Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon
33 sonuçtan 21 ile 30 arası

Konu: Silsilei-Saadat. Altun Silsile

  1. #21
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: silsile-i sadat ın hayatları

    21. Muhammed Hacegi Emkengi (k.s.)

    Silsile-i aliyye'nin yirminci halkası Hace Derviş Mehmed Hazretlerinin oğludur.
    Muhammed Hâcegî Emkengî Hazretleri (k.s.) Hicrî 918 (M.1512) tarihinde Semerkand yakınlarında bulunan Emkeng kasabasında dünyaya geldiler. Hazreti Hâcegî memleketinde, Silsile-i Aliye-i Nakşibendiyye Meşayihininbüyüklerinden idiler. Ve iki vasıta ile Hâce Ubeydullahi Ahrar Hazretlerine ulaşırlardı.
    Hâce Muhammed Bakibillah Hazretleri bir gün, Maveraü'n-nehr şehirlerinden bir şehre giderken, bir gece rüyasında Hâcegî Hazretlerini görürler. Hazret-i Emkengî kendilerine şöyle buyurur:
    — "Ey oğul! senin yolunu gözlüyorum."
    Hâce Bâkibillah Hazretlerinin seviçlerine nihayet yoktur. Hemen Hâcegî Emkengî hazretlerine varır.
    Hazret-i Hâcegî Emkengi (k.s.) kendi huzurlarına kavuşan Muhammed Bâkibillah Hazretlerine çok büyük inayet ederler. Onların yüksek hallerini dinledikten sonra, Üç gün üç gece onlarla halvette kalırlar, ve çok yüksek bazı faydalara onları muttali ederler. Hâce Bâkibillah (k.s.) Hazretlerine buyururlar ki:
    —"Sizin işiniz Allahu Teâlâ Hazretlerinin yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin ruhlarının terbiyeleri ile tamam oldu. Tekrar Hindistan'a gitmeniz icabediyor. Çünkü bu Silsile-i Aliyye'nin sizin sayenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifade edip büyük işler yapacak olanlar gelecek."
    Hâce Bâkibillah (k.s.) kendilerini bu işe lâyık görmediklerinden özür diledilerse de Hazreti Emkengi kendilerine istihare emrettiler. Rüyalarını Emkengî Hazretlerine anlattıklarında şu karşılığı aldılar:
    —"Derhal Hindistan'a gidiniz. Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir aziz meydana gelecek, bütün dünya O'nun nuruyla dolacak. Hatta siz de O'ndan nasibinizi alacaksınız." Hâce Bâkibillah Hazretleri Hindistan'da Serhend şehrine geldiği zaman kendilerine;
    —"Kutbun etrafına geldin." diye bildirdiler ki, bu kutub İmam-ı Rabbâni Hazretlerinden başkası değildi.
    Hicrî 1008 (M.1599) senesinde 90 yaşındairtihal buyurarak doğdukları yer olan Emkeng kasabasına defnedilmişlerdir. (k.s.)

  2. #22
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: silsile-i sadat ın hayatları

    22. Hace Muhammed Bakibillah (k.s.)

    Büyük veli İmâm–ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin hocasıdır.
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, H.971 (M. 1563) senesinde Kâbil şehrinde doğdu. H.1012 (M. 1603) de Delhi'de kırk yaşında iken vefat etti. Türbesi, Kutabrol denilen yerdeki kendi mescidinin yanındadır.
    Orta boylu, kırmızı benizli,seyrek sakallı idi.
    Gençliğinde ilim tahsili için Kâbil'den Semerkand'a gidip, zâhirî ve akli ilimleri, zamanının en büyük alimlerinden olan Mevlânâ Sâdık Hulvânî'den öğrendi. Yüksek yaradılışı ve kâbiliyeti ile kısa zamanda, ilimde en yüksek seviyeye ulaştı.
    Zâhirî ve bâtinî kemâlat ile mücehhez, cezbe ve ilâhî aşk ile bezenmiş, zühd ve takva ile ma'ruf, cömertlik vasıflarına mâlik bir zat. Hâce Muhammed Bahaü'd-dînNakşibend Hazretlerine mânen bağlı olmakla (Üveysî) idiler. Zâhiren ise Mevlâna Hâcegî Emkengî Hazretlerine bağlı idiler.
    Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin ruhaniyetinden dahi feyz al-mışlardır. İlk zamanlar Kâbil'den Semerkand'a gelerek orada zâhirî ilimler ile meşgul olmuşlar, daha sonra da Hâcegi Emkengî Hazretlerinden bâtınî ilimleri öğrenmişlerdir.
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri ilim hayatından şöyle anlatmıştır:
    —"Büyüklerin kitaplarından bir kitabı okurken, o büyükler bana göründüler, beni benden aldılar. Şah Nakşibend'in (k.s.) mübarek ruhaniyetleri, bana zikir telkin edip, cezbe ile taltif eyledi."
    "Gerçi biz, önceki veliler gibi çetin riyazetleri çekmedik ama, intizârlar (bekleyişler) ve büyük ızdıraplar gördük ki, bunların arasında riyazetler ve çok sert muameleler vardı."
    ANNESİNİN DUASI
    İlk günlerinde annesinin duasını da şöyle anlatıyor:
    — "İlk günlerimde muhterem annem, kararsızlığımın, kudretsizliğimin ve zayıflığımın çokluğunu görünce kırık ve mahzun bir kalb ile ihtiyaç ve acz içinde, içli bir ağlama ile gece seher vaktinde Allahü Teâlâya yalvarıp, şöyle dua etti:
    —"Ey benim ve seni istemekte herşeyden vaz geçmiş ve gençliğin lezzet ve arzularından el çekmiş olan oğlumun Rabbi! Ya onu maksadına kavuştur veya beni daha yaşatma ki, oğlumun maksadına kavuşmamasına ve elemine dayanamıyorum."
    "Annem çok defa gece yarıları sahralara çıkar, Allahü Teâlâya böyle münâcaat ve dua ederdi. O dua ve yalvarmaları sebebiyle, Allahü Teâlâ benim kalb gözümü açtı. Allahü Teâlâ bizim tarafımızdan onu en iyi karşılıklar versin."
    ANNESİNİN DERGAHA HİZMETİ
    Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin annesi, evinde kendisine hizmet eden kadın hizmetçileri olduğu halde, dergahın hizmetini kendisi görürdü. Hatta tandıra bile ekmeği kendisi kor, pişirirdi. Yemekleri pişirip hazırlardı. Taze ekmeği dergahda bulunanlar için verir, kendisi kuru ekmek yerdi. Çoğu zaman bir kuru hasır üzerinde yatardı. Birgün Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, annesinin güçsüz ve takatsiz bir hal almış olduğunu görerek, dergahın yemek pişirme işini bir başkasının yapmasını söyledi. Fakat annesi böyle bir hizmetten mahrum kaldım diye ağlayarak;
    —"Bilmiyorum, ne kabahatim oldu ki, Allahü Teâlâ beni bu hizmetten mahrum eyledi. Yaptığım en iyi iş, o faziletli oğlum Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri'ne ve talebelerine ekmek ve yemek pişirmek idi. Onu da benden aldılar" dedi. Tevâzuunun, inkisarının ve edebinin çokluğundan, bu durumu oğlu Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerine açıklamadı. Annesinin bu ızdırabı, Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerine bildirilince, bir ni'met olan bu hizmeti tekrar annesine verdi."
    İSTİHARESİ
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, salihleri ve meczubları aramakta çok gayret gösterir, birçok memleketi dolaşır ve temiz kalbi olanları bulur, onlardan nasibini alırdı. Bu seyahatleri sırasında Silsile-i aliyye-i Nakşibendiyye büyüklerinden birinin sohbetine kavuştu. Ona talebe olmak ve tam bağlanmak istedi. Bunun için istihare yaptı. Rü'yasında Muhammed Pârisâ hazretlerini gördü. Muhammed Pârisâ (k.s.) rü'yasında ona buyurdu ki:
    —"Tasavvuf yolunda ilerlemek en iyi ahlak ile ahlaklanmaktır. Bu büyük nimet ve saâdet ele geçince, bu yolda elde edilecek faide, elde edilmiş demektir."
    TÖVBESİ
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, başlangıçta ilk istifadesini şöyle anlatmıştır: "İlk defa günahlardan tövbe, Hâce Übeyd hazretlerinin huzurunda oldu. Benim için Fâtiha okumasını istedim. Sonra Semerkand'da bulunan ve Ahmed Yesevî'nin yolunda olan İftihâr Şeyh'e talebe olmak arzusu ile tekrar tövbe ettim. Her ne kadar "Siz gençsiniz, siz bu işe katlanamazsınız" dediyse de, arzumun çokluğunu görünce; "Bir Fatiha okuyalım" ve "Allahü Teâlâ istikamet versin, Büyüklerin maksadına uygun azimet nasib eylesin, kalbinde büyük değişmeler ve nefsinde harablıklar (ıslah) vâkî olsun" dedi. Bir başka zaman Emîr Abdullah Belhî'nin huzurunda tövbemi yeniledim. Elimi müsafahaya yakın bir şekilde tuttu. Ümid edilir ki, bunun bereketi kıyamete kadar devam eder."
    Bundan sonra bir müddet daha dolaştım. Nihayet rü'yada, Şah Nakşibend Hazretlerinin huzurunda tam bir tövbe yaptım. Bundan sonra bende tasavvuf yoluna girmek arzusu aşikar oldu. Bu yola girmek için her çareye başvurdum. Nihayet mübarek zâtlardan biri bana;
    —"Peygamber Efendimizden (s.a.v.) gelen zikir, neticeye kavuşturur" dedi. Bütün gayretimle bu sözü söyleyen zattan zikri ve murâkabeyi almak için uğraştım. İki sene o zâtın silsilesindeki zikre, murakabeye ve tesbihlere devam ettim. Her ne kadar bu sırada gizli işaretler diğer bir yola girmeyi gösterdiyse de, ayaklarımı yerden kaldıramadım. Böylece nefsi yenip gönül bahçeme, Allahü Teâlâ'nın izni ile büyüklerin kerem tohumunu ektim. İnşâallah o tohumu, ikram ve ihsan edip, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nehirlerle beslerler. Bundan sonra Keşmîr'e gittim ve orada Baba Vâli'nin sohbetine devam edip, bereketli nazarlarına ve teveccühlerine kavuştum. Cenab-ı Hakka hamd ve senâlar olsun ki, o teveccühler ile kabul kapısı aralandı. Keşmir'de sohbetine devam ettiğim Baba Vâli, nakşibendiyye yolundan icazetli olduğu için, kendilerine gelen tâlibin istidâdına o silsile yoluyla feyz verdiler. Baba Vâli'nin vefatından sonra, bu yolda bilinen gaybet (kendinden geçme) hali ele geçti ve büyük velîlerin ruhları müjdeler verdiler, telkinlerde bulundular. Bereketli teveccühleri ile nisbetim, irtibatım kuvvetlendi ve gaybet dairesi genişledi. Yol açıldı ve aydınlandı. Velhasıl cem'ıyyet ele geçti."
    MÜRŞİDİNİ BULMASI
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken, bir gece rü'yasında Mevlâna Hâcegî Emkengî Hazretlerini görmüş o ona şöyle buyurmuştur:
    —"Ey oğul, senin yolunu gözlüyordum."
    Mevlânâ Hâcegî Emkengî'nin huzuruna kavuşup, çok yardım ve ihsanlar gördü. Hocası onun yüksek hallerini dinledikten sonra, üç gün üç gece onunla birlikte yalnız bir odada sohbet etti. Bir müddet ona feyz verdi. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, hocası olan evliyanın büyüklerinden Hâcegî Emkengî'ye talebe olmasını şöyle anlatmıştır.
    —"Nihayet inayetlerinin çekmesiyle hakikatler sahibi, irşad dergahı, Mevlana Hâcegî Emkengî hazretlerinin huzuruna kavuştum. Candan bir arzu ve istek ile bi'at edip, müsafaha eyledik. Büyükler yolunu ondan aldım. Hâcegî Emkengî Hazretlerinin sohbetinde bulunmakla ve Şah Nakşıbend Hazretleri'nin (k.s.) ve halifelerinin yüksek ruhaniyetlerinin imdadı ile, bu büyükler silsilesine dahil olup, Hâcegî Emkengî'nin halifesi olup makamına geçtim."
    Hâcegî Emkengî hazretlerinin, Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri'ne hilâfet ve tam bir icâzet verip, Hindistan'a gönderdiğini duyan talebelerinden ba'zıları gayrete gelip, aralarında bir huzursuzluk hasıl oldu. Kendileri uzun müddet orada oldukları için yeni gelen bir gencin kısa zamanda tam bir icâzetle dönmesi onları düşündürmüştü. Hâcegî Emkengî hazretleri bu durumu duyunca şöyle buyurdu:
    —"Dostlarım bilsinler ki, bu gencin işini tamamlayıp buraya bizim yanımıza öyle gönderdiler. Yanımıza hâllerinin doğru olup olmadığını kontrol için geldi. Şüphesiz öyle gelen böyle gider."
    ESERLERİ
    Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin eserleri şunlardır:
    1- Külliyat-ı Bâkî Billah
    2- Mektupları,
    3- Rubâ'ıyyat: Bu eserini İmam-ı Rabbânî hazretleri "Şerh-i Rubâıyyât" adıyla şerh etmiştir.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, daima hallerini gizlerdi. Çok mütevazi idi. Suâl soranlara zaruret miktarınca, kısa cevap verirdi. Bununla beraber, tasavvuf yolunda karşılaşılan derin ma'nâların halli için sorulan suâlleri, soranın tamamen anlayabileceği şekilde, çok açık olarak izah ederdi. Belki yanlış anlar ve yanlış yola gider düşüncesiyle, bu hususta çok dikkatli davranırdı. Dâimâ hüzünlü ve üzüntülü olduğu halde, huzuruna gelenlere neşeli ve tebessüm ederek konuşurdu. Müslümanlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara faydalı olmaktan hiç kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere, aşırı bir ta'zim ve hürmetleri vardı.
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin şefkati ve merhameti o kadar çok idi ki, bir defasında Lâhor şehrinde kıtlık vâki olup, yaşamak güçleşmişti. O günlerde o da, Lâhor'da bulunuyordu. Hatta birkaç gün yemek bile yemedi. Her ne zaman huzuruna yemek getirseler; "İnsanlar, sokaklarda açlıktan can verirken, bizim yememiz insafa sığmaz" derdi. Getirilen yemeklerin hepsini açlara dağıtırdı. Lâhor'dan Delhi'ye giderken çok defa, daha bir-iki kilometre yol almadan, yaya yürüyen bir zavallıyı görür, hayvanından inip, onu bindirir, kendisi yaya yürürdü. Hatta tanıdıklarından biri bu yaptığını görerek; "Kendisi yaya gidiyor" demesin diye, tevazu'undan sarığını başına iyice geçirerek kendisini belli etmezdi. Şehre yaklaşıca hallerini gizlemek niyetiyle, tekrar hayvana binerdi. Şefkati ve acıması o kadar çoktu ki, hayvanlara bile şâmildi.
    Bir gece teheccüde kalkmıştı. Bir kedi gelip yorganının üzerinde uyumuştu. Sabaha kadar sıkıntı ve mihnetlere katlanıp kediyi uyandırmadı. Eğer kendisinden bir harika, bir keramet zuhur etse, Allahü Teâlânın mahlûkatına olan aşırı şefkatinden, acımasından dolayı derdi."
    Üç-dört yaşlarında küçük bir çocuk, İran'da şiraz'ın güneyindeki Firuz-abad kal'asının onbeş-yirmi metre yüksekliğindeki duvarından, zemin taş olan yere düşmüştü. Öyle ki çocuğun kulaklarından kan gelip nefesi kesilmişti. Çocuğun annesi bu hadise karşısında çocuğunu kucaklayıp, çaresizlikler içerisinde ağlayıp inleyerek, doğruca Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin huzuruna gitti. Derin bir üzüntü ve içli bir yalvarışla çocuğunun kurtulması için himmet ve dua istedi. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin adeti şöyledi ki; teveccüh ve tasarruflarını, ma'nevi yardımlarını, sebebler altında gizlerdi. Bu durum karşısında da himmetini gizleyip bir tıb kitabı istedi. Kitabı alıp; "Öyle anlıyorum ki bu çocuk ölmeyecek!" buyurdu. Orada bulunanlar hayretler içerisinde kaldılar. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri bundan sonra bir müddet sessizce durup çocuğa himmet ve duâda bulundu. Bir de baktılar ki çocuk eski haline gelip sapa sağlam oldu. Bu hadiseye şahid olanların şaşkınlığı bir kat daha arttı.
    Doğruluktan ve mürüvvetten uzak olan bir asker, Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin komşularından birine eziyet etmekte idi. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, bu zulmü görerek, rahat edemeyip, o askere nasihat etti. Fakat o zalim asker nasihatlerini kabul etmedi. Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri, mazluma merhametinin çokluğundan, o zalime şöyle dedi:
    —"Merhameti gibi gayreti de çok olanların (büyük velîlerin), komşularına yaptığınız bu iş sizi helâk eder. Haberiniz olsun!" İki-üç gün sonra o zalim askeri açıkça hırsızlık yapma suçundan yakaladılar ve öldürdüler.
    Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin komşularından bir genç içki içer ve her çeşit kötülüğü yapardı. Bunu duyar ve ıslahı için bekleyip tahammül ederdi. Birgün Hâce Hüsâmeddin'in haber vermesiyle, görevliler o genci yakaladılar ve habse attılar. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri bunu duyunca, Hâce Hüsâmeddin'i çağırıp darıldı. Hâce Hüsâmeddin; "Öyle fasık, öyle kötü bir kimsedir ki, kötülükleri sayısız ve başkalarına zarar verir haldedir" deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir ah çekip buyurdu ki:
    —"Sen kendisini salih, temiz ve hayırlı gördüğünden senin nazarında o, fasık, kötü bir şerir görünüyor. Fakat biz ki, hiçbir şekilde kendimizi ondan farklı görmüyoruz. Nasıl olur da onun zararına bir söz söyleriz?" Sonra o genci, araya girerek hapisten çıkardılar.
    O genç, komşusu Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin yakın alakası ve şefkati karşısında son derece memnun olup, günahlarına tövbe etti. Kötü işlerden vaz geçti ve salih bir kimse oldu.
    MUHAMMED HÂŞİM-İ KİŞMÎ
    ŞÖYLE ANLATMIŞTIR:
    —"Birgün camilerden birinin yanında talebelere ayrılmış bir odada oturuyordum. Bir talebe diğer bir talebe ile evliyanın halleri üzerine konuşuyordu. Bir ara bu talebelerden biri, Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri'nden bahsedip "Bu güne kadar çok yerler gezdim. Bu zamanda onun gibi nefsini terketmiş, cefâlar çekmiş, kimse yoktur" diyerek şöyle anlattı:
    "Hâce Kutbüddîn hazretlerinin mübarek mezarlarının başındaydım. Aniden: "Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri geliyor" dediler. Mezara hizmet eden hizmetçi, mezara yakın bir yere, onlar için bir iskemle ve üzerine minder ve örtü koydu. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri için hazırladı. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri daha teşrif etmeden önce, kendinden habersiz biri içeriye girdi. Gözü iskemleyi ve üzerindeki örtüyü görünce;
    —"Bu nedir ve kimin içindir?" dedi. Hizmetçi; Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri'ni göstererek;
    —"Gelen şu aziz içindir" dedi. O kendinden habersiz adam kızarak, kötü söyleyerek, Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri (k.s.) için bağırmağa, sövüp saymağa başladı. Bu sıradaHâce Bâkî Billah Hazretleri içeri girdi. Söven kimse, onu görünce huzurunda, yüzüne karşı daha kötü sözler söyledi ve;
    —"Ey filan! Sen buna layık mısın ki, senin için buraya minder koysunlar?" dedi: Adam bağırıp çağırmaktan ter içinde kalmıştı. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin orada bulunan talebelerinden bir çoğu, onu ikaz etmek istediler. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri hepsini göz işareti ile bu işten vazgeçirip kötü sözler söyleyen o kızgın adamın yanına gidip, yumuşak ve tatlı bir ifade ile,
    —"Evet, senin dediğin gibidir, ben öyleyim, ben ona nasıl layık olurum, benim haberim olmadan bu işi yaptılar. Af ediniz efendim ve kalbinizi, bana karşı kötü düşünceden boşaltınız" deyip, kaftanlarının kolu ile o bağıran adamın alnının terlerini sildi. Sonra ona bir miktar para bile verdi. Böylece adamın öfkesi yatıştı. Bu hadiseyi nakleden kimse sonra şöyle dedi: "Ben o adamın bağırıp çağırmaları karşısında Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin halinde ve konuşmasında en ufak bir değişme görmedim. İşte o zaman yeryüzünde, melek sıfatı ile kimsenin bulunduğunu yakînen anladım."
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin zamanında kendisini seven veliler kendisi ve fakirler için, altın ve gümüş paralar gönderirlerdi. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri de bu paraları fakirlere dağıtırdı. Hakikatten uzak ba'zı zavallılar onu kendileri gibi zannedip dil uzatırlardı.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri bedenen zayıf olup, dâimâ abdestli olmağa, daha çok ibadet ve tâat yapmağa uğraşırdı. Yatsı namazından sonra odasına döner bir miktar murakabe ile meşgul olur, a'zalarının zayıflığı galebe gösterince, kalkar abdest alır, iki rek'at namaz kılar, yeniden otururdu. Bedeninde halsizlik ve yorgunluk vaki olunca, tekrar abdest alır, gecenin çoğunu böyle geçirirdi.
    HELAL YEMEK

    Yemek yemede ihtiyatı o kadar çok idi ki, bir hediye gelse, onu; "Biz hediyeyi geri çevirmeyiz" hadîs-i şerîfine göre geri çevirmez, ama husûsî işlerine de sarf etmezdi. Daha temiz ve daha iyi yerden borç alır ve fıkıhta bildirildiği şekilde "Bu daha helaldir ve daha iyidir" hükmü ile hareket eder ve hediyeyi oraya verirdi. Yemek pişirenin abdestli olmasını, hatta huzur ve safa sahiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünya kelamı söylenmemesini iyice tenbih ederdi.
    —"Huzur ve ihtiyat sahibi olmayanın yemeklerinden, bir duman çıkar ki, feyz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel olur. Feyze vesile olan temiz ruhlar, şüpheli şeyler yiyen kişininkalb aynasının karşılarında durmazlar" derdi. Bütün talebelerini bu hususa riayete teşvik eder, az bile olsa, riayet etmeyenlerin hallerinden bunu hemen anlardı.
    YİNE HELAL YEMEK...
    Birgün hal ve keşf sahibi dostlarından biri gelip;
    —"Halimde bir bağlanma, bir kapanma, kalbimde bir karartı görüyorum ve hissediyorum. Ne kabahat işlediğimi de bilemiyorum" deyince, Hâce hazretleri;
    —"Yemeklerde ihtiyatsızlık vaki oldu" buyurdu.
    —"Yemekler her günkü yemeklerdi" deyince, Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri;
    —"İyi düşününüz, iyi düşününüz ki, bundan başkası olmasa gerek. Muhakkak ufak bir ihtiyatsızlık bu hale sebep olmuştur" dedi. İyice düşününce;
    —"Yemek pişerken, ihtiyatlı olmayan, helal olduğu şüpheli iki üç odunun da yemek pişirmek için yakıldığını hatırladım" dedi.
    Her işte azîmet ve en evla olan şekliyle hareket ederdi. Ya'ni şüphelilerden sakındığı gibi, mübahların da fazlasından sakınır, mübahları zaruret miktarı kullanırdı.
    Birgün dervişlerden birinin bir yorgana ihtiyacı oldu. Hatırından, Hâce Hazretlerinden bir yorgan istemeği geçirdi. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerine bu düşüncesi, zahir olup, namazdan sonra;
    —"Filan dervişe ve yorgan ihtiyacı olanlara, yorgan veriniz" buyurdu. O derviş;
    —"O günden beri Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerini üzecek bir düşüncenin kalbimden geçeceğinden korktum" demiştir.
    Muhammed Hâşim-i Kişmî, Şeyh Tâceddîn'den şöyle nakletmiştir:
    "Bir gün Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, nehre doğru gidiyordu. Muzdarib, garib, çok üzüntülü olduğu anlaşılıyordu. Ben de onun arkasından gidiyordum. Biraz sonra, arkasından gittiğimi anladı, âh ederek, içli bir ses ile;
    —"Ey Tâceddin, vâridât, feyzler, nurlar, haller ve esrarı üzerime o kadaryağdırıyorlar ki, bu nehir mürekkeb olsa, onları yazamadan biter. Amma benim için bunlardan ne çıkar. Benim aradığım görülemez, bilinemez, istek anlatılamaz, istenen vasfedilemez" buyurdu.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, (istiğrak) tasavvuf halleri içinde kendinden geçmiş bir durumda olmasına rağmen, iki sene talebelerini yetiştirmekle meşgul oldu. Talebelerinin en büyüğü ve en üstünü olan İmâm-ı Râbbânî hazretleri tasavvufta yetişip kemâle ulaşınca, kendini sohbetten ta'lim ve telkinden çekip, dostlarını ve talebelerinin yetiştirilmesini ona havâle etti. Kendini bu işten çekip, yalnızlığı tercih etti. Âhirete ait büyük bir elem ve üzüntü ile yalnız kaldı. Sâdece cemâatle namaz kılmak için dışarı çıkardı.
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerini kim görse; "Yeryüzünde yürüyen bir meyyite kim bakmak isterse, Ebû Kuhâfe'nin oğluna, ya'ni Ebû Bekr Sıddîk'a (r.a.) baksın" hadis-i şerifini hatırlardı. Bununla beraber, nazarlarının heybet ve tesiri duvarlara işlerdi.
    Gaafiller, kendisini görünce; "Onları görenler Allahı hatırlarlar" hadîs-i şerîfini hatırlarlardı. Hatta öyle ki; birgün Hindû'ların tarlalarının bulunduğu bir köyden geçiyordu. Orada bulunanların gözleri Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerine takılınca, birbirlerine "Bu nasıl bir insandır ki, onu görünce Allah hatırımıza geldi" dediler.
    Bir zât şöyle anlatmıştır: "Birgün, gelip namaza yetiştim ve Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin de bulunduğu cemâate dahil oldum. Her taraf dolu idi. Yalnız Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin yanı boş idi. Ben, Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri'ni yakînen tanıyordum. O boşluğa oturdum. Biraz sonra Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri 'nin heybet ve azametleri kalbime hücûm etti. Hattâ ondan bir hayli uzaklaştığım halde sükûnet bulamadım. Elimde olmayarak, biraz daha arkaya çekildim. Böylece, öyle bir yere geldim ki, ayağımı biraz daha arkaya götürsem sofadan düşecektim. Bu hâl bana çok te'sir etti. O günden sonra, o ariflerin büyüğünün hâlis sevenlerinden oldum."
    Bütün bu heybeti ile berâber, ızdırabının coşması ve şöhretten kaçarak kendini halkın gözünden düşürmek arzusu ile, yalnız başına sokaklarda ve pazarda dolaşır ve bir duvarın gölgesinde topladığının üstünde otururdu. Bu kendinden geçme ve hayret zamanlarında, dinden kıl ucu kadar ayrılmaz, azîmetle olan amellerde bir gevşeklik olmazdı.
    Eğer talebelerinden birinin bir edebi terk ettiğini bilse, zahirde kızmaz, dile almaz ama yakın oldukları halde, bâtınlarını ondan çekerler, ayırırlardı. Ba'zan rü'yada îkâz ederdi. Hata ve eksikliklerini talebelerine bu yolla bildirirdi.
    VEFATINA YAKIN
    Vefatı yaklaştığı son günlerde hanımına;
    —"Ben kırk yaşına gelince, büyük bir hadise önüme gelir" buyurdu. Mübarek ellerini açtı ve;
    —"Elimde olan çizgi, sana söylediğim sözün nişanıdır" dedi. Yine günlerden birgün, eline bir ayna alıp, hanımını çağırdı ve;
    —"Gel beraber bu aynaya bakalım" dedi. O afife hatun şöyle demiştir; "Aynada, onu tamamen beyaz sakallı gördüm ve korktum. Bana böyle görünmeyiniz, bakmaya gücüm yetmiyor" dedim. Tebessüm etti ve kendini asıl şeklinde gösterdi.
    Yine bu günlerde idi. Kendi keşflerini, bir rü'ya görmüş gibi anlatmaları adeti olduğundan,
    —"Evliyaullahdan birine, bu yakınlarda Nakşibendî silsilesinin büyüklerinden biri ahırete intikal edecektir. Delhi şehrinin kenarında bir yere gömülsün ve insanlara karışmaktan kurtulsun, diye bildirildi" dedi. Bu zatın kim olduğu hususunda, ba'zı talebeleri istihare eylediler, izin verilmediğini anlayınca, istihareden vaz geçtiler.
    Yine birgün kendisi için;
    —"Bana şöyle bildirdiler ki; senin dünyaya gelmekten maksadın, tamam oldu. Dünyada işin kalmadı, artık sefere çıkmak icab ediyor" buyurdu. Ve yine;
    —"Görüyorum ki, kutb-i zaman öldü diyorlar. Bu zamanda kendime mersiye olarak, güzel bir kaside okuyorum ve içinde çok yüksek ma'rifetler bulunduğunu anlıyorum" buyurdu.
    HASTALIĞI VE VEFATI
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri Hicri binoniki senesinin Cemâziyel-âhır ayı gelince, bir hastalığa tutuldu. Bu günlerde şöyle buyurdu:
    —"Hâce Ubeydüllah Ahrâr'ı (k.s.) rü'yada gördüm ve bana; "Gömlek giyiniz" buyurdu. Bu rü'yayı anlattıktan sonra, tebessüm etti ve; "Eğer yaşarsam öyle yaparım, yaşamazsam, gömleğim kefenimdir" buyurdu.
    Bu günlerde sefere çıkmak isteyen muhlis talebelerinden bir çokları gelmişlerdi. Hastalığının çok olduğu zamanlar, derin ilimler ve çok yüksek hakîkatlerden bahsetti. Bir gece, hastalıko hâle geldi ki, gören can vermekte olduğunu sanırdı. Bir müddet sonra kendine gelip;
    —"Eğer ölmek bu ise, ne büyük bir ni'mettir. Bu halden kurtulmak istiyorum" buyurdu. Cemâziyel-âhır ayının yirmibeşinde Cumartesi günü, hazırlık ve ayrılık eserleri görülmeğe başladı. Bütün dostlarına bakışları ile veda ederken, talebeleri, eshabı ve dostları ağlamağa başladılar. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri ise tebessüm buyurup hayretle bakıyor ve sanki:
    —"Siz nasıl dervişlersiniz, kazaya rıza dairesinden çıkıp ağlarsınız" diye söylemek istiyordu. Bu sırada talebelerinden biri "Ya İlahel-âlemîn" mübarek kelimesini söyledi. Sür'atle o tarafa yüzünü çevirip ona baktı. Orada olanlardan biri "Onların bu hareket ve teveccühü hakiki mahbubun ismini duyma şevkindendir" buyurunca, bu sözün te'siri ile mübarek gözleri yaş ile doldu. İkindi vakti yaklaşmıştı. Sesli olarak Allahü Teâlâ'nın ismini zikretmekle meşgul olup böylece; "Allah, Allah..." diye diye ruhunu teslim eyledi. Vefatından sonra, en sadık talebeleri, karar verdikleri bir yere mezarlarını kazdılar. Fakattabutu oraya götüremediler. Telaşla bir başka yere götürdüler. Tabutu yere indirdikten sonra, ne görsünler! Orası bir defasında Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin talebeleri ile geldikleri bir yer idi. Burayı beğenmişti. Burada abdest alıp, iki rek'at namaz kılmıştı. O temiz yerden bir miktar toprak eteğine yapışmıştı ve "Bu yerin toprağı bizim eteğimizi tuttu" buyurmuştu. Ana caddeye yakın olan bu yerde kabrini kazdılar. Bu irşad memleketinin padişahını, üzüntülerle mezâra indirdiler. Hâce Hüsâmeddîn Hazretlerinin gayretleri ile, mezarın etrafına; ağaçlar, meyveler, çiçekler dikip, orasını gayet güzel bir bahçe yaptılar. Kabr-i şerifini ziyaret edenler bereket ve şifa bulurlar.
    İmam-ı Rabbânî Hazretleri, yazdığı kitaplarda hocası Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri'ni methetmiş, büyüklüğünü bildirmiştir. Mesela; "Mebde' ve Me'âd" risalesinde şöyle buyurmuştur.
    —"Hayr-ul-beşer olan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı görmek ve o zamanda bulunup, sohbetine kavuşmakla şereflenemedik ama, Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin sohbetine kavuşmaktan da mahrum kalmadık. Kavuştuğumuz ni'metlere şükürler olsun."
    MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
    Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri buyurdular:
    —"Kalbinde ma'rifet-i ilâhî isteği olmayanla sohbet etme, arkadaşlık yapma. İlmini: mevki, makam ve övünmek için vesile eden alimlerden, aslandan kaçar gibi kaçınız."
    —"Cahil tarikatçılarla berâber bulunmaktan sakınınız."
    İŞİN ESASI..
    —"Ma'rifetin kısım ve mertebeleri çoktur.. İşin esâsı, dinimizin esası üzere olmaktır."
    —"Oruç tutmak, Allahü Teâlâ'nın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zira Allahü Teâlâ yemekten ve içmekten münezzehtir."
    —"Bu yolun büyükleri son derece gayretli ve nâziktirler. Onların yolu, hiç eksiksiz Resûlullah'ın(s.a.v.) yoludur."
    —"Resûlüllah'a tabi olmak, Ehl-i sünnet vel-cemâat i'tikâdında bulunmak ve bu büyüklerin nisbetini (bağlılık ve muhabbetlerini) kalbinde saklamak, dünyanın her ni'metinden iyidir."
    BELÂLAR
    —"Rıza sahiblerine, belâlar, musîbet değildir. Onlar belâları beğenmemezlik etmezler. Çünkü, belâları veren yine Allahü Teâlâ'dır."
    —"Ümîd ipinin ucunu hiçbir zaman elden bırakmamalıdır."
    —"Sözün özü şudur: Gönül dostla olmalı, beden de işte bulunmalıdır."
    HELAL - HARAM
    —"Sakın helal ve haramdan her bulduğunu korkusuzca yiyenlerden olma!"
    —"Haram ve şüpheli bir lokma yememek için, çok gayret ve dikkat etmelidir."
    TEVEKKÜL
    —"Tevekkül, sebebe yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak, Allahü Teâlâ'ya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû olan bir sebebe yapışması lazımdır. Sebebe yapıştıktan ve çalışmağa başladıktan sonra tevekkül edilir. Ya'ni istenilen şey, bunun hasıl olmasına sebep olan şeyden beklenilmez. Çünkü Allahü Teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Birşeyin hasıl olmasına sebep olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeğe benzer ki, edepsizlik olur. Allahü Teâlâ ihtiyaçlarımıza kavuşmak için kapıyı yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamamız doğru değildir. Bizim vazifemiz kapıya gidip beklemektir. Sonrasını o bilir. Çoğu zaman kapıdan gönderir. Dilediği zaman da pencereden atarak verir."
    Hâce Hazretlerinin küçük oğlu Hâce Muhammed Abdullah bir gün elinde bir ayna olduğu halde babasının huzuruna girdi. Hazret-i Hâce buyurdular ki:
    —"Aynada kendine bak." O da verilen bu emre uyarak aynaya bakar ve Hâce Hazretlerinin mübarek yüzünü ak sakallı olarak görür. Halbuki Hazret-i Hâce'nin mübarek sakalları henüz siyah olduğundan çocuk şaşırır. Bunun üzerine Hazret-i Hâce:
    —"Yüzümüze verilen bu beyazlık ilahî nurdandır. Hayret edilecek bir şey değildir." buyururlar.
    İMÂMI ÂZAM GÖRÜNDÜ
    Bir gün Hâce Bâkîbillah namazda imamın arkasında Fâtiha'yı oku-maya başlar. Hemen o anda İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe Hazretlerinin rûhâniyeti tecellî eder ve şöyle der:
    —"Ey Şeyh benim mezhebimden olan büyük küçük bir hayli evliya zuhur etmiştir. Hepsi de namazda imamın arkasında Fâtiha'yı okumazlardı. Bu bakımdan senin de bundan feragat etmen uygun düşer."
    GECELER...
    Hâce Hazretlerinin ibadet ve tâat hususundaki çalışma ve gayreti pek büyük bir derecede olup, daima az yer az uyur ve az konuşurlardı. Her gece akşam namazından teheccüde kadar iki defa Kur'an-ı Kerim'i hatmederlerdi. Daha sonra teheccüd kılıp gün ağarıncaya kadar 21 kere (Yâsin) sûresini okur ve güneşin doğmasından sonra da şöyle derlerdi:
    —"Ya Rab! geceler niçin böyle çabuk geçiyor."
    GERİ GELDİ
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin en has eshabından olan Mevlâna Bedrü'd-dîn diyor ki;
    —Bir zaman Dehl'egitmiştim. Cenâb-ı Bâkî'nin kabr-i şeriflerini zi-yaret ile yüksek ruhaniyetine teveccüh ettim. sonsuz manevî inâyetleri olarak, kendi nisbet ve inabe-i hâssalarınadan inabe ve nisbeti bu fakire ihsan buyurmaları zuhur etti. Daha sonra Hâce Kutbüd'd-dîn Bahtiyar Kâki-i Üşî Hazretlerini ziyaret ettim. Oradan da bana şöyle bir hitab geldi:
    —"Bu gün size Hâce Bâkî Hazretlerinden inayet buyurulan nisbet bizdendir." Sonra Şeyh Nizamü'd-dîn Hazretlerini ziyarete gittim. Oradan da şu hitaba mazhar oldum.
    —"Bizim nisbetimizde sevilmek ve naz hususiyeti galibtir; halbuki Hâce Bâkîbillah'ın size verdiği nisbette ise sevmek ve yalvarmak noktası galibtir. Bu size yeter."
    Daha sonra Ecmîr isimli yere giderek Çeştiye tarikatının büyüklerin-den Hâce Muînü'd-dîn Hasan Sencerî-i Çeştî Hazretlerinin kabirlerine gittim ve mânen şu şûretle irşad olundum:
    —"Size Hâce Bâkîbillah Hazretleri tarafından hâsıl olan nisbet biz-dendir." Bunun üzerine ben kendilerine şöyle dedim:
    Hâce Bâkîbillah Hazretleri hayatta iken sizin tarîkatınızdan intisabı olduğunu huç söylememiştir." O da şöyle buyurdu:
    —"Ben bir zaman Nakşiyye Ricalinden Yusuf Hemedanî Hazretlerinden ilâhî şevk ve zevki bildiren aşkıye nisbetini almıştım. Sonra Onu Hâce Kutbü'd-dîn Bahtiyar'a verdim. O'nun ruhaniyetinden de Hâce Bâkîbillah Hazretlerine verilmiştir. Halbuki bu nisbet bir Nakşibendiyye nisbetiydi. Nihayet döndü dolaştı sahibine geri geldi.
    KALKTI VE BANA BAKTI
    Seyyid Gulam Ali Dehlevî (k.s.) Hazretleri şöyle anlatırlar;
    "Bir gün Hâce Bâkîbillah Hazretlerinin kabr-i şeriflerine giderek manevî feyzine müteveccih olmuş ve şöyle arzetmiştim:
    —Ya Şeyh! sizin hakîkat denizinin dalgalanan teveccühü sayesinde Şeyh Ahmed Serhendî (Müceddid-i Elfi sânî ) oldu. Ben fakir de sonsuz inayetlerinizden ümitliyim" dedim. Bir de gördüm ki, Hâce Bâkîbillah Hazretleri kabirlerinden kıyam etmişler ve bana bakıyorlar. O zaman mevsim yaz ve hava çok sıcaktı. Bir taraftan da Hâce Hazretlerinin te-veccühlerinin harareti ile nefesim daraldı ve fazla duramadım, dışarı çıktım. Fakat o günden beri öyle bir fırsatı kaçırdığımdan dolayı kalbimde hala onun tesirini duyuyorum. Yine de Hazret-i Hâce'nin mazhar olduğum o cüz'î teveccühleri berekatiyle, anlatılması mümkün olmayan terakki elde ettim. Eğer biraz daha sabredip durabilseydim daha çok füyüzat elde edecektim.
    Hâce Muhammed Bâkîbillah Hazretleri 1013 sene-iHicriyesinin Cemaziyelevvelinde 26'ıncıPazartesi günü 40 yaşında oldukları halde irtihal buyurmuşlardır. Kabr-i Alîleri Dehl'dedir. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
    Hâce Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin (k.s.) varisi,
    İmam-ı Rabbânî Ahmed Fâruk-i Serhendî, halifesi Şeyh Tâcu'ddin, Mevlâna Emir Hüsameddin. hazretleridir

  3. #23
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: silsile-i sadat ın hayatları

    23. İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruk-i Serhendi (k.s.)

    Hindistan'da yetişen büyük İslâm âlimi ve büyük velî. Müceddid ve müctehid idi.
    Silisile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye-i âliyyenin23 üncü halkası. Hicret-i Celîle-i Nebeviyye'nin 971'inci (M.1563) senesi aşûra günü Serhend şehrinde dünyaya geldiler. (M.1624) 1034 safer ayının 29. salı günü Serhend'e vefat etti. İsmi Ahmed, babasının adı Abdülehad, dedesinin adı Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ismiyle meşhurdur. İmâm-ı Rabbânî; Rabbânî âlim yani kendisine Allah tarafından ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından kâmil âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi olarak kabul edildiğinden "Müceddid-i elf-i sânî" lakabı verilmiştir. Şeriatla tarikatı birleştirmesinden dolayı da, "sıla" ismi verilmiştir. Hazreti Ömer'in (r.a.) soyundan olduğu için, "Fârûkî", Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denmiştir. Tam ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî, Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir. (k.s.)
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Hazreti Ömer'in (r.a.) yirmi doku-zuncu torunudur. Varis-i resül ve ulema-i rasihiyndendir.
    ANNESİ
    Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, sâlih ve fazîletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi zâhirî ve bâtınî ilim-lerde yetişmiş, tasavvuf hâllerinde kemâl derecede büyük bir âlim ve mürşid-i kâmil idi. Gençliğinde ilmi yaymak için seyehat ettiği sıralarda, Hindistan'ın meşhûr kasabalarından Skendere'ye uğramıştı. O memleketin asîl bir âilesine mensûb sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad'ın mübârek bir zât olduğunu anlamış, ona;
    —"Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kızkardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın sizinle nikâhlanmasını arzû ediyorum. Ümid ederim ki bu ricâmı kabûl edersiniz" diye haber gön-dermişti. Abdülehad bir müddet düşündükten sonra teklifi kabûl etmiş ve o kızla nikâhlanmıştı. Bu evliliklerinden İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri dünyaya geldi.
    BÜYÜK DEDESİ
    Hindistan'ı ilk fetheden, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) onbe-şinci dedesi Ferruh Şâh'dır. Ferruh Şâh, Kâbil sultanlarının büyük vezir-lerinden ve kumandanlarından olup, Gazne ve Kâbil taraflarından gelip Hindistan'a yerleşmiş idi. Serhend şehrini de ilk kuran Sultan Firûz Şâh'dır.
    HASTALIĞI
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Vefât edeceğini zannetmişlerdi. O zamânın meşhûr evliyâ-sından Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini (k.s.) görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına;
    — Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir ârif olacak" demiş,elinden tutup, ağzından öpmüştür. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin feyzi ve nûru, İmam-ı Rabbânî hazretlerinin çocukvücûdunu kaplamıştı.
    Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri hakkında daha pek çok güzel müjdeler vermişti. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri yedi-sekiz yaşlarında iken Şâh Kemâl-Kâdirî vefât etmiştir. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri daha sonra bu zâtı veevini hatırlamıştır.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gençliğinde de, çok zayıf düşüp has-talanmıştı. Hastalığının şiddetini gören hanımı çok üzüldü. Abdest alıp iki rek'at hâcet namazı kıldı. Ağlayarak ihtiyaç içinde yüzünü yerlere sürdü. Bu ağlama esnâsında uyudu. Rü'yâda birisinin;
    —"Hiç üzülme, bu zât daha çok yaşayacaktır, bizim onunla çok büyük işlerimiz vardır. Öyle ki, o işlerin binde biri daha zuhûr etmemiştir" dediğini duydu. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri o hastalıktan da kur-tuldu. Sonra hocası Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin sohbetine ka-vuştu.
    TAHSÎLİ

