Bir şeyler oluyor.
Sadece bu kadarını söyleyebiliyorum. Kelimelerin narin boynuna yapışıp, içlerinde taşıdıkları aydınlatıcı ışığı kusuncaya kadar onları hırpalayan, zayıf parmaklarını teker teker kırıp, sonra da hiçbir şey olmamış gibi cansız bedenlerini bir duvarın dibine fırlatan adamlarla kıyaslarsak, bu cümlenin az olduğunun farkındayım.
Bir şeyler oluyor.
Güneş, dikenli tellerle çevrili bir alana girmeye çalışıp da kazağını kaptırmış çocukların, o duvardan çıkabilme gayretine benzer bir şekilde doğuyor bu aralar. Dikenli tellere takılmış ışıklarını binbir zorlamayla sabahımıza bırakıyor.
Böyle zamanlarda, kalabalığa karışıp daha yüksek sesle etraftakileri bastırabilme gücüne sahip olmayanlar, merhamet yüklü bir elin gelip omuzlarına dokunmasını beklerler.
Karmaşık ve kalabalık ortamların suskunlarından biri olan Prens Mişkin de sürekli olarak Nastasya Filipovna’nın yanına yaklaşıp, zarif parmaklarını saçlarının arasında gezdirmesini bekledi. Mişkin’i anlıyorum. O da matematiğe, hesap yapmaya, başka türlü görünmeye yüz vermeyen incelikli ruh sahiplerinden biri. İncelikli ruhları, aşkın, merhametle öfke arasında salınan sarkacını izlemekten başka hiçbir şey mutlu edemez.
Bir şeyler oluyor ve Nastasya Filipovna’nın bu deliliklerinin sonu gelmeyecek gibi duruyor.
**
Bu aralar Gaston Bachelard’ın yaktığı “Mumun Alevi” ne o kadar yakından bakıyorum ki, gözlerimdeki ateşle mumun alevi içiçe geçiyor.
Nerede bir lamba hüküm sürmüşse, anılar orada hüküm sürmektedir diyor Bachelard. Duyduğum andan beri, lambaların duvarda yansıyan bilge aydınlıklarında ellerini tutmaya cesaret edemeyişlerimi arıyorum. En çok o var çünkü, bilirsin. Ellerini tutmaya, söylemeye, sarılmaya, yüzünü okşamaya, saçlarını düzeltmeye, gözlerini silmeye, bileklerine sarılmaya cesaret edemeyişlerim var.
Lambaların hüküm sürdüğü her yerde, benim uzun susuşlarımda sakladığım ve damarlarımı çatlatacak kadar dışarı çıkmaya meyyal cümlelerim var.
“Jean Cassou, büyük şair Milosz’un yanına ancak bir majesteye sorulmaya layık bu soruyla yaklaşmayı hayal etmişti daima: ‘Yalnızlığınız nasıllar?’”
Herkesin yalnızlığı kendi çaresizliğinde büyüyor. Sokağa çıktığında oynayacak hiçbir arkadaşını bulamayan çocuğun ( yoksa gerçekten arkadaşı yok muydu? ) yerdeki taşlardan bir dünya inşa etme gayreti de, yalnızlığın gökyüzünü yırtan keskinliğine karşı sığınacak bir yer bulabilme telaşıdır.
Oysa o bir çocuk ve sadece oyun oynamak istiyor.
“Gece nöbeti tutan kandil ile düş gören ruh arasında bir yakınlık vardır. Her ikisi için de zaman yavaş akar. Düşteki ve ölgün ışıktaki sabır aynıdır.”
Artık yakamı bıraksan diyorum Bay Bachelard bu kadarı sahiden çok fazla. Kendi yalnızlığında uydurduğu düşsel oyunları oynarken yakalanmış bir adam gibi hissediyorum kendimi kitabı okurken.
Kanatlarını yakmış bir kelebekten daha muhteşem sembol olabilir mi diye soruyor Bachelard. Süslerini yakmak, varlığını yakmak; hayalperest bir ruh bu konuyu ne kadar düşünse azdır!
Bazen hayat ağırlaşıyor. Bir kelebeğe, kanatlarının ve süslerinin ağır gelmesi kadar hatta!
Tarık Tufan