Ölüm gelmeden önce tevbe etmeli!
Bir terzi, salihlerden bir zata:
- Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin: “Allah-u Teâlâ, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul eder.” (Tirmizî) hadis-i şerifi hakkında ne buyurursunuz? diye sordu. O zat da sordu:
- Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?
- Terziyim elbise dikerim.
- Terzilikte en kolay şey nedir?
- Makası tutup kumaşı kesmektir.
- Kaç seneden beri bu işi yaparsın?
- Otuz seneden beri.
- Canın gırtlağına geldiği zaman, kumaş kesebilir misin?
- Hayır, kesemem.
- Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o an nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! Yoksa son nefeste istiğfar ve hüsn-i hatime (güzel son) nasip olmayabilir… Sen hiç: “Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!” (Münavî, Feyzü’l-kadîr) hadisi şerifini işitmedin mi?”
Bunun üzerine terzi, ihlâsla tevbeye sarıldı ve o da salihlerden oldu.
Kulların önünde bin bir türlü dünya ve nefsaniyet çukurları vardır ki, bunların en tehlikelisi de samimi tevbeyi devamlı sonraya bırakmaktır. Oysa tevbeye sarılmak, bütün bir ömrümüzün can simididir. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Ashab-ı Kiram’a, “En büyük derdin günah derdi, ilacın da gece karanlığında istiğfar (yani, tevbe ile beraber ‘estağfirullah’ demek).” olduğunu beyan buyurmuştur.
Çünkü Allah’a yöneliş ve kalbin ulvî bir seviye kazanmasında mühim bir yeri olan istiğfar (Estağfirullah demek), manevî kirlerden temizlenmenin de yegâne vasıtasıdır. Makbul bir tevbe, kul ile Rab arasındaki engelleri ve perdeleri kaldırır ki salih ameller için bu hal, son derece mühimdir. Zira hedefe varmaya mani olan hususları ortadan kaldırmak ve böylece gönlü asıl gayeye müsait hale getirmek gerekir. Bundan dolayıdır ki, ruhî olgunluk için bütün tasavvuf yollarında seherlerdeki evrada, istiğfar ile başlanır.
İlk tevbe istiğfar örneği
İlk tevbe, ilk peygamber Hazret-i Âdem aleyhisselamla başlamıştır. O, tevbesinde: “Ey Rabb’imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (Â’raf; 23) diye niyazda bulunmuştur. Bu dua, kendilerinden sonra kıyamete kadar gelecek evlatlarına bir istiğfar örneği olmuştur.
Ehlullah hazeratı tevbeyi üçe ayırır:
1. Avamın tevbesi: Bunlar, günahlarından tevbe ederler.
2. Havas, yani seçkin kulların tevbesi: Bunlar, gafil bulunmaktan tevbe ederler.
3. Hassu’l-has, yani en seçkin has kulların tevbesi: Bunlar da Allah’a daha yakınlık peyda edebilmek için tevbe ederler.
Ancak her amel-i salihte olduğu gibi tevbede de samimiyet ve ihlâs şartı vardır. Öyle ki, birçok ehlullah, ettikleri tevbelere dahi tevbekâr olmuşlardır. Yani, tevbeye muhtaç tevbelerden Allah’a sığınmak ve ayette buyrulan “tevbeten nasuha” sırrına nail olmak zarureti vardır. Çünkü nefis ve şeytan, gönlü çelmeye yol bulamayınca suret-i haktan görünürler de bu defa güzellikleri ve iyilikleri telkin eden birer üstad kesilirler. Böylece kulu tuzağa düşürerek tevbeleri yele verirler. Oysa durmadan tevbeden dönmek, ahiret hayatını karartacak bir afettir. Allah Teâlâ buyurur: “Belki Rabbiniz size merhamet eder; fakat siz eğer yine fesada düşerseniz, biz de sizi yine cezalandırırız…” (İsra, 8)
Çünkü durmadan tevbesini bozan kimse, artık şeytanın maskarası olmuş demektir. Artık o, ne zaman tevbe etse şeytanın ve şeytanlaşmış gafillerin bir defa: “Yazıklar olsun, tüh sana!” demesiyle derhal tevbesini yine bozar. Onun için ayet-i kerimede: “Ey îman edenler! Tam bir sıdk ve ihlas ile tevbe ederek Allah’a dönün…” (Tahrîm, 8) buyrulmuştur.
Bu gerçeğe işaretle şair, tevbeye yönelen gönülleri şöyle ikaz eder:
Birkaç kelime ile dil ederken istiğfar,
Gönül gafilse nefis binbir dehlize dalar!.. (Rahmetî)
Günahtan sonra acele tevbe edilmeli
Tevbe mevzuunda şu husus da dikkat çekicidir: Camiu’s-Sagîr adlı hadis kitabında; insanların amellerini yazan meleklerden günahları kaydeden meleğin, günah işlendikten altı saat sonra yazdığı, bu mühlet içinde belki tevbe eder diye, beklediği belirtilmektedir. Bu sebeple: “Tevbemde duramıyorum, yine günah işliyorum; bu yüzden tevbe etmeyeyim!” dememeli, günahın akabinde hemen ve daima istiğfarda bulunmalıdır. Zira Allah lütfeder de bir daha tevbe bozulmaz. Ancak bilmelidir ki tevbe, bir af dileme olduğundan, samimi pişmanlığın gerçekleşmesi ve affı istenen günahın bir daha yapılmaması hususundaki kesin bir kararla azmetmek gerekir.
Bunun için Cenab-ı Hak şöyle ikaz buyurur: “… Sakın şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman; 33)
Zaten: “Günahtan tevbe, nedamet ve istiğfardan ibarettir.” (Ahmed bin Hanbel) hadîs-i şerîfi de tekrar günaha düşürmeyecek bir tevbeye işaret etmektedir. Aynı zamanda bu hadîs-i şerîf, tevbenin pişmanlıkla başlaması zaruretini beyan eder. Bu da günah kirlerinin samîmî gözyaşlarıyla temizlenmesi demektir.
Samimi gözyaşı…
Rivayet olunur ki: “Tevbe ve pişmanlık içindeki bir günahkâra, yakaza halinde iken günahlarının listesi verilmiş; “Oku bunu!” denmişti. Bu hal karşısında mücrim o kadar ağladı ki, gözyaşlarından listedeki günahları göremez oldu. Nihayet bu samimî gözyaşları, o günahların tamamını yıkadı, temizledi. Böylece o mücrim af oldu.
Bu itibarla bazen bir günah, affı için bin gözyaşı ister; bazen de bir damla gözyaşı, bin günahı temizler. Çünkü gözyaşı, ilahî muhabbet bağına girenler için bir tevbe pınarıdır. Günahları yıkar, temizler. Rabbe karşı bir şükran ifadesidir. Gözyaşı, Cenab-ı Hakk’ın ümit dergâhıdır. Bütün ümitlerin kesildiği bir anda, bu dergâhın eşiğinde ağlayabilenler, gerçek bahtiyarlardır.
Samimi gözyaşları ile âlemi seyredenler için o damlaların her biri, bağrında bin bir okyanus sergileyen aynalar gibidir ki, her zerrede ilahî esrar aşikâr ve ayandır. Nice okunamayan hikmet sayfaları, onunla okunur. Zira gözyaşı, kelimelerin taşıyamayacağı manaları yüklenen ve ifade edebilen bir lisandır ki, kul onunla, kendisinin bile hayal edemeyeceği şeyleri Rabbinden istemiş olur… Onun için sevdalar, gözyaşı pınarının başında teselli bulur. Garipler onun kıyısında dinlenir.