    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ilk tahsîline, babasından ders alarak başladı. Arapçayı babasından öğrendi. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur'ân-ı kerîm okumasını herkes din-lemek isterdi. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamânının meşhûr âlimlerinden öğrendi. Çeşitli ilimlere âit pek çok kitapları ezber-ledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, zâhirî ve bâtınî ilimlerde, o zamânın en meşhûr âlimi Mevlânâ Kemâleddîn Kişmîrî'den ders aldı. Mevlânâ Kemâleddîn (r.a.), meşhûr âlim Abdülhakîm-i Siyalkutî'nin de hocası idi. Ba'zı hadîs kitaplarını da Şeyh Ya'kûb-ı Kişmîrî'den okudu. Âlim-i Rabbânî Kâdı Behlûl-i Bedahşânî'den; hadîs, tefsîr ve ba'zı usûl ilimlerinde icâzet (diploma) aldı. Onyedi yaşında iken tahsîlini tamamladı. Böylece aklî ve naklî, fürû' ve usûl ilimlerinin hepsinden icâzet almış oldu.
    Fesâhat ve belâgatı, sür'at-i intikâli, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.
    Babası hayatta iken, zâhirî ve bâtınî ilimleri talebelere öğretmeye başladı. Bu sırada; "Risâle-i-tehlîliyye", "Redd-i revâfiz", "İsbâtün-nü-büvve" adlı eserlerini yazdı. Edebiyâtta çok ileri idi. Daha sonra da, Vâhidî'nin; Besît, Vesît, Esbâb-ı nüzûl gibi eserlerini, Kâdı Beydâvî'nin; Envâr-üt-tenzîl, Minhâc-ül-vüsûl, Gâyet-ül-kusvâ ve diğer eserlerini, İmâm Buhârî'nin; Câmi'us-Sahîh, Sülâsiyyât, Edeb-ül-müfred, Ef'âl-i ibâd, Târih ve diğer eserlerini, Tebrîzî'nin Mişkât-ül-mesâbîh'ini, Tirmizî'nin Şemâil'ini, İmâm Süyûtî'nin Câmi'us-sagîr'ini ve müselsel hadîs rivâyeti icâzetini Kâdı Behlûl Bedehşânî'den aldı.
    ÜSTÂZI İLE TANIŞMASI
    Tasavvuf yollarından, Kâdîrî ve Çeştî büyüklerinin kalblerindeki feyzi de babasından aldı.
    Bu kadar ilmi olmasına ve çok üstün kemalata sahip olmasına rağmen kalbi, Nakşibendiyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bıkmadan bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Muhterem babasının vefâtından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı. Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bâkî-billah'ın (k.s.) talebelerinden Mevlânâ Hasen Kişmîrî ile görüştü. Mevlânâ Hasen Kişmîrî, onu hocasının hu-zûruna götürüp, tanıştırmak istedi ve şöyle dedi:
    — "Bugün Ahrâriyye-i Nakşıbendiyye yolunda bu ülkede böyle bü-yük bir zât yoktur. Gerçek tâlibler onun bir nazarıyla öyle şeylere kavu-şuyorlar ki, günlerce çekilen çileler ve riyâzetlerle buna kavuşamazlar."
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, daha önce de muhterem babası Abdülehad'dan, Ahrâriyye yolunun ve bu yolda bulunanların şânını ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okumuş onların güzel hâllerini biliyordu.
    — "Bu Hicâz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikr ve murâkabesini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed Bâkî-billah'ın huzûruna gitti. Huzûruna girince kalbinde bir nûr parladı. Mıknatısın iğneyi çektiği gibi çekildi. Şimdiye kadar duymadığı, bilmediği şeyler kalbine doldu. Hacdan dönüşte uğrayıp istifâde etmeyi niyet etti fakat kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün derhal huzûra gelip Ahrâriyye feyzine kavuşmak isteğini bildirdi. Ve hizmetinde kaldı. Edeble ve can kulağı ile bağlandı. Böylece (şimdilik) Kâ'beye gitmekten vazgeçiyor, Kâ'benin sahibinden gelen nurlara talip oluyordu. Hakikati Ka'be'ye doğru seyretmeye başlıyordu. Kısa zamandabütün kemâlât kendisinde hâsıl oldu. İki ay gibi kısa bir zamandakimsede gö-rülmeyen hâllere kavuştu.
    Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin daha birkaç gün geçmeden yükselmeye başladığını ve üzerindeki irşâd eserlerini görünce, husûsî odasında, ona birkaç sene önce şâhid olduğu hâdiseleri şöyle anlattı:
    — "Yüksek üstâdım Hâcegî Muhammed Emkengî (k.s.) bana şöyle emretti: "Hindistan'a git, orada senin sâyende, bu yüksek yola büyük rağbet olacak ve bu yol revâç bulacak." Ben kendimi bu işe lâyık gör-meyip, özür diledim. İstihâre etmemi emretti. Rü'yâda gördüm ki bir papağan, bir dal üzerinde oturuyordu. Kalbimden şöyle niyet ettim: "Eğer şu papağan o daldan iner, elime konarsa, bu seferde bize çok şeyler nasîb olacaktır." Böyle düşünürken, o papağanın uçup, elime konduğunu gördüm. Ben ağzımın suyunu onun gagasına akıttım. O papağan da ağzıma şeker verdi. O sabah, gördüğüm rü'yâyı Hâcegî Muhammed Emkengî'yearzettim. Buyurdu ki: "Papağan, Hindistan kuşlarındandır. Hemen Hindistan'a gidiniz. Orada sizin bereketli irşâdınızla bir azîz yetişecek, bütün dünyâ onun nûruyla dolacak. Hattâ siz de ondan nasîbinizi alacaksınız."
    Muhammed Bâkî-billah (k.s.) diğer bir hâdiseyi de şöyle anlatmıştır:
    —"Hocam Emkengî'den (k.s.) icâzet alıp Hindistan'a dönüyordum. Sizin bulunduğunuz Serhend şehrine gelmiştim. Rü'yada bana; "Sen bir kutbun civârındasın" dediler ve kutub olan zâtın şemâilini gösterdiler. İşte siz, o zâtsınız."
    "Yine Serhend'den geçerken, gördüm ki, göklere kadar yükselen bir meş'ale yanmış. Şarkdan garba kadar bütün dünyâ, bu meş'alenin ışığından aydınlanıyordu. Bu meş'alenin ziyâsının gittikçe arttığını, birçok insanların bundan kendi mumlarını yaktıklarını gördüm. Bu rü'yâyı, sizin dünyâya geleceğinize bir müjdeci, bir işâret olarak biliyordum."
    Bu iki-üç ay içinde, Allâhü Teâlâ'nın yardımıyla bereketli nazar ve himmetleriyle öyle bir semere verdi ki, kalem dil olsa, dil kalem olsa, bun-ları yazmaktan ve söylemekten âciz kalırlar.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, daha sonra hocasının çocuklarına gönderdiği bir mektupta (M. 266) şöyle anlatıyor: "Yüksek üstâdımın, beni dünyâ ve âhiret ni'metlerine kavuşturan kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtâç olan bu zavallı kardeşiniz, tepeden tırnağa , o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum. İnsanlığın elifbâsını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin, senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler, onun huzûrunda ve terbiyesi altında, az zamanda elime geçti. İnsanlara meziyet, üstünlük veren bütün kıymetler, onahizmetimin ikrâmiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan ve insanlıktan haberi olmayan bu zavallı, onun nûrlu bakışları altında, ikibuçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların Allâhü Teâlâ'ya olan yakînliklerine kavuştu. Böyle az bir zamanda, tasavvufutatmış olanların, tecelliler, zuhûrlar, nûrlar, hâller ve keyfiyetler diye anlatmak istedikleri gizli ka-zançlar, babanızın parlak kalbindeki deryânın damlaları olarak önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lütfederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma'ıyyet (berâberlik), ihâta (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma'rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların içlerinden, ö z l e r i n d e nb i l d i r i l m e d i kbırakılmadı…"
    Hâce Muhammed Bâkî-billah, zamânının âlimlerinin büyüklerinden ba'zı ahbâbına yazdığı mektuplardan birisinde, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nden bahsederek şöyle buyuruyordu:
    —"Serhend şehrinden bir genç geldi. İlmi pek çok. Her hareketi il-mine uygun. Birkaç gün bu fakîrin yanında bulundu. Onda çok şeyler gördüm. Dünyâyı, nûrla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum. Akrabâsı ve kardeşlerinin hepsi de pırlanta gibi, kıymetli ve âlim yiğitler! Onların da, az zamanda, ne cevherler olduklarını anladım. Hele Ahmed'in oğulları da var ki, her biri, Allâhü Teâlâ'nın birer hazînesidir."
    İCÂZETİ VE HÂKİMİYETİ
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine, birkaç ay sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah hazretleri icâzet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hâllerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi emrolundu. Muhammed Bâkî-billah hazretleri talebelerinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Ve Muhammed Bâkî-billah hazretleri şöyle buyurdu:
    —"Kalblere devâ, rûhlara şifâ olan bu tohumu, Semerkand ve Buhârâ'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. Tâliblerin ye-tişip kemâle gelmesi için uğraştım. O (İmâm-ı Rabbânî ), her dereceyi aşıp, derecelerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."
    Zamanın pek çok alim ve zahid zatları da onun ma'rifet ışığı etrafında, pervâne gibi toplanmaya başladılar.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, memleketine gelince zâhirî ve bâtınî ilim ve nûrları dünyâya yaymağa, tâlibleri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Her taraftan âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beyzâvî tefsîri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Me'ârif, Usûl-i Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkıf gibi ba'zı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okutuyordu. Ömrünün son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsîlini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu.
    KAPIDA KİM VAR
    Zamânının pâdişâhlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok te-'sirli mektupları ile, dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, pek çok âlim ve evliyâ yetiştiriyordu. Allâhü Teâlâ ona o kadar ilm-i bâtın ihsân etmişti ki, kendine mahsûs olan ilimleri de cihâna yayıyordu. Hatta Hocası Muhammed Bâkî-billah Hazretleri bilebu yeni ilimlere kavuşmak için onun huzûruna gelir, hürmetle otururdu. Hattâ birgün geldiği zaman, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'ni kalbi ile meşgûl görüp, odasına gir-medi. Hizmetçiye de:
    —"Haber verip, rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri kalkıp;
    —"Kapıda kim var?" deyince üstâzı;
    —"Fakîr Muhammed Bâkî" dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, ho-casını edep ve tevâzu ile karşıladı.
    ÜSTÂZINI ZİYÂRETİ VE EDEBİ
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir müddet Serhend'de talebe yetiş-tirmekle meşgûl oldu. Sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah'ı ziyâret için Delhi'ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbet-leri oldu. Hâllerinidaha da yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hâllere, fazîletlere kavuşmasına rağmen, hocası Muhammed Bâkî-billah'a öyle edeble davranıyordu ki, daha fazlası mümkün değildi. Muhammed Hâşim-i Kişmîanlatıyor:
    —"Hâce Hüsâmeddîn Ahmed'den işittim. Hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'ni medhedip övdükten sonra şöyle buyurdu: "Mertebesi yüksek, fazîleti çok olmakla berâber, edebe riâyette, hocamız Muhammed Bâkî-billah'ın talebelerinden hiçbiri, İmâm-ı Rabânî Hazretleri gibi değildi. Onun içindir ki, bereketler herkesten önce ona nasîb oldu."
    Muhammed Bâkî-billah'ın (k.s.) sevdiklerinden biri, Muhammed Hâşim Kişmî'ye şöyle anlatmış:
    —"Hocamız Bâkî-billahsenin üstâdın İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'ne, nihâyetsiz lütufları ve ona hürmet etmeyi hasseten bildir-dikleri zamanlar, bana onu huzûruna çağırmamı emretti. Hemen huzûruna gidip, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'ne (k.s.);
    —"Hocamız sizi istiyor" dedim. Bu haberi duyar duymaz, korkan in-sanların rengi değiştiği gibi, yüzünün rengi değişti. Zavallı bir kimsenin çok korktuğu zaman, titremesi gibi bir hâle düştü. Ben kendi kendime; "Sübhânallah! "Yakın olanlarda, hayret de çok olur" mısra'ını duymuştum, şimdi gözlerimle de görüyorum" dedim."
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri "Mebde' ve me'âd" risâlesinde şöyle anlatıyor:
    —"Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bâkî-billah'a hizmette diğerle-rinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakîr yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cem'iyyet, terbiye ve irşâd kaynağı, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) zamânından sonra dünyâda çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resûlullah (s.a.v.) zamânında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin saâdetli sohbetinden de mahrûm kalmadık. Bunun için bu büyük ni'metin şükrünü yerine getirmek lâzımdır. Onun huzûrunda her-kes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu."
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah haz-retlerinin ikinci defâ huzûruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha tâliblere feyz vermekle meşgûl oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hâllerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi.
    Sonra üçüncü defâ hocasını ziyârete gitti. Bu ziyâretinden dönünce Delhi'den Serhend'e geldi ve birkaç gün kalarak Lâhor şehrine gitti. Lâhor şehrinde herkes, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) teşrîfini büyük bir ganîmet bildi. Talebelerinin en meşhûrlarından olan; Mevlânâ Muhammed Tâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ Esgar Ahmed ve Mevlânâ Ravh Hüseyin gibi zâtlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Lâhor'da bu-lunduğu sırada, oranın meşhûr âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gös-terdiler. Nice muammâ ve zor mes'eleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.
    ÜSTÂZININ VEFÂTI
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) Lâhor'daki sohbetleri devâm ederken, hocası Muhammed Bâkî-billah'ın vefât haberi geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haberi duyunca, hemen Delhi'ye gidip mübârek mezarlarını ziyâret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine ta'ziyede bulundu. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzûrlarına gelip, Muhammed Bâkî-billah'a gösterdikleri gibi, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabûl edip bağlandılar.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleriyüksek hocasının emrine, vasiyetle-rine ve buradaki kalbi yaralıların ricâlarına uyarak, bir müddet Delhi'de kaldı. İrşâdlarının te'siri, feyzlerinin bereketi ile, talebelerin sohbete devâm ve gayretleri, hocaları Hâce Muhammed Bâkî-billah'ın hayatta olduğu zamanki gibi yeniden tâzelendi. Teveccüh eserleri ve cezbe nûrları, bu talebelerin hâllerinde görünmeğe başladı. Bu gayretli yetiştirme ve feyz verme sırasında, ba'zı çekemeyenler oldu ise de, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri onlara nasîhat etti. Bunu da dinlemeyenler sonunda yaptıklarına pişmân olup af dilediler. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri de ihsân ederek onları affetti. Böylece pekçok kimse sohbetlerinden ve feyzlerinden isti-fâde etti.
    SEYEHATİ
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, her sene, hocası Muhammed Bâkî-billah'ınvefât ettiği ay olan Cemâziyel-âhır ayında Serhend'den hocasının nûrlu kabrini ziyârete gider ve tekrar Serhend'e dönerdi. İki üç defâ da Akra'ya teşrif etti. Bunların dışında Serhend'den ayrılıp başka bir yere gitmedi. Ancak, hayâtının sonuna doğru, zamânın sultânının ısrârı üzerine, iki üç sene kadar ba'zı beldelerde askerlerin arasında bulundu. Bunda da birçok hikmetler vardı. Bu vesile ile O yerlerin halkıonun sohbetlerinde bulundular. Bereketli nazar ve teveccühlerine kavuşup, nasîblerini aldılar.
    BABASININ SEVGİSİ
    Babası Abdülehad Hazretleri İmamı Rabbani Hazretlerini çok sever, ondan ayrı kalmaya tahammül edemezdi. Nitekim İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Akra'da bulunduğu sırada, meşgûliyeti sebebiyle babasının yanına gidemeyince, babası onu görmek için Akra'ya gitmiştir. Daha sonra, Akra'dan dönüp babasının hizmetinde bulundu. Babası Abdülehad da evliyânın büyüklerinden idi. İlk feyizlere babasının sohbetlerinde kavuşmuştu. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, babasından olan istifâdesini "Mebde' ve Me'âd" risâlesinde şöyle ifâde etmiştir: "Bu fakîre ferdiyyet nisbeti yüksek babam tarafından verildi. Babam bu nisbeti, kuvvetli cezbe sâhibi meşhûr bir azîzden, Şâh Kemâl Kâdirî'den almıştı. Nâfile ibâdet-lerde, bilhassa nâfile namazların edâsında babamın yardımları çoktur. Babam bu saâdeti, "Çeştiyye" yolunda olan üstâdlarından almıştı."
    KÂDİRÎ İCÂZETİ
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Muhammed Bâkî-billah hazretlerin-den tam bir nisbet ile icâzet alıp, Serhend'e döndükten sonra, Kâdirî tarîkatının büyükleriden olan Şâh Kemâl Kâdirî'nin rûhâniyetinden de icâzet almakla şereflendi. Bu icâzeti ve nisbeti alması şöyle vukû bul-muştur:
    Bir sabah İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri talebeleri ile murâkabe hâ-linde iken, Şâh Kemâl'in torunu ve onun bütün kemâlâtının vekîli olan Şâh İskender, Kehtel'den gelip, Şâh Kemâl'in bereketli hırkasını İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) mübârek omuzuna koydu. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gözlerini açınca, Şâh İskender'i gördü. Tam bir tevâzu ile boyunlarına sarıldı. Şâh şöyle dedi:
    —Birkaç zamandır, hâl ve rü'yâmda dedem Şâh Kemâl'i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat bana, onların bu be-reketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lâzım oldu."
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, o hırkayı giyip husûsi odasına gitti. Birmüddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şunları söyledi:
    —Hazret-i Şâh Kemâl'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hâl zâhir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkâdir-i Geylânî'yi (r.a.), Hazret–i Şâh Kemâl'e kadar devâm eden bütün halîfeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbânî Abdülkâdir-i Geylânî kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve yollarının nûrları ve esrârı beni kapladı. Ben de o hâllerin ve nûrların denizine gömüldüm. O denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu hâlde kaldım. O hâllerin beni kapladığı zamanda kalbime;
    —"Beni Ahrâriyye büyükleri terbiye ettiler. İşimin esâsı bu büyüklerin yolunda olmaktır. Şimdi ise başka oluyor" diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrâriyye yolunun büyüklerinden, Hâce-i Cihân Hâce Abdülhâlık-ı Gucdüvânî'den, hocam Hâce Bâkî-billah'a (k.s.) kadar bütün halîfelerin geldiğini gördüm. Benim işim ve icrâatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrâriyye büyükleri (k.s.) şöyle dediler:
    —"Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hâle ve kemâle erişti. Siz ona ne hakla karışabilirsiniz?" Kâdiri büyükleri (Rahimehümüllah) dediler ki:
    — "Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim ni'met soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir."
    Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemâat geldi. Aralarında anlaşmaya vardılar. Bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay ve tam bir şevk buldum."
    İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufda, bu yolların hepsinden de talebe yetiştirip feyz vermeye selahiyetli idi.
    MÜCADELESİ
    Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından bin sene sonra İslâm düşmanları dîne, îmâna insafsızca saldırıyorlardı. Öyleki bu saldırılar çok şiddetli oluyor, pek çok İslam alimi dalalet erbabı karşısında susmayı tercih edi-yordu. İşte böyle bir devirde Allâhü Teâlâ kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) gibi bir Müceddid gönderdi. Ona derin ilimler ihsân eyledi. Onun vâsıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, bâtılı, çürük kalblerden kaldırdı. Bu büyük İmâm'ın mektupları ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyâya ışık saldı. Ya'nî Allâhü Teâlâ onu, Peygamber Efendimizden (s.a.v.) bin sene sonra, dîn-i İslâmı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.
    Fakat İmâm-ı Rabbâni Hazretleri de ba'zı kimselerin cefâsına, hücum ve iftirâlarına uğradı. Nice âlimlerin, fâdılların ve kâmillerinhizmetine koşmaları, hasedcilerin hasedini ve düşmanlıklarını arttırdı. İmâm-ı Rabbâni Hazretlerinin tesirini azaltmakiçin, hîlelere başladılar. Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bestâmî gibi büyük meşâyihi, aşağı görüyor diyerek, bazı insanlarıaldattılar. Büyük zatların bildirdiği vahdet-i vücudu inkar ediyor diyerek, görüşleri kısa olanları, ondan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; "Meşâyih-i izâmı inkâr ediyor ve Allâhü Teâlânın ma'rifetine vâsıtasız olarak kavuştum diyor." dediler. Bir müslümanın söylemeyeceği iftiraları söylediler.
    Halbuki bu büyük zatları aşağı görüyor sözü tamamen iftira idi. O, mektuplarında evliyanın keşfdeki hatalarının, ictihâd hatâları gibi af olunduğunu, belki de sevâb verildiğini bildiriyor idi.
    O ise, vahdet-i vücûdu inkâr etmiyor tam tersi, cahillerin vahdet an-layışı ile evliyanın vahdet anlayışını birbirinden ayırıyordu.
    O zamanın Sultânı Selim Cihangir Han'ın devlet adamları, büyük veziri, baş müftüsü ve etrafındakiler Ehl-i sünnet düşmanı ve Eshabın büyüklerine dil uzatan kimselerdi.
    İmâm-ı Rabbani hazretleri mektup ve risalelerinde Eshab-ı kirâm düşmanlarını reddediyor, câhil, ahmak ve alçak olduklarını anlatıyordu. Bu hususta "Reddi revafiz" ismi ile bir risale hazırladı veBuhâra'da bu-lunan en büyük özbek hânı Abdullah Cengiz Han'a yolladı.
    —"Bunu İran'da, Şah Abbas Safevi'ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb câiz olur" dedi. Şah Abbas bu risaleyi kabul etmedi ve onunla harb oldu. Abdullah Han, Herat'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Zaten Bu yerleri yüz sene evvel Safeviler istila etmişlerdi. Bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar harekete geçtiler. Eshab-ı kirâm düşmanları Sultan Cihangir'e gidip İmâm-ı Rabbani hazretleri hakkında çeşitli iftira-larda bulundular.
    ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS
    Sultan, oğlu Şah Cihan'ı gönderip, İmâm-ı Rabbani hazretlerini, ev-ladlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye karar verdi. Şâh Cihân, bir müfti ileİmâm-ı Rabbâni Hazretleri'nin yanına gitti. Sultâna secde etmenin câiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. Şah Cihan İmâm-ı Rabbâni'nin (k.s.) üstünlüğünü biliyor ve onu korumak istiyordu.
    —"Babama secde edersen seni kurtarabilirim" deyince,İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri:
    — Bu fetvâ, zarûret zamanında izin olarak verilmiş bir ruhsattır. Azîmet ve din bütünlüğü esasına göre ise secde etmemek lazımdır. Ecel gelince, ölümden insanı hiçbir şey kurtaramaz, dedi vesecde etmeği şiddetle reddetti. Çocuklarını ve talebelerini yanına almadan Sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı Sultan'a o kadar güzel ve doyurucu cevaplar verdi ki, Sultan yüksek hakîkatleri anlıyabilicek birisi olmadığı halde, neş'elendi ve İmâm-ı Rabbâni Hazretleri'ni serbest bırakıp özür diledi.
    Sultânaaçık delillerle hakikatleri anlatırken, oradabulunanHindûların büyük bir kumandanı, İmâm-ı Rabbani hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek ateşperest iken müslüman oldu.
    HAPİS HAYATI
    Sultanın ikna olduğunu, kendi uğraşmalarının boşa çıktığını gören if-tiracılar;
    —"Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir" diyerek, uzun konuşma-lardan sonra Sultânı yeniden aldattılar. Sultân, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guvalyar Kalesi'ne hapsettirdi.
    Bu hadiseye çok üzülen talebeleri Sultân'a isyân etmek istediler. Ve bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri on-ları hem rü'yalarında ve hem de uyanıkken manen bu işten men etti. Sultân'a hayır duâ etmelerini emretti.
    —"Sultânı incitmek bütün insanlara zarar verir" buyurdu. Kendisi de Sultâna hep hayır duâ ediyordu.
    Sultânın veziri, şiddetli bir muhalif olduğundan, zindanda, İmâm-ı Rabbâni Hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli dav-ranmasını emretmişti. Halbuki bu görevli İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinden (k.s.) çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hattâ neş'e görünce hayret etti. Bunun üzerine tövbe ederek bozuk itikâdını terkedip Ehl-i sünneti seçti ve İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden oldu.
    Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketli sohbetleri ile müslüman oldular. Bir çok günahkâr tövbe etti. Hattâ bazıları yüksek âlim oldu. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri hapiste üç sene kaldı. Bu arada Sultan ölmüş, yerine oğlu geçmişti. Yeni sultan Şah Cihan İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini hapisten çıkarıp ikram ve ihsânlarda bulundu. Hatta halis talebelerinden ve sadık dostlarından oldu. Bir müddet asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hallerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri daha önceleri:
    —"Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makâmlar vardır. Onlara yükselmek ancak celâl sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemâl sıfatı ile okşanarak terbiye edildim " buyurmuştu. Yine bir gün talebelerinden bir kısmına:
    —"Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belalar yağacak" buyur-muştu. Buyurduğu gibi de oldu. Bu belalar sebebiyle o makâmlara da yükselmek nasip oldu.
    HAPİSTE TUTAMADILAR
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin büyük oğlu Muhammed Said anlattı:
    -İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin serbest bırakılmasının bir sebebi oydu ki: Cuma günleri cuma namazına giderdi, sonra da döner gelirdi. Hiç kimse bilmezdi ki: Nereden çıktı, nereden içeri girdi. Halbuki zindan bir kalenin içindeydi. Kalede de çok güçlü bekçiler vardı; her yanı da sarmışlardı.
    Baktılar ki: Onu zimdanda bırakmak bir çare değildir; istediği zaman da çıkıp gidebiliyor, bıraktılar.
    Hapiste kaldığı süre, bizzat kendisinin halkı irşad etme imkanı olmadı ama; mektupları ile halkı irşad etmeye devam etti.
    FEYİZ VE TEVECCÜH
    İmam-ı Rabbani, Cenabı Hak tarafından gelen feyiz üzerineşöyle buyurdu:
    - Şunu da bil ki, Cenabı Hak tarafından gelen feyiz, hayat akımı süreklidir; bunda kesinti olmaz. Normal insanlara da gelir; seçmelere de..
    Bu feyzin, mal, evlad tarafından gelmesi ile; hidayet, irşad tarafından gelmesi arasında bir fark yoktur.
    Bu feyzin gelişimde bir değişiklik, ayrılık da yoktur; herkese, her şeye aynı derecede gelir. Ancak, feyz işindeki değişiklik, onu kabul etmekte, etmemektedir. Bu da, bir kabiliyet meselesidir; alıcının tam olup olmaması meselesidir. Güneş aynıdır ama, taşa yansıması ile, aynaya yansıması bir olmaz. Mana böyle olunca, Kur'an'da(16/33) şöyle anlatıldı.
    - "Allah onlara zulmetmedi ki; onlar, kendi kendilerine zulmettiler."
    Güneş beze de bez ağartanın yüzüne de aynı şekilde vurur. Ancak, bez ağartanın yüzünü karartır; bezi de ağartır.
    O feyzi kabul etmeme durumu, Cenab-ı Hak'tan yüz çevirme ile alakalıdır. Bir kimse, yönelirse, ona yüz verilir, kendisine dönülür. Nitekim bu mana, Resulüllah Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) tarafından anlatılan bir hadis-i kudside Cenab-ı Allah şöyle buyurdu;
    - "Bana bir karış yaklaşana bir kol boyu yaklaşırım."
    Yüz çevirenden de yüz çevrilir. Nitekim, bu manada, Resulüllah efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) şöyle buyurdu:
    - "O Allah'tan yüz çevirdi; Allah da ondan yüz çevirdi. Suça ceza oldu."
    Aynı mana, Kur'an'da (2/152)şöyle anlatıldı:
    - "Anın beni, anayım sizi.."
    Aynı mana, Kur'an'da (9/ 67) şöyle anlatıldı:
    - "Allah'ı unuttular, O da onları unuttu."
    Bir başka kudsi hadis-i şerifte ise, aynı mana şöyle anlatıldı:
    - "İşte bunlar, amelleriniz. Onları sizin için sayıyorum. Ne eksiği var, ne de artığı.."

    KUTB'ÜL-AKTABTAN İZİN ŞART
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini hapsettiren Selim Cihangir Han idi. Bu zat Ekber Şah diye anılırsa da aslında "Ekfer Şah" demek ona daha layık idi. Ekber Şah'ın oğlu Şâh Cihân, padişah olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok olmasına ve babası tarafındaki kumandanların çoğunun kalbden kendisine bağlı olmalarına rağmen zafer kazanamadı. O zamânın evliyâsından birine hâlini anlatıp duâ istedi. O velî zat dedi ki:
    —"Senin zafer kazanman için bu zamanın dört kutbunun sana duâ etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Müceddid-i elf-i sânidir.
    Bunun üzerine Şâh Cihan, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin (k.s.) hu-zûruna gelip duâ etmesi için yalvardı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri onun babasına karşı gelmesine mâni olup nasîhat etti.
    —"Babana git, elini öp, gönlünü al, o yakında vefat edecek, saltanat sana kalacaktır." diye müjde verdi. Şah Cihan emirlerini dinleyip arzû-sundan vaz geçti. Az zaman sonra 1037 (m. 1627) de babası vefat edince saltanata kavuştu.
    Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefeci-lerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda,binlerce kâfir İmâm-ı Rabbânî elinde müslüman oldu. Çok sayıda fasık ve fâcir onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek sâlih müslüman oldu. Uzaktan yakından çok kimseler, rü'yâda ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzûruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardı. Âlim, sâlih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca feyz alarak mânevî kalbleri zikreder oldu.
    Kerâmetlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmektedir.
    AKAİD İLMİNDE MÜCTEHİD
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Kelâm (akaid) ilmindemüctehid idi. İlim deryasına yeni daldığı sıralarda peygamberimizi (s.a.v.) mânâda görmüş, Peygamber efendimiz kendisine :
    —"Sen kelâm ilminde müctehid olacaksın." buyurmuştu. O günden sonra, İtikatta Mâtüridiyye imâmımız ile berâber olmakla beraber, ilm-i kelâmın müşkil mes'elelerinde halledici ictihâd ve görüşleri oldu.
    Eski Yunan filozoflarının İslâmiyete uymayan sözlerini reddedip, yanıldıklarını isbât etti. Tasavvuf büyüklerini ve sözlerini anlamayarak, sapıtan ve kendilerini din adamı sanıp, insanları yoldan çıkartan, câhil ve ahmakların hatalarını meydana çıkardı. Kendinden önceki asırlarda İslamiyetesokulmak istenen sapık felsefi düşünceleri tamamen bertaraf etti. Yazdığı mektuplar ve kitaplarla, kıyamete kadar bu yoldaki bütün suallere cevap teşkil edecek izâh ve açıklamalar yaptı. 18 yaşında iken yazdığı İsbâtün-nübüvve ( Peygamberliğin isbatı) kitabı ile peygamberleri filozoflardan ayırdı. Peygamberlerin Allahın dinini bildiren ve Allâhü Teâlânın seçtiği kimseler; filozofların ise, yalnız aklını rehber edinmiş sıradan insanlar olduğunu açık ve kesin delillerle isbât etti. Böylece pey-gamberliğe inanmayıp, peygamberleri filozof zannedenlerin veya onlarla bir tutmaya kalkışanların, ne kadar yanlış düşündüklerini göstererek, İslâm dinine insan düşüncesi ve fikri karıştırmak ve böylece dini, zamanla değişir hâle getirmek isteyenlerin yolunu kapadı.
    Ehl-isünnet âlimleri ve evliyanın da ancak Muhammed aleyhisselâ-mın yolunda tam yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek, bunlara filozof diyenlerin sözlerininyanlış olduğunu gösterdi. Böylece, sapık kimselerin te'siriyle müslümanlar arasında ortaya çıkmış fikir ayrılıkları, düşünce farklılıkları sona erdi.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, tasavvufun bütün inceliklerine ve en yüksek mertebelerine kavuşarak, Muhyiddîn-i Arabî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni, Bâyezîd-i Bestâmi ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi, kendisinden önce yaşamış velilerin sekr hâlinde ya'nî tasavvufta kendinden geçme hâlinde iken söyledikleri ve iyi anlayamayanları şaşırtan yüksek sözlerini, vahdet-i vücûd bilgilerini, gayet net bir şekilde açıkladı. Bu zatların yanlış anlaşılmasına ve onlara düşmanlık yapılmasınamâni oldu.
    Tasavvuf deryasında bol bol saçtığı yüksek ma'rifetler, beliğ ifadeler ve fasih sözlerle, çok kimsenin anlamak ve anlatmaktan âciz kaldığı yük-sek hakikatleri, candan arzulayanlara sundu. Bu sonsuz deryâdan su-suzların hararetini teskin etti. Yolunu şaşırmışlara doğru yolu gösterdi, aşağı derecelerde takılıp kalanları yükseklere çıkardı. Sorulan bütün su-âllere cevap vererek, dinde anlaşılmayan hiç bir yer bırakmadı. Mürşidlik, müridlik, tarikat, kutb, gavs, evliyâ, zikr, ma'rifet, kerâmet, kurb, maiyyet gibi kelimeleri mükemmel bir şekilde açıkladı. Bu konulardaki karışık ifâde ve bilgilerin arkasına saklanarak, müslümanları kandıran ve şaşırtan câhillerle, dünyaya düşkün bozuk tarîkatçıların maskelerini düşürdü. Bu hususta esas düsturları açıklayarak, bütün bu isim ve sıfatların, asıllarını ve hakikatlerini gözler önüne serdi. Tasavvuf perdesi arkasında, İslâm dinine bozuk inanç ve ibadetlerin, uydurma merâsim ve toplantıların, her türlü sapıklık ve hurâfelerin girip yerleşmesini önledi. Velâyetin ve velîlîğin muhakkak kerâmet göstermek demek olmadığını, asıl velâyetin Allâhü Teâlâyı unutmamak ve Allâhü Teâlânın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine olan ma'rifet ve yakınlık olduğunu; tasavvufun, İslâm dini dışında ayrı bir yol değil, bizzat dinimizin içinde, emir ve yasakların kolaylıkla yapılmasına yardımcı olan ve Allâhü Teâlâya muhabbet yolu olduğunu çok veciz şekilde izah etti. Böylece din bilgisi az olanların ve hakîkî tasavvuf ehli olmayanların, şaklabanlıklar ve istidrâclar ile insanları kandırmalarına ve böylelerinin ma'rifet ve kerâmetsâhibi hakîkî velîlerle karıştırılmasına mâni oldu. Hulasa, onun tasavvuf deryâsında çözmediği bilmece, haber vermediği esrâr kalmadı.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, kitaplarında, sohbetlerinde ve gün-lük hayâtında, bütün bid'atlerle şiddetle mücadele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak, unutulmuş nice sünnetleri, hattâ farzları yeniden meydana çıkarmıştır. Bid'atlerin en çirkini i'tikâdda ortaya çıkanlarolduğunu bil-direrek, bunlara ve ibadetlere sokulmak istenen bid'atlerle, ilim, amel ve ma'rifetle mücadele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun olmasına pek çok titizlik göstermiştir.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, zamânındaki bütün fen ilimlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen bilgileri üstüne yaptığı açıklamalar, bu ilim-lerin mütehassıslarını hayrette bırakmıştır. Atomların içini ve böylece maddelerin dolu sanıldığını, hâlbuki elektronların çok hızlı dönüşlerinden dolayı boş olduğunu ilk olarak bundan dört yüz sene önce o açıklamıştır. Bu husus, fen adamları tarafından ancak yirminci yüzyılda ve uzun tecrübeler sonucu anlaşılabilmiştir.
    Onun tasarruflarının bereketi ile İslâm dini, bilhassa Hindistan'da çok kuvvetlendi. Ekber Şah zamanında yıkılan, ihmâl edilen İslâm eserleri yenilendi.
    Talebelerinden olan Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahim Hân, Nüvâb Ferid Mürtezâ Hân, Muhammed A'zam Hân gibi bir çok kuvvetli, kudretli vâli ve kumandanları, te'sirli mektupları ile İslâmiyeti kuv-vetlendirmeğe, yaymağa, Ehl-i sünnet ve cemâat i'tikâdını beyan etmeğe teşvik ve muvaffak eyledi. Bunlar da emr-i şeriflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarfedip, dinin kuvvetlenmesine hizmet ettiler.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, tasavvufta kendi yolunu bildiren, yüksek ma'rifetlerle dolu bir mektubun sonunda şöyle buyuruyor:
    —"Allâhü Teâlâ'nın bu fakire gösterdiği yol budur. Başlangıçtan so-nuna kadar beni mümtâz eylediği yolun aslı, nihâyetin başlangıcına yer-leştirilmesi olan Ahrâriyye yoludur. Bu asıl ve temel üzerine bir çok binâlar kurdurdular. Köşkler yaptırdılar. Eger bu asıl ve temel olmasaydı bu hâle gelmezdi. Buhârâ ve Semerkand'dan tohum getirip, aslı Medine ve Mekke toprağından olan Hindistan'a ektiler. Fazîlet suyu ile terbiye eylediler. Bu fazîletler ve ihsânlar kemâle gelince, bu ilim ve ma'rifet meyvelerini verdi. Allâhü Teâlâya bu nimetlerinden dolayı hamd-ü senâlar olsun."
    SIFATLARI
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri nin tasavvufta gösterdiği yola "Müceddidiyye" denilmiştir.
    Zamânının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) "Sıla" ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını, İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte de; "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennete girer" buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî'nin "Cem'ül-Cevâmi' " kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir mektubunda;
    —"Beni iki deryâ arasında "Sıla" yapan Allâhü Teâlâya hamd olsun " diye duâ etmiştir. Hadîs–i şerîfte müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel kimse almamıştır.
    Mevlânâ Abdürrahmân Câmî (k.s.) Nefehât kitabında diyor ki:
    —Şeyhülislâm Ahmed Nâmık-i Câmî buyurdu ki: "Evliyânın çektiği riyâzetlerin, sıkıntıların hepsini yalnız başıma çektim ve daha çok da çektim. Allâhü Teâlâ, evliyâya verdiği hâllerin, ihsânların hepsini bana verdi. Her dörtyüz senede, Ahmed isminde bir kuluna böyle büyük ih-sânlar yapar ve bunu herkes görür." Ahmed Câmî'den, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri zamânına kadar dörtyüzotuzbeş sene olup, buzaman içinde evliyâ arasında bu büyüklükte, Ahmed isminde biri bulunmadı.
    Ahmed Câmî'nin haberi, büyük bir zan ile İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) âid olmaktadır. Şeyhülislâm Ahmed Câmî'nin "Benden sonra benim ismimde on yedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin tarihinden sonra olup, en büyüğü ve en yükseği odur." sözü de, bu husûsu kuvvetlendirmektedir.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Müceddid-i elf-i sânidir. Ya'ni hicri ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler zamânında, her bin senede yeni din getiren bir resûl gönderildi. Yeni din önceki dini değiştirir, ba'zı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede bir nebî gelir, din sâhibi Peygamberin dinini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerifde; bu ümmet için, her yüz yıl başında İslâm dinini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden (s.a.v.) sonra Peygamber gel-meyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dinini her bakımdan ihyâ edecek, dine sokulan bid'atleri temizleyip, asr-ı saâdetteki temiz hâline getirecek, zâhirî ve bâtınî ilimlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lâzımdı. Hadîs-i şerifler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri yapmıştır. Bütün islâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri olduğunda ittifâk etmişlerdir.
    ULEMANIN ÖVGÜLERİ
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) ilk defâ "Müceddid-i elf-i sâni" is-mini veren, zamânın en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkutî'dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu medhetmiş ve övmüştür.
    Talebelerinin meşhurlarından Muhammed Hâşim-i Kişmî "Zübdetül-makâmat" adlı eserinde şöyle yazmıştır: "Kalbimden geçti ki: "Eğer Allâhü Teâlâ, bu zamânın âlimlerinin en büyüklerinden birine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Müceddid-i elf-i sâni olduğunu (ikinci binin kuvvetlendiricisi olduğunu) bildirirse, bu ma'na tamâmen kuvvetlenirdi." dedim. Bir gün bu düşünce ile İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) huzûruna gittim. Bu fakîre hitâb edip buyurdular ki:
    —"Bir çok kıymetli kitaplar yazan aklî ve naklî ilimlerde Hindistan'da bir benzeri bulunmayan Abdülhakîm Siyalkutî'den mektup aldım." Bunu söyleyip tebessüm etti, sonra da; "Mektubunun bir yerinde bu fakîri medhedip; "Müceddid-i elf-i sânî" diye yazıyor" dedi.
    Abdülhakîm Siyalkutî; bir gece rü'yâda İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini gördü. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ona şu âyet-i kerîmeyi okudu: "Allah de ve onları kendi oyunlarına bırak." (En'âm-91) bu rü'yâyı gördükten hemen sonra İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin huzûruna gelip, talebelerinden oldu. Huzûruna gelmeden evvel:
    —"Ben İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin üveysiyim" (Ya'nî onun rûhâniyeti beni terbiye etti) dedi.
    Halîl-ül-Bedahşî (k.s.) buyuruyor ki:
    —"Silsilet-üz-zeheb büyüklerinden Hindistan'da bir kâmil gelir ki, as-rında onun gibisi bulunmaz."
    Hindistan'da bu silsileden İmâm-ı Rabbânî Hazretlerin'den (k.s.) baş-kası meydana çıkmamış olduğundan, bu haberin İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine âit olması lâzımdır.
    ÖYLE GÜNEŞTİR Kİ...
    Hâce Muhammed Bâkî-billah'ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mîr Muhammed Nu'mân diyor ki:
    —"İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) tâbi olmağı hocam bana söyle-yince, buna lüzum olmadığını anlatmak için;
    —"Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duru-yor" dedim. Hocam sert bir sesle;
    —"Sen, Ahmed'i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir" buyurdu.
    Muhammed Bâkî-billah (k.s.) bir kerre de buyurdu ki:
    —"Bu üç-dört sene içinde, herkese doğru yolu, kurtuluş yolunu gös-tereceğim diye uğraşdım. Elhamdülillah ki, bu gayretim boşa gitmedi. Çünkü, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gibi biri yetişti."
    Bir mektubunda şunları yazar:
    Şeyhülislâm Abdullah Ensârî (rh.a.) buyurdu ki:
    —"Beni, Ebü'l-Hasen-i Harkânî yetiştirdi. Fakat Harkânî şimdi sağ ol-saydı, hocam olduğunu düşünmez, gelip önüme diz çökerdi. Bizim durmamız, ihtiyâcımız olmadığından veya ehemmiyet vermediğimizden değil, belki kabûl işâretini gözetmekteyim. İşin doğrusu budur. Allâhü Teâlâ, bizlere hidâyet ihsân eylesin! Kendini beğenmekten ve aldanmaktan korusun! Bu mektubumu size getiren Nişâpûrlu Seyyid Sâlih, kalbinin derdine çâre için bana geldi. Vaktim, hâlim buna elverişli olmadığından, vakitlerini yanımda ziyân etmemesi için, size gönderiyorum. İnşâallah lütf ve yüksek teveccühünüze kavuşarak istidâdı kadar bir şeyler alır.
    Allâhü Teâlâ, ilim ve irfân fukarâsını, birşeyden nasîbi olmayanları, sevip seçtiği evliyâsı hürmetine maksatlarına kavuştursun! Evliyâ kaynağı olan makâmınıza ihlâs ve saygılarımı arzedemedim. Evet, hâlleri doğru olan bir huzûra ancak bu kelimeyi yazmak mümkündür. Size talebem demek, hayâsızlığın en aşağısı ve görünüşün söylenmesi olup, hakîkati örtmek olur. Bize lâzım olan, haddimizi bilmek, yersizkonuşmamaktır. Duâlarınızı istirhâm ederim efendim."
    Ve yine Fadlullah Burhân-pûrî, Mevlânâ Hasen-ül-Gavsî,Mevlânâ Cemâleddîn-i Tâluvî, Mevlânâ Ya'kûb Sırfî, Mevlânâ Hasen-ül-Kubâdânî, Mevlânâ Mîrekşâh, Mevlânâ Mîr Mü'min, Mevlânâ Can Muhammed Lâhorî ve Mevlânâ Abdüsselâm İmamı Rabbani Hazretlerinin hayranlarından idi.
    Fadlullah Burhân-pûrî, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) güzel ev-sâfını, doğru hâllerini dinlemekten hoşlanır, kıymetli ma'rifetlerini işit-mekle zevklenirdi. Onun, kutb-ül-aktâb olduğunu, hakîkat sırlarından verdiği haberlerin hep doğru olduğunu; sözlerinin doğruluğuna ve hâl-lerinin yüksekliğine alâmet ise, İslâm dîninin bütün inceliklerine tâbi ol-ması ve herkesin onu sevmesi olduğunu söylerdi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Guvalyar Kalesi'nde habs olduğu zaman, kurtulması için beş vakit namazda çok duâ ederdi. Kendisine Serhend taraflarından talebe gelince:
    — "Siz İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) yakın olup da, ilmi, ma'ri-feti başka yerlerde arıyorsunuz. Güneşi bırakıp, yıldızların ışığına koşu-yorsunuz. Sizlere şaşıyorum" derdi.
    Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkutî, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) çok ta'zîm ve hürmet ederdi. İnkâr edenlerle mücâdele ederdi. İnkâr edenlere karşı; "Büyüklerinsözlerine, maksatlarını anlamadan i'tirâz etmek câhilliktir. Böylelerin sonu felâkettir. İlim ve feyz kaynağı, irfân menba'ı üstâd Ahmed'in sözlerini red etmek, bilmemezlik ve anlama-mazlıktandır." diye yazmıştır.
    Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mü'min Kübrevî, talebesinden birini, inâbe, tövbe ve sülûk için, İmâm-ıRabbânî'nin (k.s.) huzûruna gönderdi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin huzûruna varınca; üstâdından, Seyyid Mîrekşâh'dan, Hasen-i Kubâdânî ve Kâdı'l-kudât Tulek'den selâm getirdi ve;
    —"Üstâdım Mîr Muhammed Mü'min buyurdu ki: "İhtiyârlığım mâni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünceye kadar ona hizmetçilik ederdim. Kimseye nasîb olmayan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakîri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de mübârek elini öp!" dedi" deyip İmâm'ın bir daha elini öptü. Vedâ edip ayrılırken de dedi ki:
    —"Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yüksek hakîkatleri bildiren mektuplarınızdan göndermenizi istirhâm ettiler." Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir mektup yazıp, diğer birkaç mektupla berâber verdi.
    Bir müddet sonra, Belh'den Hindistan'a gelen ba'zı sâdıklar dedi ki:
    —"İmâm'ın (k.s.) bu mektubu, Mîr Muhammed Mü'min'e ulaşınca, okurken zevkinden yerinde duramıyordu. "Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd, Seyyid-üt-tâife Cüneyd ve bunlar gibi büyükler şimdi sağ olsalardı,İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin önünde diz çökerler, hizmetinden ayrılmazlardı" dedi.
    O zamânın âriflerinden biri diyor ki:
    —"Âlimlerin, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin yazılarından nasîb-leri, câhillerin, hikmet sâhiplerinden duyduklarını anlamaları gibidir."
    O zamanın, ilmi ile amel eden dindar âlimlerinden biri buyuruyor ki:
    —"Kalb ve ruh ilimlerinin mütehassısları, ya kitap tasnîf ederler veya te'lif ederler. Tasnîf demek; bir harfin kendine bildirilen ilimleri, esrârı, dereceleri yazmasıdır. Te'lif ise, başkalarının sözlerini kendine mahsûs bir sıra ile toplayıp yazmasıdır. Tasnîf çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te'lif kaldı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin yazıları, doğrusu, tasniftir. Te'lif değildir. Ben, onun talebesi değilim. Fakat insâf ile söylemek lâzım gelirse, onun yazılarına çok dikkat ediyorum, başkalarının sözlerini bulamıyorum. Hepsi kendi keşfleri, kalbine gelen ilimlerdir. Hepsi de, yüksek, makbûl, güzel ve İslâm dinine uygundur."
    O zamanın en büyük kadısına, İmam-ı Rabbânî'nin (k.s.) hâlleri so-ruldu. Cevap olarak dedi ki: "Kalb ve rûh âlimlerinin sözleri ve hallerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin hallerini görünce, geçmiş evliyânın hallerini ve sözlerini anladım ve bildim. Bundan evvel, geçmiş evliyânın acâyip hâllerini, garîp ibadetlerini okuyunca, talebelerinin bunları, büyülterek yazmış olmaları hatırıma gelirdi. Onun hâllerini, vaziyetlerini görünce, bu düşünce ve te-reddütlerim kalmadı."
    Hadîs âlimi Abdülhak Dehlevî, ilk zamanlar İmâm-ı Rabbânî(k.s.) hazretlerinin yazılarını beğenmez, i'tirazlar yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allâhü Teâlânın inâyetine kavuşarak, yaptıklarına pişmân oldu, tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî'nin icâzetli talebelerinden Mevlânâ Hüsâmeddin Ahmed'e bu tövbesini şöyle yazdı.
    —"Allâhü Teâlâ, Ahmed-i Fârûkî'ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyü-ğüne karşı durmamak, akıl îcâbı idi. Ne insafsızlık, ne câhillik etmişim. Şimdi kalbimde, vicdânımda duyduğum mahcûbiyeti, ona karşı küçüklü-ğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değiştirmek, Allâhü Teâlâya mahsustur."
    Abdülhak Dehlevî kendi çocuklarınada mektup yazarak;
    —"Ahmed-i Fârûkî'nin sözlerine karşı i'tirazlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiçbir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur" dedi.
    Şâh Abdullah Dehlevî hazretlerişöyle buyuruyor:
    —"İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini (k.s.) sevenler, mü'min ve takva sa-hipleridir. Sevmeyenler ise şaki ve münâfıklardır. Bütün âlem-i İslâma, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin şükrünü edâ etmek vâcibtir. İnsanlarda bulunabilecek her kemâli her üstünlüğü, Allâhü Teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermiştir..."
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) hocası Muhammed Bâkî-billah'ın (k.s.) büyük oğlu Hâce Ubeydullah, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) yazdığı bir mektupta onu şöyle medh etmişti:
    —"Kölelerinizin en aşağısı hakîr Ubeydullah'ın, ihlâs ve ihtisasın menba'ı olan yüksek makâmınıza arzıdır. Bu yolun bütün sarhoşlukla-rından kurtulup, ayıklıkta ve uyanıklıkta en ileri gitmiş olanların başı, tâ-liblere yol gösterenlerin önderi, şeyhülislâm, karanlıkları aydınlatan, bütün insanların rehberi, uykuda olanların uyandırıcısı, ameli kuvvetli, vera'ı çok, kemâli üstün, nûr yüzlü, nûr kaynağıaziz efendim!
    İslâm dininin kuvvetlendiricisi, nûrlandırıcısı, bid'at ve alçak şeyler-den dinin temizleyicisi, doğruyu ve hakkı söyleyen, dînini kayıran, dînin sağlam hükümlerini koruyan, hakkı arayanlara feyz verme makamlarının sâhibi, aşağı mertebelerden saâdet ufkuna yükselen muhterem efendim!.."
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) husûsiyetlerinden bir kısmı da özetle şunlardır:
    * Kutub olacağı daha hocası Muhammed Bâkî-billah'a talebe olmadan bir kaç sene önce bildirilmiştir.
    * Tasavvufda yüksek hâllere kavuşmadan önce, hocası Muhammed Bâkîbillah onun cihânı aydınlatacak nûrlarını büyük bir kandil gibi görüp, hakkında;
    —"Onun, âlemi nûrla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum" buyurmuştur.
    * Hocası, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) tasavvufta yetişmek is-teyen birini göndererek şöyle demiştir:
    —"Bizi seven ve size gelen bu dostumuzu altı yedi günde nihâyete kavuşturmanızı ricâ ediyorum." Böylece İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) yüksek derecesine işâret etmiştir.
    * İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine(k.s.) murâdlık ve mahbûbluk (çekilip götürülmek) mertebeleri verildi.
    * Hocası Muhammed Bâkî -billah'ın huzûrunda, iki üç ay kadar kısa bir zaman içinde, tasavvufda yetişip tam bir olgunluğa ulaştı.
    * Çok yüksek derecelerde bulunan hocası Muhammed Bâkî-billah, daha hayatta iken, irşâd ve feyz verme makâmına İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini (k.s.) geçirdi.
    * Hocası ondan istifade etmek ve feyz almak için yanına gitmiş ve onun hakkında;
    —" O bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneştir." demiş ve kendi-sinden feyz almak için, huzûruna gitmek üzere işâret beklediğini yazmıştır.
    * Yine Hocası Muhammed Bâkî-billah:
    —"Gök kubbede bugün, bu yüksek yolun velîlerinden onun gibisi yoktur", buyurmuştur.
    * Yine Hocası Muhammed Bâkî-billah:
    —"Eshâb-ı kirâm'dan, Tabiînin büyüklerinden ve müctehidlerden sonra seçilmişlerin seçilmişlerinden İmâm-ı Rabbânî gibi bir kaç kimse görüyorum " buyurdu.
    * Muhammed Bâkî-billah kendi yüksek nisbetlerini İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) verdikten sonra, diğer yollardaki büyükler de kendi nisbetleri ve terbiye usûllerini kırmızı bir gül gibi ona sunup, daha yüksek makâmlara götürdüler. Evliyâullahdan ba'zılarına verilen velâyet nisbetini ve nübüvvet kemâlâtını tamâmen İmam-ı Rabbânî hazretlerine verdiler. Hepsinin ma'rifeti ile şereflendiler. Kendisi birçok defalar bunu söyleyip şöyle buyurdu:
    —"Allâhü Teâlânın, bu kullarının en aşağısına en büyük yardımı şu-dur: Bu yolda hiçbir sokak, hiç bir makâm kalmadı ki, bu fakîri oradan geçirmemiş olsunlar. Sereyânın, ma'iyyetin, ihâtanın, vahdetin, teşbîhin, tenzîhin, yüksek nisbetlerini, dünyanın ve âhıretin, varlığı lâzım olanın ve mahlûkatın esrârını kerem ve ihsân ederek ayrı ayrı bildirdiler."
    * Hızır ve İlyas aleyhisselâmın rûhaniyeti ile görüşüp, konuştu. Ona hayatları ve ölümleri hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu husûsu " Mektubat'ın birinci cild. 282'nci mektubunda bildirmiştir.
    * İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri tasavvufta ilerlemeye başladığı ilk sıralarda, Hızır aleyhisselâm ona ilm-i ledünnü öğretti.
    * İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birgün murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerindeki kusurları görme hâlinde iken; " Kıyâmete kadar vâsıtalı veya vâsıtasız seni tevessül ve vesîle edenleri, senin yolunda gi-denleri ve sana muhabbet edenleri meğfiret eyledim, bunu herkese söyle" diye kendilerine emrettiler. Bunu Mebde' ve Me'âd risâlelerindebildirmiştir.
    * İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.);
    —"Elbette o, müttekîlerdendir" ilhâmı geldi. Bunun sebebi şu idi: Bir gün vefat eden oğullarından birinin rûhuna sadaka olarak bir yemek verdi. Bu arada inkisârlarının (kırıklıklarının) kendisini istilâ etmesinden dolayı buyurdu ki: "Bu sadakamızı nasıl kabûl ederler. Allâhü Teâlâ sadakayı kabûl hakkında;
    —"Allah ancak müttekîlerinkini kabûl eder" buyuruyor. Bunu derken, şöyle bir nidâ geldi: "Elbette o müttekilerdendir."
    * İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.): "Cenâze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur" müjdesi ilham olundu.
    * Mağfiret olunması için hangi mezarın başına gitse, kendisine o mezarda bulunanlardan azâbın kaldırıldığı ilham edilirdi.
    * İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.), "Senin söylediğin ve yazdığın ilimlerin hepsi bizdendir." şeklinde ilham olundu.
    * İmâm-ı Rabbâni Hazretleri buyurdu ki: İslâmiyeti gördüm. Kervanın, kervan saraya indiği gibi, bizim mahallemize, etrâfımıza indi."
    * İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki: "Ramazân-ı şerîfin son on gününde idi. Terâvih namazı kıldıktan sonra, kendimde bir gevşeklik hissedip yatağıma yatmak istedim. Yatarken, bu gevşekliğin çokluğundan evvelâ sağ tarafa döneceğimi unuttum. Hâlbuki bu sünnet idi. Sol tarafa dönüp yattım. Bir müddet sonra sünneti terk ettiğim hatırıma geldi. Bunu ilk defa terk ettiğimi düşündüm. O anda unutarak ve sehven olduğu bildirildi. Fakat, sünneti terketmek korkusu benden gitmedi. Hemen kalktım; sağ tarafa dönüp yattım. Bunu yaptıktan sonra Allâhü Teâlânın nihayetsiz nûrve feyzleri zâhir oldu ve şöyle bildirildi: " Sen bu kadar sünnete riâyet edince, âhirette hiçbir şekilde sana azâb etmem!"
    * Yine Ramazân-ı şerîfin son on gününde buyurdu ki: " Bu gün son derece güzel bir hâl zâhir oldu. Yatağımda uzanmış yatıyordum. Gözlerimi kapamıştım. Yatağımın üzerine bir başkasının gelip oturduğunu hissettim. Bir de ne göreyim, evvelkilerin ve sonrakilerin seyyidi, efendisi Peygamberimiz (s.a.v.). Buyurdu ki:
    —"Senin için icâzet yazmağa geldim. Hiç kimseye böyle bir icâzet yazmadım." Gördüm ki, o icâzetnâmenin metninde bu dünyâya âit büyük lütuflar yazılı idi. Arkasında da öbür dünyâya âit, çok inâyetler yazmışlardı." (Mektubât 3. cild, 106'ıncı mektup)
    * Resûlullah (s.a.v.) İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.), "yârın kıya-met günü binlerce insanı senin şefâatin ile affederler" müjdesini verdi.
    * Muhammed Hâşim-i Kişmî şöyle anlatmıştır: " İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Peygamber efendimizden (s.a.v.) bu müjdeyi alınca, bu ni'metin şükrünü edâ etmek için, bir ziyâfet verdi. O ziyâfette kendileri-nin;
    —"Beni iki deryâ arasında "sıla" yapan Rabbime hamd ederim" söz-lerine temasla şöyle arz ettim: "Azizlerden birisiyle bu hususta münâkaşa ettik. Dedi ki, Allah aşkına! Peygamber efendimizden (s.a.v.) Mehdî hakkında olduğu gibi, bunun hakkında da böyle bir müjde zâhir olmuş mudur? Ben dedim ki:
    —" Hadîs- i şeriflerde ona âit bir işaret olmadığını nereden bileyim ki, biz bütün hadîsleri bilmiyoruz." O aziz dedi ki:
    —"İmâm Süyûtî'nin "Cem'ul-Cevamî", kitabı bende var. Onda bu-lunmıyan çok az hadîs-i şerif vardır. Gel, bu ümmetin fazîletleri kısmında arayalım." Bu arama esnâsında bir hadîs-i şerif rastladık ki, aradığımıza tam uygun idi. Ve o hadîs-i şerif şu idi:
    —"Ümmetimden "sıla" isminde biri gelir. Onun şefâatiyle, çok çok kimseler Cennete girerler." Ben o azîze dedim ki:
    —"Ne için bu hadîs-i şerif İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin hâline bir işâret olmasın."
    —"Olabilir" dedi ve sustu.
    Onların kalemi ile açık olarak yazılan "Sıla" kelimesini duydum ve gözümü hadîs-i şerîfin sonu olan şefâat kelimesine diktim. Elhamdülillah ki, o müjdeye de kavuştum."
    Hazreti İmâm tebessüm ettiler ve bu fakîr hakkında iltifâtlar buyur-dular. (Muhammed Haşim-i Kişmînin ifadesi burada bitti)
    * Vesveseler veren Hannâsı (şeytanı) İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri sinesinden dışarı çıkardılar. Kendisi bunu şöyle anlatmıştır: "Duhâ" (kuşluk) namazında idim. Âniden sinemden büyük bir belânın dışarı çıktığını gördüm. Ondan sonra, onun yuvasının da sinemden çıkarıldığını gösterdiler. Etrâfında bulunan büyük zulmetten de bir eser kalmadı. Kalbimde büyük bir inşirâh (ferahlık) buldum. Göğsümden çıkanın, Resûlullah'ın (s.a.v.) ondan Allâhü Teâlâya sığınmakla emir olunduğu Hannâs olduğunu bildirdiler. Ve yine bildirdiler ki, usûl-i dinden zâhir olan düşünce ve tehlikelerin menşe-i bu Hannâsdır ki, göğüste yuvası vardır. Kalbi her zaman oradan iğneler.
    * Allâhü Teâlâ mutlak inâyet ederek, gizli şirki İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin ibâdetlerinden kaldırdı. Buyurdular ki: "Bir kaç gün amel-lerdeki kusurlarımı görme hâli, beni o kadar kapladı ki, namazda Fâtiha sûresini okurken; "Elbette sana ibâdet ederiz" kelâmına gelince, hayret edip; "Eğer bunu okursam, onun ma'nasıyla hâllenmiş değilim" dedim. Ve " Ey imân edenler! Niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz? (Saff-2) âyet-i kerîmesi ile amel etmiş olurum; diye aklıma geldi. Okumazsam, onsuz namaz tamam olmaz diye düşündüm. Bu hâlde iken, Allâhü Teâlâ, benim ibâdetlerimden gizli şirki kaldırdığını bildirdi.
    —"İyi bil ki, Allah için olan din, şirk ve riyâdan uzak olarak ibâdet etmektir." ( zümer-3) âyet-i kerîmesinin ma'nâsı zâhir oldu. Bunun için Allâhü Teâlâya hamd ederim.
    * İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Peygamber efendimize (s.a.v.) bağlılığının çokluğundan, İmâm-ı A'zamın ve İmâm Şâfiî'nin (r.a.) ve bü-tün talebelerinin ictihatlarına tabi olmanın fazlalığından, hepsinde fenâ ve bekâya kavuştular. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır:
    —"Bir sabah zikir halkasında idim. Âniden bir fenâ hâlizâhir oldu. Kendimden geçtim. Bu hâl o günün ikindi namazından sonrasına kadar devâm etti. Gördüm ki; ümmetin ışığı, imâmların imâmı, Ebû Hanîfe Kûfî (r.a.) bütün talebeleri ile ve kendi mezheblerinden bütün müctehitler et-râfımda toplandılar ve beni sardılar.
    Hocalarından İbrâhim Nehaî gibileri de orada gördüm. Sonra gördüm ki, İmâm-ı A'zâm'ın ve bu imâmlardan hepsinin nûru bana geldi. Ben onların bu nûrlarından kendime geldim ve bekâya kavuştum. Tamamen o nûrlara gömüldüm. Her birinin nûrunu ayrı ayrı kendimin bir parçası gördüm. İki -üç gün sonra aynı huzur ve bekâ, İmâm Şâfiî ve talebesi ve mezhebindeki müçtehidleri ile zuhûra geldi. Hanefî âlimlerinin benden ayrılıp çıktıklarını, İmâm Şâfiî'nin talebesinin ve müctehidlerinin bana geldiklerini, kalbime girdiklerini gördüm. Evvelkiler gibi, bunların da nûrları benim parçalarım oldu. Birkaç saat sonra, Hanefî mezhebinin nûrları, eskisi gibi tekrar bana geldiler. Şimdi kendimi bu iki mezhebin nûrlarına kavuşmuş buluyorum…"
    * İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki: "Erkeklerden ve kadın-lardan vâsıtalı ve vâsıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve gi-recekleri bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bize bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar."
    * Yine buyurdu ki: "Hindistan'da peygamberler geldiğini bildirdiler (aleyhimüsselâm). Ba'zılarına üç, ba'zılarına iki, ba'zılarına bir kişi îmân etti." Bu memlekette bulunan, bu peygamberlerin ba'zılarının mübârek mezarlarını da İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) gösterdiler ve onların nûrlarını müşâhede eylediler.
    * İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerivefâtına yakın buyurdu ki: "Bir in-sana verilmesi mümkün olan bütün kemâlleri, olgunlukları bana ihsân ey-lediler. Peygamber Efendimize (s.a.v.)tâbi ve varis olmakla bu makâma kavuşturdular."
    * Buyurdu ki: "Bir gün amellerimdeki kusûru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve kırıklık içinde iken;
    —"Allâhü Teâlâ için tevâzu göstereni, Allâhü Teâlâ yükseltir" hadîs-i şerîfigereğince, şöyle bir nidâ geldi:
    —"Seni ve kıyâmete kadar seninle vâsıtalı ve vâsıtasız olarak tevessül ve vesîle edenleri mağfiret eyledim."
    YAZIYA HÜRMET
    İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin (k.s.) talebelerindenMuhammed Hâşim-i Kişmî anlatıyor:
    —"Birgün Hazreti İmam'ın huzûrunda oturuyordum. Ma'rifetleri yazıyordu. Âniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helâya gitti. Fakat hemen sür'atle dışarı çoktı. Böyle sür'atle helâya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. "Acabâ bunun sebebi nedir?" dedim. Helâdan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırna-ğını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helâya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helâya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki, o nokta Kur'ân-ı kerîmin harflerini yazarken kullanılırdı. Orda oturmağı doğru görmedim ve edebe riâyete uygun bulmadım. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı, bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az göründü. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri gir-dim."
    MÜSTEHABA RİAYET
    Muhammed Haşim-i Kişmî anlatıyor:
    Bir gün İmam-ı Rabbani Hazretlerinin huzurlarında idim. Mevlânâ Sâlih-i Haşlânî'ye emir buyurup;
    —"Bahçeden birkaç karanfil alıp getir" dedi. O da altı tâne karanfil alıp getirdi. Karanfilleri çift sayıda getirdiği için onu azarladı ve;
    —"Bizim en aşağı bir talebemiz, hiç olmazsa şu kadarını duymuştur ki: "Allâhü Teâlâ tektir ve teki sever." Tek'e riâyet ve dikkat müstehâbdır. İnsanlar müstehâbı ne zannediyorlar. Müstehâb, Allâhü Teâlânın sevdiği şeydir. Eğer dünyâyı ve âhireti Allâhü Teâlânın sevdiği birşey için verseler, hiçbir şey vermemiş olurlar" buyurdu. Sonra buyurdu ki: "Biz müstehâba o kadar riâyet ederiz ki, yüzümüzü yıkarken önce suyu sağ tarafımıza getiririz. Çünkü sağdan başlamak müstehâbdır."
    EDEBE RİAYETİ
    Muhammed Haşim-i Kişmî anlatıyor:
    Birgün sedir üzerinde yaslanmış oturuyordu. Âniden fırlayıp yere indi ve şöyle buyurdu: "Yatağın altında bir kâğıt gördüm. Bu kâğıt üzerinde birşey yazılı olup olmadığını, varsa ne yazılı olduğunu anlayamadım. Bir kimseye o kâğıdı alıp kaldırmasını söyleyecektim. Fakat bu kadar zaman bile oturmayı edebe aykırı gördüm."
    Yine bir gün, hâfızlardan biri kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'ân-ı kerîm okumağa başladı. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur'ân-ı kerîm okumakta olan hâfızdan yüksekte oturmazdı."
    SÜNNETE RİAYETTEKİ GAYRETİ
    Zamânının meşhûr âlimlerini ve İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini de görmüş olan bir zât şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini(k.s.) görüp sohbetinde bulunduktan sonra, Burhânûr şehrinde onu sevenlerden meşhûr Şeyh Muhammed bin Fadlullah'ın huzûruna gitmiştim. Bu zât benden İmâm-ı Rabbânî(k.s.) Hazretlerini sordu ve:
    — "O büyüğün huzûrunda bulunmuşsun, hadi gördüklerini anlat da dinleyelim" dedi. Ben cevâbımda;
    —"Benim gibi bir maksatsızın, onun kalb hâllerinden ne haberi olur? Ama zâhirde sünnet ve sünnetin inceliklerine riâyet ve dikkat husûsunda, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini şöyle buldum: Eğer bu zamânın bütün velîleri toplansa, onun yaptıklarının yüzde birini yapamazlar" dedim. Bunun üzerine Şeyh Muhammed bin Fadlullah çok sevindi ve şöyle buyurdu: "Mâdem ki böyledir, onun gibi bir din büyüğü, sırlardan ve hakîkatlerden ne söylerse ne yazarsa, hepsi sahîh ve doğrudur. Bunların doğru olduğuna ve bunlara kavuştuğuna işâret, sözlerinin doğruluğu ve hâllerinin tamâmen sünnete uygun olması yetişir."
    EVLİYANIN YÜKSEK HALLERİ
    Zamânın devlet adamlarından biri İmâm-ı Rabbâni hazretlerinin hâl-leri hakkında tereddütteydi. Birgün Hazreti İmam'ın komşusu ve kadıların reisi olan zâtla, yalnız bir yerdeyken;
    —"Siz âlim bir zâtsınız, doğru konuşursunuz ve çok dindarsınız, komşunuz olan azîzin hâlini bana anlatınız" dedi. Bunun üzerine o zât şöyle dedi:
    —"Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hallerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat şu kadar söyleyeyim ki; "İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin (k.s.) hâllerini görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Çünkü bundan evvel, geçmiş büyük evliyânın acâib hâllerini, riyâzetlerini, garip ibâdetlerini kitaplarda okuyunca, onları sevenlerin bunları abartarak yazmış oldukları hatırıma gelirdi. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin hâllerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı. Hattâ bu hâlleri yazanlara, az yazdıklarından dolayı kırılıyorum."

