İslamda Küslüğün Yeri Nedir
‘Küslük’, bir Müslümanın diğer bir Müslümanla konuşmaması, ilişkilerini kesmesi veya askıya alması, dargın durması ve bu dargınlığın devam etmesi halidir.KÜSLÜK
Küsme hastalığı, birbirlerine arka çevirme ve yüzüne bakmamakla ortaya çıktığı gibi gücenme hali, kırgınlık ve benzeri durumlarda da ortaya çıkar. İslâm'da dargınlık hali, müminler arasında herhangi bir konuda ihtilâf edilebileceği kabul edilerek geçerli sayılmış; ancak bu halin üç günü geçmemesi gerektiği emredilmiştir.
Müslümanlar sürekli olarak birbirleriyle kardeş gibi geçinen ve birbirlerine her zaman her işte maddî ve manevî yardımda bulunan, birbirlerinin elinden tutan ve kardeşlerinin daima iyiliğini, kemalini isteyen kimselerdir. Böyle olunca artık darılmak, küsmek, arka çevirmek, buğz etmek, hased etmek, çekememek, gücenmek ve kırgınlık insanın aklına ve hayaline bile gelmez. Durum böyle iken nerede kaldı aleyhinde bulunmak ve onun zararına en ufak bir teşebbüste bulunmak ve diğer kötü işleri yapmak. Fakat insanın yaratılışında da, bazen kızmak ve gazap etmek gibi çirkin huyların bulunması sebebiyle, şayet böyle bir dargınlık olursa, bunun en çok üç gün olması gerekir. Daha sonra birbirlerine rast gelip karşılaştıkları zaman önce hangisi selam verirse, hayırlısı odur ve bu selamla dargınlık ve küslük kalkmış olur. Eğer üç günden sonra dargın olarak ölürse, Cehennemi hak etmiş olacakları açıklanmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmuşlardır: “Müslümanın müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs kalması helal olmaz.” [1]
Bu nedenle hiç bir mümine layık ve helal olmaz ki, müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs dursun. Maalesef bazı akrabalar arasında sıklıkla görülen bir gerçektir ki, hiç de önemi olmayan ufak tefek şeylerden dolayı ve özellikle miras meselelerinden dolayı, artık birbirleriyle ölünceye kadar darılanlar, küsenler bulunmaktadır. Bu ise tamamen bilgisizliğin doğurduğu bir beladır. Miras denilen şeyin, biraz da sende emanet olup, başkasından sana nasıl geçtiyse, senden yine başkalarının ellerine geçeceği unutulmamalıdır. Bu iş olsa olsa kısa bir müddet için emanetçiliktir. Bu emanetçilik için kavgaya, gürültüye ve dargınlıklara hiç gerek yoktur.
Miras bölüşümünde ‘Sen çok aldın, bana az verdin veya iyisini sen aldın, kötüsünü bana verdin’ gibi bilgisizce sözler söyleyip, bir emanet için küsmek ve darılmak hiç akıllıca bir davranış mıdır? Fakat insanlar çok çeşit huylu, ayrı tabiatlı olduklarından, kıymetsiz şeyler için gürültü çıkarmaktan adeta lezzet almaktadırlar. Öyle ahmaklar da vardır ki, bunlara vaaz ve nasihat, hatta dayak ve hapis bile fayda etmez. Çünkü kalp kararınca ve katılaşınca, merhametten, şefkatten, yardım duygusundan yoksun, kişisel çıkarından başka bir şey bilmeyen ve ancak kendi aklını beğenen bir zavallı halini alır. Bu gibilere ne derseniz boşuna nefes tüketmiş olursunuz. İlim ve irfan nimetinden yoksun olan bu zavallılar, İslâm’ın kadir ve kıymetini bilmeden, dünyadan göçüp giderler ki, bu onlar için en büyük felakettir.
Müslümanlar arasında selâmı ve muhabbeti kesmeyi, küsmeyi, konuşmamayı gerektiren küçük veya büyük olaylar olabilir. Bu bir anlamda kısa bir süre için normal karşılanabilir. Fakat normal olmayan ise müslümanların bu tür olaylar sebebiyle birbirleriyle alakayı uzun süre kesmeleridir. Gerek fert olarak gerekse toplum olarak müslümanlar arasındaki küskünlüklerin, kırgınlıkların ve düşmanlıkların ortadan kaldırılması, aralarının bulunması öteki müslümanların görevidir. Kardeşliğin gereği budur. Zaten Kur’an bu konuda ölçüyü çok güzel koymaktadır: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulun!” [2]
Bu ayet, yeryüzündeki tüm müslümanları evrensel bir ailenin bireyleri olarak ilan etmektedir. Bu müslümanlar arasında bulunan kardeşlik öyle bir nimettir ki, hiçbir dinde bir örneği bulunmamaktadır. Dolayısıyla müslümanlar bunun değerini çok iyi bilmeli ve gereğini yerine getirmelidirler. Bu kardeşliğin gereği olarak müslüman toplumda asıl olan kural sevginin, barışın, yardımlaşmanın ve birliğin olması anlaşmazlık ve çatışmanın ortaya çıkar çıkmaz ortadan kaldırılması gerekir.
