Silsile-i Saadât'ın birinci halkasıdır.
Peygamberimizin, hakkında "Ümmetimden birini (kendime) dost edineydim, Ebû Bekr'i edinirdim" buyurdukları büyük bir zattır. Rasûlüllahın sahip olduğu muazzam nûrun en gizli tecellîsine, Hicrette Sevr Mağarasında ulaştı. Bu mağarada Sevgili Peygamberimiz, kendilerine diz üstü oturmasını, gözlerini yummasını, dilini üst damağına yapış-tırmasını ve "Allah" ism-i celâlini kalbinden, sadece kalbinden tekrarla-masını emrettiler. İşte " zikr-i hafî yolu" böyle başladı ve bu yolun ilk yolcusu da, Hz. Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de bizzat faziletinden bahsettiği, böylece de faziletini inkârın küfre vardığı Hazret-i Ebû Bekrini's-Sıddıyk (r.a.) oldu.
Peygamberlerden sonra, Eshâb-ı kirâmın ve insanların en üstünü idi.
Asıl adı Abdullah bin Ebû Kuhâfe. Babasının adı Osman'dır. Fakat "Ebû Kuhâfe" lâkabıyla meşhurdur. Anasının adı Selma binti Sahr'dır. O da "Ümmül Hayr" lakabıyla meşhurdur. Hem ana hem de baba itibariyle Allah rasûlünün dedelerinden MÜRRE'de Peygamber Efendimizin (s.a.v.) temiz soyu ile birleşmektedir. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)den 2 yıl 3 ay küçüktür. Fil vak'asından sonra M. 573 yılında dünyaya gelmiştir. Müslüman olmadan önce adı, Abdül-uzzâ veya Abdul Kâ'be idi. Peygamberimiz (s.a.v.), imân ettikten sonra ismini "Abdullah" olarak değiştirdi. 38 yaşında müslüman oldu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in vefat ettigi gün halife seçildi. Hilâfeti 2 sene 3 ay 10 gün sürdü. 63 yaşında iken hicretin 13 (M. 634) yılında Cemaziyel-âhir ayının yedisinde pazartesi günü hastalandı.15 gün hasta olarak yattıktan sonra vefat etti. Vasiyeti üzerine hanımı Esmâ yıkadı. Cenaze namazını Hazret-i Ömer kıldırdı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in kabrinin bulunduğu Hücre-i seâdate defnedildi.
"Sabaha karşı kalkıp namaz kılanların babası" manasına gelen "Ebû Bekr" lakabını kendisine Peygamber Efendimiz verdi. Ki her gece gecenin son üçte birinde mutlaka kalkar, sabaha kadar ibadetle meşgul olurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Aşere-i Mübeşşerenin yani Cennetle müjde-lenen on sahabenin birincisidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in kayın pederi, müminlerin annesi Hazret-i Âişe'(r.a) nin babasıdır. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'ın Resûlulah Efendimize fevkâlâde sadâkât ve sevgisi vardı. Peygamberimize karşı olan, sevgisi ve bağlılığı kelimelerle tarif edile-meyecek kadar çoktur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, Hazreti Ebû Bekir'i (r.a.) çok se-verdi. O'nun için bizzat kendisine:
— "Sen Allahü Teâlânın cehennemden atîki (cehennemde azâd ettiği kimse) sin" ve "Cehennemden atîk olan ( âzâd edilmiş kimse) görüp sevinmek isteyen kimse, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e baksın." buyurması bunun bir alâmetidir. Bir rivayette de, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in annesi Ümmül Hayr"-Selmâ'nın bir iki evladı olmuş ise de hiç birisi yaşamamıştı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz doğduğu zaman, annesi kucağına alıp, Kâ'beye götürmüş ve yaşaması için "Allahım bu çocuğu ölümden âzâd edip bana bağışla!" diye duâ etmiş; Ka'be'nin her yanından
—Ya Emetellah, sana müjdeler olsun ki, çocuğun yaşayacak, seni pek sevindirecek. Tevrat'ta adı Sıddîk olarak bildirildi, nidâsı geldi. Yanındakilerin hepsi bunu duydular. ve bu sebeble "Atik" ismini verdiler.
Veya, soyunda ayıp ve kusur görülmediği için bu lâkab verilmiştir, denildi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, ilk müslüman olan hür erkek, sı-fatının sahibidir. Kadınlardan ilk müslüman Hazret-i Hatice, kölelerden Zeyd b. Hârise ve çocuklardan Hazret-i Ali'dir. (Radıyallahü anhüm) Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz Müslüman olmadan evvel de Resûlullah'ın (s.a.v.) yakın arkadaşı idi. Büyük bir tüccardı. Bütün malını, evini barkını İslam uğrunda harcadı. İslamiyeti kabul etmesine kadar geçen 38 senelik hayatında hiç içki kullanmamış, sapıklık ve hurafelerden kaçınmış, if-fetiyle ve güzel ahlâkı ile tanınmış bir kişiydi. Kavmi arasında o da Peygamber Efendimiz gibi çok sevilir ve sayılırdı. Fakirlere yardım eder, muhtaç olanları gözetirdi. Dürüst ve itimat edilir bir tüccar olarak meş-hurdu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Peygamberliğini bildirip müslüman olmasını teklif ettiği zaman, hiç tereddüd etmeden derhal İslâmiyeti kabul etti. Sonra babası, annesi ve torunları da müslümanlığı kabul etmiş, hepsi de Eshâb-ı Kiram'dan olmakla şereflenmişlerdi. Ki bu şeref, Eshâb-ı Kiramdan hiç kimseye, nasip olmamıştır.
Müslüman oluşu hakkında bildirilen haberler çeşitlidir:
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, İslâmiyeti kabul etmeden yirmi sene önce, bir rüyâ görmüştü: "Gökten dolunay inip, Ka'be-i muazzama'ya gelmiş ve sonra, parça parça olmuş. Parçalardan her biri Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek gök yüzüne yükselmişti. Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) evine düşen parça ise, gök yüzüne yükselmişti. Hadiseyi gören Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen evin kapısını kapamış sanki bu ay parçasının gitmesine mani olmuştu."
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) heyecanla rüyâdan uyanmış, sabah olunca, hemen yahûdi âlimlerinden birisine koşup, rüyâsını anlatmıştı. O âlim cevabında: "Bu karışık rüyâlardan biridir, onun için tabir edilmez" demişti. Fakat bu rüyâ, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) zihnini kurcalamaya devam etmiş, yahûdinin cevabı, O'nu tatmin etmemişti. Nitekim ticari seyahatlerinden birinde, yolu Busra'ya uğramıştı. Gördüğü rüyânın tabirini Rahip Bahira'dan istemiş ve aralarında şu konuşma geçmişti:
— Sen neredensin?
— Kureyştenim
— Mekke'de bir peygamber ortaya çıkıp hidâyet nûru Mekke'nin her yerine ulaşacak. Sen hayatında onun veziri, vefatından sonra da halifesi olacaksın. Çabuk, şimdi O'na ulaş. Şu anda vahy geldi. Mûsâ aleyhisselamın da Rabbi olan Allah hakkı için, herkesten önce ona imân et!"
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) bu rüyâsını ve tabirlerini, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) peygamberliğini açıklamasına kadar kimseye söyle-memişti.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) peygamberliğini açıklayınca, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen Peygamber Efendimiz (s.a.v.)e koşup,
— Peygamberlerin, peygamberliklerine delilleri vardır, senin delilin nedir? "diye suâl etmişti.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) :
— Peygamberliğime delil, o rüyâdır ki, bir yahûdi âlimden tabirini istedin. O âlim karışık rüyâdandır, itibar edilmez dedi. Sonra Bahira rahip doğru tabir etti. Ey Ebû Kuhâfe'nin oğlu! Seni Allah'a ve Resûlüne dâvet ediyorum." buyurmuştu. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz,
— Şehâdet ederim ki, sen Allahü Teâlâ'nın Resûlüsün ve senin pey-gamberliğin haktır ve cihânı aydınlatan bir nûrdur, diyerek, tasdik edip müslüman olmuştu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in müslüman oluşu, şu şekilde de ifâde edilmiştir: Peygamberimiz aleyhisselâma, peygamberlik emri gel-diğinde, "Bu sırrı kime söyleyebilirim, bu işi kime açıklayabilirim" diye düşünmüştü. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile, yakın arkadaşlığı ve bu sebeple de O'na karşı pek fazla sevgisi vardı. Ayrıca Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) çok akıllı idi ve doğruyu görüp seçebilmesiyle meşhurdu. Bu sebeple, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) nübüvvet sırrını ilk ona açmayı düşündü. Sabahleyin, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e varmak ve bu sırrı ona açmak maksadıyla evden çıktı.
O gece, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da şöyle düşünüyordu: "Bana, de-delerimizin seçtiği din, hiç uygun gelmiyor. Zirâ, kimseye zarar ve fayda vermeye gücü olmayan bir heykele ibâdet etmek, akıllı bir iş değil. Yerin ve göğün yaratıcısı buna râzı olmaz. Bunu ise, Muhammed'den (s.a.v.) başkasına söylemek doğru değildir. Zirâ, olgun ve akıllı, doğru görüşlü olduğu tecrübe edilmiştir. Yarın, ziyâret için ona varayım, bu hâli arzedeyim. O ne derse, öyle amel edeyim!". Bu düşünce ile Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) sabahlamış, sabahleyin Peygamber Efendimiz (s.a.v.)e varmak için evden çıkıp, yolda karşılaşmışlar. Birbirlerine karşı:
— Şözleşmeden birleştik"demişlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle söze başlamışlar:
— Bir meşveret için, sana geliyordum".
— Ben de, bir fikir sormak için yanınıza geliyordum"
— Söyle yâ Eba Kuhafe
— Sen her işte öndersin ya Muhammed! Önce sen söyle! Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
— Dün, bana bir melek görünüp, Hak Teâlâdan "Halkı dine davet eyle!" diye emir getirdi. Ben endişede kaldım. Bu gün sana geldim. Seni, İslâm dinîne davet ederim. Ne dersin?" buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.):
— Bu dine önce beni kabûl eyle! Çünkü, dün gece sabaha kadar bu fikirde idim. Şimdi ise bu sözü işittim" dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e İslâmiyeti anlattı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da kabûl edip, mü'minlerin serdârı oldu.
