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
    Hem, üç mesele var: biri hayat, biri şeriat, biri îmandır. Hakîkat noktasında en mühimmi ve en âzamı, îman meselesidir. Fakat, şimdiki umûmun nazarında ve hâl-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğünden, o zât şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha muvâfık gelmediğinden, her halde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; tâ ki îman hizmeti safvetini umûmun nazarında bozmasın ve avâmın çabuk iğfal olunabileri akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.
    Hem, yirmi seneden beri tahripkârâne eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metânet ve
    sa dâkat kaybolmuş ki, ondan, belki yirmiden birisine îtimat edilmez. Bu acîb hâlâta karşı çok fevkalâde sebat ve metânet ve sadâkat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır, zarar verir.
    Demek, en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet Risâle-i Nur şâkirtlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir.
    Kastamonu Lâhikası, s. 57-58
    ***
    Âlem-i insâniyette ve İslâmiyette üç muazzam mesele olan îman ve şeriat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı îman hakîkatleri olduğundan, bu hakâik-ı Kur’âniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbî ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur’ân’ın hakîkatleri, dîni dünyaya satan veya âlet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan îmânı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risâle-i Nur’un has ve sâdık talebeleri gâyet şiddet-i nefretle siyâsetten kaçıyorlar.


    Kastamonu Lâhikası, s. 104.



    Risâle-i Nur, iknâ metodunu kullanır


    İmânsız İslâmiyet, sebeb-i necât olmadığı gibi; İslâmiyetsiz îman da medâr-ı necât olamaz.
    Felillâhilhamdü velminnetü, Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin feyziyle Risâle-i Nur mîzanları, dîn-i İslâmın ve hakâik-ı Kur’âniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki, dinsiz dahi onlan anlasa, taraftar olmamak kâbil değil. Hem îman ve İslâmın delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki, gayr-i müslim dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir. Gayr-i müslim kaldığı halde, îman ve İslâmiyetin meyvelerini ve saadet-i dâreynin mehâsini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudât gibi kuvvetli ve zerrât gibi kesretli îman verirler. Hattâ bâzı defa evrâd-ı şâh-ı Nakşibendîde, şehâdet getirdiğim vakit, dediğim zaman, nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakîkat-i îmâniyeyi fedâ edemiyorum. Bir hakîkatin bir dakika aksini farzetmek, bana gâyet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek hakâik-ı îmâniyenin vücud bulmasına bilâ tereddüt vermesine, nefsim itaat ediyor.

    dediğim vakit, nihayetsiz bir kuvvet-i îman hissediyorum. Hakaik-ı îmaniyenin herbirisinin aksini aklen muhal telakkî ediyoıum, ehl-i dalaleti nihayetsiz ebleh ve dîvane görüyorum.
    Mektubat, s. 38-39.

    İmanî meseleler, mücadele tarzında anlatılmaz

    Mezkûr mesail gibi, dakîk mesail-i îmâniyeyi mîzansız mücadele sûretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mîzansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur; diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesail-i îmâniyenin, îtidal-i demle, insafla, bir müdâvele-i efkâr sûretinde bahsi caizdir.
    Kastamonu Lâhikası, s. 42.






    Fıtratı değiştirmek değil, onun mecraını düzeltmek esastır

    Tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: "Hased etme, hırs gösterme, adavet etme, inat etme, dünyayı sevme!" Yani, "Fıtratını değiştir!" gibi, zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz"; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.
    Mektûbat, s. 38.



    Risale-i Nur’un hizmetinde şahsın vazifesi sadece tebliğdir; netice Allah’ a aittir

    Vazifemiz, ihlas ve sebat ve tesanüdlc ve mümkün olduğu kadar ihtiyat ile, "sırren tenevveret," irşad-ı Alevîyi fıilen tasdik etmek, ona göre hareket etınektir; yoksa muarızlara mukabele etmek ve onların hücumundan telaş etmek değil. Muvaffakıyet ve fütûhat-ı Nuriye ve revaç ile intişarı ise, vazife-i İlâhiyedir. Vazifemizi yapıp, vazife-i İlâhiyeye karışmamak gerektir.
    Emirdağ Lâhikası-l, s. 210.






    Herkese ihtiyacı olanı vermek esastır

    Hafız Ali demiş: "Risale-i Nur’un bir kerametidir; öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana ct verir. O arslan hocanın, en evvel İhlas Risaleleri eline geçmiş."
    İşte Hafız Ali’nin bu mektubunu aldığımdan ya altı, ya yedi gün evvel, Karadağ’dan inerken, birden diyordum: "Yahu, ata et, arslana ot atma; arslana et, ata ot ver." Bu kelimeyi beş altı defa, hoşuma gitmiş, tekrar ediyordum. Ya Hafız Ali benden evvel yazmış, bana da söylettirdi; veyahut ben evvel söylemişim, ona yazdırılmış. Yalnız bu garip tevafukta bir farkımız var. O, öküze ot demiş; ben, ata ot demişim.
    Kastamonıı Lâhikası, s. 193.



