(آمن ) “Âmîn” [1] ya da “Amen”, bir dua sonunda söylenen “kabul et” anlamında bir sözcüktür. [2]
“Amin” kelimesi, İbrahimî şeriatların ortak şiarıdır. Muhammedî davetin aynı ilahi kökten neşet ettiğinin hoş bir belgesidir. “Amin”, onaylama, doğrulama, tasdik etmek, katılma ve evetleme anlamına gelir. Bu kelime, Ya Rabbi! Bizden kabul et, dualarımızı kabul buyur manasını ifade eder.[3]
İslam inancına göre Hz. Muhammed Fatiha sûresini okurken, “ve leddâlîn” deyince Cebrail’in kulağına “âmin” demesini fısıldadığına inanılır.[4]
Asıl şekli “âmîn” olan kelimenin kökeni ve anlamı hakkında bugüne kadar birçok görüşler de ileri sürülmüştür. Üzerinde durulan tezlerin başlıcaları, Yahudiler ile Hıristiyanlar tarafından da “âmen” şeklinde ve aynı amaçla kullanılmasına dayanılarak İbranice ya da Süryaniceden Arapçaya girdiği, Arapça “emn” (inanmak, güvenmek) kökünden türediği ve Allah’ın isimlerinden biri olduğu şeklindedir. Bunların ikincisi ile ilgili olarak ayrıca kelimenin yapısı, lügat ve terim anlamları gibi konularda çeşitli fikirler ileri sürülmüş ve lügat anlamı “kabul buyur” ya da “icâbet eyle” olmamakla birlikte, bu anlama gelmek üzere Allah’a hitaben kullanılan bir terim olduğu görüşü benimsenmiştir.[5][6][7]
Bunun yanında birçok dinsel inanışta söylenen bu sözcüğün Mısır mitolojisindeki Amon’dan kaynaklandığı ileri sürülür.[2]
Eski Ahit’in pek çok yerinde “amen” şeklinde geçen “âmîn” kelimesi, Ana Sâmî dilin (Proto Semitik) “ymn” (sağ taraf, doğru, emin, inanılır, güvenilir) kökünden türemiştir ve bütün Sâmî dillerde yer alır. En eski Sâmî dillerden Akkadcada “imnu(m)” ve Eski Mısırcada “imn” şeklinde görülen “ymn” kökü, Arapçada iki ayrı kök halinde gelişmiştir:
- “ymn”; yani sağ taraf, sağ el; bereket; yemin (yemin ederken sağ elin kaldırılması ve kitaba sağ el ile basılması da bu fiilin işaretle pekiştirilmesi içindir);
- “emn”; yani inanmak, güvenmek, emin olmak.
Bu durumdan “âmîn” kelimesinin Arapçanın öz malı olduğu ileri sürüldüğü gibi İbranice veya Süryaniceden geçmediği anlaşılmakta ve yapısı da bunu doğrulamaktadır. Çünkü “âmîn”, iddia edildiği üzere Arapçada mevcut olmayan fâîl vezninde değil, faîl veznindedir ve aslı bu vezinde “emîn” olup sonradan harf eklenmiştir.[6]
Kelimenin her zaman nida etme, ünleme halinde bulunması sebebiyle başındaki vokal daima uzatılarak telaffuz edilmiş ve bu kullanımın yaygınlık kazanmasından dolayı da vurgulu telaffuz imlâyı etkileyerek hemzeden sonra uzatan elifin konulmasına yol açmıştır. Arapçada ayrıca “emîn” sıfatının muhaffefi “emin” ile yine aynı kökten başka vezinde türetilen ve aynı anlamı taşıyan “âmin” sıfatının da bulunması, kelimenin bu dile ait olduğu görüşünü desteklemektedir. Eski ve Yeni Ahit’te “âmîn” kelimesinin “amen” şeklinde görülmesi ise İbranice ve Aramice-Süryanice ile Arapça arasında e/i değişikliğinin bulunması yüzündendir.[7]
“Âmîn” hakkında ileri sürülen diğer bir görüş, Allah’ın isimlerinden biri olduğu yolundadır. Tefsircilerden Mücâhid b. Cebr’e ait olan bu görüş, klasik dilciler tarafından çeşitli lengüistik gerekçelerle reddedilmiştir.[8]