    ZAHİRİ AMELE RİAYET
    Talebelerine zikre çok devâm etmelerini, huzur ve murâkabeyi çok istemelerini söyler ve buyururdu ki:
    —"Bu dünyâ; amel, çalışma, huzûr ve hâl elde etme yeridir. Bu kalb hâllerini, dîne uyarak yapılan zâhirî amellerin netîcesi olduğunu biliniz."
    FIKIH İLMİNE TAM VAKIFTI
    VE AMEL HUSUSUNDAÇOK HASSASTI
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) fıkıh mes'elelerinde ilmi çoktu ve her mes'eleye ânında cevap verebilecek bir derecedeydi. Üsûl-i fıkıhta da tam bir mahâret sâhibiydi. Fakat ihtiyâtının çokluğu ve talebelerine numune olmak için, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda ba'zı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Daima müftâbih ve fıkıh âlimlerinin ittifak ettikleri fetvâlara uyardı. Ba'zı fıkıh âlimlerinin câiz dediği, ba'zılarının mekrûh dediği bir işte, o kerâhet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. Buyururdu ki:
    —"Bir mes'elenin yapılmasında ve yapılmamasında, helâl ve haram olmasında ihtilâf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmelidir."
    GECE İBADETİNE ÇOK RİAYET EDERDİ
    Yaz olsun, kış olsun, seferde ve hazarda; ekseriyâ gecenin yarısından sonra, ba'zan da gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkar, o vakitte okunması sünnet olan duâları okurdu.
    ABDEST ALIŞI
    Mükemmel bir abdest alırdı. Abdest alırken bir başkasının su dökme-sini istemezdi. Abdest suyunda o kadar ihtiyatlı davranırdı ki, bundan fazlası tasavvur olunamaz. Abdest alırken kıbleye dönmeye çok dikkat ederdi. Fakat ayaklarını yıkarken, kıbleye ayak uzatmamak için kuzeye ve güneye dönerlerdi. Her abdestte misvak kullanmağa ve her namazda abdest almağa çok dikkat ederlerdi. Her uzvu üç defâ yıkar, her defâsında, elleriyle uzuvdan suyu silerdi. Tâ ki yıkanan uzuvdan ve elle-rinden damlama ihtimâli kalmasın. Bunun sebebi; abdestte kullanılmış suyun temiz ve necis olması hakkında ihtilâf olması idi. Her ne kadar fetvâ, temiz oluduğuna dâir ise de, ihtiyatla amel ederdi. Her uzvu yıkar-ken, Kelime-i şehâdet ve "Tekmile-i Mişkât" gibi hadîs kitaplarında, ba'zı fıkıh kitaplarında ve "Avârif-ül-Meârif" de bildirilen abdest duâlarını okurdu. Abdesti bitirdikten sonra, o vakitte okunması bildirilen duâyı okurlar ve teheccüd namazına başlardı.

    TEHECCÜT Ve SABAH NAMAZINI KILIŞI, GÜNÜN DİĞER VAKİTLERİNİ NASIL GEÇİRDİĞİ
    Tam bir itminân, huzûr ve cem'iyyetle, uzun sûreler okuyarak tehec-cüd namazı kılardı. Öyle ki, insan gücü buna zor tâkat getirirdi. İlk za-manlarında, teheccüd, kuşluk ve fey-i zevâl namazlarında, Yâsîn sûresini tekrar tekrar okurdu. Hattâ bu sûreyi, bir namazda seksen defâ okuduğu olurdu. Ba'zan daha az, ba'zan daha çok okurdu. Son zamanlarda, daha çok, namazda Kur'ân-ı kerîmi hatm ile meşgul oldu. Teheccüd namazını bitirdikten sonra tam bir huşû' ve istiğrak ile sessizce murâkabeye otururdu. Sabahtan iki-üç saat önce, sünnete uyarak bir müddet yatardı. Böylece teheccüd namazı, iki uyku arasında olurdu. Sonra ortalık ağarmadan tekrar uyanır, sabah namazını kılardı. Sabah namazının sünnetini evde kılar, sünnetle farz arasında sessiz olarak; "Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil azîm" duâsını devamlı okurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra işrâk vaktine kadar, mescidde talebeleri, eshâbı ile murâkabe halkasında oturur, sonra iki selâmla dört rek'at işrâk namazı kılardı. O vakitte okunması icâb eden tesbihler ve duâlar ile meşgul olurdu.
    Sonra evine gider hanımının ve çocuklarının hâllerini sorar eve lâzım olan ve yapılması îcâb eden işleri söylerdi. Sonra husûsî odasına çekilir, Kur'ân-ı kerîm okurdu. Bundan sonra da talebelerini çağırıp hâllerini sorardı. Yâhud da talebelerinin en yükseklerini çağırır, kendisine mahsûs sırlardan bahseder, bu sırları dinleyen talebeleri kendinden geçerdi. Çünkü bu ma'rifetleri dinlerlerken kendi nisbetlerini ve kendisine verilen ni'metleri onların kalblerine akıtırdı. Ba'zan talebelerinden herbirine, hâline ve istidâdına göre bir vazife verirdi. Talebelerinde hâsıl olan bir hâli ve değişmeyi anlardı. Hepsine yüksek maksatlı olmayı, sünnete uymayı, dâimâ zikr, murâkabe, huzûr ve hâllerini gizlemek üzere olmalarını, tekrar tekrar söylerdi. Buyururdu ki:
    —"Eğer bu dünyâyı ve içerisindekileri Allâhü Teâlânın beğendiği, râzı olduğu bir işe vermekle, onun rızâsına uygun bir iş yapılacağı bildirilse, bunu büyük bir ganîmet biliniz. Bu, bir kimsenin kırık saksı parçaları ile, dünyânın en kıymetli mücevherâtını satın almasına benzer."
    KELİMEİ TEVHİD OKUMAK
    —"Görüşün ve gidişin âciz kaldığı, arzu ve himmet kanatlarının düş-tüğü, her bilgi ve buluşun dışına çıktığı zaman, insanı ( Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) tevhid kelimesinden başka bir şey ilerletemez. Bu kelimenin âğuşuna (kucağına) sığınmadan, oralarda yükselmek olamaz. Sâlik bu güzel kelimeyi bir kere söylemekle, omakâma yükseliyor. Bu yüksek kelimenin işâret ettiği hakîkat sayesinde, o makamdan yukarıya ilerliyor. Kendinden uzaklaşıp, Allâhü Teâlâya yaklaşıyor. O yolun en az bir parçası, bütün bu gökler küresinden kat kat çoktur. Bu kelîmenin üstünlüğünü buradan anlamalıdır. Bütün bu mahlukların, bu kelime yanında varlığı hiç kalır. Duyulmaz bile. Büyük bir deniz yanında, bir damla kadar da değildir. Bu güzel kelimenin derecesi ne kadar yüksek ise, bu mukaddes kelimenin büyüklüğü, o kadar çok meydana çıkar.
    Dünyâda bundan daha kıymetli, daha üstün bir arzu olmaz ki, insan, her bulunduğu yerde, (her işinde, her vazîfesinde) bu güzel kelîmeyi tekrar tekrar söylemekle lezzet alsın ve haz duysun. Ama ne yapılabilir ki, bütün arzular ele geçmiyor. İnsanlarla konuşmak ve gaflete düşmek çâresiz oluyor."
    FIKIH KİTAPLARINI
    OKUMAĞI TEŞVİK EDERDİ
    Talebelerine fıkıh kitaplarını mütâlaa etmelerini söyler ve şöyle buyu-rurdu: "Din âlimlerinin kitaplarından, dinin sağlam hükümlerini araştırınız, çıkarınız. Hangileri müftâbihdir, hangileri ile amel edilmiştir ve hangileri bid'at ve merdûtturlar öğreniniz! Çünkü Peygamber Efendimizin (s.a.v.) zamânından çok uzak kaldık. Çok şeyler bozuldu. Bid'at ve günahların zulmeti her tarafı kapladı. Bu zulmette sünnet-i seniyye nûrundan, ışığından başka kurtuluş yolu yoktur."
    Yine buyururdu ki: " Keşf gözüyle görüyorum ki: Bid'atler karanlık bir girdap gibi, bütün dünyâyı sardılar. Sünnetin nûru her tarafta ateş böcekleri gibi görünüyor."
    SOHBET MECLİSİNDEKİ HALLERİ
    Sohbetlerin çoğu sükût ile geçerdi. Sohbetlerinde bir müslüman gıybet edilmez, kimsenin ayıbı zikrolunmazdı. Talebeleri onun olduğu yerde, gayet edep ve huşû ile otururlardı. Temkin (dikkat) ve istikrârı (kararlılığı) o derece idi ki, bu kadar yüksek hâllere sâhip olduğu hâlde, onlarda bir değişme eseri görülmezdi. Coşma, bağırma, hattâ yüksek sesle "ah!" bile söylediği görülmezdi.
    Muhammed Hâşim-i Kişmî anlatıyor:
    —"İki sene huzurlarında bulunduğum hâlde, sadece üç-dört defâ göz yaşlarının temiz yüzlerine indiğini gördüm. Yine üç- dört defâ yüksek ma'rifetleri beyan ederken gözlerindeve yüzlerinde kırmızılık, iki mübârek yanaklarında harâret terleri ve kırmızılığı müşâhede eyledim. Birgün bir ma'rifeti beyân ederken, bir müddet sustular. Bu susma zamâ-nındaki duraklamada, büyük hâller, yüksek muâmeleler zâhir oldu. O zaman gözlerinde kendinden geçme eserleri ve bir parça kırmızılık gö-ründü."
    KUŞLUK NAMAZI VE SONRASI HALLERİ
    Kuşluk namazını sekiz rek'at olarak, odalarında yalnızkılar, sonra talebeleri ile yemek yerdi. Yemeğe önce kendisi başlardı. Bütün oğullarına ve talebelere pişen yemeklerden verirdi. Oğullarından, talebelerinden veya hizmetçilerinden biri orada bulunmasaydı, onun yemeğinin ayrılmasını emrederdi. Yemekten sonra yemek duâlarını okurdu. Son zamanlarında uzleti, yalnızlığı seçmişti. Çoğu zaman oruç tutardı. Ve aynı odada yemek yerdi. İnsanlar arasında meşhûr olan, yemeklerden sonra Fâtiha okumak, onlardan çok az görülmüştür.
    Çünkü, sahîh hadîslerle gelmemiştir. Her günöğleden önce, bir defa, bir şeyler yerlerdi ve bu yedikleri çok az olurdu.
    Bununla berâber, şöyle buyururdu:
    —"Ne yapayım ki, âhir zaman geldiği için yemeklerde de bereket kalmadı. Açlıkta, dünyânın ve dinin Serveri Efendimize (s.a.v.) tam uy-mak mümkün olmuyor." Yine şöyle buyurdu:
    —"Ârifi, meleklikten insanlığa yaklaştıran, yemekten başka bir şey değildir. Yemeği huşû' ve huzûr ile yerdi. Yemek yerken, sol dizi yatırır, sağ dizi dikerek otururdu. Ba'zan da bağdaş kurarak yemek yerdi. Öğlenden önce sünnet olduğu için bir müddet kaylûleye yatar uyurdu. Müezzini, öğlenin evvel vaktinde ezân okurdu. Ezânı duyar duymaz he-men abdest alır, öğlenin sünnetini kılar ve buyururdu ki:
    —"Peygamber Efendimiz (s.a.v.) peygamberlik geldikten vefat edin-ceye kadar, öğlenin sünnetini terk etmedi." Bu namazda ba'zan uzun, ba'zan kısa okurdu. Sonra dört rek'at farzı, sonra iki rek'at sünneti sonra da dört rek'at daha nâfile kılardı. Öğle namazı bittikten sonra, hâfızdan bir cüz veya daha az, yahûd daha çok Kur'ân-ı kerîm dinlerdi. Eğer verilecek ders varsa, verirdi. Eğer hâfız orada olmazsa kendi odasına gidip, Kur'ân-ı kerîm okurdu.
    İkindi namazını, her şeyin gölgesinin, iki mislini geçtikten sonra kı-lardı. İkindiden sonra akşama kadar, talebeleriyle berâber, sessizce mu-râkabede otururlardı. Bu sabah ve ikindi halkalarında, kalben talebelerin hallerine teveccüh ederdi. Akşam namazını hava bulutlu değilse, vaktin evvelinde kılar, farzdan sonra kalkmadan on kere kalbden; "Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, Lehü'l-mülkü ve Lehü'l-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve hayyün lâ yemût biyedihil-hayr ve hüve alâ külli şey'in kadîr" kelimesini okurdu. Farzdan ve sünnetlerden sonra; "Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zelcelâli velikrâm" duâsından fazla bir şey okumazdı.
    Akşamleyin iki rek'at sünneti kıldıktan sonra, evvabin namazını kılar, sonra o vakitte bildirilen duâları okurdu.
    Evvabin namazını altı rek'at kılardı. Ba'zan dört rek'at kıldıkları da olurdu. Bu hususta buyurdu ki: "Ba'zı hadîs şerhedicileri, hadîste bildirilen altı rek'ata, akşam namazının iki rek'at sünnetinin de dâhil olması muhtemeldir, dediler." Bu namazda ekseriyyâ Vâkıa sûresini okurdu.
    Yatsı namazını İmâm-ı A'zam'ın bildirdiği vakte göre, ufuktaki be-yazlık kaybolunca kılardı. Yatsının farzından evvel dört rek'at sünneti kı-lardı. İki rek'at yatsının sünnetinden sonra, dört rek'at nâfile kılardı. Son dört rek'at sünnette, Elif lâmmim, Secde, Tebâreke ve Kulyâ eyyühelkâ-firûn ve Kulhüvallahü ehad sûrelerini okurdu. Ba'zan o dört rek'atta dört Kul (ya'ni Kulyâ eyyühel kâfirun, kulhüvallahü ehad ve kul e'ûzüleri) ayrı ayrı okurdu. Eğer bu dört rek'atta, Elif lâm mîm, Secde sûresini ve Mülk sûresini okumazsa, vitir namazından sonra, bu iki sûreyi ve Duhân sûresini okur, bunların bu vakitlerde okunmasını talebelerine söylerdi. Vitir namazının birinci rek'atında ekseriyyâ "A'lâ" sûresini, ikinci rek'atta "kâfirun" sûresini, üçüncü rek'atta "ihlâs" sûresini okurdu.Vitir namazını kıldıktan sonra oturarak iki rek'at nãfile namaz kılardı. Birinci rek'atta "Zilzal", ikinci rek'atta "Kâfirûn" sûrelerini okurdu. Son zamanlarında, bu iki rek'atı nâdir olarak edâ eyledi ve buyurdu ki: "Fıkıh âlimlerinin bu hususta çeşit çeşit sözleri vardır."
    Vitir namazından sonra âdet hâline gelen iki secdeyi yapmazdı. Buyurdu ki: "Âlimler bunun kerâhiyyetine fetvâ verdiler. Vitir namazını ba'zan yatsıdan, ba'zan da teheccüd namazını kıldıktan sonra kılardı. Ba'zılarının yaptığı gibi, gecenin evvelinde kılınan vitir namazını, gece kalkınca bir daha kılmazdı. Buyurdu ki: "Peygamber efendimiz (s.a.v.) bu-yurdu ki:
    "Bir gece iki vitir olmaz."
    Yine buyurdu ki:
    "Bir gece bana gösterdiler ki: Vitir namazını kılmayıp yatan ve ge-cenin sonunda kılacağım diye tehir edene, sevâb meleği, vitir namazını kılıncaya kadar sevâb yazar. O hâlde, vitir ne kadar geç kılınırsa, o kadar iyi olur. Bununla berâber buyurdu ki: "Vitriacele kılmakta veya te'hir eylemekte Peygamber Efendimize (s.a.v.) uymaktan başka hiçbir şey göremiyorum. Ve, hiç bir fazîleti ona mutâbeat ( yani tâbi olmak) ayarında bulamıyorum. Resûlullah (s.a.v.), vitri ba'zan gecenin evvelinde, ba'zan da gecenin sonunda kılardı. Şekilde ve sûrette de olsa, kendi saâdetimi her işte, O servere (s.a.v.) benzemekte bilirim. Binlerce gecenin ihyâsını, bir mutâbeatın, Resûlullaha bir işte uymanın, yarısına değişmem.
    — Ramazân-ı şerifin son on gününde i'tikafta idim. Talebelerimi top-layıp dedim ki: " Resûlullaha (s.a.v.) tâbi olmaktan başka hiçbir şeye niyet etmeyiniz. Bizim insanlardan ayrılmamızdan ve uzletimizden ne çıkar. Yüzlerce tutulmayı, bir mutâbeatı (uymayı ) elde etmek için kabûl ederim. Ama tevessülsüz (bir zata bağlanmadan), binlerce uzleti kabûl etmem.
    Allâhü Teâlâ, Peygamberine (s.a.v.) tam uymağı nasîb eylesin."
    Yatsı namazını ve vitir namazını kıldıktan sonra, hemen yatmaya gi-derdi. Yatmadan evvel okunması bildirilen âyetleri ve duâları okurdu.
    Yatsıdan sonra hemen yatmak hakkında buyururdu ki: " Yatsı nama-zından sonraki uyanıklık, gecenin sonundaki uyanmayı geciktirir." Eğer bir kimse bu vakitte yanlarına otursa, gâyet resmî konuşurdu.
    Son zamanlarda, Cum'a geceleri talebelerini toplarlar, bin adet salevât-ı şerife okuyup Resûlullaha (s.a.v.) gönderirlerdi. Bunu bitirdikten sonra, bir müddet murâkabede oturur, tam bir inkisâr (kırıklık) ile duâ ederdi. Tavırlarından bununla emr olunduğu anlaşılırdı. Ya Abdülkâdir-i Geylânî'nin (r.a.) tertib eylediği, Evradı kadiriyyeyi ve Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin tertip ettiği Evrâdı Bahâiyyerisâlesini okurdu.
    Cum'a namazında câmiye ve bayram namazlarında bayram namazının kılındığı yere giderdi. Cum'a namazından sonra, ihtiyâten zuhru âhır namazınıda kılardı. Cum'a namazını kıldıktan sonra, Fâtiha, İhlâs ve mu'avvizeteyn'in her birini yedi kere okurdu. Kurban bayramı günü tekbirleri, yolda giderken yüksek sesle söylerdi. Ba'zan da alçak sesle söylerdi. Zilhiccenin ilk dokuz gününde, gündüzleri oruç tutardı, geceleri, sabahlara kadar ibâdet eder, uzlete çekilip ibâdet ile meşgûl olurdu. Hacca gidenlere benzemek niyetiyle o günlerde saç ve tırnak kesmezlerdi. Ama, arefe günü, Arafattakilere benzemek için, hacıların yaptıklarını yapmazdı. Bu on günde gece ve gündüz, "Velfecr" sûresini okurdu. Bunun gibi, bu ayın onundan sonra Küsûf namazını kılardı. Teravih namazını seferde ve hazarda tam bir cem'iyyet ve huzur ile kılar, Kur'an-ı kerîmi tekrar tekrar hatm ederdi. Bu günlerde iki veya üç defâ hatm ederdi. Teravih namazı aralarında ba'zan salevât-ı şerife, ba'zan da bu zamanda okunması icâbeden duâları okur, üç kerre "Sübhâne zil-mülki ve'lmelekût..." duâsını okurdu. Ramazan haricinde de dâima hatm okurdu. Buyururdu ki: "İnsanlar arasında meşhûr ve şevk ile mukarrer olan "Hatmi Ahzab" bu yo-lun sohbetlerinde sünnet olarak söylenmiştir." Buyurdu ki: "Azizlerden biri, Mavlânâ Ya'kûb-i Çerhî'nin (k.s.) yazdığı şu şiri görmüş ve "Hatmi Ahzâb"ı şöyle bildirmiştir:
    Beyt:
    "Fâtiha, En'âm, Yûnus, Tâhâ'yı eyle tamam,
    Ankebût'la, Zümer'le, Vakıa'yla vesselâm."
    Kur'an-ı kerîm okurken dinliyenler, simâsından, Kur'an-ı kerîmin es-rârını ve bereketlerinin ona akıp geldiğini anlarlardı.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri namaza dururken, tekbir almak üzere iki elini kulaklarına kaldırır, avuç içlerini kıbleye çevirir, parmak-larının arasını hafif açık tutar, baş parmaklarını kulak yumuşaklarına değdirir ve; "Allahü ekber" diyerek tekbir alırdı. Sağ elini sol eli üzerine koyup, sağ elini baş ve serçe parmağını halka yaparak sol elinin bileğini kavrardı. Namazda iki ayağının arasında mesâfe, dört parmak genişliğinde idi. Namazda ayakta dururken kıyâmda iken, her iki ayağı üzerine tam basardı. Tek ayağı üzerine meyl etmezdi. Kıyâmda iken, secde edeceği yere bakardı. Kırâatı, okumayı tecvid kâidelerine uygun ve tertîl üzere tek tek okur, âyet-i kerîmeleri ma'nalarını anlar, esrârına ererdi. Kıyâm ve kırâattan sonra tekbir alıp rükû'a eğilirdi. Rükû'da başını sırtıyla aynı hizâda tutup, belini de düz tutardı. Rükû'da el parmaklarıyla diz kapaklarını kuvvetlice kavrar, ayaklarına bakardı. Rükû'dan doğrulunca kavme yapar, Sübhanallah diyecek kadar, ya'ni bir tesbih miktarı ayakta dik dururdu. İmâm olunca, rükûdan kalkarken; "Semiallahü limen hami-deh" der sonra içinden; "Rabbenâ lekelhamd" söyler. Cemâat ile kılarken ise imâm; "Semiallahü limen hamideh" dedikten sonra o; "Rabbenâ lekel hamd" derdi. İki secde arasında bir tesbih söyleyecek kadar durur "celse" yapardı. Secdede kucağına bakardı. Secdede karnını dizlerine ve uyluklarına bitiştirmez, açık tutardı. Secdede a'zâlarını yere tam koyardı. Rükû'da ve secdede öyle bir hâl ve yakınlık hâsıl olurdu ki, onu ancak kendisi bilirdi. Rükû' ve secdede, el ve ayak parmaklarını kıbleye karşı uzatırdı. Talebeleri ve kendisine bağlı olan eshâbı namazı onun gibi kılmaya çalışırlardı.
    Talebelerinin meşhûrlarından Bedreddîn Serhendî şöyle anlatmıştır. "Ben, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin talebesi olmadan önce, ba'zan Cum'a namazı kılmak için onun mescidine giderdim. Mescidde onun namaz kıldığını görenler, "Sanki o, Resûlullah'ın (s.a.v.) nasıl namaz kıldığını görerek namaz kılıyor" derlerdi. Ben âlimlerden ve şeyhlerden çok kimsenin namaz kılışını gördüm, fakat, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin namaz kılışı gibi hiç kimsede görmedim. Namazın âdâbına ve erkânına öylesine uyardı ki, onun namaz kılması büyük bir hârika idi. Öylesine bir ta'zim, temkin, huşû', vekâr ve inkisâr gösterirdi ki, böyle namaz kılmak, ancak Resûlullaha ittibâ tam tâbi olmak ve râsih âlim olmakla ve bâtınî kuvvetin nihâyetine ulaşmakla mümkün idi. Benim ve pekçok kimsenin İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine talebe olması, onun namaz kılışına hayranlık sebebiyledir."
    Namazda ve namaz dışında Kur'ân-ı kerîm okurken, korku âyetlerini öyle bir şekilde okurdu ki, korku ifâdesi yüzünden belli olurdu. Recâ, (ümit) âyetlerini tebessüm ederek, suâl şeklinde olan âyetleri suâl şeklinde okurdu. Kur'ân-ı kerîm okurken aslâ tegannî yapmazdı. Yolculuk esnâsında, hayvan üzerinde mahfilde oturur, bir yastık alıp üzerinde Kur'ân-ı kerîm okurdu. O vaziyette, ba'zan altı cüz, ba'zan da daha az okurdu. Secde âyeti gelince secde ederdi. Üzerinde Kur'ân-ı kerîm olan minderi gözlerine çok yakın tutar ve böylece gözlerinin uygun olmayan birşeyi görmemesini te'min ederdi. Yalnız namaz kıldığı zaman, rükû'daki ve secdedeki tesbihleri beş, yedi, dokuz veya onbir defâ, hâle ve vakte göre okurdu. Buyururdu ki: "Yalnız namaz kılan bir kimsenin kuvveti, kudreti olduğu hâlde, tesbihleri en az olarak söylemesi ne kadar ayıb olur."
    Yine buyururdu ki:
    —"Namazda, sünnetlere, müstehablara ve edeblere riâyet etmek, kalbin huzurda olmasına sebep olur. Çünkü bütün bu riâyetler zikrdir ve Allâhü Teâlâyı hatırlamak ve O'na teveccühtür."
    Yine buyururdu ki:
    —"İnsanlar, riyâzet ve mücâhedelere heves ederler, hâlbuki namazın edeblerine riâyet ve dikkat etmek, riyâzet ve mücâhedelerden çok daha üstündür. Bilhassa, farz, vâcib ve sünnet namazlarında, buyurulduğu gibi namaz kılmak çok zor ele geçer. Bunun için Allâhü Teâlâ buyuruyor ki: "Namaz (nefsinize) ağır gelen bir yüktür. Ancak kalbinde huşû' olanlara ağır gelmez." (Bekara-45)
    Buyururdu ki: "Birçok vera' ve riyâzet sâhibi insan görüyorum ki, ri-âyet ve ihtiyâta gayret ediyorlar, ama namazın edeblerinde gevşeklik gösteriyorlar."
    Abdest aldıktan sonraki, iki rek'at namazı ve câmiye girince, hürmeten kılınan iki rek'at tehiyyat-ül-mescid namazını terk etmezdi. Revâtib sünnetleri gibi, zevâid sünnetleri de hazarda ve seferde dâimâ kılardı.
    İyi amellerde ve işlerde bir ilâve ve noksanlık yapmamak için çok ih-tiyatlı davranırdı.
    İstihâre ederek iş yapardı. Ba'zan da kalbinin kanâati ile ve sünnet olan duâları okuyarak iş yapardı. Ba'zan birçok mühim mes'eleye bir is-tihâre yapar, istihâre yaptığı işleri ayrı ayrı sayardı. Eğer istihârenin evvelinde mühim olan bir şeyi unutsa, istihârenin arasında veyâhud so-nunda onu da yerine getirirdi. Teşehhüdde "Ettehiyyâtü okurken" sağ elinin parmağını (işâret parmağını) kaldırmazdı. Buyururdu ki:
    —"Her ne kadar ba'zı hadîslerin zâhiri, görünüşdeki ma'nâları, parmak kaldırmağı gösteriyorsa da, hattâ Hanefî âlimlerinden bunun câiz olduğuna dâir rivâyetler gelmişse de, iyi araştırılır, incelenirse ihtiyatlı olmak lâzım geldiği ve hakîki fetvâların bunu terketmeyi îcâb ettirdiği anlaşılır."
    Hastaları ziyârete gider, ziyarette Peygamberimizden (s.a.v.) naklen gelmiş olan duâları okurdu. Hattâ ba'zı hastaların şifâ bulması için, kalb ile de teveccüh ederdi. Birçok hasta, bu feyzler menba'ının teveccüh ve duâları ile iyileşirdi. Kabirleri ziyârete gider, ölüler için mağfiret ister ve duâ ederdi. Da'vetlere giderdi. Fakat, günah işlenen, oyun oynanan, semâ ve raks edilen yerlere ve da'vetlere gitmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine kıl ucu kadar uygunsuzluğu bulunan hâli kabûl etmezdi.
    Ahrâriye yolunun büyüklerini, diğer yoldakilerden daha üstün bilirdi. Bu yola;
    —" Eshâb-ı kirâm yolunun aynısıdır" derdi. Çünkü buyururdu ki;
    — "Sonda olanlar, başlangıca yerleştirilmiştir." Yine şöyle buyururdu: "Bu yolumuzun büyükleri;" Bizim nisbetimiz, yolumuz, bütün nis-betlerden, yollardan üstündür" buyurdular. Bunun sebebi, onların bu yo-lunun sünnete uymakta ve azîmete riâyet ve dikkat etmekte, diğer yol-lardan daha ilerde olmasıdır. Böyle olunca, nisbetleri de diğerlerinin nis-betinden üstün olur. Bu yolda sonra gelenlerin, Hâce Bahâüddin Buhâri ( Şâh-ı Nakşibend), Alâüddîn Attâr, Hâce Muhammed Pârisâ ve Hâce Ubeydullah Ahrâr gibi büyüklerin yollarına uymayan ruhsat cinsinden hareketlerini beğenmezdi.
    Beydâvi tefsîri, Sahîh-i Buhâri, Mişkât-i Mesâbih, Avârif-ül Meârif, Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevakıf gibi ba'zı din kitaplarını, ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son günlerinde dahi talebele-rine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, ilim tahsîlini önde tutardı.
    Bir yere gitse, sünnet olan günlerde yola çıkardı. Buyururdu ki: " Günlerin uğursuzluğu Peygamber efendimizin (s.a.v.) dünyâya teşrifle-rinden sonra kalkmıştır. Buna;
    " Günler, Allahın günleri, kullar da Allahın kullarıdır" hadîs-i şerîfi delildir, derdi. Yolculuğa çıkacağı zaman, istihâre eder ve yolculuğa çı-karken okunması icâbeden duâları okurdu. Bunun gibi, konaklama ve duraklama yerlerinde sünnet olan duâları terketmezdi. Elbiselerini gi-yerken, su içerkenyemek yerken ve aynaya bakarken, bu zamanlarda okunması bildirilen duâları okurdu.
    Çok hamd ve istiğfâr ederdi. Az bir ni'mete çok şükrederdi. Hattâ evlâ olan bir işi terketse çok fazla istiğfar ederdi. Eğer bir belâya mâruz kalırsa;
    —"Kötü amellerimiz ve hâllerimiz sebebiyledir" derdi. Fakat o belâyı, bir çok kirleri temizleyen bir sabun gibi görürdü. Buna, yükselmenin sebebi derdi. Vaktin sultânının İmâm-ı Rabbâni hazretlerini bir kalede hapsettiği günlerde talebelerinden biri ona bir mektup yazıp, hâlinin kabzından (tutulmasından), daralmasından ve insanların eziyetlerinden şikayet etmişti. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu talebesine cevap olarak şu mektubu yazdı:
    —"Allâhü Teâlâya hamd olsun, sevdiği seçtiği kullarına selâmlar ol-sun. Gönderdiğiniz mektup geldi. İnsanlardan eziyet ve cefâ gördüğünüzü yazıyorsunuz. Bu cefa bu yoldakilerin güzelliğinin ta kendisidir ve onların paslarını temizlemek ve cilâlamaktır. Niçin kabz, hâllerin daralmasına ve bulanmasına sebeb olsun! Bu fakîr, bu kaleye ilk geldiğim zamanlar, insanlardan gelen nûr dalgalarını, ışık bulutları gibi buldum ve hissettim. Bunların verdiği sıkıntılara katlanmak sebebiyle hâlim alçaklardan, yükseklere çıkarıldı. Bir çok seneler, cemal sıfatlarının terbiyesi ile, çok konaklar makamlar aşdırdılar. Şimdi celâl ile ediyorlar ve yüksek makamlara kavuşturuyorlar. Bu belâ ve cefalara sabrediniz, hattâ râzı olunuz. Cemâl ile celâli aynı biliniz. Yazıyorsunuz ki: " Bu fitnenin zu-hûrundan, ya'ni sizi kaleye hapsetmeleri sebebi ile, ne zevk kaldı ne de hâl."Hâlbuki zevk ve hâllerin artması lâzımdır. Çünkü mâhbubun ( Allâhü Teâlânın ) cefâsı vefâsından daha çok lezzet verir. Niçin belâ olarak düşünülsün." Avam gibi konuşuyorsunuz ve kendinizi ni'metlerden uzak görüyorsunuz. Çünkü cemâlde ve ni'metlerde, mahbûbun arzusu vardır. Celâlde kendi arzusu yoktur. Buradaki vaktim ve halim, eski hâllerimden çok daha ayrıdır, çok daha yüksektir. Aralarında büyük farklar vardır."
    ŞEMAİLİ
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) on yedi sene sohbetinde ve hiz-metinde bulunan ve talebelerinin meşhûrlarından olan Bedreddîn Serhendî, Hadarât-ül Kuds kitabında, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin(k.s.) şeklini, sûretini, mübârek yüzünü şöyle ta'rif etmiştir.
    —"Onun mübârek hilyesini şöyle beyân edelim ki, sevenleri ve yo-lunda bulunanlar, onun mübârek yüzünü ve sohbetlerini düşünerek feyz alsınlar. Beyaza yakın buğday tenli ve açık alınlı idi. Alnında ve mübârek yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, ona bakacak tâkat kalmazdı.
    Bir talebesi de; " Ne zaman mübârek yüzüne baksam, alnında ve yanaklarında "Allah " yazılı görürdüm" demiştir. Kaşlarının arası açık idi. Kaşları yay gibi olup, uzun, siyah ve ince idi. Gözleri irice olup, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Mübârek burnunun ortası yüksekçe olup, ince idi. Dudakları kırmızı ve ince idi. Dişleri sık, birbirine bitişik olup, inci gibi parlar idi. Sakalları sık, heybetli ve yuvarlak olup, yanaklarına taşmazdı. Uzun boylu ve ince yapılı idi. Ya'nî şişman değildi. Sıcakta da olsa teri hep misk gibi kokardı. Yüzünün güzelliği Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini andırırdı. Vecâheti (heybeti), vakârı Halîlürrahmân İbrâhim aleyhisselâmın heybetini andırırdı. Onu gören gayr-i ihtiyâri, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini bildiren;
    "Böyle insan olmaz, bu ancak üstün bir melektir" (Yûsuf-31) meâlin-deki âyet-i kerîmeyi hatırlardı ve "Sübhânallah bu Allâhü Teâlânın velî kuludur" derdi ve;
    "Görüldüklerinde Allâhü Teâlâ hatırlanır" hadîs-i şerîfini hatırlardı. Ondan her an ve her saat hârikalar zuhûr ederdi.
    "Lokman aleyhisselâm dedi ki; âlimlerle otur, hikmet sahiplerinin söz-lerini dinle! Muhakkak ki, Allâhü Teâlâ bahar yağmuru toprağa hayat verdiği gibi, ölü kalbleri hikmet nûrları ile diriltir!
    6000 KERÂMET
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) hayâtını, menkıbe ve kerâmetle-rini anlatmak üzere yetmişden fazla kitap yazılmıştır. Bunların en meş-hûrlarından olan "Hadarât-ül-Kuds" kitabında meşhûr talebesi Bedreddîn Serhendî şöyle demiştir:
    —"Onyedi sene İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine hizmette bulundum. Eğer huzûruna kavuştugum ilk günden i'tibâren, vâki olan keşf ve ke-râmetlerini, yüksek hâllerini, makam ve derecelerini yazsaydım, sâdece benim gördüklerim hesâba gelmezdi. Çünkü, her saat, her an o hazretten kerâmetler zuhûr ediyordu. Kaldı ki, hergün sâdece bir kerâmetini kaydetseydim, huzûrunda bulunduğum müddet içinde altı bin kerâmetini yazıp, kayda geçebilirdim."
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki: "Bize amel ve işlerden ihsân olunan şeylerin hepsi, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak, uymak sebebiyle ihsân olundu. İşimin esâsını Muhammed aleyhisselâma tâbi olmakta bilirim."
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) yüzlerce kerâmeti Zübdet-ül-ma-kâmât, Menâkıb ve Makâmât-ı Ahmediyye-i Saîdiyye ve Hadarât-ül-Kuds gibi kitaplarda yazılıdır.
    Kerametlerinden bazıları şunlardır:
    TEVECCÜHLERİ İLE...
    * Mevlânâ Muhammed Yûsuf, o zamânın âlimlerinden bir zât idi. Muhammed Bâkî-billah onu tasavvufda yetişmesi, kemâle ermesi için İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) sohbetine göndermişti. Mevlânâ Yûsuf henüz kemâle ermeden hastalanmış ve ölümü yaklaşmıştı. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, onu ziyârete gitti. Mevlânâ Yûsuf teveccüh ve himmet istedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, murâkabe ile meşgûl olup, onu Fenâ ve Bekâ makamlarına kavuşturdu. O, bu hasta hâlinde, kalbindeki bu ilerlemeleri görüp, haber verdi. Yolu tamam eyledi ve aynı anda vefât etti, Allaha kavuştu.
    GECE OLANI GÜNDÜZ ANLATMA
    Çok uzak memlekette bulunan bir azîz, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) medhini duyup, Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evinde müsâfir kaldı. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinden istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neş'eli olduğunu söyleyince, ev sâhibi İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinikötülemeye başladı. O azîz çok üzüldü. Mahcûb oldu. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine sığınıp kalbinden; "Ben yalnız Allah rızâsı için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu saâdetten mahrum etmek istiyor" dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birden bire yalın kılıç gözüküverdi. Hâllerini inkâr eden, o şahsı parça parça eyledi ve evden çıktı. O azîz sabahleyin mübârek huzûruna kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri;
    —"Gece olanı, gündüz anlatma" buyurup, kerâmetini gizledi.
    KUREYŞ SURESİNİ OKU
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) eski talebelerinden seyyid bir zât şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) birâderi Sürûnç beldesinde idi. Ona bir mektup yazıp huzûruna gelmesini istemişti. Bu mektubu götürmek için beni vazifelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için duâ edip Fâtiha okudu ve bana buyurdu ki: "Yolda "Kureyş sûresini" çok oku ki tehlikelerden korunasın. Şâyet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!"
    Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürûnç'a iki menzil yolumuz kalmıştı. Fakat önümüzdedehşetli bir çöl vardı. Bu çölde bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tâzeledim ve abdest aldıktan sonra iki rek'at namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbâni hazretlerinin; "Bir müşkil ile karşılaşırsan bizi hatırla" emri hatırıma geldi. Kendi kendime; "Ey hocam! Allâhü Teâlânın izniyle imdâdıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!" dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gözüküverdi. Bana saldırmak üzere olan arslana benden uzaklaşması için eliyle işâret etti. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitti. Bu hâdiseyi yanımda bulunan arkadaşlarım da gördü. Bana; "Böyle bir anda imdâdına yetişen bu büyük zât kimdir?" dediler. Ben de; " İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri" dedim. Onlar da bu hâdise üzerine İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini çok sevenlerden oldular."
    HADİ YÜRÜ GİT
    "Hadarât-ül-Kuds" kitabının müellifi, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) kerâmetlerini yazarken, amcası Şeyh Muhammed'den naklen şöyle anlatmıştır: "İsfehan'dan dönmekte olduğumuz bir yolculukta atımdan heybem düşmüştü. Farkına varınca, atımı kâfiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kâfileden ayrıldım. Şuraya da bakayım, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti. Kâfile gözden kayboldu. Kâfileden uzak kaldım. Çöl ve dağdan başka hiçbir şey göremiyordum. Yolumu kaybettim. Şaşkın, perişân bir hâlde, çâresizlik içinde ağlayarak her tarafa koşuyordum. Fakat kâfileden bir eser göremiyordum. Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım diye düşünüyordum. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldım. Tam bir yalvarışla duâ edip, hocam İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) imdâdıma yetişmesini istedim. Ben böyle duâ ederken, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir at üzerinde karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp durdu ve; "Elini ver" buyurarak elimden tutup beni atın terkisine bindirdi. Sonra atı sür'atle sürüp aradığım kâfileye yaklaştı. Ben kâfileyi uzaktan görünce beni attan indirip! "Hadi git" buyurdu. Kâfileye ulaştım, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gözden kayboldu, bir daha göremedim."
    HASTALIKTAN KURTULDU
    Serhend kadılarından birinin oğlu, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) sohbetinde bulunanlardanve sevenlerinden idi. Bu genç bir defâsında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına bir ilâc bulamadılar. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine bir mektup yazıp, yalvararak, içinde bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması için duâ is-tedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri mektubuna cevap yazıp; "Biz seni himâyemize aldık. Bu hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut" buyurdu. O genç İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) teveccühü ve duâsı bere-ketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Sonra tekrar sohbetine devâm etmeye başladı. Bu hastalıktan kurtulduktan sonra hâlini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile getirirdi.
    HAFIZLIĞI GERİ GELDİ
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) eski talebelerinden biri şöyle an-latmıştır: "Küçüklüğümde Kur'ân-ı kerîmi ezberleyip hâfız olmuştum. Daha sonra Serhend'den İlâhâbâd'a gittim. Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hâfızlık kalmadı. Aradan birkaç yıl geçti. Sonra memle-ketim olan Serhend'e döndüm. Bu sırada Ramazân-ı şerîf ayı idi. Serhend'e geldiğimde İmâm-ı Rabbânî Hazretleriyle (k.s.) görüşünce bana;
    —"Hâfız! Terâvih namazını, hatim ile kıldır!" buyurdu. Kur'ân-ı ker-îmin ezberimde kalmadığını, hâfızlığımı kaybettiğimi söyledim. Fakat;
    —"Okuyacaksın!" buyurdu. Üç defâ hâlimi arzedip; "Bende hâfızlık kalmadı" dedimse de kabûl etmediler. Çâresiz emre uydum. Terâvih namazını kıldırmak üzere imâm oldum. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unutmuş olduğum hâlde ilk gün yirmibir cüz'ü ezberden okumak sûretiyle terâvih kıldırdım. imâm-ı Rabbânî hazretleri kıyamda dinledi. Diğer cemâat uzun müddet kıyamda durmaya güç yetiremedi. İkinci gün terâvihde hatmi tamamladım. Bende hâfızlık kalmadığı hâlde böyle okuyabilmem, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) bereketi ile idi."
    İYİ OLACAKSIN
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden Muhammed Türâb şöyle anlatmıştır: "Kardeşim ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığı o derece şiddetli idi ki, artık kurtulma ümîdi kalmamış gibiydi. Hattâ kefeni bile hazırlanmıştı. Bu hâlde iken birgün İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) bir sığır ve bir miktar da para hediye etmeye nezr etmişti. Ertesi gün birdenbire ayağa kalkıp; "Ben iyileştim" dedi. Bu hâlini görenler, bu delirdi mi? nasıl olur, dediler. Sonra ona çorba içirdiler. Gerçekten ağır hastalıktan kurtulmuş sıhhate kavuşmuştu. Sonra bize o gece seher vaktinde İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini (k.s.) rü'yâda gördüğünü ve elinden tutup; "Sen sıhhate kavuşacaksın üzülme!" buyurduğunu ve böylece sıhhate kavuştuğunu söyledi."
    KUYUDA
    Birgün İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri talebelerinden Şeyh Müzzemmil hakkında şöyle buyurdu: "Görünüyor ki, şeyh Müzzemmil şu anda korkunç hâlde! Bir kuyuya düşmüş durumdadır! Öyle bir hâlde ki, çıkmak için elini ayağını oynatamıyor!" Şeyh Müzzemmil, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) eski ve meşhûr talebelerinden idi. Dağda dolaştığı bir sırada âniden ayağı kayıp derin bir kuyuya düşmüştü. Kuyunun dibindede elini ayağını oyanatamadığı için çıkamıyordu. Çaresiz kuyunun içinde kalakalmıştı. O bu hâlde iken bir köylü hâlini farkedip hemen koşup on kişilik bir guruba haber verdi. Bunun üzerine hemen gelip Şeyh Müzzemmil'i düştüğü kuyudan çıkardılarÜÇ HARİKA
    .
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) yakın talebelerinden, Şehzâde Veliahd'ın hocası olan Mîrek Şeyh şöyle anlatmıştır: "Ben önceleri İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini sevenlerden değildim. Çünkü, onun hakkında; "Kendini Hazreti Ebû Bekr'den üstün görüyor" diye bir iftirâ yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan'a gitmiştim. Serhend şehrine varınca eski dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım önceden çok kötü bir insandı. Fakat bu defâ karşılaştığımda onu çok iyi ve üstün bir hâlde, takvâ sâhibi gördüm. Yüzünde bir nûr vardı.
    —"Sen böyle değildin bu hal nedir?" dedim. Deki ki;
    —"Ben İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) hizmetine ve sohbetine girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu ni'mete kavuştum." Bunun üzerine ben ona;
    — "Senin bahsettiğin zât kendinin Hazreti Ebû Bekr'den üstün ol-duğunu yazmış. Onun sohbetinin te'sir ve fâidesi nasıl olur?" dedim.Ben böyle deyince O arkadaşım;
    —"Aslâ! Binlerce aslâ! Bilmeden, anlamadan inkâr etme! O yeryü-zünün kutbudur. Eğer sen onu görmüş ve sohbetine kavuşmuş olsaydın onun hakkında söylenilen bu iftirânın asılsız olduğunu anlardın" dedi. Fakat bendeki şüphenin çokluğu sebebiyle;
    —"Görmek istemiyorum" dedim. Arkadaşım bana İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) huzûruna gidip onu görmem için çok ısrar etti. Mutlakâ görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar üzerine İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) huzûruna gitmeye karar verip kendi kendime; "Eğer şu üç şeyden bahsedip beni iknâ ederse ben de onu sevenlerden olurum" dedim. Kendi kendime cevâbını almak üzere hazırladığım üç suâlden birincisi, hakkında kendini Hazreti Ebû Bekr'den üstün görüyor diye söylenilen iftirâya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu açıp bu hususta benim şüphelerimi giderip tam iknâ etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de Hâce Hâvend Mahmûd'dan bahsetmesi idi. Bu karardan sonra beni götürmek isteyen ve bu hususda çok ısrar eden arkadaşımla berâber, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) huzûruna gittik.İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini daha uzaktan görür görmez bütün a'zâlarım heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzûruna yaklaştım. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastığının altından bir mektup çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektubu okuyup bir îzâh yaptı. Hakkında yapılan ve kendini Hazreti Ebû Bekr'den üstün görüyor diyenlerin iftirâlarına cevap verip açıkladı. Benim bu hususta artık hiç şüphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci mes'eleye geçip; "Mevlânâ Mîrek! Senin baban şöyle şöyle bir zât, deden de şöyle şöyle bir zât ve senin ecdâdının şerefi şöyledir" diyerek medhetti. Sonra ayrılmak üzere kalktığımızda vedâ ederken hatırıma, üçüncü suâlim olan Hâce Hâvend Mahmûd'dan bahsetmedi, diye geçti. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; "Hâce Hâvend bizim Pîr-zâdemizdir ve cezbe sâhibidir" buyurdu. Böylece bir sohbetinde bu üç kerâmetini gördüm."
    ÖNCE SELAM...
    İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri anlatıyor:
    —" İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri; herkese, önce kendisi selâm ve-rirdi. Birgün hatırımdan; "Bu gün huzûruna gidip önce ben selâm vereyim" diye geçti. Bu niyetle gittim. Evlerine varınca kalabalık bir cemâat arasında yaklaştım. Öyle oldu ki, birkaç adım daha atsam hocamla karşı karşıya gelecektim. Fakat henüz o beni, ben de onu görememiştim. Tam bu sırada cemâatin arasından ismimi söyleyerek; "Selâmün aleyküm yâ fülân!" dedi. Çâresiz hemen huzûruna çıkıp "Ve aleykümüsselâm efendim" dedim. Sonra; "Niyetim önce selâm vermek idi" diye arzettim. Bunun üzerine tebessüm ettiler."
    ON YERDE ...
    Talebelerinden on kişi, aynı akşam, İmâm-ı Rabbâni Hazretleriniif-tara da'vet ettiler. Kabûl buyurdu. Aynı akşam, aynı anda, hepsinin evinde hazır bulunup, iftar etti.
    KABEYİ TAVAF
    Birgün buyurdular ki: "Kâ'be-i muazzamayı tavâf arzum o kadar zi-yâdeleşti ki, yerimde duramaz oldum. Allâhü Teâlânın lütfu ile, bu şevk ve iştiyâk câzibesinde, Kâ'be-i şerîfeyi yanımda gördüm ve tavâf ile şe-reflendim."
    HAPSE GİRMEYİ KABUL EDİŞ SEBEBİ
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden seyyid bir zât an-latıyor:
    —"Acîn'de idim; bir gurup tüccar da yanımda idi. Bu tüccarlar ara-sında Cân Muhammed adında Celender'den bir zât da bulunuyordu. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Birgün birisi bana, sultânın, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini hapsettiğini söyledi. Bu sebeple çok üzüntülü idim. Cân Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) hapsedildiğini duyduğum için, çok üzüntülü olduğumu söyledim. Cân Muhammed bana; "Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim" dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı ya'nî öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini gördüğünü ve kendisine; "İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat ba'zı makamları geçmek, Allâhü Teâlânın celâl sıfatı ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer böyle olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur" buyurduğunu söyledi.
    KETHÜDA OL...
    Bağlılarından Cân Muhammed CelenderîAcîn'de görüştüğü o seyyid zâta şöyle anlatmıştır:
    —"İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) yanında talebe idim. Birgün akşama doğru İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bana;
    —"Sana bir iş söylesem yapar mısın?" buyurdu.
    —"Canım fedâ olsun yapmaz olur muyum!" dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı bir kâğıt verdi ve buyurdu ki:
    —"Hâfız Rahne'nin bahçesine git, orada bir gurup derviş oturmak-tadır. Onların yanına var. Aralarından güzel yüzlü bir dervişin onlardan geride bulunduğunu göreceksin. Bu dervişin yanına git, ona bizim duâ ettiğimizi söyle. Bu kâğıdı ona ver ve buraya gelmesini söyle." dedi. Emri üzerine derhâl söylediği yere gittim. Söylediği gibi dervişlerden bir cemâat ve bu cemâatten biraz geride oturan güzel yüzlü bir derviş gördüm. O da beni gördü ve görür görmez bana;
    —"Seni İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri mi gönderdi?" dedi. "Evet" deyip elimdeki kâğıdı ona verdim. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) duâ ettiğini ve çağırdığını söyledim. Ben böyle deyince kalkıp, beraberce yola koyulduk.
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) huzûruna vardık. Bir köşede otu-ruyordu. Çağırıp geldiğim zât da başka yere oturdu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri kahve getirmemi söyledi. Hemen koşarak der-gâhtaki kahve pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim. Önce İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine takdim ettim. "Ona götür" buyurarak gelen müsâfire götürmemi istedi. Ona götürmek üzere yüzümü o tarafa döndüm. Onu da imâm-ı Rabbânî hazretlerinin sûretinde gördüm. Bu sefer o, önce İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine götürmemi söyledi. Dönüp baktım, İmâm-ı Rabbâni hazretleri†£J@ä §πj †o Hazretleri dışarı çıkmak üzere kalktı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen hazırladım. Dışarı çıktığında bana kutup yıldızını göstererek; "Cân Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun? Bu mudur değil midir? Dikkatli bak!" buyurdu. Dikkatli baktım. Kutup yıldızından, üzerinde siyah hırka bulunan bir zât çıktı ve ok gibi, bir anda yanımıza geldi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bana buyurdu ki: "Huzûruna yaklaş! O, Abdülkâdir-i Geylânî'dir! Ona intisâb et, bağlan." Bu emre uyarak hemen huzûruna yaklaştım, benim kendisine intisâbımı (talebeliğimi) kabûl etti. Sonra tekrar kutup yıldızına doğru gidip, yıldızında kayboldu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, abdest aldıktan sonra mescide girdi. Çağırdığım derviş de yanımda idi. Bana; "Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördün mü?" dedi. ben de "Evet" dedim."
    Bu hâdiseyi Cân Muhammed Celenderî'den naklen anlatan seyyid zât şöyle anlatıyor: "Ben bunları Cân Muhammed Celenderî'den dinledikten sonra ona dedim ki:
    —"Bu kadar kıymetli şeylere kavuştuktan sonra neden ticârete dalıp da dergâhdan uzak kaldın?"dedim. O da bana;
    —"Acâib bir hikâyedir. Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda talebe iken akrabâlarım gelip, beni götürmek istediler.
    —"Buna müsâade et, biz bunu kethudâ (ticâret reisi) yapacağız" diye israr ettiler. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bana;
    —"Git kethudâ ol" buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tek-rar gelip, ısrarla beni istediler. "Git" buyurdu. Ben yine gidemedim. Akrabâlarım kalabalık bir hâlde tekrar geldiler; beni götürmek için ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu hâlden rahatsız oldu. Birgün birşey yiyordu. Kendi ağzından yediği şeyin bir parçasını koparıp benim ağzıma verdi. Onu ağzıma alır almaz hâlim değişti. Dünyâ işlerini düşünür hâle döndüm. Bu sefer çâresiz beni götürmek için gelen akrabâlarımla gittim. Ticârete başlayıp, kethudâ oldum. Bundan sonra ticâretle uğraştım. Fakat hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini unutmadım. Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zaman buraya gelsem, ziyâret edip görü-şürüm, sohbetinde bulunurum" dedi.
    HEP İMAM OLURDU
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır:
    —" İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri namazlarda devamlı imâm olur, namazı kendi kıldırırdı. Ben bir defâsında huzûrunda iken acabâ devamlı imâm olmalarının hikmeti nedir diye düşünüp merâk ettim. Ben böyle düşündüğüm sırada, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birdenbire bana buyurdu ki: "Şâfiî ve Mâlikî mezheblerinde Fâtihasız namaz câiz değildir. Bunun için bu mezheblerde imâma uyan cemâat Fâtiha okur. Bu husûsu gösteren sahîh hadîs-i şerîfler de vardır. İmâm-ı a'zama göre ise, cemâatte imâmın Fâtihayı okuması cemâat için de kâfidir. İmâma uyan cemâatin Fâtiha okumasını câiz görmemiştir. Hanefî mezhebi fukahâsının cumhûru, çoğu böyle buyurmuştur. Ancak Hanefî mezhebinde okumanın câiz olduğuna dâir ba'zı rivâyetler de vardır. Bu sebeple namazlarda imâm olmak sûretiyle mezheplerin hepsinin hükmüne uymuş oluyorum."
    GALİP GELECEKSİN
    Serhend şehrinin Cîtbûr kasabası kumandanlarından biri isyân edenlerin üzerine yürümeği, onlarla savaşmağı düşündü. O civarda bu-lunan âlimlerden bir zâta bu hususta istihâre etmesini söyledi. O zât da; "Gâlip geleceksiniz, muhakkak gidiniz" dedi. Bu kumandan o zâtın işâreti gereğince savaşmak üzere yola çıktı. Fakat zafer kazanacaksın diyen zât, keşfinde tereddüt edip, ihtiyat olsun diye durumu bir de İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine sormak için bir mektup yazdı. Mektubunda dedi ki: "ben bu hususta kendisine gâlib geleceksin diye müjde verdim. Acabâ hazretiniz ne buyururlar?" İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri cevâbında, "Keşfde hatânız oldu. Bize göre tamâmen aksi olacak. Birşey güneş gibi meydanda açıkça görünüp keşfedilmeyince hüküm vermemek lâzım" buyurdu. Fakat o kumandan çok uzağa gittiğinden, ona yeni bir haber ulaştırılamadı. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.); "keşfde hatânız oldu" buyurmasından sonra, üç dört gün geçmeden, o kumandanın, baş kaldıranlar karşısında hezîmete uğrayıp perişan olduğu ve geri döndüğü haberi geldi.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden biri şöyle anlatmış-tır: "Bir defâsında şiddetli bir sıtma hastalığına tutulmuştum. Uzun müd-det bu hastalıktan kurtulamadım. İyice bitkin ve zayıf düştüm. Artık has-talığım o dereceye gelmişti ki, yakınlarım hayâtımdan ümîdi kesip, ölürken yanında bulunalım diye geceleri başımda duruyorlardı. Ben bu hâlde iken hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini hatırlayıp, onun bereketi ile hastalıktan kurtulmam için duâ ettim. Hastalığımın şiddetlendiği bir sırada geceleyin, üzerinde boydan boya bembeyaz elbise olan ve yüzü kapalı bir zât karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp;
    —"Bu ridâyı (örtüyü), Peygamberimiz server-i kâinât aleyhissalâtü vesselâm, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Şeyh Ahmed Fârûkî Nakşibendî hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri de sana gönderdi. Ben bunu sana giydirmek için geldim! Bunun bereketiyle sen hastalıktan kurtulup sıhhate kavuşacaksın!" dedi. Sonra o ridâyı başımdan ayağıma kadar örttü. Bu sırada ayaklarımdan bir soğuma başladı. Bu soğukluk başıma kadar ulaştı. Hastalıktan kurtuldum. Yanımda bulunan kız kardeşim, ayaklarımın soğuduğunu farkedince artık benim ölmek üzere olduğumu zannederek ağlayıp feryâd etmeye başladı. Ben onun feryâdından rahatsız olup; "Üzülme, ben iyileştim" dedim. Sonra çorba isteyip içtim. Tam bir sıhhate kavuştum. Hattâ o gün kalkıp, sabah namazını ayakta kıldım."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır. "Birgün bir arkadaşımın evinde, onunla birlikte, içinde afyon bulunan bir yiyecek hazırlamıştık. Bundan ikimizden başka bir kimsenin haberi yoktu. Yiyeceği hazırladıktan sonra, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) namaz kıldırdığı mescide gidip cemâatle namaz kıldık. Namazdan sonra dönüp, hazırladığımızo yiyeceği yiyecektik. Namaz bittikten sonra, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, içeri girmek üzere iken kapının önünde durup her ikimizi de yanına çağırdı. Huzûruna varınca bize; Cennetten, hûrîlerden, Cennetteki köşklerden bahsedip, dünyânın lezzetlerinin geçici olduğunu, âhiret saâdetini ve lez-zetlerini kazanmak için uğraşmak lâzım olduğunu anlattı. Sözünü bitirirken de;
    —"O hazırladığınız afyonlu yiyeceği yemeyiniz!" buyurdu. Bu sözü üzerine hayran ve şaşkın kaldık. Eve gidip hazırladığımız yiyeceği yemeyip bir havuza attık. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) bu kerâmeti karşısında ona bağlılığımız kat kat arttı."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Yine bu talebesi anlatmıştır: "Annem hasta idi. Sevâbını Bahâüddîn–i Buhârî hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle bir miktar para nezrettim, adadım. Bu parayı alıp hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine götürdüm. Dağıtması için takdim ettim. Fakat; "O senin yanında kalsın" buyurup, gâyet nâzik ve güzel bir tavırla parayı kabûl etmediler. O gece rü'yâmda İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini gördüm. Bana;
    —"Evladım! Uyan ve git annen can çekişmektedir. Vefât ederken başında bulun!" dedi. Uykudan uyandım. Gece vakti hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine gittim. Teheccüd namazını kılmıştı. Selâm verdim ve gördüğüm rü'yâyı anlattım. Bir müddet başını eğip murâkabeye daldı, uzaktan teveccüh etti. Sonra bana buyurdu ki:
    —"Çabuk git! Annen vefât etmek üzeredir!" Ağlayarak annemin yanına koştum. Yanına varınca nabzını yokladım. Durmak üzere idi. Biraz sonra da vefât edip Hakkın rahmetine kavuştu."
    ONLAR SİHİRDİR
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden biri şöyle anlatmış-tır: "Din düşmanlarının ve hasetçilerinin iftirâsı üzerine Sultan, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini Guvalyar kalesine hapsetmişti. Bu günlerde büyücülerden biri bana dedi ki:
    —"Ben Hintçe ba'zı isimler biliyorum. Eğer bunları bir namaz vaktinden diğer namaz vaktine kadar okursan o gün düşman helâk olur! Bu çok tecrübe edilmiştir." Sonra o isimleri bir kâğıda yazdı ve bana verip; "Evinin tavanındaki bir ağacın altına koy" dedi. Alıp evimin tavanındaki bir ağacın altına koydum ve;
    —"Yarın Salı günüdür. Yarın okurum" dedim. O gece rü'yâmda hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri âniden karşıma çıktı. Hayret içinde parmağını ısırarak; "Bizim dostlarımızın böyle bir şey yapması çok hayret edilecek bir iştir. Sakın ha o işi yapma, sihirdir!" dedi. Bu rü'yâdan sonra büyücünün yazdığı o yazıları okumaktan vazgeçtim. Sonra, Sultan, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini hapsettiğine pişmân olup, serbest bıraktı. Hapisten çıktıktan sonra huzûruna gittim. Ben evde gizlediğim o sihir yazılı kâğıdı saklıyordum. Bir defâ da olsa düşmanın ciğerine bir ok saplamak istiyordum. İşimi açmayıp, gizleyeyim diye düşündüm. Hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri hapisten çıkınca üç gün Serhend'de kaldı. Her üç gün bu niyetle huzûruna gittim. Düşmana birşey yapayım diye düşünüyordum. Üçüncü gün gittiğimde beni kalabalık cemâat arasından çağırttı ve buyurdu ki:
    —"O Hintçe isimleri okuma, çünkü onlar sihirlidir!" Öyle birşey olmadığını söyleyip, saklamak istedim. Bunun üzerine; "Bana niye böyle söylüyorsun? O isimleri falan sihirbazdan öğrendin!" diyerek o sihirbazın ismini söyledi. Sonra;
    —"O öğrendiğin şeylerin yazılı olduğu kâğıt, evinin tavanındaki bir ağaç arasındadır. Her ne kadar sihir te'sir ederse de sihir yapmak haramdır! Şimdi git o sihir yazılı kâğıdı yırt!" buyurdu. Ben başımı önüme eğdim. Sonra bana; "O işi yapmayacağına ve sihir yazılı kâğıdı yırtacağına dâir söz ver" buyurdu. Elimi tutup eliyle vurdu. Ben bu kerâmeti karşısında hayret ettim. Çünkü, yapacağım o işi hiç kimse bilmiyordu. Hemen eve gidip üzerinde sihir yazılı kâğıdı, tavandaki ağacın altından çıkardım ve yırtarak parça parça edip attım."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini seven bir vâli vardı. Birgün o vâ-liye bir haber gönderip, bulunduğu yerden uzaklaşmasını yoksa başına büyük bir belâ geleceğini bildirdi. Fakat o vâli bu tavsiyeye uymadı. Netîcede pâdişâhın kızgınlığına uğrayıp cezâlandırıldı. Başına başka belâlar da geldi.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine bağlı bir tüccar, birgün huzûruna gelip; "Gençliğim geçti, ihtiyarladım, ömrüm geçmek üzere, beni ar-kamdan anacak, bana duâ edecek bir evlâdım olmadı!" diyerek ısrarla teveccüh isteyip, bir evlâdı olması için duâ etmesini istedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, bir müddet murâkabe yaptıktan sonra; "Senin bu hanımından çocuğun olmayacak, başka bir hanım daha nikâhlarsan ondan seni yâd edecek bir çocuğun olur" buyurdu. Bundan sonra o tüccarın ilk hanımı vefât etti. Tüccar da başka bir hanımla evlendi. Bu hanımından bir oğlu ve bir de kızı oldu.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) akrabâlarından biri anlatıyor: "Ben, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat çeşitli mâniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîb olmamıştı. Bir gece karar verip; "Yarın gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasına kabûl etmesini isteyeyim" diye düşündüm. O gece rü'yâmda kendimi derin bir deniz kenarında gördüm. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ise karşı sâhilde idi. Huzûruna kavuşmak istiyordum. Bana; "Çabuk gel! Çabuk gel! Geç kaldın" buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim hemen zikretmeye başladı. Sonra uykudan uyandım, kalbimzikrediyordu. "İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?" dedim. Sabahleyin imâm–ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördüğüm rü'yâyı anlatarak hâlimi arzettim. Kalbimin zikretmeye başladığını söyledim. Bana;
    —"Yolumuz tam budur. Buna devâm et" buyurdu."
    BİR BAŞKA MENKIBE