    Fenalığa iyilikle mukabele etmek esastır

    Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mu- kabele edersen, husûmet tezayüd eder. Zahiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idâme eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.


    hükmünce, mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zahiren leîm bile olsa, îmân cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama "İyisin iyisin" desen, iyileşmesi ve iyi adama "Fenasın, fenasın" desen fenalaşması çok vukû bulur. Öyle ise,
    gibi desatir-i kudsiye-i Kur’aniyeye kulak ver; saadet ve selvmet ondadır.
    Mektûbat, s. 256.






    İmân hizmeti hiçbir tarafgirliğe girmeden yapılır

    Eğer Risale-i Nur’u tenkit fikriyle tetkik eden adliye memurları, îmânlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni îdam ile mahkûm etseler; şahit olunuz, ben hakkımı onlara helal ediyorum. Çünkü biz hizmetkârız. Risâle-i Nur’un vazifesi, îmânı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek, hizmet-i îmâniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeyerek yapmaya mükellefiz.
    Şûâlar, s. 331.



    Din ve dîne hizmet, dünya hayatına basamak yapılmaz

    Bu acîb asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması ve çok etmesi; ve hacat-ı gayr-i zarûriyeyi görenekle tiryaki ve müptela etmekle hacat-ı zarûriye derecesine getirmesiyle, hayatı ve yaşamayı herkesin her vakitte en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı dîniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya set çeker veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatasının cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki, dünyayı başına cehennem eyledi.
    İşte bu dehşetli musîbette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar. Ezcümle, ben gördüm ki, ehl-i diyanet, belki de ehl-i
    takva bir kısım zatlar bizimle gayet ciddî alakadarlık peyda ettiler. O bir iki zatta gördüm ki, diyaneti ister ve yapmasını sever; ta ki, hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rast gelsin. Hatta, tarîkati keşf ve keramet için ister. Demek, ahiret arzusunu ve dînî vezaifin uhrevî meyvelerini dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-ı dîniyenin fevaid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda olsa, o ameli iptal eder; laakal ihlası kırılır, sevabı kaçar.
    Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mîzanları ve muvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek, Risale-i Nur’un dairesine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.
    Evet, işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslama da bilerek, severek tercih ettirdi.
    Kastamonu Lahikası, s. 73-74.








    Risale-i Nur, dîni siyasete alet etmeye imkân vermez


    Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’an’ın elmas gibi hakîkatlerini propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.
    Mektûbat, s. 53.
    Hakaik-ı îmaniye ve Kur’aniye birer elmas hûkmünde olduğu halde, siyaset ile alûde olsa idim, elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam tarafından, "Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?" diye düşünürler. O elmaslara adi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.
    Mektûbat, s. 66.



    Nurcular bir siyasî cereyana dahil ve tabî olmaz, sadece haklı tarafa yardımcı ve dost olur

    Evet, Nurcular, siyasetlerle alakaları olmaz. Yalnız îman hakîkatleriyle bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya alet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları
    ezdiler. İnşaallah, bir sebep çıkar, o istibdadı kıracak, masum ve mazlum Nurcuları kurtaracak. Fakat çok dikkat ve ihtiyat lazımdır. Risâle-i Nur, dünyada her cereyanın fevkınde bulunması ve ıımûmun malı olması cihetiyle, bir tarafa tabi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur. ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde oıılara bir nokta-i istinad olur. Fakat siyaset hesabına değil, belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler, Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.
    Emirdağ Lahikası-I, s. 157.



    Risale-i Nur’ un eğitim yerleri "Medrese-i Nuriyeler"dir
    Elbette bizlere lazım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen, din tedrisatı için husûsi dershaneler açılma ve izin verilmesine binaen, Nur şakirtleri, mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nûriye açmak lazımdır. Gerçi, herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. Hem îman hakîkatlerinin izahı olduğu için, hem ilim HAŞİYE , hem marifet, hem ibadettir.

    Eski medreselerde beş on seneye mukabil, iıışaallah Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi tcmin edecek ve yirmi senedir ediyor.
    Emirdağ Lâhikası-l, s. 245.



    Risale-i Nur, her evi bir medrese-i Nûriye haline çevirir

    Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa, kendi hanesini bir küçük medrese-i Nûriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç dört zat birleşsin; ve bu heyet, bulundııkları haneyi küçük bir medrese-i Nûriye ittihaz ctsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerdc, beş on dakika dahi olsa Risâle-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar. hakîki ilim talebeleri gibi, onların maîşetlerini temin husûsundaki adi muameleleri de bir nevî ibadet hükmüne geçebilir.
    Emirdağ Lâhikası-l. s. 101.

    Risale-i Nur, hizmette tarîkat yolunu takip etmemiştir

    İkinci Nokta: İmam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sanî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: "Hakaik-i îmaniyeden
    birtek meselenin inkişafı ve vuzûhu, benim indimde binler ezvak ve keramata müreccahtır. Hem bütün tarîkatlerin gayesi ve neticesi, hakaik-ı îmâniyenin inkişafı ve vuzûhudur. "

    Madem şöyle bir tarîkat kahramanı böyle hükmediyor; elbette Hakaik-ı îmâniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’âniyeden tereşşuh eden Sözler velayetten matlûb olan neticeleri verebilirler.