Hazret-i Ebû Bekir Efendimizin müslüman olmasına dair diğer bir bir rivayet:
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Peygamber Efendimize (s.a.v.) peygamberlik gelmeden önce ticâret maksadıyla Yemen'e gitmişti. Bu seferlerinde, Yemen'deki Ezd kabilesinden, 390 yaşında çok kitap okumuş bir ihtiyara rastlamıştı. Bu ihtiyar Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e bakıp:
— Zannederim ki sen, Mekke halkındansın" deyince, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)
— Evet, öyledir
— Kureyşten misin?
— Evet!
— Beni Temîmden misin?
— Evet!
— Bir alâmet daha kaldı. Şimdi bir de karnını aç, göreyim.
— Bundan maksadın nedir, söyle de öyle açayım?
— Kitaplarda okudum ki, Mekke'de bir Peygamber gelir. O'na, iki kimse yardımcı olur. Biri genç, diğeri ihtiyârdır. Genç olanı, nice zorlukları kolaylığa çevirir. Çok belâları giderir. O ihtiyar kişi ise, beyaz benizli, ince belli olup, karnı üzerinde bir siyah ben vardır. Zannederim ki, o kimse sensin. Karnını aç, göreyim, deyince Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) d açmış; göbeği üzerindeki siyâh beni görünce,
— Vallahi o kimse sensin" deyip, bir çok vasiyetlerde bulunmuştu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), işini bitirince, vedâlaşmak için ihtiyarın huzuruna varmış, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında bir kaç beyit söylemesini istemiş, bunun üzerine ihtiyar, oniki beyt okumuş, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'da bunları ezberlemişti. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) seferden Mekke-i mükerreme'ye dönünce, Ukbe bin Ebû Mu'ayt, Şeybe, Ebû Cehil, Ebü'l Bühterî gibi, Kureyşin ileri gelenleri, ziyâret için evine gelmişlerdi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) onlara hitâben:
— Ben yokken Mekke'de aranızda mühim bir hâdise oldu mu?" diye sordu. Onlar da:
— Bundan daha garip bir hâdise olur mu ki, Ebû Tâlib'in yetimi, peygamberlik dâvâsı ediyor ve sizler, baba ve dedeleriniz, bâtıl din-densiniz, diyor. Eğer hatırın olmasaydı, O'nu bu zamana kadar sağ bı-rakmazdık. Sen onun iyi dostusun, bu işi sen hallet" demişlerdi.
Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) onlardan özür dileyerek ay-rılmış, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in Hazreti Hatice'nin (r.anha) evinde olduğunu öğrenip, kapıyı çalmış, Peygamber efendimiz kendilerini karşılayınca:
— Yâ Muhammed (s.a.v.) senin hakkında söylenilenler nedir?" demiş. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
— Ben Hak Teâlânın peygamberiyim. Sana ve bütün Adem oğullarına gönderildim. İmân getir ki, Hak Teâlânın rızâsına vâsıl olasın ve canını cehennemden koruyasın" buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) buna delil nedir? deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
— O, Yemen'de gördüğün ihtiyarın hikâyesi delildir, buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) "Ben Yemen'de pek çok ihtiyar ve genç gördüm " dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cevabında:
—O İhtiyar ki, sana oniki beyit emânet verdi ve bana gönderdi" di-yerek o beyitlerin hepsini okudu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) bunu sana kim haber verdi, deyince;
— Benden evvelki peygamberlere gelen melek haber verdi" buyur-dular.
Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekir (r.a.)
—Elini bana ver deyip, mübârek elini tutmuş ve:
— Eşhedü en lâ ilâhe illallâh.Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" deyip müslüman olmuştu. Bu sevinçle evine müslüman olarak dönmüştü. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Her kime imânı arzettiysem, yü-zünü buruşturur, tereddüdle bakardı. Ancak Ebû Bekir (r.a.) imânı kabûl etmekte hiç tereddüd ve duraklama etmedi." buyurulmuştur.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, müslüman olunca hemen, çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da, müslüman olmaları için iknâ etti. Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenen Osman bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahman bin Avf, Sa'd Bin Ebu Vakkâs, Ebu Ubeyde bin Cerrâh gibi yüksek şahsiyetler onun tavsiyesi ile müslüman oldular.
İslâmiyeti kabul eden Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i dininden vazgeçirmek için Kureyş müşriklerinin azılı pehlivanlarından Nevfel bin Adviye, bir ipe bağlayıp işkence etmeye başladı. Kendi kabilesi olan Beni Temim bu hazin durumu gördükleri halde aldırış etmediler. Bir gün Resûlüllah efendimiz, yeni müslüman olanlardan bir kaçı ile Erkam bin Erkam'ın (r.a.) Safa tepesindeki evinde oturuyorlardı. Başta Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz olmak üzere, hepsi, bu yeni dinin müşriklere açıklanmasını arzuladıklarını bildirdiler. Fakat henüz "açıkça tebliğ et" emri verilmemişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de:
—Ya Ebâ Bekr ! Bizim sayımız henüz az. Bu işe yetmeyiz" buyurdu ise de, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in ve arkadaşlarının arzularının çoklu-ğundan onları kıramadı.
Hemen Mescid-i Haram'ın bir tarafına topluca oturdular. O sırada müşrikler de orada toplu halde bulunuyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz ayağa kalktı. Putlardan yüz çevirip, Allahü Teâlâya ve O'nun Peygamberi Muhammed aleyhisselâma inanmanın lâzım olduğunu an-latmaya başladı. Müşrikler hep birden Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e ve ar-kadaşlarına saldırdılar. Yumruk ve tekmelerle ortalığı alt üst ettiler. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i fena halde tartaklayıp dövdüler. Utbe bin Rebia, demirli ayakkabılarıyla Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in yü-zünü gözünü kanlar içinde bıraktı, bilinmez hale getirdi. Beni Temim kabilesine mensup kişiler yetişip ayırmasaydılar öldürünceye kadar dövmeye devam edeceklerdi. Kabilesinden olan kişiler Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i bir çarşafın içine koyarak evine götürdüler. Hemen geri dönüp Kâ'beye geldiler:
— Eğer Ebû Kuhafe'nin oğlu ölecek olursa, yemin olsun ki, biz de Utbe'yi gebertiriz!" dediler ve hemen Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yanına gittiler.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, uzun bir süre kendine gelemedi. Babası ve Beni Temim'liler, O'nu ayıltmak için çok uğraştılar. Ancak akşama doğru kendine gelebildi. Gözlerini açar açmaz, kısık bir sesle:
— Resûlullah ne yapıyor? O, ne haldedir? Ona da dil uzatmışlar, ha-karet etmişlerdi" diye sormuştu. Annesi Ümmül-Hayr'a dediler ki:
— Sor bakalım, birşey yer veya içer mi?. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yemeğe ve içmeğe ne isteği vardı, ne de bir gücü! Ev, tenhalaşınca annesi ona:
— Ne yersin, ne içersin?" diye sordu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz gözlerini açtı ve :
— Resûlullah ne haldedir, ne yapıyor?" dedi. Annesi,
— Vallâhi arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok!" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.):
— Hattâb'ın kızı Ümmü Cemîl'e git, Resûlullah'ı ondan sor!" dedi. Annesi Ümmül-Hayr, kalkıp Ümmü Cemîl'in yanına gitti ve:
— Oğlum, senden Abdullahın oğlu Muhammed'i (s.a.v.) soruyor. Acaba ne haldedir?". Ümmü Cemîl de:
— Benim ne Muhammed (s.a.v.), ne de senin oğlun hakkında bir bilgim var! İstersen seninle birlikte gidelim?" dedi. Ümmül - Hayr, "Olur" deyince, kalktılar. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yanına geldiler. Ümmü Cemîl, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i böyle perişan bir vaziyette, yara -bere içinde görünce, kendisini tutamıyarak çığlık kopardı ve :
— Sana bunu yapan bir kavim, muhakkak azgın ve taşkındır. Allah'tan dileğim, onlardan öcünü almasıdır" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Ümmü Cemîl'e:
— Resûlullah ne yapıyor, ne haldedir?" diye sordu. Ümmü Cemîl, Ona:
— Burada annen var, söylediğimi işitir" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz de:
— Ondan sana bir zarar gelmez, sırrını yaymaz" deyince. Ümmü Cemîl:
— Hayattadır, hali iyidir" dedi. Tekrâr:
— Şimdi o nerededir?" diye sordu. Ümmü Cemîl:
— Erkâm'ın evindedir" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz:
— Vallahi, Resûlullahı gidip görmedikçe, ne yemek yerim, ne de bir şey içerim!" dedi. Annesi:
— Sen, şimdi biraz bekle, herkes uykuya dalsın! dedi. Herkes uyu-yup, ortalık tenhalaşınca, Hazret-i Ebû Bekr, annesine ve Ümmü Cemîl'e dayanarak, yavaş yavaş Resûlullah'ın yanına vardı. Sarılıp öptü. Müslüman kardeşleriyle kucaklaştı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in bu hali, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)i çok üzdü. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz:
—Yâ Resûlellah! Babam, anam sana feda olsun! O azgın adamın, yüzümü gözümü yerlere sürtüp, beni bilinmez hâle getirmesinden başka bir üzüntüm yok! Bu yanımdaki de, beni dünyaya getiren annem Selmâdır. Onun hakkında duâ buyurmanızı istirham ediyorum. Umulur ki, Allahü Teâlâ, Onu senin hürmetine Cehennem ateşinden kurtarır" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, Selmâ'nın müslüman olması için Allahü Teâlâya yalvardı. Resûlullah'ın (s.a.v.) duâsı kabul olunmuş, annesi de hidayete kavuşup müslümanlığı kabul etmişti.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ne söylerse, itiraz etmeden hemen kabul ederdi. Hatta herkesin itiraz ettiği meseleleri bile itirazsız kabullenirdi. Meselâ, Peygamberimizin Mi'râc mûcizesini kabul etmeleri böyle oldu. Resûlullah Efendimiz, Mi'râc'tan dönüp sabah olunca, Kâ'be yanına gidip Mekkelilere Mi'râcı anlattı. İşiten kâfirler, alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış, dediler. Müslüman olmaya niyeti olanlar da vaz geçti. Bir kaç kafir de sevinerek Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in evine geldi. Çünkü bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccâr olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular:
— Ey Ebû Kuhâfe'nin oğlu! Sen çok kerre Kudüs'e gittin geldin. İyi bilirsin. Mekke'den Kudüs'e gidip gelmek ne kadar zaman sürer" dediler. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz:
— İyi biliyorum. Bir aydan fazla, dedi. Kâfirler bu söze sevindiler.
— Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek alay ederek ve Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek:
— Senin efendin, Kudüs'e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı" dediler.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), Resûlullahın mübârek adını işitince hemen:
— Eğer O söyledi ise doğrudur, inandım. Bir anda gidip gelmiştir" deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını bilemediler. Önlerine baka baka gittiler ve:
— Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Kuhâfe'nin oğluna sihir yapmış" diyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen giyinip, Resûlullah'ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle,
— Yâ Resûlellah! Mi'râcınız mübarek olsun! Allahü Teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana feda olsun" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, imânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet geldi.
Resûlullah (s.a..v.) o gün Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e "Sıddîk" dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Resûlullah'ın en yakın dostu idi. Ondan hiç ayrılmazdı. Onların bu beraberliği, Mekke'den Medine'ye hicrette de devam etti. Ona mağara arkadaşı oldu. Mağara'da üç gün kaldıktan sonra, ikisi bir deveye binerek yolculuk ettiler. Medine'ye va-rıncaya kadar Resûlullah'ın bütün hizmetini o gördü. Medine'deki mescid yapılırken onunla beraber çalıştı. Hiçbir hizmetten, fedakârlıktan geri kalmadı.
Resûlullah Efendimizle birlikte bütün harplerde bulundu. Bir kısmında ordu kumandanlığı vazifesi yaptı. Muharebelerde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in yanında onun muhafızlığını yapardı. Efendimize karşı bedenini siper ederdi. Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te müşriklere karşı büyük kahramanlıklar gösterdi. Tebük harbinde, sancaktarlık görevi yaptı.
İslâmın zuhûrundan 21 yıl sonra Mekke şehri, müslümanlar tarafından fethedilmiş. Mekke halkı Hazret-i Peygamberin huzuruna gelerek İslâm'ı kabul etmeye başlamışlardı. Hazret-i Peygamber, Safa tepesine oturmuş, yeni müslümanların biatını kabul ediyordu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz babasının yanına gelerek:
— Babacığım! Artık İslâm'ı kabul etme zamanı geldi. Haydi, seni Resûlullah'ın yanına götüreyim, dedi. Ebû Kuhâfe'nin kabul etmesi üze-rine, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, babasının koluna girerek onu, iki cihanın efendisi Muhammed aleyhisselâmın huzuruna getirdi. Ebû Kuhâfe, gayet ihtiyardı ve gözleri de görmüyordu. Hazret-i Peygamber onları görünce ayağa kalktı ve muhabbet dolu bir sesle:
— Ya Ebâ Bekr ! İhtiyar babana niçin zahmet verdin? Onu buralara kadar yordun. Biz onun ayağına giderdik" diye iltifat buyurdu. İhlâs, takva ve sadakat güneşi Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)
— Ya Resûlallah, babamın sizin ayağınıza gelmesi daha uygundur" dedi.
Ebû Kuhâfe'nin de müslüman olmasıyla Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in ailesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde hiçbir aileye nasip olmayan büyük bir şeref ve fâzilete erişti. Çünkü bir ailede dört kuşak müslümanlık ve sahabîlik tacını giymiş oldular. Ebû Kuhâfe, oğlu Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in halife olduğu günleri gördü. Hazret-i Ömer'in hilâfeti devrinde müslüman olarak âhirete göç etti.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz hicretin dokuzuncu (M. 631) senesinde Hac kafilesi başkanlığında görev yaptı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in son hastalıklarında üç gün imamlık görevinde bulunup, onyedi vakit namaz kıldırdı. Üç vaktinde de Peygamberimiz (s.a.v.), Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e uyarak onun arkasında namaz kıldılar.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Hicretin10. (M. 632) senesinde, Peygamberimizin vefâtı üzerine Eshâb-ı kirâmın sözbirliğiyle halife seçildi. Peygamberlerin sonuncusu Muhammed Aleyhisselâm'dan sonra müslümanların halifesi, yani Peygamberimizin vekili ve müslümanların reisi, Hazret-i Ebû Bekrinis-Sıddîk (r.a) olmuştur. Ondan sonra da sırası ile Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali halife olmuşlardır. Bu dördünün üstünlük sıraları, halifelikleri sırası gibidir. Hazret-i Ali (r.a.) buyuruyor ki: "Beni, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile Hazret-i Ömer'den (r.a.) üstün tutan, iftira etmiş olur. İftira edenleri dövdükleri gibi, onu döverim". Hazreti Ali Efendimizin soyundan gelen Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri de "Gunyetüt-Talîbîn" kitabında şöyle yazıyor: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
—Allahü Teâlâdan istedim ki, benden sonra Ali (r.a.) halife olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed, Allahü Teâlânın dilediği olur. Senden sonra halife, Ebû Bekr-i Sıddîkdır".
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî yine buyurdu ki: Ali (r.a.) dedi ki: Peygamber (s.a.v.) bana dedi ki: "Benden sonra halife Hazret-i Ebû Bekir olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da Sen olacaksın!".
Hazret-i Ali (r.a.) buyuruyor ki:
— Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) doğru sözlüdür. Ondan işittim ki, Resûlullah (s.a.v.); "Günah işleyen biri, pişman olur, abdest alıp, namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse, Allahü Teâlâ, o günahı elbette af eder. Çünkü, Allahü Teâlâ, Nisâ sûresi yüzdokuzuncu âyetinde: Biri günah işler veya kendine zulüm eder, sonra pişman olup, Allahü Teâlâyı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur, buyurmaktadır" dedi.
Resûlullah'ın (s.a.v.) vefat ettiği haberi, Eshâb-ı kirâm arasında yayı-lınca herkesin aklı başından gitti. Hazret-i Ömer kılıcı eline alıp, "Resûlullah öldü" diyenin kellesini uçururum, deyip ortaya çıktı. Herkes, üzüntüden ve Ömer'in (r.a.) bu halinden korktuğu halde, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, cesaretini muhafaza ederek, Eshâb-ı kirâmın ara-sına girdi. Onlara Resûlullah'ın da öleceğini, O'nun bir insan olduğunu bildiren âyet-i kerîmeyi okudu. Tesirli sözler söyleyerek nasihat etti. Halkı sükûna ve huzura kavuşturdu. Derhal halife seçimi yapıldı. Müslümanlar başsızlıktan, dağınıklıktan kurtarıldı.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz pazartesi günü halife seçildi. Salı günü, Mescid-i şerife gelip, Eshabı topladı. Minbere çıktı. Hamd ve se-nâdan sonra:
— Ey Müslümanlar! Sizin üzerinize halife ve emir oldum. Halbuki, sizin en iyiniz değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardım ediniz. Fena bir iş yaparsam, bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emanettir. Yalancılık hiyanettir. Sizin zayıfınız, bence çok kıymetlidir. Onun hakkını kurtarırım. Kuvvetine güveneniz ise, bence zayıftır. Çünkü ondan başkasının hakkını alırım. Hiçbiriniz cihadı terk etmesin. Cihadı terk edenler zelil olur. Ben Allah'a ve Resûlüne itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz. Eğer ben Allah'a ve Resûlüne âsi olur, doğru yoldan saparsam, sizin de bana itaat etmeniz lâzım gelmez. Kalkınız, namaz kılalım. Allahü Teâlâ hepinize iyilik versin" dedi.
Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) vefat edince, birdenbire bazı kabile ve insanların İslâmiyetten ayrılma tehlikesi büyüdü. Her taraf dehşetle doldu. Yemen'deki ve başka yerlerdeki memurlar geri gelmeye, kara haberler getirmeye başladılar. Müslümanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Mekke, Medine ve Tâif'ten başka bütün Arabistan halkı İslâmiyetten ay-rıldılar. Mürtedlerin sayısı yanında Müslümanlar çok az idi. Fakat, Resûlullahın halifesi, zamân-ı seâdetteki gelişmeyi hiç değiştirmemeğe ve Resûlullahın niyetlerini yerine getirmeye kararlı idi. Halife seçiminden sonra, Eshâb-ı kirâm arasında Hazret-i Üsâme'nin sefere gidip gitmemesi hakkında ihtilaf edilmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Üsâme'yi sekiz bin kişilik bir kuvvetle Şam tarafına göndermişti. Mübârek eliyle Üsâme'ye bir de bayrak vermişlerdi. Ordu henüz Medine'den çıkmamıştı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) vefat ettiler. Muhacirler ve ensar (r.a.) bu kuvvetin Şam'a gönderilmesini istemiyorlardı. Çünkü, bir tarafta yahudi ve hıristiyanlar, diğer tarafta mürted ve münafıklar dine saldırıyorlardı. Bu kadar kuvveti kendimizden uzak tutarsak halimiz ne olur! diyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "Kuvvetimiz olmadığını, her tarafın boş olduğunu görerek, kurtlar gelip çoluk çocuğumuzu evden çekip götürmeye kalkış-salar, yine, bayrağını Resûl-i Ekrem'in (s.a.v.) mübarek eliyle verdiği Üsâme'nın (r.a.) ordusunu Şam'a göndereceğim" buyurdu. Ve hemen orduyu harekete geçirdi. Orduyu bizzat Medine dışına kadar yaya olarak uğurladı. Ordu komutanı Peygamber Efendimizin sevgili kölesi Şehit Hazreti Zeyd'in oğlu Üsame idi. Üsame, babasının şehit olduğu atının üs-tünde Hazreti Ebû Bekir Efendimiz de yaya gidiyordu. Bu halden utanan Hazreti Üsame:
— "Ey müminlerin emiri, ne olur müsaade et de ben de atımdan ine-yim. Bu halden utanıyorum" dedi. O da cevaben:
— "Ya Üsame, Allah yolunda benim de ayaklarım tozlansın istemez misin" dedi ve yaya olarak uğurlamasına devam etti. Sonra bir ara kumandan Hazreti Üsame'nin kulağına eğilerek:
—"Eğer müsaade edersen Ömer benimle kalabilir mi?" diye Hazreti Ömeri rica etti. Hazreti Üsame de Hazreti Ömer'i verdi.
