Adam, yaşlı ve gözden düşmüş bir yazardır. Ne kalemi eski kıvraklıktadır, ne de bedeni eski esnekliğinde. Hayat git gide yavaşlamakta ve eksilmektedir onun için.
Bir gün bir partide genç ve yakışıklı bir genç onu kenara çekip mucizevî bir şeyden bahseder. Pahalı bir ameliyatla yaşlı ve zengin insanların beyinleri istedikleri kiralık ya da satılık "boş" genç bedenlere nakledilebilmektedir.
Anlattıklarından karşısındakinin de genç görünümünde yaşlı biri olduğunu anlar Adam. Kıskanılacak kadar mükemmel bir bedeni ve önünde yaşayacağı çok uzun bir ömrü vardır.
Kendisi de denemeye karar verir. Çok sevdiği karısına uzun bir tatile çıkacağı yalanını söyler ve sadece altı aylığına bir beden kiralayarak ameliyat olur...
Hanif Kureyşi’nin Vücut isimli kısa romanı bu şekilde başlıyor. Devamında yaşlı bir erkeğin ruhunun genç bir bedendeki bazen acınası, bazen ibretamiz, bazen de tehlikeli maceralarını anlatır yazar. Ama hiçbir şey kahramanın planladığı gibi gitmez...
...
Şu fani dünyadaki serüvenimizi varlık arayışı şeklinde özetlemek mümkün. Ölümlü, sınırlı, kusurlu ve eksik varlığımızı başka varlıklarla, başka varlıklarda tamamlamaya çalışıyoruz. Hastalıkların, yaşlılığın, ölümün, elemlerin, musibetlerin varlığımızda açtığı yaralara karşı savunmasız kalmak istemiyoruz. Her birimiz romandaki kahraman gibi çareler bulmaya çalışıyoruz.
İnsanoğlu sanat, edebiyat, spor, tıp, siyaset, ideolojiler vs ile hep bu mükemmel varlık arayışına cevap aramaya çalıştı. Din, insana hakikî ve daimî varlığa giden yolu gösterdi.
Sağlığın modern insanın gözde fetişlerinden biri olması varlık sevdasından değil mi? Tıp hastalıklarla savaşarak insanın yeryüzündeki varlık süresini uzatmaya çalışıyor.
Romandaki gibi bir ameliyat belki imkânsız. Ama plastik cerrahi insanları tanınmayacak kadar gençleştirmeyi vaat ediyor. Genç olamayanlar, en azından genç gibi görünmeye çabalıyor. Kızıyla neredeyse aynı kıyafetleri giyen annelerin sayısı bu yüzden giderek artıyor. Ölümden korkuyor günümüz insanı. Ölümü kendinden uzaklaştıramıyorsa, ölüm uzağındaymış gibi davranmayı tercih ediyor.
“... sen bizim her şeyimizsin!” “... sana canımız feda!” sloganına hangi futbol takımını koysanız fark etmiyor. Futbol kulüpleri, hayatın kısalığına ve kısırlığına karşı bir varlık iksiri gibi sunuluyor fanilere.
Kulübünün bayrağının altında, mutlak teslimiyet ve taraftarlıkla, varlığının yüceldiğini ve çoğaldığını düşünüyor futbolseverler. Futbol takımının renkleri onlar için kutsallık kazanıyor. O renklere gönüllerinin yanısıra varlıklarını da bağlıyorlar. Aynı pozisyonda akla kara gibi yorumların yapılması sığındığı varlığa leke sürdürmemenin, kendi varlığını tehlikeye atmamanın bir tecellisi aslında. Şike tartışmaları o yüzden o tarafgir havsalalara sığmıyor.
Kapitalistler için sermaye, komünistler için işçi sınıfı varlık yarasına merhem edilmeye çalışılan sahte tanrılardan başka bir şey değil.
Milliyetçilikler de varlık aşkının bir tezahürü. Sınırlı ve kusurlu varlığını milletinin mükemmel ve yüce varlığında eriterek mutlaka erişmeye çalışıyor milliyetçiler. Bizimki gibi ülkelerde her gün o yüzden antlar içiriliyor minik dimağlara. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye bağırtılıyor. Bu slogana karşı çıkanların bir kısmı varlığını başka bir ırka armağan etmek isteyerek aynı yanlışı sürdürmek istiyor. Irkdaşına her hal ve şartta tarafgirlik, o mutlak ve "yüce" ulus varlığının kutsanmasından ileri geliyor. Yanlış varlık arayışı önce adaleti feda ettiriyor.
Kendinden başka referansı olmayan ulus-devletler, Hegel gibilerin gözünde, o yüzden ilâhî bir vasıf kazanıyor. Fena ve zevale, ölüme karşı devlete sığınmaya davet ediliyor insanlar. Ne kadar seküler, ne kadar arzî olursa olsun, onun uğruna feda edilen hayatların şehadetle ödüllendirileceği müjdeleniyor. Kavminizin devleti yoksa bu dünyada eksik ve kusurlu, varlığınızın savunmasız olacağı düşünülüyor.
Naçiz bedenlerin bir gün toprak olacağı, ama devletlerin ilelebed payidar olacağı iddia ediliyor! Devletçi ve milliyetçi zihinler, toprağın altının hiç yıkılmaz zannedilen uygarlık ve devletlerin kalıntılarıyla dolu olduğu unutmayı tercih ediyor.
Binlerce, milyonlarca can irili-ufaklı savaşlarda o sahte tanrılara kurban edildi ve halen ediliyor. Zalimler alkışlandı, masumların hakkı hor görüldü ve aşağılandı. Vicdanlar karardı...
Ölümlüyüz ama ebed’i istiyoruz. Sınırlıyız ama mutlak’ı arzuluyoruz. Zayıfız ama her şeye gücü yeten bir otoriteye yaslanmaya muhtacız.
Söyleyin, hangi ilaç ölümün pençesinde kıvranan insan ruhuna ferah verebilir?
Hangi ideoloji bizi gerçekten kardeş eyleyebilir?
Hayatı ve ölümü elinde tutamayan; sadece gençleri değil yaşlıları da, sağlıklıları değil hastaları da kucaklayamayan; insana sözde değil özde ebedî varlığı armağan edemeyen; sadece dilinin değil yüreğinin en gizli fısıltılarını bile işitemeyen hangi ideoloji, hangi taraftarlık, hangi otorite varlık yaramıza merhem sürebilir?
Varlığımızı, onu bize armağan eden Kim ise ondan başkasına armağan edemeyeceğimizi ne zaman anlayacağız?
Murat Çitfkaya