Cuma Hutbesi: ÇİLE

Çile, yüce hedeflere varmanın ve yüksek neticeler elde etmenin tek yoludur. Hakikat yolcusu, çile ile günahlardan arınır; onunla saflaşır ve onunla özüne erer. Çilenin olmadığı yerde ne olgunlaşmadan ne de ruhla bütünleşmeden bahsedilemez.
Çile, hakikat erinin, her köşe başında sarmaş-dolaş olacağı acı; fakat vefalı yoldaşıdır. Upuzun yollar onunla yeknesaklıktan kurtulur. Hayat, onunla aydınlığa kavuşur ve kişi ancak onunla yaşamanın zevk ve şuuruna erer. Çilesiz hayat monoton, o olmadan yürünen yollar renksiz ve bıktırıcı, bu yolların garip yolcuları da yaşamadan bezmiş tali’sizlerdir.
Ruh, çile ile kemale erer. Gönül, çile ile inkişaf eder. Çile görmemiş ruhlar ham, gönüller de kolu kanadı kırık ve ölgündür.
Çile, çalışmaya ve o yolla elde edilen şeylere kat kat değer kazandırır. Çilesiz elde edilenler ise mirastan gelen mal gibidir. Gelişi emeksiz, gidişi de üzüntüsüz olur. Evet, ancak, bin bir ızdırapla kazanılan şeylerdir ki, muhafazası uğrunda canlar feda edilir…
Bir millet ve bir medeniyet büyük muzdarip ve çilekeşlerin öncülüğünde kurulmuş ise sıhhatli, istikrarlı ve gelecek adına ümit vericidir. Aksine, hayatında bir kere olsun ağlamamış, inlememiş ve sancı çekmemişlerin elinin altında doğmuş ve gelişmişse, zayi olmaya namzet ve tali’sizdir.
Dünden bugüne insanoğlu, yer yer çilekeşlerin müşfik ve diriltici kucaklarında, zaman zaman da tiranların zulüm ve istibdadı altında kendini buldu ve idrak etti. Ne var ki o, var olmanın zevkine erdiği en mutlu anlarını, başkaları için yaşayan büyük muzdariplerin vesâyâsı altında duydu ve tattı.. Kenan ilinden kalkıp bir meş’ale gibi Bâbil’e uzanan; bir güneş gibi Suriye’nin bağrında tulû eden; arkasına takıp sürüklediği kimseler için gözünü kırpmadan Cehennemî alevler içine giren ve “nâr-ı Nemrud”u göğüsleyerek ateşte Cennet cilveleri gösteren büyük muzdariplerin.. ruhu çekilmiş ve kadavralaşmış bir millete hayat üfleyebilmek için, yıllarca Mısır ve Sinâ arasında mekik dokuyan ve her defasında Tûr’da dolup Mısır’da boşalan; nihayet maddenin bağrına indirdiği darbelerle, suya ve toprağa ayrı bir yol, ayrı bir erkân öğreten büyük muzdariplerin.. dünyadan başka gözleri bir şey görmeyen ve bütün bütün maddeleşmiş bir toplumu özüne erdirmek ve onlara ruh iklimine açılan yolları göstermek, daha doğrusu öbür âlem düşüncesini yeniden gönüllerde mayalamak için, çevresinde kol gezen tehlikelere aldırmadan, yüce derslerine devam eden ve hakkında bayağıların bayağısı hükümler kesilip biçilirken, “Hançer ile yüreğimi yar! Senden dönmezem…” diyerek hakikati haykıran büyük muzdariplerin.. ve nihayet gelmiş ve gelecek bütün mihnetkeşlerin ızdırabını, her lâhza ruhunda yaşayan, her an yığın yığın musibetleri göğüsleyen, her an gerilen ve her an kan-ter içinde, yeniden dolup-boşalan büyük muzdariplerin…
Evet, hep böyle ızdırap gören, ızdırap düşünen ve bir mum gibi yana yana eriyip giden bu yüce kametlerin arkasında yürüyenler, hiçbir zaman aldanmadılar ve hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramadılar.
Ah, o aldatmayan rehberler! O özleri saf, kalbleri aydın, başları yüce şâhikalar gibi heybetli ve dumanlı, içlerinde bin bir ızdırabın boy gezdiği yüce rehberler! Ufkumuzun karardığı, kaddimizin büküldüğü ve bin bir müşkilin altında ezildiğimiz şu günlerde, onlara ne kadar hasret ve ne kadar iştiyak içindeyiz!..
Her ideal dönem, bu türlü muzdarip ve çilekeşlerin omuzlarında bayraklaştı ve yükseldi. Onların yerini alan gün görmemiş ızdırapsızların elinde ise yıkıldı, yerle bir oldu; iç dünyasını bütün bütün ihmal etmiş, şehevî hislerinin esiri gayya yolcusu ızdırapsızların elinde…
Devr-i saadet sonrasını kana-irine boğan bu çilesiz ruhlardı. Daha sonraki devirlerde, birbirinden baskın, bütün hoyratlıkların ve azgınlıkların arkasında da, yine hep bu ızdırapsızlar vardı.. bir kere olsun, sahip olduğu şeyler uğrunda aç-susuz kalmayan; yurdunu, yuvasını terk etmeyen; belli bir dönemin zarurî sarsıntılarına, sıkıntılarına mâruz kalmayan ızdırapsızlar… Zaten hayatını, madde ve konforun levsiyatı içinde geçiren böyle ham ruhlardan, hangi fedakârlık beklenebilir ki? Fedakârlık her şeyden evvel, nefsin sefil arzularına karşı koymakla başlar ve toplumun mutluluğu adına, kendi saadet ve hazlarını unutmakla kemale erer. Yoksa, her fedakârlık iddiası bir aldatmaca ve toplumun yüzüne savrulmuş bir yalandır…
Aslında, dava-i nübüvvetin vârisleri için çile, halvethâne ve çilehânelerdeki uzlet-ibadet.. halvet-evrâd ü ezkâr.. terk-i râhat–ihtiyar-ı azap.. mâsivâdan kat-ı alâka–mânevî füyûzât hisleri… gibi, biraz da meşakkatli temrinat yerine, halk içinde Hak’la beraber olma.. İslâmî duygu, düşünce ve tavırlarla çevrede ibadet iştiyakı uyarma.. açıktan açığa dini en iyi şekilde temsil ederek, başkalarında da dinî hisleri harekete geçirme.. şahsî füyûzât arzu ve isteklerine karşılık, herkeste inanma duygularını geliştirmekten ibarettir ki, bu, aynı zamanda sahabe mesleğidir.
Bu mânâda çile, şahsî hayatımızın tekâmülü kadar, hatta onun da ötesinde ömrümüzü başkalarının elem ve lezzetlerine bağlayıp, tamamen onlar için yaşamanın adı ve ulü’l-azmâne diğergâmlığın da başka bir unvanıdır. Evet çile, hakikat erinin her gün birkaç kere ölüp ölüp dirilmesi, her zaman hayatı ve memâtı iç içe yaşaması, alâkadar olduğu daire içinde nereye ateş düşerse düşsün, yangını kendi sinesinde hissetmesi, maddî-mânevî her muzdaribin ızdırabını ruhunda duyması, “ızdırabı çekmeyen bilmez” bencilce mülâhazasına karşılık, uzak ve yakın çevrede yaşanan elem ve acıların hepsini kendi yaşıyormuşçasına iki büklüm olup kıvranması demektir.
İnkâr ve ilhad fırtınaları karşısında dişini sıkıp aktif bekleyişe geçmek en büyük çile.. cahiller arasında yaşamaya katlanıp, onları aydınlatmaya çalışmak muzaaf bir çile.. insanî ve İslâmî değerleri tanımayıp, dini, imanı hafife alan nâdânlarla uğraşmak mürekkep bir çile.. bütün bu çile vesilelerinin birden yaşandığı ve
“Dostun bî-vefâ, feleğin bî-rahm, devrânın bî-sükûn
Derdin çok, dermanın yok, düşmanın kavî, tali’in de zebûn”
olduğu bir atmosferde sürekli Hakk’ı soluklayıp durmak, hayatı zehir gibi yudumlayarak yaşamak mük’ab bir çile ve hak yolcusunu amûdî (dikey) olarak semavîleştirecek bir hamledir.
Bu mânâdaki çile kahramanlarının merkezini enbiyâ-i izâm tutar; sağ ve sol cenahlarda ise evliyâ, asfiyâ yerlerini alır.
Ah, şu çile bilmeyen, ızdıraptan hoşlanmayan nefsim! Rahata, rehavete müptelâ ve meftûn nefsim! Öbür âleme ait lezzet ve nimetleri burada yaşayıp, burada bitirmek isteyen nefsim! Kâmil insan olmayı kimseye vermeyen ve kemal yolunu bir türlü bilmeyen nefsim! “Gün buralara, bulut dağlara!” düşüncesiyle sefilleşen ve var olmadaki zevkli sancıyı idrak edemeyen nefsim! Bilmem ki sana, çilenin yükselticiliğini ve tenperverliğin öldürücü bir zehir olduğunu anlatabilecek miyim..?