Aynı şekilde kardeşliğin bir gereği de kötü işlerde yardımlaşmamaktır. Veya bir kötülük ortaya çıkmışsa onu hemen yok etmeye yönelik çalışmaların yapılmasıdır. Aksi takdirde o kötülük şahsı ve toplumu bir virüs gibi sarar. Sonuçta ise toplumdaki huzur ve refah ortamı kaybolur gider. Onun için bir ayette şöyle buyurulur: “…İyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir.” [3]
İnsanoğlununkardeşine yardım etme duygusu ve eğilimi fıtrîdir. Ancak kardeşler arasındaki yardımlaşma ilkesinin, günah ve düşmanlık konularında geçerli olmadığı bu ayette kesin olarak bildirilmektedir. Bu âyet-i kerîme, sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in bir hadisini de akla getirmektedir: Efendimiz "Zâlim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!" buyurmuş. Sahâbîler sormuşlar: ‘Mazluma yardımı anladık, Ey Allah'ın Resûlü! Ama zâlime nasıl yardım ederiz?’ Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.), “Onu da zulmünden vaz geçirirsiniz!” [4] buyurmuştur. Buradan anlaşılmaktadır ki, günah işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmamak, bu gibi konularda kardeşleri desteksiz bırakmak aslında iyilikte yardımlaşma demektir. Bu da müslümanların her olayda müslümanca yardımlaşmakla yükümlü oldukları anlamına gelmektedir.
Birbiriyle küs olan iki müslüman, eğer ilk üç gün içinde veya daha sonra karşılaştıkları zaman, hangisi önce selam verirse, diğeri de ‘Aleykümü’s-Selâm’ demezse, vebali ona olmakla beraber o selâmı melekler cevaplar. Yani melekler ‘aleykümü’s-selâm’ diyerek, selâmın karşılığını size verirler. Selâmı almayana da şeytan karşılık verir. Bu küslük üzere şayet barışmadan ölürlerse, cennete giremeyecekleri, bir rivayette de girseler bile, artık birbirlerini göremeyecekleri bildirilmiştir. Hatta küslük ancak üç gün olur derler de barışırlarsa, ne güzel! Şayet barışmazlarsa, Cenâb-ı Hak onlar barışıncaya kadar onlardan yüz çevirir, yani rahmetini ihsan buyurmaz. Bu konuda Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bir sözü şöyledir: “Bir müslümanın, din kardeşini üç gün üç geceden fazla terkedip küs durması helal değildir: İki müslüman karşılaşırlar biri bir tarafa öteki öbür tarafa döner. Hâlbuki o ikisinin en iyisi önce selam verendir.” [5]
Günlük dünyevî işler ve ilişkiler sebebiyle birbirine kırılan iki müslümanın, ciddî bir dînî sebep söz konusu olmadığı sürece, en çok üç gün birbirlerinden uzak kalabilecekleri, küs durabilecekleri ilk olarak belirtilmektedir. İkinci olarak belirtilen nokta ise herhangi bir sebeple birbirine küsmüş iki müslüman karşılaştığı zaman, kim önce selâm verirse, hayırlı olan odur. Müslümanların birbiriyle olan ilişkilerinin yeniden düzelmesini sağlayacak ilk adımı atan, ilk sözü söyleyen ilk kez selâm veren kişi, elbette ötekinden daha hayırlı olacaktır. Çünkü yaptığı iş, toplumun tamamına yönelik ilişkileri onarmak ve iyileştirmek demektir. Müslümanlar arası ilişkiler selâm ile başlar. Onun için de selâmı ilk verenin daha hayırlı olduğu bildirilmiştir.