    İmâm–ı Rabbânî hazretlerine bağlı olanlardan Mevlânâ Murtaza Nâib şöyle anlatmıştır: "Askere gittiğimde ihtiyaçlarımı karşılama husûsunda sıkıntıya düştüm. O günlerde mühim ihtiyaçlar zor te'min ediliyordu. Oğullarım da askerde olduğundan sıkıntım artıyordu. Bu sebeble çok üzülüyordum. Bir gece İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin yardımıma ye-tişmesini istiyerek, Allâhü Teâlâya duâ ettim. O gece İmâm–ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Üzerinde birşeyler yazılı olan bir kâğıdı elime verdi. Sabahleyin bu kâğıdı götürüp, yardım etmeleri için divana verdim. İki–üç gün içinde işim görüldü. Arzu ettiğim şeye kavuşup rahatladım. Bu işimin hemen hâlledildiğini görenler hayret edip; "Biz senelerdir askeriz, bizim mühim işlerimiz daha hâlledilmedi, bu nasıl olur?" dediler. Bunun üzerine, İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin tasarrufu ve bereketiyle olduğunu anlattım. O kişilerin Ona karşı sevgileri ve bağlılıkları iyice arttı."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Mevlânâ Murtaza Nâib anlatıyor:
    "Babam bana vasiyet etti ve dedi ki:
    —"Vefât edince, cenâzemi İmâm–ı Rabbânî hazretlerine götürüp, beni de talebeleri arasına almasını iste. O öyle bir yolda ki, insanlar öldük-ten sonra da onun teveccühüne kavuşur" dedi. Babam vefât edince va-siyeti üzerine cenâzesini götürdüm. Durumu arzettim. Bunun üzerine İmâm–ı Rabbânî Hazretleri: "Yarın meclisimizde hazır bulun" buyurdu.
    Ertesi gün gidip huzûruna oturdum. Bu sırada beni bir hâl kapladı. Kendimden geçip gaybet (kendimi kaybetme) hâline girdim. Bu hâlde iken bir de gördüm ki, babam da huzûrunda oturuyor. İmâm–ı Rabbânî hazretleri ile arasında bir kişi vardı. Babam da zikrediyordu. Babamın bu hâlini görünce Rabbime şükrettim."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Mevlânâ Murtaza Nâib anlatıyor:
    "İmâm–ı Rabbânî Hazretleri Guvalyar kalesinde hapis iken, birgün vefât ettiği haberi yayıldı. Çok üzülüp ağladım ve Fâtiha okudum. O gece rü'yâmda İmâm–ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Yanında birkaç dervişle içeri girdi. Bana hitâb ederek;
    —"Vefât ettiğime dâir yayılan haber yalandır!" buyurdu. Bunun üzerine hemen uyanıp kalktım, yayılan haberin yanlış olduğunu, İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin sıhhat ve âfiyette olduğunu bildirdim."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Mevlânâ Muhammed Emîn, birgün İmâm–ı Rabbânî hazretlerine şöyle arzetti: "Nevâbşîr Hâce, asîl ve şerefli bir âileye mensup olup, babası ve dedeleri evliyâdan idi. Fakat Nevâbşîr Hâce çok içki içiyor ve haram olan işlerle meşgûl oluyor, bunun ıslâhı için bir teveccüh buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tövbe etmek nasîb olursa onun sebebiyle askerlerden pekçok kimse de kurtulur, sâlih kimselerden olurlar." Bunu arzedince İmâm–ı Rabbânî hazretleri sükût etti. Aynı şey tekrar arzedilince İmâm–ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:
    —"Ey Mevlânâ Muhammed! Nevâbşîr Hâce'nin hâline teveccüh ettim. Onu haramlar ve günahlar içinde gördüm. Onu bu kötü hâlden kurtarmak için çok teveccüh ettim, uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize çekeceğiz" buyurdu. Aradan uzun zaman geçti. Hakkında böyle buyurduğu o kimse, içki içmeyi ve işlediği diğer haramları terkedip tövbe etti. Bundan sonra ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Bu zât bir defâsında Serhend şehrinden başka bir şehre gitmişti. Serhend'e dönüşünde hastalanıp vefât etti. Oğulları onu İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin türbesi yanında bir yere defnettiler. Böylece İmâm–ı Rabbanî hazretlerinin; "Sonunda biz onu yanımıza çekeceğiz" buyurmasının hikmeti anlaşıldı."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Birgün İmâm–ı Rabbânî hazretleri odasında yalnız otururken, talebe-lerinden Abdülmü'min hizmetinde bulunuyordu. Abdülmü'min'e; "ne is-tiyorsan iste?" buyurdu. Abdülmü'min yeni müslüman olmuş ve İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini tanıyıp hizmetinde bulunmakla şereflenmiş biri idi. Dedi ki:
    —"Her ne kadar uğraştımsa da annemle, birâderimin müslüman olmalarını sağlayamadım! Onların müslüman olmaları için teveccüh buyurmanızı arzu ediyorum." Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri;
    —"Çok muhabbet, çabuk müslüman olmaya sebep olacak" buyurdu. Aradan üç gün geçti ki o talebesinin annesi ve kardeşi Serhend'e gelip islamla şereflendiler.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Muhammed Hâşim-i Kişmîanlatıyor: " İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden biri bana şöyle anlattı: "Birgün İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri hastalanmıştı. Bu hastalığı sırasında yemek için onbir tâne üzüm istedi. Hizmetçi üzümleri getirince, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırıp;
    —"Çok garib bir hâl gördüm. Bu üzümleri önüme koydukları zaman, hepsinin Allâhü Teâlâya münâcaat ettiklerini, yalvardıklarını işittim. Allâhü Teâlâ üzümlerin münâcaatını kabûl etti ve hastalıktan kurtulmağı bunları yemeğe bağlı kıldı" buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tâne yeyince hastalığı tamâmen geçti. Geri kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet sonra küçük oğlu hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hâl alınca o üzümleri yedirdiler ve onun da hastalığı iyileşti."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Muhammed Hâşim-i Kişmî naklediyor: "Hâller sâhibi Seyyid Rahmetullah'dan işittim. Şöyle anlattı: "Dekken melikinin emri üzerine, iki üç arkadaşla bir sahrâya gittik. Orada bir puthâne gördüm. Birgün senin üstâdından;
    —"Bir müslümanın elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın, veya zarar versin. Bu işi yapmaktan kaçmasın. Çünkü bunu yapan, Allah yolunda, din için cihâd eden gâziler sevâbına kavuşur" diye duymuştum. Onların bu sözlerine güvenerek arkadaşlarıma bu sahrâda, bu puthâneyi koruyan kimse görünmüyor, burayı yıkalım, dedim. Duvarlardan biraz yıkmıştık ki,civarda tarlalarında çalışan Hindulardan biri, bizim puthâneyi yıkmakta olduğumuzu görmüş. Koşup, o puthânede tapınan köylülere haber vermiş. Âniden ne görelim! Bin kişiye yakın bir kalabalık, taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla üzerimize doğru geliyorlar. Ben ve arkadaşlarım hayret ve korkudan ne yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde kaldık. Kaçmağa bile cesâret edemedik. Kalbimden Kelime-i şehâdet getirmeğe başladım. Bu hâlde iken, senin üstâdının kalbine müteveccih oldum ve;
    —"Ey din büyüğü! Sizin nasîhatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk. Allâhü Teâlânın izniyle bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar" dedim. Bu yalvarma ve ilticâ esnâsında İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin sesi kulağıma geldi. Ve dedi ki:
    —"Hiç korkma! Şimdi senin için İslâm askeri gönderiyorum." Ben arkadaşlarıma; "Bana bir hâl oldu. Hazreti İmam'ın sesini duydum, İmâm'ın söz verdiği askerler ne zaman gelecek, bunlar yaklaştı" dedim. Hindular çok yaklaşmışlardı ki, âniden otuz kırk kadar süvâri göründü. Tam bir sür'atle geldiler, bir kısmını kamçıladılar ve bizi korudular. Hepsini sürüp götürdüler. Bu iş senin büyük üstâdının tasarrufu ve kerâmeti ile oldu.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Kıymetli talebelerinden Seyyid Cemâl, sahrâda arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu. İmâma sığınıp, imdâd diledi. İmâm, elinde baston ile göründü.O kükremiş arslana şiddetle vurdu. Arslan kaçtı. Talebe kur-tuldu.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) makbûl talebelerinde biri, cüzzam hastalığına yakalandı. Dostları, onunla oturmaktan, bir arada durmaktan, onunla sofraya oturup yemek yemekten kaçınıyorlardı. Hattâ birgün, bir toplantıda, çok sevdiği arkadaşlarından biri onunla aynı kaptan yemek yemekten açıkça çekindi. Bu zât, bundan çok kırıldı ve üzüldü. Hazreti İmam'ın dergâhına sığınıp, Allâhü Teâlânın izniyle teveccüh ve yardım etmesi için yalvardı. Hazreti İmam, şefkat ve merhametlerinin çokluğundan, kederlendi ve o hastalığın kalkması için duâ etti. O hastalığı kendine çekti. Şöyle ki, bu hastalık o kimsenin bedeninden onun mübârek ayaklarına intikâl eyledi. Dostları bu kimsenin vücûdunda hastalıktan eser kalmadığını gördüler. Gerçi muhlislerin ihlâsı ve akîdesi daha çok kuvvetlendi ama, bu hastalığın Hazreti İmam'a geçmesinden, hepsi rahatsız ve huzursuz olup, çok üzüldüler. Bu hastalık sebebi ile, oğullarının ve talebesinin sabırsızlığını, feryâdlarını, ağlamalarını ve korkularını görünce, kendilerinden de kaldırılması için bir daha duâ edip, yalvardı. Allâhü Teâlânın yardımı ile, kendilerinden de kalktı. Oğullarına ve dostlarına bunun müjdesini ulaştırdılar. O hastalığın bulunduğu a'zâlarını gösterip eser kalmadığını bildirdiler. Hepsi şükrettiler.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri talebeleri ile birlikte bir köye gitmek üzere yola çıkmıştı. Bir sahrâya geldikleri sırada, hava çok sıcak ve tozlu idi. Talebeleri bunaltıcı havada susamışlar ve sıcaktan rahatsız olmuşlardı. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gözlerini semâya dikerek duâ edince, birkaç adım yürümeden bir parça bulut göründü ve hepsini gölgeledi. Toz kalkmayacak ve çamur olmayacak kadar yağmur yağdı. Yağmurun ardın-dan havanın harâretini düşüren hafif bir rüzgâr esti.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Yine talebelerinden biri şöyle anlatıyor: "İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri talebeleriyle berâber bir yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladıkları sırada, talebelerine âniden şöyle buyurdu: "Bu gün buraya bir belâ geleceğini ve herkese sirâyet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine söylesinler. Herkes; (Bismillâhillezî lâ yedurru me'asmihî şey'ün fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemî'ul alîm) ve (Eûzü bi-kelimâtillâhitt âmmâti min şerri mâ halak) duâlarını tekrar tekrar okusunlar. Çünkü, bu duâyı kim okursa, Allâhü Teâlânın inâyeti ile kendisi ve malı korunur." Bunu söyledikten sonra iki saat geçmeden kervansaraydayangın çıktı. Bir türlü söndüremediler ve birçok mal yanıp telef oldu. Bu arada İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden Mevlânâ Abdülmü'min Lâhorî'nin de malları yandı. Ona;
    —"Sana hiç kimse okunması îcâbeden duâları söylemedi mi?" bu-yurdu. Meğer arkadaşları ona bu duâların okunması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı. Okuyanların malları ise yanmaktan kurtuldu"
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Muhammed Hâşim-i Kişmî naklediyor: "Seyyidlerden bir genç, med-resede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Birgün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) büyük bir kerâmetini görmüştü. Dedi ki: "Hazreti Ali'ye karşı savaşanları, hele Hazreti Muâviye'yi sevmezdim. Bir gece senin üstâdın İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin "Mektûbât"ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmâm Enes bin Mâlik şöyle buyuruyordu: "Hazret–i Muâviye'yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekr'i ve hazret-i Ömer'i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezâyı vermek lâzımdır" yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. "Mektûbât"ı yere attım. Yatağıma uzandım, uyudum. Rü'yâmda gördüm ki: senin o büyük üstâdın öfkeli ve kızgın bir hâlde yanıma geldi. İki mübârek elleri ile kulaklarımı çekti ve;
    —"Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaştın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de gör! Resûlullah'ın (s.a.v.) eshâbını sevmediğin için, aldandığını ondan işit" buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü. Beni bahçenin kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zâtın oturmakta olduğunu gördüm. Çekinerek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona birşeyler söylüyor, beni gösteriyordu.
    Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstâdın İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri kalktı, beni çağırdı.
    — " Bu oturan zât, Hazret-i Ali (r.a.) dır. İyi dinle! Bak ne buyuruyor" dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. Hazreti Ali " Sakın, sakın! Resûlullahın (s.a.v.) eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulun-durma! O büyüklerden hiç birini, aslâ kötüleme. Aramızda muhârebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. " Bu Ahmed Faruk'unyazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasîhatı dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husustaki tereddüdün ve soğukluğun kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. İmamı Rabbani Hazretlerinebakarak; " Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!" dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokatı yiyince, kendi kendime dedim ki: " Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu hâlden vaz geçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz olmuştu. O anda uyandım. Halen de kalbim o kinler-den temizlenmiştir. O rü'yânın, o sözlerin tadı, beni bambaşka bir hâle sokmuştu.
    Kalbimde Allahtan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'ne ve onun yazdıklarındaki ma'-rifete inancım iyice arttı."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir sebeple vezirlerden birinin yanına gitmişti. Talebelerinden mevkî sâhibi yüksek rütbeli bir subay vardı.Hazreti İmâm'ın, vezirin yanına gittiğini duyunca, üzüldü :
    —" Dünyalık isteyenlerin huzûruna gitmek, onlara yakışmazdı" dedi. Bunu söylerken orada, Hazreti İmâm'ın talebelerinden biri vardı. O su-baya; "Elbette bir müslümanın işini görmek yahût hayırlı bir iş için git-mişlerdir, sizin bu i'tirazınız hiç de iyi değildir" dedi. Öbürü susup, birşey söylemedi. O genç subay o gece rü'yâda gördü ki, gaybden bir gurup insanlar geldi. Tamâmen kızgın idiler. Büyük bir suç işlemiş gibi kendisini azarladılar. Birgün evvelki i'tirazı ile işlemiş olduğu kabahati kendisine hatırlattılar. Sıkıca tutup dilini kesmek istediler. Çok yalvardı, özür diledi, sayısız tövbe ve istiğfar eyledi.
    Diğerleri de kabûl edip vaz geçtiler. Bundan sonra görünüşte ağır gelse de, Hazreti İmam'ın hiçbir işine ve sözüne i'tiraz etmedi.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Muhammed Hâşim-i Kişmî naklediyor: " Vera ve fazîletler sâhibi, ce-nabı hakkın velî kulu, Hâce Abdülhak bu fakîre şöyle anlattı:
    —"Zamanımız âlimlerinden birinin meclisinde idim. Söz senin yüksek hocandan açılmıştı. O âlim, Hazreti İmam'ı kötülemeğe başladı. Ben o âlime dedim ki: " Bu fakir, bu azîzin sohbetinde bulundum. Aynı zamanda çokta evliya gördüm. Onlarda gördüğüm yüksek hâlleri, eşsiz ma'rifetleri ve dinimize bu derece bağlılığı, diğerlerinde göremedim. Biliyorum ki, bu büyükler Allah adamlarıdır." O âlim, bir takım mes'eleler ortaya attı. Uzun müddet konuştuktan sonra, kendisine dedim ki:
    —" İşte Kur'an-ı Kerim! Hadi, ikimiz de abdest tâzeleyip, ikişer rek'at namaz kılalım. Tam bir niyet ve ihtiyaç ile Kur'an-ı Kerimi açalım. Açtığımız sahifenin ilk kelâmını bu zâtın hâline işâret tutalım. Ve münâ-kaşaya böylece son verelim." dedim. Sözümü kabûl etti. İkimiz de ikişer rek'at namaz kıldık. Kur'an-ı Kerimi o âlim eline aldı. Tam bir arzu ve işti-yakla sahifeyi açtı. Kur'an-ı kerimden açtığı sahifenin başında (mealen): "Öyle insanlar vardır ki, ticâret ve alış- veriş onları Allah'ın zikrinden alıkoymaz."( Nûr-37 ) buyurulan âyet-i kerîme çıktı. O âlim hayret etti ve söylediklerine pişman oldu. Ben de şükrettim.Bağlılığım dahaçok arttı." (Bu alim zat İmam Siyalkuti Hazretleri idi ki sonra Hazreti İmamın çok bağlılarından oldu.)
    BİR BAŞKA MENKIBE
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) güvenilir bir talebesi ve oğulları şöyle anlatmışlardır: Bir tüccar İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) kom-şularından birinin malını çaldı. Mal sahibi ise, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) akrabâsından bir genci hırsızlıkla ithâm etti. O genç hakaret ve dayak korkusundan kaçıp gitti. Serhend polis müdürü bunu duyunca Hazreti İmam'ı çağırdı. İşinde gevşeklik gösterenin yanına gitmek icâbetmediğini bildikleri hâlde, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri talebelerinden birisi ile, yaya olarak oraya gitti. O edepsiz polis müdürü onların şânına yakışmayan çok alçak sözler söyledi. Hazreti İmam ise gayet yumuşak cevaplar verdi. Bu esnâda Mevlânâ Tâhir Bedahşî geldi. O kızgın nöbetçiye;
    —"Kimi ayağına çağırdığını biliyor musun? Allâhü Teâlânın dostla-rına kötü davranan elbette kısa zamanda cezâsını görür" dedi. Polis müdürü onları bıraktı. Aradan birgün geçmeden bu edepsiz nöbetçi, büyük bir kalabalıkla münâkaşa etti. İş kavgaya döküldü. O polis müdürü, oğullarından ve akrabâsından yirmi kadar insanla kalabalığa karşı koymak istedi ve evin damına çıktı. O evde deharb için saklanan patlayıcı maddeler vardı. Oraya aniden bir ateş düştü ve büyük bir patlama oldu. Polis müdürü,bütün oğlu ve akrabâsı ile havaya uçtu. parça parça oldular. Cesetleri bile bulunamadı. Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezâsını böyle ödedi.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Kumandanlardan birinin haksızlık yapan oğlunu, zamânın sultânı, tam kızgınlıkla Lâhor'a çağırdı. Sultânın kızgınlığının çokluğunu görenler, gelir gelmez, onu fillerin ayakları altına attırıp ezdirecek diye düşündüler. Kumandanın oğlu da böyle düşünmüştü ve korkmuştu. Serhend şehrine gelince, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin (k.s.) huzurlarına gelip kendisini koruması için yalvardı. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ona:
    —" Hiç korkma! Allahın izni ile sana hiç bir kötülük ve eziyet yapıl-mıyacak, hattâ sultân sana lütfedip muhabbet ve hürmet bile gösterecek" buyurdu. Kumandanın oğlu:
    —" Bu buyurduklarınızı, kalem ile bir kâğıda yazsanız ve o yazıyı bu garîbe verseniz, hiç sıkıntım kalmazdı efendim" diye arzetti. Bu ısrârın fazlalığı üzerine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri tebessüm edip şöyle yazdı:
    —" Filan kimse, sultânın gadabından kızgınlığından kurtulmak için bu fakîre sığındı. Bu fakîrihimâyekanatlarımın altına aldım. Helâk ol-maktan kurtuldu." Bu kağıdı alıp huzûrundan ayrıldı.
    Bir zaman sonra, birisi haber getirip; bu şahsa sultânın eziyet ettiğini zindana attığını söyledi. Bu haber imâm-ı Rabbânî hazretlerinin kulağına gidince, tebessüm etti ve:
    —"Sabah güneşi kadar açık olarakgörüyorum ki, o şahıs sultândan şefkat ve inâyet görmektedir. Söylenenler doğru değildir" buyurdu. İki üç gün sonra haber geldi ki, bu şahıs sultânınhuzûruna çıkınca, sultân kenidisini gülerek kaşıladı ve bir kaç nasîhat edip, iltifâtlar göstererek ona hil'at (makamlar) verdi.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Zamanın padişahı sultân-zâdelerin birini,zindana attırdı. Hatta Pâdişâh onun öldürülmesini istiyordu. O zavallı her tarafa baş vurdu. Evliyâdan da yardım istedi. O sırada İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Akra'ya gelmişlerdi. Zindanda üzgün bir hâlde bulunan bu zât, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) eski talebelerinden biri vâsıtası ile kendisinin kurtulması için, husûsî teveccüh ve duâ etmesini ricâ etti. Bu talebe gelip tam bir yalvarma ve ısrar ile, o zâtın isteğini arzetti. Hazreti İmam o gece teveccüh eyledi. Sabahleyin buyurdu ki:
    —"Ona müjde ulaştır ki, ölümden kurtuldu. En kısa zamanda hapisten de çıkacak." O talebe sevinçle bu haberi ona götürdü. Fakat Sultân-zâde, ızdırâbının ve üzüntüsünün çokluğundan bu hebere tam inanamadı. Allâhü Teâlânın velî kullarından bir başka zâtdan dateveccüh ve dua istedi. O velî de;
    —"Üzülmesin! Gördüm ki; Nakşibendî büyüklerinden birinin çengeli geldi, onun balığını, helâk girdâbından çıkardı" dedi. Sultân-zâde o günlerde hapisten çıktı. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.)talebelerin-den oldu. Bu işe vâsıta olan o zât anlatır: "Hazreti İmam onun kurtula-cağını buyurduğu zaman;
    —"Gününü söylemeyince, gönlü rahat etmiyor" dedim. Buyurdular ki:
    —"Yarın çıkacak." Söyledikleri gibi oldu. Ertesi gün hapishâneden kurtuldu."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Muhammed Hâşim-i Kişmî naklediyor: "Annesi tarafından Sultân-zâ-delerden olan, bu yüksek yolumuzun üstâdlarından birinin oğlu, kulunç hastalığına yakalandı. Hastalığı günlerce devâm etti. Doktorlara baş vurdu. Bir fâide göremedi. Çok eziyetler çekti, çok üzüldü. Ne yapaca-ğını, kime baş vuracağını bilemiyor, gece gündüz gözüne uyku girmiyordu. Yakınlarından birini, bu fakîre gönderip;
    — "Yolumuzun azîzlerinin büyüklerinden yüksek üstâdınıza, iyi bir zamanda, bu belânın kaldırılması için teveccüh etmelerini arzederseniz, biz ve büyüklerimizin rûhları sizden memnun olur" diye söyledi.
    Bu haberi getirenikindiden sonra geldi. O gece yatsı namazından sonra, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini odalarında yalnız bulup, hastanın durumunu anlatıp kendilerinden teveccüh istediğini arzettim.
    —"İnşaallah elimizden geleni yaparız" buyurdu.
    Sabah namazının farzını kıldıktan sonra, bizzat kendisi bu fakiri ça-ğırdı. Kulağına yaklaşıp;
    —" Teheccüd namazından sonra, akşam söylediğiniz hastalığın kalkması için duâ ettim. Allâhü Teâlânın yardımıyla o belâ kalktı. Hemen git. Duâmızı o ümitsize ulaştır" buyurdu. Bu fakîr emirlerine uyarak, o şahsın yanına gittim. Beni görür görmez, yerinden fırladı, boynuma sarıldı ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Hâlbuki, ben daha bir kelime bile konuşmamıştım. Dedi ki:
    —"Seni ne için gönderdiklerini anladım. Biraz önce, burada olanlara;
    — "Gecenin bitmesine bir kaç saat kalmıştı ki, bu hastalık benden tamamen kalktı. Sanki hiç hasta olmamış gibi bir hâle geldim" demiştim. Yakînen anladım ki, ricâmı onlara arzetmişsiniz. Onlar da bu anda te-heccüd namazına kalkmışlar, bu hastalığın kalkmasına duâ ve taveccüh eylemişlerdir. Duâları kabûl edildi. Şimdi müjdesini bana gönderirler diye düşünüyordum ki siz geldiniz."dedi. Ben de;
    —" İşin doğrusu tam anladığınız ve düşündüğünüz gibidir. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri beni bu müjdeyi size ulaştırmak için gönderdiler. Elhamdülillah ki, yüksek yaratılışınız ve bağlılığınız sebebi ile yazıya ve habere lüzûm göstermediniz" dedim. Bu hâdiseyi gördükten sonra şeyhzâde, sultân evladı bu zat, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) hu-zûruna gelip, tövbe edip ve inâbe alarak, talebe olma saâdetine kavuştu. Muhlislerden ve sevdiklerinden oldu. Hocasına gelirken hep yaya olarak gelir, bu memlekette, bu zamanda, böyle büyük bir zâtın bulunduğuna şükrederdi."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Hâce Divâne Sûretî'nin talebesi olan Mevlânâ Muhammed Emin ağır bir hastalığa tutulmuştu. Bu hastalığı epey bir zaman devam etti. Doktorların tedavisinden bir fayda görmedi. Hazreti İmam'ın büyüklü-ğünü duyunca, tam bir yalvarma ile mektup yazıp, şifâ ve devâ olan du-âlarını istirham edip, teberrüken bir elbise göndermelerini de yalvararak is-tedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri onun arzusu üzerine merhamet edip, bir mektub ve teberrüken bir gömleklerini gönderdi.
    Mektup şöyledir:
    "Kıymetli oğlum! Kendi üzerinize şefkatli bir anne gibi titremeniz ne zamâna kadar sürecek? Kendiniz için üzülmeniz, dertlenmeniz, ne kadar devam edecek! Kendini ve herkesi ölü olarak düşünmek, hissiz ve hareketsiz şeyler gibi bilmek lâzımdır. " Elbette sen öleceksin, o kâfirler de ölecekler..."( Zümer-30) âyet-i kerîmedir. Bu birkaç günlük dünyâ hayâtında, çok zikrederek, kalb hastalığından kurtulmak en mühim iştir. Bu kısa zamanda ma'nevi hastalıkların ilacı, Allâhü Teâlâyı zikrdir. Maksadların en büyüğü olan kalb, Allahtan başkasına tutulursa, ondan ne hayır gelir. Âhirette kalb selâmeti isterler. Rûhun, Allahtan başka şey-lerden kurtulmasını ararlar. Bizim gibi dar düşünceliler, dâima kalb ve rûhumuzu başka şeylere bağlamak için sebebler aramağı düşünürüz. Heyhât! Heyhât!
    Ne yapalım! Âyet-i kerîmede meâlen Hazreti Allah (C.C.); " Allah onlara zulm etmez, onlar kendilerine zulm ederler" ( Âl-i İmrân-117) buyurdu. Zâhirî hastalığınızdan merek etmeyiniz. İnşâallah sıhhate ka-vuşup tamâmiyle iyi olacaksınız. Bu fakîrden elbise istemiştiniz. Bir göm-lek gönderdim. Giyiniz ve çok bereketli olan netice ve semerelerini bek-leyiniz. Allah yolunda gidenlere selâmlar olsun.
    Mevlânâ Muhammed Emîn, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) gön-derdiği gömleği giydi. Onun duâsı bereketiyle senelerce devam eden o hastalıktan kurtuldu. Gelip talebelerinden oldu.
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Hazreti İmam'ın talebelerinden fazîlet sâhibi bir zât şöyle anlatmıştır. " Benim İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine talebe olmamın sebebi şudur:
    —"Çok sevdiğim bir akrabâm vardı. Ağır hastalığa tutuldu. Çok dok-torlara gitti, ilaç kullandı. Fakat bir faide görmedi. Bir kimseden, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) ismini ve büyüklüğünü duydum. Huzûruna gidip, teveccühlerini istirhâm ettim. Fâtiha okudu ve husûsî odasına gitti. Biraz sonra çıkıp;
    —" Hastası için bizden şifâ isteyen ilim talebesi nerededir?" deyip, beni çağırdı. Hemen huzûruna gittim.
    —"Gelin, af ve mağfiret olunması için Fâtiha okuyalım!" dedi. Sonra ben şaşkın ve üzgün olarak, Serhend'den birkaç kilometre uzakta bulunan köyüme döndüm. Yolda, kendi kendime dedim ki:
    —" İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Fâtiha okuyalım buyurarak, Fatiha okunmasından bu akrabâmın vefat ettiği anlaşılıyor. Eğer böyle ise, bu çok büyük bir hârikadır. Muhakkak gelip, talebesi olmalıyım." Eve geldiğim zaman gördüm ki, akrabâm vefât etmiş, yıkamış ve gömmüşlerdi. Hesâb ettim. Tam İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) beni çağırıp; " Af ve mağfireti için Fâtiha okuyalım" buyurduğu sırada vefat etmişti. Ben de, o büyük İmâm'ın talebelerinden oldum."
    BİR BAŞKA MENKIBE
    Muhammed Hâşim-î Kişmî şöyle anlatmıştır: " İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) makbûl talebelerinden olan, yüksek yaradılışlı bir az-îzden işittim, şöyle buyurdu. " Mühim bir iş için Lâhor şehrinden, Burhânpûr şehrine gitmiştim. Serhend'e gelip, Hazreti İmam'ın ellerini öpmekle şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddüd ediyorum. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri;
    —" Çok mühim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşaallah hayırlısı olur" buyurdu. Emirlerine uyarak yola çıktım. Henüz iki üç konak gitmiş-tim ki, hastalığım arttı. Bir gece böyle devam etti. Bu hastalığın şiddetli zamanında kendi kendime; " Onlar bana; " Gidin bunda hayır vardır" buyurdu dedim." Hâlbuki hastalığım çok arttı. Bu düşünceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnâsında, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini rü'yâda gördüm.
    —" Hiç üzülme, şifâ bulacaksın yola devâm et"buyurdu. Sabah olunca o hastalıktan hiç bir eser kalmadığını gördüm. Delhi'ye gelince, orada bir dostum bana Hâre (bir şehir) helvası ikrâm etti. Bunu yiyince, o hastalık daha şiddetli olarak tekrar bana geldi. Yatağa düştüm ve İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) kerem ve teveccühüne kavuşmak için yalvarmağa başladım. İki gün geçmeden, Hazreti İmam'ın huzurunda bulunan, eski ve samimi dostlarımdan biri, ãniden kapıdan içeri girdi.
    —"Hayırdır, inşaallah " dedim. Dedi ki: " Beni İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gönderdi. "Git, filân dostunun yanında bulun, şimdi ağır has-tadır, senin gibi işten, hâlden anlayana çok ihtiyâcı olup, berâber bulu-nursunuz" buyurdu. "Senin yanına gelmek üzere yola çıkacağım sırada bir torba şifâlı ot isteyip sana getirmem için bana verdi. İşte getirdim." Ben dedim ki: "Bu otları İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri benim hastalığımın iyileşmesi için ilâç olarak göndermiştir. Bu otları ezip, suyunu içmeliyim." Doktorlar; "Sıtmanın şiddetli zamânında, tatlı ve soğuk yenmez, içilmez" deyip, beni bu işten men etmek istediler. Ben onlara;
    —İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bunları benim için gönderdi, içe-ceğim" dedim. İster istemez o otları ezip şerbet yaptılar. İçer içmez, hastalığımın yarısının geçtiğini anladım. Ertesi gün kalan otların da suyunu çıkarıp içtim. O hastalık ve sıtma tamâmen geçti. Orada bulunanlar, bu hâdise üzerine hayretler içerisinde kaldılar ve İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine bağlılıkları kuvvetlendi."
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Dekken memleketinde bulunan bir zât vardı. İmâm–ı Rabbânî haz-retlerini henüz görmemişti. Fakat uzaktan tanımış ve sohbetine kavuşmayı çok arzu ediyordu. Arzusunun çokluğundan; "Uzakta kalan ve o ni'metlerden mahrûm olan bu garîbe imdâd ediniz" şeklinde bir mektup yazdı. İmâm–ı Rabbâni hezretleri, bu mektubu okuyup ona cevap olarak yazdığı mektupda şöyle buyurdu:
    —"Mektubunuzu okurken, o diyârdaki nûrâniyetinizin fazlalığını gördüm ve ümîdim arttı. Bunun için Allâhü Teâlâya hamd ve şükürler ol-sun." O zât bu müjdelerle dolu mektubun gelişinden bir sene sonra, İmâm–ı Rabbânî hazrtelerinin sohbeti ile şereflendi. Bir müddet o kapıda hizmet etti ve çok iyi muâmele gördü. Sonra tekrar, Dekken'e gitti. Dekken'e döndükten sonra imâm–ı Rabbânî hazretlerinin müjdesi zâhir oldu. Binlerce tâlib onun yardımı ile Ahrâriyyeyoluna girdi. Bir çokları, hâl ve zevklere kavuştu. Birçok fâsık tövbe edip, doğru yola girdi. Onun bu hâlini, İmâm–ı Rabbânî hazretleri daha önceden görmüş ve haber vermişdi.
    YÜKSEK HALLERİNDEN......
    Dekken'de emrinde binlerce insan olan, bir vâli vardı. Bu vâli sâlihleri, âlimleri, ârifleri severdi. İmâm–ı Rabbânî hazretlerine de çok bağlılığı ve muhabbeti vardı. Âniden eyâlet başkanlığından azledildi. Zamânın sultânı, onu ve çocuklarının hakkında gâyet kötü düşünüyor, hattâ öldürmek bile istiyordu. O vâlinin tanıdıklarından olan, Mîr Muhammed Nu'mân onun hâlini İmâm–ı Rabbânî hazretlerine bir mektup yazarak arzetti. Husûsi yar-dımlarını istirhâm edip, tekrarmakâma gelmesini ve sultan tarafından gelecek belâlardan muhâfaza edilmesi için duâ istedi. İmâm–ı Rabbânî hazretleri mektubuna şöyle cevap yazdı:
    —"Mektubunuzu okurken o hân (vâli) gözümde pek yüksek göründü. Onun hakkında hiç merek etmeyiniz." Bu mektup, Mîr Muhammed Nu'mân'a ulaşınca, mektubu vâliye gönderdi. O da buna çok sevindi şükretti ve dedi ki: "Sultânın, yoktan yere beni bu kadar fenâ tanıması ve beni bu hâle düşürmesi bana çok ağır geliyor. Hasedçiler, sultâna benim hakkımda çok yalanlar söylemişler ve yazmışlar. Bununla berâber büyük velîlerin, eşsiz âriflerin teveccühlerine tamâmen inanıyorum ve güveniyorum." Bu mektubun yazılmasından on–oniki gün sonra, sultan yaptığına pişmân oldu. tekrar merhamet ve şefkat edip, o eyâlet ve memleketi vâlinin emrine verdi. Eskisinden daha çok ihsân ve iltifat eyledi.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    İnsanları doğru yola getirmek için çok çalışan bir âlim, muhabbet ve tam bir aşk ile, İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna gelince, İmâm–ı Rabbânî hazretleri yeni gelenlere, bilhassa şeyhlere ve âlimlere karşı gösterdiği neş'eyi, tevâzu ve muhabbeti bu kişiye göstermedi. Ba'zı üstün talebeleri İmâm–ı Rabbânî hazretlerine; "Bu zât, meşhûr âlimlerdendir" diye arzedip; "Tam bir ihlâs ile, çok uzaktan huzûrunuza geldi. Ona, merhamet buyurun" dediler. Buyurdu ki:
    —"Evet, öyle düşünüyorduk. Fakat, alnında açık bir yazı ile "münkir" kelimesinin yazılı olduğunu görüyorum. Ne yapalım!" Talebeleri bundan dolayı şaşırdılar. Bir müddet onların yanında kaldı. Zamanla İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin keşf ve firâsetlerinin tamâmen doğru olduğu an-laşıldı. Çünkü Peygamber efendimiz (s.a.v.);
    "Mü'minin firâsetinden korkunuz, çünkü o Allahın nûru ile bakar" buyurmaktadır.
    SOHBETLE ELDE EDİLEN
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden azîz bir zât şöyle anlatmıştır: "Daha hocamın huzûru ile şereflenmemiştim. Bir mektup gönderip;
    —"Peygamberimizin (s.a.v.) eshâbının bir sohbetle, eshâbdan olma-yan, en büyük evliyâdan daha üstün olmalarının sebebi nedir? Yoksa bir sohbette evliyâda hâsıl olan bütün hâllerden daha üstün bir hâl mi elde ediyorlardı" diye sordum. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bunun cevâbında;
    — "Bu suâlinizin cevâbı sohbete, hizmete ya'nî berâber bulunmaya ve görüşmeye bağlıdır" diye yazdılar. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin huzurları, hizmetleri ve sohbetleri ile şereflendim. Daha ilk sohbette öyle hâllere kavuştum ki, açıklamaya ve beyâna sığmaz. Aynı gün İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri beni çağırıp:
    — "Bu gün senin mektubuna cevap verdim, senin hâllerin başka şekil aldı. Anladın mı? Yoksa anlamadın mı?" buyurdu. Ayaklarına kapandım. O esrâr ve firâset nûrlarının bahçesindeki servinin ayaklarının toprağına, kalb gözlerimden gizli nehirler akıttım."
    KALB HALLERİ..
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin talebeleri şöyle anlatmıştır: "Gönül sâhibi bir seyyid, birgün İmâm–ı Rabbânî'nin huzûrlarına geldi. Seyyidi, öyle bir hâl kaplamıştı ki, yanında oturan onun kalbinin; "Allah! Allah!" dediğini duyardı. Hele uyuduğu zaman kalbinin bu zikri iki kat fazla duyulurdu. Zamânın meşâyıhından, kemâle ve olgunluğa gelmeden icâzet almıştı. Bu icâzetin hakkıyla verilmemiş olduğu anlaşıldı. imâm–ı Rabbânî Hazretlerinden de izin ve icâzet almak istiyordu. Kalbinin zikretmesi ve israrı üzerine, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki;
    —"Mübârek bir zât olduğu anlaşılıyor. Ama bu hadde varan kalb zikrinin istilâsından ve hakkıyla verilmemiş olan o icâzetlerden dolayı olan düşünceleri, onun ilerleme yolunu kesiyor. Ona yapılacak ilâç, bu hâllerini yok etmektir." İki gün geçmeden, o kalbe âid zikr kendisinden öyle alındı ki, her ne kadar kendini zorlasa bile zikr edemedi. Şaştı kaldı. Ağlamağa, inlemeğe, feryâd etmeğe başlayıp, çok göz yaşları döktü. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birkaç gün içinde, teveccühü ile onu eritti ve onun gurûrunu kökünden kazıdı. Sonra onu çağırıp, tasavvufda gizli hâller ile süsledi,hâllendirdi ve buyurdu ki: "Kalb hâlleri, kalbe âid ve kökleşmiş olmalıdır."
    KARDEŞİNİN VEFATI
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin makbûl ve keşf sâhibi küçük kar-deşleri ve kıymetli talebesi Şeyh Muhammed Mes'ûd, geçinme için ihti-yâcını gidermek maksadıyla, Kandehâr şehrine ticârete gitmişti. O gün-lerde İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, bir sabah huzûrlarında bulunan hizmetçilerine şöyle buyurdu:
    —"Ne garib iştir. Kardeşim Muhammed Mes'ûd'un nerede olduğunu öğrenmek için teveccüh eyledim. Keşf gözü ile her ne kadar aradıysam, hiçbir yerde bulamadım. Bundan sonra daha dikkatli teveccüh eyledim, ölmüş ve henüz gömülmüş olan yeni mezârını gördüm." Dinleyenler hayretler içerisinde kaldılar. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bunu söy-lemesinden bir müddet sonra, kardeşinin berâber gittiği arkadaşları geldiler ve onun Kandehâr'da vefât ettiğini söylediler.
    YAĞMUR YAĞMADI
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir defâsında Ecmîr şehrine gitmişti. Bu sırada mübârek Ramazan ayı gelmişti. Âdeti üzere terâvih namazla-rında, Kur'ân–ı kerîmi hatm etmeğe başladı. Birinci gece yağmur yağdığı için küçük bir mescidde namazı kıldılar. Çok sıkışık oldu. Ba'zı kim-selerden onlara sıkıntı ve eziyet geldi. Namazı bitirdikten sonra, buyurdu ki: "İnşâallah hatimlerimizi bitiririz. Eğer Allâhü Teâlânın ihsânı ile geceleri yağmur yağmayıp, mescidin avlusunda terâvih namazı kılarsak ne büyük bir ni'met olur." Muhammed Hâşim–i Kişmî bundan sonrasını şöyle anlatmıştır: "Bu fakîr, birarkadaşıma; "Ne söylediklerini duydun mu? Ramazanın sonuna kadar bir daha yağmur görmeyeceğiz, inşâallah" dedim. Dördüncü hatmi bitirdikleri Ramazân–ı şerîfin yirmiyedinci gecesine kadar, gece yağmur yağmadı. Bu da onların büyük bir kerâmeti idi."
    DUVAR YIKILMAYACAK
    Muhammed Hâşim–i Kişmîanlatmıştır: "Terâvih namazı kıldığımız o mescidin, bir duvarı sağlam, yapılmamıştı ve bir tarafa doğru eğilmişti. O kadar ki, mescide gelenlerin çoğu ve etrafında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak derlerdi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birgün bu düşüncelerine temasla buyurdu ki: "Bu duvar, bu fakîrler burada kaldığı müddetçe, bize riâyet edip her hâlde yıkılmayacak. Nitekim büyükler; "Bizim şakamız ciddîdir" buyurmuşlardır. Buyurdukları gibi duvar, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldığımız gün, ben, herkes gittikten sonra bir bahâne ile bir saat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılmasını ta'kib ediyordum. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri mescid görünmez oluncaya kadar uzaklaşınca duvar birden bire yıkılıverdi."
    KADINA BİR ŞEY OLMADI
    Muhammed Hâşim–i Kişmî şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Lâhor şehrine gittikleri zaman bir gece, yatsı namazını kıldıktan sonra eski bir binânın yanında durup;
    —"Sakın kimse bu binânın yanında bulunmasın!" dedi. O gece yağmur yağacak ve fırtına esecek bir durum gözükmüyordu. Tecrübeli bir şahıs bana;
    —"Diğer eski binâlar bundan kurtulacak da, bu binânın kabâhati nedir ki, yıkılacak" dedi. Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, o binâ âniden yıkıldı. Bu binâda bir kadın yatıyordu. Ev onun başına çöktü. Yakın olan birisinin ayağına da bir tuğla düştü. Kadını görenler ezildi ve öldü zan-nederlerdi. Hazret–i İmâm;
    —"Biz bu gece burada kimse kalmasın demedik mi?" buyurdular. O kadını oradan çıkardıkları zaman, üzerinde bir yara ve incinme görülmedi, bir zarar görmemişti."
    HATALI BİR KEŞİF
    O zamânın sultânının üçüncü oğlu, diğer kardeşlerinden çok daha olgun ve aralarında seçkin idi. Babasına isyân etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hücûm ettiler. Şiddetli bir harb başladı. Babasının tarafında bulunup, en mühim işleri deruhte eden büyük bir kumandan, bu harb sırasında sultânın oğlunun tarafına geçti. Diğer kumandanlar da bu düşüncede idiler. Bu şehzâde, velîlerin ve âlimlerin sevgisini kazanmıştı. İslâmiyetin yayılmasına gayret ve müslümanları himâye ediyordu. Zamânın evliyâsının büyüklerinden bir kısmı, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine mektup yazıp;
    —"Delhi'de bulunan velîler ve büyükler keşf ve vâkı'alarla gâlibiyetin ve nusretin şehzâde tarafında olduğunu görüyorlar. Hazretiniz bu hasusda ne buyururlar" dediler: İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri cevâbında:
    —"Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi olduğunu anlıyorum, fakat sonunda şehzâdenin kazanacağını tamâmen görüyorum" buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet diğerleri devleti idâre etti. Sonra Allâhü Teâlâ kardeşler arasında sultânlığı ona (Şâh Cihân bin Cihângir'e) nasîb etti. Babasının vekîli olarak onun makamına geçti. Allâhü Teâlâ, bu sultâna Hindistan'ı adâlet ve ihsânla dolduran bir pâdişâhlik nasîb eyledi. Bu pâdişâh sâyesinde memleket başka nizâma girdi. Ârifler ve âlimler bambaşka hürmet gördüler. Dîne üstün hizmetler yapıldı.