İslâm düşmanları bu kararlı hareketi görüp korktular. Müslümanlar kuvvetli olmasaydı, bu kadar kuvveti uzağa göndermezlerdi, dediler. Hazreti Ebu Bekir (r.a) Her tarafa birlikler gönderdi. Medine'ye hücuma hazırlanan düşman üzerine, gece şiddetli bir çıkış yaparak, sabaha kadar savaştı. Hepsini dağıttı. Yanındaki askerlerle birlikte, uzaktaki mürtedlerle muharebeye gitmek üzere devesine bindi. Fakat, Hazret-i Ali (r.a.) Halife'nin devesinin yularını tutup,
— Ey Resûlüllah'ın halifesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullahın Uhud muharebesinde söylediğini söylerim. O gün sana "Kılıcını kınına sok! Ölümünle bizi yakma!" buyurmuştu. Vallahi, sana bir hâl olur ise, müslümanlar, senden sonra düzen bulmaz" dedi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Hazret-i Ali'yi tasdik etti. Bunun üzerine Hazreti Halife Medine-i mü-nevvere'ye döndü. Sonra, onbir kabileye bölükler gönderdi. Bunlardan Hazret-i İkrime emrindeki asker, Yemâme'de, Müseyleme'nin kırkbin askerine karşı gelemedi. Halife, Hazret-i Halid bin Velid'i imdada gön-derdi. Hazret-i Halid, Yemâme'de de büyük zafer kazandı. Yirmi bin mürted öldürdü. İki bine yakın da müslüman şehid oldu. Amr ibn-i Âs (r.a.) da, Huzâ'a kabilesini hidâyete getirdi. Alâ bin Hâdremi (r.a.) Bahreyn'de çetin muharebeler yapıp mürtedleri dağıttı. Huzeyfe, Arfece ve İkrime, (r.a.) Ummân ve Bahreyn'de birleşip, mürtedleri bozdular. On bin mürted öldürdüler. Halife, Halid bin Velid'i (r.a.) Irak tarafına gön-derdi. Hîre'de yüzbin altın cizye aldı. Hürmüz kumandasındaki İran ordu-sunu bozdu. Basra'da otuz bin kişilik orduyu perişan etti. İmdada gelen büyük ordudan yetmiş bin kâfir öldürüldü. Sonra, çeşitli muharebelerle, büyük şehirler aldı. Halife, Medine'de yeni bir ordu topladı. Hazret-i Ebû Ubeyde kumandasındaki orduyu Şam taraflarına, Amr İbni Âs kumandasındaki orduyu da Filistin'e gönderdi. Sonra Yezid bin Ebi Süfyan'ı Şam'a yardımcı gönderdi. Sonra yeniden asker toplayıp, Hazret-i Muaviye kumandasında, kardeşi Yezid'e yardım gönderdi. Hazret-i Halid bin Velid'i de Irak'dan Şam'a sevketti. Hazret-i Halid, askerin bir kısmını Müsennâ'ya bırakıp, bir çok muharebe ve zaferlerle Suriye'ye geldi.
İslâm askerleri birleşerek Ecnadin'de büyük Rum ordusunu yendiler. Sonra, Yermük'de 46.000 İslâm askeri, Herakliyüs'ün 240.000 askeri ile uzun ve çetin savaşlar yapıp galip geldi. Yüzbinden ziyâde Rum askeri öldürüldü. Üç bin Müslüman şehid oldu. Bu muharebede İslâm kadınları da harp etti. Başkumandan Hazret-i Halid bin Velid'in ve tümen komutanı Hazret-i İkrime'nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Bütün bu zaferler, halifenin cesareti, dehası, güzel idaresi ve bereketi ile oldu.
Yermük savaşı yapılırken, Halife Ebu Bekrinissıddıyk Hazretleri Medine'de vefât etti.
Onun devrinde, İslâm devlet idaresinin temelleri sağlamlaşmış, Kur'ân-ı kerîm'in hiç bir hükmü dışına çıkılmadığı gibi, dinden ayrılmak isteyenlere de fırsat verilmemişti. Mürtedlerle yapılan bu harplerde Yemâme'de, bir çok hafız şehid olmuştu. Hazret-i Ömer'in de teklifi ile Kur'ân-ı kerîmin bir kitap halinde toplanması kararlaştırıldı. Bu görev, Zeyd bin Sâbit'e (r.a.) verildi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in en büyük hizmetlerinden biri de, Kur'ân-ı kerîm'in kitap halinde toplatması olmuştur. Cebrail aleyhisselam her sene bir kerre gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîm'i, Levh-i Mahfuz'daki sırasına göre okur, Peygamber (s.a.v.) efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Peygamber Efendimiz'in âhirete teşrif edeceği sene, Cebrail Aleyhisselam iki kerre gelip, tamamını iki kere okudular. Kur'anı Kerim, Peygamberimizin ve Esâbın çoğunun, tam olarak ezberinde idi. Bazıları da bazı kısımları ezberlemiş, bir çok kısımlarını yazmışlardı. Efendimiz aleyhisselâm âhirete teşrif ettiği sene, halife Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ezber bilenleri topladı. Yazılı olanları getirtti. Hazret-i Zeyd bin Sâbit'in başkanlığındaki bir hey'ete, bütün Kur'ân-ı kerîm'i kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, "Mıshaf" veya "Mushaf" denilen bir kitap meydana geldi. Otuz üç bin Sahâbi bu Mushaf'ın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Üçüncü halife Hazreti Osman (r.a.) hicretin yirmi beşinci senesinde, sûreleri, yerlerine göre sıraladı. Bu mushafa bakarak altı tâne daha Mushaf yazdırdı. Bahreyn, Şam, Basra, Bağdat, Yemen, Mekke ve Medîne'ye gönderdi. Bugün, bütün dünyada bulunan Mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur. (Hazreti Ebu Bekir (r.a.) "Camiu'l Kur'an, Hazreti Osman (r.a.) Nâşiru'l Kur'an'dır)
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Eshâb-ı kirâmın ençok ilim sahibi olanlarındandı. Her ilimde müracaat kaynağı olmuştur. İslâmî ilimlerin bütün meselelerini bilirdi. Nitekim Resûlullah Efendimiz onun hakkında:
— Allahü Teâlâ kalbime ne akıttı ise ben de hepsini Ebû Bekir (r.a.)'in kalbine akıttım" buyurmuştur. Böylece O, Muhammed aheyhisselâmdan sonra insanların en üstünü oldu. Hicrette O'nun yol arkadaşı idi. Mağarada beraber idiler. Hayatı boyunca Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in yanıdan hiç ayrılmadı. Her işinde onun veziri oldu. Bir meselede Eshâb-ı kirâm ile istişare ederken Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i sağına, Hazret-i Ömer'i de soluna oturturdu. Görülecek mesele hususunda, önce bu ikisinin reyini, görüşünü sorar, sonra da diğer sahabilerin görüşlerine yer verirdi. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in ilmi o kadar yüksekti ki, Eshâb-ı kirâmın (r.a.) en yükseklerinden olan Hazret-i Ömer bile onun idrakine yetişemiyordu.
Hazret-i Ömer bir gün Resûlullahın Hazreti Ebu Bekr'e bir şeyler an-lattığını gördü. Hemen yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü fakat gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, o kimseler Hazreti Ömer'i (r.a.) görünce,
— Yâ Ömer, Resûlullah (s.a.v.) dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim, dediler. Çünkü, Resûlullah efendimiz daima,
— Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz! buyururdu. Hazret-i Ömer,
— Dün, Hazret-i Ebû Bekir Kur'ân-ı kerîm'den anlayamadığı bir âyetin mânâsını sormuş, Resûlullah ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, bir şey anlayamadım, dedi. Çünkü, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Halbuki, Hazreti Ömer (r.a.) o kadar yüksek idi ki, Resûlullah (s.a.v.)
— Ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu, buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve Arabçayı çok iyi bildiği halde, Kur'ân-ı kerîm'in Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e anlatılan tefsirini anlıyamadı. Çünkü, Cebrâil aleyhisselâm dahi, Kur'ân-ı kerîm'in bazı mânâsını, esrârını, Resûlullah'a sorardı. Resûlullah Kur'ân-ı kerîm'in hepsinin tefsirini Eshâbına bildirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri için lâzım olan bütün ilimler, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'de mevcuttu. Yaşadığı zamanda Kureyş'in âlimi olarak tanınırdı. Çok güzel konuşurdu. Arap dilinin belâğatına vâkıftı. Resûlullah'tan (s.a.v.) çok feyizlere kavuşmuş, Kur'ân-ı kerîm'den hüküm çıkarmak hususunda üstün bir kudret ve maharet sahibi idi. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mânâ ve hakikatlarına hakkıyla muttali (öğrenmiş) idi. Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin âlimleri, bir çok âyet-i kerîmelerin tefsirini O'ndan alıp bildirmişlerdir.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in hadîs ilminde de üstün bir hizmeti olmuştur. Resûlullah'ın her haline ve her işine pek yakından vâkıf bulunuyordu. Eshâb-ı kirâm, bir çok meselede Resûlullah'ın nasıl hareket ettiğini Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'den soruyordu. Kendisinden, Hazret-i Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân, Aliyyü'l-Mürtezâ, Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Ömer, Huzeyfetül-Yemânî, Zeyd bin Sâbit (r.anhüm.) ve daha birçok sahabi hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdi. Hilâfet işleri meşguliyetinin çok olması ve her işittiğini rivayet edecek kadar uzun yaşamamış olması sebebiyle rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin sayısı azdır. Buna rağmen 142 adet hadis rivayet ettiği kaynak eserlerde zikredil-mektedir. Resûlullah efendimizden bizzat işiterek rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin bazıları şunlardır:
— "Misvak ağzı temizlemeğe, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına kavuşmağa vesîledir."
