Belâ ve musîbetlerin panzehiri: İstiğfar


Yaklaşık üç asırdan bu yana, 40-50 yıllık fasılalarla, ülkemizde büyük musîbetlere millet olarak maruz kalmışız.
Evet, 17. asrın başından bu yana başımıza sağanak sağanak belâ ve musîbetler yağmış, sanki Cenâb-ı Allah, hadiselerin dili ile bizleri ikaz ederek “Dikkat edin, kendinize gelin, aslî hüviyetinize dönün!” demesine ve bizleri tedip etmesine rağmen bizler bundan gerekli dersi bir türlü alamadık. Dolayısıyla böylesi belâ ve musîbetlerin üzerimize gelmesine sebep olan yanlışlıkları yapmaya da devam ediyoruz. Halbuki, bu bir anlamda yeni musîbetler adına Yüce Yaradana bir dâvetiye çıkarmak demektir.
Ülkemizde 1893 Harbinde evler yıkılmış, hanlar harap olmuş, yurtlar-yuvalar talan edilmiş, Rus askerleri ağaçların her birine bir Mehmetçik asmış ve millet inkisar içinde iki büklüm olmuştur. Hemen ardından Balkan Harbi patlak vermiş ve akabinden de Birinci Cihan Harbiyle Mehmetçiğimiz dört bir yandan Avrupa’nın kâfir ve zalimleri ile göğüs göğüse mücadele etmek zorunda kalmış ve değişik cephelere giderek bir daha geriye dönmemiştir. Aslında bu tür hadiseler, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Allah’ın bizi özümüzle bütünleşmemiz adına lütfettiği, uyanabilenler için lütuf boyutlu musîbetlerdir. Şayet bizler bunlardan gerekli dersi almaz ve o fasit daire içinde döner durursak, elbette bu tarz belâ ve musîbetler gelmeye ve hem de katlamalı olarak gelmeye devam edecektir. Bizler bu birer İlâhî ikaz olan bu tür musîbetlerle kendimize gelir, ruhumuzla, özümüzle bütünleşir ve kendimiz olabilirsek, o zaman da her şeye kadir olan Allah bizlerden yardımını, şefkat ve merhametini esirgemeyecektir.
Bu tür belâ ve musîbetlere muhatap olan ülke sadece bizim ülkemiz mi? Elbette hayır. Bakınız bir Suriye’ye, Mısır’a, Irak’a, Cezayir’e, Libya’ya ve sâir İslâm ülkelerine, hepsinde de aynı manzaralar ile karşılaşmaktayız. Bugün devletler muvanezesinde İslâm ülkelerinin ağırlığı olmadığı gibi yeri de yoktur. Maalesef bugün, İslâm âlemi bütünlüğünü kaybetmiş ve kolay yutulur lokmalar haline gelmiş ve getirilmiştir. Bugün bir Azerbaycan, Çeçenistan, Bosna-Hersek, Keşmir, Filistin vs. birçok ülke böyle akıl almaz zulümlere sahne olmaktadır. Bu İslâm beldelerinde milyonlarca masum insan vahşî bir şekilde katledilmekte ve vampirler tarafından kanları emilmektedir. Bizler acaba ne cinayet işledik de Allah bu musîbet ve belâları başımıza musallat etti? Kendimizi iyice hesaba çekip sorgularsak nerede hata yaptığımızı hemencecik buluveririz. Konuyla alâkalı bir âyetin mealinden hareketle, bir-iki hususu nazarlarınıza arz etmek istiyorum. Allah, Enfal Sûresi’nde, Peygamberimize (a.s.m) hitaben buyuruyorlar ki: “Sen onların içinde bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir ve onlar istiğfar ederken de Allah onlara azap edecek değildir.” Burada dikkati çeken ve azaba mani olan iki ayrı nokta nazara verilmektedir. Birincisi, Efendimiz’in (a.s.m) maddî-manevî mevcudiyeti. Nitekim Allah Resulü’nün bedeni ve cismaniyeti ile aralarında bulunduğu Sahabe-i Kiram Efendilerimizin zamanında, Allah bu vaadini gerçekleştirmiştir. Daha önceki Peygamberlerden Hz. Nuh (a.s), Hz. Lut (a.s), Hz. Salih (a.s) vs. peygamberlerin ümmetlerinin başlarına gelen semavi ve arzi belâlar, Devr-i Saadet’te Ümmet-i Muhammed’in (a.s.m) başına gelmemiştir. Günümüze baktığımızda Efendimiz (a.s.m) maddî hüviyeti ile aramızda yok belki; ama bizler, onu kalblerimizde, gönüllerimizde daima canlı ve taze tutarak, bu boşluğu kapatabilme mazhariyetine hâiz bulunuyoruz. Bu yüzden Efendimiz’in (a.s.m) aramızda manevî mevcudiyeti ile âyetin ifade ettiği azap edilmeme hükmünden istifade edebiliriz.
İkincisi, istiğfar ve ona devam etmek. Evet başta Efendimiz (asm) olmak üzere, 14 asırdan bu yana gelen, sözleri, tavır ve davranışları ile bizlere rehber olan büyüklerimiz, hep istiğfara devam etmişlerdir. Meselâ, Allah Resulü (asm), farklı rivayetlere göre günde 70 ile 100 defa istiğfar buyurmuşlardır. Onu örnek alan Ashab-ı Kiram da işledikleri veya işledik zannettikleri bir günahtan dolayı hemen Allah’a istiğfar ile teveccüh ediyor ve günahı telâfi yollarını araştırıyorlardı. Görüldüğü gibi, Allah’ın azap etmemeye sebep gösterdiği istiğfar, bütün canlılığı ile bizden öncekilerin hayatlarında yaşanıyor ve ona tahassun ediliyordu.
Şimdi düşünüyorum, bizler Âlem-i İslâm olarak, başta söylediğim gibi, 17. yüzyılın başından bu yana, belli bir ölçüde İslâmî hayattan tedricen uzaklaştık ve günahlar içine girerek hep dünyevî hayata özendik, Kur’ân’dan, Resulullah’tan (asm) ve onların emirlerinden kopuk bir hayat yaşadık. Bununla beraber, bütün bu yaptıklarımızın günah olduğunun da farkına varamadık veya vardırılmak istenmedik ve bu yüzden de istiğfar edemedik. Bu itibarla da Âdil olan Cenâb-ı Hak, bizlerin başına türlü türlü belâ ve musîbetleri hem de sağanak sağanak gönderiverdi. En son yaşadığımız deprem vb. felâketler bunun en sıcak ve canlı göstergesi olsa gerek. Şimdi bu çerçevede, bu musîbetlerden sıyrılmak istiyorsak, yapılacak tek şey, istiğfarı bütün yönleriyle hayatımıza hakim kılmak, Allah Resûlü’nün (asm) sevgisini gönüllerimize nakşetmek, hatalarımızı çarçabuk idrak edip, onlardan kurtuluş çareleri aramak ve o çarelere başvurarak hayatımızın seyrini değiştirerek musîbet ve belâların önünü kesmek. Günde 100 kez istiğfar etmekle hiçbir şey kaybetmeyiz, fakat çok şey kazanırız, istiğfara devam.


Ali Sinoğlu