    VEFÂTI
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri 1024 (M. 1615) senesinde, elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve ha-yâtım hakkındaki kazâyı mübremin altmışüç sene olduğunu ilhâm ile bana bildirdiler" buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber Efendimize (s.a.v.)yaş bakımından da uymuşoluyordu. Aynı zamanda bu hasusta Hazreti Ebû Bekr'e, Hazreti Ömer'e ve Hazreti Ali'ye de uymuş oluyordu.
    1032 (M. 1623) senesinde Ecmîr'de iken;
    — "Vefât etmemin yakın olduğunaişâretler, alâmetler görülmeğe başladı" buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp;
    —"Ömrümüzün sona ermesi yakındır" buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyânıngözlerinin nûru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzûruna kavuşunca, birgün, bu yüksek oğullarını husûsi odaya çağırdı. Buyurdu ki:
    —"Kıymetli oğullarım! Bu dünyâya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılı-ğım kalmadı. Öbür dünyâya gitmek îcâb ediyor, gitme ve yolculuk alâ-metleri görünmeğe başladı."
    Muhammed Hâşim–i Kişmî demiştir ki: "Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve ölçülemeyen üzüntüyü, bu fakîr gördüm. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu. Böyle olduklarını görünce, ken-dilerine ne için bu kadar ağladıklarını sordum. Babaları İmâm–ı Rabbânî Hazretlerinin, vefâtının yakın olduğunu açıklaması üzerine ağladıklarını öğrendim. Fakat İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, bu haberden oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve darlığı görünce, aynı za-manda kendisine daha bir yıldan çok yaşayacakları bildirilince, tekrar oğullarını çağırdılar ve;
    —"Bir takım işleri tamamlamak için daha bir müddet yaşayacağımızı bildirdiler" buyurdu. Bu müjdeden, bu iki mes'ud kardeş çok sevindiler, mesrûr oldular. Bundan sonra bu hâdiseyi bana anlattılar. Bununla be-râber, bu fakîrin gözyaşlarının aktığı rahneleri (çukurları) açmış oldular. Fakat, bu müjdelerinden, kıymetli oğulları ve bu kalbi yaralı âşık, uzun yıllar yaşayacaklarını ümid ettik."
    Yine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri o günlerde, Hâce Muînüddîn Çeştî hazretlerinin mezârını ziyârete gitti. Bir müddet o evliyânın kalb-lerine murâkabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki:
    —"Hazret–i Hâce çok iltifât edip, çok şefkat gösterdiler. Kendi hu-sûsî bereketlerinden ziyâfetler verdiler. Konuştuk ve çok sırlar açıklandı. Konuşulanlardan biri şudur: Buyurdu ki: "Bu asker arasında bulunmaktan kurtulmağa çalışmayınız. Kendinizi Allâhü Teâlânın rızâsına bırakınız." Bu arada o mezarda hizmet gören türbedârlar gelip, İmâm–ı Rabbânî Hazretlerinin elini öpmekle şereflendiler.
    Muînüddîn Çeştî Hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip eskisini evliyânın büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yâhud da zamânın pâdişâhına verirler. O da kıymetli inci ve mücevherât gibi, bir sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezârın örtüsünü değiştirdiler ve eskisini İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin huzûruna getirip, buna en lâyıksizsiniz diyerek takdîm ettiler. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri tam bir edeble kabûl etti. Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve; "Hazret–i Hâce'ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu, bana kefen etmek için saklayın" buyurdu.
    Muhammed Hâşim-i Kişmî şöyle anlatmıştır: "O günlerde bir gece, teheccüd vaktinde bu fakîr, husûsî odalarının yanına geldim. Kapılarının eşiğinin dibinde başımı dizlerimin üzerine koyarak, tefekkür etmeğe başladım. Âniden o odadan ağlamakla karışık acıklı, hüzünlü bir ses işittim. Kulağımı kapıya dayadım ve İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin içli olarak bir beyt okuduklarını ve Hakkı gören gözlerinden ihtiyaç ve muhabbet gözyaşları döktüklerini anladım. O beyt şu idi:
    "İki günlük hayatla Câmî gâmına doymadı,
    Âh ne güzel olurdu, şu ömrüm uzun olsaydı."
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Ecmîr seferinden Serhend'e dö-nünce, artık evinde inzivâya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cum'a namazı hâriç, evden dışarı çıkmadı. Nûr ve esrâr menba'ı olan husûsî odasında; Muhammed Hâşim–i Kişmî'den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının girmesi çok nâdir oluyordu. Bu halveti seçtiği günlerden birgün, soğuk bir nefes çekip; "Şeyhülislâm'ın (Ebû Ali Dekkâk'ın) meşrebi çok yükselince, mecli-sinde insan kalmadı" sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün so-nuna doğru, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.
    O günlerde dostlarına yazdığı mektuplarda ekseriyâ istigfâr ve ke-lime–i tevhid'in çok okunmasını yazardı. Hattâ ba'zı mektuplarında; "Ömrümüzün sonu yaklaştı, bakalım ne olur?" diye açıkça yazdı. Muhammed Hâşim–i Kişmî şöyle anlatmıştır: "Bu esnâda, Dekken idâre-sinde karışıklıklar ve hercû merçler sebebiyle hatırıma, gidip çocuklarımı alıp, yüksek huzûrlarına getirip, Serhend'e, yerleşeyim diye geldi. Bu arzumu İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine azrettim. Nihâyet yüzlerce hasret ve gamla izin verdi. Gitmek için izin verdiği zaman, kendilerine;
    —"Duâ buyurunuz da, bir an evvel dönüp Hakka kulluk edenlerin sığınağı olan kapınızla şerefleneyim" diye arzettim. Bir âh çekip;
    —"Duâ edelim de, âhirette, hep berâber bir yerde olalım" buyurdu. Bu canları yakan son sözleri aklımı başımdan aldı. Fakat, bu tâlihsizin nasîbi mahrûmluk olunca, kazâya karşı gelemeyip, ister istemez, gözle-rimden kanlı yaşlar akıta akıta, haret ve gurbet şiirleri dize dize hazırlığa başladım ve ayrıldım."
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şa'bân ayının onbeşinci gecesi olan "Berât kandili" gecesini, kendi husûsî oda-sında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki:
    —"Bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kimbilir Allâhü Teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti." İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu sözü duyunca;
    —"Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden silindiğini görenin hâli nice olur?" buyurdu. Bunu söyleyince, sırlar yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm–ı Rabbânî hazretlleri, o sene vefât edeceğine keşfiyle işâret buyurmuşlardı.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmış-tır: "İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim.
    —"Birkaç gün dur!" buyurdu. Sonra tekrar arzedip;
    — "Hemen gidip, döneceğim" dedim.
    —"Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fakat;
    —"Gidip en kısa zamanda huzûrunuza döneceğim" deyince, izin verdi ve:
    —"Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısra'ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefât etti.
    Bunun gibi, hasûsî mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; bu gün-lerde İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine inzivâ ve insanlardan uzak kalmalarına temasla;
    —"Çoluk–çocuğunuzdan ve bütün insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?" diye sorulunca, cevâbında;
    —"Bu dünyâdan göçmemi çok yakın görüyorum. İş böyle olunca, ta-mâmen inzivâ ve ayrılığı tercih edip, dâimâ istiğfâr ediyorum, af diliyo-rum. Bunları zarûrî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi, zâhirî ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allâhü Teâlâya ısmarlayınız" buyurdu.
    Yine bugünlerde, birgün kendi evinin aralığında (holünde) istirahat ederken, âniden;
    —"İki üç ay sonra biz bu evde olmayız" buyurdu. Orada bulunanlar;
    —"Husûsî odanızda mı bulunacaksınız?" diye arzettiler. Buyurdu ki:
    —"Orada da olmayacağım."
    —"Ya nerede olacaksınız?" diye sordular.
    —"Bu yerlerden hiçbirinde olacağım görülmüyor. Bakalım ne olur?" buyurup, yollarının îcâbı açık söylemediler.
    Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce;
    —"Bütün bu hayratlar, belâların giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki:
    —"Hayır, beki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:
    "Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
    Bu devletin, bu ni'metin seviçlerini saçayım."
    Muharrem–ül–harâm ayının onikinci günü buyurdu ki:
    —"Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme kırk veya elli gün kal-dığını bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzül-düler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tâzelendi.
    O günlerde, oğlu Muhammed Sa'îd birgün, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevâbında;
    —"Allâhü Teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum" buyurdu. Oğlu;
    —"Allahü Teâla, bu işi, bu dünyâdasevdiklerinin isteğine bırakır. Mâdem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz" diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki:
    —"Muhammed Sa'îd! Allâhü Teâlânın gayretine dokunuyorsun." Oğlu;
    —"Kendi hâlime üzülüyorum" dedi ve gâyet samîmî bir beyânla, derd ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına;
    —"Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsızlık ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine;
    —"Allahü Teâla sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardım-larımız, vefât ettikten sonra, bu dünyâdakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyâda iken, insanlık îcâbı ba'zan ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamâmen ayrılma vardır" buyurdu. Bunu söylediği günden i'tibâren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmiikinci gecesi kalbleri hasta eshâbına;
    —"Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi–sekiz günde ne zuhûr eder" buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hâsıl olan bir kaç günlük sıhhatte, Allahü Teâla, Habîbine (s.a.v) tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsân eyledi." Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hazreti Ebû Bekrinis-Sıddîk(r.a) hazretlerinin:
    —"Bu gün dîninizi tamam eyledim." âyet–i kerîmesi gelince kalblerine gelen, ya'nî Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefât edecektir, ilhâmından bir işâret bulunduğunu anladılar.
    Safer ayının yirmiüçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübârek el-leriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu te'sir edip, tekrar sıtma has-talığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefât eylemişlerdi. İmâm–ı Rabbânî hazreteri, bu hususta da sünnete uydu. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine;
    —"Mangal için şu kadar liralık kömür al!" buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak;
    —"Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor" buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefât ettiği gün tamâmen bitmişti. Bu hastalık za-mânında yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Birgün ince hakîkatleri beyânda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hâce Muhammed Saîd;
    —"Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, ma'rifetlerin beyânını bir başka zamâna bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arzetti. Bunun üzerine buyurdu ki:
    —"Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım."
    Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemâatle namaz kıl-mağıterketmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duâları, tesbihleri, salevâtları, zikri ve murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dinimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve;
    —"Bu bizim son teheccüddümüzdür" buyurdu.
    Vefâtından biraz önce, kendinden geçme hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nûrlara gömülme) sebebi ile midir, diye arzetti. Cevâbında;
    —"İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, ba'zı çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi göre-bileyim ve bunlarla herşeyim tamam ve kâmil olsun" buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme hâlinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elvedâ sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutâbeata, Peygamberimize (s.a.v.) tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid'atten kaçınma, zikr ve murâkabeye devâm etme hakkında idi.
    Buyurdu ki:
    —"Sünnete çok sıkı sarılmak lâzımdır." Bu sözleriyle de Peygamber Efendimize (s.a.v.) uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefât edecekleri zaman böyle nasîhat eylemişlerdi. Abbâd bin Sâriye'den (r.a.), Tirmizî ve Ebû Dâvûd şöyle rivâyet eder:
    —"Resûlullah (s.a.v.) bize va'z ediyordu. Bu va'zdan kalbler ürperi-yor, gözler yaşarıyordu. Dedik ki:
    —"Yâ Resûlallah! Bu sözleriniz vedâ va'zına benziyor, bize vasiyet ediniz." Resûlullah aleyhisselâm buyurdular ki:
    —"Size vasiyetim olsun: Allahtan korkunuz, bir köle bile emr–i ilâhîyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefâ–i râşidînin sünnetine gâyet sıkı sarılınz, onu elden kaçırmayınız. Çünkü bütün bid'atler dalâlettir, sapıklıktır."
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri vasiyetine devamla şöyle buyurdu:
    —"Dînimizin sâhibi, Resûlullah (s.a.v.) nasîhatlerin en incelerini bile; "Din nasîhattır" hadîs–i şerîfi gereğince ihmâl etmediler. Dînimizin kıy-metli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim techiz ve tekfîn işlerimde sünnete uyunuz." Bundan evvel daha önce mübârek hanımına buyurmuştu ki:
    —"Eğer ben senden evvel, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan âhirete gi-dersem, benim kefenimi, senin mehr parandan aldırırsın."
    Nasîhatlerinden biri de;
    —"Mezârımı belli olmayan bir yere yapınız" idi. Yüksek oğulları ar-zettiler ki:
    —"Bundan evvel, hazretinizin işâreti ile ağabeyimizin gömüldüğü, şerefli ve bereketli yer hakkında; "Benim mezârım orada olacaktır. Aynı yerde gömüleceğim" buyurmuştunuz. Bu gün de böyle buyuruyorsunuz."
    —"Evet öyle idi. Fakat şimdi ben böyle istiyorum" dedi.
    Oğullarının bunu kabûl etme hakkında durakladıklarını görünce;
    —"Eğer böyle yapmasanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına defnediniz. Bu da olmazsa şehrin hâricinde bir bahçede benim mezârımı yapınız. Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zamanda nişânı kalmasın" buyurdu.
    Hazreti İmam kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip;
    —" Serbestsiniz. Nereye münâsip görürseniz, oraya defnediniz" buyurdu. Vefat ettiği safer ayının yirmi dokuzunda salı günü, gece ken-dine hizmet eden hizmetçilerine;
    —" Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir" buyurdu. Gecenin sonunda:
    —" Bu gece de bitti, sabah oldu" buyurdu. O günün işrak zamanında; "Bevl edeceğim, bir leğen getirin" buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum yoktu.
    —"İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir" buyurdu. O en nâzik zamanda da, en ince hususlara dikkat edip, bevl etmedi ve;
    —"Bu leğeni kaldırıp, beni de yatağıma yatırın" buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhâmı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Saîd, babasının sık sık nefes aldığını görünce;
    —"Hâl–i şerîfiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti.
    —"İyiyim ve kıldığım o iki rek'at namaz kâfidir" buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allâhü Teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etti. Peygamberlerin büyüklerininçoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da Peygamberlerin serverine (s.a.v.) tâbi oldu. Vefâtı bin–otuzdört senesi, Safer ayının yirmisekizi, güneş hesâbı ile yirmidokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.
    O ay yirmidokuz gün idi. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vefât ayı olan Rabî'ul–evvel ayının ilk gecesi, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hu-zûruna kavuştu. Hastalık ve hummâ çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmışüç gün idi. Hadîs–i şerîfde; "
    "Bir günlük hummâ bir senenin keffâretidir." buyuruldu. Çektikleri hastalık, bu hadîs–i şerîfin ma'nâsına uygun oldu. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin nûrlu bedeni yıkama tahtasının üzerine koyulup, elbiseleri soyulunca, orada olanların hepsi de gördüler ki, Hazret–i İmâm, namazda olduğu gibi ellerini bağladı. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet böyle mütebessim olarak kaldı. Hattâ orada olanlar feryâd ettiler.
    Yıkayıcı, mübârek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orda bulunanlar, velîlik kuvvetinin bir alâmeti olarak, zaîf bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmesi îcâbederdi. Latîf elleri mum ve tâze gül yaprağı kadar tâze idiler. Bununla berâber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Böylece iki–üç defâ vâki oldu. Nihâyet ordakiler, bunda derin bir ma'nâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Saîd;
    —"Mâdem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım" bu-yurdu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadîs–i şerîfde; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allâhü Teâlânın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ih-sân eyler. O'nun ihsânı boldur.
    VEFATINDAN SONRA...
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin cenâze namazını, oğlu Hâce muhammed Saîd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan pâdipâhı Şâh–i Zamân, kabri üzerine büyük ve çok san'atlı bir türbe yaptırdı. Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine çok şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun vefâtına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim–i Kişmî şöyle anlatır.
    —"Vefât ettiği günün akşamı şehrin kenarında virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın rûhâniyeti gözüküp; "Sabretmek lâzım" buyurdu. Binlerce kırıklık ve perişanlık içinde;
    —"Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?" dedim.
    —"İbrâhim aleşhisselâma uymayı yerine getirmek lâzımdır" buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divâneliği arttı, ızdırâbımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım."
    Büyük oğlu Muhammed Sa'îd buyurdu ki:
    —"Yüksek babamı, vefatından sonra rü'yâda gördüm. Allâhü Teâlânın kendisine verdiği büyük ni'metlerden tam neş'e ve sevinçle an-latıyordu ve bununla iftihâr ediyordu. Kendisine;
    —"Canım babacığım, şükr makâmından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?" diye arzettim.
    —"Evet, beni de şükredenlerden eylediler" buyurdu. Arzettim ki, Kurân-ı kerîmde meâlen; "Şükreden kullar azdır" (Sebe'–13) buyuruluyor. Bu âyet–i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, Peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygamberlerin en büyük eshâblarıdır. Ebû Bekr–i Sıddîk (r.a.) gibi deyince;
    —"Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler" buyurdu.
    Hâce Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki:
    —"Babamın vefâtından sonra rü'yâda gördüm. Münker ve Nekîr'in suâli nasıl geçti? diye sordum. Buyurdu ki:
    —"Allâhü Teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilhâm edip; "Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek" buyurdu. Arzettim ki: "Ey Allahım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar" dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi." Tekrar;
    —"Kabir sıkması nasıl geçti?" diye sordum. "Oldu, fakat çok az oldu" buyurdu.
    ÇOCUKLARI:
    1– Hâce Muhammed Sâdık: Büyük oğlu olup, daha küçük yaşta ta-savvufda yüksek hâllere kavuştu. Onsekiz yaşında iken zâhirî ilimleri bi-tirip, ders vermeye başladı. Tasavvufda en yüksek dereceye ulaştı. Yirmidört yaşında iken 1025 (M. 1616) senesinde tâûn, vebâ hastalı-ğından vefât etti.
    2– Hâce Muhammed Saîd: Babasının huzûrunda ilim öğrenip, onyedi yaşında aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tatlı sözlü ve alçak gönüllü olup, dünyâya hiç kıymet vermezdi. Hadîs ve fıkıh ilimlerinde, yüksek derecede âlim idi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu oğluna icâzet ve hilâfet verip; "Muhammed Saîd, Ulemâ–i râsihîndendir (ilmini nübüvvet kaynağından alan âlimlerden)" buyurdu. Bu oğlu 1070 (M. 1660) senesinde vefât etti.
    3– Muhammed Ma'sûm: Hindistan'da yetişen İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde pek yüksek derecede idi. O doğunca, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri; "Muhammed Ma'sûm'un dünyâya gelişi bizim için pek bereketli ve pek mübârek oldu" buyurmuş-tur.
    Babası onu aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecede yetiştirmiştir. Ona; "İlim tahsîlini çabuk bitir ki, seninle işimiz vardır" buyurmuştur. Muhammed Ma'sûm (k.s.) daha ondört yaşında iken babasına; "Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan ay-dınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur!" diyerek hâlini babasına arzetmiştir. Bunun üzerine babası İmâm–ı Rabbânî ona; "Sen zamânının kutbu olursun" buyurarak müjde vermiştir. Muhammed Masûm, daha sonra bu husûsu şöyle belirtmiştir: "Allâhü Teâlâya hamdü senâlar olsun. Va'dedilen ele geçti. Müjdelere kavuştum!" Muhammed Masum (k.s.) 1079 (M. 1667) senesinin Rabî'ul–evvel ayının yedinci günü vefât etti.
    4– Muhammed Ferrûh: Daha çok küçük iken feyz ve nûrlara kavuş-muş, küçük yaşta, tâûn hastalığından 1024 (M. 1615) senesinde vefât etmiştir.
    5– Muhammed Îsâ: İsmi, Îsâ aleyhisselâmın ismine izâfeten Îsâ kon-muştur. Birgün İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri "Tâhâ" sûresini dinli-yordu. Buyurdu ki: "Îsâ aleyhisselâmı gördüm. meclisimizde idi. Bana; "Senin bir çocuğun dünyâya gelecek, ismini benim ismimden koyunuz" dedi. Doğunca ismini Muhammed Îsâ koydular. Dört yaşına gelince hâ-rikaları, kerâmetleri görülmeye başladı. Bu oğlu da M. Ferrûhile aynı gün tâ'ûn hastalığından vefât etti.
    Vebâ (tâ'ûn) hastalığının yaygın olduğu günlerde, iki oğlu Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ hastalandılar. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu iki kardeşi birbirinden ayrı yerlerde yatırın dedi. Muhammed Ferrûh'u cemâathâne odasında, Muhammed Îsâ'yı ise, içerdeki odada yatırdılar. Muhammed Îsâ vefât etti. "Muhammed Ferrûh da ağırdır. Kardeşinin vefâtını ona haber vermeyelim" dediler. Bu sırada Muhammed Ferrûh; "Ey kardeşim, vefâsızlık ettin, benden evvel gittin" dedi. Mevlânâ Abdülhay orada idi. "Baba, kime söylüyorsun?" dedi. "Muhammed Îsâ'ya söylüyorum. Ahırete gitmede benden evvel davrandı" cevâbını verdi. Mevlânâ Abdülhay, "Muhammed Îsâ içerideki odadadır. Onun vefât ettiğini nereden bildin?" deyince, Muhammed Ferrûh; "Meleklerin onu gasl ettiklerini görüyorum" dedi. Aynı gün akşam Muhammed Ferrûh da vefât etti.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Mevlânâ Sâlih'e gönderdiği bir mektupda (Birinci cild, 306'ncı mektup), tâ'ûn hastalığından küçük yaşta vefât eden oğulları için kısaca şöyle yazıyor:
    "Kardeşim Molla Sâlih! Serhend'de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum Muhammed Sâdık (r.a.) iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ birlikte âhirete gittiler. "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn." Allâhü Teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabr etmek gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra bu belâdan râzı olmayı nasîb eyledi.
    Beyt:
    "Beni incitsende, yüz çevirmem yine,
    Sabretmek tatlı olur sevgili elemine."
    Sekiz yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve harikaları gö-rünen Muhammed Îsâ'dan ne bildireyim! Her üçü de, nefis birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi. Allâhü Teâlâya hamd olsun ki, bu emâ-netleri râzı olarak sâhibine teslim eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine, bizi onların sevâbından mahrum bırakma! Onlardan sonra bizleri fitneye düşürme!"
    6– Ümmü Gülsüm: İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin kerîmesi, kızı olup, iffet hazînesi idi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birgün çocukları ile evde oturuyorlardı. Kerîmeleri Ümmü Gülsüm o zaman yedi yaşında idi. Odaya girdi ve annesine;
    —"Vah vah! Siz Allahdan gâfil hâlde oturuyorsunuz" dedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ona;
    —"Bîbî! Sen Allâhü Teâlâyı unutmamak hâlini nereden aldın?" bu-yurdu.
    —"Siz perde arkasından, filân hanıma zikr telkîn ediyordunuz. Ben de perde arkasında olan o hanımefendinin yanında idim. O günden beri benim kalbim zikrediyor. Dâimâ, Allah Allah diyor. Allâhü Teâlâyı bir an unutmuyorum. aynı zamanda kalblerde olanları da biliyorum. Kimi görsem, kalbindekini bilirim" dedi. kardeşlerinden birgün sonra, ya'nî Rabî'ul-evvelin sekizinci günü o da vefât etti. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin bu kızından başka iki kızı daha vardı. Bunlardan biri, ba-basının sağlığında vefât etti. Diğeri de Kâdı Abdülkâdir'le evlendi.
    7– Muhammed Eşref: İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin oğulların-dan olup, babasının sağlığında, süt emmekte iken vefât etti.
    8– Şâh Muhammed Yahyâ: İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin en küçük oğludur. Bu oğullarına Şâh lakabını vermesinin sebebi; Şâh İskender–i Kâdirî'nin bu çocuğa, daha çok küçük yaşta teveccüh edip, inâyet nazarları ile hâlini süsleyip, kendi dedelerinin âdeti üzere, bu gözbebeğine Şâh ismini vermiş olmasıdır. Yahyâ ismini vermelerine ge-lince; bu oğlu dünyâya gelmeden önce, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine şöyle ilhâm olundu: "Evinde bir çocuk dünyâya gelecek, senin ismini ihyâ edecek, yaşatacaktır." Dünyâya gelince, o müjde sebebi ile ismini; ihyâ eden ma'nâsına Yahyâ koydu.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, dâimâ bu Velâyetin gözbebeğinin yaradılışının ve kâbiliyetinin yüksekliğinden bahsederlerdi. Hattâ bu göz nûru, Hazret–i İmâm'ın bereketli terbiyeleri ile sekiz dokuz yaşlarında iken Kur'ân–ı kerîmi ezberledi. Daha çok küçük yaşta, kendisinde ilim tahsîline karşı öyle bir rağbet ve muhabbet görülüyordu ki, üstâdına yaptığı râbıtalar ve bu esnâdaki müşâhedeler, hiç bir çocukta görülmüş ve duyulmuş değildir. İmâm–ı Rabbânî, Ecmîr seferinden dönerken, hizmetçilerinden birkaçı, Şâh Muhammed Yahyâ'yı, Hazreti İmâm'ı karşılamak için iki üç konak ileriye götürdüler. Hazret–i İmâm'ın huzûruna geldi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, dört gün sonra Serhend'e geleceklerini söyledi. Oğlu Serhend'e dönmek için babasından izin istedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri;
    —"Dönmek için neden bu kadar acele ediyorsun. Yoksa bizi özle-medin mi?" buyurdu.
    —"Burada kalırsam derslerim kalır ve filân arkadaşım beni geçer. Bunu istemem. Hocamı da özledim" dedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri çok memnûn oldu ve;
    —"Evet, ne için böyle olmasın ki, âlimler tabakasındandır, sâlihler ve hâfızlar hânedânındandır" buyurdu ve izin verdi.
    Şâh Muhammed Yahyâ babasının vefâtından sonra, yüksek ağabey-lerinin bereketli terbiyeleri ile, aklî ve naklî ilimleri tamâmen öğrendi. Tam bir kuvvet ve kudretle ilim kürsüsüne oturup, en zor kitaplardan ders okutmaya başladı. Allah'dan başka her şeyden vaz geçip, lüzumsuz hiçbir şey yapmayıp, vakitlerinin kıymetini bilip, sünnet–i seniyyeye uyup, bu büyükler yoluna tam riâyet edip, bu yolda devâm etti. Öyle ki, temizliğin ve ma'nevî nisbetin vârisliği, temiz alnından belli olurdu. Boyu, gözleri, kaşları, yürüyüşü, yüksek babasına çok benzerdi. Makbûl ve sevgili olmasının alâmetlerinden biri de, Hâce Bâkî–billah'ın büyük oğlu Hâce Muhammed Abdullah'ın kızının, bu Velâyet sedefinin nikâhı altına girmesidir. 1037 (M. 1627) senesinde onbeş yaşında idi ve "Mutavvel" okuyordu.
    Zâhirî ilimlerden sonra, yüksek ağabeylerinin yanında tasavvuf yo-lunda ilerledi. Kemâl ve ikmâl derecelerine kavuşup, mürşid–i kâmil–i mükemmil oldu. Yüksek keşf ve ma'rifetler sâhibi oldu. Bir kısmını kalem dili ile, Hazret–i Urvet–ül Vüskâ İmâm Ma'sûm'a arzetti, doğruluklarını sordu. Mektûbât–ı Ma'sûmî'de bunlar vardır.
    Yüksek ağabeyleri, Haremeyn–i şerîfeyni ziyârete gidince, bu da onlarla berâberdi. O mübârek yerlerin feyz ve nûrlarından çok nasîb aldı. 1098 (M. 1687) de vefât etti. Tegannînin haram olduğuna daîr bir risâlesi vardır. (Tegannî; Kur'ân–ı kerîmi ve ezânı, hareke veyâ harf katacak veyâ hafleri değiştirecek şekilde, müzik perdelerine uyarak okumaktır.)
    Şâh Muhammed Yahyâ'nın iki oğlu kaldı. Biri Şeyh Ziyâeddîn, diğeri Şeyh Fakîrullah idi. Bunların ikisi de zâhir ve bâtın kemâllerine kavuş-muşlardı. Mektuplarından birkaçı Gülşen–i Vahdet'de vardır.
    TALEBELERİ
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri irşâd makâmına geçip, insanları ir-şada, doğru yolu anlatmaya başlayınca, insanlar dünyâ kazançlarını bı-rakıp, yakın – uzak her yerden karınca ve çekirge sürüleri gibi huzûruna üşüştüler. Onun bereketiyle, dünyâda bir benzeri daha bulunmayan ve büyük bir ni'met olan ders halkaları ve sohbet meclisleri kuruldu. İslâmiyetin zayıf, kâfirlerin gâlip olduğu bir zamanda, binlerce gayr–i müslim İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin huzûrunda müslüman oldu. Nice fâsık ve fâcir, haramlara dalmış felâket içinde olan günahkâr kim-seler, onun sohbeti ile hidâyete kavuşmuş, hâllerini düzeltip, takvâ sâhibi ve ibâdet eden kimseler olmuşlardır.
    Dünyânın her yerinden, uzaktan–yakından pekçok insan, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini rü'yâda ve uyanıkken görüp, aşk ve muhabbetle huzûruna koşmuşlardır. Âlimlerden, sâlihlerden, zengin ve fakirlerden pek çok kimse böylece huzûruna gelip, sohbetiyle şereflenmişler, ondan feyz almışlardır.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, huzûruna gelip, sohbetinde toplanan herkese teveccüh eder, feyz verir ve tasavvufta üstün hâllere ka-vuştururdu. Elinde tövbe edip, ona talebe olanların sayısı yüzbinlerin üstündedir. Seçkin talebelerini insanlara doğru yolu anlatmak üzere çeşitli memleketlere göndermiş ve talebeleri vâsıtasıyla oralara da feyz vermiştir.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından bir kısmı şu zâtlardır:
    Muhammed Sâdık: Büyük oğludur. Babasının sağlığında 1025 (M. 1616) senesinde vefât etmiştir.
    MuhammedSaîd: Yüksek haller, güzel ahlâk ve temiz ameller sâhibi ikinci oğludur.
    Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî: Üçüncü oğlumürşid-i kâmil idi.
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebeleri arasında, en meşhur halîfeleri şu zâtlardır.
    1-Mir Muhammed Nu'mân, 2- Şeyh Tâhir-i Lâhorî, 3- Bedî'uddin Sehâren Pûrî, 4- Nûr Muhammed Pütnî, 5-Hamîd-i Bingâlî, 6- Şeyh Müzzemmil,7- Şeyh Tâhir Bedahşî 8- Mevlânâ Ahmed Berkî, 9- Mevlânâ Kâsım Ali, 10- Mevlânâ Yûsuf Semerkandî, 11- Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbî,12- Mevlânâ Muhammed Sıddîk Kişmî, 13- Şeyh Abdülhayy, 14- Mevlânâ yâr Muhammed Telkânî, 15- Mevlânâ Hasen-i Berkî,16- Şeyh Abdülhâdî, 17- Şeyh Hacı Hıdır Efgân, 18- Şeyh Yûsuf-i Berkî,19- Şeyh Münibullah, 20- Mevlânâ Ahmed Deybenî, 21- Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî, 22- Şeyh İshâk Sindi, 23- Mevlânâ Abdülvâhid Lâhorî,24-Mevlânâ Emânullah Lâhorî, 25- Muhammed Sâdık Bedahşânî, 26-Yâr Muhammed Kadîm, 27-Mevlânâ Kâsım Ali, 28- Âdem Bennûrî, 29- İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) menkıbelerini anlatan " Zübdet-ül-makâmât" kitabını yazan ve Mektûbât'ın üçüncü cildini toplayan meşhur talebesi Muhammed Hâşim-i Kişmî, 30- Yine hayatını ve menkıbelerini anlatan " Hadarât-ül-Kuds" kitabını yazan,meşhûr talebesi, Bedreddîn Serhendî en meşhûr talebelerindendir.
    Yüksek talebelerinin, insanlara zâhiri ilimleri ve bâtınî ma'rifetleri öğretmeleri için her tarafa gönderdi. Meselâ; Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ Muhammed Sıddîk-i Bedahşî, Şeyh Müzzemil Mevlânâ Tâhir-i Bedahşî, Mevlânâ Ahmed-i Deybenî, Kerîmüddin-i Baba Hasen-i Ebdâlî, Hasen-i Berkî, Mevlânâ Abdülhayy-i Belhî, Mevlânâ Hâşim-i Kişmî, Mevlânâ Bedreddîn-i Serhendî, Yûsuf-i Berkî, Hâcı Hıdır Efgân, Hâce Muhammed Sâdık-i Kâbilî, Mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm-i Talkânî ve diğerleri.
    Bu zâtlar İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) seçkin talebelerindendir. Bunların sohbetinden milyonlarca insan feyz alarak, Velâyet makâmına kavuşmuşlardır. Bu yüksek talebelerinden çok yüksek müjdeler vermiş ve insanların bu seçkin zâtların sohbetlerine kavuşmalarını teşvik eylemiştir. Talebesinden ba'zılarını velâyet ve kutubluk makâmı ile müjdelemiştir.
    Nûr Muhammed Pütnî (k.s.) talebesinin büyüklerindendir. Bunun hakkında;
    —" O, ricâ-ül-gaybdendir. Ya nükabâdan, yâhud nücebâdandır." buyurdu.
    Bedî'üddîn-i Sehârenpûrî (k.s.) Rü'yâda Peygamber Efendimizden (s.a.v) çok inayet ve iltifatlara kavuştu. Kendisine;
    —"Sen Hindistan'ın sirâcısın=kandilisin" buyurdu. Zamânın kutbu olmak saâdetine de kavuştu.
    Mevlânâ Ahmed Berkî (k.s.) Bir hafta içinde bütün sülûk konaklarını geçmiştir. Bu da memleketinin kutbu olma şerefine nâil olmuştur.
    Mevlânâ Muhammed Tâhir-i Lâhori (r.aleyh) kendi memleketinin kutbu olmakla şereflendi. Allâhü Teâlâ kendisine;
    —" Senin teveccüh ettiklerinin hepsini Cehennem ateşinden halâs ettim ve sana talebe olanı bağışladım" diye ilham eyledi.
    Seyyid Âdem-i Bennûrî (r.aleyh) Daha ilk teveccühde ve hattâ telkin ânında, talebeyi tasavvufda Fenâ-i kalb makâmına ve nisbet-i hâssaya ulaştırırdı. Allâhü Teâlâ tarafından kendisine husûsî bir tarz ve yol ihsân edildi. Bu yola " Ahseniyye" denmiştir. İşte bu yol ile insanları Allâhü Teâlâya yaklaştırıyordu. Bu beşâreti, müjdeyi, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, şu sözleri ile kendisine verdiler:
    —" Size, bizden istifâde ettiğinizden daha çoğu gaybi olarak veri-lecektir. Sizin yolunuza tevessül (vesile) eden, mağfiret olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül edenler, sizin yolu-nuzda gidenler, kıyâmet gününde o sancağın altında rahat ve gölge olurlar." Dörtyüzbinden fazla kimse huzûrunda tövbe etti. Bin tane kâmil talebesi vardı. Seyyid Ahmed, Medine-i Münevvereye gidince, Resûlullah (s.a.v.) onun selâmını almış ve pek kimseye nasîb olmıyan müsâfeha etmek şerefine kavuşmuştu. O sırada;
    —" Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!" diyerek bir ses duyuldu ve hakikaten, Medine-i Münevverede vefat etti.
    Seyyid Muhammed Nu'mân Bedahşî (k.s.) de yüksek talebelerinden idi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, bir mektubunda, Seyyid Muhammed Nu'mân Bedahşî'ye;
    —" Sizin kemâl hilâliniz, güneşin karşısında ondördüncü ay gibi oldu. Güneşe verilenlerin hepsi, ona aksetti" diye yazdı. Kutb olduğu kendisine müjdelendi. İrşadları çok fazla oldu. Yüzbinlerce insanı Allâhü Teâlâya yaklaştırdı. Zamânın pâdişahı, talebesinin çokluğundan korktu. Onu Dekken'den çağırıp yanında muhafaza eyledi. Buyurdu ki:
    —" Peygamber Efendimizi (s.a.v.) rü'yâda gördüm. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) O serverin yanında idi. Buyurdu ki: " Yâ Ebâ Bekr! Oğlum Muhammed Nu'mân'a söyle, Ahmed'in makbûlü, benim makbûlümdür ve Allâhü Teâlânın makbûlüdür. Ahmed'in merdûdünü, kabûl etmediğini ben ve Allâhü Teâlâ sevmeyiz." İmâm Ahmed Rabbânî'nin (k.s.) makbulle-rinden olduğum için, bu müjdeyi duyunca, büyük bir sürûra kapıldım. Bu huzur içerisinde iken şöyle buyurdular:
    —"OğlumMuhammed Nu'mân'a de ki: Senin makbûlün, Ahmed'in(İmâm–ı Rabbânî'nin) makbûlüdür. Onun makbûlü, benim ve Allâhü Teâlânın makbûlümüzdür. Senin merdûdün, kabûl etmediğin Ahmed'in, benim ve Allâhü Teâlânın merdûdüdür."
    ESERLERİ
    1– Mektûbât: İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin mektû-bâtı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır. Mektûbât, üç cild olup, beşyüzyirmialtı mektubunun toplanmasından meydâna gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun ma'rifetlerini açıklayan uçsuz bir deryâ gibi eşsiz bir eserdir.
    Mektûbât'ın birinci cildi 1025 (M. 1616) senesinde talebelerinin meşhûrlarından Yâr Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânî tarafından top-lanmıştır. Birinci cildde üçyüzonüç (313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Hâşim-i Kişmî'ye yazılmıştır. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca;
    —"Muhammed Hâşim'e gönderilen bu mektupla resûllerin, din sâhibi Peygamberlerin ve Eshâb-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç-yüzonüç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.
    İkinci cildi ise 1028 (M. 1619) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütnî tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esmâ-i hüsnâ ya'nî Allâhü Teâlânın Kur'ân-ı kerîmde geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksandokuz (99) mektup vardır.
    Üçüncü cild de İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin vefâtından sonra 1040 (M. 1630) senesinde talebelerinden Muhammed Hâşim–i Kişmî tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'ân–ı kerîmdeki sûrelerin sayısınca yüzondört (114) mektup vardır. Her üç cilddebeşyüzyirmialtı (526) mektup vardır. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin vefâtından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilâve edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmuştur.
    Mektûbât'daki mektupların birkaçı Arabî, geri kalanların hepsi Fârisîdir. 1392 (M. 1972) senesinde, Pâkistan'da Karaşi'de (Edeb Menzil, Sa'îd Kompani) de Gulâm Mustafa Hân tarafından, üç cildi iki kitap halinde ve hâşiyesinde açıklamalar olarak, gâyet okunaklı ve nefis basılmıştır. Bu Fârisî baskının, 1397 (M. 1977) senesinde İstanbul'da, ofset baskısı yapılmıştır. Muhammed Murâd Kazânî Mekkî tarafından 1302 (M. 1884) yılında Arabîye tercüme edilerek, "Dürer-ül-meknûnât" adı verilmiş, 1316 (M. 1898) da Mekke–i mükerremede Miriyye matbaasında basılmıştır. 1382 (M. 1963) de, İstanbul'da da ofset yolu ile birinci hamur kâğıda gâyet nefis basılmıştır. İmâm–ı Rabbânî'nin (k.s.) ve oğlu Muhammed Ma'sûm'un (k.s.) (Mektûbât) kitapları, Müstekîm–zâde Süleymân Efendi tarafından Farsçadan Türkçeye, (Osmanlıcaya) tercüme edilip, 1277 (M. 1860) senesinde taşbasması yapılmıştır.
    İmâm–ı Rabbânî Haazretleri'nin mübârek oğlu Muhammed Ma'sûm–i Serhendî'nin yetiştirdiği, yüzlerce evliyânın meşhurlarından olan Muhammed Bâkır Lâhorî, 1080 (M. 1668) de "Mektubât'ı Fârisî olarak hülâsa edip, özetleyerek "Kenz–ül–hidâyât" ismini vermiştir. Bu eser yüzyirmi sahife olup, içinde yirmi başlık vardır. 1376 (M. 1957) senesinde Lâhor'da basılmıştır.
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin büyük talebelerinden Muhammed Hâşim–i Kişmî şöyle anlatır:
    —"Hocamın zamânında yaşayan ve derin âlim olan bir zât bana: "Senin hocanın risâleleri ve mektupları olduğunu duydum, fakat görme-dim" dedi. Ben de İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin bir mektubunu, o dindar âlime okudum. Dinlerken zevkinden coşup, ellerini kaldırdı. Bir müddet duâ etti ve şöyle dedi;
    —"Ya Rabbî! Bu muazzam şeyhe dâimâ selâmet ver!" dedi, sonra bana; "Bid'atlarla dolu bu bozuk zamanda kalb kararıyor, paslanıyor. Senin yüksek hocanın sözleri o pasları sildi, kalbimi cilâlandırdı"
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri şöyle nakleder: "İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
    —"Bütün yazılarımızı, âhır zamanda gelecek olan Hazret–i Mehdî'nin okuyacağı ve hepsini makbûl bulacağı bize bildirildi."
    Bazı alimler Mektubat-ı Şerife için: "Kur'ân–ı kerîm'den ve hadis ki-taplarından sonra, İslâmda yazılmış kitapların en üstünü Mektûbât'tır" demişlerdir.
    Diğer eserleri :
    2– Redd–i revâfız.
    3– İsbâtün–nübüvve
    4– Mebde've Me'âd,
    5– Âdâbül–mürîdîn,
    6– Ta'lîkât–ül–Avârif,
    7– Risâle–i tehlîliyye,
    8– Şerh–i Rubâ'ıyyât–ı Abdül–Bâkî,
    9– Meârif–i ledünniye,
    10– Mükâşefât–ı gaybiyye,
    11– Cezbe ve sülûk risâlesi.
    MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
    İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri,i 260'ıncı mektubun son kısmında şöyle buyurdu:
    ... Kutb-i irşâd, Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesiyle ay-dınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları bütün dünyaya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar herkese; rüşd, hidâyet, imân ve ma'rifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni'mete kavuşamaz. Onun hidayetinin nûrları, bir okyanus gibi, bütün dün-yayı sarmıştır. O deryâ, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz . O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud o, kimi sever ve onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlasına göre, o deryâdan kalbi feyz alır. Birkimse bu zâtı hiç bilemese de Allâhü Teâlâyı ihlaslazikreder se, yine ondan feyz alır. ...
    Birinci cild, 193'üncü mektuptan:
    ... Âkıl ve bâliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazifesi; Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Allâhü Teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevâb versin! Âmin. Kıyamette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine imana bağlıdır.
    .....İ'tikâdını düzelttikten sonra; helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, men-dûp ve mekruh olan şeyleri defıkıh kitablarından öğrenmek ve her işi bunlara göre yapmak lazımdır.
    .....İslâmiyete yardım için, bugün az bir şey vermek, binlerce altın ver-miş gibi kıymetli olur.
    .....İslâmiyetin emirlerini bildirmek için, hârika işler yapmak, kerâmet sâhibi olmak şart değildir. Bilenlerin, bilmeyenlere İslamı öğretmeleri lâzımdır. Elimde gücüm kuvvetim yoktu da, İslâmiyetin yasak ettiği şeylerin kötülüklerini söyliyemedim diyerek, özür ve bahâne ileri sürmek, kıyâmetde insanı azabdan kurtaramayacaktır.
    SÖZLERİNDEN...
    "Edebi gözetmek, zikirden üstündür. Edebi gözetmeyen, hakka ka-vuşamaz."
    "Ehlin gönlü için (âilenin gönlünü almak için) günah işlemek ahmak-lıktır."
    "Eshâb-ı kirâm sohbet ile yükseldi. Eshab-ı kirâm dini bildirenlerdir."
    "Eshâb-ı kirâma dil uzatan dini yıkar. Eshâb-ı kirâmın imânda ayrılık-ları yoktur."
    "Kalbin tasfiyesi (temizlenmesi); İslâmiyete uymakla, sünnetlere ya-pışmakla, bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve rehberi ( doğru yolu gösteren âlimi) sevmek bunu ko-laylaştırır."
    "Malı zarardan korumanın ilacı, zekât vermektir."
    "Mâsivâ, mahlûklar demektir. Akla hayale gelen, düşünülen, görülen herşey mâsivâdır."
    "Mekruhtan sakınmak ve bir edebi gözetmek; zikrden, fikirden ve murâkabeden daha fâidelidir."
    " Mübahları gelişi güzel kullanan, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüphelileri yapmakta harama yol açar."
    "Nefse günahlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır."
    "Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emretmek ister."
    "Nefs-i emmâreyi yıpratmak, azgınlığını önlemek için dine uymaktan başka çâre yoktur."
    "Şeytan, (Allâhü Teâlâ rahimdir afveder.) diyerek insanı günah işle-meğe sürükler. Hâlbuki kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmaya-caktır."
    "Şeytan, kötülükleri iyilik şeklinde gösterip insanları aldatır."
    "Şöhret, âfettir."
    "İstemek, kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yıkılmak da kavuşmanın başlangıcıdır."
    Dünyaya düşkün olmamanın ilacı İslâmiyete uymaktır."
    "Bu zamanda dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakikaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, âhirette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük ni'mettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hudûdundan dışarıya taşmamakla olur."
    "Rü'yâlar güvenilecek şey değildir. Uyanık iken ele geçen kıymetli-dir."
    "Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır. İşlerin en kıymetlisi sâhibine hizmet etmektir. (Ya'nî Allâhü Teâlâya ibâdet ve tâat etmektir."
    "Allâhü Teâlânın hayırlı işlerde kullandığı kimselere müjdeler olsun!"
    "Mâlâya'nî (boş şeyler) ile vakit geçirmek, Allâhü Teâlâdan uzaklaş-maya işârettir."
    "Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmiyet bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun olarak yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyunla ve eğlence ile geçir-memek için uyanık olunuz."
    "İnsanlar riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emr ettiği kadar yemek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha fâidelidir."
    "Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan dahafâidelidir."
    "Şefâatçı aramak tövbenin bir parçasıdır."
    Beyt:
    "Kendinden haberi olmayan kimse, Nerede kaldı başka şeyleri bile."
    "Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir."
    "Ölülere dua ve istiğfâr etmekle ve onlar için sadaka vermekle, im-dâtlarına yetişmek lâzımdır."
    "Câhillerin, büyüklere dil uzatmalarına sebeb olmayınız! Her işinizin İslâmiyete uygun olması için, Allâhü Teâlâya yalvarınız."
    "Gönül dalgınlığının ilâcı; gönlünü Allâhü Teâlâya vermiş olanların sohbetidir."



  4. #24
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: silsile-i sadat ın hayatları