— "Allahü Teâlâ'dan ömrünüzün başında ve sonunda âfiyet ve yakîn isteyeniz."
— "Doğruluğa ve iyiliğe dikkat edin, zîrâ bu kişiyi Cennete götürür. Yalandan ve kötülükten sakının, zîrâ bunlar Cehenneme götürür."
— "Peygamberler miras bırakmazlar. Onların bıraktıkları sadakadır."
— "Peygamberler, ruhunun kabz olunduğu yere (vefât ettikleri yere) defin olunurlar."
Ebû Bekr-inis- sıddîk, Eshâb-ı kırâmın en büyük fakihlerindendi. Resûl-i Ekrem'in zamanında bile fetva verirlerdi. Resûlullah'tan yayılan bütün ilimlere ve feyizlere ayna olmuştur. İslâmî ilimlerin her meselesini bilirdi (ve hükümlerinin hepsine hakkıyla vâkıftı. Eshâb-ı kirâmın içinde "Fukahâ–ı seb'a" adı ile meşhur olan yedi büyük âlimden biri de Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz idi. Fetvâlarının adedi itibarıyla bunların mutavassıtlarındandı. Kendi hilâfeti devrinde kurulan dinî müesseselerden (kuruluşlardan) biri de, "iftâ makamı" (fetvâ makamı) idi. Bu kuruluşun en önemli görevi, fıkhî (dinî meseleleri araştırıp, tetkik ve tahkik edip, dinî hükümlerde İcmâ'ın (birliğin) hâsıl olmasına çalışmaktı. Müslümanların so-rularına cevap vermek suretiyle, hem onlara faydalı olunuyor, hem de, ilmin gelişmesi temin ediliyordu. İslâmiyetin zimmîlere (gayri müslim va-tandaşlara) tanıdığı bütün haklar eksiksiz yerine getirilmekteydi.
Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) Neseb ilminde de çok yüksekti. Arapların soylarına ait vak'aları (olayları) en iyi bilendi. Aralarındaki kan davalarını halleder, onun hakemliğine ve kararlarına itirazları olmazdı.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, tasavvuf ilminin bütün yüksek marifetle-rine kavuşmuştu. Resûlullah'ın kalbine akıtılan feyizlerin, marifetlerin hepsi O'na da verilmişti. Resûlullah'tan sonra Allahü Teâlâyı en iyi tanıyan ve en çok ibadet eden O'dur.
Tasavvuf, Resûlullah'ın (s.a.v.) izinde bulunmak, O'nun gösterdiği yoldan ayrılmamaktır. İnsanların yaratılışları ayrı ayrı olduğu için tasavvuf yolları da ayrılmıştır. Bu ümmetin sonra gelen evliyâsı, Resûlullah'tan gelen feyizlere, nurlara iki yoldan kavuşmuştur. Birisi nübüvvet yolu, di-ğeri de velâyet yoludur. Müslümanlar, nübüvvet yolunun bütün marifetle-rine, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz vasıtası ile kavuşmuşlardı.
Nakşibendi Silsilesinin sertacı Hazreti Ebû Bekrini's-sıddıyk (r.a) dır.
İslâmiyeti kabul eden köleleleri, fiatının çokluğuna aldırış etmeden alır ve hürriyete kavuştururdu. Evinin bir köşesini mescid haline getiren Hazreti Sıddıyk (r.a.), orada mümin'lere namaz kıldırır ve kur'an öğ-renmelerine yardımcı olurdu. Yanık sesi ile ağlayarak okuduğu Kuran-ı Kerimi kafirler bile gizli gizli gelir dinlerlerdi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in fazîletleri, üstünlükleri sayıla-mayacak kadar ve kitaplara sığmayacak kadar çoktur. Bunların herbiri, Kur'ân-ı kerîm'in, hadîs-i şerîflerin ve Eshâb-ı kirâm ile diğer din âlimle-rinin haber vermesiyle anlaşılmıştır. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden (s.a.v.) sonra birinci olma saadetinin sahibi, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'dır. Bu hususta icma vaki olmuştur. Eshabı Kiramın ittifakı vardır. Çünkü dini kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için, malını dağıtmakta, cihad etmekte, düşmanlarla siddetli mücadele etmekte ve şânını, şerefini kaybetmekte, öncelerin öncesi odur. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) diğer müslümanların en üstünü olmasının sebebi, imâna gelmekte, malının çoğunu ve canını fedâ etmekte ve her türlü hizmette, başkalarının önünde bulunmasıdır. Hadid sûresinin onuncu âyetinde: "Mekke-i Mükerreme'nin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü Teâlâ hepsine Cenneti va'd etti" âyet-i kerîmesi, onun için indirilmiştir. Ve yine Tevbe sûresinin yüz üçüncü âyetinde, "Önce imâna gelenlerden, her fazilette öne geçenlerden, hem Mekke'den gelen Muhacirlerden, hem de Medine'de bunları karşılayıp, yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikte, bunların izinde gidenlerden Allahü Teâlâ razıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü Teâlâdan râzıdır. Allahü Teâlâ, onlara cenneti hazırladı. Cennette sonsuz kalacaklardır" buyuruldu. Bu ayeti kerimenin de Hazreti Ebu Bekir'den bahsettiğine bütün sahabe ittifak etmiştir.
Feth sûresi onsekizinci âyetinde,
— Ağaç altında, sana söz veren mü'minlerden, Allahü Teâlâ elbette râzıdır" müjdesine, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da dahildir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) de
—Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri cehenneme girmez! buyurdu. Bu sözleşmeye "Bi'at-ür-Rıdvân" denir. Çünkü, Allahü Teâlâ, bunlardan râzıdır.
Bedir Gazâsında, Ramazan-ı şerîfin onyedinci Cuma günü, temmuz ayının öğle sıcağında, iki taraf hücum etmişti. Resûlullah (s.a.v.) Ebû Bekir, Ömer, Ebû Zer, Sa'd ve Sa'id ile (r.anhüm) kumanda yerinde oturmuştu. İslâm askeri sıkıntı çekiyordu. Sa'd ve Sa'id'i (r.a.) yardıma gönderdi. Sonra Ebû Zer'i (r.a.) gönderdi. Sonra , Ömer'i (r.a.) gönderdi. Bir saat geçti. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), sıkıntının azalmadığını görerek, kılıcını çekip, atını sürmek istedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) elinden tutup,
—"Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr ! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuv-vetleniyor." buyurdu.
Hicretten evvel altı köle âzâd etmişti. Yedinci olarak Hazreti Bilâl-i Habeşî'yi (r.a.) âzâd edince, hakkında Velleyl sûresinin onyedinci ayeti indi:
— "Takva sahibi olan Cehennem ateşinden uzaklaştırılacaktır".
İbni Ömer (r.a.) Resûlullah'dan (s.a.v.) bildirdi. Resûlullah (s.a.v.), Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e:
—"Sen benim havuz başında ve mağarada arkadaşımsın" buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) kâfirlerden mağarada saklanınca, gizli ve alenî herşeyine vâkıf olan sadece Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) idi. O ise, sâdık, sıddîk, muhlis müminlerdendi. Halini bildiği için, bu korkulu yerde onunla arkadaşlığı tercih etti. Bu hicrette Allahü Teâlâ, Habibine, başka akraba ve yakınlarını değil, özellikle Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'ı arkadaş etti. Bu hususiyet Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in şerefini ve diğerlerinden üstün olduğunu göstermektedir.
Hazerde ve seferde Resûlullah'dan hiç ayrılmadı, hep yanında bu-lundu. Resûlullah'ı o kadar severdi ki, malını, canını, her şeyini O'nun için fedâ etmeye hazır halde idi.
Tevbe sûresinin kırkıncı ayetinde :
—"Mekke kâfirleri onu Mekke'den çıkardıklarında ikinin ikincisi, (yani Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile mağaradaydılar." âyeti ile, Allahü Teâlâ onu, Resûlullah'ın ikincisi kıldı. Bunda Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz için son derece üstünlük vardır.
Nitekim:
1— Resûlullah insanları imâna davet etti. Ebû Bekr-i Sıddîk imân edenlerin birincisi oldu. Böylece imânda onun ikincisi oldu.
2— Sonra Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz insanları Allah'a ve Resûlüne imâna çağırdı. Birçokları bu çağrıyı kabul etti. Böylece davette de ikincisi oldu.
3— Her savaşta Resûlullah'ın yanında idi. Bedir'de de O'nun ya-nında ikincisidir.
4— Resûlullah hastalanınca, O'nun yerine insanlara imam olup, öne geçti. Bu hususta da ikinci oldu.
5— Resûlullah'dan sonra O'nun türbesine defin olunmada da ikincisi oldu. Bunlar hep O'na en yakın olma delilleridir.
Onların üçüncüleri Allahü Teâlâ idi. Allahü Teâlânın kendisiyle ol-duğu bir kimse ise, şüphesiz, şeref ve fazîletce çok üstündür.