Burada üzerinde durulacak konu, Mücâhid’in bu görüşü, israiliyattan almış olması ihtimalidir. Çünkü onun bazı şeyleri Yahudi ve Hıristiyanlara sorup öğrendiği yolunda İbn Sa‘d’ın naklettiği bir haber bu ihtimali akla getirmekte [9] , Kurân-ı Kerîm ve hadislerde Allah’ın böyle bir ismine rastlanmamasına karşılık Eski Ahit’in bir cümlesinde Allah kastedilerek “Amen” adının kullanılmış olması da bu olasılığı güçlendirmektedir.[10]
Bugün Kitâb-ı Mukaddes’te “gerçeğin tanrısı” şeklinde tercüme edilerek kullanılan bu ismin kökeni tespit edilememiştir.[11] Oysa Firavunlar devrinde Mısır’ın baş tanrısı olan Amon ya da Amana, “gizli gerçeklerin (gayb) tanrısı”dır ve Mısırca “imn” (inanmak, güvenmek, emin olmak) kökünden gelen “amon” / “amana” kelimesi de aynen İbranice “amen” ve Arapça “âmin” / ”emîn” gibi “içinde şüphe ve korku bulunmayan, güvenilir, inanılır” anlamını taşımaktadır.[12]
Buna göre, Yunanlıların de Amon dedikleri ve en büyük tanrı Zeus ile bir tuttukları Mısır’ın baş tanrısı Amon/Amana’nın adının Kitâb-ı Mukaddes’e Allah’ın bir ismi gibi girdiği açık şekilde anlaşılmaktadır ki yüzyıllarca Mısır’da ve Mısır kültür çevresinde yaşayan İbraniler için böyle bir etkilenme gayet doğaldır. Bu durumda Mücâhid’in Yahudilerden ya da doğruca Tevrat’tan aldığı anlaşılan görüşünü reddetmek gerekmektedir. Çünkü Kurân’da bir kısmı sıralanan ve Peygamber Efendimiz tarafından sayıları 99’a tamamlanan “esmâ-i hüsnâ” (Allah’ın güzel isimleri) arasında [13][14] , çok tanrılı sistemlerin tanrılarına çağrışım yapabilecek bir tek isim dahi bulunmamaktadır.[7]
Mehmet Korkmaz’ın hazırladığı “Mitoloji Sözlüğü”nde Amon hakkında şu bilgilere ulaşabiliyoruz:
Amon, başında bir güneş tekerini sıkıca saran iki büyük tüy bulunan insan, koç ya da boynuzlu bir yaratık şeklinde gösterilen, kimi zaman da Nil kazı ile simgelenen Eski Yukarı Mısır’da bulunan Teb kentinin baştanrısıdır.
Kaderi hiçbir tanrının kaderiyle benzerlik içinde olmayan ve ilk başlarda Hava, Rüzgar ve Gemiciler Tanrısı olan Amon, 12. Hanedan firavunları tarafından devlet tanrısı düzeyine yükseltilmesinin ardından kendi kenti olan Teb’in dini ve siyasî tarihiyle ilgili olarak Eski Mısır’ın siyasal ve dinsel tarihinde büyük rol oynamıştır.
Zamanla askerî seferler dönüşünde, getirilerek Amon-Ra tapınaklarına verilen ganimetlerle oldukça zengin bir duruma gelen Amon rahipleri, merkezsel firavun iktidarıyla çok sert ve uzun süre devam eden çatışmalara giriştiler. (Akhenaton ve rahip krallar)
Karnak tapınaklarının kapladığı uçsuz bucaksız arazilerin, kültünün büyüklüğünü ve 2000 yıla yakın olan sürekliliğini kanıtladığı Amon kültü, Asurluların M.Ö. 664 yılında Teb’i istila etmeleriyle ortadan kaldırıldı.[15]
George Hart, “Mısır Mitleri” adlı kitabında Amon hakkında şu bilgileri verir:
Yaratma edimiyle ilgili tüm kavramlar, Amon’un şahsında birleşmiştir. Bu, Amon’un ‘göğün ötesindeki ve yer altı dünyasının bile altındaki’ tüm tanrıları kendi özünden yarattığını vurgulayan bir sentezdir. Zaman geçtikçe Mısırlı şair-rahipler, yine Amon’un açıklanamazlığını yorumlamaya çalışmışlardır.
Amon’un gizemi, isminde saklıdır. Çünkü onun özü algılanamaz. O, iç doğasını işaret eden herhangi bir sözcükle adlandırılamaz. Dolayısıyla Amon adı altındaki anlam, “saklılık” ya da “kendini saklayan” olabilir.
Amon, Mısır tarihine en büyük Baba’dır. Yanındakiler, o’nun elinin nerelere uzanacağını asla bilmez. Çünkü onlar için en büyük ilke, “Omerta” (Sicilya mafyasındaki sessizlik kuralı)’dır. Amon’un kimliği hakkında bilgi edinmeye çalışanın cezasının ölüm olduğu açıkça belirtilmiştir.
Tebli rahipler, önemli görülen tüm tanrıların Amon’un birer yansıması olduğunu kabul etmektedir. Bu nedenle Amon, yaratılış sonrası var olan Ogdoad’a bağlı kalmamış,kadim dağ Ta-tenen’e dönüşmüştür. Ardından uzak gökyüzünde Güneş Tanrısı olmuş, Güneş’in her doğuşu ve batışında sürekli olarak kendini yenilemiştir. Bu nedenle anıtlarda adı pek-çok kez Amon-Ra olarak anılır.[16]
“Amen”, İncil’in bir cümlesinde ise Hz. İsa’nın unvanı olarak kullanılmıştır: “Amen, sadık (doğru sözlü) ve gerçek şahit” [17]. Kutsal Kitap uzmanları tarafından, bu unvanın yukarıda söz konusu edilen Eski Antlaşma (Tevrat)’daki Allah’ın adı “Amen”in etkisi altında kullanılmış olması ve onunla aynı anlama gelmesi (“gerçeğin tanrısı”; çünkü Hıristiyan inanışına göre Allah’ın oğlu olan Hz. İsa da tanrıdır) kuvvetle muhtemel görülmektedir.[18][19][20]
Bu durumda söz konusu unvanın, Hz. İsa’nın “gaybı bilme” özelliğinden dolayı kendisine verildiği ve tanrılaştırılmasında, Müslümanlara göre peygamberlik mucizesi olan bu vasfının da [21] etkili olduğu ileri sürülebilir.[7]
“Âmîn” kelimesi, köken itibariyle Arapçaya diğer bir Sâmî dilden geçmiş olmamakla birlikte, dua hâtimesi olmak vasfını Sâmî tektanrıcılığından (vahdet dini) almıştır ve bu durum, kelimenin ilk defa Tevrat’ta görülmesinden açıklıkla anlaşılmaktadır. Nitekim Süyûtî’nin Hâris b. Ebû Üsâme’nin Müsned’i ile İbn Merdeveyh’in Tefsîr’inden naklettiği bir hadiste, Hz. Muhammed’in;
“Bana namazda olsun duadan sonra olsun, Allah tarafından ‘âmîn’ demek nimeti verildi. Bu, Mûsâ hariç benden önce kimseye verilmemişti; Mûsâ, dua eder; Hârûn da ‘âmîn’ derdi. Siz de duanızı ‘âmîn’ ile bitiriniz! Bu suretle Allah onu kabul eder” [22]
buyurması da bu görüşü desteklemektedir. Ayrıca Cahiliye Arapları arasında tanrılara karşı yapılan duaların sonunda “âmîn” denildiğine dair herhangi bir bilginin bulunmaması [23] ve çok tanrılı başka toplumlarda da böyle bir olaya [24] , geleneğin vahdet dininden geldiğini gösteren diğer belirtilerdir.[7]
İbn-ül-Enbârî’nin görüşü de şöyledir: “Âmin, duâ olup Kurân’dan değildir. Zâhirde isim, ifadede fiil olan kelimelerdendir. “Ya Rabbi! Sen kabul et” anlamındadır.[25]