    24. Hace Muhammed Masum (k.s.)

    Silsile-i Sâdâtı Nakşibendiyye-i âliyye' nin yirmi dördüncü halkasıdır.
    Müceddid-i elf-i sâni İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin üçüncü oğludur. Mecdüddîn ve Urvet-ül-vüskâ lakabları ile meşhurdur.Mîlâdî 1599 (Hicrî 1007) senesinde Hindistan'ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkiinde doğdu.
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri doğduğu zaman babası;
    —"Muhammed Ma'sûm'un dünyaya gelişi, bizim için çok bereketli ve pek mübârek oldu. Onun doğmasından bir kaç ay sonra yüksek hocamın (Muhammed Bâkî Billah'ın) huzûruna kavuştum, ona talebe oldum. Gördüklerimi orada gördüm." buyurmuştur. Daha üç yaşında iken, tevhîd kelimesini söylerdi. Kurân-ı Kerîm'i kısa sürede ezberledi. İlim tahsil ettiği sırada, on bir yaşında iken, rabıta, zikr ve murâkabe yolunu babasından aldı. İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.) onun hakkında;
    —"Muhammed Ma'sûm'un günden güne ân-beân bizim nisbetimizi elde etme hâli; dedesinin yazdığı Vikâye kitabını, o yazdıkça arkasından ezberleyen Şerh-i Mevâkıf sâhibinin hâline benzer." buyurdu. Babası İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.) yine onun için;
    —"Bu oğlum, sâbikûndan (bu ümmetin büyüklerinden) dir." buyurdu.
    Daha küçük iken, babası onda tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İstidâdının yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip, istidâdının altında gizli kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Buyurdu ki:
    —"Hâl, ilimden sonra olduğu için, ilim okumaktan başka çâre yoktur." Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmağa başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak yaprak okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri , ilim tahsîline başladı. İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.) ona;
    —"İlim tahsîlini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır." buyu-rurdu. Daha on dört yaşında iken babasına;
    —"Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur." diye arzedince, babası;
    —"Sen zamanın kutbu olursun." buyurarak müjde verdi. Nitekim daha sonra bunu kendisi şöyle belirtmiştir:
    —"Allâhü Teâlâya hamdü senâlar olsun. Vaad edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum."
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri , ilminin çoğunu babasının hu-zûrunda öğrendi. Bu tahsîli sırasında İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.) bir mektubunda onun hakkında şöyle yazmıştır:
    —"Bu günlerde oğlum Muhammed Ma'sûm , Şerh-i Mevakıf'ı bitirdi. Bu arada Yunan felsefecilerinin kusur ve hatalarını iyi anladı. Nice fay-dalara kavuştu. Allâhü Teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve senâlar olsun."
    İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Muhammed Sâdık'tan ve baba-sının halîfelerinden olan büyük âlim Muhammed Tâhir-i Lâhorî'den öğ-rendi. Ayrıca başka âlimlerden deilim öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet aldı.
    On altı yaşında iken, bütün ilimlerin tahsîlini bitirdi. Bundan sonra tamâmen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makâmlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu. Kendisinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür harcayarak elde ettiklerini, o daha çocukluğunda elde etti. Bu durumu kendisi şöyle ifâde etmiştir:
    —"Bu fakîr (yani Muhammed Masum) o sır denizlerinin dalgıcı ol-dum. O yüksek efendim, (İmâm-ı Rabbânî), dâimâ bu fakîrin hâlini kon-trol ve teftiş ederdi. İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyu-rurdu. Gizli hakîkatleri beyan eyledikleri zaman bu fakirden başkası, şerefli huzurlarında yoktu. Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât eylediler. Yüksek hâllere kavuştuğum müjdesini verdiler. Allâhü Teâlâya bunun ve verdiği nîmetler için hamd ü senâlar olsun."
    Muhammed Masum Hazretleri istidatlarının çok yüksek oluşunun icâbı olarak"Muhammediyyü'l meşreb" idiler. İlim tahsillerini 16 yaşla-rında ikmal ettiler. Yüksek babaları âhir ömürlerinde müridlerinin terbi-yesini kendilerine havale ederek haklarında hayır dua eylediler ve cahiller ile sohbetten sakınmalarını tenbihlediler.
    (Kutbiyyet) makâmına ve (Kayyûmiyyet) mansıbına, yüce pederinden müjdeler almış idi. Tarîk-i Ahmedînin nisbetini, pederinin teveccühle-rinden, bütün âleme yaymış idi. Uzak memleketlerden kendine bağlı olanlara, filân (Velâyet-i Mûseviyye)ye kavuşmuşdur, filân (Velâyet-i Muhammediyye) ile şereflenmişdir diye bildirirdi. Müridlerinin sayısı Dokuzyüzbin kişiye vardığı, yüzkırkbin talebesini Velâyet mertebesine, yedibin müridini hilâfet makâmına çıkardığı rivayet edilmektedir. Hizmetlerinde ve huzûr-ı âlîlerinde, tâlibler ba’zan bir ayda, ba’zan bir haftada kemâlât-i velâyete erişirlerdi. Ba’zılarını, bir teveccühde, ma-kâmların hepsine ulaşdırırlardı.
    Hindistan'dan Haremeyn-i Şerîfeyn'e (Mekke ve Medine'ye) gidişle-rinde, gerek arap kavminden ve gerekse diğer milletlerden yüzlerce insan ondaki yüksek halleri görerekmüridleri halkasına dahil olmuşlardır.
    VAADİNİ YERİNE GETİR
    Muhammed Masum (k.s.) Hazretlerininmüridlerinden birisi ticaret ile meşgul olurdu. Bir defa yine ticaret için hayli mal aldıktan sonra bir gemiye binmişlerdi. Gemi fırtınaya tutularak batma tehlikesi ile karşı karşıya geldi. Bu tüccar:
    — "Eğer batma tehlikesinden kurtularak sâhil-i selâmete erişirsem Hazret-i Şeyhin dergâhına 1000 çeyrek altın vereyim." diye nezretti. Fırtına dindi ve gemi batmaktan kurtuldu. Tüccar, kurtulduktan sonra memleketine döndüğünde nezir olarak, Muhammed Masum Hazretlerine 500 çeyrek altın takdim etti.Cenâb-ı Şeyh buyurdular ki:
    — "Ölüm tehlikesi içindeyken 1000 çeyrek altın nezretmiştin, şimdi va'dini yerine getirmen lazımdır."
    O şahıs çok mahcup olup kusurundan dolayı istiğfar ederek 1000 çeyrek altını Hazret-i Şeyhe teslim etti.
    RESÜLÜLLAH İLE
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleribuyurdu ki:
    —"Peygamber Efendimizin mihrâbının yanında öğle namazını kılı-yordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün ve elemin tesiriyle ağlamaya başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde iken, Kabr-i Seâdetten, o temîz ve en güzel kokulu mezârdan etrâfa nûr sa-çılmaya başladığını gördüm. Peygamber Efendimiz tam bir heybetle o nûrlar arasında göründü. Mübârek kabrinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânın çokluğundan, benzerini hiç bir zaman görmediğim, sultanların tâcı ve hil'atı gibi, bir tac ve hil'atı bana giydirdi. Bu tac çok süslü ve kıymetliydi. O anda bana bildirdi ki:
    —"Mübârek vücûtlarına değen ve şimdi çıkarıp sana verdikleri bu hil'at diğerlerine benzemez." Görüyorum ki, Ravda-i Mutahharadan, gece gündüz devam üzere, bütün mahlûkâta nîmetler ve bereketler akıyor. Nitekim onun hakkında Kur'ân-ı Kerîmde Allâhü Teâlâ meâlen: "Biz seni ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik."buyuruyor.
    VASİYET
    İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.) ömrünün son günlerinde onu husûsi odasına çağırıp buyurdu ki:
    —"Benim bu dünyaya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazîfesi ve muâmelesi sebebiyle idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün mahlûkât tam bir şevk ile yüzünü sana dönüyor. Şimdi bu fânî dünyâda kalmak için sebeb bulamıyorum. Bu denî, aşağı ve hakîr dün-yâdan göç etmem yaklaştı."
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
    —"Bu fakîr bu gizli müjdeyi duyduğum halde, kalbim parçalandı. Gözlerim yaşla doldu. Büyük bir elem ve üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı. Bendeki bu değişmeyi görünce, şefkât ve merhametin çokluğundan bir müddet daha yaşayacağını işâret edip;
    —"Allâhü Teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur." buyurdu.
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleribabası İmâm-ıRabbânî (k.s.) Hazretlerinin vefâtından sonra, vaaz ve irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola dâvet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onun kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüzbin kişi ona talebe olup onun elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil, tam ve olgun bir âlim olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bazan bir ayda, bâzan bir haftada evliyâlık kemâlâtına ererlerdi. Bazılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.
    Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin yetiştirdiği Mürşid-i kâmil-lerden her biri, bulunduğu yerlerde insanlara feyz vererek, onları irşâd ettiler, hak ve hakikatları anlattılar. Böylece onun feyz ve mârifeti her tarafa yayıldı. Yapılan bu mükemmel hizmetler, îzâh edilemiyecek kadar umûmileşti ve asırlar sonrasına aksetti. İstanbul'a bile halifelerinden ge-lenler oldu. Talebelerinin meşhûrlarından olan Murâd-ı Münzevî hazret-lerinin kabri İstanbul'dadır.İstanbul'da medfûn bulunan üç büyük evli-yâdan biridir.
    HACDA GÖRDÜĞÜ HARİKALAR
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri1657 (H.1068) senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp mukaddes beldelere varınca buyurdu ki:
    —"Bu yerlerin her tarafını peygamber Efendimizin nûrları ile dolmuş buluyorum."
    Mekke ve Medîne'de bulundukları müddetçe, beyâna sığmâz hâller müşâhade eyleyip, bir kısmını yakınlarına anlatmıştı. Buyurdu ki:
    —"Mekke-i Mükerremeye geldiğim zaman tavâf-ı kudûm yaptım. Melekler ve hûrilerin Kâbe'yi tavaf ettiklerini, böyle şevk ve kavuşma hasretinin insanlarda olamayacağını gördüm. Her defâsında Kâbe'yi üç defâ medhederlerdi. Kâbe'nin etrâfından göğe kadar her yeri kaplamış-lardı."
    Yine şöyle buyurdu:
    "Mekke'den Arafat'a gitmek için yola çıktım. Mina'ya varınca namaz kılmak için Mescid-i Hayf'e girdim. Peygamber Efendimiz o mescidin yakınında çadır kurmuş, konaklamışlardı. Aynı zamanda orada Mûsâ ve Hârun aleyhisselâmın makamları vardı. Bu mescide oturduk. Allah'ın peygamberi tam bir heybet ve celâl ile geldi. O'nun o mübârek latîf vücûdu sebebiyle yer gök nûr ile doldu. Her şey o nûrun içine gömüldü."
    Mekke-i muazzamada bulunduğu sıralarda, büyük kardeşi Hâce Muhammed Saîd hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için duâ etti. Teveccüh buyurdu. Ağlayarak Allâhü Teâlâya sığındı. Ellerini kaldı-rarak, içli duâ eyledi. Sonra buyurdu ki:
    —"Duâ esnâsında müşâhede eyledim ki; huşû ile ellerimi kaldırıp, Allâhü Teâlâya duâ ettiğim sırada, mahlûkattan milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar. Murâdımın hâsıl olması için, duâma iştirak ettiler. Böylece duâm kabûl oldu. Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate kavuştu."
    Yine buyurdu ki:
    —"Kâbe'de idim. Hazreti İbrâhim'i, Makâm-ı İbrâhim'de gördüm. Onun yakınında inanılmayacak zuhûrlar ve garîb hâller buldum."
    Peygamber Efendimizin dünyâyı şereflendirdikleri Rebî'ul-evvel ayı-nın on ikinci gecesi, Kâbe'de mültezem'in (Kabenin kapısının) yanında iken, irşâd ile meşgûl olayım mı, yoksa bu işi bırakıp uzlette, kendi başıma mı ibâdetle meşgûl olayım diye Resûlüllah Efendimize tazarrû, yalvarma ve ilticâda bulundum. Çok kıymetli olan irşâd ile meşgûl olmam için emrolundum. Allâhü Teâlânın rızâsının tamâmen bu işte olduğunu ve bu işe gayret etmemi bildirdi. Hattâ bunu terketmemin hiç bir şekilde rızâsına uygun olmadığı anlaşıldı.
    Urvet'ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm(k.s.) HazretleriMekke-i Mükerremeden ayrılıp, Cidde'ye geldiği zaman buyurdu ki:
    —"Nûrlar ve esrâr, Harem-i şerîfin dışında, içindekilerden daha çok görünmeye başladı. Zîra huzûrda iken, nûrların ziyâsının çokluğu, onlara bakmamıza mâni oluyordu. Bu yüzden hiç bir tarafa bakamıyordum ve her şeyi iyice anlayamıyordum. Nûrların azalması, bakmayı kolaylaştırdığı için, anlamak da mümkün oluyor." Sonra Medîne'ye gitmek üzere yola çıktı.
    Medîne-i münevvere yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i nebînin nûrlarının eserlerinin dalgalarının görünmesi, duyulmaya baş-laması, bir an evvel bu kıymetli yerlere kavuşmağı hızlandırıyordu. Bunun gibi sahâbe-i kirâmın mezarlarına ulaşmak için tam gayret ediyordu. Bedir vâdisine gelince, Sugra'da yatan Bedir muhârebesi şehîdlerinden Hazreti Abdülhâris'in mezârını ziyârete gitti. Yanındakilerle berâber, bir müddet mezârının başında mürâkabe eyledi. Sonra;
    —"Onun mezârının başında teveccüh ettim. Kendisini bulamadım. Bir müddet sonra görünüp, bize doğru geldi. Büyük bir neşe ile beni karşıladı." buyurdu. Sonra Medîne'ye girdiler. Medîne'de Peygamber Efendimizin kabrini ziyâret ederek, uzun müddet murâkabe ile meşgûl oldu ve;
    —"Peygamberlerin sonuncusu, kereminin çokluğundan ve merha-metlerinin fazlalığından gözüküp yanıma geldi. Lütf ve inâyet buyurup beni kucakladı. O kadar nîmete kavuştum ki, bunun gibisine bu zamâna kadar kavuşmamıştım." buyurdu.
    Orada bulunduğu müddetçe Peygamber efendimizi bu şekilde defâ-larca görmüştür.
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) HazretleriMedîne-i münevvere'de bulu-nan Eshâb-ı kirâmdan birçok zâtın ve diğer bütün zâtların medfun bu-lunduğu Bakî kabristanını da ziyârete gitti. Bu ziyâreti sırasında da, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin rûhâniyeti ile görüştü. Bakî' kabristanında vedâ ziyâreti yaparken, Hazreti Osman'ın nûr saçan mezarı başında duruyordu. Diğer mezârları da ziyâret için oradan ayrılırken, Hazreti Osman'ın rûhâniyeti gözüküp onu uğurladı ve üç defa öptü. Ayrıca Hazreti Abbas'ın, Hazret-i Âişe'nin, Hazret-i Fâtıma'nın, Peygamber Efendimizin küçük yaşta vefât eden mübârek evlâdı İbrâhim'in ve diğer büyüklerin rûhâniyetini gördü. Onların da feyz ve bereketlerine kavuş-tuğunu, her birinden ayrı ayrı hâller gördüğünü bildirmiştir.
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleriyüksek talebelerinden olan Muhammed Hanîf-i Kâbilî, gençlik yıllarında Kâbil şehrinde bulunurken, rüyâsında iki büyük zâtı görür. Kim olduklarını merâk edince biri gelip;
    —"Her ikisi de Müceddid-i elf-i sânî İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.)nin oğludur. Biri rahmetler hazînesi Muhammed Saîd, diğeri Urvet'ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri'dir." dedi O da beni Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri 'nin huzûruna götür deyince, o şahıs da; "Ben senin yanına onun işâreti ile götürmek için geldim." dedi. Onu alıp Muhammed Ma'sum hazretlerinin huzûruna götürdü. Muhammed Hanîf büyük müjdelerle dolu olan bu rüyasından uyanınca, gördüklerini yakınlarına anlattı. Büyük bir şevk ve cezbeye kapılmıştı. Bunun üzerine Kâbil'den Serhend'e gitti. Serhend'e varınca Muhammed Ma'sum hazretlerinin huzûruna girip, aynen rüyâsındaki gibi gördü. Ona talebe olup bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Hocasının büyüklüğü, ihsânı ve himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, gözlerin görmediği mârifetlere kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet alarak memleketi olan Kâbil'e döndü. İnsanları irşâda ve yetiştirmeye başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktılar. Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîf'e geldiler;
    —"Biz bir kerâmet, bir hârika göremeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız." dediler. Ve; "Biz bir ziyâfet hazırlıyacağız. Üstâdınızı dâvet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend'den Kâbil'e gelmesini bekliyoruz. Eğer gelirse, hepimiz senin taleben oluruz." diye ilâve ettiler. Halbuki, hocası ile arasındaki mesâfe değil bir günlük, bir aylıktan daha uzak ve yüzlerce kilometre idi. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri, hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allahü Teâlânın kullarına şefkatinden bunu kabûl eyledi ve; —"Hocam Muhammed Ma'sum hazretleri yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümîd ederim." dedi.
    Oradakiler gülüp oynamaya, alaylı bir şekilde yemekleri ve müsâfir odasını hazırlamaya başladılar. Vakit gelince Hanîf'e;
    —"Yatsı vakti oldu, artık yemek yiyelim." dediler. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri de;
    —"Yemeği getirin, üstâdımın yemek yeme zamânı bu zamandır." buyurdu. Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de ne görsünler! Muhammed Ma'sum hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapısından girip kendileri için ayrılmış olan minder üzerine oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka şeklinde oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Özür ve af dilediler.
    Muhammed Ma'sum hazretleri buyurdu ki:
    —"Yalnız Muhammed Hanîf'in hatırı için geldim. Onu çok sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kıramadım. Yoksa maksadım, niyetim kerâmet göstermek değil. Sakın bundan sonra evliyâdan kerâmet is-temeyiniz. Büyük zarâr ve ziyânlara düşersiniz."
    Hep berâber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem konuştular. Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı. Orada bulunanlar, Muhammed Ma'sum hazretlerinin sohbetini dinleyerek kalblerindeki zulmetten kur-tuldular. Onu sevenler arasına girip saâdete erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin orada biraz kalmasını istediler ve bu bizim için en büyük saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri ; "Hiç kimseye haber veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize bağlı olanlarda bir merâk ve üzüntü hâsıl olur." buyurup, ayrıldılar.
    ON İKİ SENE...
    Ekberâbâd şehrinde tasavvufta yetişmiş bir âlim vardı. Hastalanıp ölmek üzere iken, talebelerinden birine;
    — "Senin hâllerin tamamlanmadı. Ben de ölüyorum. Şimdi senin, Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin huzûruna gidip, sülûk eylemen tasavvufta yetişmen ve böylece, kemâl mertebelerine kavuşman gerekiyor. Zannedersem bu büyük nîmete ancak, on iki sene sonra kavuşabileceksin." buyurdu.
    Bu zât söylenilen müddet içinde, her ne kadar birçok yere gittiyse de, irşâd diyârı olan Serhend'e yolu düşmedi. Ancak on iki sene sonra, Serhend şehrine geldi. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin ziyâreti ile şereflendi. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri onu görünce;
    —"Üstâdının sana söylediği on iki sene bugün doldu." buyurdu. Gelen talebe hesâb etti aynen buyurdukları gibiydi. Sonra buyurdular ki: "Bu mânâyı, üstâdının büyüklüğünü göstermek için izhâr eyledim. Burada bulunanlar da, onun kemâlini böylece öğrensinler diye söyledim."
    İBRİĞİN SIRRI
    Muhammed Ma'sum Hazretleri birgün abdest alırken abdest aldığı ibriği kuvvetle duvara fırlattı. Hizmetinde bulunan bir talebesi gitti ve başka ibrik getirdi. Talebesi, önce verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına üzüldü. "Acaba ne kusur ettim." deyip, Muhammed Ma'sum hazretlerinin yakınlarından birine gidip durumu anlattı. O da talebesinin bu üzüntülü ve korkulu hâlini Muhammed Ma'sum-i Fârûkî hazretlerine bildirdi. Muhammed Ma'sum hazretleri buyurdu ki:
    —"Ona söyleyiniz korkmasın. O ibriği attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrâda, kana susamış bir arslana rasladı. Arslan o anda onu orada öldürecek, parça parça edecekti. O talebem ise tam bir âcizlik içinde bizden yardım istedi. O anda elimde ve yanımda ibrikten başka bir şey yoktu. Bunun için ibriği arslana fırlattım ve o zavallıyı kurtardım.
    Bu hâdiseyi yaşayan talebesi başından geçenleri sonra şöyle anlattı:
    —"Sahrâda âniden bir arslan gördüm. O anda hocam, İmâm Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerine râbıta yaptım. Hemen baş gözüm ile gördüm ki, İmâm Ma'sum Hazretleri geldi, elindeki ibriği arslana fırlattı. Arslanda hareket edecek kuvvet kalmadı. Sonra hocam gözümden kayboldu. Böylece beni o arslandan kurtardı. Sonra, o ibriğin kırılmış parçalarını yerden topladım. Hâlâ yanımda saklıyorum."
    KAĞITLAR ALTIN OLDU
    Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî anlatır:
    "Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleribana icâzet verdikten sonra, memleketime gidip, insanları irşâd etmemi istedi. Bunun üzerine;
    —"Efendim, irşâd makâmında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok olur. Benim ise sarfedecek bir şeyim yoktur." dedim. Bu sözler üze-rine bana;
    —"Ey Sofi! Bir parça kırmızı ve bir parça da siyah kağıt getir." bu-yurdu. Mübârek elleri ile o kağıtları, para şeklinde kesti. Sonra ıslatıp bana verdi. Bu kâğıtlar o anda altın ve gümüş paralar oldu. Hayretler içerisinde kaldım. Kendi kendime;
    —"Bu tasarrufu bana ihsân etselerdi, ne iyi olurdu." dedim. Kalbimden geçeni anlayıp, bana tekrar buyurdu ki;
    —"Peki bu tasarrufu Hak Teâlânın izni ile sana verdim. Ama ihtiyâcın olduğu zaman, kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak yapar, ıslatırsan altın olur. Siyah kâğıdı ıslatırsan gümüş olur." Sonra izin alarak, memleketime gittim. Evimize her gün müsâfir geliyordu. Buyurdukları gibi yapıyordum. Kâğıtlar, altın veya gümüş para oluyordu. Hocamın bu tasarrufu ile gereken her masrafı karşılayıp irşâd vazîfesine devâm ettim. Halk tarafından çok sevildim ve böylece onlara hizmet ettim."
    Bu talebesinin ismi, altın yapan Kâbilî Sofi mânasında; "Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî" diye meşhûr olmuştur.
    MÜSAFİRE İKRAM
    Hüdâperest Hân adında bir vâli, vâliliği bırakıp, Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerine talebe olmuştu. Bir gün evine altı müsâfir gelmişti. Onlara yedirecek ve ikrâm edecek bir şeyi yoktu. Sohbet ve hatmi ka-çırmamak için Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri'nin huzûruna gitti. Hocası Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri sıkıntısını kerâmetleriyle anlayıp, sohbetten sonra, kendisine ve altı müsâfirine onar tâne olmak üzere yetmiş tâne, "Enbe" denilen yemiş verdi. Ayrıca altı müsâfiri için, "Eşrefî" denilen altı altın para verdi ve;
    —"Sen bizim oğlumuz yerindesin, burada bulunduğun müddetçe, sana müsâfir gelirse hiç çekinmeden bize haber ver." buyurdu.
    "SOFİ"
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin , Sofî Pâyende Kerbâs adında bir talebesi huzûrunda yetişiphalîfelerinden oldu. Yanından ayrılıp memleketine giderken, ona biraz kumaş vermişti. Verirken de;
    —"Bu kumaşta bereket vardır." buyurmuştu. Sofî Pâyende uzun za-man o kumaştan bir parça keserek satıp ihtiyaçlarını temin etti. Kumaş hiç eksilmiyordu. Hayâtının sonuna kadar böyle devâm etti. Vefâtından sonra da vasiyeti üzerine o kumaş kendisine kefen yapıldı. Bunun için, kumaş yapan sofî mânâsında "Sofî Pâyende Kerbâs" ismi ile meşhûr olup anıldı.
    İMDADIMA YETİŞTİ
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından ve halîfelerinden olan Hâce Muhammed Sıddîk'a, Peşâver'de irşâd ve talebe yetiştirme vazîfesi verilmişti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır:
    —"Hocam Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerini çok özlemiştim. Mübârek yüzünü görüp, sohbetinde bulunmak için Peşâver'den, Serhend'e gitmek üzere yola çıktım. Bir katıra binip yola devâm ediyordum. Yolda katır birden bire ürküp kaçmaya başladı. Sonra da beni düşürdü. Ayağım üzengiye takıldı, bir türlü kurtaramadım. Katır, beni sürüklemeye başladı. Yanımda ve çevremde beni bu hâlden kurtaracak hiçbir kimse de yoktu. Tam bir çâresizlik içinde iken Hocam Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerini hatırladım. Allahü Teâlânın izni ile hocamın, imdâdıma yetişmesini istedim. Daha böyle düşünür düşünmez hocam âniden gözüküverdi. Katırı tutup durdurdu. Ben ayağımı üzengiden kurtarıp, yerden kalkıncaya kadar bekledi. Ayağa kalkınca hocamın ayaklarına ka-panıp, bu yardımından dolayı memnûniyetimi ve muhabbetimi arzetmek istedim. Fakat ben ayağa kalkar kalkmaz hocam gözden kayboldu, onu orada göremedim."
    BOĞULMAKTAN KURTARDI
    Yine talebelerinin büyüklerinden Hâce Muhammed Sıddîk şöyle an-latmıştır:
    —"Hocam Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin sohbetine ve derslerine devâm ettiğim sırada, memleketime gidip gelmek üzere izin almıştım. Yola çıkıp bir müddet gittikten sonra, yolda derin bir su kena-rında durdum. Gömleğimi yıkamak istedim. Fakat bu sırada ayağım kaydı. Birden bire suya düşüp batmaya başladım. Su beni boyluyordu. Yüzme de bilmiyordum. Bir batıyor bir çıkıyordum. Ölmek üzereydim. Tam bu sırada Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri gözüküp elimden tuttu ve beni boğulmaktan kurtardı. Sonra da gözden kayboldu."
    SUSUZLUKTAN KURTARDI
    Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır:
    —"Birgün kendimden geçip muhabbet ateşiyle yanarak sahralara düştüm. O kadar gittim ki, sahraya dalıp şehirden çok uzaklaşmışım. Sahrâda öyle susadım ki, neredeyse susuzluktan ölecektim. Ben bu hâlde çâresiz iken, hocam Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri uzaktan gözüküverdi. Hemen şevk ile sevinerek hocamın yanına koştum. Tam huzûruna varınca hocam gözden kayboldu. Fakat hocamın bana gözüküp, sonra da gözden kaybolduğu yerde bir pınar buldum ve suyundan içtim. Böylece şiddetli susuzluktan ve helâk olmaktan kurtuldum."
    HAKİKİ AŞKA DÖNDÜ
    Bir genç, Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin sohbetine gelirdi. Bu genç, bir kıza âşık olup, dalgın ve dağınık bir hâldeydi. Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri birgün o gencin hâlini anlayıp buyurdu ki:
    —"Bu bozuk düşünceden ve lüzumsuz hayâlden vazgeç! Himmet va arzu yüzünü hakîkat bahçesine çevir! Mârifet bostanından meyveler topla! Elbette bu diğerinden daha iyi olacaktır" Bu hâl içerisinde ezilen ve sıkıntı içinde olan genç, Hâfız-ı Şirâzî'nin bir beytini okuyarak bu hâlden kurtulması için duâ ve himmet etmesini istedi. Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri, gencin bu sözü üzerine, o hâlden kurtulması için duâ ve himmet etti ve;
    —"Seni bu hâlden kurtardılar!" buyurdu. Genç bu sözü duyar duy-maz, kendini toplayıp aklı başına geldi. Mecazî olan aşk ve sevgisi, hakîkî aşka döndü. Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin sâdık talebelerinden oldu. Hattâ onun feyz ve bereketinden o kadar faydalandı ki, sâlih, velî ve kâmil bir zât oldu.
    YIKILAN YÜK
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin sohbetinde bulunmakla şe-reflenen ve Hâce Muhammed Sıddîk'ın talebesi olan bir zât şöyle an-latmıştır:
    "Bir defâsında hayvanıma odun yükleyip getirirken yük devrilip yı-kıldı. Yalnızdım ve tekrar yüklemek için yardım edecek kimsem yoktu. Çâresiz kalakaldım. Tam bu sırada Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri birden bire karşıma çıkıverdi. Yıkılan yükü hayvanın üzerine koydu ve gözden kayboldu."
    DUAN ŞİFADIR
    Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden olan Hâce Mûsâ şöyle anlatmıştır:
    "Hocam Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri bana, icâzet-i mutlaka' ve hilâfet verdi.
    —"Size itâat ederler, sözünüzü dinlerler." buyurup, memleketime dönmemi söyledi. Ben kendisine;
    —"Bizim memleketimizde halk, sert tabiatlıdır, böyle şeyleri bilmez-ler. Zâhirî bir kerâmet ve tasarruf görmezlerse bu yola girmezler. Hatta böyle olunca alay ederler. Oradaki insanlar, sıkıntı vericidirler. Onlar hakkında öyle bir teveccüh buyurunuz ki, itâat etsinler. Böyle olunca el-bette oradakiler de, sevenlerden ve muhlislerden olurlar." diye bildirdim. Bunun üzerine hocam;
    —"Senin isminin anıldığı yerde, sana itâat ederler. Bir de, senin duân her hastalığa şifâdır. Onunla hastaları iyi edersin. Oradaki bütün insanlar sizi severler." dedi. Gerçekten hocamın buyurduğu gibi oldu."
    KULUNÇ HASTALIĞINA TUTULDU
    Sa'dullah Hân, Şâh Cihân'ın yanındayken, Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu inkâr etti.İleri geri ko-nuşarak dil uzatıp hâllerini yalanladı. O anda kulunç hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birden bire yakalanıvermesinin, Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri hakkında söylediği kötü sözlerden olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerine beş yüz rupye (o zamanınparası) ve bâzı hediyeler gönderdi.
    —"Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin." diye haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya okumasını da is-temişti. Fakat Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri bunları aslâ kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok yalvarınca, buyurdu ki:
    —"Yalan söyleyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi." O Hânın adamlarına;
    —"Çabuk gidiniz, onun rûhu bu cevâbı bekliyor." buyurdu. Sa'dullah'ın adamları, utanarak geri döndüler ve duyduklarını söylediler. Sa'dullah Hân bu sözleri işitince o anda öldü.
    BAŞI KESİLDİ
    Bir gün İran kumandanlarından râfizî îtikadlı biri, Hindistan'ın baş-şehrine gitmek üzere yola çıkmıştı. Serhend şehrinden geçerken, alay edercesine, hizmetçilerinden birini Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin huzûruna gönderip, ziyâretine gelmek istediğini bildirdi. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri;
    "Müsâfir kâfir de olsa ona ikramda bulununuz." sözü gereğince, müsâfir için hazırlık yaptırdı. İkindiye kadar beklediler. Gelmedi. Sonunda o kumandanın gittiği haberi geldi. Maksadı, Ehl-i sünnet'in en büyük âlimlerinden ve koruyucularından olan Muhammed Ma'sum ile alay etmek, onu küçük görüp hafife almakmış. O sırada, Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin en yüksek halîfelerinden olan Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî müsâfir geldi. Hazır olan yemekleri onun için getirdiler. Hâce Muhammed Hanîf, hediye olarak bir kaç tane bıçak getirmişti. Başka hediyeler de vardı. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri bıçaklardan birini alıp;
    —"Bir salatalık getirin." buyurdu. Salatalık getirdiler. O bıçakla sala-talık kesti ve buyurdu ki;
    —"Salatalığı keserken, bizimle alay etmeye kalkışan o râfizînin de başının kesildiğini gördüm." Hakîkaten buyurduğu gibi oldu.
    45 SENE SONRA
    Berekât-ı Ma'sûmî kitabının müellifi anlatmıştır:
    —"Bir gün Evrengzîb'in oğlu, zamânın pâdişâhı Muhammed Muazzam Şâh'ın meclisindeydim. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin tasarruflarından bahsediliyordu. Muhammed Muazzam Şâh dedi ki:
    —"Sultan Evrengzîb, Keşmîr'e giderken, irşâd diyârı olan Serhend'den geçiyordu. Urvet'ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerini ziyâret ile şereflendi. O sene, pâdişâh olmasının beşinci senesiydi. Ben de babamın yanındaydım. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri;
    —"Baban vefât ettikten sonra, pâdişâhlık sana geçecektir." buyurdu. Kırk beş sene sonra bu müjdesi doğru çıktı. Evrengzîb'in pâdişâhlık müddeti elli sene idi."
    VEFATINA YAKIN...
    Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin vefât ettiği sene, Şa'bân ayının on beşinci gecesi, yâni duâların kabûl olduğu, ecellerin takdîr edildiği Berât gecesinde, talebelerinden bâzı hâdiseleri sorup cevâp aldı. Sonra da;
    —"Bir kutbun ismini yaşayanlar defterinden sildiler." buyurarak, ve-fât edeceğine işâret etti.
    Yine vefâtına yakın bir zamanda bir yerde durup;
    —"Pek yakında kemâl sâhiplerinden birinin mezârı burası olur." bu-yurdu. Vefât edince kabrinin orası olduğunu görenler bu sözdeki işâreti anladılar.
    Yine o günlerde babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret ettiği sırada ondan âhiretin hâllerini sorduğunu ve babasının cevâbında;
    —"Burada herşey rahmet iledir."buyurduğunu bildirdi ve ertesi gün vefât etti. Vefâtları Miladi 1668 (Hicri1079) senesi Ağustos ayının on yedinci günü öğle vakti idi.
    Cenâzesini, Ahund Sücâdil yıkadı. Mübârek ağzını yıkamaya gelince yıkayıcı;
    —"Bu mübârek ağzı açmaya tâkat getiremiyorum." dedi. Bunun üzerine Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri kendisi, suyu ağzına aldı ve ağzını çalkaladı. Orada bulunanlar bu hâli görünce şaşırdılar.
    Namazını en küçük kardeşi, Şeyh Yahyâ kıldırdı. Mezârı hayatta iken;
    —"Burada kemâl mertebelerine kavuşan bir fakîrin mezârı bulunur." buyurduğu yer oldu.
    Bâbür sultânı ve talebesi olan Evrengzîb Âlemgîr, kabri üzerine yük-sek kubbeli bir türbe yaptırdı. Türbesi, babası İmâm-ı Rabbânî hazretle-rinin türbesinin birkaç yüz metre kuzeyindedir. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) Mektûbât'ında, bu oğluna yazdığı mektuplar vardır.
    Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin pek kıymetli neslinden pek-çok velî yetişmiş ve zamanlarının kutbu olmuşlardır. Bütün İslâm memle-ketlerine feyzleri yayılıp nûrlandırmıştır. Ecdâdlarının vârisleri ve yer yüzünün meşhûrları olmuşlardır. Hidâyet ve irşâdda yüksek derece ka-zanmışlardır.
    Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin üç ciltlik; Mektûbât-ı Ma'sûmiyye adlı bir eseri vardır. Bu üç cilttealtı yüz elli iki mektup var-dır. Son olarak 1976 (H.1396) senesinde Pâkistan'ın Karaçi şehrinde bastırılmıştır. Osmanlı Ulemasından Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi Tarafından türkçeye tercüme edilmiştir.
    BAZI SÖZLERİNDEN
    Bir talebisine hitaben şöyle buyurmuştur:
    —"Ey mes'ud ve bahtiyâr kardeşim! Allâhü Teâlânın sevdiği kulları-nın yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeplerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden sa-kınmak lâzımdır. Çünkü Allâhü Teâlânın sevgisine ulaştıran bu yolun esâsı bu ikisidir.
    İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlim-lerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti (yani gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istiğfar etmeyi, ağlamayı, Allâhü Teâlâya yalvarmayı ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayı aramalısınız. "İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir." hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhireti ve saâdeti ebediyyeyi isteyenlerin, dünyâ lezzetine düşkün olmaması lâzımdır.
    Mübâh olan lezzetleri bırakmazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız. Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş eşyânın ve çayırda otlayan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını, topraktan, tarladan, ağaçtan alınan mahsülün öşrünü de her hâlükârda vermek lâzımdır. Bunların verilecek mikdârları, fıkıh kitâplarında bildirilmiştir.
    Zekât ve fıtraları, İslamiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı İslâmiyetin izin vermediği yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan kurtulur ve dünyâlıklar âhiret hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.
    İyi biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda ve edeplerine uygun kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitaplarında bildirilmiştir. Namazları cemâatle kılmalı, birinci tekbîri imâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır.Bunlardan biri yapıl-mazsa mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete girer. Çünkü dünyâda Allâhü Teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda âhirete girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve mâbûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın (matlûba kavuşmanın) kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allâhü Teâlânın sevgili peygamberi buyurdu ki: "Bir mümin namaz kılmaya başlayınca, Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennet'te olan hûrîler onu karşılar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder."
    Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur-ân'ı kerîm oku-yarak, ibâdetleri yaparak, kıymetli kitaplarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları, tesbihleri okuyarak vakitlerinizi mâmur ediniz! Zamânınızın çoğunu; "Lâ ilâhe illallah" kelimesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temiz-lemekte çok tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmenin saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz. (Birinci cilt. 14. mektup.)
    Muhammed Ma'sum Hazretleri buyurdu ki:
    —"Âdet olarak, ve gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için fakirlere yemek ve sadaka verip sevâplarını ölünün rûhuna göndermek büyük ibâdettir."
    —"İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikir olur."
    —"Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istiğfâr, tövbe etmek çok faydalıdır."
    —"Kulun ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kal-bin fesâdına bağlıdır."
    —"Sâlih amellerin sevâbını bütün müminlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Her birine ayrı sevâb ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyyet edilip okunan ve hediye edilen meyyitin sevâbı hiç eksilmez."
    —"İnsanın izzeti, imân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir."
    —"İnsan her neye kavuşursa başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir."
    —"İnsandan bu fâni dünyâda istenen, kulluk vasîfesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır."
    —"Allâhü Teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. istediğini yapsın, hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun! O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inatcı olup, Allâhü Teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli azaplara müstehak olurlar."
    —"Vakitleri zikr ve tefekkür ile mâmûr etmek lâzımdır. Vakti en mü-him işler ile geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmeme-lidir."
    —"Allâhü Teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret gös-termek, vakti zikir ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfar ile aydınlatmalı ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhiret azığı hazırlamalıdır.
    —"Bid'atler yayılıp sünnetler terkedildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhis-selâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır."
    —"Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz."
    —"Tövbe kapısı açıktır. Allâhü Teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusûr-dan hâli değildir. Ümidli olmalıdır."
    —"Kur'ân-ı kerîm okumak, Allâhü Teâlâ ile konuşmak olur."
    —"Cennete girmek ancak rahmet-i İlâhî iledir."
    —"Ömrün en kıymetli zamânı gençlik zamânıdır. En kıymetli şey ise mârifetullahtır. Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde har-cayıp, mârifetullahı, ömrünün en kötü zamânı olan ihtiyarlık zamânına bırakanlara yazıklar olsun!"
    —"Kıymetli ömrünü bu fâni ve denî, alçak olan dünyâ için sarf eden kâbiliyetli gençlere çok yazık! Onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla, aldatıcı bir kahpeye âşık olmuşlar, kıymetli cevherleri saksı parçaları ile değişmişlerdir!"
    —"Müminin hesâbı kısa bir zaman için olacaktır. Birinin hesâbı di-ğerinin hesâbını geciktirmez."
    —"Dünyâ hayâtı çok kısadır. Bu birkaç günlük kısa fırsat zamânında, kabri ve kıyâmeti unutmamak (hazırlanmak) lâzımdır."
    —"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak dünyâ hayâ-tına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebeb olacak işleri yapan ve âhiret azığı hazır-layandır."
    —"Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk'ın dostları bu derde tutul-muş, giriftâr olmuşlardır."
    —"Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayatı ganîmet bilip, Allâhü Teâlânın rızâsını kazanmaya sarf etmek lâzımdır. Ebedî olan âhireti ve âhiret nîmetlerini kazanmak için çalışmalıdır."
    "Rızk mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan ve ziyâde olması, Hak Teâlânın husûsi fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur."
    —"Sadakanın sevâbını evvelâ Resûlüllah Efendimizin rûhuna, sonra da diğer meyyitin rûhuna hediye etmelidir."
    —"Seher vakitlerinde ağlamayı ve isiğfar etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş olarak addetmelidir."
    —"Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bı-rakmamalı ve ağlayarak namaz kılıp istiğfar etmeyi ganîmet bilmelidir."
    —"Attâr-ı Şıblî kırk sene ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağlamasının sebebi sorulunca; "Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetinden ağlamaktayım." dedi. Semâya neden bakmıyorsun? diye sorulunca da; "Meclislerde kahkaha atarak çok güldüm. Bu yüzden utanıp başımı kaldırıp bakamıyorum." buyurdu."
    —"İslâmiyete uymadıkça hiçbir vakit Mârifet-i İlâhî hâsıl olmaz."
    —"İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhiret hayâtında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında, âhirette iyi ve rahat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar."
    —"Bir kimse âhirete yönelirse, Allâhü Teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret ihtiyaçlarını giderir."
    HALİFELERİ
    Mevlâna Seyfüddin Arif, Seyyid Ahmed,Mevlâna Muhammed Buharî, Mevlâna Şeyh Yekdest Mekki Vs.

  5. #25
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: silsile-i sadat ın hayatları

    25. Şeyh Seyfüddin Arif (k.s.)

    Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye–i Aliyyenin 25. Halkasıdır.
    İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin torunu ve MuhammedMa'sûm Hazretlerinin beşinci oğludur.
    İsmi Muhammed Seyfüddîn Arif, lakabı Muhyissünne (Sünneti İhya eden) dir. Mîlâdî 1639 (Hicrî1049) senesinde Hindistan'ın Serhend şehrinde doğdu. Mîlâdî 1684 (Hicrî1096) senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri, babası Muhammed Mâsûm Hazretleri'nin türbesinin yakınındaki türbededir.
    Doğumundan itibâren büyük bir zât ve insanlara hidâyet rehberi olacağı belliydi. Nakledilir ki: Doğum zamânında bir melek görünüp; "Doğduğu gün, öldüğü gün ve tekrar dirildiği gün Allah'ın selâmı üzerine olsun" meâlindeki, Meryem sûresi 15. âyetini okuyarak müjde vermişti.
    Seyfüddîn Arif Hazretleri küçük yaşında Kur'ân-ı Kerîmi ezberledi. Sonra amcası Muhammed Sâid'den aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Babası Muhammed Ma'sûm Hazretlerinin teveccüh ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunda ilerleyip, kısa zamanda büyük derecelere kavuştu. Yüksek hâller ve kerâmetler sâhibi oldu.
    Zâhiren ve bâtınen olgunlaştıktan sonra babasının emriyle insanları irşâd ve vaktin sultânı Evrengzib Âlemgir Han'ın dînî terbiyesi için vazi-felendirilip Delhi'ye gitti.
    Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri, Delhî'ye vardığı zaman, şehrin kapı-sında iki azgın fil ve bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivan resimlerinin asılı olduğunu gördü. Sultâna o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini bildirdi. Sultan resimleri indirtip yok ettirince şehre girdi. Sultân Âlemgir Hân, kendi isteğiyle ve samîmî olarak Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerine talebe oldu. Sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur'ân-ı Kerîm okumayı öğrenip ezberledi. Hindistan'da yayılmış birçok bid'at ve sapıklık, Sultân Âlemgir hân tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) unutulmuş ve kaybolmuş sünnet-leri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, vâliler ve devlet adamları da Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip hidâyete kavuştular. Ona son derece saygı gösterip huzûrunda ayakta dururlardı.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin himmet ve bereketiyle, Hindistan'ın her tarafında İslâmiyet yayılıp müslümanlar kuvvetlendi. Bid'at sâhipleri ve kâfirler perişân olup, hiçbir yerde kabûl görmediler. Hindistan hiçbir zaman böyle bir devir görmemişti.
    Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri, Delhî'deki bu gelişmeleri ve Sultân Âlemgir Hân'ın sevindirici hâlini babasına mektûp yazarak bildirdiği zaman, babası çok sevinip duâ etti.
    Sultân Âlemgir Hân, birgün Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri'ni husûsî bahçesine dâvet etti. Bu bahçenin ortasında gâyet süslü bir havuz, ha-vuzun içinde, gözleri elmastan, bedeni altından yapılmış balık şekilleri vardı. Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri buraya gelince;
    —"Önce altından yapılmış bu balıkları kırın" buyurdu. Hepsini kırıp yok ettiler. Sultan; zekî, kâbiliyetli, tasavvuf ehline ve Allah adamlarına karşı muhabbet beslediği için, bu durumlara memnûn oluyor, Allâhü Teâlâya şükredip;
    —"Benim saltanatım zamânında böyle evliyâ yetiştiği için, Rabbime sonsuz şükürler olsun." diyordu.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Delhî'de onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler, fâcirler, fâsıklar da onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzû-ruyla şereflenince, çoğu hidâyete kavuşup eski günahlarına tövbe edip, geri dönerlerdi. Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidâyete ve kemâle kavuşup, yüksek derecelere ulaştı. Dergâhına hergün binlerce kişi gelip feyz alırdı.
    Birgün Şehzâde Muhammed Âzam Şah, teveccühüne kavuşmak ve sohbetiyle şereflenmek için Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin dergâhına geldi. Dergâh kapısının önü çok kalabalık olduğundan buradan geçip huzûruna gelmekte güçlük çekti. Bu sırada başından sarığı düşüp, kaftanı kenara takıldı. Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin feyizli ve bereketli sohbetiyle şereflendikten sonra babasının yanına döndü. İnsanların, Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerine karşı duyduğu iştiyâkı, arzuyu ve gösterdiği rağbeti anlatınca, Sultan çok sevinip;
    —"Allâhü Teâlâ'ya hamd olsun ki, benim zamânımda sultanların bile huzûruna zorlukla çıkabileceği evliya kullar yarattı." diye şükr etti.
    Bir gün aynı şehzâde kendisini dâvet edince, kardeşlerinden, yaşça kendinden büyük olanını da berâberinde götürmüştü. Şehzâde, bu velî kardeşlerin ellerine su dökmek için, leğen ve ibriği almış bekliyordu. Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri şehzâdenin elinden ibriği ve leğeni alıp, ağabeyinin eline kendisi su döktü. Sonra ibriği şehzâdeye verdi. Şehzâde de onun eline su döktü.
    Meclisinde olanlardan birisi, "Allah" ismi celâlini söylese, Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri dehşete düşerek, kendinden geçip, kuş gibi çırpınırdı. Elinde olmayarak kendilerinden pekçok hâller ve kerâmetler zuhûr ederdi.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Bir gün Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin meclisinde bulunan kimse-lerden birisinin hatırından;
    —"Şeyh çok büyükleniyor." diye geçti. Bu durum, Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerine Allâhü Teâlânınyardımıyla zâhir olunca, ona;
    —"Benim bu hâlim, Allâhü Teâlânın kibriyâ sıfatının tecellîsidir." bu-yurdu.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Cüzzam hastalığına yakalanmış biri, Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerine gelip şifâ için duâ istedi. O duâ edince hasta iyileşti.
    ELLERİ İNCİNDİ
    Bir gece teheccüd namazını eda için, evlerinin toprak damı üzerine çıktıklar. Nasılsa uzaktan kulaklarına bir "Allah" sesi geldi. Bu sesten dehşete kapıldılar ve damdan yere düştüler. Mübarek elleri incindi.
    SEMA'
    Hazret-i Şeyh'in müridlerinden birisi bir gün, bir sema meclisine te-sadüf eder. Sema sesi kulağına erişince kandisini tutamayarako meclise oturur. Sema'ın te'siri hasıl olmaya başlayınca da bağırıp-çağırmamak için çok gayret sarfeder ve bunda bir müddet muvaffak olur. Ancak bu hususa yüreği daha fazla dayanamayarak çatlar ve orada irtihal eder. Bu haber Hazret-i Şeyh'e vasıl olduğunda:
    —"Semâ, dertlileri helâk eder. İşte bu sebeple din uleması semâ'a cevaz vermemişlerdir." buyururlar.
    GIDAYI KESME
    Hazret-i Şeyh'e her gün müridlerinden dört kimse gelir ve Şeyhin emri ile her birine ayrı ayrı yemek pişirilirdi. Bu derece nimet bolluğu ile beraber müridleri ve sâlikleri yüksek makamlara va kerametlere vasıl olurlardı.
    Yeme-içme husûsunda da şöyle buyururlardı:
    — Gıdayı kesmeye lüzûm yok. Yetecek kadar yeyiniz. Büyüklerimiz, tarîkatıkalb bilgisi ve mürşid sohbeti üzerine koymuşlardır. Başka bir şey üzerine değil."
    BUYURDULAR Kİ
    —"Riyazetin verimi, hârikulâdelikler meydana getirmektir. Gaye ise hiç bir zaman bu değildir. Biz bunları işten saymayız. Bizim yegâne gâye ve usûlümüz; Sadece Allah'ı anmak ve O'na yönelmektir. Cambazlık göstermek bizim işimiz değildir."
    İNKÂR MI EDİYORSUN
    Halktan birisi Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin büyüklüğünü inkâr ederek kabûl göstermemişti. O gece rüyasında bir grup gece bekçisi gelip onu şiddetli bir şekilde döğmeye başladılar ve;
    —"Allâhü Teâlânın sevgilisi olduğu hâlde, sen Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin üstünlüğünü inkâr ediyorsun öyle mi?" dediler. O zat bu korkuyla uyanıp, yaptığına tövbe etti ve talebeleri arasına girdi.
    MÜBAREK SÖZLERİNDEN ...
    Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri insanlara maddî ve mânevî her türlü yardımı yapardı. Yardımlaşmanın ehemmiyetini belirterek buyurdu ki:
    —"Allâhü Teâlâya hamd olsun. İki cihânın efendisi Muhammed aleyhisselâm'a salât ü selâm olsun. Allâhü Teâlâya vâsıl olanların imâmı, hadîs âlimlerinin önderi; yüz bin hadîs-i şerîf-i ezbere bilen Hâfız Abdülazîm Münzirî, Kırk Hadîs-i Şerîf adlı kitabında, İbn-i Ömer'den (radiyallahü anh) rivâyet ediyor: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdular ki:
    —"Kim bir mü'min kardeşinin ihtiyacını temin ederse, mahşer günü ameller tartılırken terâzinin başında duracağım. Benden imdâd isteyince, o zâta mutlaka şefâat edeceğim."
    Evliyâyı sevmenin önemiyle ilgili olarak da buyurdu ki:
    "...Bu büyükleri sevme saâdetiyle, hiçbir üstünlük ölçülemez. Bu bü-yüklere muhabbet, bir kimsenin en üstün vasfı olmalıdır. Bu sebeple son-suz derecelere yükselmek ümîd edilir. Evliyayı sevmenin insana kazan-dıracağı üstünlükler ve dereceler, ifâde edilemez, kitaplara sığdırılamaz. Vesselâm."
    DUÂ ORDUSU
    Seyfüddîn Ârif (k.s.) Hazretleri, Mektûbât'ında yer alan ve zamânın sultânına yazdığı mektupta şöyle buyurdu:
    —"Yardım iki kısımdır: Birinci kısmı, görünen sebeblere bağlı kılmış-lardır. Bu ise yardımın sûreti, zâhiri ve bedeni gibidir. Zaferin maddi sebebini ve zâhirini teşkil eden sebeb, muhârebe meydanlarında harb eden gazâ ordularıdır. İkinci kısım ise, yardımın mânevî kısmını ve rûhunu teşkil eden, gözle görülmeyen duâ ordularıdır. Mânevî ordular, maddî ordulardan daha kıymetlidir ve yardımın özü ve rûhudur. Yardımları, sebebleri, fethi ve zaferi isteyip yaratan Allâhü Teâlâdır. Enfâl sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Yardım, yalnız Allâhü Teâlâdan gelmektedir." buyrulmaktadır."
    Duâ ordusu, hakîkî yardımı gönderen Allâhü Teâlâ ile yine onun ya-rattığı zâhirî sebep olan gazâ ordusu arasında vâsıta ve delîldir. Ayrıca duâlar, kazâyı ve belâyı def eder. Peygamber efendimiz buyurdular ki:
    —"Kazayı hiçbirşey geri çeviremez. Yalnız duâ geri çevirebilir." Duâdaki bu tesir bu kudret, silâhlarda aslâ yoktur. Duâ ordusu görünüşte zayıf, âciz olsa da gazâ ordusundan daha kuvvetlidir. Duâ ordusu rûh gibidir, gazâ ordusu da maddî beden gibidir. Gazâ ordusunun duâ ordusuna sığınmasından başka çaresi yoktur. Çünkü ruhsuz beden, kuvvet alamaz, zaferler elde edemez. Nitekim sevgili Peygamberimiz,Muhâcirînin fakirlerini vesîle ederek, Allâhü Teâlâya duâ ederlerdi.
    Yine Fahruddîn Râzî tefsirinde, Enes bin Mâlik'in şöyle anlattığını haber veriyor:
    —"Bir defâsında Resûlüllah efendimiz bir zâtın ziyâretine gitti. Hastalık sebebiyle o kimse gâyet zayıf ve hâlsiz düşmüştü. Resûlüllah efendimiz o kimseye;
    —"Sen Allâhü Teâlâya nasıl duâ ederdin?" diye sordu. O da;
    —" Allah'ım! Âhirette eziyette olmayayım da dünyâda nasıl olursam olayım. Âhirette sıkıntı çekeceksem onu bana dünyâda ver." diye duâ ederdim." dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.) buyurdu ki:
    —"Senin buna gücün yetmez. Sen şöyle de: "Rabbimiz! Bize dünyâda da âhirette de iyilik ver. Bizi Cehennem azâbından koru!"Sonra Resûlüllah Efendimiz o kimseye duâ etti. O kimse Allâhü Teâlânın izni ile şifâ buldu.
    Eğer Allâhü Teâlâ kullarına, hiç dert ve elem vermemiş olsa veya çok az vermiş olsaydı, insanlar O'na ibâdet etmekten ve O'nu zikretmekten gâfil olurlardı. İnsanın, dünyâ ve âhiret saâdetine, Allâhü Teâlânın rah-metine kavuşabilmesi için, ibâdet ve tâatten ve zikirden geri kalmaması şarttır. Buna göre herkes Allâhü Teâlânın rahmetine muhtaçtır. Bu du-rumda iyi düşünce, dert ve sıkıntıların, aslında birer nîmet ve insanı Allâhü Teâlâya çeken birer kemend oldukları anlaşılır."
    ......
    Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri bin dört yüz velî yetiştirdi. Bir çok velî ve mürşîd-i kâmil yetiştirip, insanların hidâyete kavuşmalarına vesîle oldu. Seyyîd Nur Muhammed Bedvânî, yetiştirdiği talebelerin en büyüğü ve kâmilidir. Sekiz oğlu vardı. Üçü kendi huzûrunda kemâle geldi. Beşi henüz küçüktü. Büyük olan oğulları, Şeyh Muhammed A'zam, Şeyh Muhammed Hüseyin ve Şeyh Muhammed Şuayb'dır. Diğer oğulları; Muhammed Îsâ, Muhammed Mûsâ, Muhammed Kelimetullah, Muhammed Osman ve Abdurrahmân'dır. Altı kızı vardı. Bunlar; Cennet, Habîbe, Sâire, Şehrî, Refîunnisâ ve Zehrâ'dır.
    Mektûbât-ı Seyfiyye adlı bir eseri olup, içinde yüz doksan mektup vardır. Bu kıymetli eseri, oğlu Muhammed A'zam toplayıp kitap hâline getirmiş, Hindistan'ın Haydarâbâd Şehrinde basılmıştır.
    Hazret-i Şeyh Hicret-i Celîle-i Nebeviyye'nin 1098'inci(M.1686) senesinde irtihal-i dâr-ı naîm eylemişlerdir. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz) Vefatı Osmanlılarda Sultan 4. Mehmed devrine rastlamaktadır.
    Halifeleri:
    Şeyh Muhammed Nûrü'l-Bedvânî, Mevlâna Şeyh Abbas, Mevlâna Şeyh Sadreddin Sûfî, Mevlâna Şeyh Ebü'l-Kaasım, Mevlâna Şeyh Muhammed İsa.

  6. #26
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: silsile-i sadat ın hayatları

    26. Muhammed Nurü’l-Bedvani (k.s.)

    Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretleri sarf, nahiv, mantık, Meânî, Hadis, Tefsir ilimlerinde ve bunlar dışında kalan şerîat ve tarîkatta, asrının yegane alimi, hakîkat ve ma'rifette zamanın bir tanesi idi. Hazret-i Muhammed Masum'un yüksek mahdumları olan Seyfü'd-dîn Arif Hazretlerinden sûfiye hırkasını giymiş, irşad ve icâzet almışlardı.
    İstiğrak ve cezbeleri o derece çoktu ki, Cemâl-iİlâhiyeyi müşahede ile 15 sene mest ve müstağrak bir vaziyette kalmışlardır.
    Sünnet-i Seniyye'ye olan bağlılıkları öyle bir derecede idi ki, bir kere nasılsa helaya girerken, sol ayağını atacağı yerdesağ ayağını atması üzerine üç gün kabız hali yaşadılar ve helaya girmediler.
    Vera ve takvada da en uzak menzilleri kat etmişlerdi. Dünya ehli ile ülfetten son derece kaçınırdı. Şayet mütâlaa için dünya ehlinden biri bir kitap isteyecek olsa kitabı ona verir, tekrar getirdiği zaman da kitabı bir köşede üç gün bekletirdi. Ve:
    —"Dünya ehlinin zulmeti bu kitabı ihâta etmiştir."buyururlardı.
    Büyük tasarruf sahibi İdi. Müridlerinin hâcetlerinin hâsıl olması için kalben teveccüh ederler ve her ne şekilde buyururlarsa o şekilde vâki olurdu.
    MENKIBE
    Bir gün Hazret-i Şeyhe yaşlı bir kadın geldi:
    — "Bakire bir kızım vardı, kayboldu. Kaç günden berihaber ala-madım. Salimen dönmesi için teveccüh buyursanız" diye yalvardı. Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretleriderhal murâkabeye varıp bir müddet öylece kaldıktan sonra başını kaldırdı:
    — "İnşaallah kızın falan vakit gelecektir." diye müjde verdi. Hakîkaten ta'yin buyurdukları vakit kız zuhur edip geldi. "Cin tâifesi ta-rafından esir edilerek bir sahrada şimdiye kadartutulduğunu, bu gün kadri yüce bir zatın kendisini bu esaretten kurtardığını ve buraya gön-derildiğini annesine haber verdi.
    EVVELA İTİKADINIZI DÜZELTİN
    Bir gün iki kişi Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerini imtihan maksadıyla, O'ndan inabe almak istediklerini söylediler. Hazret-i Şeyh onlara:
    — "Evvela bâtıl ve bozuk itikadınızdan vazgeçin, sonra inabe iste-ğinde bulunun." buyurdu. Onların bu halleri açıklanınca, o iki kimseden birisi Hazret-i Allah'ın inayeti ile tevbe etti ve Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerinin müridleri arasınakatıldı. Diğeri ise eski kötü hali üzerine kaldı.
    SÜNNETE RİAYET
    Bir gün helâya girecekti. Önce sol ayağını atması gerekirken, sağ ayağını attı.
    Sünnete aykırı bu davranışından üç gün manevi darlığa düştü. Allah'a yalvardı, yakardı da sonunda bu sıkıntısı geçti.
    Midesine haram girmemesi için ne lazımsa yapardı.
    Yiyeceği ekmeğin buğdayını bulur, ununu öğütür, hamurunu eli ile yoğurur, ekmeğini de kendisi pişirirdi. Ekmeği kurutur bir yere bırakır, ancak açlık bastırınca ondan alır yerdi. Çok da yemezdi. Açlığını giderecek kadar bir parça alırdı. Sonra yine mürâkabe haline dalar giderdi.
    Ekmeği bitince, yine kendisi pişirirdi.
    Mürakabe hali o kadar çok idi ki, bu yüzden beli yay gibi olmuştu.
    Buyurdular ki:
    —"Otuz yıldır, şöyle bir şey olsa da yesem diye gönlüme bir şey düşmedi. İhtiyaç duyduğumda ne mümkün ise onu yedim."
    ZENGİNLERİN YEMEĞİ
    Seyyid Muhammed Nur Hazretleri, zenginlerin yemeklerini yemezdi. Bu hususta şöyle derdi:
    —" Zenginlerin malları arasında, haksızca alınan mallar vardır."
    Elinden nice kerametler meydana geldi. Zamanında onda görülen halleri, başkalarında bulmak, görmek zordu.
    Habibüllah Canı Canan Efendimizin ileri gelen bir halifesi vardı. Çok kere Seyyid Muhammed Nur Efendimizden anlatırken ağlardı ve arkadaşlarına da şöyle derdi:
    —"Sizin için hasretten yanıyorum. Siz Hazret-i Seyyid'i görmediniz. Eğer onu görecek olsaydınız, Allah'ın mükemmel kudretine yeniden inanır, kendi kendinize: "Bu değerli zatı yaratan Allah!." der, hayran olurdunuz.Seyyid hazretlerinin keşfi çok sağlıklı idi. Başkalarının baş gözü ile bakıp göremediklerini o, kalb gözü ile görürdü.Bir kere yolda gidiyordum; gözüm bir yabancı kadına ilişti. Seyyid'in huzuruna gittiğim zaman bana şöyle dedi:
    —"Senden sina zulmeti kokusunu alıyorum."
    Yine yolda giderken, şarab içen biri ile karşılaştım ve onunla konuştum. Seyyid Nur Hazretleri'nin huzuruna vardığımdabana şöyle dedi:
    —"Senden şarap kokusu alıyorum."
    —"Sokakda fâsıkla karşılaşmak kalbde zulmet hasıl eder" buyurdu.
    İstiğrak ve cezbe halleri ya'ni ilahi aşk ile kendinden geçme hali pek ziyâade idi. Bu hali 15 sene sürmüştü. Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeb ve adetlerde de Paygamber Efendimize (s.a.v.) tabi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamberimiz'in (s.a.v.) hayatını ve yüksek ahlakını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hallerinde ve işlerinde Resûlullaha (s.a.v.) uymaya çalışırdı.
    Birgün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edince, nazik bir tavırla;
    —"Bu yiyecekde bir zulmet gözüküyor, bir araştırınız!" buyurdu. "Bu yiyecek helaldendir" diye arzettiler. Fakat araştırınca bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlanıp getirildiği anlaşıldı.
    Seyyid Nûr Muhammed Bedvânî hazretleri şöyle anlatmıştır:
    —"Bir gün hocam Mirzâ Hafız Muhsin'in kabrini ziyarete gitmiştim. Kabri başında murakabeye daldım. Bu halde iken kendimden geçtim ve hocamı kabrinde görüp, konuştum. Kefeni ve bedeni hiç çürümemişti. Sadece ayaklarının alt kısımlarına toprak te'sir edip hafif dökülmüştü. Bunun sebebini kendisinden sordum. Dedi ki:
    —"Sâhibinden izinsiz, sahibi geldiği zaman geri vermek niyetiyle bir taş alıp, abdest aldığım yere koydum. Abdest alırken o taşın üzerine bastım. Ayaklarımda gördüğün toprağın te'siri bu sebepledir. Şu muhakkakdır ki, takvâda çok ileri giden velayette çok yokselir."
    AFYONCUNUN TÖVBESİ
    Bir afyon tüccarı, Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerinin meskenine bitişik bir yerde esrar dükkânı açtı. Cenâb-ı Şeyh meclislerinde hazır olanlara şöyle buyurdular:
    — "Afyonun zulmeti, bizim ve sizin füyuzâtınızı kederlendirdi" Bunu işitenler hemen gidip adamın dükkânını tahrip ettiler. Bu defa Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretleri buyurdular ki;
    —"Bu halin vukûundan dolayı bizi daha çok keder kapladı. zîrâ vâ-sıtamızla, adam şerîata muhalif olarak muamele gördü." Bunun üzerine afyon tüccarı, Şeyhin huzuruna getirildi. Afyoncu öyle bir teveccüh gördü ki, derhal san'atından dolayı tevbe edip Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerinin en sadık müridlerinden oldu.
    Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretleri, Hicretin 1135'inci (1722 Miladî) senesinde irtihal buyurmuşlardır. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)

  7. #27
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: silsile-i sadat ın hayatları

    27. Şemsüddin Habibullah İbn-i Mirza Can (k.s.)