MAĞARADA İKEN
İhya'da yazılıdır:
Bir gün Hazreti Ömerin yanında Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in ismi geçmişti. Hazret-i Ömer (r.a.) şöyle dedi:
— Ömrümdeki bütün amelimin Hazret-i Ebû Bekir'in, bir gün ve ge-celik ameli gibi olmasını isterdim. O'nun o mes'ud gecesi ki, Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte mağaraya gitti. Mağaraya varınca: "Allah için, yâ Resûlallah içeri girmeyin! Ben gireyim. İçerde zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem gelmesin" dedi ve içeri girdi. İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında solunda bir çok irili ufaklı delikler gördü. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı. Bir iki delik kaldı. Onları da ayakları ile kapayıp, sonra Resûlullah'a, içeri girmesini söyledi. Resûlullah (s.a.v.) içeri girdi ve mübârek başını Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in kucağına koyup uyudu. Ayağını yılan soktu. Resûlullah uyanır korkusuyla, sabredip, hiç hareket etmedi. Gözyaşı Resûlullah'ın mübarek yüzüne dam-layınca: "Ne oldu yâ Ebâ Bekir?" buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz :
—Ayağım ile kapattığım delikten bir yılan ayağımı soktu. Ayağımı çekersem çıkıp size zarar vereceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah (s.a.v.)"ayağını çek" buyurdular. Ayağını çekince heybetli ve zehirli bir yılan çıktı. "Ey utanmaz yılan, benim mağara arkadaşıma, sırdaşıma eziyyet etmeğe Allahü Teâlâdan korkup, benden utanmıyor musun?" buyurdu. Yılan,
—Ey Allahın Habîbi, insanların, cinlerin Peygamberi. Sana yalnız in-sanlar değil, hayvanlar, kuşlar, yılanlar, karıncalar, hepsi aşıktır. Hatta bu köleniz gözü yaşlı, büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı dinlemiş, mübarek yüzünüzü görmeğe aşık olmuştur. Bu mağarayı şereflendire-ceğinizi biliyordum. Onun için çok zamandan beri bu sıkıntılı mağarada gece gündüz demeyip yolunuzu bekliyorum. Sıddîk'ınız, bu karanlık mağaraya sabahı, siz de güneşi getirdiniz. Fakat Sıddîk sizi görmeme mani olunca benden korku ve haya kalktı. Bu küstahlığa cesaret ettim." diyerek özür diledi. Resûlullah (s.a.v.) özrünü kabul etti. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yarasına mübarek tükrüğünden sürdü ve yara hemen iyi oldu.
YÜZÜĞE YAZI
Peygamberimize (s.a.v.) bir gümüş yüzük hediye getirmişlerdi. Hazret-i Ebû Bekir'e (r.a.) Resülüllah (s.a.v.) Efendimiz,
— Yâ Atik, bu yüzüğü bir kuyumcuya götür, üzerine (Lâ ilâhe illal-lah) yazılsın, buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz yüzüğü alıp kuyumcuya götürdü. Bu yüzüğün üzerine:
— Lâ ilâhe illallah Muhammedür resûlullah" yaz, dedi. Resûlullah (s.a.v.) böyle emretmemişti, fakat Allahü Teâlânın ismi şerifi ile Resûl-i Ekrem'in ismi şerifinin ayrı olmasını uygun görmemişti.
Kuyumcu Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in söylediği gibi yazdı.
Sonra Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) yüzüğü Sultân-ı enbiyâya teslim etti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yüzüğe baktılar. Yüzüğün üzerinde "Lâ ilâhe illallah Muhammedürresûlullah, Ebû Bekir Sıddîk" yazılı idi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz çok utandı, terledi. Bir cevap ve-remedi. Cebrâil aleyhisselâm gelip, Hâk Teâlânın selâmını söyledikten sonra,
— Ebû Bekir 'in kendi adının yazıldığından haberi yoktur, ben yaz-dırdım. Habîbim üzülmesin. Ebu Bekir benim ismimden senin isminin ayrı kalmasına razı olmayınca Ben de onun isminin ayrı kalmasını istemedim " buyurduğunu söyledi .
Hazreti CEBRAİL'İNBÜRÜNMESİ
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz müslüman olunca, Allahü Teâlânın rızası, Habibullâhın aşkı için seksen bin dirhem fakirlere sadaka olarak verdi. Kırk binini gizli, kırk bini de aşikâre vermişti. Bundan sonra giyecek elbisesi bile kalmamıştı. Sonra eski bir mutaf (keçi kılından dokunmuş elbise) eline geçti. Arkasına giydi. Namaz vakitleri haricinde göğsüne kadar tandıra girer, mutafı arkasına alırdı. Namazları evinde kılardı. Böylece üç gün geçti. Resûlullah (s.a.v.) dördüncü gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirâma dönerek,
— Ebû Bekir üç gündür mescide gelmiyor. Acaba hasta mıdır, gidip hatırını soralım, buyurdular. O sırada Cebrail aleyhisselâm siyah mutaf giymiş vaziyette geldi. Resûl-i ekrem cebrail aleyhisselamı böyle görünce hayret etti.
— Ey kardeşim cebrail bu ne hal? diye sordular.
— Yâ Resûlallah, gökteki bütün melekler böyle giydiler, dedi.
— Neden bu şekilde giydiler?" diye sorunca.
— Yâ Resûlallah! Ebû Bekir Hak Teâlânın ve senin dinin uğruna, kırkbini gizli, kırkbini de aşikâre olarak seksen bin dirhem sadaka verdi. Hiç giyeceği kalmadığı için üç gündür mescide gelemedi. Hak Teâlâ sana selam edip, Ebû Bekir 'e bir elbise gönderilmesini emir buyuruyor, dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) eshâbına,
— Kimde fazla elbise varsa versin! Hak Teâlâ ona çok sevap verip, firdevs Cennetinde bana komşu yapacaktır" buyurdu.
Eshâb-ı kirâmın hiç birinin fazla elbisesi yoktu. Sonunda bir sahabi başka birisinden bir elbise bulup, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e gönderdi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz o elbiseyi giyip , Resûl-i Ekrem'in huzuru ile şereflenmek için yola çıktı. Henüz huzura varmadan Cebrail aleyhisselâm gelip,
—Yâ Resûlallah! Hak teâla sana selam edip, Ebû Bekir'i karşılamanızı emir buyurdu" dedi. Resûlullah (s.a.v.) Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e karşı çıkıp musâfaha etti. Bütün Eshâb-ı kirâm da musâfaha edip, hepsi candan Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i tebrik ettiler.
HALİFELİĞE İŞARET
Eshab-ı kirâmın büyüklerinden Ebû Said-i Hudrî (r.a.) şöyle anlatıyor:
— Bir gün Resûlullah (s.a.v.) hutbe okuyordu. Hutbelerinde: "Allahü Teâlâ bir kulunu dünya ile kendi katında olan arasında serbest bıraktı. O da, Allahü Teâlâ katında olanı seçti." buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) bunu duyunca ağladı. Kendi kendime, "Bu zatı hangi şey ağlatıyor. Kulunu Allahü Teâlâ, dünya ile kendi katında olan arasında serbest bıraktı, o da Allahü Teâlâ katında olanı seçti. Bu sözün neresine ağlanır ki, dedim. Halbuki bu sözle Resülüllah Efendimizin vefatına işaret varmış. Meğer Hazreti Ebu Bekir'den başka kimse bunu anlayamamıştı.
Hazret-i Ebû Bekir bizim en âlimimiz idi. Resûlullahın (s.a.v.) ona, "Ey Ebû Bekir (r.a.), ağlama! Arkadaşlığı ve malı bana Ebû Bekir (r.a.)'den daha bereketli kimse yoktur. Eğer ümmetimden dost edinsey-dim, Ebû Bekir (r.a.)'i edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği ve muhabbeti vardır"
Peygamberimiz Hazret-i Ebû Bekir'in mescide açılan kapısı hariç, diğer bütün kapıları kapattırdı. Peygamberimiz, "Onun kapısında nûr görüyorum." buyurmuş, âlimler de, bu sözün kendisinden sonra onun halifeliğine işaret olduğunu söylemişlerdi.
İBNİ MÜNZİR, HAZRETİ ALİ'DEN (R.A.) BİLDİRİR:
— Bu ümmetin Resûlullahdan sonra en üstünü Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), sonra Ömer, sonra Osman'dır (r.a.)" sonra da kendisinin olduğunda ittifak vardır. Ebû Bekir (r.a.)den başka hiç kimse Cebrâil aley-hisselâmdan vahiy işitmemiştir.
Resûlullah efendimiz, Mi'rac gecesi Cebrâil aleyhisselâma:
— Ümmetimin hepsine süal, hesap var mıdır?" diye sordu. "Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'den başka herkese vardır. Ona:
—"Buyur! Hesapsız Cennete gir!" denilecektir. O da:
—"Dünyada beni sevenler, benimle beraber girmeyince, ben de girmem" diyecektir.
Hazreti Ebû Bekir (r.a) Diline hâkim olmak, lüzumsuz hiçbir söz söy-lememek için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr olmadıkça dünya ke-lâmı söylemezdi.
Bir hadîs-i şerîfte:
— Ebû Bekir'in imânı, bütün mü'minlerin imânları ile tartılsa, Ebû Bekir (r.a.)'in imânı ağır gelir" buyuruldu.
Hazret-i Ömer anlatır:
— Tebük gazâsında, Resûlullah (s.a.v.) herkesin sadaka getirmesini emir buyurmuştu. O sırada benim de malım çok idi. Her zaman Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz hepimizden fazla sadaka verirdi. Bu sefer de ben en fazla vereyim düşüncesiyle malımın yarısını götürdüm. Resûlullah,
— Ey Ömer evine ne kadar mal bıraktın!" buyurdu.
— Bunun kadar da evimde var dedim. O esnâda, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) geldi. Resûlullah (s.a.v.) Ona da,
— Evine ne kadar mal bıraktın? buyurdu.
—Hiç bir şey bırakmadım, eve Allah ve resülünü bıraktım, dedi. Bunun üzerine Efendimiz:
—İkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır." buyurdu.
NEDEN ÖNÜNDE YÜRÜYORSUN
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz ile Ebûdderdâ (r.a.) beraber bir yolda giderken, dar bir yere geldiler. Hazret-i Ebûdderdâ önde, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz arkada yürürlerdi. O sırada, karşıdan Resûl-i Ekrem parlak ay gibi görünüverdi. Hazret-i Ebûdderdâ'ya:
— Neden Ebû Bekir (r.a.)'in önünde yürüyorsun! Onun daha üstün olduğunu bilmiyor musun? Böyle gitmek edebe aykırı değil midir? " bu-yurdu. Ebûdderdâ (r.a.] hatasını anlayıp tevbe etti.
