Zühd ile kimse dalmaz ma’rifet deryasına
Işk ile dalınur ancak çünki ka’ri pek derin.920
Kuddûsî’ye göre, zühd ile ma’rifet ilminin aydınlığına kavuşmak mümkün
değildir. Kuddûsî’nin anlayışında, zâhid iki dünyanın güzelliklerini gönlünden koparıp
atamadığından dolayı Allah’ın ma’rifet ve hikmet cevherlerini devşirmekten acizdir. O, belki
dünyayı gözünden silmiştir, fakat âhiretteki nimetleri bu dünyanın karşılığı olarak verildiği
düşüncesindedir. Ama “beka”ya ulaşmak için her iki cihanı da bırakmak gerekir. Yoksa ancak
âşıkların dalıp aydınlandığı ma’rifet deryasına ulaşmak imkânsız olur. Ma’rifet ve hikmeti
bulmak aşk sayesinde gerçekleşir. Ma’rifet denizi o kadar derindir ki, insan ancak aşk ile bu
derinliğe dalabilir. Bu derinlikte ki varlık vadisinden çıkmak için, oradaki bütün mevcudatın
varlığının gizemine ulaşabilecek gönül aydınlığını sağlayacak gücü, insana sadece dünyadaki
nimetlerden etek çektiren zühd değil, bunun sırrını ifşa edebilecek gönül bağlılığı gerekir. Bu
bağlılık her iki dünyadan da bir beklentisi olmayan bir ilişkidir. Bu insanın önce kendisini
sonra da varlığı ve Yaratıcıyı bilebilmek bağlılığıdır.
Hem itmiyelim cennet içün biz ana kulluk
Zâhid gibi biz olmayalım ahmak u ahser
.921
Kuddûsî’nin zâhide ve zühde getirdiği eleştiri, sûfîlerin zühde yüklediği anlamı
göz önünde bulundurduğumuz zaman haklı bir durum arz etmektedir. Sûfî kaynakları, zühdü,
âhirete rağbet etmek için dünyaya karşı ilgisiz davranmak, dünyadan yüz çevirmek, rağbet
etmemek922, dünyayı küçük görmek923 şeklinde tanımlamışlardır. Ama İlâhî aşk ile ma’rifeti
yakalayan Kuddûsî gibi sûfîler ise, dünya ve âhiret kaygısından uzak Hakk’a vuslatı
arzulamaktadırlar.
Sûfîler zühdü, Allah’ın dışında924 gerekli olan her şeyin terk edilmesi olarak
görmüşlerdir925. Bazı sûfîlerde zühdü, insanın Allah’ı için varını yoğunu harcamak ve hâlka
yardım etmek şeklinde görerek, eğer zühd bu şekilde anlaşılmasa gaflete götürür demişlerdir.
Onlar dünyayı bir “hiç” görerek, hiçlikten zühd olmayacağını söylemişlerdir926. Bu
yaklaşımda gösteriyor ki Kuddûsî gibi âşıkların zühde getirdikleri tenkidin haklı yönü vardır.
Yaratıcı’nın yanında, “bir sineğin kanadı kadar değeri olmayan”927 madde/ dünya
konusunda sûfînin zühde bulunmasının ne derece doğru olduğu hep tartışma konusu olmuştur.
Zira, ileri gelen mutasavvıflardan Şiblî, zühdü gaflet/aldanma olarak görür. Ona göre zühd ile
meşgûl olmak gaflettir; çünkü dünyanın sûfînin gözünde varlığı, diğer varlıklar gibi bir
“hiç”tir. “Hiç” olan bir şeyden zühde bulunmak ise, gaflettir.928 Asıl zühd, insanın kendisine
ait olan şeyi bırakabilmesidir.929
Kuddûsî’nin pîri Mevlâna’da âşık ile kuru zâhidi birçok kez karşılaştırmaktadır.
Ona göre, zâhidin amacı sevgiliye kavuşmak değil, kendi başına buyruk bir şeyh olmaktır.
Onun için zâhid ibâdetlerini de ikincil bir amaç için, yâni cennete kavuşmak için yaptığından
dolayı, her durumda menfaatini gözetir930. Sahte derviş yemek veya menfaat için Hakk’a
âşıktır. Yoksa ruhu, benliği Allah’ın güzelliğine âşık değildir931.
‘Âbidin içi gurûr u ucb ile memlû olur
‘Âşıkın dil hânesinde yanısar nûrdan çerâğ.932
Her zerrede gör çeşm-i basîret ile anı
‘Ârif olasın dürlü be dürlü hikemine.933
Kuddûsî, en yüksek iman ve ahlâk örneği gördüğü ârifi, âbid ve zâhidden üstün
tutarak, hem zâhidi, hem de âbidi bazı fiillerinden dolayı tenkid eder. Açıkçası o, aşkı
tadmayan zâhid ve âbidleri birçok âmelinden dolayı eleştirir. Çünkü bu iki gurubun gözü ve
kulağı cennet nimetlerindedir. Ârif ise, aşkından dolayı sadece Hakk’ı arzular. O, cennet
nimetlerine, cehennemdeki işkenceyi önemsememektedir.934 Zâhidde korku ve hüzün, ârifte
ise, aşk ve neşe hakimdir. O, sadece Allah’a âşıktır. Ârif, zâhid gibi bu dünyada değil, âhirette
de gariptir. Çünkü zâhid dünyayı, ârif ise, her iki dünyayı da terk etmiştir.935 Ârif, Cüneydi
Bağdâdî’nin dediği gibi, kendisi sustuğu halde içinde Allah’ın konuştuğu kimsedir.936 Bütün
bu yakınlaşma çabalarına rağmen sûfîlere göre ârifler, Allah’tan aldıkları âmeller sayesinde
Allah’a ulaştıklarında, yükselişlerinin tek sebebi olan âmeli kesinlikle terk etmemeleri
gerekir.937
920 Kuddûsî, Dîvân, s.143.
921 Aynı eser, s. 140.
922 Kuşeyrî; er-Risale, s.365–374.
923 Ragıb el-İsfehani; Târifât, “zhd”, s.315.
924 Kelâbâzî, Ta’arruf, s.141.
925 Aynı eser, s.142.
926 Serrac, Luma’, s.46.
927 Tirmizî, Zühd, 13.
928 Serrâc, age., s. 46.
929 Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 142.
930 Mevlâna, a.g.e. VI. 3521–9.
931 Aynı eser, I, 2756.
932 Kuddûsî, Dîvân, s. 85.
933 Kuddûsî, Dîvân (İE), s. 340.
934 İbnü’l-Arabî, Fütûhât, IV., 43.
935 Sülemî, Tabâkât, s. 112.
936 Aynı eser , s. 157.
937 İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricü’s-Sâlik, Beyrut ts., III; 355-356.