    Muhammed Nûrü'l-Bedvânî Hazretlerinin en efdal talebesi ve en büyük halîfesidir. Neseb-i Şerifleri28'inci batındaMuhamed Hanefî vasıtasıyle, Emîrü'l-Mü'minin Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib'e ulaşır.
    Emir Abdü's-Sultan, O'nun büyük babası olup, Çeştiyye Tarîkatı'na mensub kâmil bir zât idi. Vezir Esad Han'ın kızı da O'nun büyük annesi idi. Temiz zevcesi gibi o dazamanın bir veliyye-i kâmilesi idi. Bütün Cemâdın (canlı cansız bütün varlıkların) tesbihlerini kulakları ile duyardı.
    1699 (H. 1111) veya 1701 (H.1113) senesinde Ramazânı şerifin on birinde cumâ günü doğdu. 1781 (H. 1195 ) senesindeşehîd edildi.
    Dedeleri, ileri gelen devlet adamlarından olup, Taymûriyye sultanla-rına yakınlıkları vardır. Bütün dedeleri, mürüvvet, adâlet, şecâat , sehâvet (cömertlik) ve dîne son derece bağlı olmalarıyla tanınmış, beğenilen ve medhedilen bütün üstün vasıflara sahip idiler. Ayrıca herbiri, devletidâresinde mevkî ve makam sahibi idi.
    Babası Mirzâ Can, mevkî ve makâmı terkedip, fakirliği ve kanaâtı tercih etmiş bir zattı. Servetini Allah için fakirlere dağıttı. Kızının nikahı için ayırdığı yirmi beş bin rub'iyye mikdârındaki altını, bir dostunun şid-detli bir sıkıntıda olduğunu işitince, tamâmen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlâkı, insânî meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zattı. Zamânın mürşid-i kâmillerinden olan Şâh Abdürrahmân Kâdirî'nin sohbetinde kemâle geldi.
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, daha küçük yaşta iken alnında rüşd ve hidâyet nûru parlıyordu. Zekâ, fehm ve anlayışının parlaklığını gören ferâset erbâbı, onun yüksek bir fıtrata, yaratılışa sâhip olduğunu söylerlerdi. Babası, onun terbiye ve taliminde, ilim öğrenmesi husûsunda çok dikkat gösterdi. Daha küçük yaşta ilim, mârifet öğrenmeyebaşladı. Kıymetli ömrünü çocukluğundan îtibârengâyet iyi değerlendirip, hebâ etmedi. İlim ve mârifeti yanında ayrıca çeşitli sanat ve mahâretleri öğrendi. Kendisi şöyle demiştir:
    —"Çocukluğumda İbrahim Aleyhisselâmı rüyamda görüp, çok iltifât ve ihsânlarına kavuştum. Yine çocukluğumda, Hazreti Ebû Bekr'i ne zaman hatırlayıp, ismini ansam, mübârek sûreti karşıma çıkardı. Rûhaniyetini gözümle görürdüm. Bana çok iltifatta bulunurdu."
    Yine şöyle anlatmıştır:
    —"Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu. İmam-ı Rabbânî Hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin rûhaniyetini gördüm. Bana oradan kalkmam için işaret etti. Bu hâli babama söyleyince;
    —"Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifade edeceksin." dedi. Allahü Teâlâ benim tînetime,sünnet-i seniyyeye ittiba etme yani uyma hasletini yerleştirmiştir."
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerinin fıtra-tında, yaratılışında bir yükseklik, büyükler yolunda ilerlemeye büyük bir kâbiliyet, onları sevmek ve muhabbet gösterme husûsiyeti vardı.
    —"Muhabbet, benim tînetimin hamurunun mayasıdır." buyururdu. Zamânın meşhûr âlimlerinden onun hâlini görenler;
    —"Bu çocuk, âşıkhâne bir mîzâca sahibdir." demişlerdir. Babası ona;
    —"Senin dünyâya gelişin benim için çok mübarek oldu. Çünkü senin doğduğun sene, ben dünyâya âit bağlılıkları, dünyâyâ düşkün olmayı terkedip, kanâatı tercih ettim." demiştir.
    Kendisi ilim tahsilini şöyle anlatmıştır:
    —"Fârisî lisanını ve diğer bâzı bilgileri babamdan, Kur'an-ı Kerîm'i, tecvid ve kırâat ilmini Kârî Abdürresul'den, aklî ve naklî ilimleri de za-manımızın âlimlerinden öğrendim. Hâcı Muhammed Efdal'den tefsîr ve hadîs ilmi öğrendim. On beş yaşında iken kendisinden ilim öğrendiğim hocam Hâcı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bereketi ile zihnim iyice açıldı. Hiç bir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim. Tahsîlimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam vefât etti. Vefât etmeden önce şöyle vasiyyet etti:
    —"Bütün vaktini, kemâlâtı, olgunlukları ve üstün dereceleri elde et-mek için harca. Kıymetli ömrünü boş şeylerle geçirme." Babamın vasiy-yetine uyarak, ilim öğrenmeye ve öğrendiğim ilimle amel etmeye devam ettim. Bir gece rüyâmda evliyâdan bir zâtı gördüm. Mezarından kalkıp yanıma geldi ve kendi külâhınıbaşıma koydu." Bu rüyadan sonra gön-lümde makam ve mevkî arzusu hiç kalmadı. Tasavvufa yönelme arzusu iyice fazlalaştı. Bir defâsında rüyâmda gaybdan bir ses;
    —"Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidayete kavuşması ve onları hidayete kavuşturacak yolun yayılması senin sebebinle olacak!" dedi. Bu rüyayı da görünce tasavvufa yönelip, bâtın nisbetini elde etmek arzum iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak için Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerinin huzuruna gittim. Mübarek yüzünü görünce mârifet sahibi bir zât olduğunu anladım. Sünnet-i Seniyye'ye son derece bağlı, dî-nin emirlerine tam uyan, yüksek ahlâk sâhibi bir zât idi. Sohbeti kalbe sefâ veriyor, cana can katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, arayanlarmaksada onunhuzûrunda kavuşuyor, ölmüş kalb onun huzûrunda dirilip itminâna eriyor, Hakk'akavuşmak oradamüyesser oluyordu. Beni talebeliğekabul etmesini arzedince, istihâresiz talebe kabûl etmediği hâlde beni derhal kabûl etti. Feyizleri o kadar bereketli ve tesirli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyzlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifâtına kavuştum.
    Kısa zamanda Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerinin soh-betinde yetiştim. Tasavvuf hâllerine gark olmuştum. Ben, muhabbet-i ilâ-hînin sarmasından, cezbenin çokluğundan uykuyu, istirahati, yemeyi, içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp yalnız başıma dolaşmaya başladım. Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı yemiştim. Vaktim hep ken-dimden geçmiş bir vaziyyette ve murâkabe hâlinde geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim. Nihâyet o hâle geldim ki;
    —"Rabbini görüyormuş gibi ibâdet et" hadîs-i şerîfinde istenen vasfa ulaştım. Mahviyyet, fenâ ve bekâ hâllerine kavuştum. Büyüklerin târif et-tiği maksada, sırr-ı tevhîde yükseldim.
    Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretleri benim hâllerime bakıp, bana karşı tevâzu ile, büyük bir sevgi ve alâka gösterdi. Bir gün, ikimiz karşı karşıya otururken;
    —"İki güneş karşı karşıya gelmiş, birinin nûrundan diğeri görülmüyor. Eğer tâliblerin terbiyesine yönelsen âlem nûrlanır." buyurdu. Yine bir gün bana;
    —"Sende Allahü Teâlâya ve Resûlüne karşı muhabbet yüksek dere-cededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana Şemsüddîn Habîbullah ismi verildi." buyurdu ve talebelerinden bir kıs-mının yetiştirilmesini bana havâle etti. Hocamın sohbetine devâm ederken, havâle ettiği o talebeleri de yetiştirdim ve hocamın sohbetine bıraktım. Her ne kadar Resûlullah Efendimizin zamânında bulunup görmekle şereflenmedik ama, Allahü Teâlâya binlerce şükürler olsun ki, Resûlullah'ın nâiblerinden olan (O'nun yolunu anlatan) hocam SeyyidMuhammed Nûrül Bedvânî'nin sohbetinde bulunmakla şereflendim. Hayâtın meyvesi, asıl maksad ele geçti. Büyüklerin çok iltifâtına kavuş-tum.
    Hocam Seyyid Muhammed Nûrül Bedvânî'nin sohbetine dört sene devâm ettim. Sonra bana icâzet verdi. Bana Ehl-i sünnet îtikadı üzere olmamı, Bid'atlerden sakınmamı vasiyet etti."
    Hocası Seyyid Muhammed Nûrül Bedvânî Hazretlerinin vefâtından sonra, altı sene Şeyh Gülşenî ve on iki sene Muhammed Efdâl ve Hâfız Sa'dullah'ın, sekiz sene Muhammed Abid-i Senâmî'nin sohbetlerine devâm ederek tasavvufda müceddidiyye yolunda yüksek derecelere kavuştu. Ayrıca Kâdiriyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyye yollarından da icâzet aldı. Zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendikten sonra insanları irşâda ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine âlimler, âmirler, velîler ve halk devâm edip ondan feyz aldılar. Mîr Müsliman, Senâullah Pâni-pütî, Gulâm Kâki, Seyyid Alîmullah, Seyyid Abdullah Dehlevî gibi büyük âlimler ve velîler yetiştirdi.
    MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
    — "Allahü Teâlâ bize en olgun aklı, doğru ve keskin görüşü ihsân etti. Saltanat işlerinin idâresi ve memleketin nizâmı husûsunda, herkesin hâline uygun en güzel usûlü öğrenmiş idim. Bunun için zamânın meşhûr devlet adamları, alacakları silahları ve diğer mühim şeyleri bizden sorar ve bizden aldıkları cevâba göre hareket ederlerdi."
    Yine şöyle buyurmuştur:
    —"Muhterem babamın bereketli terbiyesiyle yetiştikten sonra bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, bir bakışla herkesin ne olduğunu ve kalbindekini anlardım. Bulunduğum yolun nûruyla insanların saâdet ve şekâvet, (Cennet veya Cehennem) ehli olduğunu, alınlarından okurdum."
    Nevvâb Hân Firûzcenk, Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerini, soğuğu şiddetli bir kış gününde, üzerinde eski bir el-biseyle gördü. Bu hâlini görünce ağladı. Yanında bulunan adamlarından birine;
    —"Biz ne bedbaht insanız ki büyüklerimizden bir zât hediye kabûl etmiyor ve ona hizmet etmekle şereflenemiyoruz." dedi. Bu hâdise üzerine Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri:
    —"Biz, zenginlerden bir şey kabûl etmemeye, almamağa kararlıyız. Hayat güneşimiz batmaya yüz tuttu, ömür bitmek üzere. Şimdiye kadar kabûl etmedik." buyurdu. Sonra Nevvâb Hân Firûzcenk, otuzbin rubiyye para hediye etmek istedi. Kabûl buyurmadı ve;
    —"Biz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere dağıtınız." dedi.
    Yine Afgan serdârlarından biri, eşrefî denilen üç yüz altın gönder-mişti. Bunu da kabûl buyurmayıp;
    —"Her ne kadar hediyeyi kabûl etmek lâzımsa da, mutlaka kabûl etmek lâzım olduğuna dâir bir emir yoktur. Bize kendi talebelerimiz, ihlâs ve ihtiyatla, haram karışmaması için dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri getiriyorlar, onları bile kabûl etmiyoruz. Kaldı ki, ümerânın ve zenginlerin hediyye edeceği şeylerin tam helâlden hazırlanmış olduğu şüpheli olup onları hiç kabûl etmeyiz. Onda insanların hakkı vardır. Kıyâmet günü onun hesâbını vermek zordur. İmâm Tİrmizî'nin, Ebû Berze'den getirerek yazdığı hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
    —"Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevap vermedikçe hesaptan kur-tulamayacaktır:
    1- Ömrünü nasıl geçirdi.
    2- İlmi ile nasıl amel etti.
    3- Malını nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı.
    4- Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı." Bunun için çok dikkat etmek lâzımdır." buyurdu.
    Mazhar-ı Cân-ı Cânân'a yine devlet adamlarından biri Hindistan'ın meşhur meyvesi olan "Enbe"den (Hint kirazı) bir mikdâr hediye göndermiş ve kabûl etmesi için de çok yalvarmıştı. Bunun üzerine iki tâne "Enbe" alıp gerisini iâde etmiş ve;
    —"Bu fakîrin gönlü, bunları kabûl etmek istemiyor." buyurmuştu. Biraz sonra huzuruna bir bahçe sahibi gelip;
    —"Falan emîr, size gönderdiği enbeleri bizden zulüm ile alıp size hediye etti." dedi. Bunun üzerine mazlumun hakkının verilerek, himâye edilmesini söyledi. Sonra da;
    —"Sübhânellah, onun getirdiği bu yiyecek bizim bâtınımıza zararlı oldu." buyurdu. Ondan sonra da malı şüpheli kimselerin ikrâmını hiç kabûl etmedi. Yine bu hâdise üzerine;
    —"Yiyeceklerin en zararlısı kazançları şüpheli olan zenginlerin ikrâm ettiği yiyeceklerdir. Hattâ fakirlerin ikrâmları da şüphelidir. Çünkü onlar da, bu yemekleri hazırlamak için, kazançları şüpheli olan zenginlerden borç alıyorlar." buyurdu.
    Birdefâsında bir iftar vaktinde yemek yerken, gâfil birine âid olan bir ekmeği talebeleri paylaşmışlar, bir parça da Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerine vermişlerdi. O gece terâvih na-mazından sonra yenilen o ekmek sebebi ile, bâtınlarına tesir edip zarar verdiğini belirterek;
    —"Bu zarardan ancak namaz kılmak ve okunan Kur'ân-ı Kerîmi din-lemekle kurtuldum." buyurdu. Talebesi Abdullah Dehlevî Hazretleri bu söz üzerine:
    —"Şüpheli bir lokma, onların mübârek bâtınlarında nûr deryalarında böyle bir değişmeye zarara sebeb olursa bizim hâlimize ne denir!" bu-yurmuştur.
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleribu hu-susda şöyle buyurmuştur:
    —" Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavuşturmalı, tâat ve ibâ-detin nûrunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanâatı seçmeli. Teslimiyeti ve rızâyı seciye hâline getirmelidir. Resûlullah Efendimizin;
    —"Allah'ım! Al-i Muhammed'in rızkını kâfi gelecek kadar kıl." bu-yurduğu duâsına uygun olarak, insan için lâzım olan şeyleri yeteri kadar istemelidir.
    Eshâb-ı Kirâm da böyle duâ ederdi. İsrâfa düşürecek kadar zengin; sıkıntıya borca düşürecek kadar da fakir olmamalıdır. Kulluk vazifesini yerine getirip, ölüme hazır beklemeli, gönlü başka arzulara bağlamamalıdır. Ölüm, ilâhî bir hediyedir. Allahü Teâlâya kavuşmak ve Resûlullah Efendimizindîdarını mübarek yüzünü görmektir."
    MEKTUP
    Hazret-i Şeyh'in müridlerinden "Muhammed Kaasım" isminde birisi, Azim Abad' şehrine gitmişti. Bu şahsın kardeşi, bir gün Cenâb-ı Şeyh'in huzuruna gelerek, Azim Abad'da bulunan birâderi hakkında duâ ve teveccüh buyurulmasını istirham etti. Hazret-i Şeyh de sıhhat ve selâmeti için duâ buyurduktan sonra:
    — "Birâderin senin namına bir mektup göndermiştir, yarın eline ge-çer."buyurdular. Hakikaten buyurdukları aynen zuhur etti.
    YALAN SÖYLEME
    Yine yüksek kerâmetlerinden olarak naklederler: Memleketinin bü-yüklerinden Mustafa Han isminde bir zâtın hanımı Hazret-i Şeyh'e intisap arzusunda idi. Ancak iffetinin çokluğundan dolayı Şeyhin meclis-i âlilerinde bizzat hazır olamıyordu. Bu sebeple feyz alabilmek için Hazret-i Şeyh'e gâibane (görmeden) teveccüh ediyordu. Teveccühün tam olup olmadığını anlamak içinde her günhizmetçisini Şeyh Hazretlerinin huzuruna gönderirdi. Hizmetçisi bir gün, sahibesinden izinsiz olarak, yineHazret-i Şeyh'e varıp:
    — "Sâhibem hanım hânesinde inzivâ edip (tenhaya çekilip) feyz ta-lebine hazırdır." dedi. Cenâb-ı Şeyh bir miktar sükût ederek:
    — "Yalan söyleme, sahiben daha henüz teveccüh etmemiştir. Sen de buraya bu gün onun izniyle gelmedin."buyurdular. Bunun üzerine hizmetçi de hatasını itiraf ederek tövbe etti.
    ŞEYHİ İMTİHAN
    Seyyid Gulam Ali Müceddidî Hazretleri naklediyor:
    Bir gün Hazret-i Şeyh'in sohbetinde bulunuyordum. İhtiyar bir adam gelip:
    — "Şeyhin şöhreti rahmânî mi, yoksa değil mi? onu anlamayagel-dim." dedi. Bu küstahça söz karşısında Hazret-i Şeyh son derece üzüldüler Öfke ile o ihtiyara keskin ve dik dik baktılar. O esnada ihtiyar yere düşüp sudan çıkmış balık gibi çırpınmaya başladı. Daha sonra da:
    —Tövbe ettim, Allah hakkı için beni affet diye, yalvarmaya başladı. Hazret-i Şeyh deHakk'ın ismi araya girince kalktı ve ihtiyarın kolundan tutarak kaldırdı. İhtiyar hemen şifa buldu.
    SEVGİ
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, hocala-rına büyük bir muhabbet ve ihlâs ile bağlıydı. Bilhassa İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine derin bir muhabbeti vardı.
    —"Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebi ile kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü Teâlânın rızasına kavuştursun! Fakat Allahü Teâlânın rızasına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zât-ları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü Teâlânın rızasına ka-vuşmak için en kuvvetli vâsıtadır." buyurdu.
    PEYGAMBERİMİZLE GÖRÜŞMESİ...
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri şöyle an-latmıştır:
    —" Bir defa cihânın süsü ve kâinâtın serveri olan Peygamber Efendimizi rüyada görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübârek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnâda susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yâni İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin evlâdı da orada idiler. Resûlullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakîr;
    —"Yâ Resûlallah- onlar benim pîrimin evlâdıdır." diye arzettim.
    —"Onlar bizim sözümüzü tutarlar." buyurdu. Onlardan bir azîz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra;
    —"Ya Resûlellah, hazretiniz Müceddid-i Elf-i Sânî hakkında ne bu-yurursunuz?" diye arzettim.
    —" Ümmetimde onun bir benzeri yoktur." buyurdu.
    —"Yâ Resûlallah! İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Mektûbât'ı, mübârek nazarlarınızdan geçtimi? dedim. Buyurdu ki:
    —" Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!"
    Ben de, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin bâzı mektuplarındageçen ve Allahü Teâlâ için:
    —"O, verâ-ül-verâ sonra yine verâ-ül-verâ'dır, yani Allahü Teâlâ öte-lerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir" bu-yurduğunu okudum. Peygamberimiz bunu çok beğendi ve;
    —"Tekrar oku!" buyurunca, tekrar okudum. Bu ifâdeleri çok güzel buldu. Bu Hâl epey bir müddet devam etti . Sabah olunca büyüklerden bir zât erkenden gelip bana;
    —"Ben bu gece rüyâmda sizin bir rüya gördüğünüzü gördüm. O rüyayı bana anlat!" deyince, anlattım. Çok beğenip, hayret etti. Ben gördüğüm bu rüyada Resûlullah Efendimizin mübârek nefesinin ve soh-betinin bereketiyle kendimi tamamen nûr ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyanın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım."
    HAPİSTENKURTULDU
    Bir gün Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerinintalebelerinden biri huzûruna gelip;
    —"Efendim! Kardeşim Azîmâbad'a gitmişti. Sevenlerinizdendir. Bir iftiraya uğrayıp haksız yere hapsedilmiş. Kurtulması için duâ ve tevec-cühde bulunmanızı istirham ederiz." dedi. Bunun üzerine Mazhar-ı Cân-ı Cânân bir mektup yazıp, kardeşine ulaştırması için ona verdi ve;
    —"Bu eline geçtikten bir saat sonra hapisten kurtulur" buyurdu. O talebe mektubu kardeşine ulaştırınca, işâret edildiği gibi hapisten kurtuldu.
    TEVHİD HATMİ
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, büyük günah işlemiş bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre teveccüh eyledi.
    —"Şu mezarda Cehennem ateşi var. Kadının îmânlı olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna hatm-itehlîl, yetmiş bin Kelime-i Tevhîd sevâbı bağışlayacağım. İmanı varsa affolur." buyurdu. Hatm-itehlîlin sevabını bağışladıktan sonra;
    —"Elhamdülillah, îmânı varmış. Kelime-i tayyibe, tesirini gösterip azâbdan kurtuldu" buyurdu. Hadîs-i şerifte;
    —"Bir kimse, kendisi için veya başkası için yetmiş bin aded kelime-i tevhîd okursagünahları affolur."
    ERKEK EVLAD
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerini seven-lerden bir zât, bir gün mübarek eteğini tutup;
    —"Kızımın bir oğlu olacağını bana müjdelemezsen eteğini elimden bırakmam." dedi. Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri biraz murâkabeden sonra;
    —"Gönlün hoş olsun! Cenâbı Hak senin kızına bir erkek çocuk ihsan eyledi." buyurdu. Hakîkaten bu adamın kızının dokuz ay sonra bir erkek çocuğu oldu.
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri talebeleri ile bir yolculuğu çıkmıştı. Yanlarında azık olarak hiç bir yiyecek yoktu. Gittikleri yerde de müsafir kalabilecekleri bir tanıdıkları bulunmuyordu. Talebeleri bu durumu bildiklerinden merâk edip;
    —"Bakalım halimiz ne olur?" diyerek yola devam ettiler. Her yemek vakti geldiğinde, Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerinin kerameti ile gaybdan önlerine sofra kuruluyordu. Sofra üzerinde çeşit çeşit ve gâyet nefis yemekler bulunuyordu. Bu nefis ye-mekleri yiyip yolculuğa devam ettiler. Talebelerihayatlarında öyle güzel ve çeşitli yemekler yememişlerdi. Bu hal, seferlerinden dönünceye kadar devam etti.
    ÖLÜLERE İMDAD
    Bir kimse ölüsünün azabda olduğunu rüyada görüp, Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerine mağfiret olunması için duâ etmesini istirhâm etti.Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri de duâ edip;
    —"Allahü Teâlâ ölünün günahlarını mağfiret eyledi." diye de ona müjde verdi. O kimse tekrar ölüsünü rüyada görünce, kendisine;
    —"Hazret-i Mazhar'ın duâsı bereketi ile, azâbdan kurtuldum." dedi.
    AYNADA KENDİNİ GÖRDÜ
    Dört seneriyazetle meşgul oldu. Bu ağır riyazetlerin ardından bir gün aynaya baktı; kendi yüzünü göreceği yerde, şeyhi Seyyid Nur Hazretlerinin sûretini gördü.
    Şeyh Seyyid Nur Hazretlerinin sevgisi, bağlılığı içinden hiç gitmedi. Sonunda şeyhi Seyyid Nur Hazretleri vefat etti. Bundan sonra durmadan onun kabrine gelip gitmeye başladı. Ondan faydalandı, feyz aldı. Bu iki sene kadar sürdü.
    HAKKINDA SÖYLENENLER
    Üstazı bir gün ayakkabılarını çevirmiş ve ona:
    —"Seni müjdelerim. Allah ındinde tam bir kabul gördün" demişti.
    Şeyh Muhammed Efdal, Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri hakkında şöyle demişti:
    —"Sendeki bağlılığın üstünlüğüne hürmet duyuyorum. "
    Şeyh Hafız Sadüllah da ona şöyle derdi:
    —"Sen, gözüm yerindesin.."
    Şeyh Allâme Veliyüllah (meşhur muhaddis) ise şöyle dedi:
    —"Dünya şu anda bir avuç içinde gibi gözümün önündedir. Bakıyorum; dünyada Hazret-i Mazhar'ın bir benzeri yoktur."
    Şeyhlerine karşı çok sevgisi vardı; bilhassa İmam-ı Rabbani'yi çok çok severdi. Derdi ki:
    —"Her ne bulduysam, meşayihi sevmek yolundan buldum.
    ZİKİR —TARİKAT
    Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri buyuruyor:
    —"Tarikat tercihi, Allahü Teâlâ sevgisinin ağır basmasındandır. Bu sevgiyi, Allahü Teâlâ, sırf ihsanından isteyenlere ihsan etmektedir. Tarikat tercihi zikir için değildir; zira sırf zikre kalsa, şartlarına uygun olarak zikir herkese farzdır. Kalb gözü, ancakzikr-i kesirle açılır.
    Zikir esnasında, manaya dalmak durumu olursa; bunları korumak gerekir. Bu haller kaybolursa, yalvararak hemen zikre başlamalı.Manaya dalmanın tam olması için bir süre zikri bırakmamak gerekir. Çünkü esas gaye odur. İstenen de, beklenen de odur.
    Devam etti:
    —"Bütün bu zorlamalar, huyları güzelleştirmek içindir. Güzelleştirilmesi beklenen huylar da, Resulüllah Efendimizin (s.a.v.) güzel huylarına uygun düşecektir. Nitekim Efendimiz:
    "Ben, güzel huyları tamamlamak için gönderildim." buyurmuştur. Bu zamanda, tam bir azimle dini emirleri yerine getirmek işi, cidden çok zordur. Zira, işlemler bozuk, arzu edilenin uygulaması da hemen hemen imkansız.. Bu durumda, meşru emirlere nasıl uyulacak. Bu durumda, bid'atlardan kaçınıpfetvalara (şeriata) göre davranmakbüyük bir ganimettir."
    YEMEK
    Şöyle anlatıldı:
    Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri, arkadaşlarından bir grupla yolculuğa çıkmıştı. Yanlarında ne binek vardı, ne de yiyecek.. Bir menzile indikleri zaman, Allah tarafından kendilerine yiyecek sofraları gelirdi. Yerler, yollarına devam ederlerdi.
    YAĞMUR
    Bir gün şiddetli yağmur yağmaya başladı. Çok sarsıcı bir kasırga çıktı. Soğuk da artınca, zorlandılar. Bunun üzerine Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri elini açtı ve:
    —" Allahümme havaleyna vela aleyna=Allahım, bunu lehimize estir; aleyhimize değil.. Yağmur çevremize yağsın, üstünüze değil." diye dua etti.
    Bundan sonra yağmur çevrelerine yağmaya başladı. Duası bereketi ile, yağmura kalmadan yollarına devam ettiler.
    KOMŞUSU
    Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretlerin bir komşusu vardı. Bu komşusunu çok severdi. O komşusu ölüm hastasıydı. Ona, şefkatle, şöyle dua etti:
    —"Allahım, onun ayrılığına dayanamam, ona hemen şifa ihsan eyle..."
    Derhal o komşusu, bağlarından sıyrılmış gibi, hastalıktan kurtuldu, ayağa kalktı, şifa buldu.
    TAKVA
    Kendisi anlatıyor:
    "Bir keresinde, Şeyh Hafız Muhammed Muhsin'in kabrini ziyarete gittim. Orada kendimden geçtim. Orada mübarek cesedini olduğu gibi gördüm. Kefenleri de olduğu gibi çürümeden duruyordu. Toprak çürütmemişti. Ancak, ayak tarafının altında biraz bozulma olmuştu. Bunun sebebini sordum, şöyle anlattı:
    —"Sahibinin izni olmadan abdest alma yerine bir taş getirmiştim. Sahibi gelince onu geri vermek niyetindeydim. Abdest aldığım zaman, ayaklarımı onun üzerine koyardım. Bu işin uğursuzluğu sebebi ile ayağımın altını toprak yedi.
    Şöyle buyurdu:
    "Şurası bir hakikat ki, takvaya ne kadar ehemmiyet verilirse velayet halinde de o kadar üstünlük elde edilir."
    ŞEYHLERİN ÖFKESİ
    Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri, bir gün bir kimseye öfkelendi; sonra şöyle dedi:
    —"Gördüm ki, Hazret-i Ebu Bekir Sıddık'a kadar bütün şeyhler o kimseden yüz çevirdiler."
    Ve o kimse,üç gün sonra öldü.
    HAPİSTE DEĞİL
    Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretlerin müridlerinden biri geldi, şöyle dedi:
    —"Efendim, kardeşim falan, falan şehirde hapse atılmış; onun kurtulması için dua ediniz.
    Şöyle dedi:
    —"Kardeşin hapiste değil ki.. Bir düşmanlık meselesi, bir alacak verecek meselesi vardı; ondan da kurtuldu. Sana da bir mektup yazmış, sana ulaşacak.."
    Durum, eksiksiz haber verdiği gibi oldu.
    KABİRDE AZAP
    Bir zat bir dostunu rüyasında gördü. Ölmüştü ve kabrinde azap görüyordu. Bunun üzerine geldi, Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretlerine durumu anlattı.
    —"Onun bağışlanması, azaptan kurtulması için dua eder misiniz?" dedi.
    Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri o kimse için dua etti ve müjdeledi:
    —"Allah onu bağışladı."
    O zat, rüyasında azap çeken kimseyi yine gördü. Kurtulmuş ve kendisine şöyle diyordu:
    —"Şemsüddin Habibullah efendimizin, duasının uğuru ve bereketi ile Allah'ın azabından kurtuldum."
    HAKEM SEÇELİM
    Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri müridlerine manevi alanda çok güzel müjdeler verip onları sevindirirdi. Bu işi de çok yapardı. Bazı kısa görüşlü kimseler ise onun bu müjdelerini pek kabullenemezlerdi. Onların bu durumuna vakıf oldu ve onlara şöyle dedi:
    —"Eğer sözlerimi doğru bulmuyorsanız, gidin büyük velilerden hakem seçin. Onlar gelip benim sözümü tasdik ederler, doğrularlar." Dediler ki:
    —"En büyük hakem, Resulüllah Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır. O da dedi ki:
    —"Kabul ediyorum.."
    Sonra hep birden teveccühe daldılar. Bir fatiha okuduktan sonra, mürakabeye geçtiler.
    Mürakabelerinde, Resulüllah Efendimizi (s.a.v.) gördüler. İnkarcılara şöyle buyurdular:
    —"Habibüllah Mazhar'ın müjdeleri doğrudur."
    İnkâr edenlere de darıldı.
    FRENK KÂFİRİ
    Büyüklerden biri şöyle demişti:
    —"Gerçek manada iman sahibi bir tasavvuf ehli, kendisini firenk kafirlerinden daha çirkin, daha kötü görmedikçe, o firenk kafirlerinden daha çirkin, daha kötüdür."
    Bu sözün doğruluğunu anlamak için, Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretlerine sordular:
    —"Bu cümlenin manasında doğruluk derecesi nedir?. Halbuki tasavvuf ehli bir kimsede güzel sıfatlar bulunur. Tasavvuf ehli kişi bilir ki, kâfirin taşıdığı sıfatlara bürünmek küfürdür, masiyettir. Kendisinin sıfatlandığı durumlar ise imandır, daha başka değerlerdir. Bunu açıklar mısınız?.
    Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri,şöyle buyurdular:
    —"Efendim, Müceddidiye (İmam-ı Rabbani) yolunda olan büyüklerimizin bu sözlerini şöyle açıklamam mümkündür: Bu söz, "Kişinin nefsi, frenk kâfirinden, her alçak şeyden daha çirkin, daha kötüdür." manasınadır. Çünkü nefs her türlü şerrin menbağıdır. Ondan daha şer bir mahluk mevcut değildir.Tasavvufta kemale eren bir kimse, hayrı da, kemali de kesinlikle kendi nefsine bağlamaz. Bunların hepsi de kendisinde emanettir. Bu mana, tam bir fena halidir ki, yokluğa akıl erdirmektir. Müşâhade halinin de sağlamıdır.
    Şayet tasavvuf ehli dışa bakar da; varlık yanını, emanet nurları gördükten sonra, kendi esas yokluğunu gözden kaçırırsa o zaman, bir iddiaya düşer ve kendi kendine bir dava güderek, "Ben güneşim.." der. Bu, Hallac'ın "Hak benim" demesine benzer. Esasta o, mazurdur. O makamda öyle görülmesi normaldir. Çünkü, manevi sekir hali onu alt etmiştir. Öyle bir hale gelmiştir ki, varlıkla yokluğu ayırd edememiştir; iki yönü birbirinden ayıramamıştır. Böyle bir ayırd etme de o halde mümkün olmaz. Böyle olsa dahi, bu görüşünde o, hatalıdır. Hallac-ı Mansur'un makamına gelen Hak yolcusu saliklerden bu gibi yanlışlıklar meydana gelmiştir. Bu yanlışlıklardan kurtulanlar; Resulüllah efendimizin (s.a.v.) bereketi ulaştığı ve Allah'ın koruduğu kimselerdir.
    SON SÖZLERİNDEN...
    Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri, son günlerinden birinde; Cenâb-ı Hakk'ın şükredilmesi gereken nimetlerini anlattı ve şöyle dedi:
    —"Artık kalbimde, olmasını beklediğim bir iş kalmadı. Cenâb-ı Hakk tarafından bana verilen nimetlere fazlası ile nail oldum. Beni hakiki müslüman olma şerefine erdirdi. İlimden yana bana büyük nasib verdi. Faideli işler yapmakta bana doğruluk ihsan eyledi. Tarikat şeyhliği için tasarruf, keramet, keşif verdi. Bana nasib olmayan, sadece zahirde, şehitliktir. Şehitliğin, Allahü Teâlâ'ya yakın olmakta bir başka makamı ve üstün derecesi vardır. Şeyhlerimden çokları şehadet şerbetini içtiler. Bu Fakir'e gelince.. çok acizim, zayıfım; cihada gücüm yetmez. Bunun için bu mertebenin görünürde olması çok zor.. Ölümü sevmeyene şaşıyorum. Halbuki ölüm, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkmaktır. Resulüllah efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın (s.a.v.) ziyaretine gitmektir. Ölüm, evliyayı görmeye götürür. Değerli zatlarla buluşmaya çeker.
    Şimdi ben, din büyüklerinin ziyaretine iştiyak duyuyorum. Hazret-i Muhammed Mustafa'nın, İbrahim Halil'in yanlarına gitmeyi çok istiyorum.İstiyorum ki, Hazret-i Ebu Bekir'in (r.a.) ziyaretine gideyim. İstiyorum ki, İmam Hüseyin'in (r.a.) ziyaretine gideyim. İstiyorum ki, Cüneyd-i Bağdâdî'nin ziyaretine gideyim. İstiyorum ki, Şah Nakşıbend Efendimizin ziyaretine gideyim. İstiyorum ki, Müceddid İmam-ı Rabbânî'nin ziyaretine gideyim. Bu büyükler için kendimde husûsi büyük bir sevgi var..

    VEFATI
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, şehid olarak vefat etti. Vefâtından bir kaç gün önce, bu fânî dünyâdan gitme zamânının geldiği ve Allahü Tâlâya kavuşacağı için bambaşka aşk ve şevk içindeydi. O günlerde ibâdet ve tâatlarını daha da arttırmıştı. Bir taraftanda talebeleri ve sevenleri akın akın sohbetine geliyorlardı. Sohbetleri ve mürâkabeleri büyük bir huzur hâli içinde geçiyordu. Sohbetleri sırasında huzûrunda toplananlar yüz kişiden ziyade olur, bereketlere ve feyzlere kavuşurlardı. Vefâtının yaklaştığı günlerde tale-belerinden Molla Nesîm, memleketine gidip dönmek üzere izin istedi-ğinde, bu talebesine;
    —"Artık seninle bir daha görüşeceğimiz mâlûm değildir!" buyurdu. Bu sözleriyle vefât edeceğine işâretetmişti. Bunu işiten talebeleri ağ-laşmaya başlayıp göz yaşlarını tutamadılar. Yine vefâtının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Abdürrezzâk'a yazdığı bir mektubda;
    —" Ömrüm seksen yaşını geçti. Ecelim yaklaştı. Bize hayır duâda bu-lun!" diye yazmıştı. Bu sıralarda talebelerinden diğerlerine yazdığı mektuplarında da aynı şekilde işâret etmiştir.
    Yine vefâtının yaklaştığı günlerde kavuştuğu nîmetleri dile getirerek ve şükrederek şöyle buyurdu: "Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nîmete kavuşmak istediysem, Allahü Teâlâ onları bana ihsân etti. Beni İslâm-ı hakîkî ile şereflendirdi ve çok ilim ihsan etti. Sâlih amel üzere is-tikâmet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini ve-rip keşf, tasarruf ve kerâmet ihsân etti. Beni dünyaya düşkün olmaktan ve dünyâyâ düşkün olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü Teâlâyayaklaşmakta yüksek derece olan şehidlik derecesine kavuşamadım. Hocalarımın, mürşidlerimin çoğu şehidlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vücûdum zayıf düştü. Cihâd edecek ve böylece şehidliğe kavuşacak gücüm, tâkatim kalmadı . Ölümü sevmeyen, isteme-yenlere şaşılır. Ölüm Allahü Teâlâya kavuşmaya sebebdir. Ölüm, Resûlullah Efendimizi ziyâret etmeye, evliyâya kavuşmaya, onların mü-bârek yüzlerini görerek mesrûr olmaya sebebtir. Ölüm;Resûlullah Efendimiz, Halîlürrahmân İbrahim aleyhisselâm, Emîr-ul-müminînHazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, İmâm Hasan, Cüneyd-i Bağdâdî, Şâh-ı Nakşîbend Behâüddîn Buhârî ve Müceddîd-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî ile görüşmeye, onlara kavuşmaya vesiledir. Kalbimde bu büyüklere karşı husûsî bir muhabbet vardır. Onlar zahirî ve batınî şehâdete kavuştular, en yüksek mertebelere ulaştılar."
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri böylece, şehidlik derecesine kavuşmayı çok arzu ettiğini dile getirmişti. Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzuruna gelip gidenler iyice artmıştı. 1781 (H. 1195) senesinin Muharrem ayının yedisinde Çarşamba gecesi kapısının önüne pek çok kimse toplanmıştı. Bunlar arasında üç kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihâyetizin alıp içerigirdiler. Bunlar Moğol ve Mecûsî idiler. Huzuruna girince,
    —"Mazhar-ı Cân-ı Cânân senmisin?" dediler. Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri de;
    —"Evet benim." buyurdu. Meğer bunlar Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerine kastedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücum edip hançer vurmaya başladı. Vurulan hançer darbesi kalbine yakın bir yere isâbet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı. Durumdan haberdâr olan Nevvâb Necef Hân sabah erkenden frenk bir tabib gönderdi. Tabibe;" Çabuk gidip bu mübârek zâtı tedâvî et, onu yaralayanlar da yakalanınca kısasyapılsın." dedi. Frenk tabib gidip Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp kasden Nevvâb Necef Hân'a;
    —"İyileşip kurtulur, başka tabib göndermeye lüzum yok." dedi. Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri bu yaralı hâli ile üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün, Cumâ günü idi. Öğle vakti ellerini açıp Fâtiha-i Şerîfeyi okudu. İkindi vaktinde;
    —"Günün bitmesine kaç saat vardır?" buyurdu.
    —"Dört saat vardır, dediler. O gün hem Cumâ hem de Aşûre günü idi. Akşam olunca üç defa derin nefes aldı ve şehîd olarak vefât etti. Vefâtında ebced hesâbında târih olarak meâlen:
    —"Allah'a ve Peygambere itâat edenler, işte bunlar Allah'ın kendi-lerine nîmet verdiği, Peygamberlerle, sıddîklarla şehîdlerle ve iyi kimse-lerle barâberdirler. Bunlarsa ne güzel birer arkadaş!" buyurulan Nisâ sûresi 69. âyet-i kerîmesinden; "Ülâike ma'allezîne en'amellahü aleyhim." kısmı söylendi. YinePeygamber efendimizin bir hadîs-i şerîfinde;"Medhe şâyân olarak yaşadı ve şehîd olarak öldü." mânâsında;"Aşe hamîden mâte şehîden." buyurduğu kısım ile ebced hesâbına göre vefât târihi söylendi.
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerinin şehîd olarak vefât etmesinden sonra, sevenleri, onun büyük bir kayıp olduğunu ifâde eden rüyalar görmüşlerdir.
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, İslâmiyetin yayılması ve insanların hakîkî saâdete kavuşmaları için çok üstün hizmetler yapmıştır. Her biri üstün birer cevher olan kıymetli zâtlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlikyapmaklavazifelendirmiştir.
    MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
    Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
    —"Her kim ki dünyaya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nûrlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyaya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır ve hâlisniyetleve bâtınî nisbetini muhâfaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur."
    —"Dünya mel'ûndur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılma-yanlar damel'ûndur. Allahü Teâlâ'nınsevgisi ile dünya sevgisi bir araya gelmez. Allahü Teâlâ'nın rızâsına kavuşmak için mâsivâyı yani Allahü Teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terketmek lazımdır."
    Mazhar-ı Cân-ı Cân-ı Cânân Hazretlerinin kendi eshâbına, talebelerine nasîhatları şöyledir:
    —" Takvânın ve verânın, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakın-manın yolu, Resûlullah Efendimize mütâbeatyâni tam uymak ve onun bildirdiklerini candan kabûl etmektir. Kendi hâlinizi, Kitap ve sünnette bildirilen hususlar ile karşılaştırınız. Eğer haliniz, Kitap ve sünnette bil-dirilen hususlara yâni dînin emirlerine uygun ise makbuldür. Uygun de-ğilse merdûd'dur reddedilecektir. Ehl-i Sünnet ve cemâat îtikâdı üzere olmak lazımdır."
    Şemsüddin Habibullah Mirza Cân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri 1195 (1780 Miladî) senesi Muharreminin 9'uncu günü irtihal-i dâr-ı naîm ey-lediler. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
    Varisi: Şeyh Abdullah Dehlevî
    Halifeleri:
    Mevlâna Şeyh Osman Pâniputî, Mevlâna Seyyid Mir Müslüman, Mevlâna Şeyh Fazlullah, Mevlâna Şeyh Ahmed, Mevlâna Şeyh Muhammed, Mevlâna Şeyh Abdurahman, Mevlâna Şeyh Gulâm Kâkî, Mevlâna Seyyid Alîmullah, Mevlâna Şeyh İhsan, Mevlâna Şeyh Gulam, Mevlâna Muhammed Münîr, Mevlâna Şeyh Kalender Bahşî, Mevlana Şeyh Muhammed Azam, Mevlâna Şeyh Senaullah Sebenilî, Mevlâna Abdülbâkî, Mevlâna Muhammed Cemil, Mevlâna Muhammed Behîk, Mevlâna Abdü'l-Hak, Mevlâna Kutbüddin, Mevlâna Gulam Yahya, Mevlâna Gulâm Muhiddin, Mevlâna Şeyh Naîm Behraiçi, Mevlâna Kerîmullah Bengâlî, Mevlâna Şeyh Muhammed Vâsıl, Mevlâna Muhammed Hüseyin, Mevlâna Şeyh Gulam Hüseyin, Mevlâna Şeyh Abdü'l-Hakim, Mevlâna Şeyh Abdü'l-Kerîm, Şeyh Nevab İrşad, Mevlana Gulam Mustafa, Mevlâna Hâce Muhammed Kandehârî, Mevlâna Şeyh Molla Nesîm, Mevlâna Molla Abdürrazzâk, Mevlâna Molla Abdullah, Mevlâna Şeyh Molla Teymûr.

  8. #28
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: silsile-i sadat ın hayatları

    28. Abdullah-ı Dehlevi (k.s.)

    Nakşibendî Tarîkatı'nın büyüklerinden olup, Şemsü'd-dîn Habibullah Mirzâ Cân-ı Cânan Hazretlerinin en büyük halîfesidir. Neseb-i Şerîfleri Hazret-i Ali'ye (K.V.)ulaşır. Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretleri Hicret'in 1158'inci ylında Hindistan'ın Pencap eyâletinin Bicâle kasabasında dünyayı teşrif etmişlerdir. Yüksek babaları, Abdüllatif Hazretleri riyâzet ehli bir zât idi. Yemek yerine bazı yeşil otları yemekle iktifa eder ve sahralarda insanlardan uzak yerlerde açık zikr ile meşgul olurdu. Oğlu Şeyh Gulâm Ali'nin doğumundan bir gece evvel, Hazret-i Ali Efendimizi (K.V.) rüyada görmüş ve ona şöyle buyurmuştu:
    — Ey Abdüllatif! Hak Teâlâ Hazretleri sana iyi bir erkek evladı ihsan buyuracak. Onu benim ismimle adlandır.
    Muhtereme anneleri deo günlerde mânâ âleminde Gavs-ı Azam Abdülkaadir Geylani (k.s.) Hazretlerini görmüş ve o da şu hitaba muhatap olmuştu:
    — Yakında dünyaya gelecek olan oğluna benim ismimi koyasın.
    Çocuk dünyaya geldikten sonra babası O'na Ali , annesi Abdülkaadir, amcası da Abdullah ismini koydular. Âkil-bâliğ olduktan sonra (Gulam Ali) lâkabı ile meşhur oldu.
    Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri Buluğ çağına kadar doğduğu kasaba olan Bicale'de kaldı. 13 yaşına gelince babası Dehli'ye kendi şeyhi, Şeyh Nâsirü'd-Dîn Kaadirî Hazretlerinegötürdü. Fakat mezkûr zat vefat etmişti. Bunun üzerine babası ona:
    — Ey oğlum! Ben seni Şeyh Nâsirü'd-Dîn Kaadirî Hazretlerinden inabe alasın diye buraya getirmiştim. Fakat mukadder değilmiş. Artık sana cânânın ma'rifet kokusu hangi taraftan eserse sen o taraftan tarîkata gir. Ben sanaizin veriyorum." dedi. Bu izin üzerine Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.), Hâce Zübeyr Hazretlerinin halifelerinden Şeyh Ziyâullah, Şeyh Abdü'l-Adil, Hâce Mir Derd, Mevlâna Fahrü'd-Dîn, Fahr-i Cihan Çeştî Dehlevî, Şeyh Nânu, Şeyh Gulam Çeştî gibi zatların sohbetlerinde bulundu. Nihayet 22 yaşında olduğu halde 1180 H. tarihinde Mevlânâ Can-ı Cânân Hazretlerininsohbetleriyle müşerref oldu. O'nun sohbetlerinin verdiği haz o derece yüksek oldu ki, hemen mürid olup inabe alarak müridleri arasına girmeyi arzu etti.
    Hazret-i Şeyh, O'nu huzuruna kabul buyurup şöyle dedi:
    — Oğlum, burası tuzsuz taş yalamak gibidir. Binâenaleyh siz zevkli ve şevkli olan başka bir yere müracaat ediniz."
    Bunun üzerine Şeyh Abdullah Dehlevî(k.s.) Hazretleri:
    — Benim için en zevkli ve şevkli şey de tuzsuz taş yalamaktır." diye cevap verdi. Bunun üzerine Hazret-i Şeyh O'nu kabul ederek Tarîkat-ı Nakşiyye'nin âdâbını ta'lim buyurdular. Tam 15 sene Cân-ı Cânân Hazretlerinin şerefli sohbetleriyle müşerref oldular. Nakşî yolunda Seyr-i Sulûkini tamamladıktan sonra da, kendisine Kaadiriyye, Çeştiyye ve Sühreverdiyye tarîkatlarınında irşad hırkası giydirildi. Şeyhi, Habibullah Cân-ı Cânân Hazretleri irtihal buyurduktan sonra O'nun yerinekaaim oldu vehak yolunu arayan Allah'ın binlerce kulunu irşad eyledi.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Müridlerinden Mevlevî Kerâmetullah ismindeki zat, zatülcenb hasta-lığına tutulmuştu. Hazret-i Şeyh mübarek ellerini hasta olan mahalle mesh etmeleriyle o şahıs Hazret-i Allah'ın izni ile derhal hastalıktan kurtuldu.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri bir gün bir deniz kenarında bulunuyordu. Denizin ortasındabir gemi gidiyordu. Hazreti şeyh bir ara gemiye doğru teveccüh buyurmaları üzerine, gemi derhal Şeyhe doğru gelmeye başladı. Gemi hayli geldikten sonra yüksek nazarlarını gemiden çevirince gemi tekrar eski yoluna gitmeye devam etti.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Müridlerinden Şeyh Ahmed Yar anlatıyor: Bir gün ticaret için Rampur'a gidiyordum. Yolculuk esnasında birdenbire Hazret-i Şeyh zuhur etti. Ben de o esnada hayvanın palan ve kolanını düzeltiyordum. Buyurdular ki:
    — Palanını çabuk düzelt ve kaafileden ayrıl. Çünkü eşkiya yolunuzu kesecek ve mallarınızı talan edecek.
    Aynen buyurdukları gibi zuhur etti. Ben ise O'nun himmetiyle sela-mete çıktım.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...