CİĞER KEBABI
Birgün Eshâb-ı kirâmdan bazıları Resûlullah'a, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'den şikâyet için geldi.
—Yâ Resûlallah, Ebû Bekir, odasında yalnız başına ciğer kebabı yer, kokusunu duyarız, bizi hiç davet etmez, dediler. Efendimiz:
—"Bir daha böyle yaptığında, bana haber verin, beraber evine gi-delim!" buyurdu. Bir gün haber verdiler. Resûl-i Ekrem, hemen kalkıp, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in evine gitti. Ateş ve kebap yoktu.
—"Yâ Ebâ Bekir, sen ciğer kebabı yiyormuşsun, bize de var mıdır?" buyurdu.
—Yâ Resûlallah, ben ciğer kebabı yemiyorum, pişen kendi ciğerimdir, dedi. Resûlullah, bunun nasıl olduğunu sorunca:
—"Hak Teâlâ, bana İslâm Dinini nasib etti. Habibine dost eyledi. Eshâb-ı kirâm arasında büyük yer verdi. Acaba kıyamet gününde hâlim ne olur, bu kadar nimetin sükrünü yapabilir miyim, diye koktuğumdan, ciğerim yanıyor." cevabını verdi.
VÜCUDUM CEHENNEM KADAR OLSUN
Birgün Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı ile mescidde otururken, Cebrail aleyhisselâm geldi. Resûl-i Ekrem'e,
— Ebû Bekir'in bir saat ibâdeti başkalarının yetmiş yıllık ibâdetinin yerini tutar, dedi. Resûl-i Ekrem, bir şey söylemeyip, Hazret-i Bilâl'e, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'i çağırmasını emir buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen geldi. Resûlullah, Hazret-i Ebû Bekir'i karşıdan görünce, karşılayıp, yanına oturttu.
— Evde ne yapıyordun ne gibi bir amelle meşguldün? diye sordu. O da şöyle cevap verdi:
— Hatırama şu gelmişti: Hak Teâlâ Cenneti ve Cehennemi yarattı. Her ikisini de dolduracağını diledi (takdir etti). Hak teâladan, vücudumu Cehennemi dolduracak kadar büyük yapmasını ve yalnızca oraya beni koymasını başka kulunu koymamasını diledim. Böylece hem Hak teâlanın takdiri yerine gelmiş, hem de bütün insanlar Cehennem korkusundan kurtulmuş olurlar, cevabını verdi. Eshâb-ı kirâm, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in bu yüksek duasına hayran kaldılar.
BÜTÜN GÜZELLİKLER
Resûl-i ekrem bir gün:
— "Bu gün içinizde oruçlu olan var mıdır?" buyurunca; Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), "ben oruçluyum" dedi.
— "İçinizde kim, bugün cenazede bulundu? buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "ben bulundum" dedi. Yine:
—" İçinizden kim, bugün bir fakire yemek verdi?" buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "ben verdim" dedi. Sonra:
— "İçinizden kim, bugün hasta yokladı? buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "Ben yokladım." dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.):
— "Bu kadar hasletlerin bulunduğu kimse, muhakkak Cennete girer" buyurdu. Burada Cennete girmekten maksat, hesapsız Cennete girmektir, denilmiştir.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki:
—"Bize her nîmet verene, iyilik edene mükâfatını verdik. Fakat Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in iyiliğinin, ikrâmının karşılığını veremedik. O'na, Hak Teâlâ hazretleri, kıyâmette ikrâmda bulunacak, mükâfatını verecektir. Bana Ebû Bekir'in malının verdiği fayda gibi hiç kimsenin malının faydası olmadı. Dost edinseydim, Ebû Bekir (r.a.)'i edinirdim. Fakat ben, Hak Teâlânın dostuyum."
Hazret-i Ömer: "Ebû Bekir (r.a.), bizim Seyyidimiz, büyüğümüz, ha-yırlımızdır. Resûl-i Ekrem'e hepimizden çok sevgilidir" buyurmuştur.
NEREYE DEFNEDELİM
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Resûlullah'ın vefâtından sonra, her geçen gün biraz daha zayıflıyordu. Birgün kızı Âişe-i Sıddıka haz-retleri bu zayıflamanın sebebini sordu. Cevabında:
—"Beni, Muhammed aleyhisselâmın ayrılığı böyle zayıflattı" bu-yurdu.
Hazret-i Âişe vâlidemiz anlatır:
— Babam vefat edince, Eshâb-ı kirâm nereye defnedelim diye te-reddüde düştüler. O halde uyumuşum. Kulağıma, "Dostu dosta kavuştu-run" diye bir ses geldi. Uyandım, Eshâb-ı kirâma anlattım. Onlar da aynı sesi işittiklerini söylediler. Hatta mescidde namaz kılanlar da, işittik dedi-ler. Artık müşavereye lüzum kalmamıştı. Habib-i Ekrem'in yanına defnet-tiler.
SENİ ÖZLEDİK
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, son hastalığında:
— Halifeliği kime bırakacağım hususunda tekrar istihâre ettim. Hak Teâlâdan, rızâsına uygun olmasını diledim. Bilirsiniz, yalan söylemem. Hiçbir akıllı kimse de, Hak Teâlâya kavuşma zamanında kendisine iftirâ edilmesini istemez ve müslümanları aldatmayı uygun bulmaz" buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm,
— Ey Allah'ın Resûlünün halifesi! Senin doğruluğundan şüphemiz yoktur. Söyleceklerini söyle, dediler. Şöyle buyurdu:
— Gecenin sonuna doğru uyumuşum. Resûl-i Ekrem'i rüyada gör-düm. İki beyaz elbise giymişti. O elbiselerin eteklerini ben tutuyordum. O sırada elbiseler yeşil olup, parlamağa başladı. Bakanların gözlerini alırdı. İki yanında, uzun boylu, gayet güzel yüzlü, nûr elbiseli ve bakanlara neşe veren iki kimse vardı. Resûl-i Ekrem selâm verip musafaha etmekle beni şereflendirdi. Mübârek elini göğsüme koydu. Üzüntüm gitti.
— Yâ Ebâ Bekr, seni çok özledik, kavuşma zamanın yaklaştı, bu-yurdu.
— Ben de seni özledim, yâ Resûlallah dedim. Resülüllah Efendimiz:
— Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve gökte herkesin rızâsını ka-zanmış, zamanın en temiz olan Fâruk'u (Hazret-i Ömer'i) halife seç!" buyurdular. Yanındakileri göstererek: "Bunlar, dünyada vezirlerin, vefatın zamanında yardımcıların, Cennette komşularındır. Bana senin isminin gökte melekler arasında, yerde de halk arasında "Sıddîk" olduğunu haber verdiler" buyurdu.
—Yâ Resûlallah, anam babam sana fedâ olsun, bu iki kişiyi tanıya-madım ve onlar gibi kimse de görmedim, dedim.
—"Bunlar Cebrâil ve Mikâil'dir" buyurdular. Sonra gittiler. Uyandım. Yüzüm gözyaşlarından ıslanmış, evdekiler baş ucumda ağlıyordu." buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz (r.a.) ölüm hastalığında çocukla-rını Hazret-i Âişe'ye, iki oğlan, iki kız olarak ısmarladı. Hazret-i Âişe,
—"Benim bir kız kardeşim var, ikincisi hangisidir?" diye sordu. "Hanımım hâmiledir. Kızı olacağını zannediyorum." buyurdu. Hakikaten vefâtından sonra, hanımının bir kızı oldu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz Hicretin onüçüncü yılında vefat etti. Vefatında Medine'de herkes ağladı. Hazret-i Ali (r.a.) işitince, o da ağlayarak geldi ve:
—"Hilâfet bugün tamam oldu" buyurdu. Kapı önünde durup:
— Yâ Ebâ Bekr! Sen, Resûlullah'ın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşâviri idin. Önce İslâma gelen sensin. Senin imânın, hepi-mizin imânından daha saf oldu. Senin yakînin, daha kuvvetli, Allah'dan korkun daha büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert sen idin. Resûlullah'a en şefkatli, en yardımcı, sen idin. Resûlullah ile sohbe-tin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Resûlullah'ın huzurunda, senin derecen en yüksek oldu. O'na en yakın, sen oldun. İkrâmda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşda, O'na en çok benzeyen, sen oldun. Allahü Teâlâ, sana, çok mükâfat versin ki, Resûlullah'a herkes yalancı derken sen, "Doğru söylüyorsun, inandım" dedin. Sen, O'nun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü Teâlâ seni, Kur'ân-ı kerîmde (sıdk) ismi ile şereflendirdi. Resûlullah'a en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Sulhda, O'nun huzurunda, harplerde, O'nun yanında idin. O'nun ümmetinin halifesi, O'nun dininin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâm dinine kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken sen Muhammed Mustafa'nın (s.a.v.) yolunu tuttun. Eshâbın az konuşanı ve en beliği, edibi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi. Gönlün herkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları İslâma sokarak aydınlatırdın. Mü'minlere şefkatlı, af edici baba idin. İslâm'ın ağır yükünü sen taşıdın. İslâm'ın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamıyacağı bir dağ gibi idin. İşin doğruluk idi, ilim idi. Sözün mertçe, doğruyu bildirmek idi. Gerici düşüncelerin, bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dinin ağacını diktin. Güçlükleri, müslümanlara kolaylaştırdın. Küfür ve mürtedlik ateşini söndürdün. Allah'ın dinini, sen doğrulttun. İslâma, imâna sen kuvvet oldun. Göklerde, melekler arasında, senin derecen çok büyüktür. Muhacirler ve Ensâr arasında, senden ayrılık yarası çok derindir) buyurdu. Ve çok ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar aktı. Sonra: "Allahü Teâlânın kazâ ve kaderine râzı olduk. Verdiği elemleri kabul ettik. Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah'dan ayrılık acısından sonra, bize senin vefatından daha acı bir musîbet gelmedi. Sen mü'minlere sığınak, dayanak ve gölge idin. Münafıklara karşı çok sert ve ateşli idin. Allahü Teâlâ, seni Muhammed aleyhisselâmın huzuruna kavuştursun! Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler versin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktın korusun" buyurdu. Eshâb-ı kirâmın hepsi, sessizce, Hazret-i Ali'nin sözlerini dinledi. Sonunda hepsi, hüngür hüngür ağladı.
Hazret-i Ali:
—İlk İslâm'a gelen ve en önce Resûlullah (s.a.v.) ile kıbleye karşı na-maz kılan Ebû Bekir'dir, buyurdu.
HAZRETİ EBU BEKİR EFENDİMİZİN MÜBAREK SÖZLERİNDEN
Buyurdular ki:
—Takva akıllıca yapılan işlerin en güzelidir. Hakka âsî olmak, ah-makça yapılan işlerin en çirkinidir. Verilen emâneti yerine getimek en üstün doğruluk sayılır. Hiyânet olarak da, en önde yalan gelir."
Şüpheli şeylerden kaçınırdı.
Bir defasında bilmeden şüpheli birşey yiyip anlayınca hemen zorla istifra edip, midesini boşalttı ve sonra şöyle dua etti:
—"Allahım, bilmeden yaptım. Çıkarabildiğim kadarını çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan sorguya çekme!"
Birine nasihat veriyordu. Sonunda şöyle buyurdu:
— Ey kardeşim, sana yaptığım tavsiyeyi aklında tut ve kaybolmama-sına dikkat et! Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa gelecek."
Çok kerre dilini parmağıyla tutar ve:
—Başıma gelen herşey bunun yüzündendir" derdi.
Binekte iken devesinin yuları düşse, verin demez, deveyi çöktürür alırdı. Sebebini sordular,
—"Resûlullah bana, insanlardan birşey isteme diye emretti" buyurdu.
— "Allah sevgisini hâlis olarak tadanı, bu sevgi, dünyayı istemekten alıkoyar ve bütün insanlardan uzaklaşır, kesilir."
—"Ömrünü faydasız, boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini kaçırmış olur. Vaktinde tohum ekmeyen ise, hasat zamanında pişman olur."
— "Ne söyleyeceğine ve ne zaman söyleyeceğine dikkat et!"
Ordu kumandanlarını bir yere gönderdiği zaman, onlara:
—"Kadınları öldürmeyiniz, çocuklara dokunmayınız, ihtiyarlara te-câvüz etmeyiniz, meyveli ağacı kesmeyiniz, ma'mur yerleri tahrip et-meyiniz, haddi tecâvüz etmeyiniz, korkmayınız ve gıdadan başka bir maksatla koyun ve deve kesmeyiniz ve manastırlarına çekilmiş insanlara zarar vermeyiniz" diye emirler ve nasihatlar verirdi.
Bir hutbesinde buyurdu ki:
— "Ey insanlar, Allah'tan af ve afiyet isteyiniz. Çünkü mü'mine, İslâm'dan sonra af ve afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir."
— "Müslümanlardan hiçbiri, diğerini hâkir görmesin! zîrâ müslü-manların küçüğü, Allah yanında büyüktür."
— "Allahü Teâlâdan, kendisini, kıyamet gününde Cehennem ateşin-den korumasını isteyen bir kimse, müminlere karşı çok merhametli ve ince kalbli davransın!"
Oğlu Abdurrahman'ı, komşusu ile münâkaşa ederken gördü ve oğluna gücenerek:
— "Oğlum, komşu ile münakaşa yapma! Şu gördüğün insanlar dağılır gider ve sen yine komşunla başbaşa kalırsın" dedi.
Yine bir hutbesinde:
— "Ey insanlar! Allahü Teâlânın "Ey imân edenler, siz kendinize bakınız, siz doğru yolda bulundukça, yoldan çıkanların size zararı olmaz" (Mâide sûresi l05) âyeti celîlesini okuyorsunuz, fakat onu yerine koymuyor, başka mânâda kullanıyorsunuz. zîrâ ben, Resûl-i Ekrem'den şöyle buyurduğunu işittim: "İnsanlar kötülüğü görüp mani olmadıkları zaman, Allahü Teâlânın, onların hepsini azaba uğratmasından korkulur" dedi.
Bir gün Eshâb-ı kirâma hitaben buyurdu ki:
— "Allahü Teâlâ size dünyayı fethettirecek, kapılarını açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız!"
— "Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan kimse, Allah'ın himayesindedir. Allah'ın hakkını küçümseme, zîrâ yüzüstü seni Cehenneme atar."
— "Allahü Teâlâya olan hâlis sevginin zevkine varan, dünyalıktan vazgeçer ve bütün insanlardan yüzçevirir."
Hazret-i Ömer'e şöyle tavsiye buyurdu:
— "Hak ağırdır. Ağır olduğu kadar da acıdır. Ve aynı zamanda fay-dalıdır. Bâtıl ise hafif ve aynı zamanda belâlı ve zararlıdır. Eğer tavsiyeme uyarsan, henüz erişemediğin ve mutlak surette sana ulaşacak olan ölümden sevimli bir şey senin için olamaz. Vasiyetime uymazsan da gaybda olan ölümden daha çok buğz ettiğin bir şey olmaz. Halbuki onu önlemeğe gücün yetmez."
— "Kişinin kelâmı, aklının beyânı, faziletinin tercümanıdır."
Yine bir hutbesinde buyurdu ki:
— "Bütün hamd ve senâlar Allahü Teâlâya mahsustur. O'na hamd eder O'ndan yardım dilerim. O'ndan af niyaz eder, O'na inanır, O'na güvenirim. Hidayeti ister ve körlükten O'na sığınırım. Allah'ın dürüst yürümeyi nasip ettiği kişi dosdoğru yol alır. Onun saptırdığı ise ne bir dost, ne de bir mürşid bulabilir… Bütün varlığımla inanırım ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir ve şeriki yoktur. Mülk ve saltanat O'nundur, hamd O'nadır. Dirilten de öldüren de O'dur. Ve O, hiç ölmeyen diridir. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltır. Bütün hayırlar O'nun elindedir. O, her şeye gücü yetendir.
Bütün varlığımla inanırım ki, Muhammed Mustafa (s.a.v.) O'nun kulu ve Peygamberidir. "O'nu hak ve hakikat olan dini tebliğ vazifesiyle göndermiştir ki, Hak din diğer dinlere galip gelsin. Putperestler beğen-meseler de bu böyledir." (Tevbe 33). O'nu bütün insanlığa bir rahmet ve bütün insanlık için bir dayanak ve delil olarak göndermiştir. O gön-derildiği zaman insanlar, olabilecekleri hallerin en kötüsü içindeydiler. Bilgisizlik karanlıklarına gömülmüş durumdaydılar. Dinleri uydurma, da-vetleri yalan ve sahte idi. Allahü Teâlâ hakikat dinini Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile aziz kıldı.
Ey mü'minler, Allah sizin gönüllerinizi, birbirine ısındırdı. O'nun ni-meti sayesinde sizler kardeş haline geldiniz. Daha önceleri bir ateş çu-kurunun tam kenarında idiniz. Sizi oradan çıkaran O oldu. İşte, Allah size işaretlerini böyle apaçık gösterir ki, doğru yola kavuşabilirsiniz. O halde ey imân edenler! Allah'a ve O'nun Resûlüne tam uyun! Allahü Teâlâ: "Resûle uyan, Allah'a uymuş demektir. Eğer yüz çevirirlerse ey Peygamberim, bu onların bileceği bir şeydir. Biz seni onların başına bekçi göndermedik" buyurmaktadır. (Nisa, 80).
Ey imân edenler! Size her işte, her durumda Allahü Teâlâdan kork-manızı nasihat ederim. Hoşunuza giden işler kadar, size zor gelen du-rumlarda da hakikate sarılın. Şunu bilin ki, doğru söz dışında hiçbir kelam hayır ve yarar getirmez. Yalan söyleyen, yaradılış hikmetini saptırmış, bunu yapan ise, helâk olmuştur. Ey insanlar! Büyüklenmekden sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi de, ne demek oluyor? Bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsız!..
Ey insanlar! Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın. Önümüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah'ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın. Çünkü Allahü Teâlâ, "Mahşer gününde herkes, dünyada hayır ve kötülük olarak yaptığı her şeyi hazır bulacak ve isteyecek ki, kötülüklerle arasında uzak bir mesafe bulunsun. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarını çok esirgeyicidir." (Al-i İmran, 30).
O halde, Allah'tan korkun, O'nun emir ve yasaklarına iyice kulak ve-rin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Ve unutmayın ki, Rabbinizin huzuruna mutlaka çıkarılacak ve küçük-büyük bütün davra-nışlarınızın karşılığını bulacaksınız. Bununla beraber Allah dilediğini bağışlayabilir. O bağışlayıcı ve affedicidir.
Kendinizi iyi tanıyın, sadece kendi noksanlarınızla meşgul olun. Yardım istenilecek tek kudret, Allahü Teâlâdır. O'nun dışında hiçbir güç ne yapabilir, ne bozabilir.
"Muhakkak Allah ve melekler, sürekli olarak O Yüce Peygamber'e salât ve selâm getirirler. Ey imân edenler! Siz de o Yüce Peygamber'e salât ve selâm edin." (Ahzâb, 56).
Allah'ım! Kulun ve peygamberin Muhammed Mustafa'ya (s.a.v.) salât ve selâmların en seçkiniyle salât ve selâm et! Bizleri de o âlemlerin Efendisine salât ve selâm etmekle şereflendir, yücelt! Bizleri, ona gönül verenler arasında haşret! Bizleri onun havzından su içen bahtiyarlardan kıl! Allah'ım, sana boyun eğmemiz hususunda bize yardımcı ol! Bizleri düşmanlarımız karşısında muzaffer kıl!.."