Küs durmanın veya dargın durmanın kötülüğünü belirten daha birçok hadis vardır. Bunları müslümanın aklından çıkarmaması gerekir. Bu hadisler şunlardır: “Her Pazartesi ve Perşembe günü ameller Allah'a arzolunur. Din kardeşi ile arasında düşmanlık bulunan kişi dışında Allah'a şirk koşmayan her kulun günahları bağışlanır. (Meleklere) siz şu iki kişiyi birbiriyle barışıncaya kadar tehir edin, buyurulur." [6]
Peygamberimiz (s.a.v.)’in bu sözü birbiriyle alakayı kesen ve birbirine küsen müslümanların ilâhî huzurda tâbi tutuldukları bir muameleyi haber vermekte ve dolayısıyla müslümanları sürekli barışık olmaya çağırmaktadır. Her Pazartesi ve Perşembe günleri kulların amelleri Allah'a arz olunur ve yüce Rabbimiz şirk dışında kalan günahları kullarından dilediklerine bağışlar. Birbiriyle küs iki müslümanın ameli arz olununca görevli meleklere bunların amellerinin kabulünü aralarını düzelttikleri zamana kadar erteleyin, buyurulur. Yani işledikleri iyi kötü bütün amelleri bekletilir, kabul ve af işlemine tabi tutulmaz.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in haber verdiği bu işlem, bir müslüman için ne kadar ağır bir durumdur. Bu ağır durumdan kurtulmak için, yegâne yol, dargın olduğu kişilerle derhal barışmaktır: “Müslümanın din kardeşine üç günden fazla küs durması helal olmaz. Kim müslüman kardeşini üç günden fazla terk eder ve o hal üzere ölürse cehenneme girer.” [7]
Bu hadis bizlere müslüman kardeşini üç günden fazla terk eden, onunla konuşmayan ve o halde ölenlerin âhiretteki durumlarını haber vermek suretiyle, işin basit bir ilişki kesmek anlamında olmadığını, insanı âhirette de müşkil durumda bırakabileceğini haber vermektedir: “Kim, din kardeşini bir yıl terk edip küs durursa, onun kanını dökmüş gibi günaha girer.” [8]
Bu hadis ise, ‘üç günden fazla’ ifadesine ‘bir yıl’ kaydını getirerek, bu kadar bir süre müslüman kardeşiyle küs duran insanın, o müslümanın kanını dökmüş gibi büyük bir cezayı hak ettiğini bildirmektedir. İnsanın kanını akıtmak onu öldürmek demektir. Adam öldürmek ise, şirkten sonra en büyük günahtır, hukuk olarak da cezayı gerektirir. Bir sene süreyle bir müslümanı terk edip onunla küs durmak da adam öldürmek gibi cezayı gerektiren bir büyük hatadır.
Şaban ayının on beşinci günü berat kandilidir. Cenâb-ı Hak (c.c.) o gece kullarına nazar edip, tevbe eden ve bağışlanmasını isteyen (müşriklerden başka) bütün kullarını bağışlar da, küs, dargın, buğz ve adaveti sürdüren, cemaati terk eden ve bid’atları işleyenler, yine af olunmadan kalırlar.
Üç kimse vardır ki, bunların kıldığı namazlar Allah (c.c.)’a sunulmazlar. Yani kabule şayan değildirler. Bunlardan birincisi; bir toplum onu istemediği halde onlara imam olan bir kimsedir. İkincisi; kocasını kızdırıp, yatağından kaçan kadındır. Üçüncüsü de; birbirlerine dargın, küs, nefret eden ve arkalarını dönenlerdir. Dargınlığın ne kadar çirkin bir durum olduğu burada apaçık görülmektedir.
Şu da var ki, buğzu- fillâh denilen (yani yalnızca Allah (c.c.) rızası için kızmak ve küsmek)’ durumda, Allah (c.c.)’a ve Resûlü (s.a.v.)’ne isyan edenlere veya kendilerinden müslümanlara, İslâm’lığa bir zarar gelme ihtimali olan kimselerle konuşulmamasına ruhsat vardır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de temiz hanımları validelerimize karşı bir ay dargın durdukları gibi, Hz Ömer (r.a.)’in oğluyla dargınlığı da, bu gibi sebeplere dayanır. Bu cümledendir ki, Tebük gazasında özürleri olmadığı halde bu gazaya katılmayan üç kişiyle de müslümanların konuşmamaları için özellikle uyarılmışlardı. Bunlardan biri de Ka’b İbni Malik (r.a.) idi ki, tam elli gün kimse bunlarla görüşmemişti. Bu durumun kendilerine nasıl ağır geldiğini Kâb İbn Malik (r.a.) şöyle ifade ediyor: ‘...Sonra Resûlullah müminlerin bizimle konuşmasını yasakladı. Savaşa katılmamış olan üçümüzle de kimse konuşmuyordu. Herkesten ayrı kalmıştık. Yeryüzü bana çok dar ve manasız gelmişti o zaman...’ Hatta son on günde bu müslümanların hanımlarından bile ayrı kalmaları kendilerine bildirildi. Onlar da hanımlarından ayrılıp yapayalnız kalmıştı. İçlerinden biri fazla ihtiyar olduğundan, onun hanımının yanında kalmasına izin verilmişti. Bu hadise, özür yokken, sırf ağır davranmaları yüzünden, savaşa katılmamanın cezası idi. Bunlar toplum içinde yapayalnız kalınca çok pişman olmuş ve yaptıklarına tevbe etmişlerdi. Nihayet Allah Teâlâ (c.c.) onları affedip haklarında şu ayeti indirdi: "Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir.” [9]
Bu ayet indikten sonra, kendilerinden yüz çevrilen üç sahâbî büyük bir sevinçle ümmetle bütünleşmişlerdi. Bu olay göstermektedir ki, İslâm toplumunda müslümanlar bir vücût teşkil ederler. Onlar, birlik ve bütünlük içinde topluca Allah (c.c.)'ın dinine sarılırlar, Ümmete aykırı düşenler hemen toplum dışına itilirler. Ka'b ve arkadaşlarının başına gelen olay ayrıca İslâm toplumunun samimi bir iletişim düzeni kurmasının önemini; Allah rızası için dostluk ve kardeşlik bağı ile bağlı olan müminlerin cemaat anlayışında bulunması gereken açıklık ve netliği: davanın mükellefiyetlerine göğüs germe, verilen emirlere değer verme ve kanunî dairesinde itirazsız itaat etmenin ehemmiyetini; müslümanlardan ayrı düşüldüğünde nasıl pişman olunduğunu da anlatmaktadır.