    Üçüncü Nokta: Bundan otuz sene evvel, eski Said’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi, kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halâskar taharrî etti; gördü ki, yollar muhtelif. Tereddütte kaldı. Gavs-ı Azam olan Şeyh-i Geylanî Radıyallahü Anhın Fütûhü’l-Gayb namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı:
    Acîbdir ki, o vakit ben Darü’l-Hikmeti’I-İslâmiye azası idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben
    idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.

    İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: "Sen kendin hastasın; kendine bir tabib ara." Ben dedim: "Sen tabibim ol." Tuttum, kendimi ona muhatap addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat, kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum, bitirmeye tahamülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifâkârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcâtını dinledim, çok istifaza ettim.

    Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektûbat kitabını gördüm, elime aldım. Halis bir tefe’ül ederek açtım. Acaiptendir ki, bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lafzı var: o iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektuplarırı başında "Mirza Bediüzzaman’a mektup" diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhanallah!" dedim. "Bu bana hitap ediyor." O zaman eski Said’in bir lakabı. "Bediüzzaman"dı. Halbuki hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedanî’den başka o lâkapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Halbuki, İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O


    zatın hâli, benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum.
    Yalnız İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi çok mektuplarında musırrâne şunu tavsiye ediyor: "Tevhîd-i kıble et." Yani, birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i rûhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm, "Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?" Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki, "Bu muhtelif turûklann başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’ân-ı Hakîmdir. Hakîki tevhîd-i kıble bunda olur. Öyle ise, en ala mürşid de ve en mukaddes üstad da odur." Ona yapıştım, nâkıs ve perişan istidadım elbette layıkıyla o mürşid-i hakîkinin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat, ehl-i kalb ve sahib-i hâlin derecatına göre, o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, rûhî, halî mesâil-i îmâniyedir ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedirler.
    Mektubat, s. 339-340.


    Risale-i Nur’da daima dava edip demişim: "Zaman tarîkat zamanı değil, belki îmânı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsiz Cennete gidenler çoktur, îmânsız Cennete giden yoktur" diye bütün kuvvetimizle îmâna çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyada bir hanem yok ki, nerede tekkem olacak? Bu yirmi sene zarfında, birtek adam yok ki, çıksın desin, "Bana tarîkat dersi vermiş; ve mahkemeler ve zabıtalar bulmamışlar. Yalnız, eskiden yazdığım tarîkatlerin hakîkatlerini ilmen beyan eden "Telvihât Risâlesi" var ki, bir ders-i hakikattir ve yüksek bir ders-i ilmîdir; tarîkat dersi değildir.
    Emirdağ Lâhikası-l, s. 28.
    Hapishanede-Allah rahmet eylesin-mühim bir şeyh ve mürşid ve câzibedar bir Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risâle-i Nur’un elli altmış şakirtleri içinde celbkarane sohbet ettiği halde, yalnız birtek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o câzibedar şeyhe karşı müstağnî kaldılar. Risâle-i Nur’un yüksek, kıymettar hizmet-i îmâniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu.
    O şakirtlerin gayetkeskin kalb ve basîreti şöyle bir hakîkati anlamış ki:
    Risâle-i Nur’a hizmet ise, îmânı kurtarıyor; tarîkat ve şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir
    adâmın îmanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü îman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velâyet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın îmânını kurtarmak, on adamı velî yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.
    İşte bu dakîk sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umûmunun keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi bîçâre günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de-eğer bulunsaydı-müçtehidlere dahi tercih ettiler.
    Bu hakîkate binaen, bu şehre bir kutub, bir gavs-ı azam gelse, "Seni on günde velayet derecesine çıkaracağım" dese, sen, Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.
    Kastamonu Lâhikası, s. 51-52.



    Risale-i Nur’u öğrenmek için muallime ihtiyaç yoktur

    Mânevî bir elektrik olan Resâili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder; muhakkik bir alim olabilir.

    Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî. s. 63.

    Risâle-i Nur’da ekseriyet îtibariyle kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırakmadığından, bu tedris vazifemde bana istirahat ve tebrik nevinde bir ihsan-ı İlâhî olarak bu acîb hastalık benim istirahatime medar oldu. Hem benim rûhuma geldi ki, Senin binler, belki yüz binler Saidcikler senin bedeline ders verecek ve konuşacaklar var. İhsan-ı İlâhî ile Risâle-i Nur, başka ilimler gibi meşakkatli derslere muhtaç değil.

    Emirdağ Lâhikası-ll, s. 198.








    HAŞİYE: Şayet biri biliyor, taallüm etmeye muhtaç değilse, ibadete muhtaç veya marifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir.

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 5.595, Level: 48
    Points: 5.595, Level: 48
    Level completed: 23%,
    Points required for next Level: 155
    Level completed: 23%, Points required for next Level: 155
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    hüzünyılı - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Mesajlar
    153
    Points
    5.595
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    18

    Standart Cevap: Üçüncü Bölüm

    emeğinize sağlık arayıpta bulamadığım

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •