Ölüyorum gözlerinin hasretinde


kan bulaşıyor bileklerime
ve ansızın
doğuyorum bir seher vakti
pencerendeki çiçeğe
su vermeyi denesene…
harflerimin arasından geçiyor gözlerin
ve yine depremler yaratıyor sözlerin
sızarken boşluklarıma
bu kesif haliç kokusu
sürgünden dönüyor
bakışlarımın kışlık uykusu
hasrete yatırıyorum
puslu camların üzerine çizilmiş özgürlüğü
üşüyor
eteklerime basan allı morlu gençliğim
aslında
bin yaşında bir keşişim
yıldızların avuçlarında
ve şehrin öteki yakasındaki
güvercinler havalanıyor tek kapılı avludan
farkında değilsin
sekizyüzyedinci ben kendini atarken pencereden
sekizyüzaltıncı ben oturmuş
şiirler yazıyor aşk denen meretten
fark edemiyorsun
yazık
bastırmadan kalemin ucunu
keşfetmeden ruhu…
ara verdik
virgülüne noktasına
sus ektik
taşına toprağına
kapıdaki anahtara
eşiğindeki gün batımına
merhaba…
ezberinden çıkartıp
geçmişin kanlı bıçaklı savaşlarını
tut ellerimi
ve avuçlarımıza kök salsın mavi
yarım-yamalak lehçelerimizden
uyansın gün ışığı
soyunurken bel kemiğimizden acılar
suya tutulsun
tüm yoksul yolculuklar
yaprak gibi dökülürken yaşlarımız
sonbaharın kokusuyla tütsülensin
boş caddelerde kendine çarpan aşkımız…
bakma bana öyle sevgili
gözlerini kısıp kirpiklerinin ardından
aşkı aralayıp
dudaklarını büküp
bakma
kanatlarından öperken
aşk diye sarsılan kırıklar
omuzlarına yüklenmiş özlemler
geç kalmış sözler
bakma bana öyle
kaf dağına uzanmış öykünden…
sadece
tut ellerimi
ve yasla nefesini yüzümün en derin koylarına
inci mercanlar tak kirpiklerimin ucuna
gözlerim okyanus olsun
alabildiğince mavi
alabildiğince yeşile doysun…
bakma bana öyle sevgili
ne hayal ne düş gördüklerim
aklımı kör topal gecelere
gönlümü ummanlara bıraktım
bakma bana öyle
ne deliyim ne divane
denizler durulmuyor işte
sen aşksızlığa kürek çektikçe
merhaba hüzne...