Özellikle akrabalar arasında meydana gelen dargınlıklarda, onların her ne kadar kusurları olsa dahî, onu Mevla’ya bırakmak gerekir. Herkesle ve akrabalarla iyi geçinmeye bakmalıdır müslüman. Eğer biz bu günkü halimizle şunun kusuru var, bunun da kusuru var deyip, kırılacak ve ayrılacak olursak, kimsenin kimse ile görüşmemesi lazımdır. Büyük bir zararın meydana gelmesi söz konusu olmadığı takdirde selâmlaşmak ve sosyal bağları güçlendirmek gerekir. Kendilerinden zarar geleceği tahmin edilen kimselerle ise, ‘görüşmekten ziyade görüşülmemesi daha evladır’ denmiştir. [10]
Küskünlükler, bir münakaşada kızgınlık sebebiyle ve sarfedilen kelimelerle; eline, beline, diline sahip olmayan şuursuz müminler arasında görülebileceği gibi, bir başkası tarafından taşınan sözler sebebiyle, karşılıklı vuruşma, sövme gibi sebeplerle meydana gelmektedir. Günümüzde mezhep, meşrep vb. görüş farklılıklarının taassup ve fanatizm derecesine varmasından da ümmet fertleri arasında ayrılıklar görülmektedir. Netice itibariyle her kim Resûlullah (s.a.v.)'ın en güzel yoluna uymuşsa, cahilî, ilkel, kaba yobaz, ham softâ tavır ve tutumları bırakmak zorundadır. Buna riayet eden müslümanlar asla dargın kalmazlar.
[1] Ebu Davud, Edeb, 47.
[2] Hucurat sûresi, 49/10.
[3] Maide sûresi, 5/2.
[4] Buhari, Mezalim, 4.
[5] Buhari, Edeb, 62.
[6] Müslim, Birr, 36.
[7] Ebu Davud, Edeb, 47.
[8] Ebu Davud, Edeb, 47.
[9] Tevbe sûresi, 9/118.
[10] Tasavvufî Ahlâk, Mehmet Zahit Kotku.
Erkek olsun, kadın olsun, dünya işleri için, müminin mümine darılması, onu terk edip uzaklaşması, aradaki bağlılığı, ilgiyi kesmesi caiz değildir.
Müslüman olan ve dine uygun yaşayan akrabayı ise, hiç olmazsa haftada veya ayda bir ziyaret etmeli, kırk günü geçirmemelidir.
Uzak memlekette ise, mektupla, telefonla veya haber göndererek gönlünü almalıdır. Dargın olsa da ziyareti ve gönlünü almayı ihmal etmemelidir.
Akrabası gelmezse, cevap vermezse de, giderek veya hediye, selam göndererek, yahut mektup ile, telefon ile yoklamaktan vazgeçmemelidir. Allahü teâlâ, müslüman olan ve salih olan akrabayı ziyareti emrediyor. Bunun tersi olanları ziyaret etmeyi emretmiyor. Hele kendilerinden zarar gelecek günahkâr akrabadan uzak durmak gerekir.
Dargın olana, üç günden önce gidip barışmak, daha iyidir. Güçlük olmaması için, üç gün izin verilmiştir. Daha sonra günah başlar ve gün geçtikçe artar. Günahın artması, barışıncaya kadar devam eder. Hadis-i şerifte, (Sana darılana git, barış! Zulüm yapanı affet. Kötülük yapana iyilik et!) buyuruldu.(İbni Ebiddünya)
Üç günden fazla dargın duran kimse, şefaat olunmazsa, affolunmazsa, Cehennemde azap görecektir. Günah işleyene, ona nasihat olmak niyeti ile ondan uzak durmak iyidir. Allahü teâlâ için darılmak olur.