    Hizmetçisi Şeyh Meyan Elif Hazretlerinaklediyor:
    — Bir gün uzun bir yolculukta yolumu şaşırmıştım. Uzaktan büyük bir zât peyda olup, bana doğru yolu gösterdi. Sonra dikkatlice baktığım zaman o zâtın Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri olduğunu anladım.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Müridlerinden Saliha isminde bir kadının, genç yaşta bir kızı vefat etmişti. Şeyh Abdulah Dehlevî (k.s.) Hazretleri ta'ziye ve teselli için o kadının evine giderek:
    — Hak Teâlâ Hazretlerikızın karşılığında sana sâlih bir erkek evlat ihsan buyuracaktır, diye müjde verdi. Sâliha Hatun ise şöyle dedi:
    — EyEfendimiz, benve kocam ikimiz de yaşlandık,artık bundan sonra bizden zürriyyetin zuhuru işi pek aklın kabul edeceği bir iş değildir. Bunun üzerine Şeyh Hazretleri:
    — Hüdâ, Kaadir-i mutlaktır, buyurdular. Bir küddet sonra o kadın hamile kaldı ve bir erkek evlad dünyaya getirdi.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Bir gün Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri'nin huzuruna bir ka-dın gelerek bir hasta için şifa olacak bir şey istedi. Hazret-i Şeyh de osırada yediği ekmek ve kebaptan o kadına bir miktar verdi. Kadın onları alıp eve geldiğinde bir de gördü ki, Şeyhin verdiği ekmek ve kebap, helvaya dönmüş. Bunu görünce hastanın ecelinin geldiğini anladılar. Hakikaten üç gün sonra o hasta vefat etti.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Müridlerinden Mir Ekber Ali, akrabasından bir kadının şifabulması için şeyhe üç defamüracaat etmiş fakatşeyh fazla ilgilenmemiş. Nihayet üçüncü defasında :
    — O kadının hayatı onbeş günden fazla olmadığı malum oldu. bu-yurdular.
    Hakikaten onbeş gün sonra kadın vefat etti. Mir Ekber Ali kadının şifa bulması için kendisi her ne kadar teveccüh ve dua etmiş ise de bir faide te'min etmemişti. Şeyh Hazretleri kadının cenaze namazını kıldırmak için hazır bulunduklarında şöyle buyurdular:
    — Ey Ekber Ali! galiba sen bu hatuna teveccüh etmişsin, zîrâ nefe-sinin bereketi şimdi malum oluyor.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Dehlî Camiinin İmamı, Mevlevî Fazıl Ahmed'in çocuğu uzunmüddet hasta yatar. Hastalığına bir çare bulunmaz. İmam, bir gece rüyasında, Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri'nin evine gelerek hasta oğluna, yemesi için bir şey verir. Sabah bir de bakar ki, oğlu iyileşmiş. Çok sevinir ve temiz bir niyetle, biraz para te'min edip Şeyh'in huzuruna gider ve kabul buyurmasını rica eder. Şeyh Hazretlerigülümseyerek,
    —Bu bizim geceki hizmetimizin ücreti midir? diyerek, hem latife ya-par hem de onun gördüğü rüyayı açıklar. O zât da cevaben:
    —Hayır efendim. Bu sizin bu geceki hizmetinize bir şükrâne bile olamaz, der.
    YÜKSEK HALLERİNDEN...
    Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri'nin müridlerinden bir kaç kişi uzak bir yerden üstazlarının ziyaretlerine gelirler. Yolculuk esnasında aralarında şöyle bir konuşma geçer:
    — Şeyhimizin yüksek âdetlerindendir.Müridlerinden biri kendisini ziyarete gittiği zaman, kendine ait olan bir şeyi ihsan buyurur. Bakalım bize ne ihsan buyuracak. Birisi der ki,
    — Ben kendi seccadesini vermesini isterim. Ötekisi,
    — Ben de külâh-ı şeriflerini ihsan buyurmasını isterim. Üçüncüsü ise,
    — Ben de, vücûd-u şeriflerine temas eden gömleğini arzu ederim, der. Diğer arkadaşları da her biri bir istekte bulunur. Şeyh Hazretlerinin huzuruna vardıkları zaman, her birine ne arzu etmişlerse, Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri, onları ihsan buyurur. Ve şöyle der:
    —Şimdi her birinizin arzuları yerine geldi mi.
    KIYMETLİ SÖZLERİNDEN...
    Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri buyurmuşlardır :
    —(Fakir) kelimesinin teşekkül ettiği harfler; Fakirliğin (f) sinden, Kanâat'ın (kaf)'ından, yâr-ı hüda'nın (ye)'sinden, riyâzetin de (r) sinden ibarettir. Kim bu dört harf ile muttasıf olursa, o harfler; Fazl-ı İlâhiye'nin (f) sine, kurb ve kabûl-i İlahiye'nin (kaf)'ına, yâr-ı hüda'nın (y) sine, rah-met-i İlâhiye'nin de (r) sine dönerler ve o kimse bu dört nimete nail olur.
    Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri buyurmuşlardır:
    —Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye dört mes'eleden ibarettir: 1. Def-i havâtır, 2. Devâm-ı huzur, 3. Cezbât, 4. Varidât.
    Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleribuyurmuşlardır:
    —Evliya üç kısımdır. Erbâb-ı keşf, erbâb-ı idrak, erbâb-ı cehl (yani kendilerinin velî olduklarını bilmeyenler)
    Hazret-i Şeyh kendi hallerini nakledip buyurdular:
    — Cihan Abad Cami'inde aç ve uykusuz olarak zikr ile meşgul olu-yordum. Açlık ve susuzluk fazlalaştıkça, camideki havuzdan bir miktar su içiyordum. Ve her gün Kur'an-ı Kerîm'i hatim ederdim. Günde 10 bin adet nefy ü isbat yoluyla kelime-i tayyibe'yi (yani Lâ İlâhe İllallah) zikrederdim. İşte bu şekilde zikr ederken kalbim o kadar kuvvet buldu ki, camiin içinin nur ile dolduğunu gördüm. Ne tarafa baksam derhal nura gark oluyordu. Şimdi ise zaîf oldum."
    Buyurdular:
    — Bir defasında cehennem azabı korkusu hayli fazlalaşmıştı. Bir çok günler âh ü zâr eyleyip ağlıyordum. Rü'yamda Rasûlüllah (S.A.V.) Efendimiz Hazretleri ile müşerref oldum. Buyurdular ki;
    — Sen bizim muhibbimizsin (sevdiğimizsin). Kim bizi severse, ce-henneme girmez."
    Buyurdular ki:
    — Bir gece aşk ve şevkimden "Ya Rasûlallah!" dedim.
    — Lebbeyk yâ Abde's-Sâlih, cevâbı ile müşerref oldum.
    Buyurmuşlardır ki:
    — Bir gün Şeyh Nizâmeddin Hazretleri'nin kabr-i şeriflerine gidip ruhaniyetlerine müteveccih olmuştum. Ruhaniyeti zuhur edip bana ,
    — Silsile-i Müceddidiyye-i Ahmediyye Kemâlâtının yüksek derecesi size nasib olmuştur, dedi. Bunun üzerine
    — Sizin nisbet-i aliyyenizi de inâyet buyurunuz, dedim. Bunun üze-rine Hazret-i Şeyh bana teveccüh ettiler. Bir de gördüm ki, onun mübarek çehresi benimki gibi ve benim çehrem de onunki gibi oldu. Bu sûretle elde ettiğim feyzden bana sonsuz dereceler hâsıl oldu.
    TAM BİR MAHVİYYET
    Evine bir köpek geldiği zaman ona yiyecek verir veşöyle derdi:
    — Allahım, ben kimim ki, sevdiklerinle aranda vasıta olayım!. Bu yarattığın hürmetine senden beni bağışlamanı diliyorum.. Bana gelenler, bana merhamet eylediğin, zatına yakın kıldığın için geliyorlar.
    SİGARADAN NEFRET EDERDİ
    Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri,çok temiz bir tabiata sahib idi. Tütün (sigara ve nargile) içen biri yanına geldiği zaman, ondan çok rahatsız olurdu. Hemen tutsü yapan birine emreder etrafa güzel kokular yaptırırdı.. Bazan da, mübarek meclisinde güzel kokular duyulur ve yanına girip çıkanlar : "Resülüllah'ın (s.) kokusu geliyor" derlerdi.
    SOFİ
    Sofiyi şöyle tarif ederdi:
    — Tasavvuf ehli sofi odur ki: Dünyayı ve ahireti arkasına atar; yüzünü Cenâb-ı Hakk'a döndürüp yoluna devam eder.
    RÜYA
    Şöyle anlattı:
    Rüyamda Mir Ruhullah'ı gördüm. Bu zat, Habibullah Can-ı Canan Hazretlerinin halis müridlerindendi. Bana :
    — "Resulüllah(s.a.v.) oturmuş senin gelmeni bekliyor." dedi.
    Hemen onun hizmeti için aşırı bir şevkle koştum. Boynuma sarıldı. Bir anda kendimi onun şeklinde buldum. Sonra , değiştim, Emir Kilal Hazretlerinin şekline girdim.
    NAMAZ
    Bir rüyasını daşöyle anlattı:
    — Bir gece yatsı namazını kılmadan uyumuşdum. Hemen Resulüllah Hazretleri(s.a.v.) , bir daha böyle bir şey yapmamamı , aksi halde ceza göreceğimi söyledi.
    UYGUNSUZ DAVRANIŞ
    Şöyle anlattı:
    Bir gün, Resulüllah (s.a.v.) beni ziyarete geldi ve sonra gitti. Onun ayrılığına dayanamayıp, yüzüme toprak saçmaya başladım. Yaptığım bu uygunsuz davranıştan, bir anda içimi zulmet kapladı.
    .
    HEDİYEDE KUSUR
    Şöyle anlattı:
    Âdetim idi; okuduğum zikirlerin sevabını, Resulüllah'a(s.a.v.) hediye ederdim;Bir keresinde bunu yapmadım. Tirmizi'nin anlattığı şekilde gelip bana göründü; yaptığım bu işten dolayı beni azarladı.
    SEVGİ
    Şöyle anlattı:
    Bir keresinde beni, Cehennem ateşinde yanmaktan dolayı çok büyük bir kurku sardı. Resulüllah Hazretlerini (s.a.v.) gördüm; evime teşrif etti. Şöyle buyurdu;
    — "Bizi seven cehenneme girmez."
    YOLDA KARŞILADI
    Hazret-i Zülüf Şah, Abüllah Dehlevi Hazretlerinin kabrini ziyaret için yurdundan yola çıkmıştı. Memleketioraya çok uzaktı. Gelirken yolunu kaybetti; ne yapacağını bilemiyordu.Tam bu sırada heybetli birini gördü; yanına geldi ve ona yolunu gösterdi.
    Hazret-i Zulüf Şah, o zattan ayrılırken sordu:
    — "Bana yolu gösterdin ve gidiyorsun. Peki sen kimsin?"
    O zat şöyle dedi:
    —" Ben senin ziyaretine gitmek istediğin kimseyim?"
    Hazret-i Zülüf Şah diyor ki:
    — "Böyle bir durum, benim için iki kere oldu."
    HAPİSTEN ÇIKARDI
    Meyan Ahmed yar, Şah Abdüllah Dehlevî Hazretlerinin arkadaşlarından biri idi. Amcası Sultan'a ait bir maldan ötürü hapse atılmıştı. Ahmed Yar ağlaya ağlaya Şah Abdüllah Dehlevi Hazretlerine geldi; durumuaçıkladı. Abdüllah Dehlevî Hazretleri şöyle buyurdu:
    —" Birini hapishaneye yolla , onu hapisten çıkarsın getirsin." dedi.
    Yar Ahmed şöyle dedi:
    —" Efendim, bu nasıl olacak; hapishanenin etrafı asker ve muhafızlarla dolu."
    Şu cevabı aldı:
    — "Sen öyle şöye karışma; emrimi yerine getirmeye bak ve onu oradan çıkar.
    Yar Ahmeddiyor ki:
    — "Bunun üzerine gittik, onu hapisten çıkarıp getirdik. Muhafızlardan ve bekçilerden kimse bize karışmadı.
    VEZİRLİKTEN AZİL
    Şöyle anlatıldı:
    Hâkim Rükneddin Han, başvezirliğe getirilmişti. Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri, ona bazı tavsiyelerde bulunmak için yakınlarından birini gönderdi. Fakat, Hakim Rükneddin Han, gelene de,tavsiyelere de önem vermedi.
    Şah Abdüllah Dehlevî Hazretleri'nin, bundan gönlü kırıldı. Çok geçmedi, Hakim Rükneddin Han, başvezirlikten atıldı; bir daha da öyle bir makama getirilmedi.
    VALİNİN SONU
    Şöyle anlatıldı:
    Dehli valisine, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin gönlü incinmişti. Çok geçmeden vali makamından atıldı.
    GÜLDÜLER
    Şah Abdullah Dehlevî Hazretleri'nin yakınlarından, Mevlânâ Kerametüllah anlatıyor:
    — Bir süre, Şah Abdüllah Dehlevî Hazretleri'nin hizmetinde bulundum. Ondan çok şeyler gördüm, böyle şeyler başkasında zor görülürdü. Bir gün, sabah namazını kıldıktan sonrakalktım; cemaatten ayrıldım, dersimi okumak için bir köşeye çekildim. O saat isemürakabe saatiydi.
    Abdüllah Dehlevi Hazretleri bana sert baktı ve şöyle dedi:
    —" Otur da mürakabe ile meşgul ol."
    İçimden taşkınlık geldi ve kendi kendime şöyle dedim:
    — "Sizi niyetime alıp geldim ki, bir zorluğa girmeden, tarikata gireyim. İş zora kalacaksa, her yerde var, size neden geldim!.
    Bunun üzerine bana baktı veiçimden geçirdiklerime karşı şöyle dedi:
    —" Otur! Bahâeddin'in hakkı için zorluğa sokmadan bu tarikat bağlılığını sana telkin edeceğim."
    O anda bana bir teveccüh etti ki kendimden geçip, düşmüşüm. O anda sandım ki: Kalbim, göğsümden çıkmış.. Bir müddet sonra kendime geldim. Baktım ki, zikir bitmiş; üzerime de güneş gelmiş.. O sırada, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin eshabından bazıları da oradaydı. Onlardan biri de Şah Ebu Said idi.. Hepsinden çok utandım. Bana sordular:
    — "Sana ne oldu öyle?." dediler. Dedim ki:
    — "Beni uyku bastırmıştı..".... Güldüler..
    KOMŞUNUN HAKARETİ
    Şöyle anlatıldı:
    — Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin rafizi bir kadın komşusu vardı. Tekkeyi genişletmek için ondan bir yer istedi. Kadın yerini satmak istemedi; üstelik bir sürü de ileri geri söz etti. Bunun üzerine, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri başını kaldırıp şöyle dedi:
    — "Ya Rabbi, bu kadının söylediklerini duyuyorsun."
    Kısa zaman içinde, o kadının akrabalarına, soyuna ölüm geldi. Bir kimse, hariç hepsi öldü. O bir kimse de, o evi Şah Abdüllah Dehlevi Hazretlerine bağışladı.
    BEDDUASI
    Şöyle anlatıldı:
    — Bid'at ehli, dini bozuk biri Şeyh Muhammed Bakibillah'ın kabrine oturdu. Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri onun oradan kalkmasını istedi; fakat o kimse oradan kalkmadı.Bunun üzerine, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleriçok üzüldü ve :
    —" Şah Bahaeddin'in hakkı için oturmaya gücün yetmesin." dedi.
    Aynı anda o kimseyi, çok şiddetli bir sıtma tuttu. Perişan bir şekilde, çıprın çırpına yerinden kalktı. Üç gün sonra da öldü.
    SON HASTALIĞI
    Son hastalığında, Şah Abdüllah Dehlevî Hazretlerinde ağır basan hastalık basur hastalığı idi. Bu hastalık sırasında, Şeyh Ebu Said Luknov şehrindeydi. Kısa zamanda ona çokça mektup yazdı, hemen yanına gelmesini istedi. Şunun için ki, hemen gele, makamına geçe ve kendi yerine de oğlu Ahmed Said'i bıraka.. Ahmed Said de, †£J@ä §πj †o
    Şeyh Ebu Said yanına geldiği zaman, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri ona şöyle dedi:
    —" İstediğim oydu ki, sizi gördüğüm anda, çokça ağlayayım. Ancak, öyle bir vakitte bana geldin ki, benim için artık ağlamak da mümkün değil..
    Bundan sonra tamamen Şeyh Ebu Said'e iltifat etti ve umumi olarakona irşad vasiyet etti.
    Eskiden beri adeti idi. Kendisinde, ağır bir hastalık alameti gördüğü zaman, bazı tavsiyelerde bulunurdu. Bazan da, sıkı bir şekilde, şu tavsiyeleri yapardı:
    Zikri devam ettirmek, huyu güzelleştirmek, tarikat bağını kuvvetlendirmek, hemen herkesle hoşça geçinmek, başa gelen kaza kaderden ötürü, 'Eğer, niçin, neden?!.' gibi sözleri, itirazları terk etmek, kardeşler arasında birlik olmak, fakr, kanaat, rıza, teslim, tevekkül ile ibadete girmek üzere olmayı tavsiye ederdi.
    Aynı adetini bu kere de tekrarladı. Ondan sonra da şöyle dedi:
    — "Emr-i Hak vaki olduğu zaman, beni nübüvvet izleri bulunan yere götürün. Ki o iz, Dehli camiindedir. Benim için de o iz'in sanibinden şefaat isteyin."
    Safer ayının da on ikinci günü, işrak vakti olmuştu.. Tam bu sırada, Ebu Said'in hemen evinden gelmesini emretti. Ebu Said geldi. Başını Ebu Saîd'in göğsüne koydu. Bu sırada dizlerini dikmiş, ellerini önden kavuşturup oturmuştu... Refîk i alaya uçtu...
    Yıkandı, kefenlendi. Cami mescidine götürüldü.
    Halk tekkeye akın etti. Caddeler, yollar, sokaklar onun cenazesine gelenlerle dolup taştı.
    Ebu Saidnamazını kıldırdı. Uğur ve bereket dileği ile onun Peygamberimizin emanetlerinin bulunduğu yere koydular. Ondan sonra dergaha getirdiler. Mürşidi Habibullah Cân-ı Cânân Hazretleri'nin sağ yanına koydular.
    Şeyh Abdü'l-Gani-i müceddidi (k.s.) büyük evliyadandır. Te'lif etmiş oldukları risalelerinde Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri hakkında şöyle buyururlar:
    — Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretlerinin kerametlerinin en büyüğü şudur ki, Hakk'ı ve hakikatı arayanların kalblerinde tasarruf eder, onların kalblerine feyz-i ilâhiyeyi koyardı. O'nun kerâmetleri yazılacak olsa, cildler dolusu kitap meydana gelirdi. Binlerce dervişânı bir anda cezbe ve vâridat-ı ilâhiyeye ulaştırmışlardır.
    HASTALIĞIVE YERİNE BIRAKTIĞI VEKİLİ
    Elhadâiku'l verdiyye ve Reşahat zeylinde yazılıdır:
    Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri son hastalığında halifelerin-den Şeyh Ebu Saîd, Likehnu (veya luknov) şehrindeydi. Kısa zamanda ona çokça mektup yazdı. Hemen yanına gelmesini istedi. Şunun için ki, hemen gele makamına geçe. Kendi yerine de oğlu Ahmed Saîd'i bıraka. Ahmed Saîd de Şah Abdullah Dehlevi Efendimizin halifelerinden biri idi. Bunun üzerine Şeyh Ebu Saîd derhal ailesini bırakıp yalınayak koştu geldi. Şeyh Ebu Saîd yanına geldiği zaman Şah Abdullah Dehlevi Efendimiz ona şöyle dedi:
    – İstediğim oydu ki sizi gördüğüm anda, çokça ağlayayım. Ancak öyle bir vakitte bana geldin ki, benim için artık ağlayacak gücüm de yok. Benden sonra yerime siz oturursunuz."
    Bundan sonra tamamen Şeyh Ebu Saîde iltifat etti. Umumi manada ona irşad tavsiye etti.
    (Elhadâiku'l verdiyye fi Hakâik-i Ecilla'in- Nakşıbendiyye - M. 1885- Abdülmecid Hani- )
    Hazret-i Şeyh vefatları sırasında basur hastalığına mübtela olmuşlardı. Hicretin 1240'ıncı (M. 1824) yılında, safer ayının 22'inci günü işrak vaktinde 82 yaşında oldukları halde irtihal-i dâr-ı naîm buyurmuşlardır. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
    Varisi: Şeyh Hâfız Ebû Saîd Sâhib,
    Halifeleri:
    Mevlâna Beşaretullah, Mevlâna Halid Ziyaüddin Müceddidî,
    HALİFELERİ
    İSMAİL MEDENÎ
    Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin en ileri müridlerinden biri deŞeyh Seyyid İsmail Medenî idi. Büyük alimdi ve mürşid idi. Nakşıbendi tarikatına Mevlana Halid vasıtası ilegirmişti.
    Sonra, Resulüllah Efendimizi (s.a.v.) rüyada gördü; Şu emri aldı:
    — "Dehli'ye git, Müceddidiye tarikına, Şah Gulam Aliyolundan gir."
    Hemen emri aldı ve derhal hazırlığını yaptı.
    "Şah Gulam Ali" olarak tanıtılan, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretlerine vardı. Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri onun terbiyesini üstlendi. Ona çok ehemmiyet verdi ve halife olmaya layık hale getirdi.
    Bu zat sonra Medine-i Münevvere'ye gitti.
    Medîne-i Münevvere'den gelirken, bazı âsâr-ı nebeviyyeyi de beraberinde getirmişti. Onları getirip Dehli'de Cami mescidine koydular. Bu sırada Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri dedi ki:
    — "Orada küfür karanlıkları bulunabilir; temizlenip öyle konması gerekir.."
    Bunun üzerine orada bir araştırma yaptılar. Gördüler ki, orada bazı kralların heykelleri var. Hemen onları temizlediler.
    MUHAMMED CAN
    Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin halifelerinden biri de Muhammed Can'dır.
    Biri şöyle anlattı:
    Bir kadını çok sevdim. O kadar ki, onunla günah edecek duruma geldim. Bunu gidip Muhammed Can'a anlattım; bana şöyle dedi:
    — Benim büyük günah işleyen kimselerle aramda hiç bir bağ yoktur. Böyle bir şey yaparsanız, Allah katında sizin için ar olur.
    O kimse devam ediyor:
    Öyle bir hale geldim ki, duramaz oldum. Hemen o günahı yapmaya karar verdim. Durumu yine Muhammed Can'a bildirdim, bana şöyle dedi:
    — "Lâ havle velâ kuvvete illa billah.. (Güç kuvvetancak Allah'ındır..) duasını oku ."Dedim ki:
    — "Sübhanellah!. Ben hep bunu okuyorum." Şöyle dedi:
    — "Bir de benim emrimle oku.."
    Okudum. Bir de baktım ki, o kadınla arama, mânen çin seddi gibi bir set çekilmiş. Üç senedir sürüp gelen şehvet duygularım silindi gitti.
    AHMED KÜRDİ
    Şah Abdüllah Dehlevi Hazretlerinin halifelerinden biri de Seyyid Ahmed Kürdî idi.
    Seyyid Ahmed Kürdî, Nakşıbendiye tarikatına Mevlana Halid Hazretleri vasıtası ile girdi. O zaman Bağdad'daydı. Bağdad'da mevlana Halid ile buluştu ve bu yola girdi.
    Sonra, bu zat da Resulüllah Efendimizi (s.a.v.) rüyada gördü. Resulüllah Efendimizi kendisine Dehli'ye gitme işaretini veriyordu.
    O da Dehli'ye gitti. Şah Abdullah Dehlevî Hazretleri'nin yanında sülûke girdi. Bu yolun makamlarını bir bir aşarak tamamladı.
    Şah Abdüllah Dehlevî Hazretleri ona icâzet ve halifelik verdi ve geldiği yere irşad için yolladı.
    Yolda giderken hastalandı.
    Bu hastalığı sırasında Resulüllah Efendimizigördü. Rüyada kendisine nasıl salavat okuyacağını öğretti. O da salavat okuyunca iyileşti. Cenâb-ı Hakk, ona salavat-ı şerife bereketi ile şifa verdi.
    ABDÜLLAH MAĞRİBİ
    Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin halifelerindendir.
    Önce Mevlana Halid'in hizmetine girdi. Sonra, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin büyük fazlına kavuştu. Manevî büyük derecelere burada nail oldu.
    MEVLANA HALİD
    Şah Abdullah Dehlevi Hazretlerinin değerli halifelerindendir.
    Abdülmecid Hânî anlatıyor:
    Babam, dedemden alıp bana şöyle anlattı:
    MevlânâHâlid Efendimiz Bağdad'a ilk defa geldiği zaman, büyük alimlerin ziyaretlerine gitti. Ziyaret ettiği bu alimler, onda çok derin ilim gördüler.
    SİGARA
    MevlânâHâlid Efendimiz Şah Abdullah Dehlevî Hazretlerine henüz intisap etmemişti. O zamantütün (sigara) içiyordu. Ziyâret ettiği âlimler, ziyaret edip yanından çıktıkları zaman, ilmini övdüler ve hürmetleandılar.
    — "Ancak bir tütün içmesi var!. O da olmasa " dediler.. Bu sebeple onu tenkit ettiler.
    Onların bu tenkidi MevlânâHâlid Efendimizin kulağına gitti. Hemen yemek hazırladı ve o büyükleri davet etti. Onlar geldikten sonra:
    — "Gelin yemeğe oturmadan önce, yemeğin faydaları üzerine konuşalım." dedi.
    Konuşmaya başladılar. Haramları, mübahları anlattılar. Sonunda sıra tütüne geldi.
    Onlarla uzun uzun konuştu. Sonunda onları,tütünün haram olmadığına dair deliller getiripsözle susturdu. Sonra, tütün tabakasını getirdi ve onların gözü önünde kırıp parçaladı. Sonra da şöyle dedi:
    — "Şimdi şeriatta tütünün yeri belli olmuştur. Şahid olunuz ki,onu ben iptal ediyorum, batıl sayıyorum." diyerek tütünün bâtıl bir şey olduğunu ilan etti.
    Bundan sonra bir daha elini tütüne değdirmedi.
    Medresede deharamlardan tam manası ile sakınır, şüpheli şeylere hiç yanaşmazdı.
    HACCA GİDİŞİ
    Hicretin 1220. (m. 1805) yılı idi. MevlânâHâlid Efendimiz Beytullah'a doğru yola çıktı.
    MevlânâHâlid Efendimizi dinleyelim:
    — Medine-i Münevvere'de bulunduğum sırada, yararlı zatlardan birini aramaya koyuldum. Uğur bereket olur ümidi ile nasihatini almak istiyordum. Onun verdiği öğütle amel eder, iyilik bulurdum.
    Öyle birini sonunda buldum. Yemenli idi; riyâzet ehli, nefsini yola getirmiş, ilim sahibi, bildiği ile amel eden birine benziyordu.
    Ondan; cahil ve kusurlu birinin, bilgili ve basiret sahibi birinden nasihat istediği gibi nasihat istedim.
    Bana bazı nasihatlerde bulundu ki, onlardan biri de şu idi:
    —"Mekke-i Mükerreme'de, dış görüntüsü meşrû emirlere ters düşen bir şey görsen bile inkâra yeltenme."
    Mekke-i Mükerreme'ye vardım. Çok dikkat ediyor, verilen nasihata göre amel etmeye gayret ediyordum. Bir cuma günü, Harem-i Şerif'e erken gittim. Niyetim, bir deve kurban etmiş gibi sevab almaktı. Kâbe-i Şerif'e doğru oturdum. Delâil okumaya başladım. Birden gözüme biri ilişti. Kara sakallıydı. Üzerinde normal insanlara benzemeyen bir hal vardı. Sırtını şadırvana dayamış, yüzü de bana dönüktü. Birbirimizi rahat görebiliyorduk.
    —"Bu adam da, Kâbe-i Muazzama'ya karşı hiç edepli değil."diye İçimdengeçirdim:
    Ama, onun aybını yüzüne vurup açıktan bir şey dememiştim. Hemen bana şöyle dedi:
    —"Hey adam, bilmiyor musun ki, Allah katında mümine saygı Kâbe'ye saygıdan daha ileridir!. Niçin Kabe'ye arka çevirdiğim; sana yüzümü döndürdüğüm için bana sataşıyorsun?. Medine-i Münevvere'deki kimsenin nasihatını dinlemedin mi; o nasihat üzerinde dikkatli durmanı tenbih etmişti."
    Onun böyle demesinden sonra, büyük velilerden biri olduğuna dair içimde hiç şüphem kalmadı. Hemen onun eline kapandım, affımı diledim. Ve Hakka varmaya bana delil olmasını istedim.
    Şöyle dedi:
    — "Bu diyarda, senin içini açacak biri yoktur."
    Eli ile Hindistan tarafına işaret etti ve şöyle dedi:
    — "O taraftan sana bir işaret gelir, gönül açıklığın o taraflarda olur."
    Bunun üzerine, Haremeyn'de beni irşad edip meramıma ulaştıracak bir şey bulmaktan ümidimi kestim. Hac görevimi tamamladıktan sonra Şam'a döndüm."
    MevlânâHâlid Efendimizin anlattığı kısım bu kadar.
    ...............
    Bu arada, içinde bir iştiyak vardı: Kendisini Hak erenler derecesine ulaştıracak bir mürşid arıyordu. Ondaki bu iştiyak, büyük derviş Azimabadlı Muhammed Mevlana Mirza Rahimüllah Beğ'le tanışıncaya kadar devam etti.
    Bu zat, Şeyh-i Azam Abdullah Dehlevî Efendimizin ileri gelen halifelerinden biri idi. Bu zat geldiği zaman, MevlânâHâlid Efendimiz, ona derdini açtı.
    — Kamil bir mürşid arıyorum; onun için yanıp tutuşuyorum. Onun yolu ile esas gayeme ulaşmak istiyorum."
    Derviş Muhammed, MevlânâHâlid Efendimize şöyle dedi:
    — "Benim kâmil bir şeyhim var. Mürşiddir, âlimdir, ilmi ile amel eder. Sultanlar Sultanı Cenâb-ı Hakk'a ulaştıran yolları da iyi bilir. İrşad ve sülûk işlerini de bütün inceliği ile bilir. Tarikatı, Nakşibendî'dir, Cihanabad'a gidip onun hizmetine girelim. Ben, ondan bir işaret de işittim ki, senin gibi biri gelip onun elinde muradına erecek.."
    Derviş Muhammed'in bu sözleri, MevlânâHâlid Efendimizin kalbine işledi. Özünü onun sözleri kapladı. Hiç tereddüd etmeden, ders okutma işini isteyen birine bıraktı. Hicri 1223. (m. 1809.) Rey yolu ile, Hindistan'a doğru yola çıktı.
    Şeyh Abdullah Dehlevi Hazretlerinin huzuruna vardı. Onun terbiyesine girdi. Dergahın temizlik işleri bir müddet kendisine verildi. Çok teveccüh aldı. Yüksek makamları birer birer geçerek halifelik makamına çıkarıldı. Kendisine icazet verildi ve tekrar memleketi Şam'a doğru yola çıktı. Senelerce irşad vazifesi ile meşgul oldu.

    ALTUN SİLSİLENİN 29. HALKASI İLE ALÂKALI BİR MÜTÂLAA
    Ehlince malumdur ki, son devirlerde yazılmış tasavvuf kitaplarının içinde hemen herkesin ittifakla kaynak eser olarak kabul ettikleri3 mühim kitap vardır. Bunlardan biri, Şeyh Muhammed Hânî'nin yazdığı , 'Elhadâikul verdiyye' isimlikitap, İkincisi, Hocazâde Ahmed Hilmi Efendi'nin yazdığı 'Hadikatül evliya,' üçüncüsü de Muhammed Murad Kazânî'nin Reşâhat kitabına yaptığı zeylidir.. Bu üç kitap son 100 yıl içinde gelen meşâyıh hakkında en kıymetli kaynaklardır. Bu kitapların her üçü de, Altun Silsile'nin 28. Halkası Abdullah Dehlevî Hazretlerinden sonra gelen 29. halkanın; Şeyh Ebû Saîd Hazretleri, 30. Halkanın da Şeyh Ahmed Saîd Hazretleri olduğunda ittifak etmişlerdir. Mevlânâ Hâlid Hazretlerinin ise bu silsilenin 29. ve 30. halkası olmayıp Abdullah Dehlevî Hazretlerinin ileri gelen halifelerinden bir halifesi olduğu açık olarak kaydedilmektedir. Ayrıca yine Elhadâiku'l Verdiyye kitabında yazıldığına göre, Şeyh Abdullah Dehlevi Hazretlerinin halifelerinden,Şeyh İsmail Medenî, Şeyh Amed el Kürdî'nin ve Abudullah Mağribî'nin, önce Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî'nin eli ile Nakşî yoluna girdikleri, sonra Resülüllah (s.a.v.) efendimizin kendilerine mânen görünerek, Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretlerine gitmelerini ve orada kavuşacaklarına kavuşmalarını işaret buyurduğu yazılıdır.
    Ayrıca Mevlânâ Hâlid Hazretleri, hocası ve üstâzı Abdullah Dehlevî Hazretlerinin vârisi olarak yerine geçen Ebu Saîd Hazretlerine yazmış olduğu bir mektup da bunun bir başka delîlidir. Bu mektubunda Ebu Saîd hazretlerine hitaben: "Ebû Saîd Müceddidî Mâsûmî Hazretlerinin yüksek huzurlarına arz ederim... " diye başlıyor, sonra da bulunduğu beldelerde yaptığı hizmetlerle alâkalı malumatlar veriyor.
    Bir şeyhin umûmî mânâda yerine geçen vârisi ve postnişîni olmak ayrı şey, sadece halifesi olmak ise apayrı bir şeydir. Sahih bir nisbetin de, varis yolu ile devam ettiği ehlinin malumudur. Kitabımızın 1. baskısında, Nakşibendî silsilesinin 29. ve 30. halkalarını teşkil eden bu mübarek zatların yazılması hususunda bazı okuyucularımızın bize "Neden bizim üstazımızın üstazları kitabınızda yer almıyor?" diye sormaları sebebiyle bu izahatı yapmış bulunuyoruz. Saygılarımızla. (A.D.)

  9. #29
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: silsile-i sadat ın hayatları

    29. Hafız Ebu Said Sahib (k.s.)

    1217 (m.1802) senesi Rabî'ul-âhir ayında, Hindistan'da Rampûr şehrine bağlı Mustafaâbâd beldesinde dünyaya geldi.
    Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri, daha çocuk iken, sâlih ve kıymetli bir zât olacağının alâmetleri yüzünden okunuyordu. Çocukluğunda, çocuk-ların düşkün oldukları oyun ve eğlenceler ile hiç meşgûl olmazdı. On yaşında Kur'ân-ı Kerîmi ezberledi. Kur'ân-ı Kerîmi güzel ses ve tertîl üzere o kadar güzel okurdu ki, dinleyenler kendilerinden geçerdi. Tecvid ilmini, kırâat âlimlerinden Kârî Nesîn'den öğrendi. Kur'ân-ı Kerîmi ezberledikten sonra, aklî ve naklî ilimleri öğrenmeye başladı. Önemli ders kitaplarını Müftî Şerefüddîn'den okudu. Şâh Veliyyullah Dehlevî'nin oğlu Mevlâna Refîüddîn'den hadîsdersi aldı. Kâdı Beydâvî Tefsîri'ni, Sahîh-i Müslim şerhini de ondan okudu. Sahîh-i Buhârî'yi ise yine Mevlâna Refîüddîn'den, hocası Şeyh Abdullah Dehlevî hazretlerinden ve kendi dayısı Sirâc Ahmed'den okuyup rivâyet ve nakletme icâzeti aldı.
    İRŞAD VAZİFESİNİ ALIŞI
    Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri son hastalığında halifelerin-den Şeyh Ebu Saîd, Likehnu (veya luknov) şehrindeydi. Kısa zamanda ona çokça mektup yazdı. Hemen yanına gelmesini istedi. Şunun için ki, hemen gele makamına geçe. Kendi yerine de oğlu Ahmed Saîd'i bıraka. Ahmed Saîd de Şah Abdullah Dehlevi Efendimizin halifelerinden biri idi. Bunun üzerine Şeyh Ebu Saîd derhal ailesini bırakıp yalınayak koştu geldi. Şeyh Ebu Saîd yanına geldiği zaman Şah Abdullah Dehlevi Efendimiz ona şöyle dedi:
    – İstediğim oydu ki sizi gördüğüm anda, çokça ağlayayım. Ancak öyle bir vakitte bana geldin ki, benim için artık ağlayacak gücüm de yok. Benden sonra yerime siz oturursunuz."
    Bundan sonra tamamen Şeyh Ebu Saîde iltifat etti. Umumi manada ona irşad tavsiye etti.
    Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri, aklî ve naklî ilimleri öğrendikten sonra, tasavvuf ilmine yönelip bu yolda da yetişti. Önce babasından feyz aldı. Babası onu tasavvufta bir müddet yetiştirdikten sonra;
    — Ey oğlum! Senin himmet kuşun çok yükseklere uçmaktadır. Benden bu kadar, dedi. Bundan sonra Kâdirî yolunun o zamanki meşhûr Şeyhi Şâh Dergâhî'nin hizmetine girdi. Oniki sene, derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Nefsini ve kalbini ıslâh için çok gayret göstererek nefsin isteklerini yapmayıp, nefsin istemediklerini yaptı. Dünyâdan yüz çevirdi. Çok oruç tuttu. Yetişmek için ne lâzımsa yaptı. Nihâyet hocası Şah Dergâhî ona Kâdirî yolundan icâzet ve hilâfet verdi.
    Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri, bundan sonraki hâlini şöyle anlatmış-tır:
    — İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ını okurken anladım ki, tasavvufta bu derecelere ulaşmama rağmen, henüz kemâlat-ı nisbet-i Ahmedî'ye kavuşamamışım. Bu sebeple Dehlî'ye gidip oradan, Pâni-Püt şehrinde bulunan Senâullah Pâni-Pütî'ye bir mektup gönderip, bu nisbete kavuşma arzumu bildirdim. Bana cevâben gönderdiği mektupta, Abdullah Dehlevî hazretlerinin sohbetine gitmemi yazmıştı.
    1810 (H.1225) senesinde Muharrem ayının yedinci günü Abdullah Dehlevî hazretlerinin sohbetine girmeye muvaffak oldu. Çok büyük izzet ve ikrâm gördü. Şeyh Abdullah Dehlevî hazretleri, ondan talebe ye-tiştirmesini isteyince;
    — Efendim ben buraya istifâde etmek için geldim, cevâbını verdi. Bunun üzerine daha çok iltifât ve teveccühe kavuşup, Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretlerini'nin meşhûr talebelerinden oldu. Birkaç ay daha sohbetlerinde bulunduktan sonra, Müceddidiyye, Çeştiyye, Kâdiriyye yollarından icâzet alıp mezun oldu. Şeyh Abdullah Dehlevi Hazretleri, talebelerinin çoğunu ona havâle etti. Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî ve Seyyid İsmâil medenî gibi âlim zâtlar da Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri'ndenistifâde ettiler. Hocası Abdullah Dehlevî Hazretleri talebelerine hitâben;
    —Talebenin irâdesi (kendi arzu ve isteği), Ebû Saîd'in irâdesi gibi olmalı. Zîrâ hocalığı bırakıp talebeliği tercih etti, buyurdu.
    Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri, tam on beş sene Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretlerinin sohbetine devâm etti. Onun vefâtından sonra, yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı. Şerîat-ı Mustafaviyyeyi ve Tarîkat-ı Nakşibendiyyeyi neşir hususunda büyük gayret ve ihtimam gösterdi. Hak âşıklarının, susamışların kalblerini Allahü Teâlânın mârifeti ile doldurdu. Bütün ecdâdı gibi İslâm dînini yaymağa çalıştı.
    Daha sonra eshabının isteği üzerine, "Hidâyetü't-Tâlibîn" namında farisi bir risale yazdı. Tarîkatın levâzımından olan evsâf-ı hamîde ve ahlâk-ı cemile ile tam muttasıf idi.
    Hâfız Ebû Saîd Hazretleri, 1240 (1824) senesinde Hac farîzasını edâ için Haremeyni'ş-Şerifeyn'e vasıl oldular. Mekke-i Mükerreme'de Hac'dan önce ve sonra üç ay kadar kaldılar. Daha sonra bazı hastalıklara mübtelâ oldular. Buna rağmen Peygamberimiz Seyyidü's-Sakaleyn (S.A.V.) Efendimiz Hazretlerini ziyaret maksadıyla Medîne-i Münevvere'ye döndüler. Peygamber Efendimizden pek çok inâyet ve lütûflarına nail olarak hesapsız feyz ile memleketlerine döndüler.
    KERAMET VE MENKIBELERİ
    Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri'nin talebelerinden birinin karşısına bir gün bir arslan çıktı. Hemen hocasını hatırlayıp imdâdına yetişmesini istedi. Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri birdenbire gözüküp elinde tuttuğu bir sopa ile arslana vurdu ve arslanı oradan uzaklaştırdı.
    MENKIBE
    Nevvâb Ahmed Yâr Hân'ın hanımınınçocuğu olmuyordu. Çocuğu olması için Ebû Saîd hazretlerinden duâ istedi. Duâsı bereketiyle birçok çocuğu oldu.
    Şeyh Ebû Saîd (k.s.) hazretleri, bir kimseye evinin yanacağını işâret etmişti. Bir müddet sonra gerçekten o kimsenin evi yandı.
    Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleribir defâsında Râmpûr'dan Sünbül'e gidiyordu. Bir araba kiralamış onun yoluna devam ediyordu. Arabacı ise gayri müslim idi. Gece vakti sâhile ancak varabilmişti. Karşıya geçmek için gemi yoktu.Sâhile gelip durduklarında arabacıya:
    — Arabayı suya sür!, buyurdu. Arabacı da heybeti karşısında korkup arabayı suya sürdü. Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretlerinin kerâmetiyle araba suya batmadı. Normal bir yolda gibi yürüyüp karşıya geçtiler. Gayr-i müslim arabacıbu hal karşısında hayret edip, müslüman oldu.
    MENKIBE
    Meyân Ahmed Asgar anlatır:
    — Bâzan uyuyup kalır, teheccüd namazı kılamazdım. Bu hâlimi Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretlerine arz ettim. Buyurdu ki:
    — Bizim hizmetçiye söyleyin, teheccüd zamânında bize hatırlatsın, sizi kaldıralım. Bu kadarı bize, diğeri size âid olsun. Bundan sonra te-heccüd saati gelince, sanki birisi gelip beni kaldırırdı. Böylece bir daha teheccüd namazımı kaçırmadım.
    VEFATI
    1277 (m.1861) senesi Rabî'ul-evvel ayının ikinci günü öğle ile ikindi arası vefat etti. Vefâtında, Medine-i Münevverede Resulüllah Efendimiz'in mübarek mihrabının yanında bulunuyordu. Büyük dedesi Hazreti Ömer (r.a.) in cenaze namazının kılındığı yerde namazı kılınıp, Bakî' kabristanında defnolundu. Kabri, Hz. Osmân-ı Zinnûreyn'in kabri yakınındadır.
    ESERLERİ
    Ahmed Sa'îd hazretlerinin, kıymetli eserleri olup, ba'zılarının isimleri şöyledir. 1- Sa'îdü'l-beyân fî mevlid-i seyyid-il-insü vel-cân,2- Ezzikru'ş-şerîf fî isbâtı mevlidi'l-münîf,3- İsbâtü'l-mevlidi vel-kıyâm,4- El-fevâidü'z-zâbıta fî isbât-ir-râbıta,5- Elenhâru'l-erbe'a,6-Tahkîku Hakkı'l-mubîn fî ecvibeti'l-mesâili'l-erbe'în,7- Elhakku'l-mübîn fî reddi ale'l-vehhâbîn,8- Mektûbât-ı Ahmediyye,.

  10. #30
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: silsile-i sadat ın hayatları

    30. Habibullah Can-ı Canan (k.s.)

    Silsile-i sâdât-ı aliyyeiçinde adı, Habibullah Cân-ı Cânãn'dır.İsmi şerifleri, Ahmed Saîd Sahib (k.s.) tir.Silsile-i şerifenin 28. halkası Abdullah Dehlevî Hazretlerinin halifesi; 29. halkası Hâfız Ebu Saîd Hazretlerinin oğludur. Künyesi Ebü'l-Mekârim, lakabı Sirâc-ül-evliyâ idi. Müceddidî ve Serhendî nisbeti ile anılır. Nesebi, İmam-ı Rabbani Hazretlerine ve Hazret-i Ömer Efendimize dayanır. Bunun için Fârûkî denmiştir. 1217 (m.1802) senesi Rabî'ul-âhir ayında, Hindistan'da Rampûr şehrine bağlı Mustafaâbâd beldesinde dünyaya geldi.
    Yüksek babalarının terbiyeleri ile küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i hıfz ettiler. Babası, Hafız Ebû Saîd, Abdullâh Dehlevî Hazretlerinin hizmetle-rinde bulundukları zaman, kendileri henüz 10 yaşında idi. O da babasıyla birlikte Hazret-i Şeyh'in hizmetlerinde bulunmuşlardı. Abdullah Dehlevî Hazretleri O'nun yüksek istidadını keşf ile, çok sever ve iltifat ederdi. Hatta bir çok def'a şöyle buyurmuşlardır:
    — İnsanlardan bir çocuk istedim, Şeyh Ebû Saîd'den başkası bana çocuğunu yetiştirmem için teslim etmedi. Ben de onun çocuğunu işte bunun için kendi evlâdım makamında tutuyorum."
    Şeyh Abdullah Dehlevi Hazretleri onu o derece severdi ki, zikr es-nasında çok kalabalıktan dolayı yer bulunmadığı anlarda bile, onu görse hemen yanına yer açar ve oturtarak uzun bir müddet teveccühte bulu-nurdu.
    Şeyh Habibullah (k.s.) Hazretleri, aklî ve naklî ilimlerde yedi tûlâ sa-hibi idiler. Bir çok geceler mütâlaa ile vakit geçirir, bununla beraber zikri ve fikri kat'iyyen terk etmezdi. Abdullah Dehlevî Hazretlerinin emri üzerine, teveccühü babasından alırdı. Bunu kendileri şöyle ifade buyurmuşlardır:
    — Bütün makamların teveccühünü babamdan aldım, bazı kitapları da ondan okudum.
    Tasavvuf kitaplarından, Risâle-i Kuşeyriyye, Avârifü'l-Meârif ve İhyâ-u Ulûmud'din gibieserleri bazen okurlar ve bazen de dinlerlerdi. Hadis kitaplarından Sünen-i Tirmizî ve Mişkâtü'l-Mesâbîh gibi kitapları da Şeyhinden telakki etmişlerdir. Şeyh Azîz, Şeyh Refîü'd-dîn veŞeyh Abdülkadir Hazretlerinin de halka-i tedrisinde bulunmuşlardır.
    Aklî ve naklî ilimleri son derece istikâmet ve metânet ile daha 20 ya-şına basmadan tamamladılar ve sonra vakitlerini tarîkata hasr ettiler. 15 sene Abdullah Dehlevî Hazretlerinin sohbetlerinde bulundular ve 32 yaşında oldukları halde irşad vazifesine başladılar.
    Abdullah Dehlevî Hazretleri (k.s.)yazmış oldukları risâlelerinde:
    —"Şeyh Habibullah (Ahmed Saîd), ilim, amel ve Kur'an-ı Kerîm'i ezberlemek bakımından babası Ebû Saîd'e mümasildir." Yine bir ara Abdullah Dehlevî Hazretleri:
    —"Bu çocuk babasından daha fâzıldır," buyurmuşlardır.
    Babası Hacca gittiği vakit makamına onu bırakmıştır. O da Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye'yi neşr hususunda çok büyük hizmetlerde bu-lunmuştur.
    Müridlerine, öteki şeyhlerden yıllarca öğrenemiyecekleri hususları kısa bir zamanda öğretirler ve hiç birisininmahrum kalmamasına dikkat ederlerdi. İsteyenleri kaabiliyetlerine göre, kemâl derecesine ulaştırıncaya kadar gayret gösterirlerdi. Sâliklerinden bazısını sulûka dâir ilmi öğrenmeye teşvik eder, bazısına da halk ile teması kesmelerini emir buyururdu. Bir kısmını da kendi halleri üzerine bırakırdı.
    Hazret-i Şeyh'in müridlerine olan şefkati, annelerinçocuklarına olan şefkatinden daha fazla idi.60 kadar müridinin geçimini bizzat kendi te'min ederdi.Talebelerine de tefsir,hadis, fıkıh, mektûbât-ı şerif okuturlardı.
    Dehlî'de uzun müddet kalıp talebe yetiştirdi. Sonra, orada büyük bir fitne meydana geleceği ilhâm yoluyla kendisine bildirilince, 1273 (m.1856) senesinde çoluk- çocuğu ve yakınları ile birlikte hicret ederek Hicaz'a gitti. Orada yerleşti. Bu yüksek yolun ince bilgilerini, kalbe âit yüksek marifetleri ilim ve edep âşıklarına sunmaya devam etti. Ömrünün sonuna kadar orada bu hizmeti sürdürdü.
    Ahmed Saîd Sahib (k.s.) hazretleri, Dehlî'den ayrıldıktan bir sene sonra, İngilizler Hindistan'da büyük bir fitne çıkardılar. Bu fitne büyük-küçük herkesi kuşattı. Müslümanların çoğu Medine-i Münevvereye hicret etti. Kalanların çoğu da şehid edildi. Sultan ikinci Bahadır Şah, iki zevcesi ve iki oğlu ile birlikte Kalkute'ye götürülüp hapsedildi. Büyük zatlarla ma'mûr olan Delhi şehri harâbe haline geldi. Allahü Teâlâ, Ahmed Sa'îd Hazretlerine, yakınlarıyla birlikte o memleketten hicret etmesini ilhâm ederek, onu bu fitneden muhafaza eyledi. İngilizler onu da yakalayıp şehid etmek istediler ise de, Allahü Teâlâ onlara fırsat ve imkân vermedi.
    Bazı kaynaklarda Ahmed Sa'îd hazretlerinin, İngiliz fitnesi başladığında Hindistan'da bulunduğunu; fitne esnâsında hicret ettiğini, fitnecilerin ona zarar veremediklerini, hattâ heybetinden korkarak yardımda bile bulunduklarını bildirmektedir.
    Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevverede ilim tâlibleri Ahmed Sa'îd hazretlerinden çok istifâde edip, feyz ve ma'rifetler elde ettiler. Kendisi bir taraftan talebe yetiştirirken, bir taraftan bu yüksek yolda daha çok ilerlemeye ve çalışmaya gayret ediyordu. Resulüllah Efendimizin (s.a.v.) kabr-i şeriflerini ziyâret ettiçe, daha yüksek feyz ve ma'rifetlere sahip oldu. Bu sırada kendisine;
    —"Seni ve kıyamete kadar seni tevessül edenleri (seni vesile ederek bana yaklaşmak isteyenleri) af ve mağfiret eyledim" ilhamı geldi. Kendisinden önce, sâdece bir kaçına nasîb olan bu müjdeyi almakla çok sevindi. Allahü Teâlâ'ya, O'nun Resulüne ve bu yolun büyüklerine olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı.
    Ahmed Saîd Sahib (k.s.) Hazretlerinin, Abdülganî ve Hafız Abdülmugnî isimlerinde kardeşleri olup, onlar da tasavvuf yolunda çok ilerlemiş, ilim, irfân sahibi olmuş, çok mübarek zâtlar idiler.
    VEFATI
    1277 (m.1860) senesi Rabî'ul-evvel ayının ikinci günü öğle ile ikindi arası vefat etti. Vefâtında, Medine-i Münevverede Resulüllah Efendimiz'in mübarek mihrabının yanında bulunuyordu. Büyük dedesi Hazreti Ömer (r.a.) in cenaze namazının kılındığı yerde namazı kılınıp, Bakî' kabristanında defnolundu. Kabri, Hz. Osmân-ı Zinnûreyn'in kabri yakınındadır.
    ESERLERİ
    Ahmed Sa'îd hazretlerinin, kıymetli eserleri olup, ba'zılarının isimleri şöyledir. 1- Sa'dü'l-beyân fî mevlid-i seyyid-il-insü vel-cân,2- Ez-zikru'ş-şerîf fî isbâtı mevlidi'l-münîf,3- İsbâtü'l-mevlidi vel-kıyâm,4- El-fevâidü'z-zâbıta fî isbât-ir-râbıta,5- El-enhâru'l-erbe'a,6-Tahkîku Hakkı'l-mubîn fî ecvibeti'l-mesâili'l-erbe'în,7- El-hakku'l-mübîn fî reddi ale'l-vehhâbîn,8- Mektûbât-ı Ahmediyye,.
    MÜBAREK SÖZLERİ VE
    MEKTUPLARINDAN SEÇMELER
    KABİR ZİYÂRETİ VE TEVESSÜL:
    "Meyyiti (ölüyü) ziyâret, onu hayâtında iken ziyâret gibidir. Ziyâret eden yüzünü meyyitin yüzüne döner. Ziyâret ettiği zât büyük bir zât olup, dünyâda iken kendisini ziyâret ettiğinde huzûrunda nasıl duruyorsa o edep ile durur. Hayâtında iken, huzûrunda bulunduğunda edebe riâyetle biraz uzakça oturuyorsa, yine aynı şekilde hareket eder.
    Ziyâret ettiği kimse ile, ünsiyeti, yakınlığı olup, beraber oturuyor, yakınlığı bulunuyor idiyse ziyâret ânında da o şekilde yakın oturabilir.
    Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Bir kimse tanıdığının kabri yanından geçerken selâm verirse, meyyit bunu tanır ve selâmına cevap verir."
    Çok kimse kabir ehlinden istifâde edildiğine inanmıyor. "Kabir ziyâreti, ölülere okumak ve onlara duâ etmek için yapılır" diyorlar. Tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimlerinden çoğu ise, kabirlerden yardım görüldüğünü bildirdiler. Keşf sâhibi olan evliyâ da, bunu sözbirliği ile bildirdiler. Hattâ, bunlardan çoğu, rûhlardan gelen feyzin onları olgunlaştırdıklarını haber vermişlerdir. Böyle olgunlaşıp, yetişenlere "üveysî" denilmiştir. Abdülhakîm Siyâlkutî hazretleri buyuruyor ki:
    —"Ölü, yardım yapmaz diyenlerin, ne demek istediklerini anlıyamıyorum. Duâ eden, Allahü Teâlâdan istemektedir. Duâsının kabûl olması için, Allahü Teâlâ'nın sevdiği bir kulunu vasıta yapmaktadır. "Ya Rabbi! Kendisine bol bol ihsanda bulunduğun bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver", demektedir. Yahut, Allahü Teâlâ'nın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek;
    —"Ey Allahın velîsi! Bana şefâat et! Benim için duâ et! Allahü Teâlânın, dilediğimi ihsân etmesi için vesile, vâsıta ol!" demektedir. Dilediğini veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü Teâlâdır. Velî, yalnız vesiledir, sebebtir. O da fânîdir. Yok olacaktır. Kendi kendine hiçbir şeyi yapamaz. Tasarrufa gücü, kuvveti yoktur. Bu şekilde söylemek, böyle inanmak şirk olsaydı, Allah'dan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de duâ istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Diriden duâ istemek, bir şey istemek, dinimizde yasak edilmemiştir. Hattâ müstehap olduğu bildirilmiştir. Her zaman yapılmıştır. Buna inanmayanlar, öldükten sonra kerâmet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini isbât etmeleri lazımdır. Evet, evliyânın bir kısmı öldükten sonra, âlem-i kudse yükseltilir. Huzûr-u ilâhîde her şeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Birşeye vâsıta, sebep olmazlar. Dünyâda olan, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. Bir kimse, kerâmete hiç inanmıyor ise, hiç ehemmiyeti yoktur. Sözlerini isbât edemez. Kur'an-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve asırlarca görülen, bilinen olaylar, onu haksız çıkarmaktadır. Bir cahil, bir ahmak, dilediğini Allahü Teâlâ'nın kudretinden beklemeyip, velî yaratır, yapar derse, bu düşünce ile ondan isterse, bunu elbet yasak etmeli, cezâ da yapmalıdır. Bunu ileri sürerek, İslâm âlimlerine, âriflerine dil uzatılmaz. Çünkü, Resulüllah (s.a.v.) kabir ziyâret ederken, mevtâya selâm verirdi. Mevtâdan bir şey istemeyi yasak etmedi. Ziyâret edenin ve ziyâret olunanın hâllerine göre, kimine duâ edilir, kiminden yardım istenir. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kabirlerinde diri olduklarını her müslüman biliyor. Buna karşı kimse birşey demiyor. Fakat, evliyânın kabirde yardım yapacaklarına, onlardan yardım istenmesine inanmayanları işitiyoruz.

    RESULÜLLAH'IN (S.A.V.)
    KABR-İ ŞERÎFİNİ ZİYÂRET
    Resulüllah Efendimizin kabrini ziyâret eden kimse, dünyâ işlerini ve bu ziyâretle alâkalı olmayan her şeyi kalbinden çıkarır. Bunun için gayret gösterir. Bu gayrete, kalbinde, Resûl aleyhisselâmdan istimdâd (yardım isteme) hâli meydana gelinceye kadar devam eder.
    Dünyâ sevgisi ve nefsin arzusu ve istekleri gibi kirli düşüncelerle meşgûl olan bir kalb, Resulüllah Efendimizin yardımlarına kavuşmaktan mahrûmdur. Hattâ o huzurda böyle bir kalb ile bulunmak bile uygun değildir. Mümkün olan nisbette kalbini uygunsuz düşüncelerden temizlemeye gayret ederek ve o huzurda bulunmaya layık olmadığını düşünerek, mahzûn bir gönülle, Resulüllah efendimizin af ve merhametlerinin genişliğinden ümitli olarak O'nun (s.a.v.) kabr-i şerifinde bizim bilmediğimiz bir hayat ile diri olduğunu, ziyâretine gelenleri, ziyâretçinin derecesi, hali ve kalbine göre tanıyıp, yardım ettiğini ve daha bunun gibi şeyleri düşünerek ziyâret eder. Muhabbet ve bağlılığı nisbetinde o deryâdan feyz alır. İki cihân seâdetine kavuşmanın, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlı olduğunu düşünerek, her hâlinde O'nun (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine uymaya çalışır.
    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretleri, İbn-i Ömer'den (r.a.) rivâyet ederek buyurdu ki:
    —"Resulüllahın (s.a.v.) kabr-i saâdetini ziyâret eden, kıble tarafından yaklaşır. Sırtını kıbleye verip, yüzünü kabr-i şerife döner. Sonra; "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakâtühü" der. Ayakta ziyâret etmenin, oturarak ziyâretten efdal olduğunu, İbn-i Hacer-i Mekkî bildiriyor. Hanefî fıkıh âlimlerinden, Rükneddîn Ebu Bekr Muhammed Kirmanî buyuruyor ki: "Ziyâret ederken, namazda olduğu gibi sağ el, sol elin üstüne konur."
    Ziyâret sırasında kabr-i şerife dört zirâ' (iki metre kadar) yaklaşılır. Müstehâb olan bu şekilde olmasıdır. Daha fazla yaklaşma büyüklerin, sâlih kimselerin âdetlerinden değildir. Âlimlerimiz böyle bildirmişlerdir.
    Resulüllah Efendimizin (s.a.v.) mübârek yüzüne karşı, iki metre kadar uzakta edeple durup, Resulüllahın (s.a.v.) kendisini gördüğünü, selâmını ve duâlarını işittiğini, cevap verdiğini ve âmin dediğini düşünerek ziyâretini yapan kimse, üzerinde emânet selâmlar varsa, onları da söyler. Bundan sonra, Allahü Teâlânın, kendisini, dünya husûsunda, ibâdet ve tâata muvaffak kılması, âhiret husûsunda da günahlarını af ve mağfiret etmesi için Resulüllah Efendimizden şefâat ister. Ya'ni bunların nasîb olması için, O'nu vesile eder. Yaptığı duâların, O'nun hatırı ve hürmeti için kabûl olunmasını Allahü Teâlâdan diler. "Yâ Resulellah! Senden şefâat istiyorum" der. Bunu üç defa söyler.
    Bundan sonra yarım metre sağa gelip; "Esselâmü aleyküm yâ halîfete Resulullah (Ey Resulullahın halîfesi) diyerek Hz. Ebu Bekir'e selâm verir. Yarım metre daha sağa gelerek Hz. Ömer'e de selâm verip, ziyâret eder. Bildirilen duâları okur. Sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'e hitâb edip; "Allahü Teâlânın, işlerimizi, (amellerimizi) kabûl etmesi, bizi müslüman olarak öldürüp, müslüman olarak diriltmesi, bizleri rahmeti ile kendi zümresi (olan sâlihler zümresi) içinde haşretmesi hususlarında, Resulullahın (s.a.v.) AllahüTeâlânın katında bize şefâatçı olması için, Resulullahın (s.a.v.) katında sizi vesile ediyoruz" der."

    PAZARTESİ GÜNÜ
    "Resülullah Efendimize, Pazartesi günleri oruç tutmalarının hikmeti suâl olunduğunda, bu günün faziletine işâret ederek;"Bu (Pazartesi günü), benim doğum günümdür" buyurmuştur.
    Nitekim yukarıda da zikredildiği gibi, Katâde (r.a.) Resülullahdan (s.a.v.) Pazartesi günü orucunu suâl edince; "Ben bu günde doğdum ve nübüvvetimin gelmesi (Peygamber olduğumun bildirilmesi) de o gün oldu." buyurmuştur.
    İmam Müslim'in Müsned'inde Abdullah İbni Abbâs'dan (r.anhümâ) rivayet edilerek buyuruldu ki: "Resulullah (s.a.v.) Pazartesi günü doğdu. Peygamber olduğunun bildirilmesi, hicrette Meke-i Mükerremeden (Sevr dağındaki mağaradan) çıkması, Medine-i Münevverede Kubâ köyüne varması hep Pazartesi günlerinde olmuştur.
    MEVLİD
    Ebû Muhammed Abdürrahmân bin İsmail dedi ki:
    —"Zamanımızda ortaya çıkan en güzel işlerden birisi de, her sene Resulullah'ın (s.a.v.) dünyâya teşrif ettiği gün sadaka verilmesi, iyilikler yapılması, güzel giyinilmesi, neş'eli ve sevinçli olunmasıdır. Bu günde bunları yapmak, kalbinde, Resulullah Efendimize olan sevinci, hürmeti ve Resülullahın (s.a.v.) ümmeti olmayı nasîb eden Allahü Teâlâya şükrü ifâde eder. Bu ve buna benzer rivâyetlerin çoğu Sîretü'ş-Şâmiyye'de yazılıdır. İmâm-ı Rabbanî Hazretleri, âdâbına uygun olarak güzel sesle mevlîd okumağı değil, tegannî yapılmasını, mevlid cemiyetlerine karıştırılmasını yasak etmiştir. Bunları, nağme yapmadan, (ya'nî sesi mûsikî perdelerine uydurarak, şarkı söyler gibi yapmadan) okumanın câiz olduğunu bildirip; "Fakat dinlerini kayıramayanlar bu şartları gözetemeyeceklerinden, buna da müsâde etmemek bu fakîre daha uygun geliyor" buyurmaktadır. Mevlid cemiyetlerinde, kadın erkek bir arada bulunmamak da şarttır."
    Şâfiî müftîlerden Osman Hasen Dimyâtî (r.aleyh) buyurdu ki:"Mevlid-i şerifde, Resulullahın (s.a.v.) dünyaya teşriflerinden (doğumlarından) bahseden kısmı okurken, O'na hürmet için ayağa kalkmanın güzel bir iş olduğunda şüphe yoktur. Böyle yapan kimse çok sevâba kavuşur. Çünkü, Resulullaha (s.a.v.) hürmet ve ta'zim, Allahü Teâlânın rızasını kazanmaya vesîledir ve O'na ta'zim ve hürmet, dinde yerine getirilmesi lazım olan en büyük vazifelerdendir. Dinimizin emrettiği şeylere kıymet vermek ve onları yapmak kalbdeki takvâdandır."
    Müslümanların, sadece Resulullah Efendimizin dünyâya teşrif buyurdukları gece değil, Rabî'ul-evvel ayının bütün gecelerinde bayram yapmaları lâzımdır. Nitekim büyük hadîs âlimi Ahmed bin Muhammed Kastalânî hazretleri de, Mevâhib-i ledünniyye'de bu hususu zikretmiştir.
    Hâfız İbni Cezrî diyor ki: "Ebû Leheb rü'yâda görülüp, ne halde olduğu soruldukta, kabir azâbı çekiyorum. Ancak, her sene, Rabî'ul-evvel ayının onikinci geceleri, azâbım hafifliyor. İki parmağımın arasından çıkan serin suyu emerek ferahlıyorum. Bu gece, Resûlullah dünyâya gelince; Süveybe ismindeki câriyem, bunu bana müjdelemişti. Ben de, sevincimden, onu azâd etmiş ve ona süt annelik yapmasını emretmiştim. Bunun için, bu gecelerde azâbım hafifliyor" dedi. Âyeti kerîme ile kötülenmiş olan, Ebû Leheb gibi azgın kâfirin azâbı hafifleyince, O yüce peygamberin ümmetinden olan mü'min, bu gece sevinir, malını dağıtır, (ya'ni gücünün yettiği kadar ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunur, sadaka verir) böylece, Peygamberine olan sevgisini gösterirse, Allahü Teâlâ ihsân ederek, onu Cennetine sokar. Mevlid cemiyeti yaparak, Kur'ân-ı kerîm ve Mevlidin-Nebî okumak, sonra yiyecek ikrâm etmek, sonra dağılmak iyidir. Bunu yapana ve orada bulunanlara sevap verilir. Bunun için, müslümanların mevlid gecelerinde toplanarak, mevlid kasidesi okumaları, tatlı şeyler yedirmeleri, hayrât ve hasenât yapmaları, böylece, o gecenin şükrünü yerine getirmeleri, müstehâb oldu. Sünen-i İbni Mâce şerhinde, haram, yasak şeyler karıştırmadan mevlid cemiyeti yapmanın zararlı olmadığı ve müstehâb olduğu bildirildi. "

Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon

Benzer Konular

  1. Silsile-i Sadat-ı Nakşibendiyye-i (Menzil Kolu)
    By Reyhani in forum Sadatı kiram
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 01.11.10, 07:57
  2. Silsile-i Sadat-ı Nakşibendiyye-i (Konyevi Kolu)
    By Reyhani in forum Sadatı kiram
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10.07.10, 15:44
  3. SÂdÂt
    By Konyevi Nisa in forum S -Harfi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 20.12.08, 13:02
  4. Nur Talebesi Ağabeylerin Hayatları
    By Konyevi Nisa in forum Bediüzzaman Talebeleri
    Cevaplar: 6
    Son Mesaj: 05.07.08, 11:30

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •