Bir Bıyık Kala


Gece niyeyse gözüme hiç uyku girmedi, sürekli döndüm durdum. Tavanda ki çatlaklar artık çok belirgin bir yüzdü. Bana gülümsüyordu tepeden. Düşünceler birbirini kovalıyordu zihnimde, saklambaç oynuyorlardı resmen. En iyi saklanan düşüncemi yakaladım ve çıkardım karanlıktan; “Babam”. Düşünmekten bile çekindiğim sadece hayalini bildiğim kahramanım. Benim doğmama 1 hafta kalmışken hayata veda eden babam. Sanki dünyaya ikimiz fazla gelecektik, o gitti ben geleyim diye. İşte bu gece tam benim 22 yaşıma bir hafta kalmış. Yasin okudum ve yattım ama saat dörde geliyor ben hala uyuyamıyorum…

Ani bir hareketle fırladım yattığım yerden, üstüme bir hırka alıp çıktım evden. Yürüdüm… Yeni Camii’ye doğru. Zihnimde babamın hayali, onu tanıyamamış olmanın verdiği burukluk, yürüdüm…
Sabah namazı için toplanan cemaate karıştım. Namazdan sonra orda kaç saat oturup dua ettim bilmiyorum…

Tekrar düştüm yola, Eminönü sahilini yürümeye başladım, martılar başlamıştı konuşmaya bıcır bıcır. Beni mi çekiştiriyorlar acaba, yoksa iyice paranoyak mı oldum?

Bugün kafama ne eserse yapacağım günlerden biri ve Üsküdar’a inesim var, Kız kulesine karşı bir nargile sevdasına. Bir yandan balık tutan insanları incelerken Üsküdar iskelesine doğru yürüyorum. Amcalar çocuklarına, torunlarına öğretiyorlar olta nasıl tutulur, hangi açıyla fırlatılır. Bende öğrenebilmek isterdim balık tutmayı, babamla sabahları deniz kenarına inip akşama kadar ensemde güneşle olta başında beklemeyi.

Belki böyle olsa babamı tanırdım ne de olsa o kadar saat muhabbet edeceğiz balık tutarken.

Bu babamı tanıma merakımdan olsa gerek balık tutmayı öğrenme tutkum. Asla tatmin edemeyeceğim merakım ve asla bırakamayacağım tutkumla yürümeye devam ediyorum iskeleye doğru.

Düşünceler o kadar hızlı akmaya başlıyor ki zihnimden, babamın bende olan tek bir resmi var o da annemle düğünde çekildikleri eski bir resim, hatta öyle eskimiş ki resim, kenarları sararmış, annemin gelinliği solmuş…

İşte bu resim babamı bana anlatan tek şey şu hayatta, ben doğalı olmuş artık 22 sene, babam öleli olmuş artık 22 sene.
Hep cüzdanımda taşıdığım babamın bende olan tek resmini çıkarıyorum yine bakıyorum bir süre, yürümeye devam ediyorum bir yandan, önünden geçtiğim bir arabanın camına takılıyor gözüm bir kendime bakıyorum bir babama.

Sanki ayna bana “Bir bıyık kalmış baban olmaya” diyor. Hakikaten zihnimde bir bıyık çiziyorum kendime, he birde elim değmişken kot pantolon ve t-shirtün yerine bir takım elbise çiziyorum… Ve sanki o resim ben, ben o resim oluyorum bir anda. Ben babam oluyorum!

Düşünceler…

“Oğlum Faruk ne tasalanıyorsun 22 senedir babamı tanımıyorum diye, meğer babanı tanımak için kendini tanıman yeterliymiş. Babanla balık tutamadın belki ama oğlunla tutarsın belki, oğlunun adı ne olsun, tabii ki de babanın adı olacak, ya eşin kabul etmezse, etmeyecek kadın senin eşin olamaz, büyük konuşma yine oğlum Faruk, tamam ama yani kabul eder herhalde niye etmesin, tamam o zaman oğlun İbrahim ile gelirsin sabahları Eminönü’ne ensenizde güneş akşama kadar olta başında bekler, muhabbet edersiniz…”

İşte bunun düşüncesi bile hoşuma gitmişti, hatta o kadar hoşuma gitmişti ki babamın bendeki tek fotoğrafını geri cüzdanıma koyup ıslık çalarak ilerledim iskeleye.

Annem anlatırdı babam çok sinirli bir adammış, hep arkasından eklerdi “Bütün İbrahimlerin yapısında var sanırım bu asabiyet”. Babam sinirlenirmiş ama sakinleşmesini de çok iyi bilirmiş. Azıcık ses tonu yükseliversin koşarmış banyoya bir abdest alır rahatlarmış öyle döner annemin yanına, hemen gönlünü alırmış. Benim daha kanım deli sanırım sakinleşemiyorum, durduramıyorum kendimi, gözüm kararıyor. Babama çekmemiş miyim yoksa? Belki de ilerde bende kontrol ederim, babam olmayı en çok bu özelliği için istiyorum.

Bugün güzel gidiyordu ya, vapur da bunu hissetmiş gibi beni hiç bekletmedi yanaştı hemen iskeleye.

Vapur yolcuları almaya başladı içeri, ben yaklaştım vapura, hep vapura binmeden önce içime dolan o tuhaf his yine oradaydı. Hemen atladım vapura. Düşüncelerimin içinde bile yer vermedim o anlamsız korkuya. Herkeste mevcut olduğuna inandığım saçma korkuya; hep kenardan denize düşme korkumuz olmasına rağmen atlayıveririz vapura ve atladıktan sonra dünyanın en zorlu görevini başarıyla tamamlamış gibi göğsümüzü şişire şişire yürürüz vapurda, her daimde dışarıda otururuz, “erkeğiz biz üşümeyiz” sinyalleri veririz etrafa, hele ki bugün benim gibi babanız olmanıza bir bıyık kaldığını fark etmişseniz.

Üsküdar’a indiğimde hava iyice ısınmaya başlamıştı, yürüdüm sahilde salına salına. Oturdum köşeme, söyledim elmalı nargilemi ve her zamanki gibi orada oturan dostuma selam verdim;
“Selamün Aleyküm Ahmet Dayı”
“Ve Aleyküm Selam Faruk’um”
“Nasılsın bugün?”
“İyiyim ben, asıl seni sormalı?”
“İyiyim dayı, ama bugün senden bir şey isteyeceğim”
“Hay hay!”
“Bugün bana babamı anlatsana”
“İyice benzemeye başladın zaten İbrahim’e, gel otur şöyle bahsedelim babandan”

Zehra M. Kandur