Allah için gözlerden dökülen bir damlanın değerini, şu kıssa ne güzel ifade eder:
Cüneyd-i Bağdadî kuddise sırruhu, bir gün yolda giderken, gökten meleklerin indiğini ve yerden bir şeyler kapıştıklarını gördü. Onlardan birine:
– Kapıştığınız şey nedir? Diye sordu. Melek cevap verdi:
– Bir Allah dostu buradan geçerken iştiyakla bir “Ah!..” çekti ve gözünden birkaç damla yaş döküldü. Bu vesile ile Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nail olalım diye, o damlaları kapışıyoruz.”
Hadîs-i şerîfte buyrulur: “İki göz vardır, onlara cehennem ateşi değemez: Allah için ağlayan göz ile Allah yolunda nöbet tutarak, uyanık sabahlayan göz.” (Tirmizî)
Ancak insanoğlu bu gerçeği, çoğu zaman anlamayıp dünyaya dalarak, ağlamak yerine kahkahaya boğulduğundan Cenab-ı Hak: “Gülüyorsunuz!... Ağlamıyorsunuz!... Habersiz oyalanmaktasınız!” (Necm; 60-61) buyurmuş ve diğer bir ayet-i kerîmede bu gafletten sakınmayı şöyle ferman eylemiştir: “Yaptıklarının cezası olarak, az gülsünler, çok ağlasınlar!” (Tevbe; 82)
Yani Allah Teâlâ, kulundan tevbe ve gözyaşı ile günahlarını temizlemesini istiyor. Zira, ancak gönlündeki cürümden oluşan bir yarayı ömür boyu gözyaşları ile yıkayıp temizleyen gönül erleri, affın cennetine girebilen âşık gönüllerden olabilirler. Onun için başta Peygamberler olmak üzere bütün velîler, salihler ve sadıklar; darlıkta ve bollukta, kederde ve ferahta daima Cenab-ı Hakk’a iltica etmişler, yanış ve yakarış halinde bulunmuşlardır. Çünkü Peygamberlerde bile irade dışı gerçekleşen bir hata olarak ifade edilen “zelle”lerin bulunması sebebiyle, tevbe ve istiğfardan müstağnî kalabilecek hiçbir kul tasavvur olunamaz. Tevbe ve istiğfar, gerçek mahiyetiyle derunî bir pişmanlık ve sığınma olması sebebiyle, Allah’a yaklaşmanın en müessir vasıtasıdır.
Her ağlamak samimi değildir
Fakat bilmelidir ki, her ağlayış bir değildir. Onlar arasında çok fark vardır. Nitekim soğuk, yapmacık, yalan olan nice iniltiler vardır ki, gafletten ve (nefsani) bir aldatmacadan ibarettir. Süfyan-ı Sevrî kuddise sırruhu buyurur: “Ağlamak on kısımdır. Bunlardan dokuzu riyadır. Ancak bir tanesi Allah içindir. İşte, bu Allah için ağlamak, -senede bir defacık bile olsa- kulun cehennemden kurtulmasına, inşaallah vesile olur.”
Hâsılı ölüm geldiğinde, bütün uyuyanlar uyanır, yani gözlerini açıp hakikati görürler. Ancak o son nefeste hakikati görmenin artık hiçbir faydası olmaz; tıpkı Firavun’a olmadığı gibi…
Hazret-i Mevlana ne güzel buyurur: “Akıllı kişiler önceden ağlarlar; bilgisizler ise işin sonunda başlarına vururlar, hayıflanırlar. Sen, işin başlangıcında sonunu gör de kıyamet gününde pişman olma!”
Nitekim Lut kavminin, ilahî intikamı celbeden azgınlıkları sebebiyle helak edileceklerini duyduğunda İbrahîm aleyhisselam, onların ne dehşetli bir isyan içinde olduklarını tam bilmediğinden, kendilerine merhametle dua etmek isteyince melekler: “Artık dua vakti geçti!” demişlerdir.
Ayet-i kerîmede buyrulur: “Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de; ‘İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir!..’ denir.” (Kaf; 19)
Dolayısıyla kulların en mühim meselesi, tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalbdir. Çünkü bütün bu işlerin yerini bulması, bunlara bağlıdır.
|